Bilindiği üzere, Türkiye gündemi sıklıkla değişen hareketli bir süreçten geçiyor. Kasım ayı sonlarında “Dersim Katliamı” üzerine yapılan hummalı tartışmanın bugün pek etkisi kalmadı. “Dersim katliamı” ya da “Dersim İsyanı” üzerine yapılan tartışmaları “değerlendirirken” “özür” diliyormuş gibi yapan Başbakan Erdoğan ve AKP Hükümetinin sonraki icraatları, özrün ne amaçla yapıldığını ifşa etmekle kalmadı, saldırgan ve faşizan uygulamalarda ısrar eden ve mesafe almak isteyen bir hükümetle karşı karşıya bulunduğumuzu da gösterdi. Ancak biz yine de Dersim katliamı üzerinden yapılan tartışmalarla AKP’nin o günden bu yana süren icraatlarını hatırlatarak, özrün ne anlama geldiğini irdeleyeceğiz.
Hatırlanacağı üzere, bir önceki hükümet döneminde, AKP’nin “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi” olarak adlandırdığı “açılım” politikaları tartışılırken, TBMM kürsüsünden, Kürt halkına yönelik olarak on yıllardır uygulanan şiddeti katliamlar düzeyinde sürdürmeyi mazur göstermek için, “Dersim’de analar ağlamadı mı? Kimse ‘analar ağlamasın, mücadeleyi durduralım’ dedi mi?” diyerek, AKP’nin Kürtleri manipüle etmeye yönelik projesi karşısında bile paniğe kapılarak Dersim sorununun gündeme taşınmasına ve tartışılmasına vesile olan dönemin CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’den sonra, bir kez daha Dersim Katliamı, CHP’li bir milletvekilinin açıklaması üzerine tartışma konusu oldu.
Bu defa, Kürt olduğunu kabul etmeyerek yarım ağız Zazalığını dillendiren, “ben kendimi Alevi olarak tanımlıyorum” diyerek, inanç, din, mezhep ve ulus kategorilerini karmaşık ve anlamsız hale getiren, Kürt sorunu hakkında geri bilince seslenmeyi tercih eden, CHP’nin yeni dönem Dersim Milletvekili Hüseyin Aygün’ün Zaman Gazetesi’ne verdiği bir röportajla Dersim tartışması yeniden yaşandı.
“Dersim katliamı” tartışması, dönemin tek partisi olan ve övünerek Cumhuriyet’in tek varisi ve temsilcisi olduğunu söyleyegelen CHP’yi bir kez daha karıştırdı. CHP’li bir bölüm vekil nasırına basılmışçasına yerinden fırlayıp avazı çıktığı kadar bağırdı. 30’lu yıllar boyunca büyük acılara, planlı ve sürekli katliamlara maruz kalan Dersim halkı başta olmak üzere, resmi tarihle “yüklenmiş” tüm halklar pür dikkat kesilerek, tartışmaları dinlemeye, olup biteni ve gelişmeleri anlamaya çalıştı, çalışıyor.
Aygün’ün, Fethullah Gülen ve hükümet yandaşlığı ile bilinen Zaman gazetesi’nde yayınlanan röportajında, Dersim katliamının sorumlusu olarak devleti ve CHP’yi göstererek Atatürk’ün devletin başında olduğunu açıklaması ve M. Kemal’in olaylardan haberdar olmamasının mümkün olmadığını söylemesi, CHP’yi, M. Kemal’i ve dönemin uygulamalarını fanatik düzeyde savunan CHP içindeki bir grup milletvekilini atağa geçirdi. CHP’li 13 milletvekili (bu kadar olmadıklarını da açıklayarak), yaptıkları açıklamada, “zinhar bir katliam olmamıştır”, “tarihimizle, CHP ile, devletimiz ve Atatürk’ümüzle gurur duyuyoruz” içerikli görüşlerini dile getirdiler ve Aygün’ün disipline sevk edilmesini istediler.
Dersim bölgesinin savaş alanına dönüştürülmesi, kapsamlı bir katliamın gerçekleştirilmesi, kadın, çocuk, yaşlı, genç on binlerce Dersimlinin kurşunlanıp süngülenerek, sığındığı mağaralarda zehirlenerek katledilmesi, katliamdan geriye kalanların dört bir yana sürgün edilmesi, kız çocuklarının köle alır gibi alıkonulması, bölgenin büyük bölümünün yasak bölge ilan edilmesi gibi insanlık dışı uygulamalar ve acı gerçekler karşısında bir milim gerileme göstermeyen bir zihniyetin ısrarla devam etmesine de bir kez daha tanık olduk.
Dersimli Zaza ve Alevi bir ailenin ferdi olan CHP’nin Genel Başkanı Kemal Klıçdaroğlu da, bu tartışmada, devleti, sistemi, CHP’yi savunan, yaşananı bir yere oturtmayan bir tutum almayı sürdürdü. Devletin bekası için ve başında bulunduğu CHP’nin durumunu ve dengelerini gözeterek “kan kusup kızılcık şurubu içtim” demeyi yeğledi. Kılıçdaroğlu, CHP’nin süregelen inkarcı tutumuna teslim olmuş halde hareket etti. Devletin bekası kadar, hesaplaşmayı ve değişmeyi göze almak yerine 90 yılı bulan geçmişiyle artık tamamen köhnemiş CHP’nin Genel Başkanı olmak neyi gerektiriyorsa onu yaptı. Gerçekleri açık ve net olarak konuşamaması, Başbakan Erdoğan’ı daha da cesaretlendirdi ve Erdoğan yakalamış olduğu boşluğa büyük bir zevkle ard arda vuruşlar yaptı. Kılıçdaroğlu, daha önce, katliam yıllarında Malatya Emniyet Müdürü olarak görev yapmış olan İ. Sabri Çağlayangil ile yaptığı röportajda söylenenleri bile savunamayacak bir duruma düştü. Çağlayangil bu röportajında “Mağaralara sığınmışlardı. Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içerisinden bunları fare gibi zehirledi. Ve yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir harekât oldu. Dersim davası da bitti. Hükümet otoritesi de köye ve Dersim’e girdi” demişti.
Kılıçdaroğlu, yıllar önce peşine düşüp araştırdığı bir katliamın üzerindeki karanlık perdenin yırtılması için olanaklar ortaya çıkmışken, bunu ısrarla yapmadı, gerçeklerin açığa çıkması değil ama üstünün kapanması için çaba sarfetti. Bu tutumuyla, daha önce Onur Öymen’in açıklaması karşısında yaptığı açıklamanın da gerisine düşmüş oldu. Hatırlanacağı gibi, Öymen’in 10 Kasım 2009’da TBMM’deki açıklamasından sonra “gereğini yapmasını bekliyorum” diyerek onu istifaya çağıran Kılıçdaroğlu, şimdi kendisi de katliamı inkar eden bir genel başkan olarak, CHP ile uyumda, gerçekleri yok sayarak, AKP’nin riyakar politikalarına bile yanıt veremeyecek bir yerde durarak “devlet adamlığı” yolunda ilerliyor.
Ancak Dersim katliamı bir kez daha toplumun önüne gelmiş, partilerin katliam üzerinden politika yapma yarışına rağmen, halk indinde resmi tarihin dışında bir tartışma ve muhakeme ortamı yaratılmış, devletin açık bir katliamıyla karşı karşıya bulunduğumuz gerçeği daha anlaşılır olmuştur. Dersimin tarihiyle, gerçeklerle yüzleşmekten korkanların üstünü kapatma çabalarına rağmen bu gelişmenin böyle bir yararı olmuştur.
AKP’NİN DERSİM ÖZRÜ, ULUDERE KABAHATİ VE DİNK DAVASI
AKP, estirilen Kılıçdaroğlu rüzgarının Meclise taşıdığı CHP Milletvekili Aygün’ün Zaman gazetesine yaptığı açıklamanın “gol atmak üzere yapılan bir orta” olduğunu hemen fark etti ve CHP kalesine yüklendi. Bir kez daha, sureti haktan gözükmek için fırsatı ganimet saydı ve değerlendirmek üzere atağa geçti. Kürtlere yönelik askeri ve siyasi operasyonlara hız veren, sahte “açılım” söylemini de bir kenara bırakarak önce Kürt siyasetçilerine, belediye başkanlarına, sonra aydınlara, akademisyenlere, hukukçulara ve son olarak gazeteciler yönelik kapsamlı bir operasyona ve tutuklamalara imza atan, süren savaşla 30 yıldan bu yana 45 bin dolayında Kürt yurttaşın, 5 bin kadar asker, polis ve korucunun ölümüne, onca köyün boşaltılmasına neden olan politikaların 10 yıldan bu yana kararlı savunucusu ve uygulayıcısı olan Başbakan Erdoğan, Dersim katliamı tartışmasının üzerine balıklama atladı. Başbakan “ileri demokrasi” temsilcisi olarak partisinin il başkanları toplantısında, Dersim katliamına ilişkin bilgiler aktardıktan, CHP’ye ve onun Dersimli Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na yüklendikten sonra, birkaç çarpıcı belge de açıklayarak “Eğer devlet adına özür dilenecekse, böyle bir literatür varsa ben özür dilerim, diliyorum” diyerek dikkatleri üzerine çekti.
Bu, Türkiye Cumhuriyetinin tarihinde bir başbakan tarafından Dersim katliamına ilişkin yapılan en geniş açıklama ve dil ucuyla da olsa dilenen ilk özür oluyordu. Kuşkusuz bunun yarattığı bir etki de vardı. Sadece Türkiye’de değil, uluslararası ölçekte de, “Dersim katliamı ve bir başbakanın özrü“ biçiminde ilgi ve yankı buldu. AB’ye girme girişimleri, Kıbrıs’ta Annan Planı Yaklaşımı, “Kürt açılımı”, “Alevi Açılımı” “Darbe teşebbüsçülerinin yargılanması”, “Askeri vesayete son verme” açıklamaları, “12 Eylül Anayasası’nı değiştirme” sözleri, “12 Eylül 2011 Anayasa Referandumu” vb. “sivil toplum”cu, liberal ve güler yüzlü görünmelerin yarattığı etki, başta ABD olmak üzere emperyalist ülkelerle girilen çıkar ilişkileri de eklenince, AKP Genel Başkanı’nın bu açıklaması da artı puan olarak kayda geçti.
AKP Hükümeti, her dinamik toplumsal kesim içinde yandaşlar yaratarak bölme ve etkisizleştirme operasyonu yürütme politikasının bir ürünü olarak Dersim Katliamı’nı tartışma konusu etti. Bunu Alevilere yönelik politikalarında da başarmak istedi. Seçimlerde, Dersim Valisi başta olmak üzere tüm devlet kadroları ve olanaklarını seferber etmesine, daha önce Cumhurbaşkanı Gül’ün Dersim Cem Evi’ni ziyareti gibi gelişmelere rağmen Dersim halkının AKP karşıtı tutumunda ısrar etmesi, AKP’nin Dersim katliamı hakkında “cüretli” açıklamalar yapmalarına neden olsa da, dilenen “özür”ün kısa gün kârı hesabıyla yapıldığı zaman geçmeden açığa çıkmıştır. AKP’lilerin 12 İmam orucunda Cem Evleri’nde iftar açmaları, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Almanya’da Cem Evinde katıldığı matem orucu iftarında “Muharrem ayında yas tutmak Alevilik ise en önde gelen Alevi benim” demesi ve daha birçok riyakarca tutuma ve gösteriye rağmen Alevilerin taleplerinin hiçbiri karşılanmış değil. Din dersi hâlâ zorunlu ders olarak Alevi çocuklarına okutulmakta, Alevilere yönelik olarak işlenen onca katliam hâlâ “faili meçhul” sayılmaktadır. Cem Evleri hâlâ bir statüye kavuşturulmuş değildir. Sivas katliamının sanıkları kollanmış, davalar göstermelik hale getirilerek bitirilmiş, Madımak Oteli, Alevilerin taleplerine uygun olarak düzenlenip Müze haline getirilmemiştir. Diyanet hâlâ Sünni Diyanet’tir ve Alevilerin lağvedilme talebi karşısında varlığı tartışılmamaktadır bile.
Dersim katliamından dolayı “özür” dileyen Erdoğan Hükümeti’nin o tarihten sonraki birkaç icraatı ve bazı gelişmeler karşısındaki tutumu bile AKP’nin riyakarlığıyla halk ve demokrasi düşmanlığını göstermeye yetmektedir.
1- KCK Operasyonları ve AKP’nin savaşta ısrarı
Süregelen KCK operasyonları ve kitlesel tutuklamalar AKP’nin Kürt halkının örgütlü kesimlerini felç etmek amaçlı olduğunu gösteriyor. Başbakan ve bakanların yaptıkları konuşmalarda KCK operasyonlarının arkasında olduklarını açıklamaları, tutuklanan belediye başkanları, siyasetçi, aydın akademisyen, avukat ve gazeteciler için sorulan sorulara, “onlar mesleklerinden, işlerinden dolayı tutuklanmadılar, KCK’li oldukları için tutuklandılar ve biz bu operasyonların arkasındayız” demeleri, tutuklamaların emirle gerçekleştirildiğini ve faşizan uygulamaların devam edeceğini gösteriyor.
2- Uludere katliamından sonra özür dilemek bir yana Genelkurmay Başkanı Özel’e edilen teşekkür
Diğer önemli bir gelişme, bu süre içinde yaşanan Uludere-Roboski katliamıdır. 29 Aralık’ta savaş uçaklarının bombardımanı ile gerçekleşen katliam, Başbakan Erdoğan’ın “Dersim katliamı”ndan dolayı özür dilediği tarihten bir ay kadar sonra gerçekleşmiştir. Katliamda 34 Kürt köylüsü yük katırlarıyla birlikte öldürülmüş, 3 köylü şans eseri sağ kurtulmuştur.
Katliam, İHA (İnsansız Hava Aracı) denilen Heronların çektiği görüntülerden sonra Diyarbakır Askeri Üssü’nden kalkan F-16 savaş uçaklarının bombardımanı ile gerçekleşti. Yani Dersim’de yapılan katliama benzer bir durumla karşı karşıyaydık.
Ancak 23 Kasım’da AKP İl Başkanları Toplantısı’nda yaptığı konuşmada belgeler göstererek, Dersim katliamından dolayı özür dilediğini açıklayan Başbakan Erdoğan, hükümetinin atadığı ve artık yasal ve fiili olarak başbakanlığa bağlı olduğunu övünerek bildirdiği Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’e, Uludere-Roboski katliamından sonra operasyondan dolayı teşekkür etti. Başbakan ve sözcüleri, bu teşekkürün katliamı onaylamak anlamına gelmediğini ısrarla belirtseler de, katliamdan dolayı özür dilemek ve katliamı gerçekleştirenler hakkında soruşturma başlatmak gibi beklentileri karşılayacak bir adımının üzerinden geçen günlere rağmen hâlâ atılmamış olması, başka türlü yorumlara izin vermemektedir.
Sokağa taşan büyük kalabalıklarla gerçekleşmemiş olsa bile, Uludere katliamı karşısında, hemen tüm kesimlerden küçümsenemez tepki ve protestolar yükseldi. Kürt halkı içinde AKP’nin etkisinde bulunan, koruculuk yapan, PKK politikaları ile “ barışık” olmayan kesimler içinden başlayarak, liberal kesimlere, oradan CHP’ye, İslami kesimlerin AKP politikaları ile hemfikir olmayanlarına, Alevi inancına mensup örgütlü ve aydınlanmış kesimlere, aydınlara, sanatçılara, hemen hiçbir kesim katliam karşısında sessiz kalmadı. Bazı liberal yazar ve akademisyenler, gazeteler, “yandaş”lıktan sıyrılmasalar da, yaptıkları ve yazdıklarıyla AKP’yi sıkıştırdılar. Uluslararası ajanslar, katliama yer vererek, “Arap ülkelerindeki gelişmelerden hareketle, Arap liderlere akıl verip, sivillere yönelik katliamları durdurmasını isteyen Erdoğan, kendi ülkesinde Kürtleri katlediyor” şeklinde haberler geçtiler.
Ancak AKP, her zamanki gibi, algının kanaate ve karara dönüşmemesi için ajandasında hazır bulunan iki kozu ileri sürerek, kendisi hakkında oluşan kanaati değiştirmek üzere atağa geçmekte gecikmedi. Önce 12 Eylül askeri cuntasının başı olan iki eski general hakkında açılacak olan yargılama dosyasını konu etti. Arkasından emekli genelkurmay başkanı İlker Başbuğ hakkında hazırlanan soruşturma devreye sokuldu ve Başbuğ tutuklandı. Bu, Türkiye tarihinde, 27 Mayısçıların tutukladıkları Bayar-Menderes’in Genelkurmay Başkanı R. Erdelhun’dan sonra ikinci genelkurmay başkanı tutuklamasıydı. Daha bir yıl öncesine kadar mesai arkadaşlığı yaptıkları bir önceki Genelkurmay Başkanı, hükümeti devirme planlarının içinde yer almaktan dolayı tutuklanıyordu. AKP Uludere katliamı ve diğer birçok gelişme karşısında kendisine karşı gelişen tepkileri bertaraf etmek, kendisine karşı hazırlandığını düşündüğü bir darbe teşebbüsünün yarım kalmış hesabını da görmek için konjonktürü değerlendirdi ve eski genelkurmay başkanı emekli Orgeneral İlker Başbuğ’u Silivri’ye kapattı.
Bir süre sonra da 12 Eylül darbesinin “iki elebaşısı” eski genelkurmay başkanı ve Cumhurbaşkanı Kenan Evren ile Org. Tahsin Şahinkaya hakkında da dava açıldı. Bu gelişmeler kayda değer gelişmeler olmakla birlikte, işçi ve emekçilerin, Kürt halkının, ezilen ve sömürülen emekçi yığınların karşı karşıya bulunduğu baskılar, dağlarda süren operasyonlar, Kürtlere yönelik katliamlar, dinmeyen operasyonlar ve tutuklamalar, basın, düşünce ve örgütlenme özgürlüğü üzerinde artarak devam eden tepinmeler koşullarında, ülkenin demokratikleştiğine, halkın rahat bir nefes aldığına ilişkin bir veri sunmamaktadır.
3- AKP kadim yandaşları olan liberal “sol” yazarların eleştirilerine bile tahammül göstermiyor
Bir diğer gelişme, AKP yandaşlığı ile tanınan ve uzun süreden bu yana AKP’nin ekonomik, sosyal ve siyasal alandaki politikalarının sözcülüğünü ve savunuculuğu yapmış olan “sol” liberal yazar, akademisyen ve “aydınların” yaşanan gelişmeler karşısında AKP’ye yönelik “güvensizliklerini” ufak ufak ifade etmeleri ve AKP’nin bunlara bile tahammül göstermemesidir. AKP, “güvensizliği”ni belli eden bu kesimlerden kim ve kendisine ne kadar hizmet etmiş olursa olsun, sektirmeden herkesi bulundukları yerlerden fırlatıp atmakta; Yiğit Bulut örneğinde olduğu gibi, “taze yandaş”lara ise en yüksek mertebede yer açmaktadır. Star gazetesi başyazarı Mehmet Altan, AKP sahiplenir ve yere göğe sığdıramaz ve izlediği ayrılıkçı politikalara dönüş yaparken, Kuzey Kıbrıs eski Cumhurbaşkanı “derinlerin adamı” Denktaş’ın ölümünden sonra gösterdiği tepkinin yazılarına yansımasından sonra hedefe konuldu. Altan’ın ANF’ye verdiği demeç ise, AKP’nin ve yandaş medyanın “artık bizden değilsin” demesine ve noktayı koymasına neden oldu. “Ergenekon Davası” kapsamına alınmasına ramak kalmış olan, Erdoğan’la Annan Planı konusunda büyük çelişki ve çatışmalar yaşayan Denktaş’ın ölümünden sonra, M. Altan’ın şahsında AKP’nin aldığı tutumu, “AKP’nin devletleşmesi” ve “Denktaşlaşması” olarak yorumlayan liberal çevreler ile AKP arasında bir kez daha bir kırılma yaşanmış bulunuyor. Sadece 12 Eylül Anayasa Referandumu’nda değil, bir bütün olarak AKP politikalarına “yetmez ama evet” diyen ve toplumu bu politikalara ikna etmek için büyük çaba sarf eden liberal çevrelerin yaşadığı diğer bir “hayal kırıklığı” ise, Hrant Dink davasının kararıyla oldu.
4- Hrant Dink Cinayeti’nin arkasındaki kontrgerillayı gizleme çabaları, AKP’nin “Ergenekon”, “derin devlet” ve “darbecilerle hesaplaşma” propagandasının esasının kendisine pürüz yaratan pıtrakları ayaklamak olduğunu gösteriyor
Hrant Dink Cinayeti bir kontrgerilla eylemiydi. Daha önce gerçekleştirilen onlarcası gibi.. Malatya’da gerçekleştirilen Hıristiyanlara yönelik Zirve katliamı, Trabzon’da işlenen Santoro Cinayeti, Jitem’den, MİT’ten, emniyet istihbaratından bağımsız değildi. Hrant Dink cinayetinin üstünü örtmek için elinden geleni yapan AKP, isimleri katliamla anılan bürokratları korumakla kalmadı, onları daha yüksek mertebelere çıkararak taltif etti. Ancak tüm üstünü kapatma çabalarına rağmen ortaya tatmin edici bir karar çıkacağını umanlar, 17 Ocak’ta açıklanan mahkeme kararı karşısında şaşkına döndüler. AKP’den beklenti içinde olan kesimler bir kez daha hayal kırıklığı yaşadılar. Karara tepkiler sokağa taştı. Cumhurbaşkanı, Başbakan ve AKP’li bakan ve sözcüler “karar kamu vicdanını yaralamıştır” demek zorunda kaldılar. Ancak yürütme olarak bir bölümünü terfi ettirdikleri Cinayet’in arkasındaki örgütü ve üyelerini kulaklarından tutup hakim karşısına çıkarmak ve cezalandırılmalarını sağlamak yerine, bir kez daha, AKP güdümünde olduğu belirgin olan yargıyı işaret ederek, “temyiz sürecini beklenmesi”ni tavsiye etmektedirler.
SONUÇ OLARAK
Burjuvazi ile işçi ve halk hareketine dayanan güçlü bir hesaplaşmanın/kapışmanın yaşanmadığı ülkede “sıra dışı” bir söylemle yola çıkan gerici-burjuva bir partinin sorunlar yumağını “çözme” vaadinin bile bir beklenti yarattığı görülüyor. Sınıf partisinin AKP Hükümetine karşı başından beri ısrarla sürdürdüğü aydınlatma, sınıfı ve emekçileri örgütleme çabası henüz geniş işçi ve emekçi kitleler içinde etkili olmasa da, bugün gerçeklerin anlaşılması, AKP’nin gerçek yüzünün görülmesi, işçi ve emekçi güçlerin örgütlenmesinin ve mücadeleye koyulmasının olanakları daha da artmıştır.
AKP gibi bir partinin Türkiye’nin demokratikleşmesi, hak ve özgürlüklerin kazanılması, Kürt sorununun demokratik haklar temelinde çözümü, inançlar üzerindeki ayrımcılığın ve baskının son bulması, basın, düşünce ve örgütlenme özgürlüğü önündeki engellerin kaldırılması, dahası yeni demokratik bir Anayasanın hazırlanmasına öncülük edebileceği yönlü beklentiler, aynı zamanda, geleneksel burjuva politika kulvarının sınırlarının işçi ve emekçi kitleler üzerindeki etkisini ve kapsamını göstermektedir. Günümüzde CHP ve MHP’de vücut bulan statükocu, Türkçü-milliyetçi, işbirlikçi sermaye partilerinin karşısına, “demokratikleşme”, “açılım” vs söylemle çıkan AKP gibi bir sermaye partisi etkisini hala sürdürebilmektedir. AKP’nin söylemi, Türkiye’nin karanlık tarihiyle hesaplaşabileceği, birikmiş demokratikleşme sorunlarını çözebileceği beklentisi yaratabildi.
AKP, Türkiye’yi kapitalist, neo-liberal programa eklemleme ve emperyalizmin YDD ihtiyaçları üzerinden yeniden yapılandırma; ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel alanlarda gerçekleştirilen hak gasplarını “reformlar” olarak sunulabildi. Ancak, AKP’nin ekonomik, sosyal ve siyasal alandaki hak gaspları ve baskı politikaları karşısında, –sağlık ve sosyal güvenlik alanında olduğu gibi– büyüyen tepkinin giderek büyüdüğünü gösteren veriler, önümüzdeki dönemin birleşik, bağımsız bir halk hareketinin olanaklarına işaret etmektedir.