Dersim Katliamı, AKP, Dilenen “Özür” ve İşlenen Onca Kabahat…

Bilindiği üzere, Türkiye gündemi sıklıkla değişen hareketli bir süreçten geçiyor. Kasım ayı sonlarında “Dersim Katliamı” üzerine yapılan hummalı tartışmanın bugün pek etkisi kalmadı. “Dersim katliamı” ya da “Dersim İsyanı” üzerine yapılan tartışmaları “değerlendirirken” “özür” diliyormuş gibi yapan Başbakan Erdoğan ve AKP Hükümetinin sonraki icraatları, özrün ne amaçla yapıldığını ifşa etmekle kalmadı, saldırgan ve faşizan uygulamalarda ısrar eden ve mesafe almak isteyen bir hükümetle karşı karşıya bulunduğumuzu da gösterdi. Ancak biz yine de Dersim katliamı üzerinden yapılan tartışmalarla AKP’nin o günden bu yana süren icraatlarını hatırlatarak, özrün ne anlama geldiğini irdeleyeceğiz.
Hatırlanacağı üzere, bir önceki hükümet döneminde, AKP’nin “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi” olarak adlandırdığı “açılım” politikaları tartışılırken, TBMM kürsüsünden, Kürt halkına yönelik olarak on yıllardır uygulanan şiddeti katliamlar düzeyinde sürdürmeyi mazur göstermek için, “Dersim’de analar ağlamadı mı? Kimse ‘analar ağlamasın, mücadeleyi durduralım’ dedi mi?” diyerek, AKP’nin Kürtleri manipüle etmeye yönelik projesi karşısında bile paniğe kapılarak Dersim sorununun gündeme taşınmasına ve tartışılmasına vesile olan dönemin CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’den sonra, bir kez daha Dersim Katliamı, CHP’li bir milletvekilinin açıklaması üzerine tartışma konusu oldu.
Bu defa, Kürt olduğunu kabul etmeyerek yarım ağız Zazalığını dillendiren, “ben kendimi Alevi olarak tanımlıyorum” diyerek, inanç, din, mezhep ve ulus kategorilerini karmaşık ve anlamsız hale getiren, Kürt sorunu hakkında geri bilince seslenmeyi tercih eden, CHP’nin yeni dönem Dersim Milletvekili Hüseyin Aygün’ün Zaman Gazetesi’ne verdiği bir röportajla Dersim tartışması yeniden yaşandı.
“Dersim katliamı” tartışması, dönemin tek partisi olan ve övünerek Cumhuriyet’in tek varisi ve temsilcisi olduğunu söyleyegelen CHP’yi bir kez daha karıştırdı. CHP’li bir bölüm vekil nasırına basılmışçasına yerinden fırlayıp avazı çıktığı kadar bağırdı. 30’lu yıllar boyunca büyük acılara, planlı ve sürekli katliamlara maruz kalan Dersim halkı başta olmak üzere, resmi tarihle “yüklenmiş” tüm halklar pür dikkat kesilerek, tartışmaları dinlemeye, olup biteni ve gelişmeleri anlamaya çalıştı, çalışıyor.
Aygün’ün, Fethullah Gülen ve hükümet yandaşlığı ile bilinen Zaman gazetesi’nde yayınlanan röportajında, Dersim katliamının sorumlusu olarak devleti ve CHP’yi göstererek Atatürk’ün devletin başında olduğunu açıklaması ve M. Kemal’in olaylardan haberdar olmamasının mümkün olmadığını söylemesi, CHP’yi, M. Kemal’i ve dönemin uygulamalarını fanatik düzeyde savunan CHP içindeki bir grup milletvekilini atağa geçirdi. CHP’li 13 milletvekili (bu kadar olmadıklarını da açıklayarak), yaptıkları açıklamada, “zinhar bir katliam olmamıştır”, “tarihimizle, CHP ile, devletimiz ve Atatürk’ümüzle gurur duyuyoruz” içerikli görüşlerini dile getirdiler ve Aygün’ün disipline sevk edilmesini istediler.
Dersim bölgesinin savaş alanına dönüştürülmesi, kapsamlı bir katliamın gerçekleştirilmesi, kadın, çocuk, yaşlı, genç on binlerce Dersimlinin kurşunlanıp süngülenerek, sığındığı mağaralarda zehirlenerek katledilmesi, katliamdan geriye kalanların dört bir yana sürgün edilmesi, kız çocuklarının köle alır gibi alıkonulması, bölgenin büyük bölümünün yasak bölge ilan edilmesi gibi insanlık dışı uygulamalar ve acı gerçekler karşısında bir milim gerileme göstermeyen bir zihniyetin ısrarla devam etmesine de bir kez daha tanık olduk.
Dersimli Zaza ve Alevi bir ailenin ferdi olan CHP’nin Genel Başkanı Kemal Klıçdaroğlu da, bu tartışmada, devleti, sistemi, CHP’yi savunan, yaşananı bir yere oturtmayan bir tutum almayı sürdürdü. Devletin bekası için ve başında bulunduğu CHP’nin durumunu ve dengelerini gözeterek “kan kusup kızılcık şurubu içtim” demeyi yeğledi. Kılıçdaroğlu, CHP’nin süregelen inkarcı tutumuna teslim olmuş halde hareket etti. Devletin bekası kadar, hesaplaşmayı ve değişmeyi göze almak yerine 90 yılı bulan geçmişiyle artık tamamen köhnemiş CHP’nin Genel Başkanı olmak neyi gerektiriyorsa onu yaptı. Gerçekleri açık ve net olarak konuşamaması, Başbakan Erdoğan’ı daha da cesaretlendirdi ve Erdoğan yakalamış olduğu boşluğa büyük bir zevkle ard arda vuruşlar yaptı. Kılıçdaroğlu, daha önce, katliam yıllarında Malatya Emniyet Müdürü olarak görev yapmış olan İ. Sabri Çağlayangil ile yaptığı röportajda söylenenleri bile savunamayacak bir duruma düştü. Çağlayangil bu röportajında  “Mağaralara sığınmışlardı. Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içerisinden bunları fare gibi zehirledi. Ve yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir harekât oldu. Dersim davası da bitti. Hükümet otoritesi de köye ve Dersim’e girdi” demişti.
Kılıçdaroğlu, yıllar önce peşine düşüp araştırdığı bir katliamın üzerindeki karanlık perdenin yırtılması için olanaklar ortaya çıkmışken, bunu ısrarla yapmadı, gerçeklerin açığa çıkması değil ama üstünün kapanması için çaba sarfetti. Bu tutumuyla, daha önce Onur Öymen’in açıklaması karşısında yaptığı açıklamanın da gerisine düşmüş oldu. Hatırlanacağı gibi, Öymen’in 10 Kasım 2009’da TBMM’deki açıklamasından sonra “gereğini yapmasını bekliyorum” diyerek onu istifaya çağıran Kılıçdaroğlu, şimdi kendisi de katliamı inkar eden bir genel başkan olarak, CHP ile uyumda, gerçekleri yok sayarak, AKP’nin riyakar politikalarına bile yanıt veremeyecek bir yerde durarak “devlet adamlığı” yolunda ilerliyor.
Ancak Dersim katliamı bir kez daha toplumun önüne gelmiş, partilerin katliam üzerinden politika yapma yarışına rağmen, halk indinde resmi tarihin dışında bir tartışma ve muhakeme ortamı yaratılmış, devletin açık bir katliamıyla karşı karşıya bulunduğumuz gerçeği daha anlaşılır olmuştur. Dersimin tarihiyle, gerçeklerle yüzleşmekten korkanların üstünü kapatma çabalarına rağmen bu gelişmenin böyle bir yararı olmuştur.

AKP’NİN DERSİM ÖZRÜ, ULUDERE KABAHATİ VE DİNK DAVASI
AKP, estirilen Kılıçdaroğlu rüzgarının Meclise taşıdığı CHP Milletvekili Aygün’ün Zaman gazetesine yaptığı açıklamanın “gol atmak üzere yapılan bir orta” olduğunu hemen fark etti ve CHP kalesine yüklendi. Bir kez daha, sureti haktan gözükmek için fırsatı ganimet saydı ve değerlendirmek üzere atağa geçti. Kürtlere yönelik askeri ve siyasi operasyonlara hız veren, sahte “açılım” söylemini de bir kenara bırakarak önce Kürt siyasetçilerine, belediye başkanlarına, sonra aydınlara, akademisyenlere, hukukçulara ve son olarak gazeteciler yönelik kapsamlı bir operasyona ve tutuklamalara imza atan, süren savaşla 30 yıldan bu yana 45 bin dolayında Kürt yurttaşın, 5 bin kadar asker, polis ve korucunun ölümüne, onca köyün boşaltılmasına neden olan politikaların 10 yıldan bu yana kararlı savunucusu ve uygulayıcısı olan Başbakan Erdoğan, Dersim katliamı tartışmasının üzerine balıklama atladı. Başbakan “ileri demokrasi” temsilcisi olarak partisinin il başkanları toplantısında, Dersim katliamına ilişkin bilgiler aktardıktan, CHP’ye ve onun Dersimli Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na yüklendikten sonra, birkaç çarpıcı belge de açıklayarak “Eğer devlet adına özür dilenecekse, böyle bir literatür varsa ben özür dilerim, diliyorum” diyerek dikkatleri üzerine çekti.
Bu, Türkiye Cumhuriyetinin tarihinde bir başbakan tarafından Dersim katliamına ilişkin yapılan en geniş açıklama ve dil ucuyla da olsa dilenen ilk özür oluyordu. Kuşkusuz bunun yarattığı bir etki de vardı. Sadece Türkiye’de değil, uluslararası ölçekte de, “Dersim katliamı ve bir başbakanın özrü“ biçiminde ilgi ve yankı buldu. AB’ye girme girişimleri, Kıbrıs’ta Annan Planı Yaklaşımı, “Kürt açılımı”, “Alevi Açılımı” “Darbe teşebbüsçülerinin yargılanması”, “Askeri vesayete son verme” açıklamaları, “12 Eylül Anayasası’nı değiştirme” sözleri, “12 Eylül 2011 Anayasa Referandumu” vb. “sivil toplum”cu, liberal ve güler yüzlü görünmelerin yarattığı etki, başta ABD olmak üzere emperyalist ülkelerle girilen çıkar ilişkileri de eklenince, AKP Genel Başkanı’nın bu açıklaması da artı puan olarak kayda geçti.
AKP Hükümeti, her dinamik toplumsal kesim içinde yandaşlar yaratarak bölme ve etkisizleştirme operasyonu yürütme politikasının bir ürünü olarak Dersim Katliamı’nı tartışma konusu etti. Bunu Alevilere yönelik politikalarında da başarmak istedi. Seçimlerde, Dersim Valisi başta olmak üzere tüm devlet kadroları ve olanaklarını seferber etmesine, daha önce Cumhurbaşkanı Gül’ün Dersim Cem Evi’ni ziyareti gibi gelişmelere rağmen Dersim halkının AKP karşıtı tutumunda ısrar etmesi, AKP’nin Dersim katliamı hakkında “cüretli” açıklamalar yapmalarına neden olsa da, dilenen “özür”ün kısa gün kârı hesabıyla yapıldığı zaman geçmeden açığa çıkmıştır. AKP’lilerin 12 İmam orucunda Cem Evleri’nde iftar açmaları, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Almanya’da Cem Evinde katıldığı matem orucu iftarında “Muharrem ayında yas tutmak Alevilik ise en önde gelen Alevi benim” demesi ve daha birçok riyakarca tutuma ve gösteriye rağmen Alevilerin taleplerinin hiçbiri karşılanmış değil. Din dersi hâlâ zorunlu ders olarak Alevi çocuklarına okutulmakta, Alevilere yönelik olarak işlenen onca katliam hâlâ “faili meçhul” sayılmaktadır. Cem Evleri hâlâ bir statüye kavuşturulmuş değildir. Sivas katliamının sanıkları kollanmış, davalar göstermelik hale getirilerek bitirilmiş, Madımak Oteli, Alevilerin taleplerine uygun olarak düzenlenip Müze haline getirilmemiştir. Diyanet hâlâ Sünni Diyanet’tir ve Alevilerin lağvedilme talebi karşısında varlığı tartışılmamaktadır bile.
Dersim katliamından dolayı “özür” dileyen Erdoğan Hükümeti’nin o tarihten sonraki birkaç icraatı ve bazı gelişmeler karşısındaki tutumu bile AKP’nin riyakarlığıyla halk ve demokrasi düşmanlığını göstermeye yetmektedir.

1- KCK Operasyonları ve AKP’nin savaşta ısrarı
Süregelen KCK operasyonları ve kitlesel tutuklamalar AKP’nin Kürt halkının örgütlü kesimlerini felç etmek amaçlı olduğunu gösteriyor. Başbakan ve bakanların yaptıkları konuşmalarda KCK operasyonlarının arkasında olduklarını açıklamaları, tutuklanan belediye başkanları, siyasetçi, aydın akademisyen, avukat ve gazeteciler için sorulan sorulara, “onlar mesleklerinden, işlerinden dolayı tutuklanmadılar, KCK’li oldukları için tutuklandılar ve biz bu operasyonların arkasındayız” demeleri, tutuklamaların emirle gerçekleştirildiğini ve faşizan uygulamaların devam edeceğini gösteriyor.

2- Uludere katliamından sonra özür dilemek bir yana Genelkurmay Başkanı Özel’e edilen teşekkür
Diğer önemli bir gelişme, bu süre içinde yaşanan Uludere-Roboski katliamıdır. 29 Aralık’ta savaş uçaklarının bombardımanı ile gerçekleşen katliam, Başbakan Erdoğan’ın “Dersim katliamı”ndan dolayı özür dilediği tarihten bir ay kadar sonra gerçekleşmiştir. Katliamda 34 Kürt köylüsü yük katırlarıyla birlikte öldürülmüş, 3 köylü şans eseri sağ kurtulmuştur.
Katliam, İHA (İnsansız Hava Aracı) denilen Heronların çektiği görüntülerden sonra Diyarbakır Askeri Üssü’nden kalkan F-16 savaş uçaklarının bombardımanı ile gerçekleşti. Yani Dersim’de yapılan katliama benzer bir durumla karşı karşıyaydık.
Ancak 23 Kasım’da AKP İl Başkanları Toplantısı’nda yaptığı konuşmada belgeler göstererek, Dersim katliamından dolayı özür dilediğini açıklayan Başbakan Erdoğan, hükümetinin atadığı ve artık yasal ve fiili olarak başbakanlığa bağlı olduğunu övünerek bildirdiği Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’e, Uludere-Roboski katliamından sonra operasyondan dolayı teşekkür etti. Başbakan ve sözcüleri, bu teşekkürün katliamı onaylamak anlamına gelmediğini ısrarla belirtseler de, katliamdan dolayı özür dilemek ve katliamı gerçekleştirenler hakkında soruşturma başlatmak gibi beklentileri karşılayacak bir adımının üzerinden geçen günlere rağmen hâlâ atılmamış olması, başka türlü yorumlara izin vermemektedir.
Sokağa taşan büyük kalabalıklarla gerçekleşmemiş olsa bile, Uludere katliamı karşısında, hemen tüm kesimlerden küçümsenemez tepki ve protestolar yükseldi. Kürt halkı içinde AKP’nin etkisinde bulunan, koruculuk yapan, PKK politikaları ile “ barışık” olmayan kesimler içinden başlayarak, liberal kesimlere, oradan CHP’ye, İslami kesimlerin AKP politikaları ile hemfikir olmayanlarına, Alevi inancına mensup örgütlü ve aydınlanmış kesimlere, aydınlara, sanatçılara, hemen hiçbir kesim katliam karşısında sessiz kalmadı. Bazı liberal yazar ve akademisyenler, gazeteler, “yandaş”lıktan sıyrılmasalar da, yaptıkları ve yazdıklarıyla AKP’yi sıkıştırdılar. Uluslararası ajanslar, katliama yer vererek, “Arap ülkelerindeki gelişmelerden hareketle, Arap liderlere akıl verip, sivillere yönelik katliamları durdurmasını isteyen Erdoğan, kendi ülkesinde Kürtleri katlediyor” şeklinde haberler geçtiler.
Ancak AKP, her zamanki gibi, algının kanaate ve karara dönüşmemesi için ajandasında hazır bulunan iki kozu ileri sürerek, kendisi hakkında oluşan kanaati değiştirmek üzere atağa geçmekte gecikmedi. Önce 12 Eylül askeri cuntasının başı olan iki eski general hakkında açılacak olan yargılama dosyasını konu etti. Arkasından emekli genelkurmay başkanı İlker Başbuğ hakkında hazırlanan soruşturma devreye sokuldu ve Başbuğ tutuklandı. Bu, Türkiye tarihinde, 27 Mayısçıların tutukladıkları Bayar-Menderes’in Genelkurmay Başkanı R. Erdelhun’dan sonra ikinci genelkurmay başkanı tutuklamasıydı. Daha bir yıl öncesine kadar mesai arkadaşlığı yaptıkları bir önceki Genelkurmay Başkanı, hükümeti devirme planlarının içinde yer almaktan dolayı tutuklanıyordu. AKP Uludere katliamı ve diğer birçok gelişme karşısında kendisine karşı gelişen tepkileri bertaraf etmek, kendisine karşı hazırlandığını düşündüğü bir darbe teşebbüsünün yarım kalmış hesabını da görmek için konjonktürü değerlendirdi ve eski genelkurmay başkanı emekli Orgeneral İlker Başbuğ’u Silivri’ye kapattı.
Bir süre sonra da 12 Eylül darbesinin “iki elebaşısı” eski genelkurmay başkanı ve Cumhurbaşkanı Kenan Evren ile Org. Tahsin Şahinkaya hakkında da dava açıldı. Bu gelişmeler kayda değer gelişmeler olmakla birlikte, işçi ve emekçilerin, Kürt halkının, ezilen ve sömürülen emekçi yığınların karşı karşıya bulunduğu baskılar, dağlarda süren operasyonlar, Kürtlere yönelik katliamlar, dinmeyen operasyonlar ve tutuklamalar, basın, düşünce ve örgütlenme özgürlüğü üzerinde artarak devam eden tepinmeler koşullarında, ülkenin demokratikleştiğine, halkın rahat bir nefes aldığına ilişkin bir veri sunmamaktadır.

3- AKP kadim yandaşları olan liberal “sol” yazarların eleştirilerine bile tahammül göstermiyor
Bir diğer gelişme, AKP yandaşlığı ile tanınan ve uzun süreden bu yana AKP’nin ekonomik, sosyal ve siyasal alandaki politikalarının sözcülüğünü ve savunuculuğu yapmış olan “sol” liberal yazar, akademisyen ve “aydınların” yaşanan gelişmeler karşısında AKP’ye yönelik “güvensizliklerini” ufak ufak ifade etmeleri ve AKP’nin bunlara bile tahammül göstermemesidir. AKP, “güvensizliği”ni belli eden bu kesimlerden kim ve kendisine ne kadar hizmet etmiş olursa olsun, sektirmeden herkesi bulundukları yerlerden fırlatıp atmakta; Yiğit Bulut örneğinde olduğu gibi, “taze yandaş”lara ise en yüksek mertebede yer açmaktadır. Star gazetesi başyazarı Mehmet Altan, AKP sahiplenir ve yere göğe sığdıramaz ve izlediği ayrılıkçı politikalara dönüş yaparken, Kuzey Kıbrıs eski Cumhurbaşkanı “derinlerin adamı” Denktaş’ın ölümünden sonra gösterdiği tepkinin yazılarına yansımasından sonra hedefe konuldu. Altan’ın ANF’ye verdiği demeç ise, AKP’nin ve yandaş medyanın “artık bizden değilsin” demesine ve noktayı koymasına neden oldu. “Ergenekon Davası” kapsamına alınmasına ramak kalmış olan, Erdoğan’la Annan Planı konusunda büyük çelişki ve çatışmalar yaşayan Denktaş’ın ölümünden sonra, M. Altan’ın şahsında AKP’nin aldığı tutumu, “AKP’nin devletleşmesi” ve “Denktaşlaşması” olarak yorumlayan liberal çevreler ile AKP arasında bir kez daha bir kırılma yaşanmış bulunuyor. Sadece 12 Eylül Anayasa Referandumu’nda değil, bir bütün olarak AKP politikalarına “yetmez ama evet” diyen ve toplumu bu politikalara ikna etmek için büyük çaba sarf eden liberal çevrelerin yaşadığı diğer bir “hayal kırıklığı” ise, Hrant Dink davasının kararıyla oldu.

4- Hrant Dink Cinayeti’nin arkasındaki kontrgerillayı gizleme çabaları, AKP’nin “Ergenekon”, “derin devlet” ve “darbecilerle hesaplaşma” propagandasının esasının kendisine pürüz yaratan pıtrakları ayaklamak olduğunu gösteriyor
Hrant Dink Cinayeti bir kontrgerilla eylemiydi. Daha önce gerçekleştirilen onlarcası gibi.. Malatya’da gerçekleştirilen Hıristiyanlara yönelik Zirve katliamı, Trabzon’da işlenen Santoro Cinayeti, Jitem’den, MİT’ten, emniyet istihbaratından bağımsız değildi. Hrant Dink cinayetinin üstünü örtmek için elinden geleni yapan AKP, isimleri katliamla anılan bürokratları korumakla kalmadı, onları daha yüksek mertebelere çıkararak taltif etti. Ancak tüm üstünü kapatma çabalarına rağmen ortaya tatmin edici bir karar çıkacağını umanlar, 17 Ocak’ta açıklanan mahkeme kararı karşısında şaşkına döndüler. AKP’den beklenti içinde olan kesimler bir kez daha hayal kırıklığı yaşadılar. Karara tepkiler sokağa taştı. Cumhurbaşkanı, Başbakan ve AKP’li bakan ve sözcüler “karar kamu vicdanını yaralamıştır” demek zorunda kaldılar. Ancak yürütme olarak bir bölümünü terfi ettirdikleri Cinayet’in arkasındaki örgütü ve üyelerini kulaklarından tutup hakim karşısına çıkarmak ve cezalandırılmalarını sağlamak yerine, bir kez daha, AKP güdümünde olduğu belirgin olan yargıyı işaret ederek, “temyiz sürecini beklenmesi”ni tavsiye etmektedirler.

SONUÇ OLARAK
Burjuvazi ile işçi ve halk hareketine dayanan güçlü bir hesaplaşmanın/kapışmanın yaşanmadığı ülkede “sıra dışı” bir söylemle yola çıkan gerici-burjuva bir partinin sorunlar yumağını “çözme” vaadinin bile bir beklenti yarattığı görülüyor. Sınıf partisinin AKP Hükümetine karşı başından beri ısrarla sürdürdüğü aydınlatma, sınıfı ve emekçileri örgütleme çabası henüz geniş işçi ve emekçi kitleler içinde etkili olmasa da, bugün gerçeklerin anlaşılması, AKP’nin gerçek yüzünün görülmesi, işçi ve emekçi güçlerin örgütlenmesinin ve mücadeleye koyulmasının olanakları daha da artmıştır.
AKP gibi bir partinin Türkiye’nin demokratikleşmesi, hak ve özgürlüklerin kazanılması, Kürt sorununun demokratik haklar temelinde çözümü, inançlar üzerindeki ayrımcılığın ve baskının son bulması, basın, düşünce ve örgütlenme özgürlüğü önündeki engellerin kaldırılması, dahası yeni demokratik bir Anayasanın hazırlanmasına öncülük edebileceği yönlü beklentiler, aynı zamanda, geleneksel burjuva politika kulvarının sınırlarının işçi ve emekçi kitleler üzerindeki etkisini ve kapsamını göstermektedir. Günümüzde CHP ve  MHP’de vücut bulan statükocu, Türkçü-milliyetçi, işbirlikçi sermaye partilerinin karşısına, “demokratikleşme”, “açılım” vs söylemle çıkan AKP gibi bir sermaye partisi etkisini hala sürdürebilmektedir. AKP’nin söylemi, Türkiye’nin karanlık tarihiyle hesaplaşabileceği, birikmiş  demokratikleşme sorunlarını çözebileceği beklentisi yaratabildi.
AKP, Türkiye’yi  kapitalist, neo-liberal programa eklemleme ve emperyalizmin YDD ihtiyaçları üzerinden yeniden yapılandırma; ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel alanlarda gerçekleştirilen hak gasplarını “reformlar” olarak sunulabildi. Ancak, AKP’nin ekonomik, sosyal ve siyasal alandaki hak gaspları ve baskı politikaları karşısında, –sağlık ve sosyal güvenlik alanında olduğu gibi– büyüyen tepkinin giderek büyüdüğünü gösteren veriler, önümüzdeki dönemin birleşik, bağımsız bir halk hareketinin olanaklarına işaret etmektedir.

“Demokratik özerklik”, demokratikleşme, barış, eşitlik ve kardeşliğin yolunu açar

“Bölgesel özerklik”, uzun bir süreden bu yana Türkiye’de tartışma konularından biri durumunda. Kürt sorununun demokratik çözümünde Kürt ulusal temsilcileri tarafından bir çözüm önerisi olarak gündeme getirilen “demokratik özerklik” ya da başka bir ifadeyle “özerk Kürdistan”, bir iki yıldan bu yana somut bir sorun olarak tartışılıyor. Daha önce “bağımsız Kürdistan” hedefiyle silahlı ve politik mücadele sürdüren Kürt ulusal hareketi PKK’nin, yeni teorik ve siyasi tespit ve yöneliminden ardından bir yönetim biçimi olarak gündeme getirdiği “demokratik özerklik”, her alanda olduğu gibi burjuva cephede de önemli bir ilgi ve tepki buldu. Başta sınıf partisi olmak üzere, ilerici, barış ve demokrasi yanlısı güçlerin de destek ve güç verdikleri talep, başta hükümet olmak üzere, CHP, MHP ve diğere burjuva gruplar tarafından da tartışılan bir gündem olmaya devam ediyor. Ancak Cumhuriyet tarihi boyunca inkar, asimilasyon ve şiddete maruz kalan Kürtlerin bir yönetim ve temsiliyet hakkı olarak sorunun çözümün bir yolu olmak bakımından tartışmaya değer bulmaktan ziyade, hükümet ve burjuva cenahın, “demokratik özerklik” talebini “bölücülük” propagandasını güçlendirmek için kullandıkları görülmektedir.
Sermaye çevrelerinden bazı sesler de bu tartışmada yer aldı. TÜSİAD’dan, TESEV’e burjuva, liberal çevrelerden de bir “ilgi” olduğu söylenebilir. Egemen güç odakları ve onların yörüngesindeki politik akımların önemli bir bölümü, inkarda ısrar ederek, mevcut statünün, bireysel haklar tanınmak suretiyle devam etmesini isterken, liberal çevreler, “Avrupa Birliği Yerel Yönetimler Reformu Şartı” kapsamında bazı adımlar atılması gerektiği savunmaktadır. AKP’den beklenti içinde olan bu çevreler, AKP’nin adım atmak istediğini, PKK’nin bunu engellediğini” dahi iddia edebilmektedirler. Oysa burjuvazi, AKP eliyle ileri sürdüğü “açılım” politikasıyla esas muradının, etkisizleştirme, ulusal silahlı güçleri tasfiye etme ve belirlediği sınırlar kapsamında bir “çözüm” peşinde olduğunu gösterdi. AKP hükümeti “ustalık dönemimiz” dediği 12 Haziran 2012 Genel Seçimleri’nden sonra, yüzündeki maskeyi hepten fırlatıp atarak, liberalleri de şaşırtan açık yüzüyle, siyasi ve askeri operasyonları arttırarak, bastırma ve tasfiye yönünde yol almak isterken, liberaller, hala AKP’den umut kesmemekte kararlı görünerek, Kürtleri bir ulus olarak kabul edip, ulus olmaktan kaynaklı hakların tanınmasından ziyade, Türkiye’nin katı merkezi yapı ve yönetim biçiminden, küçültülmüş ve yetkileri yerellere devredilmiş bir sisteme geçmesi gerektiği üzerinde durmaktadırlar. Eğitim, sağlık, güvenlik gibi bazı alanların yerel yönetimlere devri ve Türkiye’nin 20 ya da 26 bölgeye bölünerek, özerk bölgeler statüsüne kavuşturulmasıyla Kürt sorununun da çözüleceğini iddia etmektedirler.
Biliniyor olmakla birlikte, hatırlatmakta yarar var; AKP hükümeti 15 Temmuz 2004 tarihinde AB müktesebatında yer alan “bölgesel özerklik” benzeri uygulamalara, hatta bir yoruma göre, bölgelerde bir nevi hükümetlere yol veren “Kamu Yönetimi Temel Kanunu”nu TBMM’den geçirmişti. Ancak dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, AKP’li Ömer Çelik’in “özerklik”le bağlantılandırılmasını suikast ifadesini kullanarak suçladığı bu yasayı veto etmişti.  AKP hükümeti, 25 Ocak 2006 tarihinde de, Türkiye’yi 12 Eyalete ayıran Kalkınma Ajansları Yasası’nı TBMM’den geçirerek yasalaştırmış, bu yasanın gereği olarak birçok proje devreye sokulmuştu.
Yine AKP hükümeti tarafından, 4 Haziran 2003 tarihinde TBMM’de onaylanan “Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi” ile “Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi” başlıklı “BM İkiz Sözleşmeleri”, 18 Haziran 2003’te Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe sokulmuştu.
Bu yasaya göre;
“1. Bütün halklar kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir. Bu hak vasıtasıyla halklar kendi siyasal statülerini serbestçe tayin edebilir ve ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerini serbestçe sürdürebilirler.
2. Bütün halklar uluslararası hukuka ve karşılıklı menfaat ilkesine dayanan uluslararası ekonomik işbirliği yükümlülüklerine zarar vermemek koşuluyla, doğal kaynakları ve zenginlikleri üzerinde kendi yararına serbestçe tasarrufta bulunabilir. Bir halk sahip olduğu maddi kaynaklardan hiçbir koşulda yoksun bırakılamaz.
3. Kendini yönetemeyen ve vesayet altındaki ülkelerden sorumlu olan devletler de dahil bu Sözleşme’ye taraf bütün devletler, kendi kaderini tayin hakkının gerçekleştirilmesi için çaba gösterir ve Birleşmiş Milletler şartının hükümlerine uygun olarak bu hakka saygı gösterir.”
Demokratik Toplum Kongresi’nin bu yasalardan da güç alarak gündemine aldığı ve kamuoyu ile paylaştığı “demokratik özerklik projesi”, programına alınmak üzere, öncelleri gibi Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılan legal Kürt ulusal partisi DTP’nin kapatılmadan önce 24 Ekim 2007’de yaptığı 2. Olağan Kongresi’ne sunuldu ve bu kongrede oy birliği ile kabul edildi. DTP, bu projeyi birkaç dilde kitapçık olarak bastırarak, TBMM’de dahil olmak üzere her tarafta dağıttı. Kapsamı şöyleydi:
“1- Türkiye siyasi ve idari yapısında demokratikleşmeyi sağlamak amacıyla köklü bir reformu öngörür.
2- Sadece devlet sistemini değiştirerek sorunların çözülemeyeceğinden hareketle, toplumun öz yeterliliğini esas alır.
3- Sorunların çözümünde geliştirilecek yöntemler için, yereli güçlendirme, halkı söz ve karar sahibi kılma felsefesiyle hareket eder.
4- Halkın karar süreçlerine dâhil olması için demokratik katılımcılığı savunur ve tüm yerel birimlerde meclis sistemini esas alır.
5- Salt ‘etnik’ ve ‘toprak’ temelli özerklik anlayışı yerine kültürel farklılıkların özgürce ifade edildiği bölgesel ve yerel bir yapılanmayı savunur.
6- ‘Bayrak’ ve ‘resmi dil’ tüm ‘Türkiye ulusu’ için geçerli olmakla birlikte, her bölge ve özerk birimin kendi renkleri ve sembolleriyle demokratik öz yönetimini oluşturmasını öngörür.
7- Demokratik özerk yönetim, ‘bölge meclisi’ olarak örgütlenir ve meclislerde görev alan kişiler de ‘bölge meclis temsilcisi’ olarak tanımlanır. Meclis hem meclis başkanını hem de görevli olduğu alandaki işleri yürütecek yürütme kurulu üyelerini ayrı ayrı seçer. Başkan ve yürütme kurulu üyelerinin, meclisin aldığı kararların icrasından sorumlu olmaları öngörülür.
8- Bölgelerin her biri o bölgenin özel adı veya bölge meclisinin yetki sınırları içinde bulunan en büyük ilin adıyla anılacaktır.
9- Demokratik özerklik modelinde il valileri, hem merkezi hükümetin hem de bölge yürütme kurulunun aldığı kararları uygulamakla görevlidir. Bakanlıkların taşra teşkilatları da aynı prosedüre tabi olacaklardır. İl genel meclisleri, belediye ve muhtarlıklar gibi diğer idari yapılar varlığını korumaya devam edeceklerdir.”
Kürt sorununun çözümünden yana olan, operasyonların ve çatışmaların son bulmasını, Kürtlerin demokratik hak ve özgürlüklerinin tanınması ve yaşamın olağanlaşmasını isteyen hemen her politik çevrenin ilgi duyduğu “bölgesel özerklik” sorunu aslında yeni bir sorun ve tartışma değil. Sadece PKK’nin dile getirdiği ve tartışmak istediği bir konu olmayan “özerklik” (muhtariyet, otonomi) birçok çevrenin çatışmalarla süregelen Kürt sorununda önerdiği çözüm yollarından birisi durumunda. “Özerklik”, “federasyon”, “bağımsız Kürdistan”, “birleşik bağımsız Kürdistan” gibi modeller, hemen her dönem, Kürt sorununun çözümü kapsamında değerlendirilen, tartışılan konular olageldi. Ancak “demokratik özerklik” önerisi, bir bölüm yan öneriyle birlikte, somut bir çözüm yolu olarak önümüze getirilmiş bulunuyor.
Önerinin sahibi olan Kürt ulusal hareketinin, mevcut misak-i milli sınırlarına, İstiklal Marşı’na, TBMM’ye bir itiraz yok. Bunların varlığını sürdürdüğü koşullarda, bir bölgesel parlamento, Kürtlerin anadilde eğitim hakkı, özerk bölgede kamu işlerinin yürütülmesinde Kürtçenin de kullanılması ve özerk bölgede Türk bayrağının yanında sarı-kırmızı-yeşil Kürt ulusal bayrağının da dalgalanması –en azından bu aşamada– yeterli sayılmaktadır. Elbette başkaca anlaşılır ve gerçekten acil olan ve süratle karşılanması gereken politik talepler de bulunmaktadır. Kürt ulusal hareketinin temsilcileri, bu taleplerinin bölücülükle eşleştirilmesini engellemeyi kuvvetlendirecek bir argüman olarak da, –ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin haklarını kullanmalarıyla ilgili olan böyle bir özerkliğin tanımının da, içeriğinin de zorlanarak anlamsızlaştırılmasını da göze alarak olmalı– “bölgesel özerkliği sadece Kürdistan için istemiyoruz, her bölgede özerklik uygulanmalı ve bölgesel parlamentolar kurulmalıdır” diyorlar.
UKKTH kapsamında soruna yaklaşan Marksistlerin yaklaşımı ise, kısaca şöyle özetlenebilir: “O halde, ulusların kendi kaderinin tayininin anlamını kavramak istiyorsak ve hukuksal tanımlarla oynamayıp, soyut tarifler ‘uydurmayıp’, bilakis ulusal hareketlerin tarihsel ekonomik temellerini incelersek, o zaman kaçınılmaz olarak şu sonuca varırız: ulusların kendi kaderlerini tayininden, onların başka ulusal topluluklardan devlet olarak ayrılması anlaşılır, bağımsız bir ulusal devletin kurulması anlaşılır.” (Lenin, Seçme Eserler cilt 4, sayfa 261)
Kürt ulusunun kendi geleceğini belirleme hakkı söz konusu olduğunda, öncelikle ulusun ayrı devlet kurma hakkı teslim edilmeden söylenen tüm diğer şeylerin anlamsız olduğunu kaydederek ve “demokratik özerklik” de dahil olmak üzere, hiçbir yönetim biçimini mutlaklaştırmadan, ezilen ulusun, koşullarını ve biçimini kendisinin belirleyeceği, gönül rahatlığıyla yaşamak istediği yönetim biçiminin desteklenip savunulmasının doğru tutum olacağını ekleyerek ve geçmişe dönmeyip, hangi parti, çevre ya da kimlerin hangi modeli bir çözüm yolu olarak önerdikleri, hangisinin doğru hangisinin yanlış olduğu tartışmasına girmeden, günümüzde önemli bir gündem haline gelmiş olan ve sorunun çözümünde şimdilik tek çıkış yolu olarak görünen “bölgesel özerklik” sorununu güncel yanlarıyla ele alarak değerlendirmeye devam edelim.
Öncesini bir yana bırakılarak değerlendirecek olursak, 30 yıla yakın bir süreden beri çatışmalarla süren, büyük bölümü Kürtler olmak üzere 40-50 bin insanın yaşamına mal olan, 400 milyar dolar harcanan ve 17.500 faili meçhul cinayet işlenen, binlerce köyü boşaltılan, dili yasak, kimliği, ulusal hakları yok sayılan Kürtlerin taleplerinin asgari düzeyde de olsa karşılanması, akan kanın durması, karşılıklı olarak biriken kin ve nefretin, ulusal çatışma ögelerinin engellenmesi, Kürt sorununun hal yoluna girmesinde, günümüzde “bölgesel özerklik” modelinin bir çözüm yolu olabileceği görülüyor. Kıyasıya süren, her gün çatışmaların yaşandığı, asker ve gerilla cenazelerinin gözü yaşlı annelere teslim edildiği, ırkçı ve şoven propagandanın sürdüğü, yer yer ayyuka çıktığı ve ulusal boğazlaşmaların körüklendiği iç savaş hesaplarını da bozacak olan bir çıkış yolu olarak “bölgesel özerklik” modeli, tüm uluslardan işçi ve emekçilerine tereddütsüzce savunmaları ve uğruna mücadele etmeleri gereken bir çözüm yolu olarak değerlendirilebilir. Günümüz koşullarında, Kürt halkının talebi, Türk ve tüm ulus ve kimliklerden halkların da desteği ve mücadelesiyle, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümünde uygulanabilecek bir model olduğu söylenebilir. Kürt ve Türk ulusu başta olmak üzere, Anadolu’da, Mezopotamya’da, Trakya’da, tüm coğrafyada yaşayan halkların, soykırıma, gadre ve katliama uğrayan tüm halklar ve inançların eşit ve demokratik koşullarda yaşamalarına kapı aralayacak, tarihle, gerçeklerle yüzleşmeye olanak tanıyacak bir model olabileceği, demokrasi güçlerinin önemli bir mevzi kazanabileceği hasebiyle, bu yönetin biçimi denemeye değerdir. Türkiye’nin demokratikleşmesi sorunu olarak ele alınması gereken bu model, nesnel ve öznel bakımdan, tüm zor koşullara rağmen, eğer değerlendirilebilirse, oldukça zengin olanaklar sunmaktadır.
Bilindiği gibi, sınıf partileri, tüm uluslardan işçi sınıfının birliğinden, ortak mücadelesinden, ortak kurtuluşundan ve ortak iktidarından yanadır. İki ya da çok uluslu ülkelerde sınıfın ya da halkın iktidarında, ulusların ayrılma, ayrı yönetim biçimleri kurma hakları mevcut olmakla, bunu dilediği gibi kullanma hakkı bulunmakla birlikte, eşit ve özgür koşulların mevcudiyetine rağmen, hiçbir ulusun diğeri üzerinde ayrımcılık ve baskı uygulamadığı bir ortamda ayrılma özel olarak istenmez, kışkırtılmaz. Bu, her iki ulustan sömürülenlerin sınıf tavrı olarak şeklenmiş bir sınıf tutumudur. Ayrı devlet olarak örgütlenmesini gerektirecek tüm koşullara rağmen, ulus olmaktan kaynaklı bütün haklarını kullanan ulusların ortak ve büyük bir “cumhuriyet” ile yönetilmelerinin tarihte örnekleri de bulunuyor. Bununla birlikte sınıf partileri hiçbir ulusun esaretine kayıtsız kalamazlar. Ezilen ulusun esaretten kurtuluşu sorunu, sınıfın, sınıf partilerinin temel sorunlarından birisi olagelmiştir. Günümüzde Kürt ulusunun durumu tam da böyledir.
Türkiye’de ve Kürdistan’da sınıf partisinin Kürt sorununda aldığı siyasi ve pratik tutum da Marksizmin tarihsel birikimine ve sınıf partilerinin tutumuna uygun bir gelişim izlemiş, böyle olagelmiştir. Giderek bir halk hareketine dönüşen ve ulusal direnişinin başında bulunan Kürt ulusal hareketinin “ulusal sorunun çözümünde bir yol, bir çıkış” olarak önerdiği “demokratik özerklik” karşısındaki tutumu da buradandır. Sadece Kürt ulusunun demokratik hak ve özgürlüklerinin karşılanması açısından değil, her ulustan işçi sınıfı ve emekçilerin geleceği ve kapitalizme karşı ortak mücadelesi açısından önem taşıdığından dolayı, sınıf partisi tarafından başından beri desteklenen ve başarılması için mücadele edilen bir yönetim biçimidir, “özerklik”. Kürt ulusal sorununu ve buna bağlı olarak Kürt ulusal hareketi ile ilişkilerini, ittifak ve mücadele birliklerini düzenleyen sınıf partisi, diğer tüm akımlardan farklı bir tutum ve kararlılık sergilemekle kalmamış, tutum ve duruşuyla bir nirengi noktası oluşturmuştur.
Elbette, Kürt sorununun barışçı ve demokratik çözümünde anahtar rol oynayacağı savları ile birlikte, “bölgesel özerklik”in “bununla sınırlı kalmayacağı”, bölünmeye neden olacağı ve bundan dolayı karşı çıkılması gerektiğini iddia edenlerin sınıf ve emekçiler üzerinde yarattığı etkiyi küçümsememek gerek. Dahası “sol”, “sosyalist”, “komünist” tanımlarıyla politika yapan çevrelerin de bu konuda statükocu ve gerici bir noktada durduklarını da hesaba katarak söyleyecek olursak, Marksistlerin işinin çok daha zor olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak konunun birçok yanıyla tartışılıyor olması ve hemen her çevre ile tartışma olanağı bulunması gerçeğini bir avantaj olarak değerlendirerek, sınıfın ve sınıf partisinin muradının aktarılması ve anlaşılması sağlanabilir.
Çeşitli kesimleriyle burjuva gericiliği, ırkçı ve şoven güçler, Kürtleri bir ulus olarak görmek istemediklerinden ve ulus olmaktan kaynaklı haklarını kabullenemediklerinden dolayı, tüm diğer çözüm yollarına olduğu gibi, “demokratik özerklik” talebine de karşı çıkmaktadırlar. (Kürtler önce sorunu bir talep olarak gündeme getirdiler, daha sonra, 14 Temmuz 2011 tarihinde Diyarbakır/Amed’de yapılan DTK toplantısında “demokratik özeklik” ilanında bulundular.) Kürtlerin kendilerini ulus olarak yönetmelerine olanak tanıyacak herhangi bir yönetim biçimini önermeyen, ancak her ileri sürülen talep ve yönetim biçimini şiddetle bastırmaya kalkan Türkiye burjuvazisi, buna da karşı çıkmakta, Kürtlerin mevcut koşulların iyileştirilmesiyle bireysel hak ve özgürlüklerine sahip olabileceklerini ve bunun yeterli sayılması gerektiğini vaaz ediyor.

“DEMOKRATİK ÖZERKLİK” BÖLMEZ, SINIFI VE HALKLARI ORTAK MÜCADELEYE YÖNELTİR
İki uluslu ya da çok uluslu ülkelerde birlikte yaşamı sürdürecek koşullar yaratılmadan, barış ve huzur içinde yaşamanın mümkün olmadığı gerçeğinden hareketle, Kürt sorununun çözümünün sağlanmadığı, Kürtlerin ulus olarak kendi iradeleriyle benimseyecekleri bir yönetim biçiminin uygulanması aracılığıyla kendi kaderlerini tayin edemedikleri sürece barış ve huzur içinde yaşama olanağı yoktur. Farklı ulusların yaşadığı tüm ülkelerde ulusal sorun ya ülkelerin kuruluşundan itibaren bir çözüm bulunarak hal yoluna konulmuş ya da çözümünü dayattığında bir çıkış yolu bulunarak ilerleme sağlanmıştır. Bugün Kürt sorununda da bir çözüm yolu bulunması zorunluluğu kaçınılmazlıkla kendisini dayatmaktadır.
Ne yazık ki cumhuriyetin kuruluşunda bu sorunu çözememiş ve büyük acılar yaşamış ulusların evlatları olarak bu gün bu sorunu çözme sorunuyla karşı karşıya bulunuyoruz.
Ne yazık ki, Türkiye Cumhuriyeti 88. kuruluş yılında bile hâlâ bu sorunu çözmemiş, çözememiştir. 30 yıldan bu yana çatışmalarla süren Kürt sorunundaki çözümsüzlüğün yakın dönemde artan operasyon ve çatışmalarla daha da kaygı verici bir aşamaya geldiği görülüyor. Cumhuriyetin kuruluş yılları diyebileceğimiz yıllar boyunca –1921 Anayasası’na da geçirildiği üzere– “Kürtlerin çoğunluk teşkil ettikleri yerlerde muhtariyet (otonomi, özerklik) ile yaşamlarını Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları olarak sürdürebilecekleri” ilan edilmişken, 1924 Anayasası ile kayda geçirilen Kürtlere yönelik inkar, imha ve asimilasyon politikaları, sorunu tam bir çıkmaza sürüklemiştir.
Koçgiri olayından sonra, yeni ve daha büyük sorunlarla yüzleşilme zorunluluğunu dayatan bir tarihe sahibiz. Mustafa Kemal’in 16 Ocak 1923’de İzmit Kasrı’na davet ettiği Yalman ve Sertel gibi dönemin tanınmış gazetecileriyle yaptığı görüşmede Kürt sorununu ilişkin olarak yaptığı değerlendirme ve öngörülere uygun bir gelişim seyri yaşanmış olsaydı, bugün bu sorunları yaşıyor olmayacaktık. Mustafa Kemal Kürt sorunu değerlendirmiş ve gelecekteki olası yönetim biçimine ilişkin açıklamalarda bulunmuştu.1923 yılında düzenlediği İzmit basın toplantısında, M. Kemal’in A. Emin Yalman’ın sorusuna verdiği ve daha sonra sansür edilen cevabı Kürt sorununa bugün tartıştığımız yerden bir açıklama getirmektedir. M. Kemal şöyle diyor: “Kürt sorunu, bizim yani Türklerin çıkarlarına olarak da kesinlikle söz konusu olamaz. Çünkü bildiğiniz gibi, millî sınırlarımız içinde var olan Kürt unsurlar o şekilde yerleşmişlerdir ki, pek az yerlerde yoğundur. Fakat yoğunluklarını kaybede kaybede ve Türk unsurunun içine gire gire öyle bir sınır doğmuştur ki, Kürtlük adına bir sınır çizmek istersek Türklüğü ve Türkiye’yi mahvetmek gerekir. (…) Dolayısıyla başlı başına bir Kürtlük düşünmektense bizim Teşkilât-ı Esasiye Kânunu (Anayasa) gereğince zaten bir türlü özerklik oluşacaktır. Ayrı bir sınır çizmeye kalkışmak doğru olmaz. O hâlde hangi livanın (sancağın) halkı Kürt ise, onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir. Bundan başka Türkiye’nin halkı söz konusu olurken, onları da beraber ifade etmek gerekir. İfade olunmadıkları zaman, bundan kendilerine ait sorun yaratmaları daima mümkündür. Şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi, hem Kürtlerin ve hem de Türklerin yetki sahibi vekillerinden oluşmuştur ve bu iki unsur, bütün çıkarlarını ve kaderlerini birleştirmiştir.”
1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu’nun, yani Anayasanın 11. maddesi “Vilâyet mahalli umurunda manevî şahsiyeti ve muhtâriyeti hâizdir. Hâricî ve dâhilî siyâset, şer’i, adlî ve askeri umur, beynelmilel iktisâdî münâsebet ve hükûmetin umûmî tekâlifi ile menâfii birden ziyâde vilâyâta şâmil husûsat müstesnâ olmak üzere, Büyük Millet Meclisi’nce vâz edilecek kavânin mûcibince Evkaf, Medâris, Maarif, Sıhhiye, İktisat, Ziraat, Nâfiâ ve Muâveneti İçtimâiye işlerinin tanzim ve idâresi vilâyet şûrâlarının salâhiyeti dâhilindedir.” şeklindedir. Buna göre, iller, yasalar çerçevesinde, medrese, vakıf, sağlık, eğitim, ekonomi, tarım, sosyal yardım konularında yerel düzeyde idari bir yetkiye sahip bulunmaktadır. Yasada buna muhtariyet, yani özerklik deniliyordu. Söz konusu konuların yönetimi ise il şuralarına bırakılıyordu. Bilindiği gibi, “şura” sözcüğü de “Sovyet” karşılığına kullanılmaktadır.
Ne yazık ki, Cumhuriyet’in kuruluşunda bu sorunu çözememiş ve büyük acılar yaşamış ulusların evlatlarıyız. Burjuva demokrasisi ile yönetilen birçok ülkede ulusların ve halkların birlikte yaşamalarına olanak yaratılmış, böylece büyük çatışmaların ve ulusal boğazlaşmaların önü kesilmişken, bir halk kalkışması ve ortak kuruluş savaşı vermiş iki halk sorununu çözememiştir.
Tarihteki örneklerine kabaca bakacak olursak; Amerika Birleşik Devletleri (ABD), kuruluşuyla birlikte oldukça sancılı ve kapışmalı bir süreci geride bırakarak ,“Birleşik Devletler” olarak, 50 devlet ya da özgün yönetimden oluşan bir sistem kurmayı başarmış, böylece ulusların, farklı halkların giderek uyum içinde yaşamalarının koşulları yaratılabilmiştir. Kuruluş tarihi 1776 olan, birçok iç kavgadan geçen, elli eyaletten ve bir federal bölgeden oluşan federal bir cumhuriyet olarak ABD, Alabama’dan Wyoming’e kadar, özgün bir model olarak sorunu çözmüş olan günümüzün emperyalist bir ülkesidir. Elli ayrı eyaleti temsilen elli yıldızlı “Birleşik Devletler” bayrağının yanında, her eyaletin bir bayrağı bulunuyor. Eyaletlerin valileri, yargı mensupları seçimle işbaşına geliyor. ABD’de nüfusun dörtte biri oranında İspanyolca konuşulmakta, anadili İspanyolca olan yurttaşlar için eğitim ve öğretimin önünde bir engel bulunmamaktadır. İspanyolca ikinci eğitim dili olarak kabul edilmiştir ve İspanyolca eğitim veren okullarda İngilizce ve İspanyolca eğitim veren öğretmenler bulunmaktadır.
Yine Almanya, bir federal devlet olarak, bu sorunu, kuruluşuyla birlikte çözmüş ve bu kapsamdaki sorunlarını geride bırakmıştır. Almanya’da daha önce savunulan “Almancayı iyi konuşmaları amacıyla anadillerinden mahrum bırakma” yaklaşımı da geride kalmıştır. Günümüzde bir bölüm eyalette ilkokuldan itibaren haftada 3-5 saat zorunlu anadil dersleri verilmektedir. İlköğretimin ortaokula denk düşen sınıflarından itibaren “karşılaştırmalı dil eğitimi” uygulamasının programa alındığı bilinmektedir.
Tarihte, dünyanın birçok ülkesi, uluslaşma süreciyle birlikte iç kavgalara, ayaklanmalara, ulusal pazar mücadelelerine sahne olmuştur. “Kıtasal batı Avrupa burjuva-demokratik devrimler dönemi oldukça belirli bir zaman dilimini, yaklaşık olarak da 1789-1871 yıllarını kapsar. İşte bu zaman dilimi, ulusal hareketler dönemiydi, ulusal devletlerin yaratılması dönemiydi. Bu dönemin sonunda batı Avrupa, homojen ulusal devletlerin kural olduğu bir düzenli burjuva devletler sistemine dönüştü. (…) Doğu Avrupa’da ve Asya’da burjuva-demokratik devrimler dönemi ancak 1905 yılında başladı. Rusya, İran, Türkiye ve Çin’deki devrimler.” (Lenin, Seçme Eserler, sf. 270)
Bir uluslar hapishanesi olan Rusya’da 1917’de gerçekleşen devrim; tüm tarihsel deneyimleri, insanlığın birikimini de dayanak edinerek, uluslar, azınlıklar, halklar, diller ve kültürler sorununa daha ilerden ve bütün insanlık için büyük bir deneyim olan bir çözüm yolu sunmuştur. SSCB deneyimi, ulusal sorunların sınıfın iktidarında nasıl çözüldüğünü gösteren zengin bir hazinedir. Yeri gelmişken belirtilmelidir ki, bu deneyimin yaratığı etki ve birikim atlanarak insanlık tarihinde ulusal sorunların çözümüne ilişkin yol bulmakta yetersiz kalınacaktır. Kürtlerin Irak, İran, Türkiye ve Suriye’den sonra küçük bir nüfus olarak yaşadıkları SSCB’deki durumları, kendi kendilerini yönetmeleri, dilleriyle eğitim hakkına kavuşmaları, Kürdolojinin kuruluşu, Sovyet merkezi yapılanmasında temsiliyet vb. birçok alandaki gelişme, tüm diğer burjuva demokratik çözüm yollarından ayrılarak, sosyalizmin, hem ulusal eşitlik, hem de sömürü ve sınıf baskısının ortadan kalkmasına olanak tanıması açısından, tüm diğer ülke deneyimlerinden farklılık göstermektedir.
Birleşmiş Milletler’in (BM) ‘Ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ (Self determination) düzenlemesinin esas olarak SSCB’deki gelişmeler ve baskılanmalardan sonra kabul edildiği gerçeği de yabana atılmamalıdır. Ancak bugün dünyanın dört bir yanında federasyon, özerklik gibi birlikte yaşamın olanaklarını sunan yönetim biçimlerinin geçerli olduğu onlarca ülkeden söz etmek mümkün.
Kanada bunlardan biridir. 10 eyalet ve bir özerk bölgeden oluşan ülkede, eyaletler, parlamentoları, halkın seçtiği valileriyle “ihtiyaçlara göre düzenlenmiş” bir idari ve siyasi yapılanmaya sahip. İngilizce ve Fransızcanın kullanıldığı, iki resmi dili bulunan 33 milyon nüfuslu ülkenin 8 milyonu Fransız kökenli. Quebec eyaletinde Fransızca konuşulmaktadır. 20 kadar azınlık dili ise koruma altındadır.
İngiltere, bugün hâlâ sancıları dinmemiş olsa da, çözüm yoluna girmektedir, ulusların bir arada, ama eşit statü ile yaşamalarına olanak tanıyacak çözüm arayışları içindedir. İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda’nın kendi parlamentoları bulunuyor. İngiltere’de İngilizce, Galler’de İngilizce  ve Galce, K. İrlanda’da İrlandaca ve İngilizce eğitim yapılıyor. İskoçya’da ise, İskoçça, Galce ve İngilizce konuşulup eğitim yapılabiliyor.
Brezilya’da federal bir ülke olarak 23 eyalet ve 3 federal başkent bulunuyor. Ulusal Kongre, eyalet temsilcilerinin nüfus oranıyla temsiliyetine dayanıyor.
Bizde çokça konuşulan İspanya, Franco diktatörlüğünün yıkılışından sonra, bir arada yaşamı için arayışlara girmiş ve henüz tam olarak çözüme kavuşmuş olmasa da, ulusal sorunların çözümünde önemli oranda ilerleme sağlayabilmiş, çatışmasızlık sürecini başlatmış bir ülke. 1978’de hazırlanan Anayasa’da 17 özerk bölgeye ve özerk şehirlere yol açıldı. Anayasa’da “tarihsel milliyet” olarak belirtilen Katalonya ile Bask bölgesi ve Galiçya kendi parlamentoları, dilleri ve polis teşkilatı vb. kurumlarıyla statü kazanmıştır ve diğer 14 bölgeden daha geniş haklara sahiptir. Bask Bölgesi ve Katalonya’da özerkliği bağımsızlığa dönüştürmek isteyen ETA’nın silah bırakacağını açıklayarak attığı son adımlar bir ayrı bir değerlendirme konusu olarak bir yana bırakılırsa, halkların bir arada yaşamını sağlayacak arayışlar bitmiyor, devam ediyor.
Danimarka’nın Faroe Adaları , Finlandiya’nın Aland Adaları, Belçika, İtalya, Fransa, Filipinler, Endonezya, Çin, Rusya ve daha birçok ülkede farklı ulusların bir arada yaşamına olanak tanıyan yönetim biçimleri uygulanmaktadır.
Irak’ta Kürdistan özerk bölgesi bulunuyor. Kürtçe ve Arapça eğitim dili olarak kullanılıyor. Ayrıca 18 vilayetin kendine has özgünlükleri var. Tüm bu ülkelerde farklı dillerde eğitim hakkı, radyo televizyon vb. talepler karşılandıkça, halklar rahatlamakta ve birlikte yaşamın olanakları artmaktadır.
Dünya tarihinin gösterdiği; iki ya da çok uluslu ülkelerde, eşit haklara dayalı, ulusların varlığı ve ulus olmaktan kaynaklı haklarının tanınmasının, halkları bir birine yakınlaştırdığı, birlikte yaşamı kolaylaştırdığıdır. Yok sayarak, asimilasyon politikaları uygulayarak ve şiddetle bastırarak ‘birlikte yaşam’ı sürdürmenin olanağı yoktur. Bunun varacağı yer, önünde sonunda bölünmedir.
Ayrılma hakkı tanınmadan ve birlikte yaşamın tüm koşulları yaratılmadan, ulusları, halkları bir arada tutmanın olanağı bulunmamaktadır. Kürtlerin bölgesel özerklik kararını bu yönüyle ele almak ve bunu, Türk, Kürt ve tüm halkların ortak yaşamı için bir olanak olarak değerlendirmek gerek. Zira “bölgesel özerklik”, bölünmeyi değil, birlikte yaşamı, barışı, eşitliği, kardeşliği ve özgürlüğü güçlendirir. Türkiye’nin önündeki demokratik seçenek de budur.

Kürt Sorunu, Güncel Gelişmeler ve Ateşkes

Kürt sorunu çözüme kavuşturulmamış ulusal bir sorun olarak güncelliğini korumaya devam ediyor. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Türkiye’nin gündeminden düşmeyen bu sorun, egemenlerin sürdürdüğü inkarcı yaklaşımdan dolayı günümüzde daha da karmaşık hale gelmiş bulunuyor.

Kürtlerin ulusal varlığı kabul görmeden, bir halkın tam hak eşitliği sorunu olarak kabul edilmeden, gerçek çözüm yoluna girmesi mümkün olmayan Kürt sorunu, PKK’nin 1 Ekim’de açıkladığı ateşkes kararıyla birlikte, bir kez daha, Türkiye halklarından Türk egemen sınıflarına, bölge güçlerinden ABD ve AB’ye kadar bir çok çevrenin önemli gündemi haline gelmiş bulunuyor.

Bilindiği gibi, seksenli yılların ortalarında PKK’nin başlattığı silahlı direniş hareketi genişleyerek büyük bir boyut kazandı. ‘Terörist bir grubun eylemleri’ olarak gösterilmek istense de, gelişmeler hiç de öyle olmadığını, sorunun oldukça boyutlu olduğunu gösterdi. PKK’nin ve eylemlerinin ilgi bulmasının maddi temellerinin mevcut olduğu, Kürt halkınca ilgi ve destek gördüğü, geçen yıllar içinde daha çok açığa çıktı. Başta Kürt gençliği olmak üzere, kır ve şehrin yoksul halkı içinde destek bulan PKK, ilerleyen yıllarda bir ulusal direniş örgütü olarak önemli bir güç haline geldi. Kürt ulusal uyanışı ve ulusal hak talepli mücadele, önceki ulusal direnişler ve direnişi örgütleyen örgüt ve hareketlerle kıyaslanmayacak bir boyut kazandı.

Egemen güçler, giderek kitlesel bir düzey kazanan Kürt ulusal direnişi karşısında, geçmişte defalarca ortaya çıkan direnişleri bastırmak için kullandıkları yöntemleri kat be kat aşan bir hazırlıkla, savaşa giriştiler. İlerleyen yıllar içinde, TSK neredeyse tüm gücü ve olanaklarını ulusal direnişi bastırmak için seferber etti. Asker, polis, özel birlikler, korucular… her türlü yol ve yöntemin mubah sayıldığı bir seferberlik hali uygulandı ve bu yıllarca devam etti.

Cumhuriyet tarihi boyunca onlarca Kürt ulusal direniş ve isyanının yaşandığı ve bastırıldığı bilinmektedir. Geçmişte yaşanan başkaldırı hareketlerini bastırmak için uygulananlarla kıyaslanmayacak büyüklükte ve ‘incelikte’ yöntemler devreye sokulmasına rağmen, gelişen hareketle baş edilemedi. Birkaç bin silahlı direnişçiyle başlayan ve süren direniş, bölgenin kent ve kırında güç ve destek buldu. Giderek, ‘yardım ve yataklık’ arttı. Buna bağlı olarak baskı ve şiddetin kapsamı ve dozu da arttı. “Öyle yöntemler kullanacağız ki, ‘Ot bile bitmeyecek’” denerek başlatılan operasyonlar, kitlesel ölümlere, kıyım ve sürgünlere neden oluyor, ancak direnişi bitiremiyordu. Bölgede tüm savaş yöntemleri devreye sokuldu. Kimyasal gazlar kullanıldı. Ormanlar ateşe verildi, mezralar ve köyler boşaltıldı, yaygın bir tutuklama ve işkenceye girişildi, toplu katliamlar yaşandı, toplu mezarlar kazıldı. Dönemin Genelkurmay başkanı Doğan Güreş tarafından, ‘düşük yoğunluklu savaş’ olarak tarif edilen yıllar, eşine az rastlanır görüntülerin sahnelenmesine neden oldu. Egemenler yüz binlerle ifade edilen silahlı güçlerle bölgeyi kuşatmakla kalmadı, onlarca defa sınır ötesi operasyonlar gerçekleştirerek, şiddetin boyutunda sınır tanımadılar.

Ancak uyanış ve direnişin önü alınamadı, Kürt ulusal direnişi bastırılamadı. Cumhuriyetin ilk yıllarında başlayan yok sayma ve asimilasyona tabi tutma politikalarına karşı gelişen direnişleri ve daha sonraki yıllarda çeşitli bölgelerde, değişik örgütlerce başlatılan ulusal başkaldırı hareketlerini daha kolay bastırmış olan Türk egemen sınıfları, artık farklı bir durumla karşı karşıya kalmıştı. Daha modern ve daha güçlü bir ulusal kalkışmayla karşı karşıya kaldıkları açığa çıkmıştı. Tüm güçleriyle yüklendikleri bu seferki direnişi, her şeye rağmen süren ve büyüyen hareketi durduramadılar. Egemenlerin şiddeti arttıkça, köyler boşaltıldıkça direniş boyut kazandı, ‘serhildanlar’ başladı. Kürt halkı tarihinde yaşamadığı bir siyasal sürece girmiş oldu. Şehirler, kitlesel eylemlere, yasaklar hiçe sayılarak gerçekleşen protestolara sahne oldu. Çatışmalarla sınırlı olmayan, bölgenin her yanına yayılan bir ulusal halk hareketi boyutuna ulaşan direniş, dönem denem, PKK’nin tutumunu da aştı. PKK’nin bazı dönemlerde yaşadığı sarsıntıları bile halk hareketi çözerek ilerledi. Kürt halkı yaralarını sarmayı ve yoluna devam etmeyi bildi. PKK, giderek Irak, Suriye ve İran’da da destek ve güç buldu. Silahlı çatışmaları, silahlı güçlerin etkisini de aşan halk hareketi, giderek toplumsal dayanaklarını, araç ve kurumlarını da güçlendirdi. Kürt halkı il merkezlerinde, ilçe ve diğer yerleşim alanlarında ortak bir tutum geliştirerek, tepki ve eylemlerini ulusal tutum düzeyine çıkardı. Bölgede ortak bir ruh şekillendi. Ulusal dil, kültür, kimlik ve siyasal tutum giderek güç kazandı. Fiili olarak süren bir ulusal yaşam boy verdi, duygu ve eylem birliği ulusal bir tutku halini aldı.

PKK lideri Abdullah Öcalan’nın CIA ve MOSSAD’ın ortaklaşarak gerçekleştirdiği bir operasyonla MİT’e teslim edilmesi ve ömür boyu hapis cezasına çarptırılarak tek kişilik İmralı Cezaevi’ne konulmasından sonra başlatılan, ‘terör örgütü bitirildi, bölücüler artık iflah olmaz’ yönlü propaganda ve arkasından yıllarca süren ırkçı ve şoven kışkırtma ve provokasyonlar da ulusal özgürlük mücadelesini bitiremedi, direnişi yok edemedi.

 

İNKAR DÖNEMİ BİTTİ; KÜRT SORUNU, TAM HAK EŞİKLİĞİ SORUNUDUR

Bugün artık Kürt sorunu, bir ulusal sorun olarak gündemdedir. Çözümü de ancak bu gerçeğin resmen kabulüyle sağlanabilir. Türkiye’nin bölünüp parçalanmasından kaygı duyduklarını, halkların birlikte yaşamasından yana olduklarını söyleyenler, samimi iseler, yapılması gereken, Kürtlerin tam hak eşitliğinin anayasal güvence altına alınması için adım atılmasıdır. Hem Kürtler bakımından, hem de Türk ulusu bakımından artık bir yol ayrımında olduğumuz gerçektir. Ancak bu yol ayrımından, iki halkın yararına bir çözüme, barış ve kardeşliğin tesisine doğru yol alınabilir. Eğer sorun ‘terörist eylemler ve ‘PKK’nin silahlarını bırakmasıyla bitip çözülecek’ bir sorun olarak tartışılır olmaktan çıkarılırsa, bu gerçekleşebilir. Bu komik ve sahiplerini oldukça zorlayacak olan iddia, yerini, halkların barış ve demokrasi içinde yaşamı için yen çözüm yollarına bırakmalıdır.

Günümüzde, birçok gelişmeden dolayı yeni bir boyut kazanmış olan Kürt sorunu, hem Kürt halkı, hem PKK, hem Türk egemen güçleri, hem de uluslararası güçler bakımından eskisi gibi değil. Sorunu eskisi gibi değerlendirmenin koşulları kalmamıştır. Eski tutumu sürdürmek boşunadır. Eski tarzla çözme olanakları da artık tükenmiş bulunuyor. Türk egemen sınıfları, Kürt halkı üzerinde uygulayabilecekleri kadar baskı ve şiddet uygulamışlardır. Ancak Kürt halkı ulusal kölelik koşullarını ret etmiş ve talepleri için ayağa kalkmıştır. Türk egemen sınıfları, insanların zihninde ve duygularında yer etmiş olan bu genel kanaati görmeden hareket ederse, başını taştan taşa vuracaktır. Her politik çevre soruna böyle bakmak durumundadır. ABD, AB ve diğer emperyalist güçler soruna böyle bakmakta ve pozisyonlarını da buna göre ayarlamaktadırlar. Bu gelişmeyi görmek ve gerekli adımları atmaktan başka yol bulunmamaktadır.

Artık Kürt sorunu yoktur demek, Kürt halkının ulusal talepleri uğruna sürdürdüğü mücadeleyi, “bölücü terör örgütünün eylemleri”, “dış güçlerin kışkırtması” olarak lanse etmek ve savaşı bunun üzerinden sürdürmek, fikir olarak bile olanaksız hale gelmiştir. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Kürt halkına karşı uygulanan şiddet politikalarını artık, hangi adla, hangi partiyle, hangi askeri ve sivil gerekçeyle olursa olsun, meşru göstermek ve uygulamak kolay olmayacaktır. AKP bunu açıklayamamaktadır. DYP lideri Ağar, bunu açıklayamayacağını düşündüğünü ateşkes karşısındaki açıklamalarıyla ifade ediyor. Baykal esip gürlemesine rağmen bunu açıklayamayacaktır. Her vesileyle, ‘globalizm’e methiyeler dizenlerin, dünyanın gördüğü bu gerçeği gizlemeleri olanaklı değil. İçeride ve dışarıda, Kürt sorunu, artık başka boyutlarıyla algılanmakta ve ‘başka çözüm yolu tartışmasını gündeme getirmektedir. Egemen güçler için hiçbir şey artık eskisi kadar kolay olmayacaktır. Çok zorlanması, ırkçı ve şoven güçlerin seferberliğiyle devreye sokulacak provokasyonların yeniden ateşlenmesi halinde ise, gelişmelerin neye mal olacağı ve nasıl bir boyut kazanacağı tahmin edilemez. Ancak Kürt halkının güçlü bir direniş sergileyeceğine dair güçlü verilerin olduğunu görmek ve anlamak gerekiyor. Ateşkesin yanıt bulmaması halinde, bölgede barış ve demokrasi içerikli miting ve gösterilerle yüz binlerin harekete geçeceğini, Türk işçi ve emekçilerinin de barış ve kardeşlik elini uzatacağından kuşku duyulmasın.

Türkiye egemen sınıflarının işi daha zor, ancak bu gelişmeler, Türk ve Kürt halkları için iyi bir duruma işaret etmektedir. Emek ve demokrasi güçlerinin barış ve demokrasi yüklü bir programla ortaya çıkmalarının olanakları bugün her zamankinden daha fazladır. Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorunun demokratik ve halkçı çözümünün dayanaklarının daha da genişlediğini gösteren bu gelişmeler, barış, demokrasi ve halkların kardeşliği mücadelesinde büyük olanaklar yaratmaktadır. Egemen güçler arasında ortaya çıkan anlayış farklılıklarının çatlamalara, giderek çelişki ve çatışmalara dönüşmesi de ancak emek ve demokrasi güçlerinin göstereceği iradeyle mümkün olacaktır.

Türkiye egemen sınıflarının 83 yıldan beri sürdürdüğü yok sayma, ulusal varlığını, dilini, kültürünü ve siyasal haklarını inkar etme ve şiddetle bastırma tutumu, Kürt halkı tarafından boşa çıkarılmıştır. Her defasında acılar, kayıplar ve sürgünler yaşamasına rağmen, Kürt halkının direnişçi tutumu yok edilememiş, özgürlük tutkusu bastırılamamıştır. Gelinen yerde devletin uyguladığı ulusal inkar politikası iflas etmiştir. Halkın mücadelesi ve kararlı direnişi süren ulusal inkarı açığa düşürmüş, Kürt halkına büyük acılar yaşatan, türlü yollar denenerek sürdürülen zora dayalı ulusal eritme politikasının sonu gelmiştir. Bu gerçek görülmeli ve bu inkarcı tutumdan vazgeçilmelidir. Aksi tutum gerçeklere göz yummak, ulusal ve uluslararası gelişmelere rağmen savaşa girmekten başka bir anlam ifade etmemektedir.

 

ATEŞKES KARARININ YANIT BULMASI VE KALICI ÇÖZÜME DÖNÜŞMESİ İÇİN MÜCADELE

Ateşkes kararı Türkiye halkları üzerinde olumlu bir etki bırakmış, beklentilere neden olmuştur. Ancak “bugüne kadar 19 isyanı ezdik, 20. sini de ezeriz” açıklamalarıyla tutum sergileyenler, Kürt sorununu kritik bir yere taşımak istemektedirler. Şemdinli ve Diyarbakır’da olduğu gibi halkın üzerine giden ve provokasyonlar yaratıp halkı hazırlıksız yakalayarak büyük bir kapışmaya girmek isteyenlerin, bu oyunları diledikleri gibi oynayamayacakları da görüldü. Generallerin yaptıkları açıklamalar ve gösterdikleri tutum, bölgede sürekli olarak arttırılan gerilim, tankların sınır bölgesine seferber edilmesi ve ‘sınır ötesi’ operasyonların yeniden ve yeniden gündeme getirilip tartışılması, bu amacı açığa çıkarmaktadır.

Ancak, artık bir avuç iflah olmaz ırkçı ve inkarcı hariç, kimse, şiddet, çatışma ve ölüm istememektedir. Öte yandan Kürt sorununu şiddetle bastırmayı ‘vatan savunması’ olarak göstermek de eskisi kadar kolay olmayacaktır. Türkiye halklarının esas gövdesi Kürt sorunundan dolayı çatışma istememektedir ve Kürt ve Türk gençlerinin cenazelerini karşılamaktan bıkmıştır. Türkiye’yi ve Türkiye halklarını uçuruma sürükleme pahasına savaşı ve şiddeti sürdürmek isteyen güçler dışında, hemen her çevre içinde yeni arayışlar, yeni çözüm yolları üzerine konuşma, Kürt sorununu başka boyutlarıyla tartışma ve ateşkesin bir olanak olarak değerlendirilmesi eğilimi gelişmektedir. Henüz eylemlerle ifade edilmese de toplumsal ruh hali buna denk düşmektedir.

1 Ekim’de açıklanan ateşkes kararıyla birlikte barışçı çözüm daha da anlaşılır olmuştur. KKK; Türk ve Kürt halkının, aydınların, işçi ve emekçilerin, demokratikleşme mücadelesinde yer alan siyasi partilerin, insan hak ve özgürlüklerinden yana dernek ve kuruluşların ve son olarak PKK lideri Öcalan’ın çağrısıyla ateşkes kararı aldığını açıklayınca, tüm Türkiye halkları bu açıklamayı olumlu karşıladı.

Ateşkes ilan edilmesi, çatışmalara son verilmesi, operasyonların durması, ayrımsız bir genel affın çıkarılması, koruculuk sisteminin kaldırılması, anadilde eğitim hakkının tanınması, Kürt halkının acil ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal taleplerinin karşılanması, Kürt halkına karşı suç işleyenlerin soruşturulup cezalandırılması, demokratik hak ve özgürlüklerin, basın, örgütlenme, düşünce ve ifade özgürlüğü önündeki tüm engellerin kaldırılması, siyasi partiler ve seçim kanununun değiştirilmesi vb. yasal ve anayasal düzenlemelerin yapılması halk güçlerinin dile getirdiği taleplerdi.

Bu talepler bugün en acil taleplerdir ve Kürt sorununda çözüme yönelik bir adım atılacaksa, bu alanda yapılan girişimlerle olacaktır. TSK karşısında ezilmekte olan AKP hükümeti, emperyalist tekellerin iş bitiricisi olarak engelleri kaldırmaktan zaman bulup henüz bu konuda bir tutum sergileyebilmiş değil. Henüz bu yönlü bir girişim olmasa da, ateşkes kararıyla birlikte, ırkçı ve şoven çevrelerin ‘ezberi’nin bozulmuş olduğunu gösteren belirtiler var. İlk günler bazı nakaratlar tekrarlansa da, üslup ve tarzda kısmi ‘değişim’ler dikkat çekiyor. KKK’dan yapılan açıklamalara göre, operasyonlarda çok az da olsa bir düşüş var. TSK’nin toplumsal arzu karşısında baskılandığını gösteren bu göstergeler, bize, daha güçlü barış eylemlerinin gereğini gösteriyor.

Giderek, egemen güçler arasında yaklaşım farkları açığa çıkmakta; devletin klasik tutumunu sürdürmekte direnen güçlerle, diğer kesimler arasında ortaya çıkmakta olan ‘tarz’ değişikliği eğilimi onları karşı karşıya getirmektedir. Bu sözünü ettiğimiz, Kürtlerin varlığının tanınması gibi bir gelişme değil, ama, çatışmaların bitmesini isteyen toplumsal isteğin karşılanması kaygılı bir tutum. Türk milliyetçilerinin bir bölümü ABD’nin Kürt sorunu üzerindeki hesaplarının sıcaklığını hissettikçe, AB’nin soruna müdahale ederek pozisyonunu güçlendirme hesaplarını anladıkça ikileme düşmekte, manevra yapmak ve yeni ‘çözüm’ yolları üzerine kafa yormak zorunda kalmaktadırlar.

Avni Özgürel gibi Türk milliyetçiliği tescilli bir yazarın Ağustos ayında başlattığı tartışma, sorunun yeni boyutunun işaretlerinden sadece birisidir. Ülkücü harekette yer almış, MHP çizgisinde olduğu bilinen, Türk milliyetçisi gazeteci Avni Özgürel’in, Türkiye’nin Kürt sorunu konusunda Abdullah Öcalan’ı muhatap almasını ve görüşmesini isteyecek kadar ‘ileri’ gitmesi (!) ve ‘Topluma huzur getirecek, silahlı kuvvetleri de rencide etmeyecek, bir çözüm ve proje üretmek gerekir.’ Demesi, bu kamp içindeki tartışmayı su yüzüne çıkarmış oldu. Avni Özgürel, Radikal gazetesinde arka arkaya yazdığı yazılardan ve birçok gazetede gerçekleştirilen röportajlarından dolayı, ülkücülerden, MHP ve diğer çevrelerden bilindik tepkiler de almadı. Başka birçok burjuva milliyetçisinde, yazar ve akademisyeninde de bu yönlü bir ‘kabul’ ve sorunun tartışılması gerektiğini ileri süren yaklaşımlar görmek mümkün olmaktadır.

Kuşkusuz bu gelişmelerin ulusal, bölgesel ve uluslararası boyutları var. Emperyalist boyunduruk altındaki Türkiye’nin altına imza attığı uluslararası sözleşmelerle birlikte, AB müzakereleri, dünyada ve bölgedeki gelişmeler, Kürdistan Bölge Hükümeti’nin kurulması ve buradaki gelişmeler, Kürt halkının süregelen ulusal hak mücadelesi, Türkiye halklarının demokrasi mücadelesi ve daha birçok faktör, Kürt sorununu artık başka bir düzeye taşımış bulunuyor. Ancak egemen güçler, açık bir tutum, Kürt sorununda demokratik içerikli ya da en azından şiddete dayanmayan bir yol haritası belirlemiş değiller. Oysa, dünyada eşi ve benzeri bulunmayan 20-25 milyonluk bir halkın varlığını ilelebet yok saymak, inkar ve şiddetle bastırmak mümkün olmayacağına göre, gelinen yerde, ortaya çıkan durumu görmek ve gerçekleri kabul ederek gerekli adımları atmaktan başka bir yol kalmamaktadır.

Artık, Kürt sorunu kapsamında uygulanan şiddet politikalarını, ‘Türkiye’nin iç sorunu,bölücü terör örgütüne karşı devletin aldığı tedbirler’ diyerek geçiştirmek eskisi kadar kolay ve olanaklı değil. Kürt sorunu, hem bölgesel, hem de uluslararası bir boyut kazanmış bulunuyor. ABD, Irak işgaliyle birlikte ‘komşu’ olmuştur ve buna Türkiye egemen sınıflarının bir itirazı bulunmamaktadır. Gelinen yerde görülmektedir ki, sorun ‘terörizm’ ve ‘bölücülük’ sorunu ve onun bastırılması sorunu değil, 20 milyon dolayında bir nüfusa sahip olmasına rağmen yok sayılan, ulusal varlığı kabul görmeyen bir halkın mücadelesi ve onun tam hak eşitliğine dayalı statüsünün kabulüdür.

Yıllardan beri yalana dayalı propaganda, ırkçı ve şoven açıklamalarla gerçeklerin bir bölümünün üzerini kapatmak mümkün oluyordu. Ancak bugün bu o kadar kolay değil. Türk ve Kürt halkı olup biteni bugün daha iyi görmekte ve değerlendirebilmektedir. Elindeki tüm olanakları en kötü çözüm için kullanıp tüketen devlet için -eğer sınıfın partisi gerekli müdahaleyi gerçekleştirebilir ve halk güçlerini birleştirerek seferber edebilirse- ‘deniz bitmiştir’ demek abartı olmaz. Artık halkın isteğine uygun, demokratik çözüm kendisini dayatmış bulunmaktadır.

 

ASKER AİLELERİ VE TÜRK HALKI GİDİŞTEN RAHATSIZ, KÜRT SORUNU YENİ BİR BOYUT KAZANDI

2006 yılının yaz aylarında çatışmalarda hayatını kaybeden subay ve asker ailelerinin gösterdiği tepki, bunu kanıtlayan göstergelerden sadece birisidir. Ancak önemli bir göstergedir. PKK ile çatışmada hayatını kaybeden subay ve asker anne, baba, eş ve kardeşleri, devletin Kürt sorununa çözüm bulması gerektiğini dile getirerek haykırıyorlar. Bu tutum ciddi bir kırılma yarattı, generalleri sarstı. ‘Şehit aileleri’ olarak dernekler kuran ve asker cenazelerini suiistimal edenlerin bunu hangi amaçlar için yaptıkları, bizzat başka asker aileleri tarafından deşifre edilmektedir. Aileler, cenazelerinde ırkçı ve şoven partilerin bayrak taşımalarına ve slogan atmalarına artık karşı çıkmaktadırlar. ‘Yeter, artık kan akmasın, akan kanı durdurun, çocuklarımız ölmesin diye haykıran analar çoğalmaktadır. Bunu gören generallerin tedbir almak adına, ırkçı ve şoven gazetecileri seferber ettikleri, gazetelerin manşetlerine bu yönlü açıklamalar koydurdukları da açığa çıktı. Her asker cenazesine mutlaka bir general katılarak ve AKP’ye yüklenerek, başbakan Erdoğan’ın ‘askerlik yan gelip yatma yeri değildir’ açıklaması üzerinden politika yaparak, fazla mesafe almanın mümkün olmadığı da görülmektedir. Ancak, bu artık önü alınamaz bir tutum olarak tarihe geçti. Çatışmalarda ölenlerin sadece halk çocukları olduğunu belirten asker aileleri ‘vatan sağ olsun diyemeyeceğiz’ diyerek, Kürt sorununu şiddetle çözmekte ısrar edenlerin bu tutumlarını daha fazla sürdüremeyeceklerini ilan etmiş oldular.

Kürt silahlı direniş hareketinin aldığı boyut ve yarattığı etkinin uluslararası platformlarda tartışılıyor olduğu da bir gerçek. Newroz kutlamalarında milyonlarca halk sokağa çıkarak, hem ulusal bayramlarını kutlamakta, hem de ulusal hak taleplerini dile getirmektedir. Devletin bölgede gerçekleştirdiği provokasyonlar karşısında gelişen ulusal refleksin boyutları küçümsenemeyecek düzeyde. Şemdinli’de ortaya çıkarılan devlet provokasyonu sonrasındaki gelişmeler karşısında gösterilen tepki ve yüz bine yakın kitlenin dile getirdiği talepleri yok saymak mümkün değil. Yine Diyarbakır’da biri 2006 başında, diğeri Eylül ayında olmak üzere gerçekleştirilen –çoğunluğu çocuk olmak üzere– 25 insanın öldürülmesinde devlet ve halk karşı karşıya gelmiştir. Kürt halkı talepleri konusunda kararlı olduğunu, taleplerini kazanıncaya kadar mücadele edeceğini, şiddet karşısında yılmayacağını gösterdi.

Kürt halkı, her türlü baskıya ve entrikaya rağmen, bölgede bir dizi yerel yönetimi kazanmıştır ve aralıksız olarak süren baskı ve provokasyonlara rağmen yerel yönetimleri sahiplenmektedir. Büyükşehir, şehirler, ilçe ve beldelerde 56 yerel yönetimde iradesini ortaya koyan Kürt halkı, yerel yönetimlerin yetkilerinin artmasını, bölge kaynaklarının bölge halkının ihtiyaçları gözetilerek değerlendirilmesini istemektedir.

Kürt sorunu artık başka bir aşamaya evirilmiştir ve başka ‘çözüm’ yollarını zorunlu kılmaktadır. Zira, ateşkes kararıyla birlikte, yeni bir aşama, dolayısıyla bir adım ötesi de tartışılmaktadır. Ateşkese devletçe bir yanıt verilmemiş olsa da, ciddi bir tartışma yarattığı görülüyor. Ancak tartışmalarla, mevcut durum arasındaki çelişkinin giderilmesi için TSK’nın kışlaya çekilmesi, hükümet ve TBMM ile halkın temsilcilerinin, demokratik kurumların öne çıkması bir zorunluluktur. Hükümetin başka nedenlerden da kaynaklı zorlukları olmakla birlikte, süreci kolladığı görülüyor. Başbakan’ın, Diyarbakır’da yaptığı ‘Kürt sorunu vardır ve çözüm daha fazla demokratikleşmeyle olur’ açıklamasına uygun adım atması gerekli ve zorunludur. Değilse, hükümet kendisini de tüketecektir. Çözüm yolu için atılması gereken ilk adım, savaş ve şiddetin son bulmasını kabul etmekten geçiyor. Türk egemen sınıfları ya süregelen bu ırkçı ve inkarcı politikalardan vazgeçerek gelişmesinin önünü açacak ya da kendi geleceğini de bilinmez bir sürece sürükleyerek, yeni gelişmelere mahkum olacaktır.

 

EGEMEN GÜÇLER ARASINDA BAŞLAYAN TARTIŞMA, ÇELİŞKİ VE ÇATIŞMAYI GETİRİR Mİ?

Son günlerde, DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar ile Genelkurmay Başkanı Org. Büyükanıt ve onun çevresinde şekillenen CHP ve Kızılelma koalisyonu arasında süren tartışma, bu gelişmelerin bir yansımasıdır. Eski Emniyet Genel Müdürü olan, konseptin has adamlarından, generallerle gönül birliği etmiş, özel harekat timleri koordinatörlüğünden kontra güçlerin organizatörlüğüne kadar rol üstlenmiş olan, ‘bin operasyon’ yapmakla övünen, Susurluk olayı ile hafızalarda yer eden, ‘faili meçhul’ cinayetlerin arttığı dönemde yaşanan acılarla anılan, Kürt sorununda yaşanan trajedinin aktörlerinden Ağar’ın bile, soruna müdahalede ‘tarz yenilenmesi’ istemesi ve ‘değişiklikler’ önermesi bunu göstermektedir. Ayrıca, Ağar’ı devletten bağımsız düşünmek anlamlı değildir. Ağar’ın tutumunu ve elbette Baykal’ın tutumu da, sadece seçim hesabıyla izah edilemez. Bu gelişmeler, Avni Özgürel ve ‘Türk milliyetçisi olmakla övünen’ diğerlerinin Kürt sorunu karşısında sıkışmışlıklarını ve arayışlarını göstermektedir. Önümüzdeki günler, Kürt sorunu üzerinden her politik hareketin manevra yaptığı günler olacaktır. ABD, AB, Türkiye egemen sınıfları ve onların içinden kesimlerin kendi çıkarları doğrultusunda yapmaya başladıkları gibi, kuşkusuz PKK ve elbette işçi ve emekçiler ve onların partisi bu süreci halklar lehine kullanmak üzere değerlendirmek durumundadır.

Burjuvazinin değişik kesimleri, yine Kürt burjuvazisi ile çeşitli hesaplar içinde olan kesimlerin PKK’nin defterini de dürmek hesabında olduklarını tahmin etmek zor değil. “PKK’nin tamamen silah bırakması halinde, ‘sorunu çözeriz’” diyenler de az değil. Bu yönlü bir ‘uyanıklık’ içinde olanların oldukça gülünç bir durumda olduklarını belirtmek gerekir.

 

PKK ATEŞKES İLAN ETTİ, ABD VE AB MANEVRA YAPIYOR, PEKİ TÜRKİYE NE YAPIYOR

ABD’nin, ‘PKK Koordinatörü’ atayarak, sorun üzerinde büyük inisiyatif kazandığı bir gerçek. ABD’nin atadığı emekli Orgeneral Ralston’ın giderek işine ısındığı ve otoriteyi ele geçirdiği görülüyor. Hem Türkiye’nin atadığı emekli Orgeneral Başer, hem de kukla Irak hükümeti tarafından atanan Arap general Hassun, Ralston’ın yörüngesinde dolaşıp durmaktadırlar. Dahası Başer’in ne yapacağını bilmeyen ‘şaşkın’ bir vaziyet sergilediği, hatta ‘işi bırakmak için bahane aradığı’ bile söylenebilir.

ABD ve AB, PKK’nin ateşkes kararından sonra daha da ‘rahatlamış’ olarak, her biri, kendi tarzınca hamleler yapmayı sürdürmektedirler. ABD’nin ‘terörist örgüt’ olarak değerlendirdiği PKK’nin ateşkes kararından sonra, memnuniyetini açıkladığı, ancak PKK’den silahları tümüyle bırakmasını istediği basına yansımaktadır. Ancak ABD, bunun hemen ve öyle kolay gerçekleşir bir şey olmayacağını da bilerek ve daha kapsamlı düşünerek ilerliyor. ABD emperyalizmi, Kürtleri bir biçimde temsil edecek ve Türkiye’yle PKK’nin karşı çıkmayacağı bir muhatap arayışını sürdürüyor. Kürdistan Bölge Hükümeti ile koordineli hareket eden ABD’nin, PKK ile ilişkisiz bir muhatap yerine, tarafları razı edecek bir formül üzerinde durduğu da görülüyor. ABD, Türkiye’yi ‘idare’ ederken, elini daha da güçlendirerek ilerlemek istiyor.

İsrail’in Lübnan saldırısıyla uğradığı hezimet, ABD’nin Irak’ta giderek zorlaşan durumu onu telaşlandırmaktadır. Irak’ta durumu kurtarmak, İran ve Suriye’ye yönelik hesaplarda Kürtlerin ulusal hak taleplerini değerlendirmek isteyen ABD, Türkiye egemen sınıflarının ırkçı ve şoven tutumundan dolayı yakaladığı avantajı rahat rahat kullanmak istemektedir.

ABD, TSK’nın ‘sınır ötesi operasyon’, ‘Kandil Dağı’na saldırı’ ve diğer bir dizi askeri girişimine yeşil ışık yakmadı. Boğazına kadar borca batmış olan, ekonomik ve siyasi olarak emperyalizmin boyunduruğuna girmiş Türkiye egemen sınıfının iç politik malzeme olmaktan öteye gitmeyen çıkışları ve demeçleri de şimdilik dinmiş durumda.

Ancak PKK’nin ateşkes kararına rağmen, TSK’nın bölgedeki operasyonları sürüyor. ‘Tek terörist kalıncaya kadar mücadele edeceğiz’ diyen generallerin başında bulunduğu TSK’nın işi daha da zor. ABD güdümündeki, GOP Koordinatörü olmakla övünen ve PKK’nin ateşkes kararından sonra ‘TSK’nın durup dururken operasyon yapmayacağını’ söyleyen başbakan Erdoğan’ın ve ‘dağda silahlı dolaşacaklarına, ovada siyaset yapsınlar’ diyen DYP lideri Ağar’ın ve ‘Kürt sorunu barışçı ve demokratik yolla çözülsün’ diyenlerin arttığı bir süreçte TSK’nın nasıl hareket edeceğini de önümüzdeki günlerde göreceğiz.

AB’nin ise, Avrupa Parlamentosu ve diğer kurumlar üzerinden hareket ederek soruna müdahalesi sürüyor. AB, PKK’nin ateşkes kararıyla birlikte, PKK’yi suçlayan eski üslubunda değişikliğe giderek, Türkiye’nin ateşkes kararını değerlendirerek, Kürt sorununda yeni adımlar atmasını istemektedir; AP’de gerçekleştirilen Kürt Konferansı’nda dile getirilenler ve ele alınan konular, AB’nin de ‘Kürt sorununda muhatap bulma’ arayışına girdiğini ve Türkiye’yi bu konuda sıkıştıracağını göstermektedir. AB’nin, Eylül ayı sonunda Türkiye-AB üyelik müzakereleri kapsamında gündeme getirdiği ‘Kürtlerin statüsü ve hakları’ kapsamındaki açıklama, sorunun boyutunu daha da genişletmiş bulunuyor.

ABD’nin Kürt sorununda Türk egemen sınıflarının klasik tutumu yerine, kendi çıkarlarına denk düşen, PKK’ye yönelik suçlama ve yaklaşımlarıyla birlikte, Kürt sorunun bir halkın ulusal hak talepleri sorunu olduğunu görmezden gelemeyerek, bunu ‘değerlendirmek’ istemesi, AB’nin, PKK’yi ‘terörist örgütler’ listesine almış olmakla birlikte, Kürt sorununu, terör sorunu olarak değerlendirmediği, bir halkın dil, kimlik, kültür, ve siyasal haklar sorunu olduğunu atlayamayacağı ve çıkarlarına uygun bir müdahale içinde olduğu görülmektedir. Tüm bunlar, Türkiye egemen sınıflarının inkar politikalarını boşa çıkaran ve ateşkes kararını kullanmak istediklerini gösteren gelişmelerdir.

 

ATEŞKES KARARI TÜRKİYE HALKLARI İÇİN BİR FIRSATTIR

PKK’nin tek taraflı olarak ilan ettiği ateşkes kararının genel olarak olumlu karşılandığından söz ettik. Ancak henüz olması gereken ölçüde ilgi ve destek bulmadığı da açık. İlgi ve destek bulmaması, giderek rutinleşmesi ve TSK’nın operasyonlarını sürdürmesi halinde, eski günlere dönmemek ve egemen güçlerin ırkçı ve şoven kampanyayı ele almamaları için bir neden bulunmuyor. Bunu değiştirmek için sınıfın partisinin her alanda güçlü bir çalışma içine girmesi, daha etkin ve kitlesel bir halk tepkisi yaratması görevi önümüzde duruyor.

Ateşkese, ne yazık ki, halkının vicdanı olması beklenen, hak ve özgürlüklerin kayıtsız koşulsuz savunucusu olması gereken, egemen güçlerin şiddet politikaları karşısında eğip bükmeden tutum alması gereken Türk aydınları tarafından henüz yeterli ilgi ve destek sunulmuş değil. Çeşitli dönemlerde, barışa ilişkin girişimlerde bulunmuş ve açıklamalar yapmış olan Türk aydınlarının önemli bir bölümü suskunluğunu sürdürmektedir. PKK tarafından somut bir karar olan ateşkes açıklanmış olmasına rağmen, çeşitli zamanlarda açıklama yapan ve görüşmelerde bulunan aydınların suskun kalması düşündürücüdür.

Ayrıca, Kürt sorunu karşısında eğilip bükülmeden, her koşulda sınıfın partisinin ortaya koyduğu tutuma denk bir tutum ve pratik içinde olan aydınların daha ileri çıkmadıkları koşulları yaşıyoruz. Başta Türk aydınları olmak üzere, Türkiye halklarının aydın, yazar, sanatçı, sendikacı, akademisyen ve bilim insanlarının süren bu savaşa karşı tutum almaları için koşullar yaratmak gerekiyor. Sınıfın partisi hızla hareket etmek durumundadır. Tüm Türkiye halklarının beklentisi bu yöndedir. Partinin etkin, sürekli ve kapsayıcı bir çalışma içine girmesi, gidişatı değiştirecek, halkların barış, demokrasi ve kardeşlik mücadelesini daha da yükseltecek, devleti zorlayacaktır.

Kitlesel eylemlerin, mahalle, semt, fabrika, işyeri etkinlikleri üzerinden yükselmesi, panel, sempozyum, açıklama ve aydınlatma çalışmalarının giderek sokak hareketini güçlendirmesi ve yığınsal, barış ve demokratikleşme mitinglerinin gerçekleştirilmesi önümüzdeki dönemin rengini ve havasını da değiştirecektir.

PKK, demokratik çözüm için her türlü görüşmeye ve girişime açık olduğunu açıklamış olmasına karşın, Türk egemen sınıfları savaştan ve çatışmadan geri durmayacaklarını açıklıyor. Bunun karşısına açık kitle hareketi çıkarılmadan ilerlemek olanaklı değil. Yıllardır süren çatışmaların son bulması, şiddeti bir çözüm yolu olmaktan çıkararak demokratik gelişme üzerine kafa yormak için, ateşkesi bir olanak olarak değerlendirmek yerine, devletin operasyonları ve çatışmaları sürdürmesini engellemek, ancak güçlü halk eylemleriyle mümkündür. TSK, Cumhurbaşkanı, CHP koalisyon gibi çalışmakta ve halk üzerinde ‘vatanı savunanlar’ olarak etki yaratmak istemektedirler. Bu yaklaşımın ülkeyi tehlikeye yaklaştırdığı, inkarın halkları karşı karşıya getirdiği, TSK’nın operasyonlarının önü alınamaz bir süreci zorladığının anlaşılmasında sınıfın partisi önemli bir görevle karşı karşıyadır.

Egemen sınıf cephesinde yükselen, “ateşkes yetmez, silah bırakıp teslim olsunlar” hamlesine, Türk aydınlarının yedeklenmek istendiğini de görmek gerekiyor. Daha önce Başbakan ile görüşen heyetin sözcüsü olan Gencay Gürsoy, bu yönlü görüşlerini birçok platformda dile getirmektedir. Kürt sorununun sorumlusu olarak Kürtleri ve PKK’yi göstermek, ne aydın ne de demokrat olmaya sığar. 80 yıllık inkarı, uygulanan ırkçı ve şoven politikaları ve süregelen şiddeti görmezden gelen ‘aydınlar’, Kürt silahlı direnişini savaşın ve çatışmanın sorumlusu olarak gösterme tutumları karşısında, devletin inkarcı yüzünü açığa çıkarmak ve Kürt halkının ulusal taleplerini savunmak, gerçek aydınların görevi olarak duruyor.

Özünde bir demokrasi ve özgürlükler sorunu olan Kürt sorunu gibi bir sorun karşısında “bölünme kaygısı”yla hareket edilerek hak ve özgürlükler savunulamaz; aslolan, hak ve özgürlüklerin savunulmasıdır. Bu, aydın olmanın mihenk taşıdır. Kürt sorunu, bir halkın kendi kaderini tayin etme hakkı sorunundan koparılmadan, ancak güncel gelişmelerle bağı kurularak ele alınmalıdır. Halkların eşit haklara dayalı demokratik yaşamına bu yolla varılabilir.

Kürt Sorunu, Sınır Ötesi Operasyon, Tampon Bölge ve Seçimler

Kürt sorunu egemen güçler nezdinde, terör ve bölücülük sorunu olarak tarif edilmeye ve buna uygun karşı duruş sergilenmeye devam ediyor. Ancak hayat ve gelişmeler de inkar ve şiddeti tek yol olarak görenleri mahkum etmeye devam ediyor. Kürt ulusal sorunu, halkın mücadelesi ile çözümlenecek bir sorun olarak yol kat ediyor.

Kürt halkının kararlı ve kitlesel mücadelesi, hayatın akışı ve gelişmeler bu yöndedir. Halkın dilinden, kültüründen, siyasal haklarından yoksun olmayı kabul etmeyerek sürdürdükleri mücadele inkar ve şiddeti mahkum ederek büyüyor. Sorunu çözmek yerine kör düğüm haline getirme çabası içinde olanlar, halkın gücü karşısında zayıflıyor, güç kaybediyorlar. Türk halkının bilincinde mayalanan gelişme de bu yöndedir. Kürt sorunu, giderek dünya kamuoyu, bölgedeki halklar ve Türkiye halkları bakımından bir halkın kendi geleceği üzerinde söz ve karar sahibi olma sorunu, bir demokrasi ve özgürlükler sorunu olarak daha fazla kabul görüyor. Genelkurmay tarafından yürütülen psikolojik ve askeri savaşa rağmen gelişme halk lehine çözüm yönündedir.

2007 yılı tüm baskı ve şiddete rağmen Kürt sorunun demokratik yolla çözümü konusunda daha fazla birikim yaptığı bir yıl oldu. İçinden geçtiğimiz günler, seçim süreci ve her türlü entrikaya rağmen seçimlerden sonra ortaya çıkacak olan halk iradesi, yerel yönetimlerdeki temsiliyetten sonra, TBMM’de de Kürt halkı için yeni bir safhaya erişim olarak gerçekleşecektir.

2007 yılı başında Ankara’da gerçekleşen bir konferansla siyasal bir sorun olarak gündemleşen Kürt sorunu, egemen güç odaklarını ve Özel Harp Daires’ni telaşa boğdu. Kürt sorununu Türkiye’nin demokrasi sorunu değil de, bölücülük ve terörizm sorunu olarak gösteren güç odakları Genelkurmay başkanlığının yönetiminde adeta taarruza geçtiler. Ankara’da 13-14 Ocak’ta gerçekleştirilen Türkiye Barışını Arıyor Konferansı’nda hukuki, siyasi, kültürel ve ekonomik boyutları ile bir barış programının ortaya konması, bu konferansın hemen her düşünceden çevreler tarafından ilgi bulması, geçmişin MİT müsteşar yardımcılarından, darbeci generallere varan bir çevreden yükselen “sorunu diyalog yolu ile çözmek gerek” “kan ve şiddetle bir yere varılamıyor” yönlü açıklamalar, ırkçı ve şoven ortamdan beslenen güçleri telaşlandırarak harekete, geçirmeye yetti.

Org. Yaşar Büyükanıt’ın Genelkurmay Başkanı olarak görevi devralmasından sonra işleyen süreç 2007 yılında dozu artmış bir savaş ve şiddet durumu olarak devam ediyor. Cumhurbaşkanlığı krizi, 27 Nisan Muhtırası, Cumhuriyet Mitingleri, emekli astsubay ve üst rütbeli subayların ev ve himayesindeki yerlerde ortaya çıkan cephanelikler ve diğer gelişmelerin hemen tümü, Kürt sorunu ile bağlantılı sorunlar olarak gündeme oturdu. Türkiye Barışını Arıyor Konferansı’nın gerçekleşmesinden sonraki sürece bakıldığında görülecektir ki, Türkiye birkaç aylık süre boyunca, başka bir ülkede eşine rastlanamayacak derecede ilginç olaylara sahne oldu.

Yılın ilk altı aylık diliminde yaşananlar Türkiye’nin hem iç koşullar, hem bölge hem de ABD ve AB ile ilişkiler bakımından durumun vahametini ortaya koymaktadır. Hrant Dink’in öldürülmesi ve bu kaynağı belli cinayet karşısında milyonların gösterdiği tepki, ayağa kalkan ve yüz binlerle ifade edilen gösterilerin ve cenaze töreninin gerçekleşmiş olması, yine yüz binlerce insanın bir ağızdan, Ermeni bir aydın olan Dink’in hedef gösterilmesi ve katledilmesinden dolayı “Hepimiz Ermeniyiz”, “Hepimiz Hrant’ız” tepkileri, başta Genelkurmay olmak üzere tüm militarist ve şoven güçlerin tahammül sınırlarını zorladı. Bu tarihten sonraki gelişmeler adeta bir merkezden koordine edilen ve bir biri ile bağlantılı gelişmeler olarak cereyan etti.

Sadece sınır ötesine operasyon, Kandil Dağ’na saldırı değil, Tampon Bölge, Irak Kürdistan’ına saldırı, Kerkük’te gündemde olan referanduma ilişkin hesaplar, El Maliki Hükümeti’ne yönelik komplo, Cumhurbaşkanı seçimi ve krizi, genel seçimin öne alınması, Şeriat tehlikesi üzerinden yaratılan fırtına, PKK’li yöneticilerinden bir bölümüne düzenlenmek istenen suikast değil, bir dizi başkaca gelişme de Kürt sorununda şovenizmin ve saldırıların artığı gelişmeler olarak yaşandı. İstanbul Ümraniye’de bir evde ortaya çıkan küçük çaplı cephane ile ilişkisi tespit edilen Kuvvayi Milliye Derneği İstanbul İl Başkanı emekli Astsubay Oktay Yıldırım ve ardından Hrant Dink cinayeti ile bir kez daha gündeme gelen M. Tekin’in ve ardından Ankara’da bir cephaneliğin açığa çıkması, Türkiye’nin dört bir yanında adına STK denilen kontra örgütlenmelerin sürece müdahale etmesi ve JİTEM’e dayanan ilişki ağının açığa çıkması, östü örtülemez hale gelince gerçekleşen tutuklamalar vb gelişmeler Kürt sorunu ile direkt ilişkili gelişmeler olarak anlam buldu.

Susurluk, Şemdinli, Ümraniye, Ankara bağlantıları ile gelip JİTEM kurucularından Veli Küçük’e ve giderek Özel Harp Dairesi’ne ve en üst düzey askeri yetkililere dayanan ağ, bu dönem hepten deşifre olmuş oldu. Kürt sorunu karşısındaki şovenizmin dayanak edilirek tüm pisliklerin üzerini örtme gayesi de artık gelip bir yere dayanmış bulunuyor. İrtica kaynağı olarak gösterilen AKP hükümetine karşı gelişen tepkiler, aynı zamanda AKP’nin açığa çıkmış bazı olayların üzerine gitmesini de bir zorunluluk haline getirmiş oldu. Ancak emek ve demokrasi güçlerinin mücadelesi ve kararlı tutum geliştirmemeleri halinde, Kürt sorunu üzerinden yaratılacak şoven ve ırkçı yeni bir dalga ile ortaya çıkan bu ‘derin’ ilişkilerin unutturulmaya bırakılacağı da beklenmedik bir gelişme olmayacaktır.

Sınır ötesi operasyon ve Tampon Bölge hazırlıkları

Türkiye aylardın sınır ötesi operasyon hazırlıkları ve tartışmaları ile çalkalanmaktadır. TSK ile AKP hükümeti arasında süren gerilim, “siyasi irade yetki versin, gereğini yapalım”, ya da “yetki istendi de vermedik mi” açıklamaları ile devam etti. “Terörle mücadele koordinatörü” emekli general Edip Başer’in görevden alınması ile doruğa çıkan tartışma sürerken, bir yandan da, Bölge’ye yönelik asker, silah ve teçhizat sevkıyatı devam etmekteydi. Hazırlıkların sürdüğü günlerde tartışma, başbakan Erdoğan’ın, “sınır içindeki teröristleri hal edildi mi ki, sınır ötesi operasyon yapılsın” yönlü açıklaması ile yeni bir boyut kazandı. “İçerde ve dışarıda operasyon” hazırlıkları biçiminde yaşanan gelişmeler, ABD’nin bekle işareti ile Kürt halkına yönelik saldırının artarak sürmesiyle devam ediyor.

Genelkurmayın ‘bölücü teröre karşı kitlesel refleks” çağrısı ile birlikte sınır boylarında yapılan tatbikat ve gösteri amaçlı bombalamalar bir yana, sınır boylarında Tampon Bölge oluşturmaya yönelik hesaplar PKK’ye karşı süren savaşın güçlendirilmesine olduğu kadar, Irak Kürdistanı’ndaki gelişmelere karşı bir tutumu olarak da geliştiriliyor. Haziran ayı sonlarında Isparta Eğirdir’de yaptığı konuşmada bir kez daha “kitlesel reflekse” dikkat çeken Org. Büyükanıt “sadece bir teröristin dağda gezebilmesi için kentte 10 işbirlikçisi olması gerekir” diyerek bölge halkına hangi gözle baktığını ve bölgedeki askeri yığınağın ne amaçlı olduğunu açıklamış oldu. Büyükanıt devamla, “muhtar, imam patlayıcı yerleştiriyor” diyerek, “terörle mücadele konusunda ön önemli etken, işbirlikçi ile teröristin ilişkisini kesmektir. Terörist ne yiyecek, ne içecek, işbirlikçi sayesinde oluyor” diyerek, Tampon Bölge ve süren operasyonlar konusundaki yaklaşımını ve Kürt sorununu terör sorunu olarak görmeye devam edeceğini “tek terörist kalmayıncaya kadar” yaklaşımı ile bir halka karşı süren toyekün savaşı daha da boyutlandırmak istediğini de ilan etmiş oldu.

İçeride ve dışarıda savaş isteği

Hatırlanacağı gibi Genelkurmay Başkanı Orgeneral Büyükanıt, Harp Akademileri’nde 16 Mart’ta 2007 tarihinde basına kapalı toplantıda yaptığı konuşmada “1991 yılında Irak’ta 36’ncı paraleli çizip ona destek vererek, Kuzey Irak’ta bugünü yarattığımız bir gerçektir. Kendi yaptığımız hataları da başkasına yükleme şansımız yoktur” diyerek bir anlamda özeleştiride bulunarak, ama bundan sonra daha aktif ve bu durum karşısında sessiz kalmayacaklarını ilan ettiği akıllardadır. Büyükanıt, 1991 Körfez Savaşı sonrasında bölgedeki gelişmeler karşısında gerekli tutumu alamadıklarını ifade etmiştir. Basiretsiz davrandıklarını, gelişmeleri iyi okuyamadıklarını, 36. Paralel’in ve gelişmelerin bu gün Kürdistan Bölge Hükümeti’nin kuruluşuna gelip dayandığını belirterek iç geçirerek, atağa geçilmesi gerektiğini beyan etmiştir.

Bilindiği gibi, 36. paralel modeli, ABD’nin 1991’de Saddam Hüseyin’in Kuveyt’e saldırması üzerine başlayan Körfez Savaşı sonrasında Irak’ın Kuzeyinde 36. paraleli sınır kabul edip, Baas rejiminin askeri güçlerinin bu sınırın Kuzeyine geçmesini yasaklayan uygulamanın adıdır. 36. paralel uygulaması sonucunda Irak Kürdistanı, önce Irak’ın bütünlüğünden özerkleşebildi, sonra da bağımsızlaşma yolunda önemli aşamalar geçirmiş oldu.

2005 Kasım’ında Şemdinli’de ortaya çıkan çete ve sonraki gelişmelerde o dönem Kara Kuvvetleri Komutanı olan Büyükanıt’ın müdahalesi de akıllardadır. Bölge üzerinde oynanan oyunun boyutu, bu gün Genelkurmay Başkanı olan Büyükanıt’ın Şemdinli’yi’de kapsayan Siirt, Şırnak ve Hakkarı’yi kapsayan Geçici Güvenlik Bölgesi ilanı ve gider Tampon Bölge yaratma girişimi ile daha da anlam kazanmış oldu.

TSK Tampon Bölge uygulaması ile sınırın Irak bölümünde 20 km’lik bir alanı da denetiminde bulundurmayı amaçlamaktadır. Böylece, hem sınır ötesi operasyonu gerçekleştirerek, PKK’nin ezilmesi, bu bölgedeki Kürt halkının sürülerek buranın insansızlaştırılması, hem de Kürdistan Bölge Hükümeti’nin üzerinde sürekli bir taciz durumu yaratılmak istenmektedir. Tampon Bölge ile başta Şırnak, Hakkari ve Siirt illeri olmak üzere giderek daha da genişleyecek bir alan tamamen insansızlaştırılmak, boşaltılarak askeri bir alana dönüştürülmek istenmektedir. Ve geçici değil, kalıcı bir saldırı üssü yaratılmak istenmektedir. On binlerce askerin savaş hali alarak karargah kurduğu sınırın sıfır kilometresindeki konumlanışın, giderek İran, Irak ve Suriye ile ilişkileri de gündeme getireceği beklenmelidir. Sınırın bu tarafının Tampon bölge olarak ilanı için gerekli hazırlıklar sürdürülürken, diğer taraf için girişim ve görüşmeler devam ediyor. İran yönetimi ile bu konuda mutabakat içinde olan ırkçı ve şoven Türkiye yönetimi, ABD üzerinden Irak hükümetini de ikna etme çabasındadır. Irak hükümetinin ikna edilmesi ABD ile direkt bağlantılı olsa da, bu konuda ortak bir karara varmak oldukça sorunlu görünmektedir. Giderek bölgesel düzeyde bir Kürt ulusal duygusunun gelişmesi, Kürdistan Bölge Hükümeti’nin diğer Kürt parti ve gurupları ile iyi ilişkiler geliştirmek istemesi, ABD’nin de bu yönlü planları düşünülünce, oldukça zor bir sorun olmakla beraber, ele alınan bir sorun olduğu da bir gerçek.

ABD, Tampon bölge sorununu hala değerlendirmekte, bu gelişmeden kendi lehine nasıl yararlanabileceğinin hesabını yapmaktadır. Geçmiş deneylerini de gözden geçirerek, Türkiye yönetimini de ‘rahatlatacak’ yeni bir çıkış yolu bulacağı beklenmektedir. Türkiye’yi, Irak yönetimini, Kürdistan Bölge Hükümeti’ni rahatlatacak ve hem de Türkiye Kürtlerini ve PKK’yi karşısına almayacak bir karar vermek zor ve çetin bir iş olsa da, ABD’nin halkların birbirlerine girmesine neden olabilecek pragmatik bir ‘çıkış’ yolu bulacağından kuşku duyulamaz.

Unutmamak gerekir ki; 36. paralel modeli’de bir nevi tampon bölge modeliydi. 36. Paralel,“Kürt sorunu”nu Irak’ın iç işi olmaktan çıkarak, bölgesel ve giderek uluslar arası bir sorun düzeyine çıkardı. Kuşkusuz, Irak’ın işgali hazırlıkları burada asıl nedendi. Ancak, Türkiye’nin Tampon Bölge hesabının giderek uluslar arası bir boyut kazanması da beklenmedik bir gelişme olmayacaktır. ABD, bu gelişmeyi ve Türkiye yönetiminin bu isteğini kendi çıkarlarına denk bir yola sokarak değerlendirmeyi özellikle isteyecektir.

Zira ABD’nin, Türkiye’nin bu vesile ile sınıra ve giderek Ortadoğu’ya çekilmesi gibi bir hesabı da var. ABD bunu yıllardır yapmak istiyordu. 1 Mart Tezkeresi ile gerçekleştiremediğini, bazı değişikler uygulayarak ve Türkiye’deki işbirlikçilerini de ikna ederek gerçekleştirmesi beklenmedik bir durum olmayacaktır. Türkiye’nin kendince “gizli” emellerinin farkında olan ABD bunu da gözeterek, bir ‘çıkış yolu’ önerecektir.

Türkiye’nin, ABD’ye ve onun isteklerine boyun eğmiş, Kürdistan Bölge Hükümeti karşısında makul bir çizgiye çekilmiş ve PKK konusunda da bir mutakabata varılmış olması halinde sorun pek ala yoluna sokulmuş olacaktır. ABD yöneticileri, dışişleri bakan ve sözcülerinin bu güne kadar yaptıkları açıklamalar, Tampon Bölge sorununa sıcak bakmamakla beraber, üzerinde düşündüklerini ve Türkiye’ye ‘ancak biz istersek böyle bir şey yapabilirsin’ mesajları vermek istediklerini gösteriyor.

Kürt sorununda hükümet askere teslim oldu

Kürt sorunu kapsamlı gelişmelerin hükümet ve siyasi temsilciler üzerinden değil, Genelkurmay üzerinden yürütüldüğü artık bir sır değil. Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın yönettiği bir süreç yaşıyoruz. Son gelişmeler üzerine Başbakan Erdoğan, Irak Başbakanı El Maliki’yi davet etmiş olsa da, sorunların tartışıldığı ve çözüme bağlandığı yer Genelkurmay Karargahı’dır. Özel Harp Dairesi’nin ve bağlı birimlerin, JİTEM’den diğer kontra örgütlenmelere kadar bir çok organizasyonun faal hale getirilerek seferber edildiği ‘olağanüstü’ bir dönemden geçtiğimiz ortaya çıkan bir çok gelişmeden de anlaşılmaktadır.

AKP hükümetinin, TSK’nın tampon bölge oluşturma ve Geçici Güvenlik Bölgesi ilan etmesinden sonradan haberdar olduğu herkes tarafından görüldü ve izlendi. Başbakan Erdoğan’ın bir televizyon kanalında gelişmeyi öğrendiği ve kızarıp bozararak, eveleyip geveleyerek bir şeyler söylemeye çalıştığı kamuoyunca tartışıldı.

Ancak haftalar sonra Genelkurmay Başkanı Başbakan ve Dışişleri bakanını çağırarak, Tampon Bölge, Geçici Güvenlik Bölgesi ve diğer gelişmeler hakkında brifing vererek, hükümeti gelişmelere dahil ettiği biliniyor. MGK toplantısından sonra Erdoğan ve Gül Genelkurmay başkanlığına çağrılarak iki saat kadar süren bir görüşme yapıldı. Yine Aynı gün A. Şener’in ABD Büyük Elçiliğinde ve ardından Cumhurbaşkanı Sezer ile yaptığı görüşme de bu konuların görüşüldüğü toplantılar olarak ilgi merkezi oldu. Daha sonra açığa çıktığı üzere bu görüşmelerin esas konusu Kürt sorunu, sınır ötesi operasyon ve Tampon Bölge hazırlıklarıydı. Dolayısıyla, Tampon Bölge hesapları PKK’ye karşı güçlü bir mevzilenme, büyük güç yığma ve gerektiğinde harekete geçmek üzere yapılan bir hazırlık olmakla beraber, aynı zamanda Kürdistan Bölge Hükümeti’ne karşı bir mevzi alma hazırlığı olarak düşünülmektedir. Irak Kürdistanı’ndaki gelişmelerin, “Kürt yoktur, bölücü terör örgütü var” safsatasını yerle bir ettiğini bilen inkarcı güçler, Güney ile Kuzey Kürtleri arasındaki diyalog ve ilişkiyi hepten kesmek için böylesi bir Tampon Bölge’ye ihtiyaç duyduklarını göstermektedirler.

Ancak, bu konuda da Türkiye ABD, İngiltere ve bölgedeki işbirlikçileri tarafından tezgaha getirilmek istenmektedir. Türkiye’nin bölge sorunlarının, daha anlaşılır ifadeyle bataklığın içine çekilmesi çabası adeta kılı kırk yararcasına devam etmektedir. Türkiye’nin bir türlü hazmedemediği Irak Kürdistanı’ndaki gelişmeleri akamete uğratmak için sürekli bir çaba ve komplo hazırlığı içinde olduğunu bilen, Kürt sorununu demokratik yolla çözmekten kaçınan Türkiye’nin zaafının farkında olan ABD emperyalizmi ve bölgenin işbirlikçi Arap yönetimleri, Türkiye’nin Kürt sorunu karşısındaki ‘hassasiyeti’ni kullanmak istemektedirler.

TSK’nın, Irak ve Kürdistan bölgesinde gerçekleştirmeye çalıştığı birkaç provokasyon ve kapsamlı komplonun açığa çıktığı da sır değil. Irak’ta Kürtler ve Şiiler arasında gelişen ilişkileri de dikkatle izleyen Türkiye’nin, Sünnilerle birlikte hareket ederek, ve bölge Arap hükümetlerinin yanında yer alarak yeni entrikalar içinde olduğu da birkaç olayla ortaya çıktı.

Türkiye’nin Nuri El Maliki Hükümeti’ne karşı düzenlenen bir komplonun içinde yer aldığı uluslar arası siyasi gündemin konusu oldu. Hoşyar Zebari, Newsweek Dergisi’ndeki bir röportajında konuya ilişkin açıklamada bulundu. Irak Başbakanı El Maliki ve Irak Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari yaptıkları açıklamada, Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 8 ülkenin istihbarat başkanlarından oluşan “6+2” gurubundan bazı ülkelerin Irak’ta komplo çabası içinde olduklarını belirttiler. Zebari, başını Mısır, S. Arabistan ve Türkiye’nin çektiği bu gurup için “Kürt ve Şiileri dışlayıp Sünnilerin hakim olması için planlar kurulduğunu” açıkladı.

Bilindiği gibi, Kuveyt, S. Arabistan, Mısır, Türkiye, BAE ve Ürdün artı ABD ve İngiltere istihbarat yöneticilerinin başında bulunduğu “6+2 gurubu” Irak’taki seçimlerden önce oldukça faal bir guruptu. Bu gurubun çalışmaları Irak’ın bilgisi dahilindeydi. Bu gurubun amacı, Sünnilerin seçime katılması ve yönetimde yer almasını sağlamaktı. Bu çaba aynı zamanda İran’a karşı bir atak anlamı da taşıyordu. İstihbarat ve dolar gücüne dayanan bu gurup Allavi hükümetinden sonra kurulan El Maliki hükümetine karşı çalışmalarını gizli olarak sürdürmeye devam etti. Zebari, bu durumdan duyduğu rahatsızlığı tüm dünyaya ilan etti. Seçimlerden sonra “6+2 gurubu”nun Irak’ın katılımı olmadan çalışmalarına devam ettiğini belirten Zebari, ilgililere, “Irak içinde bulunmadan Irak’ı görüşüyorsunuz” uyarısında bulunduğunu da açıklayarak şöyle diyor; “Bu rahatsızlık yarattı. Şiiler bunu Şii karşıtı bir girişim olarak algıladılar. Kürtler ise, “Türkiye’nin burada ne işi var, “tuhaf bir durum olmalı” diye düşündüler” açıklamasında bulundu.

Türkiye’nin Kürtdistan Bölge Hükümeti’ne karşı yeni arayışlar ve komplolar içinde olduğu, bu gelişmeyi hazmetmeyeceği, bunu hazmetmesinin, Türkiye Kürtleri açısından giderek bir dikkat ve sempati merkezi olacağı korkusu ve hesapları içinde bulunuyor. Buradan hareketle, Irak Kürdistanı sınırları içinde yaratılmak istenen Tampon Bölge hesabı, PKK’ye karşı bir hazırlık olmakla birlikte, bölgedeki Kürt oluşuma karşı bir gelişme olarak da değerlendirilmektedir. Bunun bilincinde olan ABD ise, adeta, oltanın ucuna taktiği bir yemi arada bir balığa yaklaştırarak çekmeye devam ediyor!

Hakkari, Siirt ve Şırnak illerini kapsayan “Güvenlik Bölgesi” uygulaması Tampon Bölge amacının arka planı olarak hesaplanmaktadır. Nisan 2007-Mayıs 2008 tarihleri arasında geçerli olan bu uygulama ile bölgede her türlü askeri tahkimat yapılacaktır. Burası bir nevi “Özel Üs” işlevi görecektir. TSK, GGB olarak ilan edilen ve koordinatları verilen alanlara üç aylık geçiş yasağı da koyarak her türlü yığınağı yapacaktır. İsrail’in Güney Lübnan sınırında uyguladığına benzer bir güvenlik alanını hatırlatan bir uygulama. Bir ucundan başlayarak OHAL’i getirmektir. Bölgede fiili olarak süren OHAL Bölgesi, yerine (Geçici Güvenlik Bölgesi) uygulaması getirilmiştir. Üstelik bu uygulama erken seçim kararının alınmasından hemen sonra devreye sokulmuştur.

Tüm bu gelişmeler AKP’nin hükümet olduğu bir dönemde olmaktadır. Ancak AKP, generallerin tehditleri ve muhtıra karşısında daha fazla teslim olarak ve siyasi iradesi bulunmayan bir hükümet olarak yeni dönemde de görev almaya talip olduğunu ilan etmiş bulunuyor.

Hudson Institute ve vahşet senaryosu

Bu gelişmelerin yaşandığı günlerde ABD’de bir Think thank kuruluşu olan Huston Enstitute’de konuşulan senaryo ise gelişmeleri hepten ilginç ve bir o kadar da endişe verici kıldı.

Ankara, İstanbul ve Diyarbakır’da patlayan bombalar, “Cumhuriyete sahip çıkma mitingleri”, Genelkurmay tarafından yapılan ‘kitlesel refleks” çağrıları, sınır ötesi operasyon hazırlıkları, Cumhurbaşkanı seçimi vesilesiyle öne çıkan Anayasa Mahkemesi eski başkanı Tuğcu’nun hedef gösterilmesi ve diğer bir çok gelişmeyle paralellik gösteren Hudson Institute’da tartışma tüyleri ürpertmeye yetti.

Açığa çıktığı andan itibaren Türkiye’de yankı uyandıran Hudson Institute’un tartıştığı “senaryo”nun ana unsurları şöyleydi;

1- Beyoğlu’nda çok sayıda insanın hayatına mal olan bir terörist saldırı gerçekleştirilecek ve bu PKK’ye mal edilecektir,

2- Anayasa Mahkemesi Başkanı’na Tüley Tuğcu’ya suikast düzenlenecektir,

3- Türkiye’nin 50 bin kişilik bir kuvvetle Kuzey Irak’a müdahalesi gerçekleşecektir,

4- ABD’nin Kuzey Irak’ta önde gelen PKK liderlerini yakalayıp Türkiye’ye teslim etmesi son anda, seçimlerde AKP’ye puan kazandıracağı için engellenecektir.

Bu senaryonun tartışıldığı toplantı Genelkurmay başkanlığı’nın bilgisi dahilinde, ancak hükümetten habersiz yapılmıştır. Washington’daki askeri ataşe Tuğgeneral Bertan Nogaylaroğlu, TSK yetkilileri ile birlikte, Irak Cumhurbaşkanı ve aynı zamanda Kürt lider Talabani’nin oğlu Kubat Talabani’nin de bu toplantıya katıldığını Genelkurmay Başkanlığı’da yaptığı açıklama ile ayrıntı denebilecek ve hiç de inandırıcı olmayan bazı itirazlar dışında kabul edildi. Dahası, bu senaryonun açığa çıkması ile, ABD, Türkiye ve Irak işbirlikçiler ile birlikte Türkiye ve bölgede oynanan oyunlar bir kez daha somutluk kazanmış oldu. Terör olaylarının, kitlesel katliamların, bombalama olaylarının, Cumhuriyete sahip çıkma mitinglerinin ve daha bir dizi gelişmenin nerelerde kotarıldığı, hangi birimlerde tezgahlanıp, hangi taşeronlarla nasıl gerçekleştirildiği de açığa çıkmış oldu. Emekli askerlerin kurduğu dernekler üzerinden meşruiyet kazanarak aslında ne denli karanlık işlerde kullanıldıkları ve aslında tüm gelişmelerin JİTEM ve onun üzerindeki birimler tarafından organize edildiğini kanıtlamış olmaktadır.

22 Temmuz Genel Seçimleri ve gelişmelerin gösterdiği

22 Temmuz 2007 seçimleri, tıkanan Cumhurbaşkanı seçimi ile öne alındı. Ancak bu sürecin ciddi operasyonlar ve reorganizasyonlarla geçtiği bir gerçek. 4,5 yıldan bu yana hükümette olan ancak egemen güçler için her alanda başarılı bir sınav veren emek ve demokrasi düşmanı AKP hükümeti, Cumhurbaşkanlığı seçiminde ‘mağdur’ edildiğini ilan ederek, daha fazla örselenmeden ve güç kaybetmeden seçimlere gitmenin uygun olacağını düşünerek erken seçim kararı almış oldu. Laiklik savunucusu geçinenlerin, Cumhuriyet Mitingleri düzenleyenlerin boy hedefi haline getirdikleri AKP, irticacı yönlü okları bertaraf etmek için, ‘bölücü’ kozunu kullanarak, hedef daraltmaya ve ‘düşmanları’ ile diyalog yolu bulmakta gecikmedi. Kürt sorunun generallere ve onlarla can ciğer kuzu sarması olan CHP, MHP ve diğer partilere teslim eden AKP, IMF ve DB’nın ekonomik yaptırımlarına bağlı, AB ve ABD’nin ekonomik, siyasi ve askeri tahakkümüne sadakatli bir işbirlikçi olarak yol almak üzere yeniden birinci parti olmak üzere seçim çalışmalarına koyulmuş bulunuyor.

Başta AKP olmak üzere tümü de ırkçı ve şoven olan burjuva partiler, seçim kararının alınmasından hemen sonra ilk iş olarak bağımsız adayların önünü kesmeye yönelik yasal ve fiili engelleri el birliği ile inşa etmek oldu. Genelkurmay tarafından uyarılan ve ona uygun hareket eden tüm partiler, Kürt sorunu, inanç ve vicdan özgürlüğü sorunu, emek ve demokrasi talepleri karşısında, ‘sağlam devlet partileri’ ve askeri vesayete evet dedikleri bir yarış içinde bulunuyorlar.

Kürt halkının ve demokrasi güçlerinin iradesinin TBMM’deki temsiliyetinden korkan AKP ve diğer gerici, ırkçı ve şoven partiler, DTP, EMEP ve diğer demokrasi güçlerinin ortak hareket ederek, milletvekili çıkarma olanağı bulunan illerde seçimlere bağımsız adaylarla girecekleri yönlü gelişmeleri fark ettikleri andan itibaren, TSK ile kafa kafaya vererek, yeni engellemeler, anti demokratik uygulamalar ve fiili saldırılar için atağa geçtiler. Bölgede sürün çatışmalar, devam eden askeri yığınak, sınır ötesi operasyon hazırlıkları, Tampon Bölge hesapları, boşaltılan yerleşim birimleri, ablukaya alınan alanlar ve diğer askeri tedbirlere paralel olarak, AKP, CHP, DP, MHP, GP ve benzeri tüm partiler de Kürt halkını, Bin Umut adaylarını, eşitlik ve kardeşlik isteyen demokrasi güçlerini hedefe koymuş bulunuyorlar.

TBMM’nin kısa sürede toplanarak ve tüm partilerin bileşimi ile, bağımsız adayların ortak oy pusulasında yer almalarını sağlaması ve diğer bir dizi gelişmenin tüm burjuva gerici partilerin mutabakatı ile gerçekleşmesi ne denli güçlü bir tehlike ile karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir.

Kürt halkına yönelik saldırıların bununla da sınırlı kalınmayacağı takip eden saldırı ve gelişmelerle ortaya çıkmış bulunuyor. Bölgeye sevk edilen askerlerin, silah, tank ve top sevkıyatının, F-16 uçuşları ve bombalamaların, Şırnak, Siirt ve Hakkari bölgesinin askeri abluka altına alınmış olması, sınır ötesi operasyon hazırlıklarının sürmesi, içeride giderek şiddeti artan çatışma ve operasyonların sürmesi, DTP’ye ve Bin Umut adaylarına yönelik saldırgan ve hakaret yüklü açıklamalar, Tunceli’de yaşandığı gibi tankerle karakola “faili mechul” saldırıların gerçekleşmesi ve diğer bir dizi felaket, 22 temmuz yaklaştıkça saldırıların daha da artacağını gösteriyor.

Kürt halkının Bölge’de göstereceği ulusal uyanış ve ortak tutum ile, Türkiye’nin dört bir yanında bağımsız adaylar ve EMEP’in seçimlere girdiği yerlerde ortaklaştırılarak yükseltilecek mücadelenin güç kazandıkça saldırılar artarak devam edeceği tahmin edilebilir. Kürt halkının ve demokrasi güçlerinin güçlü bir gurup ve bileşimle TBMM’ye girecek olması daha şimdiden egemen güçleri, inkarcı ve şoven çevreleri rahatsız ediyor.

Gelişmeler karşısında partilerin ve özellikle AKP’nin duruşunun açıklama ve tutumunun “gevşek” bulunduğu,Genelkurmayın Başkanı Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Gül’ü Karargaha çağırarak yaptığı görüşmeden de anlaşılmaktadır. Bu görüşmeden sonra başbakan Erdoğan’ın bağımsız adaylara karşı ve DTP’ye karşı daha saldırgan bir tutum sergilemesi dikkatlerden kaçmadı.

Genelkurmay Karargahı’nda yapılan görüşmeden önce, bağımsız adaylarla bir koalisyon kurup kurmayacağı yönlü soruya, “Bulgaristan’daki Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin gelmiş olduğu bir çizgiye gelmiş bir partiyle bizim koalisyon kurmamızdan daha tabii bir şey olamaz” diyerek koalisyon tartışması başlatan başbakan Erdoğan’ın Genelkurmay Karargahındaki görüşmeden sonra, “bağımsızlara oy vermeyin” çağrısı yapması, DTP’yi ‘ırkçı parti” olarak nitelendirmesi ve hemen tüm mitinglerde hakaret içiren bir üslup kullanması, Baykal ve Bahçeli ile Kürt halkına karşı saldırıda yarışa girmesi, önümüzdeki günlerde dozu artarak devam edecek saldırı ve provokasyonların habercisidir.

Ancak gelişmeler ve hayat gerçeğin galebe çalacağını gösteriyor. Tüm gelişmeler bu yöndedir. Emek ve demokrasi güçlerinin seçimlerden güçlenerek çıkacağı şimdiden görülüyor. Türkiye tarihinde yaşanan TİP ve DEP dönemindeki TBMM temsiliyeti, bu defa daha farklı koşullarda ve farklı boyutlarda yaşanacaktır. Hem sınıfın devrimci partisinin sürece daha aktif müdahalesi, hem Kürt demokratik hareketinin göstereceği kararlı ve kapsayıcı tutum önümüzdeki süreçte belirleyici önemde olacaktır.

‘Türkiye’nin Birinci Sorunu Kürt Sorunu’

Kürt sorunu Türkiye’nin temel gündemlerinden biri olmaya devam ediyor. Dünyayı saran ekonomik kriz ve krizin Türkiye’de yarattığı derin tahribatın çarpıcı etkileri bile, Kürt sorununu gölgeleyebilmiş değil. Operasyonların sürdüğü, çatışmaların yaşandığı, Kürt ve Türk gençlerinin çatışmalarda hayatını kaybettiği, acı ve gözyaşının tüm toplumsal kesimleri derinden etkilediği Kürt sorunu, krizin yarattığı işsizlik, açlık ve sefaletle büyüyen yakıcı bir sorun olarak önümüzde duruyor. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül son dönemlerde üst üste yaptığı açıklamalardan birinde, bu durumu; İster terör, ister Güneydoğu, ister Kürt meselesi deyin, bu Türkiye’nin birinci sorunudur. Halledilmesi lazım.” diyerek dile getirdi. Mardin Bilge köyünde korucular tarafından gerçekleştirilen büyük katliamda olduğu gibi, ülkedeki birçok gelişme de Kürt sorunu ile ilişkilendirilerek tartışılmakta ve konuşulmaktadır.

İçeride ve dışarıda, Türkiye söz konusu olduğunda ilk akla gelen sorun olarak, Kürt sorunu, son bir iki aylık süreç boyunca gündemi belirleyen, ancak ‘farklı’ tartışma ve değerlendirmelere konu olan bir sorun. “Kürt sorunu yoktur, terör sorunu vardır”, “Kürt sorunu yoktur, geri kalmışlık sorunu vardır”, “dış güçlerin kışkırtması ve desteğiyle süren terör sorunu” gibi söylemler devam etmekle birlikte, ‘farklı’ değerlendirme ve yaklaşımlar da gündeme girmiş bulunuyor. PKK’yi bölmek de dahil olmak üzere, PKK’ye karşı tutum alan bir muhatap arayışı hâlâ devam etmektedir. DTP’ye yönelik olarak gerçekleştirilen operasyonun “DTP içindeki PKK’liler”e yönelik bir operasyon olarak lanse edilmesi ve bazı köşe yazarları ve yorumcular tarafından “DTP’nin ılımlı kanadı bu operasyondan memnun” yönlü değerlendirmelerin yapılması da, bu yönlü amaçları açığa çıkarmaktadır. TRT-6’in yayına açılmasından sonra gündeme getirilen üniversitelerde Kürt Dili ve Edebiyatı bölümlerinin açılmasına yönelik hazırlıkların ardından, ‘PKK’nin tasfiyesi’ amaçlı olmak üzere, ‘dağdakilerin indirilmesi’, ‘bir genel affın çıkarılması’ gibi konular gündemden düşmeden tartışılmaya devam ediliyor.

Kürt sorununun şiddetten arındırılarak çözüme kavuşturulması konusunda birçok açıklama yapıldı, demeç verildi ve tartışma yürütüldü. Logosu “Türkiye Türklerindir” ibaresiyle tamamlanan Hürriyet gazetesinin yayın yönetmeni E. Özkök’ün bile “oldukça makul’ yazılar yazıp mesajlar verdiği böylesi bir sürecin etki ve beklenti yaratması oldukça ‘doğal’.

29 Mart 2009 yerel seçimleriyle Bölge’de ortaya çıkan halk iradesi ve AKP’nin yaşadığı hezimet önemli bir gösterge oldu. Ortaya çıkan tablo, Kürt halkının demokratik çözüm yolundaki ısrarlı mücadelesi ve barış amaçlı toplumsal baskı, inkarcı ve asimilasyoncu cepheyi yeni ve farklı arayışlara itmiş bulunuyor. PKK’siz bir çözüm üzerinde çalışan, bunun için tüm kurumlarıyla uyum içinde hareket eden ve seferber olan,  Irak, Suriye, İran başta olmak üzere bölge ülkeleriyle ilişkiler ve diyalog geliştiren, ABD ve AB ile uyum halinde hareket eden bir süreç işletilmektedir.

Hakkında açılan kapatma davası süren DTP’ye yönelik başlatılan operasyon ve yüzlerce yönetici ve üyenin seçimden hemen sonra tutuklanması, DTP’li milletvekillerinin haklarında açılan davalardan dolayı ifade vermeye zorlanmaları, son olarak KESK içinde örgütlü ‘yurtsever emekçiler’ bahane edilerek gerçekleştirilen operasyon ve gözaltılar, Kürt sorununun nasıl ‘halledilmek’ istendiğini gösteren önemli veriler sunmaktadır.

Ancak Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Bağdat ziyareti esnasında gazetecilere yaptığı açıklamalar gündemi belirleyen bir etki yarattı. Doğal olarak, barış ve diyalog yolunun açılmasına yönelik toplumsal özlem, bu tür açıklamalara fazlasıyla ilgi gösterilmesine neden olmaktadır. 25 yıldan bu yana süren ve giderek tüm kesimlerce “yeneni ve yenileni olmayan, ancak acıları arttırarak devam eden bu soruna bir çare bulmak gerekiyor” değerlendirmelerine neden olan Kürt sorunu hakkında, devletin en üst merciinde bulunan Cumhurbaşkanı tarafından yapılan açıklamalar, temkinli yaklaşımla birlikte ilgi bulmakta, beklenti yaratmaktadır. Cumhurbaşkanı’nın daha sonra gerçekleştirdiği dış geziler boyunca benzer açıklamalar yapması ise, Gül söylediklerinin arkasında duruyor yorumlarına neden olmaktadır. Tartışmalar hâlâ farklı boyutlarıyla ve birçok yönüyle devam ediyor.

Burada belirtilmesi gereken diğer önemli bir gelişme ise, birçok açıklama, demeç, röportaj, tutum ve yaklaşımın aynı dönemde yapılması ve bir birini destekler mahiyette gelişmiş olmasıdır. Obama’nın Türkiye ziyareti esnasında yaptığı açıklamalar, Kürdistan Bölgesel Hükümeti ve Irak Hükümeti ile Türkiye Cumhuriyeti’nin geliştirdiği yeni ilişkiler ve girilen diyalog süreci, AKP’nin Kürt milletvekillerinden bazılarının PKK de muhatap alınabilir yönlü ‘ılımlı’ açıklamaları, Ergenekon soruşturması kapsamında Bölge’deki kayıp ailelerinin ve avukatlarının başvuru ve ısrarlarından sonra ‘Asit Kuyuları’ ve başkaca yerlerin kazılması, PKK’nin ‘çatışmasızlık’ kararı açıklaması ve bunu 1 Haziran’a kadar uzatmış olması, DTP’nin barışçı çözüm ve diyalog yolunun açılması için yoğun bir çaba içine girmiş olması, Cumhurbaşkanı Gül’ün Irak ziyareti, Talabani’nin Türkiye ziyareti ve Kürt sorununa ilişkin bir çok ‘ılımlı’ açıklama, Başbakan Erdoğan’ın uzun süreden sonra DTP milletvekillerine randevu vereceği izlenimi yaratması, Cumhurbaşkanı Gül’ün DTP Eş Başkanı Ahmet Türk’ü kabul etmesi, ‘sözde vatandaş’ yakıştırmasından yıllar sonra yeni Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un, PKK’lileri kast ederek ‘Terörist de insandır’ açıklamasında bulunması, ‘Türkiyelilik’ kavramını tartışmaya açması ve daha bir dizi gelişme, ‘Kürt sorununda iyi şeyler olacak’ beklentisine neden olmaktadır.

Yine gazeteci-yazar Hasan Cemal’in bu tartışmaların başladığı bir zamanda Kandil’e giderek KCK Başkanlık Konseyi üyeleri ile görüşmesi, Murat Karayılan’ın barış ve diyalog yolunun açılması halinde adım atacaklarını açıklaması, çözüm yoluna ilişkin açıklamalarda bulunması, bu röportajın Milliyet Gazetesi’nde yayınlanması ve açıklamaların hemen her kesim tarafından ‘makul’ görülmesi ve ‘makul’ ölçüler içinde değerlendirme ve eleştirilere tabi tutulması ve daha birçok olay ve gelişme, Kürt sorunu eksenli ‘çözüm’ tartışmalarını daha da alevlendirdi.

Eski Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın bir süre önce, “TSK’nın tümünü de seferber etseniz, Kandil Dağı’nda başarılı olması mümkün değil” açıklamasında bulunması, hemen tüm yazılı ve görsel medyada ‘Kürt sorunu ve yeni dönem’ kapsamlı tartışmaların yapılmış olması, ‘Kürt sorunu çözülüyor’  yorum ve değerlendirmelerinin yoğunlaşması, İskoç modeli gibi farklı çözüm modelleri tartışmalarının yapılması, ayrıca Cumhurbaşkanı Gül’ün tüm bu gelişmeleri özetler mahiyette olanDevletin tüm kurumları olarak ahenk içinde hareket ediyoruz mealindeki açıklaması, Irak ile Türkiye arasında geliştirilen diploması ve özel görevlendirmelerin yapılması, MİT, TSK, Hükümet cenahındaki açıklamalar, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın dün ile kıyaslandığında ‘ılımlı’ olarak değerlendirilen/değerlendirilebilecek olan ‘Kürtçe dilekçe hakkı, ‘Kürtçe tercüman hakkı’ gibi açıklamalarda bulunması, hatta olası bir “af”a ilişkin söyledikleri, hükümetin, Suriye-Türkiye sınırındaki mayınların temizlenmesi ve toprakların 44 yıllığına İsrail destekli şirketlere peşkeş çekilmesini gündeme getirmesiyle oluşan tepki vesilesiyle Baykal’ın Bölge’ye gitmesi, Adıyaman ve Mardin’de açıklamalarda bulunması, mayınların devlet tarafından temizlenmesi ve toprakların halk tarafından kullanılmasını savunması ve burada hükümeti eleştirerek, hangi çözümden söz ediyorlar, açıklasınlar bilelim şeklinde açıklamalarda bulunması ve daha ‘yumuşak’ mesajlar vermesi, tüm bu gelişmelerden, -henüz umut verici hiçbir pratik adım atılmamış olmasına rağmen- bazı şeylerin çıkabileceği, Kürt sorununda şiddet döneminin son bulmasına yönelik adımların atılabileceği beklentilerini arttırmış bulunuyor.

Tartışmaların boyutu ve içeriğinin bazı özgünlükler gösterdiği ve beklentiler yarattığı bir gerçek. ABD Devlet Başkanı Barack Obama’nın “PKK terör örgütüdür ve ortak düşmanımızdır” açıklamasıyla birlikte beş dakika ile sınırlı da olsa DTP Eş Başkanı Ahmet Türk ile görüşmesi, Amerikan tarihindeki katliamlardan örnekler sunarak, ‘Biz geçmişimizle hesaplaştık, siz de hesaplaşmalısınız’ içerikli sözler söylemesi de kaydedilmelidir. Yine, Başbakan Erdoğan’ın “faşizan baskılar” olarak nitelediği, farklı inanç ve kültürlerden halklara reva görülen uygulamalardan söz etmesi, bu tür açıklama ve demeçlerin devam edeceğini, Kürt sorununda, henüz adım atılmamış olsa da, ‘çözümden yana bir cumhurbaşkanı ve hükümet’ görüntüsü yaratılmak istendiğini göstermektedir.

ULUSAL DİRENİŞİN SİLAHTAN ARINDIRILMASINA ENDEKSLENMİŞ BİR HAZIRLIK SÜRECİ

Dikkatle bakılırsa görülebileceği gibi, ABD’nin, AB’nin, TC’nin, Irak Devleti’nin, Kürdistan Bölge Hükümeti’nin ve giderek İran ve diğer bölge ülkelerinin üzerinde mutabakata vardıkları temel konu, PKK’nin etkisiz kılınması, ulusal silahlı direnişin bitirilmesi ve Kürt sorununda bireysel özgürlükler ve kültürel haklar kapsamında ‘bazı adımlar’ın atılması yönündedir. Kürt sorunu artık inkar sorunu olmaktan çıkmıştır ve asimilasyonla çözülemeyeceği anlaşılan bir aşamada bulunuyor. Türkiye egemen sınıfları, artık “Kürt sorunu vardır” noktasına gelmişlerdir. Ancak sorunu bir ulusal tam hak eşitliği sorunu olarak görmek istememektedirler. Kürt ulusal direniş hareketinin, ayrı devlet kurma hakkından vazgeçtiğini, mevcut sınırlar içinde demokratik bir çözüm için adım atmaya hazır olduğunu açıklaması, yine Kürt ulusal burjuva güçlerin, Kürdistan Bölge Hükümeti’ni de dayanak edinerek bir nefes alma sürecine ihtiyaç duyduklarını ve PKK’yi ya tasfiye ya da denetim altına almak istediklerini çeşitli vesilelerle dile getirmeleri, önümüzdeki süreçte, bu tür tartışmaların daha da yoğunlaşacağını ve birçok gelişmenin olabileceğini de göstermektedir. Cumhurbaşkanı Gül’üan yaptığı onca açıklamadan sonra, sorulan bir soru üzerine, terör örgütü ile pazarlık yapılmaz” demesi, ancak, ‘Meclisteki bütün partilere görev düşüyor yanıtını vermesi, bir kez daha bu gerçeğe işaret etmektedir. Murat Karayılan’ın, muhataplar olarak, Öcalan’ı, PKK’yi, olmazsa, DTP’yi, daha olmazsa, “akil adamlar topluluğu”nu önermesine rağmen, bu alanda bir gelişme sağlanmış değil. DTP’nin, yerel yönetim temsilcilerinin ya da Kürt halkı tarafından takdir edilecek muhatap ya da muhatapların kabulü yönlü bir gelişme de görülmemektedir.

Tüm bu tartışmalar yapılırken, hiçbir çevreden, Kürt halkının tam hak eşitliği, eşit haklara dayalı birlikte yaşam gibi açılımlardan söz edilmemektedir. Akan kanın durması, çatışmaların son bulması yönlü beklenti ve toplumsal özlemler, yuvarlanmış laflar edilerek dile getiriliyor. Kürt halkının temel demokratik hakları ve ulusal özgürlük talepleri ezilmek ve ötelenmek istenmektedir.

Sözünü ettiğimiz beklentiler, barış ve demokratikleşmeye duyulan özlem, akan kanın durması, barış ve diyalog yolunun açılması arzusu içindeki milyonlarca halkın duygusudur. Bu, haklı ve yerinde bir beklentidir. Gerçekten barış ve demokratik açılım yönlü bir gelişmeden söz edecek isek, artık inkar, asimilasyon ve şiddetten vazgeçildiğine inanmamız isteniyorsa, bunun yolu, pratik adımların atılmasından geçiyor.

Her şeyden önce, çatışma sürecine karşılıklı olarak ara verecek bir gelişmenin yaşanması lazım. Devletin herhangi bir biriminden PKK’ye yapılacak bu yönlü bir çağrı ya da çatışmasızlık sürecinin uzatılması açıklaması fazlasıyla etki yaratacaktır. Operasyonlara ara verileceğinin açıklanması da aynı derece etki yaratacak ve taraflar arasında güven ve diyalog yolunu açacaktır. Operasyonların sürdüğü, PKK’lilerin görüldüğü yerde çatışmaya girildiği ve öldürüldükleri bir ortamda, “onlar neden mayın döşüyor?” sorusunun yanıtı bulunamamaktadır. Operasyonlara ara verildiğinin açıklanması halinde, bu tür, mayın patlatarak asker öldürmelerin yaşanması halinde ortaya çıkacak tartışmanın boyutu da değişecektir.

O halde, yapılması gereken, öncelikle, operasyonların durması ve PKK’nin çatışmasızlık süreci ya da ateşkes kararını uzatmasını istemektir. Bunun için devletin işaret edeceği çeşitli kurumlar ve şahsiyetler de görev alabilirler. Bazı emek ve meslek örgütlerinin, aydın ve akademisyenlerin, Türkiye Barış Meclisi’nin bu yönlü girişimleri desteklenir ve muhatap kabul edilirse, yine bu yolu açmak mümkün olacaktır.

Demokratik ve halkçı bir anayasanın düzenlenmesi için tarafların mutabakatına dayalı bir hazırlığın yapılması gerekiyor. Ayrıca, tüm bu gelişmelerin ve söylenen sözlerin bir lütuf değil, Kürt halkının uzun yıllardan bu yana tüm saldırılara, yıkım ve şiddete rağmen sürdürdüğü kararlı mücadelenin ürünü olduğunu da kaydetmek gerek.

Önümüzdeki süreç, bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da Kürt sorununun en çok tartışıldığı bir süreç olacaktır. Ancak çözümü yakınlaştıracak ve giderek gerçekleştirecek olan, başta Kürt halkı olmak üzere, barış ve demokrasi güçlerinin mücadelesi olacaktır. Bir yandan çatışmalar, operasyonlar sürerken, bir yandan da ‘çözüm’ kapsamında tartışmalar devam edecektir. Hemen her politik çevrenin çeşitli hamleleriyle karşılaşacağımızı söylemek mümkün. Egemen güçlerin farklı klikleri çeşitli hamleler deneyecektir. Bu, egemen sınıfların çözümden yana olmalarından değil, sorunun yakıcı ve dayatıcı olmasından dolayı böyledir. 25 yıldan bu yana devam eden ve artık herkesi yoran bu sorunun bir çözüme kavuşturulması yönlü toplumsal baskı daha da artacaktır.  Böylesi karmaşık süreçte, rotayı kaybetmeden ilerlemenin yolu ise, halka bağlanmaktan, Kürt halkının ulusal demokratik haklarına kavuşması başta olmak üzere, iş, ekmek, özgürlük ve barış mücadelesine sıkıcı sarılmaktan geçiyor.

Newroz Yaklaşırken

2011 NEWROZ’U, KÜRT HALKININ MÜCADELSİNDEN, TUNUS VE MISIR HALKLARININ AYAKLANMALARINDAN, TÜRK HALKININ DESTEĞİNDEN GÜÇ ALARAK KUTLANACAK

Bu yıl Newroz’un daha özgün koşullarda kutlanacağı söylenebilir. Kürtler bakımından oldukça duygusal, kültürel ve tarihsel motifler taşıyan Newroz, isyan ve kurtuluşla ilişkilendirilen bir gün. Yenigün; efsane ve gerçeğin iç içe geçtiği bir simge. Demirci ustası Kawa’nın zalim hükümdar Dehak’a isyanı. Kürt halkının direnişi, Tunus ve Mısır halklarının ayaklanmaları koşullarında kutlanacak olan Newroz, bu yıl daha büyük umutlar taşıyor! Hiçbir kutlamanın bir öncekinin tekrarı olmadığı gerçeği bir yana, bu yıl Newroz’un yaygınlık, kitlesellik ve coşku bakımından olduğu kadar, Kürtlerin ulusal demokratik taleplerini somut olarak ortaya koymaları açısından da bir önceki Newroz kutlamalarından farklılıklar taşıyacağı görülüyor.

Kürt halkının dinmeyen mücadelesiyle birlikte bunu besleyen birden fazla faktör bulunuyor. 2011 Haziran genel seçimleri öncesi ve Anayasa tartışmalarının sürdüğü bu koşullarda yapılacak kutlamalar ulusal ve demokratik halk hareketinin bir hamle hareketi rolü oynayacağını belirleyen en önemli faktörler, Demokratik Bölgesel Özerklik ve İki Dilli Yaşam talepleridir. Kürt halkı Newroz kutlamalarını sadece inkar ve asimilasyona karşı değil, aynı zamanda oyalama, hareketi tasfiye etme, Kürt işbirlikçi çevreleriyle sistemin kurmak istediği yeni ittifak politikalarını, liberal Kürt burjuva ve “sol” liberal çevrelerinin ve tarikatların, cemaatlerin, şeyh ve ağaların AKP etrafında kurmak istedikleri “alternatif Kürt hareketi” yaratma hesaplarını da bozmayı hedefleyecektir. Zira Newroz gelişip güçlenmekte olan Kürt özgürlük mücadelesini kuşatma ve boğma hareketine karşı daha güçlü bir hedefin ortaya konulduğu dönem olma işlevi görebilirse, karşı karşıya bulunan sorunları çözmede bir dönüm noktası olacaktır.

PKK’nin, ateşkes ya da “çatışmasızlık süreci” olarak ilan ettiği koşulları bir bekleyiş süreci olarak ele almadığı, yerellerde birimlere dayalı bir örgütlenme ve mücadele modelini oturtmak istediği görülüyor. KCK operasyonun asıl hedefi de bu halk örgütlenmesi görünüyor. Ulusal talepler kapsamındaki mücadele ve giderek artan işsizlik, sefalet ve gelecek kaygısının biriktirdiği patlama öğelerini, kapitalizme karşı yöneltmek, işçi ve emekçi hareketini ulusal demokratik taleplerin bileşeni olarak ilerletmekte de Newroz önemli bir dönemeç olabilir. İşçi ve emekçilerin talepleriyle Newroz kutlamalarını güçlendirmeleri bu dönem daha da önemlidir. Demokratik Anayasa talebi, İki Dilli Yaşam, Bölgesel Özerklik, Bu süreci somut talepler ve kitlesel halk eylemleriyle desteklemek gerekecek. Ulusal Kürt hareketinin kendi özgünlükleriyle gelişip güçlenen yanını, Kürt işçi ve emekçilerinin hareketi olarak bu yanıyla güçlendirmek için bu sürecin hassasiyetle değerlendirmek gerektiği de sorunun diğer önemli bir yanı.

AKP’nin hesapları boşa çıkarıldı,

Son bir yıl içindeki gelişmelerin, Kürt halk hareketinde beklenti ve oyalama hesaplarını boşa çıkarma mücadelesi olarak geçtiğini de kaydetmek gerek. Zira geride kalan bir yıllık gelişmelere bakmak bile bunu söylemek için yeterli veri sunmaktadır. Ancak Kürt sorunu gibi tarihsel bir sorun için bir yıllık gelişmelerden öte bir halkın tarihi, büyük bir birikim ve mücadele yılları göz ardı edilmemelidir. Tabii ki başkaca faktörler de hesaba katılmalıdır. Ancak 1 yıllık gelişmeleri önemsemek ve hangi gelişmelere dayanak olacağını da görmek gerek.

AKP Hükümetinin “açılım” politikasının gerçek amaçlarının açığa çıkmış olması, Kürt ulusal hareketinin tasfiyesine yönelik operasyonun ortaya çıkardığı reaksiyon ve gelişmeler, KCK Operasyonu adı altında yapılmış olan, yerel yöneticileri, eski milletvekili, simgesel isimler, insan hakları savunucusu, yazar, hukukçu, DTK başkanı ve yüzlerce siyasetçinin operasyonla gözaltına alınıp tutuklanması, tutukluların anadilde savunma yapma haklarının gasp edilmesi, iki yıla yaklaşan bir tutukluluk sürecine rağmen, örgütlenme ve düşünce özgürlüğü kapsamındaki çalışmalarında öte “bir suç unsuru” ve eylem olmamasına rağmen tutukluluk halinin devam etmesi, hareketi motive eden önemli faktörlerden biridir. 2010 Newroz’u öncesi yaşanan bu operasyon ve tutuklama karşısında bu yıl gösterilecek tepkinin bir önceki yıldan daha etkili olacağını söylemek için de bir çok neden bulunuyor. “Açılım” demogojisinin hala etkili olduğu, AKP’den beklentilerin sürdüğü, tutukluluk sürecinin kısa süreceği, gelip geçici bir rüzgar olarak değerlendirdiği 2010 koşullarında KCK operasyonunun yeterince idrak edilmediği, ancak bugün farklı bir hesabın bulunduğunun anlaşıldığı görülmektedir. AKP Hükümeti, Newroz öncesi bazı tahliyeleri gündeme getirerek, bir “yumuşama” hesabı gütse bile, Kürt hareketinin bunun bir seçim hesabı olarak değerlendireceği, halkın buna kanmayacağı da söylenebilir.

Yine Hizbikontranın AKP tarafından yeniden harekete geçirileceği yönlü endişeler, domuzbağı ve başkaca vahşi işkence yöntemleri de kullanarak, onlarca insanı katletmiş Hizbullah örgütü yönetici ve üyelerinin bir punduna getirilerek tahliye edilmeleri, KCK Davası tutuklularının durumu ile kıyaslanarak büyük bir öfke birikimi yaratmış bulunuyor.

12 Eylül 2010’da yapılan Referandum’da Kürt Bölgesi’nde yaşanan çok yönlü gelişmeler, KCK Davası duruşmalarında ortaya çıkan tutum ve yansımaları, Bölgesel Özerklik, İki Dilli Yaşam taleplerinin yükselmesi ve başkaca bir çok gelişme 2011 Newroz’unun nasıl geçeceğini gösteren verilerdir.

“Faili muçhul” cinayetler hakkında bazı eski koy korucusu ve itirafçısının beyanları, bazı eski JİTEM elemanları hakkında ortaya çıkan kanıtlarla birlikte, Mutki’de ortaya çıkan toplu mezarlar ve kazı yapılan diğer yerlerde toplu katliam ve toplu mezarların açığa çıkıyor olması, Newroz’da halk öfkesinin dışı vurumuna neden olacaktır. Bu yıl Newroz’un sadece kutlamalar ve güçlü gösterilerle kalmayarak, yer yer halk eylemlerine ve devletin şiddet uygulamalarına karşı büyük karşı koyuşlara ve direnişlere dönüşmesinin fazlaca verileri de bulunuyor. KCK Davası tutuklularıyla dayanışma amacıyla on binlerce insanın günlerce Diyarbakır (Amed) Adliyesi önünde birkmesi burayı bir miting alanına çevirmesi, polis şiddetine boyun eğmeyerek taleplerini dile getirmeleri de bunu gösteriyor.

Diğer yandan 2011’de Bölge’de ve dünyada açığa çıkan bir kaç faktörün Kürt halk hareketini daha da güçlü kılacak maddi ve manevi olanaklar sunduğunu da belirtmek gerek. Bu gelişmelerin ırkçılık ve şovenizm zehriyle zarhoş edilmek istenen Türk halkı üzerinde de olumlu etkide bulunması beklenmelidir. Bunlardan ilki Tunus’ta başlayan giderek Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerini etkisi altına alan Arap ve diğer ülke halklarının ayaklanmalarıdır. İslam coğrafyasında ortaya çıkan, Tunus diktatörü Bin Ali’nin tahtını yerle bir eden, Mısır’da halk ayaklanmasına dönüşen ve Mübarek diktatörlüğünü bitiren gelişmelerin, burada kalmayacağını söylemek için bir çok veri bulunmaktadır. İslam dünyasında gelişen iş, ekmek, özgürlük temelli mücadele ve ayaklanmaların halk iktidarlarına dönüşme potansiyeli aynı zamanda, ulusal kurtuluş ve sosyal kurtuluş mücadelelerine olanak sunmaktadır. Bu durum Kürt halkı için hem kendi mücadeleleri bakımından hem de bu ülke halklarının ayaklanmalarıyla dayanışma içinde olmak bakımından önem taşıyor.

Ocak ayının son günlerinde Ankara’da yaşanan bir trafik kazasında 11 Kürt tarım işçisinin yaşamını yitirmesiyle bir kez daha gözler önüne serilen göz ve yoksulluk gerçeği Newroz’da dile getirilecek diğer taleplere işaret etmektedir. Bölge’de işçi sendikalarının, kamu emekçileri sendikalarının, meslek örgütlerinin, demokratik mücadele örgütlerinin, köylü ve üretici sendikalarının, kadın ve gençlerin kendi talepleriyle Newroz kutlamalarında yer almaları dönemin ruhuna uygun bir gelişme olacaktır. Ulusal olan ile sınıfsal olanı, kadın talepleriyle, işçi taleplerini, gençlik hareketlenmesiyle, aydın hareketini birleştirirci bir tarza her zamankinden daha çok ihtiyaç duyulan günümüzde, Newroz’u sadece Kürtleri ilgilendiren bir kutlama ve mücadele günü olarak algılamak yanlış olacaktır. Doğrusu hem Kürt halkı ile dayanışma içi,nde olmak, Newroz’un Kürt halkı için anlamı ve önemini bilerek destek ve dayanışma göstermek, hem de Kürt, Türk, Arap, her dilden ve her inançtan Türkiye halkı olarak AKP’ye ve sermayeye karşı mücadeleyi geliştirip güçlendirmek olmalıdır. Demokratik bir Anayasaya ihtiyaç duyan tüm güçlerin seçimde de güçlerini birleştirmelerine vesile olması gereken bir platform olarak, 8 art Dünya Emekçi Kadınlar Günü, Newroz ve arkasından işçi sınıfının birlik dayanışma ve mücadele günü 1 Mayıs önemli bir zemin olabilir.

barış ve demokratikleşme mücadelesi ve türkiye barış meclisi

  

Uğruna verilen onca mücadeleye rağmen barış, insanlığın temel özlemi olmaya devam ediyor.

Yeni paylaşım arayışlarının ortaya çıkardığı sorunların, çatışmaların, eşitsizlikler ve yönlendirilebilir ekonomik krizlerin, barış için sürekli tehditler yarattığı bir dünyada yaşıyoruz.

Ülkemiz, uzun yıllardır süregelen ve gittikçe ciddi bir iç savaş biçimi alma eğilimi gösteren bir çatışma ve şiddet ortamında yaşıyor.

Bugün, dünyada, savaşın olduğu kadar barışın da merkezi bölgemizdir. Emperyalist saldırının yarattığı tüm düğümler buradadır, çözüm de buradadır.

‘Türkiye’nin barışı’, bölge ve hatta belki de dünya barışının gerçekleştirilebilmesi mücadelesinde öncelikli bir öneme sahiptir.

13–14 Ocak 2007 tarihlerinde Ankara’da gerçekleşen ‘Türkiye Barışını Arıyor Konferansı’ sonuç bildirgesinde şöyle denilmekteydi:

Sonuç olarak bu konferans, aynı zamanda bir barış meclisi işlevi görmüştür. Ancak, ortaya çıkan program taslağının olgunlaştırılması, topluma mal edilmesi ve siyasetin gündemi haline getirilmesi için uzun erimli ve toplumsal katılımla zenginleşecek, örgütlü bir çalışmaya ihtiyaç vardır. Amacımız, bu konferansın barışı inşa edecek bir toplumsal örgütlenmeye öncülük etmesidir.

İşte bu kararın sonucu olarak oluşan Türkiye Barış Meclisi, evrensel, tarihsel deney ve birikimlerin ışığında güncel sorunları değerlendirerek, ülkemizde barışın kazanılması için aşağıdaki program ve iç işleyiş kurallarını kabul etmektedir.* (‘Türkiye Barış Meclisi Kuruluş Bildirgesi’ giriş bölümü)

Türkiye Barış Meclisi; bazı bölgelerde ileri boyutta olmak üzere, tüm Türkiye çapında ırkçı ve gerici kampanyanın sürdürüldüğü, Kürt sorununda savaş ve şiddetin tek çözüm yolu olarak kutsandığı, Türk ve Kürt halkı arasındaki güçlü kardeşlik bağlarının tahrip edilerek, militarizme kurban edilmek istendiği ve Türk şovenizminin linç girişimleriyle ayyuka çıkarıldığı koşullarda ve aynı zamanda, Türkiye, Bölge, Ortadoğu ve dünyada barışa ve barış hareketine büyük ihtiyaç duyulan bir zamanda kuruldu.

Türk, Kürt liberal burjuva çevrelerden, Kürt ulusal demokratik hareketine, İslami çevrelerden, Alevi kesimlere, reformist çevrelerden, Marksistlere kadar, farklı geleneklerden birçok parti, örgüt, dernek, akım ve çevreyi kapsayan; aydınları, akademisyenleri, politikacıları, sendikacıları, işçileri, kadınları ve gençleri bünyesinde barındıran demokratik bir mücadele mevzisi olarak kurulan Türkiye Barış Meclisi (TBM), aynı zamanda, yeni ve özgün bir birleşik mücadele deneyimi olması açısından da önemlidir ve üzerinde durmayı gerekli kılmaktadır.

Türkiye’nin birçok bölgesinden Kürt, Türk, Arap, Laz, Ermeni, Çerkez… farklı uluslardan, her inanç ve farklı düşünceden 375 Türkiye Barış Meclisi üyesinin katıldığı bir toplantıyla, Ankara’da Dünya Barış Günü olan 1 Eylül 2007’de kuruluşunu ilan eden Türkiye Barış Meclisi, illerde ve ilçelerde bir süreden beri devam eden barış ve demokratikleşme mücadelesinin ürünü ve toplamı olarak doğdu. Birçok ilde, ilçede, üniversite ve çeşitli alanlarda bir araya gelen ve barış için bir şeyler yapma çabası gösterenlerin, Türkiye Barış Meclisi üyesi, aktivisti olma ya da onunla ilişki kurarak çalışmayı ilerletme ihtiyacı duyması gibi gelişmelerin de gösterdiği gibi, Türkiye Barış Meclisi, barış sorununa ilişkin şimdiye kadar sürdürülen hemen tüm çalışmalardan daha kapsayıcı ve güçlenme potansiyeli olan bir çalışma olarak ilgi görmektedir.

Barış sorununu soyut ya da uzak bir geleceğin sorunu olarak değil, güncel, somut ve gerçekleşebilir bir mücadele sorunu, hak ve özgürlüklerin kazanılması, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun demokratik çözümü için mücadeleyi güçlendirerek ilerletmek amacıyla ele alan ve kitleselleşmeyi amaçlayan demokratik bir örgüt olarak ve hemen her kesimin dikkatlerini üzerine çekerek doğan TBM, aynı zamanda, çok farklı kesimlerin ortak bir çalışma yürütmeleri bakımından da önemli bir deneyim sunmaktadır.

Özgün koşullarda oluşup gelişen ve daha önce geçici ve kalıcı amaçlarla kurulan insan hak ve özgürlüklerinden yana çeşitli mücadele ve müdahale araçlarından, benzer amaçlarla kurulan ve halen faaliyet sürdüren oluşumlardan farklı olan ve kendine özgü bir gelişim seyri izleyerek ilerleyen TBM, kuruluşunu yerel meclislerin çalışmalarına dayandırarak ve yerellerde heyecan yaratarak ilan etti.

TBM, çeşitli alanlarda çalışma sürdüren ‘dernek’, ‘vakıf’, ‘koalisyon’, ‘platform’, ‘girişim’, ‘inisiyatif’ gibi oluşumları da kapsayan, farklı partilerde çalışan isimlerin yer aldığı, bu oluşumlarda bulunanların da önemli oranda temsil edildiği, ancak bünyesinde yer alan bu oluşumların tek tek toplamı olmayan, kendine has bir program, tarz ve üslup geliştiren, örgüt, parti ve çevrelerin bileşimi ve koalisyonu değil, yeni ve özgün bir örgütlenme modeli olarak kurulan ve çalışmalarını bu yaklaşımla sürdüren bir örgütlenme. Türkiye Barış Meclisi, şimdiki haliyle henüz olmasa da, güçlü ve kitlesel bir demokratik hareket olmaya aday.

Programında da belirtildiği gibi, barışı inşa edecek bir toplumsal örgütlenmeye öncülük etmeyi amaçlamakta olan TBM’nin daha güçlü ve kapsayıcı olması ve daha yaygın hale getirilmesi hedefini bir yana bırakarak söyleyecek olursak; yerel temsiliyete sahip meclisler üzerine oturan Türkiye Barış Meclisi, İHD, Barış Derneği, Mazlum-Der gibi her biri farklı zeminde ve/veya ihtiyaçlardan doğan ve çalışmalarını insan hak ve özgürlüklerine yönelik saldırı ve kısıtlamalara karşı sürdüren oluşumlardan farklı bir içeriğe ve çalışma tarzına sahip bulunuyor. Yine, Barış Girişimi, Küresel BAK vb. gibi sınırlı kalan, genişleme potansiyeli ve perspektifine sahip olmayan, yine fraksiyonel davranan ve dönem dönem etkinlikler düzenleyen oluşumlarla da kıyaslanmayacak bir bileşim genişliği, kapsayıcılık, harekete geçirme yeteneği potansiyeli ve etkiye sahip bulunuyor.

Eğer doğru değerlendirilebilir, sorumlu davranılır ve gerekli özen gösterilebilirse, Türkiye Barış Meclisi, yerellerde tüm barış ve demokrasi güçlerini bir araya getirebileceği gibi, çeşitli nedenlerle bu yönlü bir çalışma içinde olmayan ya da olamayan saygın ve güvenilir isimleri, barış ve kardeşlikten yana tek tek insanları, “kanaat önderleri”ni, saygın isimleri ve her kesimden çevreleri kapsayan, bir araya getiren, halk güçlerine moral ve umut veren oldukça güçlü bir demokratik mevzi haline gelebilir. Gelişmeler karşısında tutarlı ve doğru bir tutum alması, tüm mağdur ve mazlum kesimleri gözetmesi, devletten, hükümetten ve anti demokratik güçlerden gelen tüm saldırılara karşı, barışta ve demokratikleşmede ısrar ve kararlılık göstermesi ve tabii ki darlaşma zaafına düşmeden, genişleme perspektifiyle hareket etmesi halinde, gücüne güç katan demokratik bir güven ve mücadele merkezi olmaması için hiçbir neden bulunmamaktadır.

İzah ettiğimiz tüm özelliklere ve potansiyele sahip olan, güçlü bir zemine oturan Türkiye Barış Meclisi, daha girişim aşamasındayken, 13–14 Ocak 2007’de Ankara’da gerçekleştirdiği “Türkiye Barışını Arıyor Konferansı” ile güçlü bir ses verdi. Dünyaca ünlü, Kürt asıllı, ancak Türkçe yazan ve Türkiye’nin en saygın edebiyatçılarının başında sayılan Yaşar Kemal’in açılış konuşmasıyla açılan söz konusu Konferans büyük yankı uyandırdı. Kürt sorununun tartışılması ve diyalog yolunun açılmasında önemli bir güç oldu. Kürt sorununun şiddetten arındırılarak diyalog ve demokratik adımlar atılarak çözülmesi yönlü fikrin daha da güç kazanmasında ilgi uyandırdı. Kürt sorununda süregelen inkârcı tutumun ve şiddet yöntemlerinin kaynaklık ettiği ve ortaya çıkardığı silahlı hareketi ve çatışma ortamını demokratik barışçı yola sevk edecek yöntemin veya yöntemlerin tartışılması ve bulunmasında önemli bir sorumluluk üstlenebileceğini de gösterdi.

Programının birinci bölümünde, amacını, “1) Silahlı çatışmaların durdurulması ve Kürt Sorununun barışçıl çözümü başta olmak üzere, Türkiye’de ayrımsız herkes için demokrasinin, insan haklarının, özgürlüklerin ve sosyal adaletin tesisi barış çalışmalarının temel amacıdır” biçiminde ifade eden Türkiye Barış Meclisi, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorunun demokratik çözümünden yana olan, bunun için mücadele eden emek, barış ve demokrasi güçlerinin büyük bir bölümünü kapsayan ve bu kapsamda değerlendirilen tüm güçlerin enerji ve potansiyelini bünyesinde toplayacak program ve perspektife sahip bulunuyor. Aynı zamanda Türkiye aydın birikiminin önemli bir bölümünü daha şimdiden temsil eder hale gelen TBM, sürdürdüğü çalışmalarını yerellerde daha da güçlendirme ihtiyacı ile karşı karşıya bulunuyor.

 

TÜRKİYE BARIŞ MECLİSİ TÜRKİYE’NİN HER YANINDA ÖRGÜTLÜ BİR GÜÇ HALİNE GETİRİLEBİLİR

Barış ve demokrasi güçlerini birleştirme ve ilerletme amacında olan sınıfın partisi bakımından bu çalışma oldukça önemsenen bir çalışmadır. Programı ve perspektifiyle önümüzdeki süreçte önemli bir mücadele merkezi oluşturmaya aday bu çalışma, tüm işçi sınıf devrimcileri, aydınlar ve ilerici güçler tarafından sarıp sarmalanması gereken bir çalışma olmalıdır. Aynı zamanda farklı gelenek ve kültürlerden, farklı meslek ve düzeyden temsiliyetlerin ortak bir çalışma yürütmeleri, ortak çalışma kültürü geliştirmeleri ve bu alanda yetkinleşmeleri bakımından da önemli olanaklar sunan TBM, her alanda örgütlenebilir.

TBM çalışması, sadece merkezi düzeyde sürdürülen bir çalışma olmadığı gibi, yalnızca Ankara, İstanbul, İzmir gibi metropollerde sürdürülecek ve dönem dönem bazı etkinlikler düzenlemekle sınırlı olan bir çalışma veya bir süre yoğunlaşılan bir kampanya çalışması da değildir. Söz konusu merkezlerde mevcut durumundan daha da ileride olması gerektiği, hâlâ eksik ve zaafları olduğu bilinerek, buraların güçlendirilmesi için bu alanda çalışma yürütecek görevlendirmelere ihtiyaç duyulduğu görülmektedir. Yine çalışmayı sadece örgütlerimizin bulunduğu iller ve ilçelerde değil, mevcut gelişmelerden, anti demokratik uygulamalardan, baskı ve şiddetten rahatsız olunan her yerde ve bir araya gelme potansiyeli taşıyan her alanda sürdürmek rahatlıkla mümkün. Türkiye Barış Meclisi çalışması, her yerde ve her alanda başlatılabilir ve ilerletilebilir bir çalışma olarak düşünülmelidir. Bu çalışmayı başlatmak ve sürdürmek için, mutlaka birkaç partinin ya da değişik çevrelerin bir araya gelip toplantılar yapması ve kararlar almasını beklemek de gerekmiyor. Sınıfın partisince başından beri önemsenen ve içinde yer alınan bu çalışmanın bize gösterdiği, bu çalışmanın ve Türkiye Barış Meclisi’nin Türkiye’nin barış ve demokratikleşme mücadelesinde önemli bir işleve sahip olduğudur. Bu durum, TBM’ye karşı görev ve sorumluluklarımızı daha da arttırmaktadır.

 

1 EYLÜL BARIŞ GÜNÜ

1 Eylül 1939, Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıç tarihi. Hitler faşizminin Polonya’yı işgaliyle başlayan bu tarihten sonra 6 yıl süren ve 2 Eylül 1945’te sona eren II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda 22 milyonu Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği vatandaşı olmak üzere, 54 milyon insan hayatını kaybetti. Yine milyonlarca insan sakat, yaralı, aç ve sefil yaşamak zorunda kaldı. Kızıl Ordu’nun direnişi ve Sovyet halkının mücadelesi savaşa son verdi. Kapitalist dünyanın etkisiz kılınarak savaş karşıtı bir bloka çekilmesi ve dünya halklarının dayanışmasıyla 1945’te Moskova önlerinde durdurulmasından ve Hitler ordularının yenilmesinden sonra, insanlığa büyük acılar yaşatan savaşların bir daha yaşanmaması dileğiyle savaşın başladığı tarih olan 1 Eylül, Dünya Barış Günü olarak ilan edildi.

Ancak başta ABD olmak üzere emperyalist ülkeler kana doymadılar. Daha II. Dünya Savaşı’nın fiilen bittiği günlerde ABD’nin Hroşima ve Nagazaki’ye attığı atom bombalarıyla Japonya’da 250 bin kişi hayatını kaybetti. Yüz binlerce insan sakat kaldı. ABD, SSCB’nin dünya halkları nezdinde kazandığı büyük saygınlığı hazmedemeyeceğini ve önümüzdeki yıllarda başlatılacak yeni bir rekabet ve çatışmanın ilanı olmak üzere Japonya’ya attığı bombayla birlikte “soğuk savaşı” da ilan etmiş oldu.

Kapitalist Dünyanın tetikçisi Hitler ve yenilgi yılları

Kapitalist dünya ağır sömürü ve baskı koşullarından, yumuşama dönemine yönelmek zorunda kaldı. Sosyalist SB’nin yanı başındaki Avrupa’da “sosyal devlet” olgusu gecikmeden dereye sokuldu. Sosyal demokrasi desteklenerek sosyalizmin önün kesmek üzere atağa geçirildi. İşçi sınıfının hak ve özgürlük talepleri, çalışma koşulları, çalışma süreleri, sendika ve sigorta haklarında genişlemeler gerçekleşti. Kadın haklarında gelişmeler oldu. Gençliğin taleplerinin karşılanmasında ilerlemeler oldu. Eğitim ve sağlık başta olmak üzere ileri adımlar atıldı. Sosyal hayatın, kültürel yaşamın zenginleşmesi sağlandı. Diller, kültürler, inançlar üzerindeki baskının azaltılması, yerel yönetimlerin, yerel parlamentoların güç kazanması yönlü istekler karşılanmaya başlandı. Böylece “sosyalizme gerek bıraktırmayacak bir gelişme” için adımlar atılırken, diğer yanda emperyalist kapitalist dünyanın güç kazanması, silahlanması, Stalin’in Hitler ile aynı kefeye konularak hedefe konulması ve SSCB’nin içeriden ve dışarıdan kuşatılması süreci de işletiliyordu.

ABD II. Dünya Savaşı’nın sonuçlarını terse çevirmek istiyor.

ABD II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan ve hiçbir zaman hazmedemediği tabloyu değiştirmek için sürdürdüğü mücadelede atağa geçmiş bulunuyor.

O, bu gün de dünyayı kana bulamaya devam ediyor. Bir dönemim Nazi Almanyasının rolünü de üstlenmiş olan Bush yönetimi, kapitalizmin doğasında bulunan savaşları, işgalleri ve dünya egemenliği için silahlanmayı hızla sürdürüyor. SSCB’nin kapitalist dünyaya tesliminden sonraki süreç ABD ve müttefiklerinin gemi azıya aldığı yıllar olarak tarihe geçti. Başta SSCB ülkeleri ve halkları olmak üzere Kafkaslar, Balkanlar savaş ve çatışma alanları oldu. İşgaller ardı ardına sürüyor. Adını renklerden alan turuncu vb. “devrimler” peş peşe devreye sokuldu. İç karışıklıklar çıkarmak için provokasyon ve kışkırtmalar devam ediyor. Bölge ülkelerinin bir birine karşı kışkırtılması ve savaşa sokulması son olarak Gürcistan’ın G. Osetya’ya saldırısıyla gündeme geldi. Yeni savaş ve çatışma alanları yaratmak üzere kışkırtmalar devam ediyor. Afganistan ve Irak işgalleri devam ediyor. İran hala hedefte duruyor. Suriye’nin etkisizleştirilmesi yönlü çabalar sürüyor. İsrail’in başta Filistin halkı olmak üzere tüm Ortadoğu’da bir koçbaşı olarak işlev görmesi sürüyor. Türkiye’nin BOP kapsamında öncü rol üstlenmesi ve ABD’nin bölge karakolu işlevi görmesi çabaları hızla sürüyor. Ortadoğu ve Kafkaslar önümüzdeki dönemin yeni savaş ve çatışma alanları olarak ABD’nin hedefinde bulunuyor. Rusya’nın Osetya ve Abhazya üzerinden başlattığı süreç ve Gürcistan’a yönelik saldırgan tutumuyla birlikte ABD ve Rusya’da cisimleşen çatışmanın tüm bölge halklarını bir kapışmanın içine çekecek potansiyel taşıdığını kaydetmek gerekiyor.

Barışı savunmak ve Kürt sorunu

Bu gün barışı savunanların Kürt sorununu atlamamaları gerek. Türkiye söz konusu olunca ve barıştan söz ediliyorsa öncelikle Kürt sorunu ve çözüm yolu ele alınmalıdır. Bir çok yerde gerçekleştirilen barış festivallerinde de bu sorun atlanmadan ele alınmalıdır.

Türkiye Kürt sorunundan kaynaklı olarak bir çatışma süreci içinde bulunuyor ve egemenler cephesinde bunu durdurmaya yönelik bir gelişme görünmüyor. Kürt halkının eşit haklara dayalı barış içinde demokratik bir ülkede yaşa özlemi, ABD güdümündeki yönetim tarafından karşılanmak bir yana, şiddeti ve çatışmaları derinleştirerek sürdürülmek isteniyor.

Ancak gelinen yerde Türk ve Kürt halkının bu çatışma sürecine, her gün önümüze sürülen cenazelere tahammülü kalmamıştır. Sömürü ve baskıyı derinleştirmek, halklar arasındaki kardeşlik duygularını tahrip etmek, silahlanmayı arttırarak, Bölge’yi kan gölüne dönüştürmek isteyen hükümete ve Türkiye egemen güçlerinin silahlı çözümüne karşı mücadeleyi yükseltmekten başka çıkar yol görünmemektedir.

Türkiye Barış Meclisi etrafında daha da güçlendirilmiş bir mücadele ile AKP’den ve egemen güç odaklarından hiçbir beklenti içine girmeden, barışın ancak mücadele ile, iki halkın birlikte örgütlenmesiyle gelebileceğini bilerek ilerlemek gerekiyor. Sosyalistler barışı, barış mücadelesinin tarihini unutmadan, kapitalizme, işgallere ve savaşlara karşı mücadele perspektifiyle, özgürlük ve demokrasi için barış mücadelesinde ısrarcı olmaya devam edeceklerdir.

 

2008 newroz’unun gösterdiği

 

 

Bu yıl Newroz, 25.’si gerçekleşen sınır ötesi harekatın ardından kutlandı. 10 bini aşkın askerle, savaş uçakları, tank atışları ve şoven kışkırtmayla takviye edilmiş harekat, sadece silahlı Kürt hareketine karşı değil, aynı zamanda, Kürt demokratik halk hareketine karşı gerçekleştirildi. Harekat, Kürt sorununun bölgesel ve dünya ölçeğinde bir sorun olmasını daha da kuvvetlendirdi. Yerel yönetimleri ve parlamentodaki Kürt temsiliyetini baskı altına almayı ve dağıtmayı da hedefine koyan saldırılar ve harekat, aynı zamanda, hükümet ve yargı cephesiyle de destekleniyordu. DTP’ye açılan kapatma davası, milletvekilleri hakkında açılan davalar, belediye başkanlarının görevden alınması, peş peşe açılan davalar ve AKP’nin başta Diyarbakır olmak üzere, Batman, Dersim gibi illerdeki yerel yönetimleri kazanmak üzere planlar gerçekleştirmesi ve bir dizi başkaca hesap, askeri harekatı tamamlayan gelişmeler olarak değerlendirilebilir.

Ancak Newroz kutlamalarındaki tutumda ve kitlesellikte de ortaya çıktığı gibi, askeri harekat ve AKP hükümetinin saldırıları, ulusal demokratik talepler için verilen mücadeleyi geriletememiş, dahası kitlesel sokak hareketini ve mücadeleyi daha da canlandırmış ve güçlendirmiş bulunuyor.

İkincisi, bu yıl Newroz kutlamaları, önceki yıllardan farklı olarak, DTP’nin parlamentoda bir gruba sahip olduğu koşullarda gerçekleşti. Kürt halkı, yerel yöneticileriyle birlikte, ulusal temsilcilerinin de katılımıyla kutladı bayramını. Kutlamalarda ulusal motifler, sadece renklerden ibaret değildi. Ulusal ve yerel temsilcilerin ulusal kıyafetlerle katıldığı kutlamalarda, halka kendi dilleriyle hitap etmesi de, bu yılın kutlamalarındaki temel espriydi. Diyarbakır’da Newroz, bu yıl, halkın tercih ettiği ve yerel yönetimin hazırladığı yeni kutlama alanında gerçekleşti. Valiliğin yasaklama tehdidine boyun eğilmedi ve halk inisiyatifi kutlamaya damgasını vurdu. Bu kazanım ve genel olarak bölgede gelişen ulusal demokratik kitlesel hareket, önümüzdeki dönem için önemli gelişmelere işaret etmektedir.

Newroz’un gösterdiği, devletin Kürt halkının parlamentodaki ve yerel yönetimlerdeki temsilcilerine yönelik saldırının boşa çıkarılacağıdır. Halk ve demokrasi hareketı püskürtülememiş, tersine, güç ve dinamizm kazanmıştır. AKP’nin bölgede güç kazanması, yeni yerel yönetimler alması bir yana, giderek silinmesinin koşulları da hazırlanmaktadır. Kürt demokratik hareketi seçimlerden önce AKP karşısında girdiği yanlış tutumdan giderek uzaklaşmakta, AKP’yi hedefine koyar hale gelmektedir. Bölge halkı, Newroz kutlamalarına yönelik saldırıyı, iki kişinin öldürülmesini, gözaltı, işkence ve tutuklamaları da AKP’ye karşı mücadele birikimi yapacaktır. Bunlar, önemsenmesi gereken olumlu gelişmelerdir.

Diğer bir gelişme, kutlamalarda Kürt gençliğinin, işçi ve emekçilerin, işsiz ve yoksul kesimin egemen hale gelmesidir. Slogan ve taleplerin açık ve net olarak dile getirilmesidir. Kürt halk hareketı, kendi sağlam dinamiklerini büyütmektedir. Hareket ayrışmakta, üst sınıflar, işbirlikçi kesim, AKP ve diğer burjuva tercihlerle baş başa kalmaktadır. AKP’ye karşı gelişen güçlü hareket, aynı zamanda Kürt işbirlikçi çevrelerini de etkisiz hale getirmektedir.

Bu gelişmeler, Kürt demokratik hareketinin, emekçi taleplerini sahiplenme, emek güçleriyle birleşme konusunda büyük bir istek içine girdiğini de göstermektedir.

Kürt demokratik hareketinin emperyalizm ve bölge gericilikleri karşısında daha temkinli bir söylem ve tutum içine girdiği de buna eklenirse, Kürt demokratik hareketinin, önümüzdeki süreçte, direnen emekçi bir karakterle daha da sağlamlaşacağını söylemek mümkün. Bununla birlikte, Kürt sorununun çözümünün, dışarıda, AB, ABD gibi çevrelerde değil, Ankara’da aranması gerektiği fikri de giderek güç kazanmaktadır. Kürt halkının parlamentodaki temsilcilerini sahiplendiği/sahipleneceği, bu mevziiyi güçlendirerek ilerleyeceği açıkça görülmektedir.

Kürt halkının ve temsilcilerinin muhatap alınması ve Kürt sorunun çözümü için adım atılması, bunun zorlanması için mücadele isteği daha da güçlenmektedir.

Bölge’de 1 Mayıs kutlamalarının bu yıl daha yaygın gerçekleşmesinin koşulları da elverişli hale gelmektedir. Sınıfın partisi, partinin bölge örgütleri bu elverişli koşulları değerlendirmek için zamanı ve araçları özenle kullanabilirlerse, gelişmenin yönü üzerinde etkide bulunabilecektir. Kürt halkının hak ve özgürlükleri, temel ulusal siyasi talepleriyle emek taleplerinin birleştirilmesi halinde, daha güçlü ve kitlesel adımların atılmaması için bir neden bulunmamaktadır. 2008 Newroz’u, başkaca bir çok gelişmenin içinde kutlanmış, birçok gelişmeyi etkilemiştir.

Türkiye oldukça ilginç gelişmelerin içinden geçiyor. Hükümet partisi hakkında kapatma davasının açıldığı, çetelere yönelik operasyonun her kliğin kendi derin güçlerini yaratma çabasıyla kıyasıya bir hesaplaşmaya sahne olduğu, burjuva kamplaşmanın emekçileri yedeklemek üzere kullanıldığı, diğer tarafta emek hareketinin güç ve güven biriktirdiği koşullarda, Kürt demokratik hareketiyle Türkiye işçi ve emekçi hareketini birleştirme görevi sınıfın partisinin önünde temel görev olarak durmaktadır.

Bir makale, bir görüşme, bir söyleşi ve “Kürt sorunu tarafından rehin alınmış Türkiye”ye biçilen yeni rol

Bir makale, bir görüşme, bir söyleşi ve “Kürt sorunu tarafından rehin alınmış Türkiye”ye biçilen yeni rol

M. ZEKİ FIRAT

 

Uzun yıllar Türkiye’de de çalışmış olan CIA’nın Ortadoğu İstasyon şeflerinden Graham Fuller, geçtiğimiz günlerde, BBC ile yaptığı bir söyleşide; “Türkiye Kürt sorunu tarafından rehin alınmış durumda, ancak doğru yolda ilerliyor” tespitiyle ilgi çekici açıklamalarda bulundu. Yeni ABD başkanının seçildiği günlerin ertesinde yapılan ve üzerinde çalışıldığı gözden kaçmayan, her cümlesi hesaplanarak ifade edilmiş olan söyleşi, Türkiye’nin esir alındığı Bush politikalarından sonra, bu defa, Obama ve ekibinin yeni planlarıyla kuşatılacağını ve Ortadoğu’daki bataklığa farklı ve “daha cazip” gerekçelerle çekileceğini göstermektedir.

Fuller’in yaptığı tespit ve önermeler Türkiye medyasında geniş yer buldu.

Söyleşinin Türkiye’de tartışıldığı ve haber olarak yayımlandığı gün, gazetelerde, The New York Times İstanbul muhabiri Sabrina Tavernise imzasıyla “Reformlar duraklıyor, liberaller artık ateşkesi sürdüremiyor başlığıyla çıkan bir makalede ise, AKP(’nin) reformcu politikalardan vazgeçerek daha milliyetçi bir çizgiye kaydığı için liberal köşe yazarları ve entelektüellerin artık Erdoğan’ı eleştirmeye başladığı belirtiliyordu.

The New York Times’ta yayımlanan makalede ayrıca, “Başbakan Erdoğan’ın Türkiye’nin güçlü ordusuna yakınlaştığı” belirtilerek, liberal Türk yazar ve entelektüellerinden Hasan Cemal, Mehmet Altan, Yasemin Çongar ve Kürt yazar Altan Tan’ın hayal kırıklıklarına ve AKP hakkındaki tespitlerine de yer verildi.

BBC’nin Fuller ile yaptığı söyleşi ve The New York Times’ta yayınlanan makalede üzerinde durulan konular, Kürt sorunundaki gelişmeleri, yaşananları ve geleceğe dair politik yaklaşımları da ortaya koyuyor ve üzerinde durmayı hak ediyor.

Yine aynı gün gazetelere konu olan başka bir gelişme ise, Türkiye AB Karma Parlamento Komisyonu Eş Başkanı Lagendijk’in AB-Türkiye ilişkilerine dair açıklama ve yorumlarıydı. Kürt sorunu, AKP’nin kapatılma davası sonrasında aldığı tutum ve gelişmeler, “AB reform süreci”nin tıkanması, DTP’nin kapatılma davası ve DTP Genel Başkanı Ahmet Türk ile Lagendijk’in diyaloguna da medyada yer verildi. Türk-Lagendijk diyalogu da kayda değer mesajlar içeriyordu: “Kapatma davasından sonra AKP’nin takındığı tavırla, DTP’nin önemini daha iyi anladık diyen Lagendijk’e, Türk’ün “Bizi yalnız bıraktınız” yönlü serzenişi de eklenince, önümüzdeki günlerde Kürt sorunu konusundaki gelişmelerin boyutu daha da genişliyor.

Değinilen her üç gelişmenin gösterdiği, önümüzdeki günlerde Türkiye’de Kürt sorunu ve diğer alanlarda yaşanacak gelişmelerin boyut kazanacağıdır. Sözü edilen gelişmeler, uluslararası müdahaleler, kuşatılmışlık, AKP’ye biçilen rol ve Kürt sorunu üzerinden yapılmak istenen hamleler hakkında da önemli mesajlar vermektedir.

Sorunun daha iyi anlaşılması için, Eski CIA İstasyon Şefi Fuller’in BBC ile yaptığı söyleşide dile getirdikleriyle devam edelim. Mutlu bir Diyarbakır dış siyasette önemli bir araç olur diyen eski CİA İstasyon şefi, “Türkiye’nin, Kürt sorununu çözmesi halinde bölgede lider ülke olacağını” belirterek şöyle devam ediyor: “O zaman İran, Irak ve Suriye’nin kendi Kürt nüfusundan korkması gerekecek. Çünkü Türkiye söz hakkını elde edecek.” Fuller, yeni dönemde Türkiye’ye “bölge gücü” olmayı önermektedir! ABD’nin BOP ile gündeme getirdikleri revize edilerek, yine Kürtlerin özgürlük talepleri istismar edilerek,  Kürtler himaye edilerek ilerlemek gerektiğini açıklıyor. Fuller’in ilgilendiği, yıllardır ezilen ve sömürülen Kürt halkının durumu ve talepleri değildir. O, ABD’nin yeni dönemde üstünlük sağlamak için Türkiye’nin önüne atılacak yemleri allayıp pullayarak Türkiye’nin ağzını sulandırmakla, Kürtleri, direniş ve mücadeleden alıkoyup Kürt burjuvalarının ve işbirlikçilerinin peşine takmakla meşguldür.

Amerikan istihbarat örgütlerini bir araya getiren ve bir süre önce küresel beklentiler raporunu açıklayan Amerikan Ulusal İstihbarat Konseyi’nin başkan yardımcılığını da yapan Fuller, söyleşide, Türkiye ve ABD çıkarlarının birbiriyle uyuşmadığını söyleyip Türkiye’nin Washington yörüngesinde olmayan bir siyaset izlemesi gerekir” diyerek, iddialarını şöyle sürdürüyor: “Türkiye’nin Amerikan planlarına dahil olması idam fermanını imzalaması anlamına gelir.

Fuller, Türkiye’deki ABD karşıtlığını da gözeterek hareket etmektedir. Daha makul olanı önerdiğini düşünmektedir. Maniple edici sözler ve olanaklar sunduğunu düşünmektedir. Ama burada, Bush politikalarının iflasını ilan etmek, ABD’nin ve onun BOP ile Ortadoğu halklarına sömürü, baskı, acı ve gözyaşından başka bir şey sunmadığını ikrar etmek yerine, hileli yollara başvurarak, dolanarak ve Türkiye’ye büyük payeler biçerek, yeni tuzaklar sunmaktadır.

Türkiye’nin bir bölge gücü olma potansiyeli taşıdığını, ancak Kürt sorununu çözmedikçe bunu başaramayacağını belirten Fuller, Kürt sorununu çözmeden Türkiye bir bölgesel güç olabilir mi? sorusuna ise, “Bu kesinlikle mümkün değil. Türkiye, Kürt sorunu tarafından rehin alınmış durumda. Mutsuz bir Diyarbakır, Türkiye’yi bölgede güçsüz hale getirir ve Kürt sorununu manipüle etmek isteyen düşmanlarının yönelimlerine karşı daha savunmasız kılar. Bu, Türkiye’nin Irak, İran ve Suriye ile ilişkilerinde elini bağlayan bir unsur olur. Ancak, mutlu bir Diyarbakır, Türkiye’nin dış siyasetinde kullanabileceği çok önemli bir araç olacaktır.” yanıtını vererek, Türkiye’nin ağzını sulandıracak stratejisini daha da somut olarak açıklamaktadır: Türkiye, kendi Kürt sorununu çözebilirse, bölgede daha güçlü olabilecek ve o zaman İran, Irak ve Suriye’nin kendi Kürt nüfuslarından korkması gerekecek. Çünkü o zaman Türkiye Kürt meselesi konusunda söz hakkını eline geçirecektir.

Bu değerlendirmeyle, Fuller, ABD’nin yeni dönemde Türkiye ve Kürt sorunu alanında önüne koyduğu ya da koymayı düşündüğü hedefleri de sıralamış bulunmaktadır.

Fuller, Kürtleri de cezbedici öneriler sunduğunu düşünmekte ve bunu özellikle yapmaktadır. Dahası, Türk egemen güçleriyle Kürt burjuva-feodal çevrelerinin ağzının suyunu akıtacak önermelerde bulunduğunu bilmektedir. Ancak buradan Kürtlerin payına özgürlük ve demokrasi düşeceğini düşünmek, Kürt sorunun selamete kavuşacağı, ABD eliyle Türkiye’nin başının göğe ereceğini beklemek, ABD’nin eski ve yeni planlarını anlamamaktır. Emperyalizmin içine girdiği ekonomik kriz döneminde aradığı yeni çıkış yolarını, demokrasi için, halkların çıkarı için açılan yollar olarak düşünmek, en hafif deyimiyle saflık olacaktır.

Kürt sorununda şiddetin sürdüğü, operasyonların devam ettiği, çatışmalarda her gün Türk askeri ve Kürt gençlerinin hayatını kaybettiği, AKP hükümetinin baskıcı politikalarda mesafe almaya çalıştığı, yeni Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ tarafından psikolojik harp yöntemleri de dâhil olmak üzere açıklanan yol haritasının AKP Hükümeti tarafından benimsendiği, Başbakan Erdoğan’ın Bölge illerine yaptığı gezilerde verdiği mesajlar ve talimatlarla ortamı daha da gerdiği, yerel yönetim seçimlerinin gündeme girmesiyle birlikte, şiddet sarmalının daha da arttığı, başbakanı protesto eden gençlerin polis ve asker kurşunlarına hedef olduğu, gençlerin ve çocukların hayatını yitirdiği ve daha birçok olumsuz gelişmenin yaşandığı koşullarda, Fuller, Türkiye’nin ve AKP hükümetinin doğru yolda ilerlediğini iddia ederek, üzerinde yürümesi gereken “sağlam” zemini de tarif etmektedir.

ABD, yeni dönemde, Obama başkanlığında, Ortadoğu’da, bölgede, Türkiye’de ve Kürt sorunda inisiyatifini arttırmak ve mesafe almak istemektedir. Bu sorunları durduğu yerden ileriye taşımak ve ‘çözmek’ istemektedir, ancak bu çözüm, ABD’nin emperyalist planlarının kapsamı ve başarı kategorisi içindedir. Bu “açılım” ya da “çözüm”, bölge halklarının esir alınması, bölge devletlerinin ileri karakol haline getirilmesi, farklı uluslar, dinler ve mezhepler arasında sorunlar yaratma, çelişkileri daha çok kaşıma, kullanma, yaratılan çelişki, çatışma ve savaşlardan güç ve iktidar kazanmaya yöneliktir.

Kürt sorununun çözümü konusunda, aceleci olmadığını göstererek; “Bu tür meselelerin bir gecede halledilmeyeceğini belirten Fuller, “Türkiye doğru yönde ilerlemektedir” iddiasında bulunurken, Türkiye’ye, ‘sizin güç kazanmanız, bölgede rol kapmanız ve güçlü bir müttefik haline gelmenizi istemekteyiz’ mesajı vermektedir. Böylece esas meselesinin Kürt sorununun çözümü değil, Türkiye’nin piyon olarak kullanılması, Kürtlerin beklenti içine sokulması, ulusal direniş hareketlerinin güçten düşürülmesi, teslim alınması ve statükonun devam ettirilmesi olduğunu, bu amaçlarla plan yaptıklarını ele vermektedir.

Yeni ABD Başkanı Obama’nın seçilmesinden hemen sonra Cumhurbaşkanı Gül’ü arayarak yaptığı konuşmada, “teröre karşı haklı mücadelenizde yanınızdayız” demiş olması da düşünülünce, önümüzdeki dönemde Kürt sorununun temel mesele olarak ele alınacağını, ancak sorunun bir çözüme ve selamete kavuşturulması bir yana, daha karmaşık hale getirileceğini söylemek yanlış olmayacaktır.

The New York Times’ta aynı günlerde yayımlanan ve isabetli bir yorum olan “AKP liberallerin desteğini kaybetti” içerikli makalesini bile yok sayan Fuller, Türkiye’nin Kürt sorununda doğru yolda ilerlediğini söylerken, AKP ile TSK’nın girdiği ilişki ve mutabakata destek sunduğunu da gizlememektedir.

Türkiye’nin birbirine düşman tüm ülkelerle yürüttüğü dostluk ilişkisine de değinen Fuller, “Bence ABD, buna benzer bir siyaseti, kendisi için de uygulayabilir. Amerika, izlediği siyasetle kendisine düşman yaratıyor. Türkiye de bu tuzağa düştü daha önce diyerek, Obama’nın yeni dönem yürüteceği politikalar bakımından Türkiye’nin görevlerini tarif etmektedir.

Yeni Başkanı Barack Obama yönetimi ile ABD’nin Ortadoğu siyasetinde önemli değişikliklerin olacağı konusunda umutlu olduğunu ifade eden Fuller, şöyle devam ederek, söylediklerimizi teyit etmiş oluyor: “Obama yönetiminin, Bush yönetimiyle kıyaslandığında, Türkiye’de demokratik kurumların önemine daha çok vurgu yapacağını düşünüyorum. Çünkü Bush yönetimi, ilkesel düzeyde bir siyaset izlemedi. ABD’nin bölge siyasetine destekleyenlerin yanında yer aldı.

Özetle söyleyecek olursak; ABD yeni dönemin stratejisini ve planlar oluşturmaya çalışırken, zaten müdahil olduğu Kürt sorununda yeni hedefler belirlemenin hesapları içindedir ve bunun önemli ipuçlarını Fuller sunmuş bulunuyor.

AB ise, uzun süre AKP’ye teslim ettiği Kürt sorununda ortaya çıkan yeni gelişmeleri ve tepkileri de hesaba katarak, yeniden müdahale sahnesine dalmak istemektedir. Türkiye’nin son dönemlerde Irak Hükümeti ile girdiği ilişkiler, Türkiye-Bağdat havayolu seferlerinin yeniden başlamış olması, iki hükümet arasında artan görüşme trafiği, PKK’nin ezilmesi ve etkisiz kılınmasına ilişkin süren ABD destekli projeler, Talabani’nin Türkiye tarafında itibar görmeye başlaması ve diyalog kapıları açılarak “aşiret liderleri” edebiyatının terk edilmeye yüz tutması, yine Kürt Federe Hükümeti temsilcileriyle bir masaya oturulabileceği yönlü açıklama, girişim ve gelişmeler ve daha birçok olay ve gelişme, önümüzdeki dönem Kürt sorununda sıcak gelişmelerin yaşanacağına kanıt olarak gösterilebilir.

Ancak gelişmeler, PKK’nin ezilmesine, Türkiye Kürtlerinin yerel yönetimlerde ve genel parlamentodaki temsilcilerinin zayıflatılmasına dayalı bir politikanın uygulanmak istendiğini göstermektedir. ABD de bunu desteklemektedir. AB’nin buna bir itirazının olmadığı da biliniyor. Kürt ulusal çevrelerinin bu konuda yeni bir beklenti içine girmelerinin ne denli yanlış olduğu, yaşanarak kanıtlanmıştır. AKP’nin Genelkurmay Başkanlığı ile kafa kafaya veren bir tutum içine girmiş olmasını ABD’nın politikalarından bağımsız düşünmemek gerektiği de hesaba katılınca, içeriden ve dışarıdan süren müdahalelerle, Kürt sorununda, –TRT’nin Kürtçe yayın yapma hazırlıkları gibi– en azından mevcut olandan farklılıklar gösteren bazı girişimlerin gündeme geleceğini de göstermektedir. Ancak Kürt halkının eşit haklara dayalı demokratik kazanımlarının gerçekleşmesi, başta Kürt işçi ve emekçilerinin kararlı mücadelesi sonucunda olacaktır. Kürt işçi ve emekçileri ile Türk işçi ve emekçilerinin mücadelesiyse, bu kazanımın, bağımsız ve demokratik Türkiye’nin garantisi olacaktır.

Kürt sorununda gelip dayanılan yer, Türkiye’nin tam bir çıkmaz içinde olduğudur.

Şiddet yanlısı ve inkarcı yaklaşımıyla Kürt sorununu uluslararası bir sorun haline getiren Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu sorunlara, çıkmaza ve “olanaklara” dikkat çeken CIA uzmanı, Türkiye’nin iştahını kabartacağını düşündüğü öneriler eşliğinde bir dolu tez ileri sürerken, yeni tuzaklarıyla, ABD’nin önümüzdeki dönem izleyeceği politikaları da dile getirmiştir. Bunları boşa çıkarmak ise, başta Kürt ve Türk işçi sınıfı ve emekçi halkları olmak üzere tüm Türkiye halklarının boynunun borcudur.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑