Avrupa… Sınıf çelişlileri de, mücadele de büyüyor

Bir zamanlar dünya halklarına “refah kıtası” olarak gösterilen Avrupa’da, ekonomik krizle birlikte başlayan “borç krizi” nedeniyle emekçi sınıflar arasında işsizlik ve yoksulluk hızla arttı, sınıflararası çelişkiler alabildiğince derinleşti. Resmi verilere göre, kıta genelinde yaklaşık 25 milyon insan işsizken, 115 milyon insan yoksulluk riski altında yaşamını sürdürüyor. Sınıflararası çelişkilerin hızla keskinleştiği Avrupa’da sosyal adaletsizliğe ve sömürüye karşı mücadele en çok borç krizinin yaşandığı ülkelerde dikkat çekiyor. 14 Kasım’da, başta İspanya, Portekiz, Yunanistan ve İtalya olmak üzere, pek çok ülkede gerçekleştirilen genel grevler ve gösteriler kıta genelinde sınıf mücadelesinin giderecek büyüyeceğinin somut işareti.
Çünkü, krizin ortaya çıkmasından bu yana AB, Avrupa Merkez Bankası (AMB) ve IMF tarafından dayatılan tasarruf paketleri, bir taraftan işçi sınıfının tarihsel kazanımların önemli bir bölümü ortadan kaldırırken, diğer taraftan da kazanımların korunması, herkesin insanca yaşayabileceği koşulların yaratılması için mücadelede birleşik bir hareketin koşulları olgunlaşıyor.

İŞSİZLİK VE YOKSULLUK KITASI
Avrupa Merkez Bankası eski Başkanı Jean Claude Trichet’in deyişiyle “Avrupa, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en büyük krizi yaşıyor ve bu 2010’dan bu yana depremin merkezi Euro Bölgesi”.
Bütün verilere göre ekonomik büyüme geçtiğimiz yıllara göre düştü, ekonomi bundan sonra da küçülmeye devam edecek. Borç krizi içerisindeki ülkelerin sayısında artış olması beklenirken, krizin ne zaman biteceği ve bu ülkelerdeki durumun ne zaman normalleşeceğini kestiren yok. En iyimser tahminlere bakılırsa, mevcut tablo 10 yıl sürecek. Bu durumun en çok da, AB’de zayıf ekonomiye sahip ülkelerde kendisini göstermesi bekleniyor. Bugüne kadar krizi çözme, borç açığını kapatma gerekçesiyle AB, AMB, IMF (Troika) tarafından hazırlanan “çözüm planları” iflas ettiği gibi, bu planlar özellikle borç krizinin yaşandığı ülkelerde milyonlarca emekçinin işsiz kalmasına, yoksullaşmasına yol açtı.
Avrupa İstatistik Dairesi (Eurostat) tarafından bu yılın Ocak ayında kamuoyuna açıklanan rakamlara göre, AB’nin 27 üye ülkesinde toplam 24 milyon 667 bin;  17 üyeli Euro Bölgesi ülkelerinde ise 17 milyon 405 bin işsiz bulunuyor. 2011’in Ocak ayına göre bir kıyaslama yapıldığında, işsizlerin sayısı AB genelinde 1,9 milyon artmış. Artışın 1 milyon 221 bini Euro Bölgesi’nde gerçekleşmiş. Bu artışın başlıca nedeni, elbette, AB’nin borç krizi içerisinde olan ülkelere dayattığı tasarruf paketleri. Bu ülkelerde kamu alanında binlerce kişinin işten atılmasını dayatan AB, ayrıca çalışanların ücretlerinin düşürülmesi konusunda da yoğun bir baskı yaparak, adeta “çalışan yoksullar ordusu” oluşturmakta.
Eurostat tarafından açıklanan bu veriler, aynı zamanda İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Avrupa genelindeki işsizlik rekorunu ifade ediyor. Eurostat’ın verilerine göre, AB içerisinde işsizliğin en düşük olduğu ülke Avusturya (yüzde 4), en yüksek olduğu ülkelerin başında İspanya (yüzde 24.3) ve Yunanistan (yüzde 21.7) geliyor.

AVRUPA’NIN İŞSİZ GENÇLERİ
Avrupa’da artan işsizlikten en çok gençler etkileniyor. Alman İstatistik Dairesi’nin verilerine göre, Temmuz 2012 itibarıyla, 27 AB ülkesinde yaşayan 25 yaş altı gençlerin yüzde 22.5’i, 17 üyeli Euro Bölgesi’nde yaşayan 25 yaşından küçük gençlerin ise yüzde 22.6’sı işsiz. Bu oran tek tek ülkelere göre dağıtıldığında, borç krizinin olduğu Yunanistan’da genç işsizlerin oranı 53.8, İspanya’daysa yüzde 52.9.  Her iki gençten birisinin işsiz olduğu bu iki ülkede gençliğin geleceğinin olmadığı açık olarak görülüyor. Bu ülkeleri, Slovakya (yüzde 37.8), Portekiz (yüzde 36.4), İtalya (yüzde 35.3) ve İrlanda (yüzde 30.7) izliyor.
Bu yüzden, özellikle Yunanistan ve İspanya’da kısıtlama politikalarına karşı gerçekleştirilen protesto hareketi içerisinde gençler önemli ölçüde yer alıyor. Hatta, İspanya’da bir gençlik hareketi olarak ortaya çıkan “Öfkeliler”, daha sonra pek çok ülkede yankı ve destek bulmuştu.

ZENGİN AVRUPA’DA HER BEŞ KİŞİDEN BİRİ YOKSUL
Benzer bir şekilde kıta genelinde yoksulluk riski altında yaşayanların sayısında da son yıllarda önemli artış meydana gelmiş durumda. AB kriterlerine göre, yaşanılan ülkede ortalama net maaşın yüzde 60’ından az gelire sahip olanlar yoksul sayılıyor. Bu kriter göz önünde bulundurulduğunda, Romanya’da 158 Euro’dan, Bulgaristan’da 233 Euro’dan, Polonya’da 325 Euro’dan, Almanya’da 833 Euro’dan, Luxemburg’da 1375 Euro’dan az net aylık geliri olanlar yoksul sayılıyor.
En son 2010’da açıklanan verilerine göre, 500 milyonluk AB’de 115 milyon insan yoksul ya da yoksulluk riskiyle karşı karşıya. Bu ise, AB genelinde halkın yüzde 23’ünün, yani her dört kişiden birisinin yoksul olduğu anlamına geliyor.
Yoksulluğun başlıca nedeni işsizlik ve düşük ücretli işlerde çalıştırma. Başka bir araştırmaya göre, AB çapında çalışanların yüzde 8’i düşük ücretli işlerde çalıştırılıyor. Bir başka veriye göre ise, AB genelinde işe alınan her yeni çalışandan birisi (yüzde 50) geçici iş anlaşmalarıyla işe alınıyor. Bu oran gençlerde yüzde 60.
AB’nin ikinci en zengin ülkesi Fransa’da da yoksulluk yıldan yıla artıyor. Fransız Ulusal İstatistik ve Ekonomik Araştırmalar Kurumu (Insee) tarafından yayımlanan bir rapora göre, 2009 yılında 8.2 milyon Fransız vatandaşı yoksulluk sınırının altında yaşıyordu. Fransa’da aylık net geliri 954 Euro’nun altında olanlar yoksul kabul ediliyor.
Insee’nin rakamlarına göre, son 10 yıl içinde ülkede hızlı bir şekilde artan işsizlik ve yoksulluktan en çok tek başına çocuk büyüten kadınlar ve göçmenler etkileniyor.
Keza İtalya Ulusal İstatistik Enstitüsü’nün (ISTAT) açıkladığı 2011 yılı yoksulluk rakamlarına göre, AB’nin üçüncü büyük ekonomisi İtalya’da nüfusun yüzde 11,1 (8,1 milyon) kişi yoksulluk sınırında yaşıyor.
Son yıllardaki yoksulluk artışından en çok işçi ailelerinin etkilendiğini söylemeye gerek yok sanırız. İtalya’da, 2010’da  işçi aileleri arasında yüzde 15,1 olan yoksulluk oranı, 2011’de yüzde 15,4’e  çıktı.
AB genelinde yoksulluktan en çok etkilenenler ise çocuklar. AB genelinde çocuklar arasında yoksulluk oranı yüzde 20. Çocuklar arasında en yüksek yoksulluk oranı yüzde 33 ile yine Romanya’da. Bu ülkeyi, sırasıyla, Bulgaristan (yüzde 26), İtalya (yüzde 25) ve Letonya takip ediyor. Almanya’da ise 2.4 milyon çocuk yoksulluk riski altında yaşıyor. AB çapında yaşlılar arasında yoksulluk oranı da ortalama yüzde 19. Yaşlılar arasında en yüksek yoksulluk oranı yüzde 51 ile Letonya’da. Kıbrıs’ta da yaşlılar arasındaki yoksulluk yüzde 49. Son yıllarda emeklilik yaşının yükseltilmesi ve maaşlara zam yapılmaması nedeniyle AB genelinde yaşlılar arasında yoksulluğun daha da artması bekleniyor.

İŞÇİ SINIFINA KARŞI BÜYÜK SALDIRI PLANI
Avrupa’da yoksulluğun en açık ve çarpıcı şekilde kendini hissettirdiği, kol gezdiği ülkelerin başında borç krizinin yaşandığı Yunanistan, İspanya, Portekiz gibi ülkeler geliyor. AB’nin kendi rakamlarına göre, 2009’da İspanya ve Yunanistan’da yoksulluk riskiyle karşı karşıya olanların oranının yüzde 20 olduğu ifade ediliyor. Keza, Portekiz, İtalya ve İngiltere’de de son yıllarda zenginlerle yoksullar arasındaki uçurum önemli oranda derinleşti. Geride bıraktığımız süreç, aynı zamanda, işçi sınıfının kazanılmış haklarına yönelik büyük saldırıların gerçekleştirildiği ve pek çok hakkın ortadan kaldırıldığı dönem oldu. Bunu tek tek ülkelerdeki kısıtlama paketlerine baktığımızda daha net bir şekilde görmek mümkün:

İSPANYA: Avrupa’nın beşinci, Euro Bölgesi’nin dördüncü büyük ekonomisine sahip İspanya’da bütçe açığı (yüzde 80.9) en zengin ülke Almanya’nın altında olmasına rağmen, bu ülkede, emekçilerin kazanılmış haklarına yönelik olarak, geçtiğimiz yaz aylarından önce acı bir paket karar altına alındı. 2.5 yıl içinde 65 milyar Euro’nun tasarruf edilmesi hedeflenen paketle, KDV, 1 Eylül’den itibaren, yüzde 18’den yüzde 21’e çıkarıldı. AB Komisyonu’nun isteği üzerine artırılan bu vergideki yükselişten, açıktır ki, en çok emekçiler etkilenecektir. Ayrıca işsizlik parası ilk 6 aydan sonra düşürülürken, kamu çalışanlarına verilen Noel parası da bu yıldan itibaren kaldırıldı. Madenlerde yapılan sübvansiyonlarda da kesintiye gidildi. Önümüzdeki dönem emeklilik, sağlık alanlarında da yeni kısıtlamaların yapılması öngörülüyor. Ayrıca kamuya ait demiryolları, havayolları şirketleriyle otobanlar özelleştirilecek.

PORTEKİZ: 10.5 milyon nüfusu olan Portekiz de borç krizinin en çok etkilediği ülkelerin başında geliyor. Bütçe açığını kapatma adına AB’den 78 milyar Euro kredi alınırken, bunun karşılığında emekçilerin kazanılmış pek çok hakkının üzerine çizgi çekildi. Hükümet tarafından Meclis’ten geçirilen tasarruf paketi çerçevesinde, 1000 Euro’nun üzerinde maaş alan devlet memurları ve emeklilere önümüzdeki iki yıl boyunca 13. ve 14. aylık maaşlar verilmeyecek. KDV yüzde 21’den yüzde 23’e çıkarıldı. Özel sektörde çalışanların günlük çalışma süresi, ücret ödenmemek şartıyla, yarım saat artırıldı ve tatil günleri kaldırıldı. Sağlık ve eğitim alanında da önemli kısıtlamalara gidildi. Bu kısıtlamalar, Portekizli bir rahibinin dediği gibi “çok kan akıtacak”. İşçi sınıfına ve emekçilere karşı açıktan “savaş ilanı” anlamına gelen bu kısıtlama paketi karşısında Portekiz tarihinde görülmedik derecede büyük grev ve direnişler gerçekleştirildi. Kısıtlamaların etkisini daha somut hissettirdiği bu yoksul ülkede, tıpkı Yunanistan’a olduğu gibi, direniş büyüyerek devam edecek gibi görünüyor.

İTALYA: AB tarafından bir hamleyle görevden alınan Silvio Berlusconi’nin yerine başbakanlığa atanan ekonomi profesörü Mari Monti, geçtiğimiz Ağustos ayında iki yıl için geçerli olmak üzere, 26 milyar Euro’luk tasarruf paketini Meclis’ten geçirdi. Kısıtlamaların büyük bölümü sağlık alanını etkiliyor. Hastanelerden binlerce yatağın kaldırılması, harcamaların kısıtlanması kararlaştırıldı. Ayrıca devlet dairelerindeki yöneticilerin yüzde 20’si, memurların ise yüzde 10’u işten atılacak. Daha önce gündeme getirilen KDV’nin yüzde 21’den yüzde 23’e çıkarılması planından ise şimdilik vazgeçilmiş durumda.

YUNANİSTAN: İki yılı aşkın bir süredir Yunanistan’a paket üzerine paket dayatan “Troika”, en son, iki yıl için 11.5 milyar Euro’luk yeni bir paket dayattı. Hükümet tarafından kabul edilen ve Meclis’ten geçirilen 9.4 milyar Euro’luk paket, öncelikli olarak emeklileri, işçileri ve kamu emekçilerini etkiliyor. Emeklik maaşı 2 bin 200 Euro’yu geçenlere fazlasının verilmeyeceğinin yer aldığı pakette, yılda 1500 Euro’dan fazla sağlık gideri olanların üstünü cebinden karşılaması, her doktora gidişte 10 Euro muayene parası verilmesi ve hastane giderlerinin yüzde 15’nin cebinden karşılanması yer alıyor. Sağlığın tamamen özelleştirilmesi anlamına gelen bu kısıtlamalar halk arasındaki öfkeyi daha da büyüttü.
Elbette Yunanistan’daki kısıtlamalar bunlarla kalmayacak. Süddeutsche Zeitung’da  yer alan bir habere göre, “Toika”, önümüzde süreçte iş kanununda ve emeklilik yasasında önemli değişiklikler gündeme getirecek. Bunların başında, haftalık çalışma süresinin 6 güne çıkarılması, günde gerektiğinde 13 saate kadar çalışma geliyor. Ayrıca emeklilik yaşının da 65’ten 67’ye çıkarılması istenecek. Keza 15 bin kamu çalışanının daha işten atılması gündeme getirilecek.
İşçi sınıfının kazanılmış haklarının yok edilmesi, Ortaçağ’dan kalma çalışma koşullarının getirilmesi anlamına gelen bu taleplere, Atina Hükümeti şimdilik, fazla tepki çekmemesi için soğuk baktığını söylemekle yetindi. Ancak, bunun somut olarak gündeme getirilmesi durumunda hükümetin bırakalım direnmeyi, yasalaşmasının başını çekeceği ortada.
Belirmek gerekiyor ki; Yunanistan, Avrupa’da işçi sınıfının haklarını almada adeta “laboratuar ülkesi” haline getirilmiş durumda. Yunanistan’a dayatılan reçeteler daha sonra, olduğu gibi, kriz içerisindeki diğer ülkelere dayatılıyor. Bu bakımdan “Troika”nın gündeme getirdiği Ortaçağ’ın çalışma koşullarının, direnişle püskürtülmediği taktirde diğer ülkelerde de gündeme getirileceği açıktır.

EN ZENGİN ÜLKE ALMANYA’DA DA ÇELİŞKİLER DERİNLEŞİYOR
Genel olarak işçi sınıfının kazanılmalarına yönelik saldırılar ve bunlara bağlı olarak emekçilerin refah düzeylerinde yaşanan gerileme, sadece borç krizi içinde olan ülkelerde değil, aynı zamanda bu ülkelere acı reçeteler dayatan Almanya gibi zengin bir ülkede de benzer şekilde yaşanıyor. Bu en zengin ülke mercek altına alındığında, yoksulluk ve gelir uçurumunun son 20 yıl içerinde önemli ölçüde artığı görülüyor. Son birkaç yıldır dünya ihracat sıralamasında ya birinci ya da ikinci olan Almanya’da daha fazla insan işsizlik, yoksulluk ve düşük ücretli işlerin pençesinde adeta bir limon gibi sıkılıyor.
Buna karşın ülke zenginleşir, toplam servetten daha fazla pay alan azınlığın sayısı artarken, ellerinde tuttukları servet de büyüyor. Federal İstatistik Dairesi’nin verilerine göre, Almanya’da tedavüldeki toplam para miktarı 10 yıl içinde ikiye katlanarak 8,5 trilyon Euro’ya ulaşırken, bu paranın yüzde 65 i, nüfusun yüzde 10’nun elinde birikmiş durumda. Nüfusun geriye kalan yüzde 90’ı, paranın yüzde 35’iyle idare etmek zorunda bırakılmış. OECD tarafından yapılan araştırmaya göre, yüzde 10’luk zengin kesimin yıllık ortalama net geliri, en alttakilerin sekiz katı. Başka bir ifade ile 2008 yılında yüzde 10’luk en zengin kesimin ortalama net aylık geliri 57 bin 300 Euro iken, alttaki yüzde 10’luk kesimin yıllık ortalama geliri 7 bin 400 Euroydu. OECD, bu durumu, “Almanya’daki gelirler arasındaki uçurumun hiçbir sanayileşmiş ülkede olmadığı” şeklinde tanımladı.

GELİR UÇURUMUNDA MAKAS AÇILIYOR
Hem ekonomi araştırma enstitüleri, hem de çeşitli sosyal kurumlar tarafından yapılan açıklama ve değerlendirmelerde, Almanya’da gelir adaletsizliği ya da gelirler arasındaki uçurumun özellikle 1990’lı yıllardan itibaren hızla artmaya başladığına dikkat çekiliyor. Daha önce günlük yaşamda kimin zengin kimin fakir olduğu pek ayırt edilemezken, bugün durum çok farklı.
Alman Ekonomi Araştırmaları Enstitüsü’nün (DIW) verilerine göre, 2002-2005 yılları arasında çalışanların ortalama reel gelirinde 1990’lı yılların başına oranla yüzde 4.8 gerileme yaşanırken, aynı dönemde en üstteki yüzde 10’luk kesimin geliri yüzde 6 arttı. Bu oran, en üstteki yüzde 1’lik kesimde yüzde 17, en zengin 650 kişide yüzde 35, ultra zengin 65 kişide ise yüzde 53 arttı. Aynı seyir, 2005’ten sonra da devam etti.
1990’lı yıllardan itibaren dünyada esen neoliberal rüzgar kendisini Almanya’da da özellikle Kohl ve Schröder hükümetleri döneminde güçlü bir şekilde hissettirdi; bu, sonrasında da devam etti. Ücretlerin düşürülmesi, çalışma koşullarının kötüleştirilmesi, zenginlerden alınan vergilerin azaltılması ve kamu kurumlarının özelleştirilmesi şeklinde kendisini ifade eden neoliberal anlayış Almanya’da da yoğun bir biçimde hayat buldu. Ama aynı dönemde temel tüketim mallarına (yüzde 2.8), elektriğe (yüzde 9.5), kiralara ve diğer ürünlere önemli ölçüde zam yapıldı. Bu artışlar, reel ücretlerde yaşanan gerileme ile birlikte, işçileri ve yoksullukları daha fazla geçim sıkıntısının içine çekti.
En önemlisi de son 10 yıl içinde çalışma yasalarında ve iş piyasasında yapılan değişikliklerle, işçi sınıfı daha fazla güvencesiz, düşük ücretli ve yarım günlük işlerde çalıştırılmaya zorlandı. Eskiden süresiz iş anlaşması olan bir çalışan emekli oluncaya kadar bu işyerinde kalabileceğinin güvencesiyle geleceğe bakarken, şimdi bu büyük bir hayal olarak görülüyor. Verilere göre, günümüzde işe yeni alınan her iki çalışandan birisi (yüzde 46) süreli iş anlaşması imzalıyor. 10 yıl önce bu oran yüzde 30 civarında idi. Başka bir deyişle, günümüzde 2.7 milyon işçi her an işten atılabileceği korkusuyla işe gidip geliyor.
Ama, süresiz iş anlaşması olan ve büyük fabrikalarda çalışan işçiler de, artık her an kapı dışarı edilebileceği ya da kısa, örneğin yarım gün çalıştırılabileceği, bunun sonucu olarak da aylık gelirinin düşeceği endişesiyle yaşamını sürdürüyor. Zira içinden geçtiğimiz süreçte sermaye tarafından dayatılan koşullar, işçi sınıfı bakımından, ne pahasına olursa olsun işini koruma ve işten atılmamak için her zorluğa katlanmayı adeta bir “zorunluluk” haline getirmiştir.
SPD-Yeşiller Hükümeti’nin mimarı olduğu “Ajanda 2010” ve ona bağlı olarak Hartz Yasaları ise, neoliberal politikaların devamı olarak emekçiler üzerindeki ekonomik sömürü ve baskıyı katmerleştirdi.
Geride bıraktığımız son 15 yılın en göze çarpan özelliği, ülke genelinde güvencesiz işlerde çalışanların sayısının hızla artması oldu. Çeşitli kaynakların derlediği bilgilere göre, 15 yıl önce 4.35 milyon olan yarım günlük işlerde çalışanların sayısı, günümüzde 8.7 milyona çıkmış bulunuyor. Alman Ekonomi Enstitüsü (DIW), bu rakamı 10 milyon olarak ifade ediyor. Bu da, ülkedeki bütün çalışanların yüzde 26’sına denk düşüyor. Zira, 2010 yılında çalışan kadınların yüzde 45’i yarım günlük işlerde çalışırken, yoksulluktan da en çok bu kesim etkileniyor.

İŞÇİLER YOKSULLAŞIYOR, MANEJERLER ZENGİNLEŞİYOR
Son yıllarda hükümetlerin izlediği politikalar işçilerin, gençlerin, kadınların daha fazla işsiz kalmasına ve yoksullaşmasına yol açarken, tekeller ve onların yöneticileri kazandıkça kazandı. Başka bir deyişle, emekçiler yoksullaştıkça zenginlerin kazancı arttı. Örneğin son on yıl içinde, Alman Borsası’nda (DAX) kayıtlı tekellerin yönetim kurulu üyelerinin maaşları iki katına (yüzde 119) çıktı.
Krizin etkili olduğu, işçilerin işten atıldığı ya da kısa çalışmaya gönderildiği 2010 yılında, tekel yöneticilerinin maaşlarına ortalama yüzde 22 zam yapıldı. Aynı yıl içinde çalışanların maaşlarına brüt olarak sadece yüzde 2.2 zam yapılabilmişti.
Ortalama olarak bir yönetim kurulu üyesinin yıllık maaşı 2.92, yönetim kurulu başkanın maaşı ise 4.54 milyon Euro. Örneğin, VW tekelinin menajeri Martin Winterkorn’un yıllık maaşı özel primlerle birlikte 17.4 milyon Euro’yu buluyor.
Bu yıllar, aynı zamanda tekellerin de kârlarını rekor düzeyde artırdığı yıllar oldu. 2011 yılında Alman tekelleri toplam yarım trilyon kâr etti. Böylece Almanya tarihinde ikinci kez (ilki 2007) rekor kâr gerçekleşti.
Bu kâr, asıl olarak, fabrikalarda çalışan işçilerin mümkün olduğu kadar düşük ücretle çalıştırılması, tekellerin pek çok vergiden muaf tutulması, hatta kriz gerekçesiyle (hurda priminde olduğu gibi) devlet tarafından fonlanması sayesinde gerçekleşti.

YÜZDE 1’LİK AZINLIK SERVETİN YÜZDE 46’SINA SAHİP
Ülkede yaratılan zenginlikten pay almadaki uçurum da son yıllarda önemli ölçüde derinleşti. Ülke genelinde 15 milyona yakın insan ortalama gelirin altında, yoksul olarak yaşamını sürdürmeye çalışırken, zenginliği elinde tutan milyarderlerin sayısı hızla artıyor. World Wealth Report’a göre, 2010 itibarıyla, Almanya’da 924 bin “dolar milyoneri” bulunuyordu. Bu rakam, bir önceki yıla göre yüzde 7.2 artışı ifade ediyor. Dolar milyoneri sayısındaki artışın 2012’nin başında 1 milyonu bulduğu tahmin ediliyor.
Bu veriden hareket edildiğinde, Almanya’da nüfusun yüzde 1.1’ini milyonerler oluşturuyor. Dolayısıyla Almanya, İsviçre’den sonra Avrupa’da en fazla milyonerin olduğu ülke. ABD’de bu oran % 1’in biraz altında.
Çeşitli kurumlar tarafından yapılan hesaplamalara göre, milyonerler, Almanya’daki paranın yüzde 45.6’sına sahipler. Başka bir deyişle, yüzde 1.1’lik azınlığın elinde tuttuğu parayla yüzde 99’un elinde tuttuğa para neredeyse eşit.
Diğer taraftan, orta sınıf ve en alttakilerin toplam servetten aldığı pay sürekli azalıyor. DIW tarafından 2008’de açıklanan bir rapora göre, genel nüfus içindeki oranı 2000 yılında yüzde 62 olan “orta sınıf”,  2006’da yüzde 54’e düştü. Bütün bunlar, bir taraftan sınıflar arasındaki çelişkilerin sürekli derinleştiğini göstermekle birlikte, Almanya’da sınıf atlamanın eskiye oranla çok daha zor olduğunu da ortaya koyuyor. Bu da servetin paylaşımı konusundaki adaletsizliğin ne denli büyüdüğünü gözler önüne seriyor.
1980’li yıllardan beri, Almanya gibi bir ülkede yoksulluk riskiyle karşı karşıya kalma ve alt gelir grubuna düşme ihtimali yüzde 57’den yüzde 65’e çıkarken, zengin olanların da daha fazla zenginleşme ihtimali yüzde 38’den yüzde 51’e çıktı. 
Zenginlerin bu denli servetini artırdığı dönemde, işçilerin reel ücretlerinde yüzde 4.8 azalma yaşandı. Alman Sendikalar Birliği’nin hesaplamalarına göre, tam gün çalışan 1 milyon insanın brüt aylık maaşı 1000 Euro’nun altında.
Yani, alt gelir grubundan olan emekçi kesimler arasında yoksullaşma riski önemli oranda artmış, dahası geçmişten bugüne milyonlarca emekçi için bu “risk” olmaktan çıkıp somut bir olguya dönüşmüş durumda.
Bütün bu gelişmeler, ülkedeki yoksullaşmayı öyle derinleştirmektedir ki, yoksulların üçte biri her iki günde bir doğru dürüst bir öğün yemek yiyemiyor, her altı kişiden birisi yaşadığı evi gerektiği kadar ısıtamıyor, yılda 800 bin hane elektrik faturasını ödeyemediği için elektriksiz kalabiliyor.
Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, işbaşına gelen hükümetler, sürekli “aşırı borçlanmayı” (2 trilyon Euro) gerekçe göstererek, emekçileri ilgilendiren sosyal, kültürel alanlarda kısıtlamaları hayata geçiriyor ya da planlıyor. Yani bütçe açığının faturasını, diğer ülkelerde olduğu gibi, Almanya’da da çalışanların, işçilerin, işsizlerin ve yerel yönetimlerin sırtından karşılamaya çalışıyor.

KAPİTALİZMDEN KURTULMADAN ÇÖZÜM YOK
Görülebileceği gibi, kıta genelinde büyük sermaye sahipleri ve onların hükümetleri, aşırı borç ve yeterli kaynak olmadığı gerekçesiyle, işçi sınıfına karşı uzun süreden bu yana başlattığı saldırı politikaları gelinen aşamada, pek çok kazanılmış hakkı yok ettiği gibi, işçi sınıfını ve emekçileri önemli oranda işsizlik ve yoksulluk içerisinde yaşamaya mahkum etmiştir. Ve öyle görünüyor ki, bu politikalar bundan sonra da devam edecektir. Birçok veri de göstermektedir ki, hem borç krizi içinde olan, hem de krizi fırsata çeviren ülkelerde işçi sınıfı ve emekçilerin yaşam koşulları öncesine göre her açıdan kötüleşmiş, önemli kazanımları gasp edilmiştir.
İşçi sınıfı cephesinde ise, bugüne kadar önemli direnişler gerçekleştirilmiş, ancak genel olarak bunlar saldırı dalgasının püskürtülmesi için yeterli olamamıştır. Yunanistan’da Troika’nın dayatmalarına karşı verilen mücadele, gelinen aşamada krizin faturasının halkın sırtına bindirilmesine karşı çıkan hareketleri güçlendirmiştir. En önemlisi de, bugüne kadar tek tek ülkelerde verilen mücadelelerin giderek kıta genelinde birleşik bir harekete dönüşmesinin olanaklarının giderek artmasıdır. En son 14 Kasım’da Avrupa Sendikalar Konfederasyonu’nun çağrısıyla gerçekleştirilen eylemler, özellikle krizin yaşandığı ülkelerde güçlü bir işçi hareketinin mayalanmakta olduğunu ortaya koymuştur.
Ancak bu hareketi engellemek, etkisini zayıflatmak isteyen burjuva akımları, geçmişte olduğu gibi, bugün de yoğun bir çaba harcıyorlar. Özellikle sol sosyal demokrat akımlar tarafından “çözüm” adına ortaya atılan tezlerin çoğunda bu durumun kapitalizmin bir sonucu olduğu gerçeği bir yana bırakılarak, “adil paylaşım”dan söz edilmekte, buna göre talepler ileri sürülmektedirler.
Halbuki; sorun, kapitalizmin doğasından kaynaklanan ve onarılması ancak mülkiyet düzeninin değişimiyle mümkün olabilecek bir sorundur. Çünkü kapitalizmde paylaşım, sermaye sahipleri ve hükümetlerin vicdanı veya adalet duygusuyla değil, özel mülkiyet rejimine göre belirlenmektedir. Üretim sürecinde değer yaratan tek sınıf emekçiler olsa da, üretim sonucu yaratılan değere sermaye sahipleri el koymakta, emekçilerse en iyi ihtimalle, ancak işverene sattıkları işgücünün bedelini gittikçe daha düşük düzeyiyle elde edebilmektedirler. Yani adaletsizliği baştan öngören ve güvence altına alan bir ekonomik, hukuksal, siyasal düzen söz konusudur; emekçi sınıfların örgütlenme ve mücadele düzeyine göre gelir dağılımında dalgalanmalar yaşansa da; bu, adaletsizliğin kökten yok edilmesiyle değil, derecesiyle ilintilidir. Örneğin zenginlerden daha fazla vergi alınması, adaletsizliğin derecesini hafifletebilecek, ama adaletsizliğin varlığını tümden ortadan kaldırmayacaktır.
Ancak bugün Almanya veya diğer ülkelerde giderek bariz hale gelmekte olan “sosyal adalet”, “toplumsal eşitlik” gibi talepler ve tartışmalar, “değersiz ve boşuna” değildir; doğası gereği sürekli daha fazlasına el koyma güdüsüyle işleyen sermaye düzeninde gelir adaletsizliğinin ulaştığı boyutlar, emekçiler arasındaki tepki ve eleştirileri yoğunlaştırmakta, çalışma ve yaşama koşullarının iyileştirilmesi yönündeki arayışları hızlandırmaktadır.
Bu nedenle, Avrupa’da derinleşen sınıf çelişkileri ve ortaya çıkan mücadele, kıta genelinde yeniden büyük ve sert sınıf kavgalarının arifesinde olduğumuzu gösteriyor.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑