Avrupa’da ırkçılık, ‘islamofobi’ ve halkların mücadelesi

Arkasında kimlerin olduğu, nasıl gerçekleştiği, ne zaman planlandığı gibi pek çok sorunun halen kesin olarak aydınlanmadığı 11 Eylül 2001’deki İkiz Kuleler’e yönelik terör saldırısının, hakikaten de son 14 yıl içindeki pek çok gelişme için “önemli bir dönemeç” olduğu bugün daha iyi anlaşılıyor. Çünkü, günümüz dünyasında cereyan eden pek çok siyasi gelişmenin, çatışmanın, savaşın görünürdeki nedenleri, bu saldırının tetiklediği olaylar zinciriyle bağlantılı. Bu nedenle 11 Eylül, sadece İslamcı teröristlerin bindikleri uçakları silah olarak kullanarak İkiz Kuleleri devirmesi ve üç bine yakın insanı öldürmesinden ibaret bir olay değil. Zira bu saldırının ardından dünyadaki çelişki ve çatışmaların ele alınış eksenleri değiştirilmiş, emperyalizm tarafından yeni bir düşman ilan edilmiş, halklar, emekçiler ve ülkeler de buna göre bölünmüş ya da dizayn edilmiş, edilmeye de devam ediliyor.
Başka bir deyişle, bütün kıtalarda ve ülkelerde yıldan yıla derinleşen sınıflar arası çelişkilerin üzerini örtmek amacıyla onların yerine dinler ve mezhepler arasındaki çelişkiler geçirilmeye çalışılmıştır. Gelinen aşamada ise, bunda azımsanmayacak bir mesafenin katedildiği, farklı inanç ve mezheplerden emekçi sınıflar arasındaki önyargıların katlanarak arttığı ve 11 Eylül’ün bir dönemeci ifade etmesinin de yanlış ve önemsiz olmadığı görülüyor. Bu durum, doğal olarak, egemen sınıfların, kapitalist-emperyalist devletlerin aynı sınıftan ama farklı dinsel inançtan emekçileri bölerek kendi egemenliklerini sürdürmesini kolaylaştırmıştır.
Bu nedenledir ki; ABD öncülüğünde, “11 Eylül’ün intikamını alma” adına “teröre karşı önleyici savaş” çerçevesinde hazırlanan bütün stratejiler, işgaller ve müdahalelerin aslında radikal dinci terörü bitirmekten çok terörü besleyip büyütme üzerinden dünyada egemenlik planlarını hayata geçirmeye yol açtığı görülüyor. Her ne kadar emperyalist politikaların 11 Eylül’den sonra farklı dinlerden ve inançlardan emekçileri ve halkları, “Kültürler/Medeniyetler Çatışması”  tezi üzerinden karşı karşıya getirerek hayata geçirileceği dillendirilse de, bu yalanlandı. Ancak 2001’den bu yana cereyan eden pek çok olay, aslında bütün emperyalist devletlerin ve onların bölgesel dayanakları ve ideologlarının bu tezde ileri sürülenler üzerinden farklı inançlardan emekçiler ve halkları bölerek emperyalist-kapitalist düzeni ayakta tutmaya çalıştığını yeterince ortaya koyuyor. Bu nedenle, emperyalist-kapitalist düzenin savunucuları bir taraftan bu tezin doğru olmadığı ileri sürerlerken, diğer taraftan bu tezin hayata geçirilmesi için ellerinden geleni yapıyorlar, yapmaya da devam edecekler. Bu, elbette her coğrafyada, ülkede ve toplumda farklı şekillerde gerçekleşiyor ve farklı süreçlerden geçiyor.

AVRUPA’DA İSLAM KARŞITLIĞI ÜZERİNDEN YÜKSELEN IRKÇILIK
Halkları inançlar temelinde bölerek gerici politikaları hayata geçirme yönünde sürdürülen politikalar, Avrupa’da öncelikli olarak, “İslami terör” bahanesiyle demokratik hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasıyla başladı. SSCB’nin yıkılmasından sonra hız verilen neoliberal politikaların sonucu emekçilerin sosyal haklarında yapılan büyük kısıtlamalara bu kez demokratik hakların kısıtlanması eklendi. Zira, sosyal hakların kısıtlanması, sosyal devletin tasfiyesi genel olarak emekçi sınıfların durumunu kötüleştirirken, bunun nedeni oldukları iddiasıyla “göçmenler ve sığınmacıların devlete yük olduğu” şeklindeki gerici politikalar da yaygınlık kazanmaya başladı.
Yüzyıllar boyunca uğruna mücadele edilen ve kazanılan kişisel ve kolektif hak ve özgürlükler adım adım budandı. Ama 11 Eylül’ün etkileri sadece bunlarla sınırlı kalmadı; emekçi sınıflar arasında bölünmeleri derinleştirmek, dini ve milli değerleri yeniden piyasaya sürmek, parçalanmışlığı diri hale getirmek için terör eylemlerine yönelenlerin dininden olanlara karşı yaygın şekilde önyargılar körüklendi, tarihteki klişeler üzerinden ayrım derinleştirildi. Asıl olarak sermaye hükümetleri, partileri ve basını tarafından geniş kitleler üzerinden etkili hale getirilen Müslüman inancından olanlara ya da İslam ülkelerinden gelenlere yönelik oluşturulan olumsuz hava, kısa süre içerisinde ırkçılar ve yabancı düşmanları için bulunmaz fırsatlar sundu. 11 Eylül öncesinde genel olarak Avrupa’da yabancılar, göçmenler ve sığınmacılara karşı kampanyalar yürüterek siyasi güç haline gelmek isteyen ırkçı, muhafazakar gerici çevreler ve hareketler, 11 Eylül terör saldırısından sonra stratejilerinde önemli bir değişikliğe giderek, İslam karşıtlığını baş konu haline getirdiler. Böylece, sermaye partileri ve basını tarafından hedef haline getirilen, terörle bağlantılandırılan Müslümanlar ve İslam ülkelerinden gelen göçmenlere karşı ırkçı-faşist güçler daha kolay taban bulmaya başladılar.
Kısa bir süre önce Media Tenor (Rapperswil) Araştırma Ensitüsü  tarafından yayınlanan raporda medyada İslam üzerine yapılan olumsuz haberlerin toplum üzerinde yarattığı etki gözler önüne seriliyordu. 19 Alman televizyonu, radyosu ve yazılı medyanın verdiği 266 bin haber üzerinde yapılan analizlerde, bu haberlerin yüzde 80’inde İslam ve İslam ülkelerinden gelen göçmenlerin olumsuz gösterildiği belirtildi. Analizde, bu olumsuz yayınlarının İslam ülkelerinden gelen göçmenler üzerinde olumsuz sonuçlara yol açtığı vurgulanıyordu. Bu, elbette sadece Almanya’ya özgü bir durum değil. Aynı araştırmayı haberleştiren Spiegel Online, özellikle televizyonların yaptığı olumsuz haberlerin etkili olduğuna işaret ediyordu. Almanya, İngiltere ve ABD’de 2.6 milyon TV haberi ve programı üzerinde yapılan analizde de, İslam’ın ve İslam ülkelerinden gelen göçmenlerin ağırlıklı olarak radikal dinci örgütler tarafından Ortadoğu (İslam Devleti-İD, El Kaide) ve Afrika’da (Boko Haram) yapılan katliamlar dolayısıyla gündeme geldiği belirtiliyordu.  Belirtmek gerekiyor ki, Almanya’da bu türden yayınların başını Der Spiegel çekiyor.
Elbette radikal dinci örgütler tarafından “İslam adına” işlenen cinayetler, zamanla radikal sağcı, ırkçı kesimlerin hızla güç toplaması, kök salması, kalıcı hale gelmesine önemli ölçüde hizmet etti, etmeye devam ediyor.
Avrupa ülkelerinde son yıllarda ırkçı-sağcı ve İslam karşıtlığı üzerinden seçim kampanyaları sürdüren partilerin almış oldukları oylar, tablonun anlaşılması bakımından önemli. Geçen yıl yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde aşırı sağcı-milliyetçi partiler 751 sandalyeden 140’ını kazandılar. Seçimlere katılım oranının da düşük olmasının etkisiyle, Fransa, Front National (FN) yüzde 26 oyla birinci oldu. Benzer bir tablo, İngiltere’de de söz konusu. AB ve göçmen karşıtı UKIP seçimlerde yüzde 28 oy alarak geniş bir yankı yaratmıştı. Bu, İngiltere’de 1910’dan bu yana ilk kez İşçi Partisi ve Muhafazakar Parti’nin dışında başka bir partinin birinci olması anlamına geliyordu. Danimarka, Belçika, Hollanda, Avusturya, Finlandiya, Polonya, Macaristan, İtalya, Yunanistan, İsviçre, Macaristan gibi ülkelerde de sağcı partiler ulusal parlamentolarda temsil edilirken, bazı ülkelerde bu partiler kimi zaman hükümet ortağı kimi zaman da hükümeti dışarıdan destekler konuma geldiler (Avusturya, İsviçre, Danimarka, Hollanda).
Belirtmek gerekiyor ki; söz konusu ırkçı – faşist partilerin güç toplamasında AB çapında yaşanan ekonomik – sosyal sorunlar da önemli ölçüde rol oynuyor. Özellikle AB çapında yaşanan kriz nedeniyle AB ve Euro karşıtlığı da öne çıktı ve Brüksel’den dayatılan ağır tasarruf politikalarına karşı çıkmaları da oy almalarında rol oynadı. Ancak bundan sonra da söz konusu parti ve akımlar İslam ve AB karşıtlığı üzerinden güç toplama politikasına devam edecekler.
AB’de yaşanan krizden sağcı partilerin oylarını artırarak çıkmasında, aynı zamanda solun çekimser, flu politikaları da rol oynuyor. Milliyetçilerle aynı görünmeme endişesiyle AB ve IMF tarafından dayatılan politikalara karşı çıkmama ve Euro’dan ve AB’den çıkmayı savunmama, pek çok sol akımda “Euro krizi” konusunda belirgin olmayan, ne söylediği tam anlaşılmayan politikalara dönüştü. Hal böyle olunca halk arasında AB ve Euro’ya karşı oluşan tepkilerin bir bölümü ırkçı – faşist partiler tarafından yedeklendi.  Bunun en somut hali Almanya’da yaşandı.

ALMANYA’DA SAĞCILARIN YENİ ADRESİ: AfD
Geçmişi ırkçılıkla lekeli Almanya’da, uzun zamandan beri mayalandırılan milliyetçi, göçmen ve AB karşıtı hareket “Almanya İçin Alternatif” (AfD) adı altında kendisini ifade etti ve geçen yıl yapılan AP seçimlerinde yüzde 7 oy alarak Strasbourg’a temsilciler gönderdi. Ne var ki, bu partinin yükselişi sadece AP seçimleriyle sınırlı kalmadı. Ardından Doğu Almanya’da yapılan eyalet parlamentoları seçimlerinde de devam etti.
Resmi olarak 6 Şubat 2013’te kurulan AfD, asıl olarak “Euro Krizi” olarak bilinen Güney Avrupa ülkelerinin içine düştüğü ekonomik kriz ve buna bağlı yaşanan siyasi gelişmeler konusunda Alman sermayesinin çıkarlarını radikal bir şekilde savunma adına ortaya çıkmıştı. Partinin en tanınmış destekçilerinden birisi, 1995-2000 yılları arasında Alman İşverenler Birliği (BDI) başkanlığını yapan Olaf Henkel. Henkel AfD’den AP milletvekili seçildi.
Euro karşıtlığından çok, Euro’nun Kuzey ve Güney olarak ikiye bölünmesini savunan Henkel, ekonomik durumu kötü olan Güney Avrupa ülkeleri ile ekonomisi iyi olan Kuzey Avrupa ülkelerinin ayrı Euro kullanması gerektiğini savunuyor. AfD’nin sözcüsü Prof. Dr. Bernd Lucke ise, ilk olarak neoliberal görüşlerini Prof. Dr. Thomas Straubhaar ve Prof. Dr.  Michael Funke ile birlikte, 2005’deki genel seçimlerden önce, “Hamburg Çağrısı”  (Hamburger Appell) adı altında ilan etmişti. Die Welt gazetesinde yayınlanan bu çağrıyı, çoğu ekonomi alanında olmak üzere, aynı görüşleri paylaşan 250 akademisyen de desteklemişti.
O dönem, hükümeti oluşturan partilerin alım gücünün yükseltilerek ücretlerin artırılmasıyla krizden çıkılabileceği yönündeki görüşlerine karşı hazırlanan çağrıda, açık bir şekilde, krizin ancak düşük ücretli işlerin çoğaltılması, ücretlerin aşağı çekilmesi, çalışma sürelerinin uzatılması, izin sürelerinin kısaltılmasıyla aşılabileceği ileri sürülüyordu.
Hamburg Çağrısı’nın gazetelerde çıkan ilanlarının parasını ise neoliberal görüşleriyle tanınan “Yeni Sosyal Piyasa Ekonomisi Enstitüsü” (INSM) ödedi . Bu enstitüyü asıl olarak metal ve elektronik işverenleri destekliyor ve yıllık bütçesinin yaklaşık 10 milyon Euro olduğu tahmin ediliyor.
AfD ilk olarak Euro karşıtı kampanyalarla dikkat çekmişti. Buna, Doğu Avrupa ülkelerinden insanların göç etmesi ve sığınmacılara karşı söylemlerini de ekleyince, mevcut Hıristiyan Demokrat partilerin sağındaki alana yerleşen bir parti oldu. Kurulduktan 8 ay sonra katıldığı genel seçimlerde yüzde 5 barajını az bir oyla kaçırarak, yüzde 4.7 oy aldı.
Federal Parlamento ve Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinde elde ettiği başarıları Doğu Almanya’daki Saksonya, Thüringen ve Brandenburg eyaletlerinde de sürdürdü. Her üç eyalette de sorunsuz şekilde parlamentoya girdi. Yapılan anketlere göre, ülke genelindeki oy aranı 2014 sonu itibarıyla yüzde 6’ya kadar çıkmış. Bu demektir ki, 2017’deki genel seçimlerde parlamentoya girme şansı oldukça yüksek. Bu da, Almanya’daki siyasi dengelerin yeniden düzenlenmesi anlamına geliyor.
Ekonomide neoliberal politikaları ve ulusal sermayenin korunmasını savunan, ancak toplumsal konularda daha muhafazakar bir çizgide olan AfD’nin yükselişi, aynı zamanda uzun yıllar eyalet ve federal meclislerde bulunan, hükümet ortaklığı yapan liberal Hür Demokrat Parti’nin (FDP) çöküş dönemine denk geliyor. FDP, 2013’deki genel seçimlerde ilk kez ülke genelinde yüzde 5 barajına takılarak Bundestag’a gidemezken, benzer bir durum eyaletler düzeyinde yaşanıyor. AfD’nin başarı kazandığı eyaletlerde genellikle FDP barajın altında kalıyor. Genel seçimler üzerinden yapılan analizlere göre, FDP 430 bin, CDU/CSU 290 bin, SPD 180 bin, Sol Parti 340 bin, Yeşiller 90 bin seçmenini bu partiye kaptırmıştı.
Genel seçimler ve Avrupa Parlamentosu seçimlerinden ve Ağustos 2014’te yapılan Saksonya Parlamentosu seçimlerinden sonra, AfD’nin bugüne kadar gelip geçici olan partilere benzemediği, dolayısıyla CDU’nun sağında kalıcı olabileceğine dikkat çekilmeye başlandı. Bu nedenle de CDU’nun ve başbakan Merkel’in daha fazla bu partiyi görmezlikten gelemeyeceği, artık muhatap alıp eleştirmesinin zamanın geldiği dile getirilmeye başlandı. Diğer bir yaklaşım ise, gelecekte bu partinin FDP’nin yerine CDU’nun koalisyon ortağı olabileceği yönünde.
Die Zeit gazetesinden Ludwig Greven’in kaleme aldığı “Görmezlikten gelmek isteğe bağlı değil” başlıklı yorum yazısında, bu partinin üzerinde oturduğu platform şu şeklide tanımlanıyor: “AfD başarılı bir şekilde CDU’nun bir kenara bıraktığı sağ muhafazakar konuları işliyor. Bunların başında iç güvenlik, göç, yabancılar ve aile politikası geliyor. Kendisini başka partilerde bulamayan protesto oylarını topluyor”
Hıristiyan Demokrat Birlik (CDU) ve Bavyera eyaletindeki devamı Hırisyiyan Sosyal Birlik (CSU) partileri İkinci Dünya Savaşı sonrasında özel olarak kendi sağında güçlü bir siyasi oluşuma izin vermedi. Bavyera eski başbakanlarından ve CSU başkanlarından Josef Strauß bu politikayı “Bizim sağımızda olan hiçbir parti demokratik değildir” diyerek özetlemişti. Bu nedenle Neonazileri bir yana bırakırsak, belli dönemlerde ortaya çıkan eğilimler hemen bastırıldı. Yani, kendi sağında başka bir hareketin kurulmaması üzerinden inşa edilen planın günümüzde AfD’nin yükselişiyle artık pek geçerli olmadığı görülüyor.
Der Spiegel dergisinde yer alan “Sağdan Parlamento Dışı Muhalefet” başlıklı yazıda, son on yıldır Hıristiyan Demokratlar’ın muhafazakar seçmenlerin bir bölümünü kaybettiğine dikkat çekildikten sonra şöyle deniliyordu: “Almanya’da partiler yeniden biçimlendiriliyor. CDU 10 yıl önce kendisine bağlı olan muhafazakar seçmenler grubunun bir bölümünü kesin olarak kaybetti ve bunu da kabul etmiş durumda. Daha muhafazakar olan CSU ile de bunu telafi edemez. Avrupa ölçülerinde bakılırsa bu normalleşmedir: Birçok Avrupa ülkesinde muhafazakar partilerin sağında popülist gruplar oluştu. Almanya’da ise savaştan sonra bu hiç olmadı. Nazi döneminde yapılanları anımsayan kolektif hafıza buna yol açtı ve CDU da kendi sağındaki bir parti yaratmamayı değişmez politika haline getirdi. Bu elbette ‘devlet partisi’ olmaya uygun bir durumdu.”
CDU’nun sağında muhafazakar bir oluşumun taban bulmasının elbette sermayeyle bağlantılı olan önemli bir yanı bulunuyor. Sadece, Alman İşverenler Birliği Başkanlığı’nı yapan Olaf Henkel yok bu partinin içinde ya da arkasına. AB’nin ortak para birimi Euro’nun yürürlüğe konulmasından rahatsız olan ve bundan zarar gören belli sermaye grupları mevcut. Ülkeler ve sektörler arasında yaşanan rekabet karşısında dayanamayan Alman sermaye grupları, bu nedenle, mevcut haliyle Euro’nun devam etmesinden yana değiller. Dahası, kriz içindeki ülkelere Alman kasalarından paranın akıtıldığını ileri sürerek, “izlenen yanlış politikanın zararlarının Almanya tarafından karşılanmamasını” talep ediyorlar. Bu nedenle AfD’nin öncekilerden farklı olarak güçlenmesinin ardında, asıl olarak arkasına aldığı belli sermaye gruplarının çıkarları bulunuyor. Ve bu sermaye grupları kendi çıkarları temelinde AfD üzerinden AB ve Euro’dan kazanç elde eden sermaye grupları üzerinde baskı kurmanın, pazarlık yapmanın planlarını yapıyorlar. Bu planların başında, Euro’nun iki ayrı gruba (Zengin Kuzey, Yoksul Güney) ayrılması ve Almanya’nın “Zengin Kuzey” grubunda yer almasınının sağlanması var. Bu talep, özellikle kriz tartışmalarının yoğun olduğu dönemde değişik kesimler tarafından da gündeme getirilmişti.

AfD’NİN SOKAKTAKİ YANSIMASI: PEGİDA
AfD’nin yükselişi ve giderek kalıcı hale gelmesi, aynı zamanda, Euro, İslam ve göçmen karşıtlığı temelinde yeni bir sağ hareket için koşulların olgunlaştığı anlamına geliyordu. Ancak, buna rağmen bu partinin yükselişi yeni sağ tehlike olarak yorumlanmadı çoğunlukla.
Ne var ki, kendisine “Batının İslamlaştırılmasına karşı Avrupalı Yurtseverler” (PEGIDA) diyen hareketin Saksonya eyaletinin başkenti Dresden’de kitlesel eylemler yapmaya başlaması, ortada yeni bir hareketin olduğu tartışılmasını da beraberinde getirdi. Bu hareketin AfD ile ne kadar bağlantılı olup olmadığı tartışılan başka bir konu oldu. Her ne kadar PEGIDA’nın başını çekenler doğrudan AfD yöneticileri, kadroları olmazsa da, son seçimlerde bu partiye oy verdiklerini gizlemiyorlar. Keza, AfD içerisinde de bu hareketle bağlantı konusunda yoğun tartışmalar yaşandı. Eylemlere katılmak için Dresden’e giden AfD Brandenburg Başkanı Alexander Gauland, “Biz bu hareketin doğal müttefikiyiz”  diyordu. Saksonya’daki Meclis Grubu PEGIDA yöneticileriyle görüşmeler yaparak desteklerini sunarken, Genel Merkez’den araya mesafe konulması gerektiğine dair açıklamalar yapılıyordu. Her ne kadar örgütsel bir bağdan söz edilmezse de, aradaki fikir birliği, doğal olarak PEGIDA’yı AfD’nin sokaktaki yansıması haline getirdi. Zira Deresden Teknik Üniversitesi Anayasa ve Demokrasi Araştırmaları Merkezi (ZVD)  tarafından yapılan araştırmaya göre, eylemlere katılanların yüzde 17’si AfD seçmeni olduğunu belirtiyor ve bu oran, eylemlere katılan diğer partilerin seçmenlerinden çok fazla. Eylemlere katılanların yüzde 62’si hiçbir partiyle bağlantısının olmadığını söylüyor. Bu demektir ki, mevcut partilerle bağı bulunmayan azımsanmayacak bir kitle, ırkçı grupların yönlendirmesiyle kendisine yeni bir “siyasi temsilci” arayışı içerisinde.
IŞİD terör örgütünün Irak, Suriye ve Kobane’de yaptığı insanlık dışı katliamlar ve cinayetlere tepki olarak Almanya’da Kürtler ve demokratik güçler tarafından pek çok kentte eylemler düzenlendi. Bu eylemlerin Hamburg ve Celle ayağında çok sayıda kişi Selefi Kürtlere karşı saldırıda bulunarak, katliam provası yaptı. Hem de polisin gözleri önünde. Basında “Kürtlerle Selefilerin çatışması” olarak yansıtılan bu durum PEGIDA ve diğer ırkçı gruplar tarafından “Almanya toprakları üzerinde vekalet savaşı istemiyoruz” sloganıyla işlendi ve bu temelde eylemler örgütlenmeye başlandı.
İşte bugün kitlesel bir hareket olma özelliği kazanan PEGİDA, ilk olarak Dresden’de, 20 Ekim 2014 Pazartesi akşamı, sosyal medya üzerinden yapılan ve 300 kişinin katılımıyla gerçekleşen bir gösteriyle işe koyuldu.. Bu eylemlere katılım 24 Kasım 2014’te şaşırtıcı şekilde 5 bin 500’e, 22 Aralık 2014’te 17 bin 500’e, 5 Ocak 2015’te 18 bine, Paris’teki Charlie Hebdo saldırısından sonra 12 Ocak’ta ise 25 bine ulaştı.
Her hafta katlanarak artan kitlesellik, aynı anlayıştaki ırkçı örgütler tarafından diğer kentlere de yayılmaya çalışıldı, ancak bu başarılamadı. Tam tersine, Dresden dışındaki kentlerde kitlesel şekilde antifaşist gösteriler yapılmaya başlandı.

NEDEN SAKSONYA, NEDEN DRESDEN?

Halen Doğu Almanya’da Dresden’e özgü lokal bir hareket olma özelliği taşıyan PEGIDA’nın neden bu kentte zemin bulduğu en çok merak edilen soruların başında geliyor. Elbette, geçmişle bağlantı kurulduğuna, bu hareketin Saksonya’da zemin bulmasının nedenleri var.
Bugün İslam’a karşı bir söylem üzerinden yapılan propagandanın merkezi haline gelen Saksonya, 1918/19’daki Kasım Devrimi’nden sonraki Weimar Cumhuriyeti’nin ilk “Hür Eyaleti” (Freiestaat) olma özelliği taşıyor. Bugün de bu özelliğini koruyor. En dikkat çekici nokta ise, Saksonyalıların dinle ilişkisi. Reformasyon döneminde Protestanlığı kabul eden Saksonya’da, Demokratik Almanya Cumhuriyeti döneminde hiçbir mezhebe ait olmayanların sayısı önemli oranda artmış. Şu anki resmi verilerde de Saksonyalıların yüzde 75,4’ü Hıristiyanlığın her iki mezhebine de bağlı değil. Geriye kalanların yüzde 20,9 Protestan (840 bin 490) ve yüzde 3,7’si (149 bin 570) Roma-Katolik Kilisesi’ne bağlı.
Benzer bir tablo, eylemlerin merkezi haline gelen başkent Dresden için de geçerli. 1949’de kentte yaşayanların yüzde 85’i bir kiliseye bağlı iken, bu oran 1989’da yüzde 22’ye düşmüş. Son verilere göre de, Dresden’de yaşayanların yüzde 80’i herhangi bir mezhebe bağlı değil. 530 bin nüfuslu kentte Protestan Kilisesi’ne 75 bin, Roma-Katolik Kilisesi’ne 20 bin kişi üye.
Rakamlara bakıldığında, hem Saksonya hem de Dresden’de yaşayanların önemli bir bölümü kendisini herhangi bir mezhebe ait hissetmezken, İslam karşıtlığı ve “yurtseverlik” söylemi üzerinden bir araya gelerek sokaklara dökülmeleri pek inandırıcı bir durum değil.
Kaldı ki, ZVD tarafından eylemlere katılanlar üzerinde yapılan araştırma da bunu doğruluyor. Eylemlere katılanların yüzde 5’i “dinsel ve ideolojik şiddete tepki”den, yüzde 54’ü “mevcut politikadan rahatsızlık”tan ötürü eylemlere katıldığını söylüyor.  Araştırmada PEGIDA eylemlerinin temelindeki “dinsel tepki”yi ölçme konusunda başka bir veri daha bulunuyor. Eylemlere katılanların yüzde 73’ü hiçbir mezhebe ait olmadığını söylerken, yüzde 21’i Protestan, yüzde 4’ü Katolik ve yüzde 2’si de ‘diğer” diyor. Dolayısıyla ortada “İslam’a karşı Hıristiyan-Batı değerlerini” savunma diye bir tepkiden söz etmek oldukça zor. Çünkü, eylemcilerin kendileri Hıristiyan-Batı değerlerine göre yaşamıyor.
Öyle görünüyor ki; muhafazakar değerler üzerinden yürütülen propagandalarla bölgede yeniden Hıristiyanlığın mezheplerini ve milli değerleri güçlendirme amaçlanıyor. Zira, kilisenin etkisinin bu denli sınırlı olduğu bölgede, ileri sürüldüğü gibi bir “İslam tehdidi” de bulunmuyor. 4 milyonluk eyalette göçmenlerin oranı yüzde 2,8 (117 bin). Bunlar arasında İslam ülkelerinden gelenlerin miktarı kayıtlarda yer almayacak kadar az. Bu nedenle, Batı değerlerinin korunması, İslam korkusu üzerinden yaratılan propagandanın bu denli etkili olmasının arkasında daha derin nedenlerin olabileceği tahmin ediliyor.

SİYASAL MUHAFAZAKARLIK VE MİLLİYETÇİLİK
Din faktörü açısından muhafazakarlığın etkilerinin az görüldüğü Saksonya’da siyasi anlamda muhafazakarlık ise etkili. İki Almanya’nın birleşmesinden bu yana Hıristiyan Demokrat Birlik (CDU) partisi eyaletin en güçlü partisi. CDU 1990-2002 yılları tek başına iktidardı. Sonraki yıllarda ise hep hükümetin büyük ortağı oldu. Sol Parti yüzde 20 civarında oyla yıllardır anamuhalefet.
Faşist Alman Milliyetçi Demokrat Parti (NPD) her ne kadar 2014’teki seçimlerde yüzde 5 barajını aşmasa da, 2004’ten bu yana eyalet parlamentosundaydı. 2004’teki eyalet parlamentosu seçimlerinde NPD yüzde 9,2 ile 190 bin oy aldı. Bu yüksek oy oranı ülke genelinde büyük tartışmalara yol açtı. 2009’daki seçimlerde ise, oy oranı gerilese de (yüzde 5,6, 100 bin oy), barajı geçerek Meclis’te grup kurmayı ikinci kez başardı.
Faşist parti NPD, Ağustos 2014’teki seçimlerde 82 bin oyla yüzde 4,9 oy alarak parlamentonun dışında kaldı. Buna karşın “yeni sağ”ın temsilcisi Almanya İçin Alternatif (AfD) büyük bir sıçramayla yüzde 9,7 (105 bin) oy alarak parlamentoya girdi.
Özetle, seçim sonuçları eyalette 10 yıldan beri “muhafazakar” bir seçmen kitlesinin olduğunu gösteriyor. NPD ve AfD’ye verilen oylar göz önünde bulundurulduğunda, sağcı partilere giden oyların aslında 2004’ün seviyesinde olduğu görünüyor. Rakamlar, Saksonya’da radikal sağcılığın, ırkçılığın asıl olarak 2000’li yılların başından itibaren güç topladığını, bu nedenle bugün gelinen aşamanın tesadüf olmadığını yeterince ortaya koyuyor.

IRKÇILIK DOĞU ALMANYA’DA DEVLET ELİYLE GÜÇLENDİRİLDİ
Ama, ırkçı-faşist örgütlerin Doğu Almanya’da 2000’li yılların başında yükselmeye başlaması da bir tesadüf değildir. Sermaye basını ve politikacıları tarafından “Doğu’ya özgü bir durum” olarak yansıtılanların arkasında, asıl olarak Doğu Almanya’da “sol”u zayıflatma amacıyla devletin ırkçı-faşist örgütleri açık ya da gizli şekilde desteklemesi bulunuyor.
Neonazi örgütlerin Doğu Almanya’daki oluşumu en çok Saksonya’da etkili oldu. Arkalarında istihbarat örgütlerinin olduğu Skinheads Sächsische Schweiz (SSS) ve Sturm 34 adlı silahlı ırkçı örgütler bu eyalette çok sayıda solcu ve göçmene saldırdılar. Açıktan, antifaşistlerin şiddetle sindirilmeye çalışıldığı günler yaşandı. NPD, artan işsizlik ve yoksulluğun da etkisiyle, tam da bu sağ terör üzerinden gelişti. Öyle ki, Eyalet Anayasayı Koruma Teşkilatı’nın 2012 yılı raporuna göre, aynı yıl eyalet genelinde politik karşıtlarına karşı toplam 1602 ırkçı suç işlenmiş, bunların 131’iyse yabancılara yönelik yapılan saldırıdan oluşuyor. Bu suçların 281’i Dresden’de yaşanmış. Rapora göre, yabancılara yönelik suçun 6’sı şiddet içerikli, 18’i Dresden’de yaşanmış. Aynı yıl yine eyalet genelinde toplam 56 antisemit eylem yapılmış. Eyalet genelinde bir önceki yıla göre ırkçı suçlarda yüzde 5 azalma yaşanmış. Rapora göre, Dresden’de ise, bir önceki yıla göre ırkçı suçlarda çok düşük miktarda bir azalma görülüyor.
İstihbarat örgütlerinin kontrolünde geliştirilen şiddete yatkın aşırı sağ, sonunda, seri cinayetler işleyen NSU gibi bir terör örgütüne dönüştü. Daha önce Neonazi örgütleri kuran ve yöneten istihbarat örgütlerinin geriye çekildiğine dair bir işaret bulunmuyor. Bu nedenle, PEGIDA hareketinin merkezinde ya da etrafında daha önce şiddete açık ırkçı örgütleri yöneten istihbarat elemanlarının olması şaşırtıcı olmayacaktır. Zira, eyalette sistem partileriyle bağ kurmayan azımsanmayacak bir kitlenin olduğu göz önünde bulundurulduğunda, PEGIDA, aynı zamanda bu kitlenin yönlendirildiği bir kanal olma özelliği taşıyor. Bunun siyasal anlamdaki yansıması da AfD’den başka bir şey değildir.
PEGIDA hareketinin neden kentte taban bulduğunu araştıran Dresden Teknik Üniversitesi’nden siyaset bilimci Prof. Werner Patzelt, PEGIDA eylemlerine katılanlar arasında kentin çevresinden gelenlerin hatırı sayılır bir miktarda olduğuna işaret ediyor. Yani, meselenin Dresden’den çok Saksonya ile alakalı olduğunu ifade ediyor. Patzelt, sokağa çıkanlar için düşman imgesinin yabancı, sığınmacı, siyaset ve medya olduğuna dikkat çekerken, eylemlerde atılan ya da taşınan “yalancı basın”, “ihanetçiler”, “sığınmacı endüstrisi” ve “ekonomik sığınmacılar” kavramlarını buna kanıt olarak gösteriyor.  Zira, PEGIDA tarafından düzenlenen eylemlerde yapılan konuşmalarda da çoğunlukla bu kavramlar öne çıkıyor.
Özetle, eylemlerin kitlesel özelliğinin sadece Saksonya ile sınırlı olmasından, bunun Alman halkı içerisinde gösterilen doğal bir tepkinin sonucu olmadığı anlaşılıyor. Hareketin kitleselliği politik atmosferin oluşturduğu hassasiyet üzerinden gelişmiş olsa idi, bunun diğer eyaletlerde ve kentlerde de doğal bir yansıması olurdu. Örneğin daha önce Hartz IV’e karşı Magdeburg’da başlayan “Pazartesi Gösterileri” bir süre sonra başka kentlerde de benzer kitleselliğe ulaşmıştı.
Belirtmek gerekiyor ki, PEGIDA eylemlerinin her pazartesi yapılması ve “Wir sind das Volk!”  sloganının atılması ve pankartlarda taşınmasının da tarihsel bağlantıları bulunuyor. Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nin (DDR) çöküşünü getiren Berlin Duvarı’nın yıkıldığı 9 Kasım 1989’den bu yana Almanya’da ‘Pazartesi Gösterileri’ ve “Wir sind das Volk” fenomenleri yaşanıyor. DDR’in sonunu getiren gösterilerin her pazartesi tekrarlanması üzerine bunlara “Pazartesi Gösterileri” denmişti. İstenmeyen bir sistemin yıkılması “Wir sind das Volk” sloganı eşliğinde gerçekleştiği için adeta “kutsal” ilan edilen “Pazartesi Gösterileri”, halen de özellikle Doğu Almanya’da halkın gücünü göstermesi açısından önem taşıyor.
Pazartesi Gösterileri, daha sonra 2003’te SPD-Yeşiller hükümeti tarafından çıkarılan Hartz Yasaları’na karşı tekrar ortaya çıkmıştı. Her Pazartesi günü yapılan gösterilere ülke geneline on binlerce işçi ve emekçi katılıyordu. Eylemler, SPD’nin önemli oranda güç kaybetmesine, sonra da erken seçime gitmesine yol açtı. Bu etkinin farkında olan bazı sol gruplar halen “Pazartesi Gösterileri” düzenlemeye devam ediyor.
Pazartesi Gösterileri’nin halkın tepkisini ortaya koyması açısından yarattığı “kültür” şimdi de sağcılar tarafından kullanılıyor. Doğu Almanya’da adeta fenomen haline gelen Pazartesi Gösterileri, bu nedenle hala insanları bir araya getirmede önemli bir misyon içeriyor.

DİNSEL BÖLÜNMEDEN NEMALANIYORLAR
Açıktır ki, burjuvazinin farklı inançlardan emekçileri dini/inançsal değerler üzerinden karşı karşıya getirerek böldüğü ve bunun üzerinden dış politikadan iç poltikaya kadar değişik alanlarda uzunca bir süredir planlarını hayata geçirdiği ya da geçirmeye çalıştığı bir dönemden geçiyoruz. 11 Eylül saldırılarından sonra uygulamaya konulan bu strateji değişik aşamalar ve evrelerden geçerek bugüne gelindi. 7 Ocak 2015’te Paris’te Charlie Hebdo dergisine yapılan saldırı son 14 yıldır izlenen ve uygulanan bu planın bundan sonra sertleştirilerek devam ettireceğini bir kez daha gösterdi. Zira saldırıdan sonra burjuvazinin temsilcileri tarafından verilen sağduyulu açıklamaların üstü biraz kazınınca altından tehdit ve şantajın olduğu kendiliğinden anlaşılacaktır.
Gelinen aşamada, geçmişte yaşananların geleceğe yansımasının önümüzdeki sürece etkisini şu başlıklar altında sıralamak mümkün:
a – ) “İslami terör”le mücadele adı altında emperyalist devletler tarafından Ortadoğu, Asya ve Afrika ülkelerindeki sömürgecilik ve işgal politikaları yoğunlaşarak devam edecek. Charlie Hebdo saldırısından sonra Fransa’dan yapılan açıklamalara bakılırsa, Ortadoğu’da bundan sonra daha aktif bir politika izlenecek. Ancak, genel olarak emperyalist devletlerin besleyip büyüttükleri IŞİD (İslam Devleti-İD) daha uzun bir süre bölgede varlığını sürdürecek. Irak ve Suriye topraklarında kontrol altında tutulan kentlerde artık bir devlet sisteminin kurulduğu, devasa gelir kaynaklarına sahip olduğu biliniyor. Bu nedenle, kısa sürede İD’nin bitirilmesi beklenmiyor. Zira, ABD’nin güvenlikten sorumlu politikacıları da İD ile mücadelenin 10-20 yıl sürebileceğini her fırsatta söylüyorlar. Bu demektir ki, İD’nin askeri bir müdahaleyle yok edilmesi, kontrol ettiği kentler ve toprakları başka güçlerin hizmetine sunması kısa sürede pek olası görünmüyor. Hal böyle olunca, İD’nin varlığı aynı zamanda bölge üzerine kontrolün şiddetle sağlanmasının koşullarının devam etmesi gerektiğini de beraberinde getiriliyor. Bu konuda elbette Suriye’deki rejimin ne kadar ayakta duracağı da önem taşıyor. “İslami terör” bu nedenle bölgenin yeniden dizaynı için emperyalist devletler tarafından kullanılmaya devam edilecek.
b – )  Ortadoğu merkezli terör devam ettikçe bunun Avrupa başta olmak üzere dünyanın çeşitli bölgeleri ve ülkelerine etkileri ve yansımaları da sürecek. Bu etkilerin bir ayağını farklı inançlardan emekçiler arasındaki bölünmeyi derinleştirmek oluştururken, diğer ayağında “İslami terör saldırıları” gerekçesiyle temek hak ve özgürlüklerde önemli kısıtlamalara gitme bulunuyor. 7 Ocak Charlie Hebdo saldırısı şimdi bu temeller üzerinde etkisini sürdürüyor.
“Batı değerlerini savunma” adına İslam karşıtlığı temelinde ırkçıların nasıl güç topladığı ortada. Ve bunlar Avrupa halkları arasında “İslam korkusu” yaratmanın çabası içerisindeler. Bundan sonra da olmaya da devam edecekler.
Resmi rakamlara göre, AB ülkelerinde İslam ülkelerinden gelen toplam 16 milyon göçmen yaşıyor. En çok Müslüman barındıran ülke 5-6 milyonla Fransa. Fransa’yı yaklaşık 4 milyon ile Almanya takip ediyor. AB içerisinde Müslüman nüfusun oranı yaklaşık olarak yüzde 3,5.
Gerçek bu olduğu halde, değişik kurumlar çeşitli tahminlerde bulunarak önümüzdeki dönem için bir “korku senaryosu” oluşturuyorlar. Örneğin Pew Forum on Religion & Public Life adlı kurumun araştırmasına göre, 2030 yılında Avrupa’daki nüfusun yüzde 8’i (44 milyon) Müslüman olacak.  Aynı araştırmaya göre, 2030’da Fransa’daki Müslüman sayısı 6,9 milyona, Almanya’daki sayının ise 2030’da 5.5 milyona ulaşacağı ileri sürülüyor. İngiltere’de ise, şu anda 3,8 olan Müslüman sayısının 7,5  milyona çıkacağı dile getiriyor. Tahminlerden yola çıkan bu kurum, şu anda AB nüfusu içinde yüzde 3,8 olan Müslüman nüfus oranının 2030’da yüzde 8’e çıkacağını ileri sürüyor.
Bütün bunlar, önümüzdeki süreçte radikal dinciler tarafından uygulanan şiddet ve katliamların etkisiyle Müslüman ve Hıristiyan inancından emekçiler arasındaki bölünmenin 11 Eylül’den bu yana bazı açılardan derinleştirildiği ve bundan sonra da derinleştirilmeye devam edileceği anlamına geliyor.
İkinci önemli ayak da, 11 Eylül’den sonra güvenlik gerekçesiyle temel hak ve özgürlüklerde yapılan kısıtlamaların bir kademe daha kısıtlanmasını beraberinde getirmiş oluşudur. Hem AB düzeyinde hem de tek tek AB ülkelerinde Charlie Hebdo saldırısı bahane edilerek güvenlik yasaları hazırlanmış durumda . Bunlarda en dikkat çekici olan noktayı, uzun süreden beri “potansiyel suçlu” haline getirilen İslam ülkelerinden gelen göçmenlerin daha somut şekilde kontrol altına alınması oluşturuyor. Bundan elbette bütün uluslardan emekçiler etkilenecektir.
c- ) Hiç şüphe yok ki, emperyalist-kapitalist devletler ve onların ideologları tarafından gündeme getirilen farklı inançlardan halklar arasındaki “medeniyet çatışması”ndan en çok nemalanan bir diğer kesim de, İslam adına hareket ettiğini ileri süren radikal dinci terör örgütleridir. 11 Eylül’den bu yana “terörle mücadele” adına başlatılan süreç, gelinen aşamada terörü bitirmek bir yana daha da büyütmüş, hatta Ortadoğu coğrafyasının en kıymetli bölgesinde “devletleşme”sine yol açmıştır. Bu akımlar, bundan sonra da etki alanlarını genişletmek ve seslerini duyurmak için Madrid (2004), Londra (2005) ve Paris’te (2015) olduğu gibi terör eylemlerine devam edecekler. Bu terör saldırılarının en çok Avrupa ülkelerinde yaşayan Müslüman inancından, sonra da bütün uluslardan inanan ya da inanmayan emekçilere zarar verdiği açıktır.
Bu saldırıların daha fazla etkide bulunmaması için öncelikli olarak kendisini İslam’ın temsilcisi olarak ilan eden kurumların ve şahsiyetlerin zaman geçirmeden tepkisini göstermesi, terör ile Müslüman inancından olan emekçiler arasında bir bağın olmadığını ortaya koyması gerekiyor.
Zira her terör saldırısı, köken olarak bu ülkelerden gelen her bir bireyi Avrupa’da “potansiyel suçlu” ya da “şüpheli” haline getiriyor. Bununla birlikte İslam’ın ne denli şiddet içerikli bir din olduğuna dair açıklamalar, yazılar arka arkaya diziliyor. Ancak İslam adına hareket ettiğini ileri süren örgütlerin çoğu “ama”ları öne çıkararak, İslam adına işlenen terörle araya mesafe koymakta tereddüt ediyor.
Elbette sermaye ve gerici akımlar tarafından din üzerinden körüklenen kutuplaşmada, bu çevrelerin de rolü ve sorumluluğu var. Radikal İslamcı terör gruplarını eleştiren, İslam dinini onların temsil etmediğini söyleyen bu çevreler, bugüne kadar izledikleri politikalarla, ortaya koydukları tavırlarla halklar ve inançlar arasında kardeşliği öne çıkarma yerine kendi cephelerinden önyargıları körüklediler.
Bu nedenle, Avrupa’da da son birkaç yıldır olup bitenler, farklı inançlardan ve mezheplerden emekçiler arasında din üzerinden ayrımın öncekine göre çok daha derinleştirildiğini gösteriyor. Ekonomik-sosyal sorunlardan çok inanç ve ulusal kimlik üzerinden bölünmenin yaratıldığı ya da yaratılmaya çalışıldığı politikaların en etkili olduğu bölgelerin başında Batı Avrupa geliyor. Hal böyle olunca da, İslam ülkelerinden gelen göçmenlerin sosyal sorunlarının üstü çoğunlukla ‘İslam kimliği”yle örtüldü. İşçilikten, emekçilikten, göçmenlikten kaynaklı sorunlar çoğunlukla inanç düzeyine indirgendi. Hal böyle olunca, bu durum en çok bu bölme politikalarından yararlanan hükümetlerin, ırkçıların ve din temelinde örgütlenen cemaatlerin işine yaradı.
Elbette; İslam adına hareket eden, örgütlenen kişi ve kurumların İslam adına yapıldığı ileri sürülen alçakça bir saldırıyı “ama”sız mahkum etmesi, tavır alması önemlidir. Ancak; Almanya’da Müslümanlar adına hareket ettiğini ileri süren cemaatlerin çoğu Alman kamuoyuna “barış dili”ni kullanırken; diğer taraftan cami-dernek cemaatleri başta olmak üzere Türkiye kökenlilere yönelik propaganda ve faaliyetlerinde ise “Müslümanların haklarını ve kutsal değerlerini savunma, dinine sahip çıkma” adına bölünmeci, kutuplaştırmacı bir tavır göstermekte; yerli halka karşı önyargı ve endişeleri büyüten bir pratik sergilemektedir.
“Biz” ve “Onlar” üzerinden yaratılan dini ve milli ayrım, asıl olarak Müslüman-Hıristiyan ikilemi üzerinden canlı tutularak, Müslüman inancından olanların kendi içine kapalı halde yaşamasına kendi cephelerinden önemli ölçüde katkı sağlamaktadır. Bu nedenle “Biz” ve “Onlar” ayrımını sadece terör saldırıları dolayısıyla yapılan sembolik törenlerde değil, hayatın her alanında kaldırmak gerekiyor. Bu yapılmadığı takdirde bir taraftan radikal dinciler diğer taraftan radikal ırkçılar güçlenmeye devam edecekler ve her cinayet, farklı dinlerden gelen emekçiler arasındaki bölünmeyi daha da derinleştirecektir.
Hayatın her alanında karşılıklı saygı ve ortak sosyal sorunlar temelinde birlikte yaşam elbette kurmaca-yapay ve salt dilekle olacak bir durum değildir. Bunun olabilmesinin en önemli koşullarından birisi, etnik ve dini değerler üzerinden yaratılan önyargılar ve kutuplaşmanın kırılması; ortak sosyal sorunlar ve ihtiyaçlar etrafında bir araya gelebilmektir. Bugün Almanya’yı etkisi altına alan İslam karşıtı harekete karşı yapılan eylemlere, çoğunluğu Alman antifaşisti, demokrat olmak üzere binlerce, on binlerce insan katılıyor.
Paris Katliamı’ndan sonra, ırkçı hareketlerin bunu siyasi malzeme olarak kullanma çabalarına karşı demokratik kamuoyunun daha da güçlü bir şekilde bu eylemleri sürdürerek, meydanı ırkçılara bırakmayacağı mesajı vermesi ise oldukça anlamlı ve dine dayalı bölünmüşlüğün zayıflatılması adına umut vericidir. Türkiyeli ve diğer Müslüman kökenli göçmenler açısından da asıl kulak verilecek ve karşılık bulması gereken mesaj bu olmalıdır.
“İslam karşıtlığı” adı altında yapılan ırkçılığa ya da göçmenlere yönelik ayrımcılığa öncelikli olarak Alman halkı ve demokratik örgütlerin karşı çıkması oldukça değerli ve anlamlıdır. Ancak bu İslam ülkelerinden gelen göçmenlerin ve onların örgütlerinin antifaşist gösteriler karşısında kayıtsız kalması anlamına gelmiyor, gelmemelidir.
Ne var ki; başta Türkiye kökenli İslami örgütler olmak üzere, İslam ülkelerinden gelen göçmenleri temsil iddiasındaki birçok örgüt, Alman halkıyla birlikte ırkçılığa karşı ortak tutum sergilemekten adeta kaçınır bir tutum içinde olmuştur. Üyeleri ve cemaat arasında ırkçılığın, ayrımcılığın ne kadar yakıcı bir sorun olduğunu propaganda etmiş, ama ırkçıları, milliyetçileri protesto eden Alman halkının eylem ve etkinlikleri ise bileşilecek türden, güven verici hareketler olarak görülmemiş, gösterilmemiştir.
Sonuç olarak; Paris’te İslam adına yapılan ve hem yerli hem göçmen halkta yeni kırılmalar, kuşku ve önyargılar yaratan Charlie Hebdo sarsıntısı, bir kez daha göstermiştir ki, bu katliamın sorumluları, dini siyaset aracı haline getiren çevrelerdir; ve halkları din üzerinden bölüp kutuplaştıranlara karşı gereken tavır gösterilmezse son olmayacak; toplumu zehirleyen bölücü politikalar daha da can yakmaya ve hem yerli halk hem de göçmenler için hayatı zorlaştırmaya devam edecektir.

İSLAMOFOBİ: TEHLİKELİ BİR SİYASET
Elbette bu derneklerin tutumu bağlı oldukları Türkiye devletinden ve AKP hükümetinden farklı değil. Son birkaç yıldır Avrupa’da İslam karşıtlığı üzerinden güçlenen ırkçılık ve yabancı düşmanlığı, AKP ideologları ve Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından bilinçli olarak “İslamofobi” ilan edilerek, bu kavram altında önemli bir politik argümana dönüştürüldü. Hal böyle olunca, tıpkı Charlie Hebdo saldırısından sonra olduğu gibi, her olayın altında İslamofobi olduğu dillendirildi. Bu, aslında, AKP Hükümeti’nin de, Avrupa’da İslamı kendilerine önemli bir “enstruman” haline getiren ırkçıları kendisine siyasi bir malzeme haline getirdiğini gösteriyor.
Günümüzde bütün olup bitenlere darlaştırılmış halde “İslamofobi”  çerçevesinde bakanlar, aslında bununla Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkiye kökenli milyonlarca emekçinin yaşadığı ülkenin emekçileriyle, halklarıyla birleşmesinin önüne geçmek istiyorlar. İçeride ise, emekçiler arasında dini ve milli duyguları güçlendirmek, kendi yedeklerine almak için kullanıyorlar.
Adı üzerinde gerçekten çok bir “fobi” durumu söz konusu ve AKP ideologları da bu “fobi”yi gerçek olarak sunmanın çabası içerisindeler. Bugüne kadar bu kavramı yerli yersiz kullanmaları yetmiyormuş gibi, bir de 20-30 Nisan 2015’te, Dünya İslamofobi Kongresi’ni Ankara’da toplamayı planlamış bulunuyorlar. Demek ki, Batı’daki ırkçı ve yabancı düşmanı hareketi “ırkçılık” yerine “İslamofobi” olarak tanımlamak ve geniş kitleleri de bu temelde ikna etmek çok daha verimli bir durum olarak görünüyor! Çünkü “İslamofobi” olarak tanımlandığı takdirde İslam’la doğrudan bağlantılı olan fanatizm, şiddet eğilimleri, kadına baskı ve laikliğin reddine kadar birçok konunun üzerini örtmek çok daha kolay hale gelmektedir.
Uzunca sayılabilecek bir süredir, Avrupa’daki klasik ırkçı parti ve hareketler, hitap ettikleri kesimler arasında daha fazla etkili olabilmek için strateji değişikliğine giderek, İslam ve cami karşıtlığını kullanıyorlar ve buradan pek çok ülkede de azımsanmayacak düzeyde siyasi bir güç elde elde etmiş durumdadırlar.
Irkçıların İslam düşmanlığını bu denli etkili kullanmasında, elbette İslamcı terörizm ve uyguladıkları şiddet, radikal siyasal İslam’ın katliam ve kıyımları, İslam ülkelerindeki totaliter rejimler ve temel hak ve özgürlüklere yönelik saldırılar önemli bir rol oynamaktadır.
Yani; siyasal İslam’ın terörist saldırıları ve cinayetlerinin sayısı arttıkça, İslam düşmanlığı üzerinden ırkçılık yapılarak toplum içerisinde etkili olma da o denli artıyor.
Bu nedenle, bolca sözü edilen “İslamofobi”nin artmaması için, aynı zamanda, İslam adına işlenen cinayetlere en net ve kesin tavrın yine İslam adına hareket ettiğini ileri süren kurumlar, devletler ve liderler tarafından gösterilmesi zorunludur. Bu yapılmadığı taktirde ırkçıların İslam’ı kendi görüşlerine kalkan yapması ve bunun geniş kitleler arasında destek görmesi daha fazla “haklılık” kazanıyor.
Bu nedenle, Avrupa’da siyasal İslam’ın cinayetlerinden hareketle İslam’ı kendilerine kalkan edinip Hıristiyan inancından olanlarda “fobi”  haline getirerek güç toplayan ırkçı hareketler, en başta bu cinayetler karşısında açık tutum almayan bu yaklaşım üzerinden büyüyorlar. Meseleyi Hıristiyan-Müslüman ikilemine sokarak, “İslamofobi”ye indirgeyenler de ırkçıların güçlenmesini kendilerinin güçlenmesine vesile olarak kullanıyorlar. Birbirini besleyen ikiz kardeştirler!
Bu nedenle, günümüzde ırkçılıkla mücadele aynı zamanda İslam adına yapılan cinayetlere, barbarlıklara, her türden insanlık dışı uygulamalara karşı mücadeleyle birlikte ele alınmalı ve yürütülmelidir. Bu yapılamadığı taktirde her iki gerici kesimden birisinin yedeğine düşme tehlikesi her zaman bulunmaktadır.

BİRİBİRİNİ BESLEYEN GÜÇLERE KARŞI MÜCADELE
11 Eylül 2001’den bu yana dünya çapında yaşananlara bakıldığında görülecektir ki, “medeniyetler çatışması” tezini ortaya atan ve bunun üzerinden dünyayı ve farklı uluslardan inançlardan emekçileri bölüp kutuplaştırarak yönetmek isteyen emperyalist devletler, egemen sınıflar ve değişik bölgesel aktörler; gerek kendi ulusal sınırları içinde gerekse Ortadoğu, Afrika ve Asya gibi stratejik önem taşıyan coğrafyalara ilişkin politika ve hamlelerine dayanak oluşturmak üzere “İslami tehlike”yi adeta bir ‘korkuluk’ olarak kullanageldiler. Bu, “radikal İslam” adı takılan siyasal İslamcı terörist çetelerin faal olmadıkları ve emperyalistler ve onlarla işbirliği yapmakta olan bölgesel gerici dikktatörlükler ve burjuvazileri tarafından önleri açılıp teşvik edilerek katliamlar düzenlemedikleri anlamına gelmiyor; tersine bu katliamlar teşvikçilerinin işlerini kolaylaştırmakta, atacakları adımlar bakımından “İslami tehlike”yi argüman olarak kullanmalarını sağlamaktadır. “Teröre karşı güvenlik”; “totaliterliğe karşı demokrasi ve uygarlık” gibi propagandalarla ülkeler işgal edildi, yüz binlerce insan katledildi, milyonlarcası da yerinden yurdundan edildi. Kimi zaman doğrudan işgaller, kimi zaman iç savaşları, çatışmaları körükleme biçiminde sürdürülen bu politikalarda İslamcı terör örgütleri işgaller ve rejim değişiklikleri için enstrüman olarak kullanıldılar, kimi zaman da bu örgütler “uygar dünyanın karşısındaki en büyük düşman” ilan edilerek emperyalast metropollerde emekçilerin kazanılmış haklarına yönelik saldırıların hareket noktalarını oluşturdular.
Haliyle bu emperyalist işgal politikaları ve saldırganlıklar, dönemsel zaferler elde etse de, Irak işgalinin ardından gelişmesi için münbit toprak bulan IŞİD örneğinde olduğu gibi, aynı zamanda yok edileceği ilan edilen terörü bitirmek yerine büyüttü, güçlendirdi. Uzak Asya’dan Ortadoğu’ya ve Afrika’ya kadar uzanan şeritte giderek kök salan radikal dinci terör, içi boş bir anti-emperyalizmi kullanıp Batı karşıtı kılıfa da bürünerek bütün dünyanın başına bela edilmiş oldu.
Emekçileri ve halkları bölüp, düşmanlaştırmaya dayalı bu çatışma ve saldırılardan ne Ortadoğu ne de Batı coğrafyasındaki halkların bir yarar sağlayamayacağı; tersine hayatları, ekmek ve özgürlüklerinin daha da zora gireceği, girdiği ortadadır. Nitekim, birbirini büyütüp besleyen bu iki gerici gücün çatışması arasında sıkışıp kaldığı müddetçe, işçi ve emekçilerin nefes alabilmeleri daha da zorlaşmaktadır. Tersine, gerek Avrupa gerekse Ortadoğu ve diğer bölgelerde nefes alabilmenin yolu bu kıskaçtan çıkabilmek; yani hem dinci gericiliğe hem de emperyalist talan ve zorbalığa “dur diyebilmek”ten, onların etkisini kırabilmekten geçmektedir.
Son 15-20 yıldır yaşadığımız tecrübe çok açık bir biçimde göstermektedir ki, hem siyasal İslamcı hareketler hem de emperyalistler ve ırkçı-ayrımcı hareketler, dinsel değerleri siyasi hegemonya konusu olarak görmekte ve kullanmaktadırlar. Ve her üç akım ve gücün de  halklara ve insanlığa karşı işlediği suçlar o derece ağırdır ki, birbirlerinin yaptıklarını gerekçe göstererek bunun sorumluluğundan kurtulamazlar.
Süreci gerici politikaları tersine çevirme süreci olarak ele almak gerekiyor. Alman halkı PEGIDA karşıtı kitlesel eylemlerle ırkçılığa ve kutuplaşmaya karşı değerli ve anlamlı bir mesaj vermektedir. Bu ülkenin kopmaz bir parçası haline gelen göçmen kökenli emekçiler Alman sınıf kardeşleriyle birleştikleri ve bu birleşik mücadele işyerinden okula hayatın her alanında yaygınlaştırıldığı ölçüde gericilik püskürtülecek, ırk, din, ulus, dil ayrımının olmadığı, bütün halkların kardeşçe bir arada yaşadığı, sömürüsüz ve aydınlık yarınlar için mevziler kazanılmaya başlanacaktır.

Ukrayna-Kırım ekseninde emperyalist paylaşım ve gelecek hesapları

Son 20 yıldır inişli-çıkışlı ilerleyen, bazen de sanki aralarında hiçbir sorun ve uyumsuzluk yokmuş gibi uzlaşma içinde sürüpgelen emperyalist devletler arasındaki çelişki ve bloklaşmalar, Suriye ve Ukrayna üzerinden sürdürülen paylaşım hesapları ve çekişmeleriyle yeni bir dönemece girmiş görünüyor. Doğu Avrupa’nın en büyük ülkesi Ukrayna üzerinde Batılı (ABD-AB) emperyalistlerle Rus ve Çinli emperyalistler arasında ortaya çıkan gerilim hem emperyalist devletler arasındaki saflaşmayı öncesine göre alabildiğince belirgin hale getirdi, hem de Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla bittiği ilan edilen “Soğuk Savaş” yıllarının ardından ilk kez bu ciddiyette bir gerilim oluşmuş bulunuyor. Öyle görünüyor ki; bu saflaşma bundan sonra değişik bölgelerde ve uluslararası kurumlarda derinleşerek sürecek.
Soğuk Savaş’ın bitmesinin ardından, SSCB’nin ve onun varisi Rusya’nın etkisi altındaki bölge ve ülkeleri kontrol altına alma süreci başlatan ABD ve Avrupalı emperyalistler, planlarını daha çok etnik temelde çatışmalar çıkararak hayata geçirdiler. Bunun en acı ve açık tablosu Yugoslavya’da yaşandı. Yüzyıllar boyunca bir arada yaşayan halklar, Yugoslavya’nın ele geçirilmesi adına Batılı emperyalistler tarafından birbirine kırdırıldı. Ardından da NATO eliyle işgal seferleri düzenlendi. Eskiden tek devlet çatısı altında yaşayan halklar, şimdi sekiz ayrı küçük devlet halinde varlıklarını sürdürüyorlar. Sırbistan’ın uzun süre AB’ye teslim olmaması üzerine devam eden gerilimin ardından, yeni bir bölünmeye daha gidilerek, Kosova önce işgal edilmiş, sonra da Batı tarafından bağımsız devlet olarak tanınmıştı. Tanıyanların başında Almanya geliyordu. Yugoslavya örneği, emperyalizmin kendi politikasını hayata geçirmek ve en küçük bir alana sahip olabilmek için bölüp parçalamayacağı ülke, birbirine düşman etmeyeceği halk olmadığını yalın bir şekilde göstermişti.
Eskinden SSCB’nin sınırları içinde olan Cumhuriyetler ile Varşova Paktı üyesi olan Doğu Avrupa ve Balkan ülkeleri, “Soğuk Savaş”ın bitmesinden kısa bir süre sonra, Avrupa Birliği (AB) ve NATO üyesi yapılarak, Batılı emperyalistlere sıkı bir şekilde bağlandı. Daha somut ifade etmek gerekirse; “SB’nin eski devlet sınırları etrafında 14 Batı yanlısı devlet oluştu, dahası eski Doğu Blok’unun 10 devleti de NATO üyesidir şimdi. Buna rağmen, Gürcistan’daki kısa süreli askeri müdahale dışında, bu eski büyük gücün 20 yıldan fazla süren çöküşü kansız cereyan etti.”
NATO ve AB tarafından bu ülkelere dayatılan şartlar, tam anlamıyla teslim almayı içeriyor. Dolayısıyla bu ülkelerin gelecekte NATO ve AB’den ayrılması ancak güçlü bir mücadele ve köklü bir değişimle mümkündür. SSCB’nin dağılmasından kısa bir süre sonra Doğu Avrupa ve Balkan ülkelerinin AB ve NATO’nun himayesine girmesinin, Batı kapitalizmi için yeterli olmadığı ve olmayacağı açıktı. Zira yeryüzünde halen Batı kapitalizminin kontrol edemediği, sözünü geçiremediği ülkeler vardı ve bunların da en kısa zamanda ele geçirilmesi gerekiyordu… Nihayetinde, başta ABD olmak üzere, Batılı kapitalist emperyalist ülkelerin nihai hedefi, “Doğu Bloku”nun yenilgiye uğramasının verdiği zafer sarhoşluğuyla, kontrol edilemeyen, teslim alınamayan bütün ülkelerin sırasıyla teslim alınmasından başka bir şey değildi.
Bu temelde ilk göze batan ülkelerin başında Taliban tarafından şeriat kurallarıyla yönetilen Afganistan geliyor. 2001’de İkiz Kuleler’e yapılan saldırının ardından, Afganistan, bütün emperyalist devletler tarafından el birliğiyle “gönüllüler koalisyonu” halinde ve uzlaşma içinde, “önleyici savaş doktirini”ni ortaya atılarak birkaç gün içinde işgal edildi. Bu işgal sırasında bütün emperyalist ve işbirlikçi devletler, ABD’nin belirlediği rota üzerinde birleşmiş göründüler. ABD ise, saldırıya uğramanın yarattığı mağduriyetle bütün ülkeleri etrafında toplamanın hazzını yaşıyordu. Nihayetinde, bütün ülkeler, ABD’nin zamanı ve gerekçelerini belirleyip kendilerine dayattığı bir işgal hareketine katılmak zorunda kaldılar.
Ne var ki; bu çok uzun sürmedi. 2003’teki Irak işgali öncesinde emperyalist devletler iki ayrı kampa bölündü. ABD ve İngiltere’nin Birleşmiş Milletler (BM) onayı olmadan da Irak’ı işgal hareketini başlatmalarına Almanya, Fransa, Rusya ve Çin karşı çıktı ve işgale katılmaya yanaşmadılar. Irak, ABD ve İngiltere’nin öncülüğünde kurulan “gönüllüler koalisyonu”yla işgal edildi, ancak ABD ve İngiltere için tam anlamıyla bir bataklık oldu, olmaya da devam ediyor. Benzer bir durum Libya’da da oldu. Ancak, emperyalist kamplaşma, bu sefer Irak’takinden farklı oldu. Fransa, açıktan ABD-İngiliz ittifakına dahil olup vurucu güç haline gelirken, Almanya ekonomik ve siyasi çıkarları gereği “orta yol” siyaseti izledi; askeri olarak sürece dahil olmadı, ancak siyasi açıdan destekledi. Rusya-Çin ekseni ise, BM Güvenlik Konseyi’nde işgal konusunda çekimser kaldı, işgali sadece lafta eleştirmekle yetindi. Böylece, emperyalistler arasındaki çelişkiler Libya’da gerilimin düşük olduğu bir uzlaşmayla geçiştirilmiş oldu. Kaddafi barbarca öldürüldü, petrol başta olmak üzere ülkenin yeraltı kaynakları talan edildi ve Libya halkı yeni bir belirsizliğin içerisine sürüklendi. İstikrar adına yapılan işgalin ardından ülkeye istikrarsızlık hakim oldu ve olmaya da devam ediyor…
Ne var ki, Batılı emperyalistler Libya’yı almakla yetinmemiş, bir sonraki durak olarak Suriye’nin üzerine çarpı işareti konulmuştu. Suriye’nin işgali için Mart 2011’den itibaren başlatılan süreç, gelinen aşamada, Rusya-Çin ekseninin geri adım atmaması üzerine, masa başında yapılan hesapları alt üst etmiştir. Kısa bir süre içinde işgal edileceği sanılan Suriye’de beklenenin aksine hem Rusya-Çin ekseni hem de Esad rejimi büyük bir direnç göstermiş, dahası Batılı emperyalistlerin Esad rejimini devirmek için silahlandırdığı gruplar bu kez Batı’yı da tehdit edecek derecede güçlenmiş, bu nedenle de bunlara verilen destek kesilmek zorunda kalınmıştır. Denilebilir ki; Rusya’nın bir mevzi olarak Suriye’yi teslim etmemek için izlediği politikalar şimdilik sonuç vermiş ve Batılı emperyalistler ve onların bölgesel işbirlikçileri açısından başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Uzlaşma amacıyla başlanan Cenevre 2 görüşmeleri de, beklendiği gibi, sonuçsuz kalmıştır. Ancak bu, Suriye’nin işgal edilmesi ve işbirlikçi bir rejimin işbaşına getirilmesi planlarının bundan sonra devreye sokulmayacağı anlamına gelmiyor. Tersine, fırsat bulundukça, Suriye’nin Rusya ekseninden çıkarılması planları yeniden devreye konulacaktır. Suriye’deki Kürtler ise, bu kaos ve belirsizlik ortamından yararlanarak, Rojova’da özerklik ilan etmeyi başarmış, ardından da halkın özyönetimiyle kantonların kurulmasına geçilmiştir.

YENİ HEDEF: UKRAYNA
Asıl hedefini “kontrol edilemeyen ülkelerin ele geçirilmesi” üzerine kuran ABD ve Avrupalı emperyalist devletler, Kasım 2013’te AB ile Ukrayna arasında imzalanması planlanan “Ortaklık Anlaşması”nın Rusya’nın baskısıyla son anda imzalanmaktan vazgeçilmesi üzerine, bu kez bir kez daha yönlerini Ukrayna’ya çevirdiler. 2004’te gerçekleştirilen “Turuncu Devrim” ile mevzi kazanan Batılı güçler, 2010’daki seçimlerde bu mevziyi yeniden Rusya yanlılarına kaptırmış, yeni bir hamle için asıl olarak 2015’teki Başkanlık seçimlerine göre planlar yapmışlardı. Ancak, AB ile Ortaklık Anlaşması’nın son anda Rusya’nın baskısıyla Ukrayna Devlet Başkanı Viktor Yanukoviç tarafından imzalanmaması fırsat olarak görüldü ve süreç hızlandırıldı. AB bayraklarıyla aylarca “Maidan” Meydanı’nda bir araya gelen AB ve ABD yanlıları, Rusya yanlısı Yanukoviç’i devirmek için kitlesel eylemler düzenlediler, barikatlar kurarak çatışmalara girdiler, kamu binalarını işgal ettiler.
Buna rağmen, istediklerini kısa bir sürede alamayacaklarını fark eden işbirlikçi güçler bu kez silahlı ayaklanmaya başvurup, seçimle işbaşına gelen Hükümeti ve Devlet Başkanı’nı devirerek, Batı’nın desteğiyle açıktan bir darbe yaptılar. 18 Şubat’ta Kiev’deki Maidan Meydanı’ndan parlamento binasına doğru yürüyüşe geçen göstericilerle polis arasında çatışmalarda, Ukrayna Sağlık Bakanlığı tarafından verilen bilgiye göre, 77 kişi hayatını kaybetti. Ölenler arasında en az 6 polis de bulunuyordu. Böylece, SSCB’nin dağılmasından sonra, Ukrayna’da en kanlı olay gerçekleşmiş oluyordu. Ancak olaylardan kısa bir süre sonra, AB Dışpolitika Sözcüsü Catherina Ashton ile Estonya Başbakanı Bakan Urmas Paet arasında yapılan ve internete düşen telefon görüşmesine göre, bu katliamın Batı yanlısı güçler tarafından yapıldığı ifade edildi. Görüşmenin kayıtları her iki politikacı tarafından yalanlanmazken, içeriğine itiraz edildi. Kayıtlarda Estonyalı bakanın Ashton’a, “Yeni koalisyonun gerçekte neler olduğunu araştırmak istememesi rahatsızlık verici. Bu da keskin nişancıların arkasında Yanukoviç değil de, yeni koalisyondan birilerinin olduğu ihtimalini giderek kuvvetlendiriyor” dediği yer alıyordu.
İşbirlikçi güçler ve Batı medyası ise katliamın Yanukoviç’e bağlı “Berkut” polis gücü tarafından yapıldığını ifade ederek, Devlet Başkanı ve Hükümet’in istifa etmesini istedi. Bu katliamdan sonra Yanukoviç’i destekleyen oligarklar ve milletvekilleri cephesinde büyük bir kopuş oldu ve hızla istifalar başladı. Hal böyle olunca, Rusya yanlısı rejimin ayakta durması artık mümkün değildi ve Yanukoviç 22 Şubat’ta ailesiyle birlikte Rusya’ya kaçtı.
Halbuki, bu olayların ortasında Ukrayna’ya giden Almanya, Polonya ve Fransa Dışişleri Bakanlarının katıldığı toplantılarda bir “uzlaşma” sağlanmıştı. Buna göre, 2015’te yapılması planlanan Başkanlık seçimlerinin Aralık 2014’e çekilmesi, bütün kesimleri içerisine alan bir uzlaşma hükümetinin kurulması taraflarca kabul edilmişti. Ancak, bunu yeterli görmeyen faşist partilerin desteğiyle parlamentoya doğru bir ayaklanma başlatıldı ve sonunda darbe gerçekleştirildi.

BATI DARBESİ VE İŞBİRLİKÇİLER
Son darbenin Batı tarafından önceden planlandığına dair pek çok veri bulunuyor. Parlamento binasına yapılan yürüyüşten bir gün önce, “muhalefet liderleri” diye takdim edilen Kliçko/Yazenyuk ikilisi Berlin’de Başbakan Angela Merkel tarafından bizzat kabul edilerek, her türlü destek vaadi bir kez daha yinelendi. Zira, Merkel’in partisi CDU’ya bağlı Konrad Adenauer Vakfı’nın bu ekibi maddi olarak desteklediği, siyasi olarak eğittiği biliniyor. Hal böyle olunca, ‘Kiev ayaklanması’nın Berlin ziyareti sırasında planlanıp planlanmadığı sorusunu akıllara geliyor. Aynı şekilde, ABD de, doğrudan veya dolaylı olarak daha çok Batı Ukrayna’da taban bulan partiler, örgütler ve çeşitli kurumlara, faşist çetelere her türlü maddi ve politik destek verdi. Çeşitli kaynaklara göre, darbe için ABD tarafından toplamı 100 milyon dolar para aktarıldı.
Özetle, ABD ve Batı Avrupa bağlantılı “sivil toplum” görünümlü ve gayri resmi/örtük yapılanmalar tekrardan sahneye çıkmak suretiyle, üç aylık dönemde sivil-faşist darbe ile neticelenen süreç için milyonlarca dolar yatırım yaptılar. Kiev’in merkezi meydanına kurulan dev sahnede, ABD, Almanya ve diğer Batılı ülkelerin büyükelçileri, bakanları ve politikacıları boy göstererek, darbenin yapılmasına imkan sağladılar.
Açıktır ki; Ukrayna’da AB ve ABD tarafından faşist bir darbe gerçekleştirilmiştir. İçeride dayanak olarak kullanılanların başında boksör Vitali Kliçko, Rus doğalgazını satarak zenginleşen Yulia Timoşenko ve partisi “Anavatan” ile faşist “Swoboda” (Özgürlük) Partisi geliyor. Eylemler sırasında, Hitler faşizminin Ukrayna’yı işgal ettiği yıllarda Kızıl Ordu’ya karşı Alman faşistleriyle aynı safta yer alan Stepan Bandera ve onun ırkçı terör örgütü Ukraynalı Milliyetçiler Örgütü’nün sembolleri ve bayrakları Maidan’da sıkça boy göstermiştir. Komünistlere, Yahudilere ve Ruslara karşı açıktan düşmanlık yapan Swoboda Partisi ve lideri Oleg Tjagnibok, Batılı emperyalistler tarafından el üstünde tutulmuş, vurucu güç olarak kullanılmıştır. Bu faşist parti, daha sonra kurulan geçici hükümette de etkili bir şekilde yer almıştır. Almanya Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier ve ABD’deki Cumhuriyetçi Parti’nin tanınmış simalarından ve eski başkan adayı John McCain de Swoboda lideriyle bizzat görüşmüş, güçlenmesi için destek verilmiştir. Özetle, açıktan ırkçı-faşist bir anlayışa sahip olan Swoboda, Batı tarafından “normal” bir “muhalefet partisi” olarak değerlendirilmiş ve darbe sürecinde önemli rol oynaması sağlanmıştır. Eylemler sırasında Swoboda’nın askeri kanadı “C 14” Ukrayna Komünist Partisi’nin merkezini basmış, duvarlara gamalı haç işareti yapmış ve Rus azınlığına karşı düşmanca mesajlar vermiştir.
Bütün bunlar, Ukrayna halkına, Batı tarafından, faşist-oligarşik bir sınıfın Yanukoviç’e alternatif olarak dayatıldığını yeterince ortaya koyuyor olsa gerek.
Darbenin ardından kurulan yeni hükümetin Başbakanı Timoşenko’nun sağ kolu banker Arseni Yazenyuk, Yardımcısı da Swoboda partisinden Olexandr Siç oldu. İçişler Bakanlığı koltuğuna ise hakkında yolsuzluk soruşturmaları açılan multi-milyarder Arsen Avakov oturdu. Yine Maidan gösterilerini maddi olarak destekleyen oligarklar, Petro Poroşenko, Volodimir Groisman da Bölgesel Politikalar Bakanlığı yardımcıları olarak atandılar. Ulusal Güvenlik Dairesi’nin başına ise, faşist Sosyal-Milliyetçi Parti’nin kurucu üyesi Andriy Parubi getirildi. Böylece, yeni yönetici kliğin faşist-oligark karışımı olduğu kendiliğinden görülüyor.
Batılı emperyalistlerin, faşistlere dayanarak Ukrayna’yı kendi denetimi altına almak için izlemiş olduğu politikaların arkasında, elbette, hem bu ülkenin jeostratejik önemi, hem de bu ülkedeki yönetimin halen Rusya’nın etki alanı içerisinde olması vardı. SSCB döneminde sanayi, yeraltı kaynakları, gemi ve uçak yapımı, silah ve çelik üretimi konusunda önemli bir yere sahip olan Ukrayna, bugün de bu özelliklerini korumaya devam ediyor. Ayrıca, Rus doğalgazının Doğu Avrupa’ya ulaştırılmasında Ukrayna koridor niteliğinde. 45 milyon nüfusuyla Doğu Avrupa’nın en büyük pazar alanlarından biri olan ülkede siyasi bölünme sermaye gruplarının çıkarlarına göre şekillenmiş; Rus nüfusunun yoğun olduğu ülkenin doğu ve güneyinde sermaye gruplarının Rusya ile yoğun ticari ilişkileri bulunuyor, batıdakiler ise daha çok AB ile ticaret ilişkisi içerisinde.
Ayrıca, Ukrayna’nın Rusya ile Batı Avrupa arasında bir “tampon bölge” ve “enerji koridoru” olması da, tarafların geçmişten günümüze birbiriyle girdikleri savaşlarda hep önemli oldu. Dolayısıyla günümüzde bu ülkenin hangi güç tarafından kontrol edildiği ya da edilmek istendiği, aynı zamanda ülkenin geçmişiyle de ilgili.
Başka bir deyişle, Ukrayna, geçmişten günümüzde kadar “Doğu” ile “Batı” arasında; açıkça görüldüğü gibi Rusya-Çin ekseniyle, ABD ve AB üyesi Almanya ve Polonya başta olmak üzere, bölge üzerine “tarihsel” emeller besleyen ülkelerin en aktif taraflarını oluşturdukları güçlerin mücadelesinin alanlarından birini oldu. Bu konumdaki bir ülke üzerine kavga, içeride salt farklı kliklerin işbaşına gelmesiyle sonuçlanamayacak denli derin.
Bu nedenle Ukrayna’daki gelişmeler” uzunca bir süredir Ukrayna’nın bir “iç sorunu” olmaktan çıkmış, emperyalist ülkelerin paylaşım planlarının parçası haline dönmüştür. Çok sayıda insanın canına mal olan “ayaklanma” ve çatışmanın asıl nedeni, AB ve ABD’nin ülke üzerinde egemen olması çabasından başka bir şey değildir. Dolayısıyla Ukrayna’daki egemen güçler, oligarklar kadar halk da, ülke içerisindeki sorunlar üzerinden değil, emperyalist devletlerin planlarına göre bölünmüş ya da böldürülmüştür. Eğer bölünme, ülke içerisindeki ekonomik-sosyal sorunlar temelinde olmuş olsaydı, ilerici güçler daha avantajlı çıkabilir, buradan geleceğe dair umutlu bir sonuç alınabilirdi. Ne var ki, farklı emperyalist güçler arasında Ukrayna üzerinde süren egemenlik mücadelesi, milyonlarca işçinin, emekçinin ekonomik-sosyal sorunlarının üzerine kalın bir perde çekmiş, geniş yığınları emperyalist planlar ve mücadele ortamına sıkıştırmıştır. Halbuki, ülkede güçlü bir ekonomik altyapı olmasına rağmen, yoksulluk kimi kentlerinde yüzde 60’a kadar dayanmış, Ukrayna’nın geniş ve zengin topraklarının önemli bir bölümü 1991’den sonra uluslararası tekellere özelleştirme adı altında peşkeş çekilmiş, Ukrayna halkı tarafından işletilememektedir.
Örneğin, şu anda Ukrayna’da Çin’e ait 100 bin hektarlık toprak var. Bunun aşamalı olarak 3 milyon hektara çıkarılması planlanıyor. Bu miktar, Avrupa’nın en büyük ülkesi olan Almanya’nın ekili arazisinin dörtte birine (12 milyon hektar) denk geliyor.  Ayrıca eskiden milyonlarca işçinin çalıştığı büyük fabrikaların çoğu yine ya oligarklara ya da uluslararası tekellere kelepir fiyatına satılmış, emekçilerin ailelerini geçindirebilecek bir iş bulmaları imkanı da ortadan kaldırılmıştır. Bütün bunlar, Ukrayna halkı için kurtuluşun “içeride değil dışarıda” olduğu görüşünün yayılmasına, AB’ye girişin tek seçenek olarak görülmesine vesile olmuştur. AB ile ortaklık ya da yakın ilişkinin geniş kitleler arasında bu denli popüler olmasının arkasında asıl olarak bu sosyal-ekonomik nedenler bulunuyor.

BATI CEPHESİNDE GÖRÜŞ FARKLILIĞI VE BÖLÜNME
Kabaca bakıldığında Ukrayna eksenindeki gelişmeler karşısında ABD ve Batı Avrupalı emperyalist devletler aynı safta görünse de, ayrıntılı bakıldığında bunların arasında farklılıkların olduğu da görülecektir. Rusya ile ticari ilişkileri az olan ABD ve İngiltere, doğrudan bir “izolasyon” politikası izlenmesini savunurken; Almanya-Fransa ekseni, ticari ilişkilerin yoğunluğu nedeniyle, Rusya ile açıktan ilişkilerin koparılması ve yaptırımların uygulanmasına karşı çıkıyor. Bu temelde olağanüstü toplanan AB zirvelerinden Rusya’ya yönelik sınırlı yaptırım kararları çıktı. Kararlar, daha çok, Yanukoviç rejimi döneminde Ukrayna’da görev yapanların banka hesaplarının dondurulması ve Rusya ile yapılması öngörülen vize kolaylığının durdurulmasına yönelik bulunuyor. Bu nedenle, özellikle Almanya her ne kadar aynı cephede görünse de, tam olarak aynı şeyi savunmuyor. Dahası Almanya, “çok katmanlı Ukrayna sorunu”nda büyük bir açmazla karşı karşıya kaldı. Alman sermayesinin bir bölümü, ekonomik çıkarlar gereği Rusya’ya daha yakın durmanın gerektiğini açık bir şekilde dile getirdi.
Bu nedenle, Ukrayna’daki darbeye her açıdan destek veren Almanya, ABD ve İngiltere gibi Rusya ile açıktan karşı karşıya gelmekten yana değil. AB’nin Rusya’ya karşı ekonomik yaptırımları gündeme getirmesi ise, şimdilik beklenmiyor. Çünkü bu durumda asıl zararlı çıkanın AB olacağı ifade ediliyor. Rusya AB’nin üçüncü; AB de Rusya’nın birinci ticaret ortağı. Almanya ve AB ülkeleri, öncelikli olarak Rusya’ya ağır sanayi makineleri, kimyasal maddeler ve tarım ürünleri; Rusya ise AB ülkelerine ağırlıklı olarak doğalgaz ve petrol satıyor. Özellikle Rusya’nın yaptırımlara karşılık vermesi durumunda, doğalgaz ve petrol konusunda Rusya’ya bağımlı olan ülkelerin önemli ölçüde zararlı çıkacağı ifade ediliyor. Bunların başında ise Almanya geliyor.
Almanya ile Rusya arasında 2013’te toplam 76,5 milyar Euro’luk ticaret yapıldı. Rusya Almanya’ya 40,5 milyar Euro’luk, Almanya ise Rusya’ya 36 milyar Euro’luk mal sattı. Basında yer alan haberlere göre, Rusya’da 6 bin Alman firması iş yapıyor ve bu firmalara bağlı 300 bin kişi çalışıyor. Bu da, Almanya-Rusya ticari ilişkilerinin sarsılması durumunda her iki ülkenin kaybının büyük olacağı anlamına geliyor. Almanya, ihtiyaç duyduğu petrol ve doğalgazın üçte birini Rusya’dan karşılıyor. Doğu Avrupa ülkelerinde bu oran, yüzde 100’e kadar çıkıyor. Bu durumda, Rusya’nın petrol ve doğalgaz satışını durdurması ya da fiyatları artırması, AB ve Alman ekonomisinde büyük sarsılmalara yol açacak gibi görünüyor.
Bu nedenle, Rusya yanlısı Viktor Yanukoviç’i devirmek için canla başla çalışan AB ülkeleri, Rusya’nın yaptığı Kırım hamlesi karşısında tam anlamıyla zora düştü. Süddeutsche Zeitung’da Nico Fried’in yorum yazısında, Merkel’in Ukrayna politikası şu şekilde eleştiriliyordu: “Bir şey açık: Merkel suçlu. Başbakan şunu bilmeliydi ki, Ukrayna ile AB arasında imzalanması planlanan işbirliği anlaşması Rusya için provokasyondu. Bu demektir ki, Putin pek dikkate değer görülmedi.”
Gerçekten de Almanya, Ukrayna’daki darbenin ardından Rusya’nın nasıl bir tutum göstereceğini fazla hesaplamadan hareket etti. Sonradan, ortaya çıkan durum karşısında yeni bir politika belirleme yoluna gitti. Halbuki; Merkel, Ukrayna’da başından beri taraftı. Dengelerin Rusya’nın aleyhine dönmesi için elinden geleni yaptı. Ve öyle anlaşılıyor ki, gerilim ortamında, Rusya, kısa bir süre içerisinde önce Ukrayna’ya, sonra da Avrupa’ya karşı “doğal gaz silahı”nı kullanacak. Gazporm Başkanı, Ukrayna’ya uygulanan yüzde 30 indirimin kaldırılacağını açıkladı. Bu demektir ki, Ukrayna Rusya’dan doğalgazı artık daha pahalıya satın alacak. Bunun, zaten ekonomisi iflas durumunda olan Ukrayna’da pek çok soruna yol açacağı açık.

RUSYA’NIN KIRIM HAMLESİ
Batılı emperyalist devletlerin bütün Ukrayna’yı denetim altına almak için gerçekleştirdiği darbeye, beklendiği gibi, Rusya’nın yanıtı sert oldu. Dünya kamuoyunun oluşan yeni dengeler çerçevesinde Ukrayna’nın bölünüp bölünmeyeceğini tartıştığı sırada, Kırım Parlamentosu, 6 Mart’ta, Rusya Federasyonu’na katılma kararı aldı ve bu temelde 16 Mart’ta referandum yapılacağını ilan etti. Ayrıca Sivastopol kenti de, Kırım ile birlikte Rusya’ya katılmak istediğini duyurdu. Geniş yankı yaratan bu kararın ardından yapılan referanduma yüzde 83’lük oy kullanma oranıyla katılan Kırım halkının yüzde 96.8’i Ukrayna’dan ayrılma ve Rusya’ya bağlanma yönünde karar verdi. Ve Rusya Devlet Başkanı Vlademir Putin, 18 Mart’ta Kremlin’de düzenlediği şatafatlı bir törenle Kırım ve Sivastopol’un Rusya Federasyonu’na katılma başvurusunu kabul edip onay için gereğin yapılmak üzere parlamentoya havale etti. Böylece, hızlı gelişmelerin ardından, eğer tüm doğu ve güney bölgelerine, Harkov ve Donetsk’e kadar yayılmaz bu haliyle kalırsa, kısa bir süre içerisinde Ukrayna bölünmüş oldu.
2001 nüfus sayımına göre 2 milyon 33 bin 700 kişinin yaşadığı Kırım Özerk Cumhuriyeti nüfusunun yaklaşık yüzde 60’nı Ruslar oluşturuyor. Ruslar’dan sonra yüzde 24 ile Ukraynalılar ikinci, yüzde 12 ile Kırım Tatarları üçüncü sırada yer alıyor. Aynı şekilde Kırım Yarımadası’nda yer alan Sivastopol kentinde yaşayan 328 bin kişinin de yüzde 72’sini Ruslar oluşturuyor. Ayrıca, Rusya’nın Karadeniz Donanması’nın merkezi de bu kentte.
Hem nüfusunun çoğunun Rus olması, hem de sanayi ve stratejik önemi bakımından Rusya için vazgeçilmez önemi olan Kırım Yarımadası’nın Rusya topraklarına dahil edilmesi, bir taraftan Putin yönetiminin Batı karşısında artık geri adım atma niyetinde olmadığını gösterirken, diğer taraftan ise, Batı’nın Rusya’nın Kırım hamlesi karşısında çaresiz kaldığını da gösterdi. Bu, aynı zamanda, Rusya’nın bir süreden beri uluslararası ilişkilerde sürdürdüğü aktif dış politikanın zirve yapması anlamına geliyor.
Kırım, tarihte daha önce de egemen devletlerin paylaşmakta zorlandığı ve bunu için savaşlar yaptığı bir yarımada. “İlk zamanlar Kırım’da Kimmerler, Antik Yunanistan, İskitler,  Gotlar,  Hunlar,  Bulgarlar,  Hazarlar, Kiev Rus devleti, Bizans Yunanlıları, Kıpçaklar, Osmanlı Türkleri,  Altınordu Tatarları ve Moğollar hakimiyet kurmuştur. 13. yüzyılda Venedikliler ve Cenevizliler tarafından kısmen kontrol altına alındı, bunu izleyen dönemde, sırasıyla 15. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar Kırım Hanlığı ve Osmanlı İmparatorluğu, 18. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar Rus İmparatorluğu, İkinci Dünya Savaşı sırasında Hitler faşizmi ve daha sonra 20. yüzyılın geri kalanında Sovyetler Birliği içinde Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti ve Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti sınırları içinde kaldı.”
Kırım Yarımadası, 1954’de, Kuruçev tarafından Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti sınırları içerisinde dahil edilmişti.
Kırım üzerinde günümüzde süren paylaşım mücadelesinin bir benzeri, 1853-56 yılları arasında yaşanmıştı. Yarım milyon insanın canına mal olan Kırım Savaşı’nda devletlerin dizilimi ve öne sürülen gerekçeleriyle, aradan 160 yıl geçmesine rağmen değişen fazla bir şeyin olmaması dikkat çekici.
Osmanlı’nın Rus ve diğer azınlıklara yönelik baskılarına tepki gösteren Çarlık Rusya’sı, Kırım’a askeri operasyon düzenledi. Rusya’nın batıya doğru ilerlemesinden endişe eden Birleşik Krallık (İngiltere), Fransa ve Sardunya Krallığı (İtalya), Osmanlıyla birlikte savaşa dahil oldu. Prusya (Almanya) ve diğer Avrupa devletleri ise, tıpkı bugün olduğu gibi, bir taraftan Batı kampında yer alırken, diğer taraftan Çarlık Rusya’sıyla arayı bozmamaya çalışıyordu. 160 yıl önceki Kırım Savaş’ından bugüne geldiğimizde, Osmanlı’nın yerini Ukrayna almış, bir de, o zamanlar bu denli güçlü olmayan ABD sürece aktif dahil olmuş. Bunların dışında işbirliği yapan güçler ve bunların hesapları konuşanda değişen fazla bir şey yok. Gerilim, tıpkı bugün Ukrayna ile Rusya arasında bir çatışmayla sınırlı olmadığı gibi, o zaman da, Osmanlı ile Rusya arasındaki bir savaştan ibaret değildi; bölgeye kimin egemen olacağıyla ilgili genel ve önemli bir savaştı. Asıl savaş, o zaman da, Rusya ile Batılı kapitalist devletler arasındaydı.
Yüz binlerce insan hayatını kaybettiği üç yıl süren savaş, her ne kadar müttefik güçlerin Çarlık Rusya’sına karşı “zaferi”yle sonuçlansa da, Osmanlı, asıl kaybeden taraf olmuştur. Ekonomisi, tıpkı bugünkü Ukrayna gibi iflas aşamasındaydı ve savaşı yürütebilmek için diğer müttefikler tarafından alabildiğince borçlandırılmış, savaş sonrasında müttefik güçlerin sömürgesi haline gelmişti. Osmanlı için kullanılan “hasta adam” tanımlaması, ilk kez Kırım Savaşı sırasında ortaya atılmıştı. Açıktır ki, Avrupa’nın “hasta adamı” şimdi Ukrayna’dır. Ve öyle görünüyor ki, Osmanlı’yı tam sömürge haline getiren Kırım Savaşı, şimdi de Ukrayna’yı sınırsız şekilde Batılı emperyalistlerin sömürgesi haline getirecek. Bu nedenle, Kırım ikinci kez dünya tarihinde önemli bir dönemecin adresi olmuştur.

RUSYA’NIN YENİDEN YÜKSELİŞİ YA DA “ÇAR PUTİN”
Batı Avrupalı emperyalist devletlerle ABD’nin Ukrayna’da gerçekleştirdiği faşist darbe, gelinen aşamada, Ukrayna’yı bölmüş bulunuyor. Taraflar arasında gerilimin başladığı ilk aylarda “bu gidişle ülke bölünür mü?” şeklinde yöneltilen ve düşük bir olasılık olarak görülen bu öngörü şimdi gerçeğe dönüşmüş durumda. Bunda, elbette, Rusya’nın izlemiş olduğu kendine güvenli ve uzlaşmaz tutumun önemli bir payı bulunuyor.
Rusya ve lideri Putin, yeniden kazanılması zor görülen Ukrayna’yı kaybettiği gerçeğini gördükten sonra, Kırım hamlesiyle, en kıymetli bölgesini koparak kendi topraklarına dahil etti. Hem de ABD ve Batı Avrupalı devletlerin tehdit ve şantajlarını hiçe sayarak.
Kırım ve Sivastopol’da 16 Mart’ta yapılan referandumda halkın ezici çoğunluğunun Rusya Federasyonu’na katılmayı kabul etmesinin ardından Kremlin’de düzenlenen imza töreni, bu nedenle Putin ve Rus sermayesi tarafından tam anlamıyla gövde gösterisine dönüştürüldü.  Şimdilik, görünürde kazanan Rusya, kaybeden Ukrayna’daki işbirlikçi-faşist çevreler ve onların asıl destekçileri olan Batılı emperyalist devletler olmuştur. En azından politik ve moral açısından tablo bundan ibaret görünüyor. Ancak bu durum siyasi bakımdan “yarısı suyla dolu bardak”tan başka bir şey değildir. Rusya, bardağın dolu tarafını göstererek, bütünü kaybetmek yerine Kırımı kurtarmanın sevincini yaşıyor. Halbuki, bardağın boş tarafına bakıldığında, Rusya, Doğu Avrupa’nın en büyük ülkesi Ukrayna’nın batısını kaybetmiş, NATO ve AB’nin gelip sınırına dayanmasını engelleyememiştir. Kırım ve Sivastopol’u da elinde tutan NATO denetimindeki bir Ukrayna ise tam anlamıyla felaket anlamına gelecekti. Bu nedenle, mevcut dengeler ve ittifaklar açısından bakıldığında, Rusya’nın tek ve son çare olarak, Ukrayna’nın en kıymetli bölümünü kendi topraklarına dahil etmesi başarı olarak görülebilir.
Batılı güçler ise, Ukrayna’yı bütün olarak ele geçirmenin ve şüphesiz bölmeden kontrol etmenin hesaplarını yapıyordu. Ancak Putin’in beklenmedik ileri hamlesi onları hazırlıksız yakaladı. Bu nedenle, Ukrayna’nın bölünmeden kontrol edilmesi hayali gerçekleşmeyen Batı cephesi açısından bu bir yenilgi görünebilir. Ne var ki; Yanukoviç devrilmeden önce ülke üzerinde ciddi etkisi bulunmayan Batı cephesi, şimdi, her açıdan kontrol edebileceği bir Batı Ukrayna’ya sahiptir. Bardağın yarısı bu açıdan Batı için dolu görünüyor. Dahası, Batı Ukrayna üzerinde kurulacak egemenlikle NATO ve AB’nin sınırları bir adım daha doğuya doğru kaydırılmış, nihayet Rusya sınırına dayanmıştır. Ancak, Batı’nın kazandığı Batı Ukrayna’nın ekonomik açısından değeri, Doğu ve Güney Ukrayna’ya göre çok çok düşüktür. Dolayısıyla bölünmüş ve zayıflamış bir Batı Ukrayna’nın Batı cephesi için ileride her açıdan sorun olması kuvvetle muhtemel görünüyor. Bu da, Batı cephesi açısından bardağın boş tarafı demektir.
Putin, Kırım ve Sivastopol temsilcilerini de çağırarak düzenlediği imza töreninde yaptığı konuşmada, asıl olarak NATO’nun Rusya sınırına dayanmasından ve füze savunma sisteminin Doğu Avrupa ülkelerine yerleştirilmesinden rahatsız olduğunu belirttikten sonra, şöyle devam ediyordu: “Bugün de bize karşı bir çok yaptırım tehdidinde bulunuyorlar. Biz zaten bir çok sınırlamayla karşı karşıyayız. Örneğin Soğuk Savaş yıllarında ABD ve diğer ülkeler, SSCB’den belli teknoloji ve silahların satın alınmasını yasaklamıştı. Bu sözde Comecon Listesi’nde yer alıyordu. Bugün bu sadece biçimsel olarak değişmiştir, gerçekte ise geçmişteki yasak bugün de devam ediyor. Sürekli bizi bir köşeye sıkıştırmaya çalıştılar, çünkü bizim bağımsız bir tutumumuz var. Ama her şeyin bir sınırı var. Ve Ukrayna olayında Batılı partnerlerimiz şeytanla hareket ederek, ağırdan alarak, sorumsuzca ve amatörce davrandılar.”
Putin, konuşmasında, Batılı emperyalist güçlerin Rusya’nın çıkarlarını zedeleme konusunda “sınırı aştığını” ve gereken yanıtın verildiğini ifade ederek, Rus emperyalizminin bundan sonra nasıl bir siyaset izleyeceği konusunda önemli ipuçları veriyordu. Gerçi bu konudaki ipuçlarını daha önce de vermişti. 2007’de, Münih’teki NATO Güvenlik Konferansı’nda açık bir şekilde “ABD sınırlarını aştı. Şiddeti yayıyor” demişti.  Bu açıklamadan kısa bir süre sonra, Ağustos 2008’de, Güney Osetya ve Abhazya’nın Gürcistan’dan bağımsızlığını ilan etmesinin ardından Gürcü ordusunun yaptığı müdahaleye Rusya askeri yanıt vermiş ve Güney Osetya ve Abhazya’yı himayesine almıştı. Böylece askeri açıdan ilk ciddi çıkışını Gürcistan’a yaptığı müdahaleyle gösteren Rusya, Kırım’da da benzer bir taktik izledi.
Siyasi ve askeri olarak, komşularını bu denli tehdit eden Rusya, ekonomik açıdan ise, son yıllarda bazı ülkelerle “entegrasyon” süreci başlattı. Ukrayna, Rusya, Beyaz Rusya, Kazakistan, Ermenistan ve Moldavya’nın katılımıyla AB’ye benzer Avrasya Ekonomik Birliği’nin kurulması öngörülüyor. Son gelişmelerle birlikte Ukrayna’nın bu birliğe dahil olmayacağı artık görülüyor.
Soğuk Savaş’ın bittiği ilk yıllarda Yeltsin tarafından Batılı emperyalistlere peşkeş çekilen Rusya, Putin döneminde toparlanmış ve kendisini savunacak güce erişmiş görünüyor. Putin, törende yaptığı konuşmada, Kırım ve Sivastopol’un Nikita Kruçov tarafından 1954’te, hem de halka sorulmadan Ukrayna’ya hediye edilmesi şeklindeki yanlışı şimdi düzelttiklerini söylerken, eski SSCB Cumhuriyetlerinde yaşayan Rus azınlığın haklarının koruyucusu olduklarını da ilan ediyordu. Bu açıklamanın ardından, bu kez, Rus azınlığın yaşadığı Moldavya’nın Trans-Nistrien Bölgesi’nin de, Kırım gibi, Rusya Federasyonu’na katılabileceği gündeme geldi. Bütün Rusların koruyucusu olduğunu ilan ederek, içeride Rus milliyetçilerinin de açık desteğini alan Putin, diğer emperyalist devletler gibi, kendi ülkesinin sermayesini ve emperyalist ihtiyaçlarını gözetip korumanın planlarını yapıyor.
Ama belirtmek gerekiyor ki, Putin, göreve geldiği günden bu yana, eski Çarlık Rusya’sının ve SSCB’nin gücüne hep göndermelerde bulundu ve Rusya’nın düştüğü durumdan memnun olmadığını da ifade etti. Dolayısıyla Rusya’nın ve Rusların bu şekilde yaşamaya devam etmesini onaylamıyordu. “SSCB’nin dağılması 20. yüzyılın jeopolitik felaketidir” diyen Putin’in bu nedenle geçmişe yönelik yaptığı göndermelerinin çoğunda dile getirdiği, aynı zamanda günümüz Rusya’sının eski nüfuz alanlarını yeniden kazanması, her yönüyle güçlenmesine duyduğu özlemden başka bir şey değil.
Bütün bunlardan ötürü, Putin’in Rus sermayesinin çıkarlarını korumak için izlemiş olduğu dış politika, Batılı emperyalistler tarafından da uzunca bir süredir rahatsızlıkla izleniyor. Zira, taraflar arasındaki gerilimin hep düşük yoğunluklu geçmeyeceği açıktı ve bundan sonra da daha sert ve keskin dönemeçler yaşanacak. Bunda Batı basını tarafından kişisel olarak Putin’in belli özellikleri daha çok öne çıkarılıyor. Hatta ABD eski Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, hızını alamayarak, işi Putin’i Hitler’e benzetmeye kadar vardırdı. Almanya Başbakanı Merkel ise, Rusya’nın Kırım hamlesini, “Putin, başka bir dünyada yaşıyor” diyerek anlamakta zorlandığını ifade etti.
Halbuki ortada anlaşılmayacak bir durum yok! Nasıl ki Almanya, ABD, İngiltere ve Fransa gibi ülkeler Ukrayna’yı kendi denetimlerine alıp etki alanlarını genişletmeyi ve Rusya’yı çevrelemeyi amaçlıyorlarsa, Putin de, eskiden sahip olduğu alanları korumak için karşı hamleler yapıyor. Bu eksenden bakıldığında, Batılı emperyalistlerin saldırı, Rusya’nın halen savunma hattında olduğu söylenebilir. Anlaşılan o ki, Batı cephesi bu sert savunma politikasını beklenmiyordu ve bundan duyduğu şaşkınlığı da gizleyemiyor.
Ama, kapitalist dünyanın gerçekleri, uzun yıllar bölgesinde önemli bir güç olan Rusya’nın daha fazla geri adım atmasının koşullarının kalmadığını gösteriyor. Kendi sınırları içerisine hapsedilecek bir Rusya’nın da bir gün Batılı emperyalistler tarafından paylaşılmak üzere masaya yatırılacak olması dikkate alınması gereken bir ihtimaldir.
Öyle görünüyor ki; Putin savunma hattını genişletip yeni müttefikler bulmadığı taktirde günün birinde Batılı emperyalistler tarafından Rusya’nın paylaşılmasının da gündeme gelmesi şaşırtıcı olmaz. Rusya içerisinde son bir kaç yıldır ortaya çıkan ve “demokrasi hareketi” diye tanımlanan güçler, tam da, Rusya’yı Ukrayna gibi ele geçirme hesaplarının önemli bir parçasıdır. En önemlisi de, ülkede, tıpkı Ukrayna’da olduğu gibi, açıktan bir faşist hareket örgütlenmiştir ve sıkça boy göstermektedir. Unutmamak gerekiyor ki; Batının desteklediği liberaller, sosyal demokratlar, sözde komünistler, radikal milliyetçiler, daha önce, St. Petersburg’da “Milyonların Yürüyüşü” adı altında büyük bir eylem düzenlemişlerdi.
Hepsi, Putin’in temsil ettiği oligarşik yönetimi eleştiriyor. En önemlisi de tepki gösterenlerin sayısı gün geçtikçe büyüyor. Gorbaçov’la başlayan Batı emperyalizmine entegrasyon süreci, Yeltsin’le Rusya’nın geçmiş ekonomik birikim ve kazanımlarının Batı sermayesinin talan ve yağmasına dönüşmüş, halkın refah düzeyi düşmüştü. Putin döneminde bu ilişki bütünüyle sona ermiş olmaktan uzaktır; ancak ülke zenginliklerine el koyan Rus burjuvazisi büyümüş, dünya pazarlarına açılmasına özel olarak destek verilmiş, palazlandırılmıştır. Gelinen aşamada, Rusya; petrol, doğal gaz ve enerji kaynakları üzerinde kıyasıya rekabetin sürdüğü, gelir dağılımındaki adaletsizliğin büyüdüğü, hem milyarderlerin hem de yoksulların arttığı klasik kapitalist bir ülke haline gelmiştir. Resmi kaynaklara göre, yoksulluk sınırının altında yaşayan insan sayısı 20 milyonun üzerinde. Gerçekte ise, 30 milyona yakın. En çok da gençler işsizlik ve yoksulluktan etkileniyor. Seçimlerden önce, bu dönem, en önemli hedefi olarak yoksullukla mücadeleyi önüne koyan Putin, bugüne kadar somut bir adım atmış değil. Bütün bunlardan ötürü, bir süreden beri Rusya’da kendisini “Anti-Putin” hareketi olarak dışa vuran toplumsal huzursuzluğun bir bölümü Batı tarafından desteklenen liberal kesimlerden oluşurken, diğer bir bölümü sosyal sorunlardan ötürü biriken öfkenin ifadesinden başka bir şey değil. Ancak, yine de Putin Rus ekonomisini önemli ölçüde derleyip toparlamış durumdadır ve eskisinden farklı politikalar izlemeye yönelmiştir.
İçeride zenginliği bir grup azınlığın emrine sunan Putin ve ekibi, dış politikada ise emperyalist politikaları yeniden etkili şekilde devreye koymuş bulunuyor. Suriye ve Ukrayna’daki gelişmelerde de görülebileceği gibi, Rusya, artık diğer emperyalist güçlerle rekabet ve hegemonya çatışmasına girmekten çekinmiyor. Bu çıkıştan ötürü olmalı ki, ABD’de yayınlanan dış politika dergisi “Forbes”, 2013’de, Putin’i “dünyanın en güçlü lideri” ilan etti. Bu da, Putin’in son yıllarda izlemiş olduğu politikalarla hem içeride hem de dışarıda güçlendiğini ve çara dönüştüğünü yeterince ortaya koyuyor.
Bugünkü politikaları ve yönelimi, Rusya’nın, “pes” etmek bir yana, kendi çevresinden başlayarak dünyanın paylaşımı için Batılı emperyalistlerle dişe diş çekişmekten kaçınmayacağını göstermektedir.

SONUÇ: BLOKLAŞMALAR BELİRGİNLEŞTİ, ÇELİŞKİSİ DERİNLEŞECEK
Denilebilir ki, Rusya, Kırım hamlesiyle, son 10 yıldır olup bitenlerden yola çıkarak, tarihsel nedenlerin de etkisiyle bütününü daha fazla kontrol etmesinin artık mümkün olmadığını gördüğü Ukrayna’yı kendi çıkarları açısından bölmenin en yararlı adım olduğuna karar vermiş ve buna göre bir plan hayata geçirmiştir. Burjuva diplomasisinde sonda atılması gereken adımı en başta atarak elini güçlendirmiş ve ona göre pazarlık kapısını açık bırakmıştır. Başka bir deyişle, Rusya, önce diplomatik girişimleri başlatıp Kırım’ı kurtarma yoluna gitme yerine, ilkin askeri müdahaleyle kendi topraklarına katmış, sonra diplomasiye açık olduğunu ilan etmiştir.
“Ukrayna ve onun özerk bölgesi Kırım’da tüm etkinliğini yitirmiş bir Rusya diplomasi masasına güçlü bir biçimde oturabilir miydi? Bu durumda diplomasi çıkmaz bir yoldu ve bitip tükenmeyen müzakereler ve oyalamalar sürecinin ardından mevcut durumun Rusya tarafından kabul edilmesi istenecek, belki bunun için önemsiz tavizler verilecekti. Şimdi ise Rusya Kırım’ı kontrolü altına alarak diplomasi masasına güçlü bir biçimde oturuyor. Üstelik çok gelişmiş balistik bir füzenin denemesini yapmış olarak! Yani bugünün uluslararası politikasına yön veren belli başlı emperyalist ülkeler arasındaki temel kurallar yürürlükte ve bundan sonra da pazarlıklar böyle yürüyecek.”
Rusya’nın Kırım hamlesinin ardından Batılı emperyalist devletlerin yapacağı fazla bir şey kalmamıştır. Bunun içindir ki, 18 Mart’ta Kremlin’de Kırım ve Sivastopol’un Rusya Federasyonu’na katılması için yapılan tören, tam anlamıyla Putin ve Rus emperyalizminin küllerinden dirilerek gücünü dünyaya göstermesinden başka bir şey değildir. Dahası, daha güçlü olduğunu ifade eden Batı’nın Rusya’ya karşı “düşük yoğunluklu” yaptırımlardan başka yapacağı fazla bir şey olmamıştır. Doğu ve güney Ukrayna Kırım’ın yolundan yürümeyecek olsa bile, Kırım ve Sivastopol’un bundan sonra da Ukrayna topraklarına yeniden dahil olması mümkün görünmüyor. Bunu zorlayıcı politikalar ya da girişimlerin olması durumunda en azından bölgesel bir savaşın gündeme gelmesi şaşırtıcı olmaz.
Ve bu olasılık çok da küçümsenebilir değildir. Zira, Ukrayna’yı kanatları altına alan Batılı kapitalistler, her fırsatta Kırım’ın rövanşını almak için plan yapacaklardır. Bunun için ise, öncelikli olarak Ukrayna’nın AB ve NATO üyesi olması gerekiyor. Bu gerçekleştirildikten sonra, Ukrayna’ya verilecek “açık çekle” yapılacak provokasyonların ardından, tıpkı 160 yıl önceki Kırım Savaşı’na benzer bir savaşın çıkması ihtimali yok sayılamaz. Zira, Batı, bununla asıl olarak Rusya’yı güçten düşürme, haddini bildirme ve yükselişini durdurmayı amaçlayacaktır. Ne var ki; Putin liderliğindeki Rus burjuvazisi, son gelişmelerle birlikte bundan sonra kolay bir şekilde diğer emperyalistlere teslim olma ve nüfuz alanlarından vazgeçme niyetinde olmadığını ilan etmiş ve daha dirayetli bir tutum içerisinde olacağını göstermiştir. Bu, Putin ve Rus burjuvazisinin “antiemperyalistliği”nden değil, kendisinin de güçlü bir emperyalist olmasından kaynaklanıyor. En önemlisi de, kendisinin etki alanını daraltmaya çalışan emperyalist devletlere karşı çıkarken tarihsel mirası ve sembolleri de kullanmaktan tereddüt etmiyor.
Bütün bu politikadan ötürü, dünya, “Soğuk Savaş” yıllarını aratmayacak şekilde, yeniden bir gerilim sarmalı içerisine girmiştir ve bunun yeniden normalleşmesi şimdilik zor görünüyor. Tersine gerilim ve silahlanma bundan sonra daha hızlı sürecek.
Bu yönüyle Ukrayna’daki gelişmeler, emperyalist devletler arasındaki ilişkiler ve çelişkilerde olduğu gibi, baskı altında tutulan halkların özgürlüğü, ulusların bağımsızlığı sorunlarına da yeniden ayna tutmuştur. Halkların bölgesel ya da daha geniş alanlardaki yeni savaşlarda kırılmasının engellenmesi, ancak gelişmelerin nereye doğru gittiğini görmek ve ona tavır almakla mümkündür. Aksi taktirde emperyalistler arası rekabet ve savaşta her zaman olduğu gibi fatura emekçilere çıkacaktır.

UKRAYNA KRONOLOJİSİ
21 Kasım 2013: Ukrayna Hükümeti, AB ile imzalanması planlanan ortaklık anlaşmasını imzalamamayı kararlaştırdı.
24 Kasım: On binlerce kişi Kiev’de bir araya gelerek kararı protesto etti.
1 Aralık: Muhalefet tarafından düzenlenen AB yanlısı gösteriye iddialara göre yüz birlerce insan katıldı. Çatışmalar çıktı, 300 kişi yaralandı. Devlete ait kurumlar işgal edilmeye başlandı.
8 Aralık: Irkçılar tarafından Kiev’de Lenin heykeli yıkıldı.
11 Aralık: AB Dışişleri sözcüsü Chaterine Ashton ve ABD Dışişleri Bakanlığı Avrupa Bölümü sorumlusu Victoria Nuland, Kiev’de göstericilerle buluştu.
17 Aralık: Rusya Devlet Başkanı Putin, Moskova’da Ukrayna Devlet Başkanı Yanukoviç ile görüştü ve 15 milyar dolarlık kredi ve ucuz doğalgaz sözü verdi.
17 Ocak 2014: Ukrayna Parlamentosu, gösteri yasasını kısıtlamayan bir düzenlemeyi onayladı.
19 Ocak: 200 bin kişinin katıldığı hükümet karşıtı bir gösteri yapıldı.
18 Şubat: Kiev’de toplanan binlerce kişi parlamento ve başkanlık sarayına doğru yürüyüşe geçti. Çatışmalar çıktı. Onlarca kişi hayatını kaybetti.
22 Şubat: Devlet Başkanı Yanukoviç, Başkanlık sarayından ayrılarak, Rusya’ya kaçtı. Muhalefet geçici hükümeti kurdu ve 25 Mayıs’ta erken seçimlerin yapılmasını kararlaştırdı.
28 Şubat: Rusya yanlısı bir grup Kırım’ın başkenti Simferopol Havaalanı’nı işgal etti.
1 Mart: Kırım Hükümet Başkanı Sergej Aksyonov, Rusya devlet Başkanı Putin’den yardım talebinde bulundu. Rusya Parlamentosu, Kırıma asker gönderme kararı aldı.
6 Mart: Kırım Parlamentosu, Rusya Federasyonu’na katılma kararı aldı. Bu konudaki referandumu 30 Mart’tan 16 Mart’a çekti.
16 Mart: Yapılan referandumda halkın yüzde 95,5’i Rusya’ya katılmadan yana oy kullandı.
18 Mart: Rusya Devlet Başkanı Putin, Kırım ve Sivastopol’un bağımsız bir devlet olarak Rusya Federasyonu’na katılma kararını kabul ettiğini açıkladı ve katılım için yasal sürecin başlatılmasını istedi.
20 Mart: Ukrayna Donanması Kırım ve Sivastopol’u terk etti.

Avrupa-ABD çatışmasının boyutları

“İlk kez dünya paylaşılmış bulunmaktadır, öyle ki, topraklar ileride ancak yeniden paylaşma konusu olabilir; yani efendisi bulunmayan toprağa bir ‘efendi’nin sahip olması yerine, toprak bir ‘sahip’ten diğerine geçebilir. Dünya sömürge politikasının sıkı sıkıya ‘kapitalist gelişmenin en yeni aşamasına’, mali-sermaye aşamasına bağlı olduğu özel bir dönem içinde bulunmaktayız. Bu yüzden, bugünkü durumu iyi anlayabilmek, ve onu daha önceki dönemlerden ayıran ögeleri kavrayabilmek için, her şeyden önce olayları ayrıntılı incelemenin önemi vardır”
(V.İ. Lenin, Emperyalizm-Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, sf. 93)

11 Eylül 2001’de New York’taki İkiz Kuleler’e yapılan saldırının üzerinden tam iki yıl geçti. 3066 insanın yaşamına mal olan İkiz Kuleler’in yerle bir oluşu, bu kadar insanın yok olması ile sınırlı kalmadı. Afganistan ve Irak işgalleri sonucunda, İkiz Kuleler’in altında kalanlardan daha fazla insan katledildi, edilmeye de devam ediyor. “Bush çetesi”nin iç kamuoyuna bir “intikam yemini” olarak sunduğu Afganistan ve Irak işgallerini, aslında petrol ve enerji tekellerinin istemi doğrultusunda çok önceden planladığını artık herkes biliyor. Her iki ülkenin önce bombalanarak hükümetlerinin devrilmesi, sonra da ne zaman biteceği belli olmayan tarzda işgal edilmesine gerekçe gösterilen “11 Eylül”, elbette uluslararası ilişkilerin yeniden şekillenmesi, saflaşması ve çelişkilerin derinleşmesini önemli derecede hızlandırdı, öncesinde hazırlanan işgal planlarının devreye sokulmasına vesile oldu.
ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kapitalist dünyayı tek başına şekillendirme, buna bağlı olarak egemenliğini bu yüzyılda da sürdürme stratejisi, SSCB’nin yıkılmasından sonra da ısrarla sürdürülmek istendi. “Sovyet tehdidi”ni dünya halklarının tepesinde adeta “demokles klıcı” gibi sallayan ABD’nin bu politikasının ebedi olarak sürmeyeceği belliydi. SSCB’nin dağılmasının üzerinden ilan edilen Yeni Dünya Düzeni’nin emperyalistler arası çatışmaların gerginleşeceği, lokal savaşların artacağı, halkların birbirine kırdırılacağı bir süreç olacağı da emperyalist ilişkilerin dayandığı rekabet yasası kapsamında yaşananlara bakılarak görülebiliyordu. YDD, gerçekten “zincirlerinden boşalmış bir emperyalizm dönemi” oldu.

1. KÖRFEZ SAVAŞI’NDAN IRAK İŞGALİNE UZANAN AB-ABD ÇATIŞMASI
SSCB’nin dağılmasından hemen sonra, 1991’de gerçekleşen 1. Körfez Savaşı’nda, ABD ve Avrupalı emperyalistler arasında baş gösteren görüş ayrılığı ile Irak’ın işgal edilmesi ve sonrasında ortaya çıkan tablo arasında farklılıklar vardı.
1991’de, BM’nin de onayıyla, ABD-İngiliz ittifakının Irak topraklarını bombalamasını maddi ve lojistik olarak destekleyen Almanya, Fransa ve Rusya gibi ülkeler, aradan geçen 12 yıllık zaman diliminde, ABD’ye karşı, “ortak tutum belirleme”de mesafe kaydettiler ve ikinci büyük saldırı/işgale destek sunmadılar. Tersine köstek olmaya çalıştılar.
1. Körfez Savaşı’nda, ABD-İngiliz ittifakının Saddam’ı devirme, Irak’ı işgal etme planları sonucuna ulaştırılmadıysa da, Irak’ın merkezi yönetimine ve ekonomisine önemli darbeler vuruldu.İşgal planından da ise hiç vazgeçilmedi. 
11 Eylül olaylarından hemen sonra, ABD emperyalizmi Afganistan’ı hedef tahtasına koyarken, Avrupa’nın tutumunu Almanya Başbakanı Gerhard Schröder, “Kayıtsız şartsız dayanışma” biçiminde ifade ediyordu. “Terörün üzerine savaşla gidilmesin!” türünden açıklamalara rağmen, Avrupa ülkeleri ABD’ne desteği eksik etmediler.
ABD ve İngiliz ordusunun Afganistan topraklarını bombalaması ve Taliban’ın devrilmesinden sonra, Almanya-Fransa merkezli Avrupa ülkeleri, sürece bir yerden dahil olmak için girişimlerde bulundular ve bunda başarılı da oldular. Uluslararası diplomasi ve hukuk açısından Afganistan’ın işgaline karşı çıkmayan Almanya-Fransa merkezli “Çekirdek Avrupa”, daha sonra Afganistan’da konuşlandırılan ISAF gücüne de katıldı. Kabil ve çevresinin denetimi Almanya’ya verildi.
Afganistan’ın işgal edilmesinden sonra, ABD Irak’ı işgal planlarını aktif hale getirerek saldırı için hazırlıklarını artırdı. ABD ve İngiliz emperyalizmi, kimyasal silahların varlığını kanıtlamaya çalışırken, başını Almanya’nın çektiği “savaş karşıtı cephe” ise, Irak’a yönelik askeri saldırıya karşı tutum almaya başladı.
Afganistan’ın işgali konusunda, Fransa-Almanya-Rusya ile ABD-İngiltere arasında yaşanan tartışma, çelişkilerin keskinleşeceğini gösteriyordu.
Bonn’da düzenlenen Afganistan Konferansı’nda, kimlere kabinede yer verileceği, hangi bölgenin hangi güç tarafından kontrol edileceği pazarlığı yapıldı. ABD-İngiltere ittifakı yönetimin oluşmasında etkili olurlarken, Almanya ve Fransa  işgalin yürütücü merkezi olmaların sonucu bazı stratejik bölgeleri kontrol etme olanağı buldular.
ABD-İngiliz birliklerinin Afganistan topraklarını bombalaması ve binlerce insanı katletmeleri bu ülkelere karşı tepkileri artırırken, bombardımana katılmayan Almanya, Rusya ve Fransa’nın Afganistan’ın belli gölgelerini işgal etmesi,”masumane” ve “insani” amaçlı bir hareket olarak görülebildi. En tehlikeli bölge olarak kabul edilen başkent Kabil ve çevresinin Alman ordusuna bırakılması ve bu bölgede büyük çatışmaların yaşanmaması, Almanya’nın “kadife eldiven” politikasına sayıldı. Yerli halk tarafından, ABD’ye oranla daha az tepki ile karşılanan Alman ordusu, bu konumunu kullanarak ülkede işgal alanını genişletmenin planlarını geliştirdi. NATO ve BM’nin belirlediği sahanın dışında kalan Kunduz kentinde “görev” yakında Alman kuvvetlerine geçiyor. Sürekli saldırıya uğrayan ABD ordusunun isteği de bu yönde.
Almanya’nın Afganistan’da sürdürdüğü “kadife eldiven” politikası, ABD’nin de işini kolaylaştırıyor. Almanya’nın Irak politikasının iki ülkeyi neredeyse “soğuk savaş”a sürüklediği bir dönemde W. Bush’un, Schröder’e Afganistan’da yaptıklarından ötürü teşekkürlerini sunması, Almanya adına bir avantaj oldu; ama bu, Irak’ta köşeye sıkışan ve her gün birkaç asker kaybı veren ABD’nin, Afganistan’da da aynı akıbeti paylaşmasının da önlenmesi demek.
Afganistan’da konumunu geçmişe oranla güçlendiren Almanya, Irak işgali öncesinde ABD-İngiliz ittifakına karşı oluşan Almanya-Fransa-Rusya ittifakının da mimarı oldu.
22 Eylül 2002’de Almanya’da yapılan genel seçimler öncesinde Başbakan Schröder ve Dışişleri Bakanı Joschka Fischer, meydanlarda işgale karşı açık tavır aldılar. Bununla bir taraftan muhafazakarlar köşeye sıkıştırılırken, diğer yandan Almanya’nın bölgedeki çıkarlarını korunmaya ve Irak’ın tek başına ABD’ye teslim edilmesi önlenmeye çalışıldı.
ABD’nin eline geçmiş bir Irak’ın öncelikle Almanya ve Fransa’yı ticari-politik yönden vuracağı biliniyordu. Bunun da ötesinde, Irak’ı eline geçiren ABD, bu ülkelerle ile daha kıyasıya bir rekabet için avantaj kazanmış olacaktı.
Muhafazakarlar ve liberallerin bütün itirazlarına rağmen, Schröder-Fischer ikilisi seçim kampanyasını savaş karşıtı bir söylem üzerine oturttular. Bu strateji iç ve dış politikada Schröder hükümetini güçlendirdi. Seçimleri kıl kapı ile de olsa kazanmasında da bu politika denilebilir ki belirleyici oldu.
Meydanlarda Bush’a savaş planlarından vazgeçmesi çağrısında bulunan Schröder, bu dönemde Alman dış politikasında pek alışık olunmayan tarzda, “Alman yolu” kavramını ortaya atarak, kamuoyunda yeni bir tartışma başlattı. Schröder özetle, Irak konusunda ABD ile ortak hareket etmeyeceklerini, “Alman yolu”ndan ilerleyeceklerini söylüyordu. Bunun anlamı, Ortadoğu’da ABD’nin ve hatta AB’nin çıkarlarından çok Almanya’nın çıkarlarını ön plana çıkarmaktı.
“Frankfurter Allgemeine Gazetesi”nin başını çektiği muhafazakar kesim, Schröder’in bu çıkışının uluslararası düzlemde Almanya’nın çıkarlarına zarar vereceğini, yalnız bırakacağını; geleneksel ABD-Almanya ilişkilerini zedeleyeceğini ve en önemlisi de Avrupa’yı bir yana bırakarak, “Alman yolu”nun dillendirilmesinin sakıncaları üzerinde duruyordu.
Almanya’nın Irak’ın işgal edilmesine karşı bu açık tutumu Fransa ve Rusya’yı da etkiledi. Daha sonra “Almanya-Fransa-Rusya Barış Ekseni” ya da “Savaş Karşıtı Cephe” biçiminde adlandırılan bu stratejik işbirliği, aynı zamanda İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra emperyalist kapitalist ülkelerin değişik kamplara ayrıldığının da yeni ve açık bir işaretiydi.

ELYSSE ANLAŞMASI’NIN 40. YIL DÖNÜMÜ VE DÜNYAYA İLAN EDİLEN ORTAKLIK
Almanlarla Fransızlar İkinci Dünya Savaşı’na kadar, eski kıta Avrupa’da hep savaş halinde oldular ve fırsat buldukça birbirlerinin topraklarına saldırdılar. Her iki ülkenin toprakları nice kanlı savaşlara, katliamlara ve işgallere sahne oldu.
Karşılıklı saldırılar İkinci Dünya Savaşı’na kadar sürdü. Hitler faşizmi Fransa’nın yarısını işgal ederek Almanya’nın sınırlarını bir süreliğine batıya doğru genişletti. Hitler’in devrilmesi, Almanya’nın ikiye bölünmesi gibi İkinci Dünya Savaşı sonrası gelişmelerin ertesinde, Almanya ile Fransa arasındaki ilişkiler 1960’lı yılların başında yeniden normalleşme sürecine girdi. Konrad Adanauer ve Charles de Gaulle tarafından imzalanan Elysse Anlaşması, bir bakıma bugünkü Alman-Fransız stratejik ortaklığının da temeli olarak kabul ediliyor.
Almanya yeniden eski gücüne ulaşmak; Fransa, Avrupa’da ABD’nin etkisini kırmak ve uzun yıllar İngiltere ile gerdiği rekabette üstün çıkmak için bu ortaklıktan yararlanmayı hedefliyordu. Her iki ülke de, var olan çelişkileri öne çıkarmamaya özen gösterdi ve bu çelişkiler sürekli ertelendi. AB Nice Zirvesi’nde AB’nin mimarisi konusunda yapılan tartışmalar, ilişkileri gerse de, gelişmeler bu çatışmanın ertelenmesini adeta zorunlu kıldı. Çünkü, ABD’nin desteğini alan İngiltere’nin istediği de bu yöndeydi.
Fransa ile Almanya arasında ilan edilen stratejik ortaklık; İngiltere’nin işini AB içinde bir hayli zorlaştırırken, uzun sürede, ABD’nin dünya üzerindeki egemenliğini kırarak, “en büyük güç” olmayı hedefliyor. “Büyük güç” olma arzusu, Almanya ile Fransa tarafından ortaklaşa AB Konvensiyonu’na sunulan “AB’nin yeni mimarisi” konusundaki önerilerde net biçimde yer alıyor.
Almanya Başbakanı Gerhard Schröder ve Fransa Cumhurbaşkanı Jaques Chirac tarafından ortaklaşa bu yılın başında Avrupa Anayasası’nı oluşturmakla görevlendirilen Avrupa Konvensiyonu’na sunulan metinde, iki ülke arasında AB’nin geleceği üzerinde mutabakatın sağlandığına işaret ediliyor. Öneriye göre, atama ile işbaşına getirilecek AB Komisyonu Başkanı Avrupa Parlamentosu, yeni kurulacak AB Konseyi başkanı da Konsey üyeleri tarafından seçilecek. Kararların oybirliği yerine oy çoğunluğu esasına göre alınması da metinde yer alıyor.
Bu öneriler daha sonra, Selanik Zirvesi’nde AB Dönem Başkanlığı’na sunulan Avrupa Anayasası Taslağı’nda yer aldı. Böylece; Avrupa Anayasası’nın yürürlüğü girmesiyle, muhtemelen “Avrupa Birleşik Devletleri” adını alacak AB’de bu iki kurum belirleyici role sahip olacak. Bugünkü AB Komisyonu başkanının görevi daha çok bir başbakanın, AB Konseyi başkanının görevi ise cumhurbaşkanın yaptıkları olacak. Bu önerilerde açık ki “Alman damgası” var.
Almanya ve Fransa’nın diğer önemli bir önerisi de, AB Dışişleri Bakanlığı’nın kurulması. Avrupa’nın dış politikasının ABD ve diğer emperyalist güçler karşısında “tek bir elde” toplanması ve “motor güç” Almanya-Fransa’nın çıkarlarına bağlanması, en çok ısrar edilen konuların başında geliyor. Bu konuda İngiltere ile tartışmalar yaşandı. Bu öneri de Avrupa Anayasası Taslağı’nda yer almakla birlikte, alınan kararların bağlayıcılığının olmaması koşuluyla İngiltere ikna edildi. Dolayısıyla, AB’nin dış politikada “tek ses” olması bir kez daha ertelenmiş oldu.
Almanya-Fransa-Rusya eksenin bu ABD-İngiliz karşıtı ittifakı, Almanya ile Fransa arasında 1963 yılında imzalanan Elysse Anlaşması’nın 40. yıl dönümü dolayısıyla bir kez daha törenler sırasında ilan edildi ve bu Avrupa’nın ve dünyanın diğer büyük ülkelerine bir mesaj oldu: “Biz artık stratejik ortağız ve çıkarlarımız için açıkça birlikte hareket edeceğiz” deniliyordu.
Almanya ve Fransa’nın bu gösterişli son çıkışı, AB içinde “uzlaşma” döneminin artık kapanış aşamasına geldiğini, güç ilişkilerine bağlı yeniden yapılanmaların zamanının geldiğine işaret ediyor.
Bu adım, bir taraftan Almanya-Fransa cephesiyle ABD arasındaki çelişkileri ve çatışmaları derinleştirecek; diğer taraftan AB içinde Almanya-Fransa merkezi ile İngiltere, ve büyüklerle-küçükler çelişkisini keskinleştirecek; AB, bu çatışmaların seyrine ve dünyadaki gelişmelere bağlı bir seyir izleyecektir.

‘ÇEKİRDEK AVRUPA’ ORDUSU: AGSB
Almanya-Fransa merkezli “Çekirdek Avrupa”nın ABD’ye karşı politikalarının önemli göstergelerinden biri, Avrupa Ordusu’nu kurma çabalarıdır. ABD’den bağımsız olması ve ancak NATO’nun alt yapısını kullanması istenen 60 bin kişilik bu ordunun, Türkiye’nin de getirdiği itirazın ortadan kaldırılmasından sonra yapılanması için çalışmalar hızlandırıldı. AB Acil Müdahale Gücü, bu çerçevede, Almanya’nın öncülüğünde ilk olarak Makedonya’da tek başına sorumluluk üstlendi.
Irak’ın işgal edilmesinden hemen sonra 29 Nisan’da Brüksel’de bir araya gelen Almanya, Fransa, Belçika ve Lüksemburg devlet ve hükümet başkanları, AB için, her şeyiyle NATO’dan bağımsız bir askeri gücün kurulması konusunda uzlaşmaya vardıklarını ilan ettiler.
Avrupa Güvenlik ve Savunma Birliği (AGSB) olarak adlandırılan ordunun kurulması şu şekilde gerekçelendiriliyordu: “Biz, Avrupa’nın artık tek bir sesle konuşacağı ve uluslararası politikada kendisinden beklenen rolü yerine getireceğine inanıyoruz. Avrupa Güvenlik ve Savunma Birliği’nin kurulması buna yeni bir ivme kazandıracaktır. AB inandırıcı bir güvenlik ve savunma politikasına sahip olmalı. Çünkü, inandırıcı diplomasi, ancak etkili sivil ve askeri yeteneklerle destekleniyorsa korunabilir.” (Ortak Açıklamadan-29 Nisan 2003)
Açıklamada sık sık ABD ile Avrupa’nın transatlantik ilişkilerinin bundan önce olduğu gibi bundan sonra da devam edeceği belirtilmesine rağmen, “ikili”nin çabaları ABD’nin askeri rolünün sınırlandırılmasını hedefliyordu.
Ortak açıklamada bu niyet şu şekilde ifade ediliyordu: “Bizler, artık Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası’nın kurulmasının zamanının gelip çattığına inanıyoruz. Güçlü bir Avrupa askeri gücünün kurulması, hem yeni bir durumdur, hem Atlantik Birliği’ne (NATO) yeni bir dinamizm kazandıracaktır, hem de transatlantik ilişkilerinin yeniden rayına konulması için bir ilerlemedir.”
Ardından, Alman-Fransız ordusunun motorunu teşkil edeceği AGSB’nin kurulması için, Avrupa Anayasası’nı oluşturmakla görevlendirilen AB Konvensiyonu’na öneriler götürüldü.
Avrupa Anayasası’nı oluşturmak üzere kurulan Konvensiyon’un Başkanı Valery Giscard d’Estaing’in daha önce kamuoyuna açıkladığı taslağın özünde, Alman-Fransız sermayesinin çıkarlarına aykırı davranan ülkelerin askeri ve politik olarak terbiye edilmesi amaçlanıyordu.
AB’nin tümü olmasa da, “Çekirdek Avrupa”nın, ABD’nin dünya üzerindeki “tek taraflı egemenliği”ne karşı politik/askeri açıdan daha önce attığı adımlar, Irak işgali ve sonrası gelişmelerle birlikte hızlandırıldı. Brüksel’deki “Dörtlü Zirve”ye ABD, İngiltere, İspanya ve İtalya sert tepki gösterdiler.
AB’nin, 50 küsur yıldır NATO çatısı altında ABD’ye bağımlı olarak izlediği askeri stratejinin yerine artık “yeni bir savunma doktrini” oluşturmak isteyen “Çekirdek Avrupa” ülkeleri, bir dönemi kapatarak, çıkarları gereğince silahlanmaya ve yeni tür ordulaşmaya gitmek istiyorlar.
Almanya-Fransa ekseni, şimdi “Dörtlü Zirve”de aldığı kararları bütün AB üyelerine mal etmek için diplomatik çalışmalar yürütüyor. Diğer ülkelerde yapılacak pazarlık toplantılarına, “dörtlü” olarak oturulacak.
Böylece, “dörtlü”nün kararları tek tek diğer ülkelere dayatılacak. Temel politikalar konusunda kararlar bundan sonra, önce “Çekirdek Avrupa”da alınacak, sonra da diğerlerine imzalatılacak.
Ancak, Almanya-Fransa eksenine karşı, İngiltere-İspanya-Polonya-İtalya-Türkiye ekseninin, ABD’nin yönlendirmesinde atak yapması da olası. Bu, Avrupa’nın çatırdaması anlamına gelecek.
İşgal öncesinde, Avrupa’nın ”yaşlı” ve ”yeni” Avrupa (Rumsfeld) olarak “ikiye bölünmesi” göz önünde bulundurulduğunda, AB’nin bu nedenle askeri ve siyasi olarak kolayca birleşemeyeceği görülüyor. Önümüzdeki yıl AB tam üyesi olacak Polonya, şimdiden, AB içinde ikinci bir İngiltere olduğunu göstermiş bulunuyor. ABD ve İngiltere’den sonra Irak’a en çok asker gönderen ülkenin yine Polonya olması da tesadüf değil.
2004 sonuna kadar hem Anayasa hem de ordu konusunda karar vermek zorunda olan AB’de, birleşme sürecinin “üst seviyeye çıkarılması”ndan söz edildikçe, çelişki ve çatışmalar derinleşiyor. “Amerikancı Avrupalılarla”, “Çekirdek Avrupa” arasındaki çelişkiye bir de büyüklerin küçüklere baskısı üzerinden “büyükler” ile “küçükler” arasındaki çelişki eklenmiş durumda. AB içinde askeri ve politik ayrılıklar derinleşirken, daha fazla militaristleşen bir Avrupa’ya doğru yol alınıyor.
“Avrupa kıtasındaki çatışmaları engelleme” propagandasıyla kurulan AB Acil Müdahale Gücü’nün, bir ilk olarak, geçtiğimiz aylarda, NATO ve ABD’den bağımsız, Orta Afrika’nın büyük ve yoksul ülkesi Kongo Demokratik Cumhuriyeti (KDC)’ne yaptığı çıkarma, bir bakıma “Çekirdek Avrupa”nın askeri yapılanmasının Avrupa ile sınırlı kalmayacağını gösteriyor. Komutanlığını “Afrika’nın hamisi” Fransa’nın yaptığı AB gücü, kısa bir süre sonra görevini tamamlayarak üssüne döndü.
Makedonya’da Almanya’nın komutasında tek başına görev yapan Avrupa Ordusu’nun “Kongo yolculuğu” elbette, kıta dışına gerçekleştirilen “ilk” sefer oldu. Böylece, “Avrupa’nın güvenliğini sağlamak için” kurulduğu söylenen AB Acil Müdahale Gücü’nün görev alanının Avrupa kıtası ile sınırlı kalmayacağı öngörüsü, Kongo çıkarmasıyla gerçek oldu.
“Kongo çıkarması”, Avrupa Ordusu’nun “görev alanı”nın Avrupalı emperyalistlerin çıkarlarının söz konusu olduğu bütün ülke ve kıtaları kapsadığı gerçeğini özetliyor.

SOLANA’NIN “SAVUNMA TEZLERİ”
Avrupa’da sol çevreler içinde Çekirdek Avrupa’nın bu önerilerinden çok, 18 Haziran günü AB Savunma ve Dış Politika Sözcüsü Javier Solana’nın önerdiği ve üzerinde bolca tartışılan “Daha iyi bir dünyada güvenli Avrupa” başlıklı tezlere bağlı olarak, yeni dönemde AB’nin nasıl bir strateji izleyeceği tartışılıyor. ABD tarafından 2002’de açıklanan “Ulusal Güvenlik Doktrini”ne “Avrupa’nın yanıtı” olan bu tezlerde, dünyadaki sorunların, “birkaç ülkenin kötü yönetilmesinden” kaynaklandığı ileri sürülüyor.
Avrupa Anayasası Taslağıyla birlikte AB Hükümet ve Devlet Başkanları’na sunulan Solana’nın tezlerinin giriş bölümünde şöyle deniliyor: “Soğuk Savaş’ın bitmesinden bu yana Amerika Birleşik Devletleri, başka ülke ve ülkeler grubunun karşı çıkma potansiyeli olmadığından, dominant askeri aktör oldu. Aynı biçimde hiçbir ülke bugünkü karmaşık sorunları tek başına çözebilecek durumda da değildir. 450 milyon nüfusu ile 25 ülkeli, dünya Gayrı Safi Milli Hasılası’nın dörtte birine sahip olan AB –bazılarını hoşuna gider ya da gitmez– artık global bir aktördür. Ve artık global güvenliğin bir kısmının sorumluluğunu taşımalıdır (…)” (Solana Tezleri, Giriş, Sayfa 1)
Daha sonraki sayfalarda ise, “Avrupa dünyada en büyük petrol ve doğal gaz alıcısıdır. Enerji ihtiyacımızın yüzde 50’si dışarıdan karşılanıyor. Bu, 2003’te yüzde 70’e ulaşacak. İhtiyacımızın büyük bölümü Körfez Bölgesi’nden, Rusya’dan ve Kuzey Afrika’dan karşılanacak” tespiti yapılarak, gelecekteki büyük tehlike ve tehditlere dikkat çekiliyor.
“Yeni tehlikeler” başlığı altında, tehlikeler, ABD’nin ”Güvenlik Doktrini”nde olduğu gibi, “terörizm”, “kitle imha silahlarının üretimine hazırlık”, “kötü yönetilen devletler ve organize suçlar” biçiminde sıralanıyor.
Bu “tehditler”, yine ABD’nin yaptığı gibi, “önleyici savaş”a açık kapı bırakıyor ve AB’nin de aynı yoldan gidebileceğine işaret ediyor.
Solana’nın tezlerinde, “Stratejik Hedefler” alt başlığı altında ise üç öneri yapılıyor: “Birincisi, komşularımızdan dolaysız bir şekilde istikrar ve sorumluluk talep etmek, ikincisi genel olarak çok taraflı bir dünya düzeninin korunması, üçüncüsü de eski ve yeni tehditlere karşı mücadele etmek”. (Sayfa 5)
ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi’nin “Avrupa versiyonu” olan, dolayısıyla da AB emperyalistlerinin çıkarlarını korumaya dayalı formüle edilen bu tezlerin hemen akabinde, AB Dışişleri Bakanları’nın İran’ı uyarmaları bir ilk işaret sayılabilir. İran’ın nükleer silahlara sahip olmasının çok tehlikeli olduğunu söyleyen Almanya Dışişleri Bakanı Fischer’in aynı zamanda, “Gerektiğinde rejim değişikliğine gidilir” (Junge Welt, 21.06.03) açıklamasını yapmış olması, bir tesadüf olmazsa gerek.
Solana’nın tezlerinde ayrıca dünyanın “çok taraflı” olması yönünde yapılan vurguların, ABD’nin bütün kararları tek başına alması, dolayısıyla da “tek taraflı” dünya yaklaşımından kaynaklandığı açıktır.

ABD VE NATO’DAN BAĞIMSIZ BİR ORDU MÜMKÜN MÜ?
Soğuk Savaş yıllarında Batılı kapitalist ülkeler tarafından sosyalizme karşı kurulan NATO, Varşova Paktı’nın dağılmasının üzerinden yıllar geçmesine rağmen, halen varlığını sürdürüyor. Eski Varşova Paktı’nın Doğu Avrupa’daki üyelerini de içine alarak genişleyen NATO, bugün tam anlamıyla yeni bir durumla karşı karşıya… “Üye ülkelere yapılan saldırılara hep birlikte karşı koyma” temel yaklaşımıyla kurulan NATO, günümüz uluslararası ilişkilerine bağlı olarak yeni işlevler yüklenmiş bulunuyor. 1990’lı yıllardan sonra “dünya polisi” rolü verilmesi tartışılan NATO’nun, Afganistan’daki ISAF komutanlığını Almanya-Hollanda’dan devralması ile, bir ilke de imza atılmış oldu. NATO üyesi olmayan Afganistan’da, uluslararası askeri gücün komutanlığını üstlenmesi, önümüzdeki süreçte yeni işlevler üstlenebileceğinin de göstergesi.
AB’nin NATO’nun altyapı olanaklarını kullanarak bağımsız bir AGSB’yi kurmayı planlamasına ilk tepkiyi AB ve NATO üyesi İngiltere gösterdi.
İngiliz Times gazetesinin haberine göre İngiltere, “Çekirdek Avrupa”nın NATO’dan bağımsız ordu oluşturma hamlesine karşılık, NATO’nun Belçika Mons’daki karargahı içinde AGSB’ye ait bir “planlama birimi’’ kurulmasını teklif etmeye hazırlanıyor. Bu adımla hem AGSB’nin hareket alanını daraltmayı, hem de 50 yıllık ittifakın zayıflatılmasının önüne geçilmesini hedefleyen İngiltere’nin, bu adımı en kısa zamanda atacağı kaydediliyor.
İngiliz savunma uzmanları, NATO karargahı içinde oluşturulacak Avrupa savunması planlama biriminin, Avrupa Birliği çerçevesinde gelişecek askeri operasyonlara bir kimlik kazandırmaya yeteceğini savunuyor. Ayrıca, Irak politikası konusunda İngiltere ve ABD ittifakı ile birlikte hareket eden İspanya, İtalya ve AB’nin Doğu Avrupalı yeni üyelerinin de kendi teklifine destek vereceğine inanıyor.
Alman basınında konuyla ilgili yorum ve analizlerde, İngiltere’nin bu adımının AGSB’nin kurulmasını engellemeyeceği üzerinde duruldu.
Nereden bakılırsa bakılsın, Avrupa, askeri olarak, ABD tarafından soğuk savaş döneminden kalma kalıplar içerisinde sıkıştırılmayı kabullenmek istemiyor ve bu nedenle de bağımsız askeri yapılanmalar için gerekli bütün olanakları kullanıyor. Bu yöndeki adımlar, Avrupa ile ABD-İngiliz ittifakı arasındaki çelişkilerin askeri boyutunu belirleyecek ve çatışmasını seyrine bağlı olarak NATO’nın dağılması ya da işlevsizleşmesi de söz konusu olabilecek.
ABD, bugüne kadar Avrupalı emperyalistlerin önüne, “AB, ABD ile birlikte dünyada var olabilir” politikasını koyuyordu. Ancak, gelişmeler artık Avrupalıların NATO çerçevesinde kendilerine biçilen bu rolü kolay kabul etmeyecekleri yönünde. Almanya, bu konuda da ABD karşıtı cephenin öncülüğünü yapmaya aday görünüyor. Federal Dışişleri Bakanı Joschka Fischer 6 Haziran günü parlamentoda yaptığı konuşmada, “NATO’yu yeniden keşfetmeliyiz” diyor ve ekliyordu: “NATO içinde bir Eurogroup (Avrupa Grubu) kurmayı tartışmalıyız”. (Marxistische Blaetter, 4/2003)
ABD’liler geçmişte NATO içinde bu türden gruplaşmalara gidilmemesi konusunda hep uyarıda bulundular.
Fischer’in ifade ettiği “Eurogroup”u, AB’nin ortak silah tekeli olan EADS’nin Alman Başkanı Rainer Hertrich şu şekilde detaylandırıyor: “NATO gelecekte sadece bir ‘platform’ olarak kullanılmalı. Neden her konuda bütün üyeler onay vermeli ki? Altyapının kullanılması için oybirliği prensibi olmamalı. Eğer beş üye ülke bir araya gelir ve NATO’nun altyapısını kullanmak isterlerse, bunu yapabilmeliler.” (Handelsblatt, 23.06.03)
Bu öneriye göre, ABD Irak işgali gibi “olaylar”da, AB de Kongo’ya yaptığı operasyon sırasında NATO’nun altyapısını kullanma hakkına sahip olabilmeli…
NATO’nun emperyalist güçler tarafından bir “platform”a dönüşmesi fikri bir silah tekelinin sözcüsüsün ağzından çıkmış olduğuna göre, bu durum en çok da silah tekellerinin işine yarayacaktır.

AB’NİN MİLİTARİSTLEŞEN DIŞ POLİTİKASININ TEMELLERİ
Bağımsız bir karargah ve askeri donanma peşinde olduğunu ilan eden “Çekirdek Avrupa”nın bu politikası, elbette yeni değil. İlk olarak 1992’de imzalanan Maastrich Anlaşması’nda yer alan “ortak dış ve savunma politikası” talebi, daha sonra aynen 1997’deki Amsterdam Anlaşması’nda da yer aldı.
1999’da Köln’de yapılan zirvede ise NATO eski Genel Sekreteri Javier Solana’nın AB Savunma ve Dış Politika Sözcülüğü’ne getirilmesiyle, bu istek resmen kurumlaştırılmış oldu. Buna, AB bünyesinde Güvenlik Komitesi, Askeri Komisyon ve bir askeri üssün oluşturulması da eşlik etti.
Köln Zirvesi’ndeki bu somut kurumlaşma adımından bir yıl sonra Helsinki’de ise, “2003 yılının sonundan itibaren inandırıcı ve vurucu gücü olan bir Avrupa Ordusu”nun kurulması kararı alındı. 15 tugaya kadar olması planlanan 50-60 bin kişilik bu ordunun en önemli görevi olarak Avrupa kıtasında güvenliğin tesis edilmesi gösterildi.
Bu çerçevede kurulan Avrupa Ordusu, önce Bosna-Hersek’te Birleşmiş Milletler’den görevi devraldı. Sonra Makedonya’da komutanlığı tek başına üstlendi.
Avrupa Ordusu’nun kurulmasının temel prensipleri arasında NATO’nun altyapısını kullanma ilkesinin benimsenmesi, özellikle AB üyesi olmayan Türkiye ve ABD gibi NATO ülkelerini rahatsız etti. AB ordusunun mümkün olduğu kadar zayıf ve sorunlu doğmasını isteyen ABD, Avrupa Ordusu’nun önceliği olan Batı Avrupa Birliği (BAB)’nin de üyesi olan Türkiye’yi, Avrupa Ordusu’na karşı kullandı. AB Helsinki Zirvesi’ne kadar, Avrupa Ordusu’nun NATO’nun altyapısını kullanmasına itiraz eden, dolayısıyla da büyük bir sorun teşkil eden Türkiye, aday üyelik statüsü karşılığında bu şartından vazgeçti.
Başlıca görevi “Avrupa kıtasının polisi olma” şeklinde tanımlanabilecek 60 bin kişilik Avrupa Ordusu’nun amacı da, AB’nin ABD’den bağımsız bir askeri güç olma isteğinden kaynaklanıyor. Almanya, 18 bin askerle, Avrupa Ordusu’na en çok güç veren ülke.
Görüldüğü gibi, Avrupa Birliği, bugün geldiği aşama itibariyle, sadece bir ekonomik ya da politik birlik değil, aynı zamanda askeri bir birlik olma yolunda da hızlı adımlar atıyor. Ortak bir dış ve savunma politikası oluşturulamamış olması nedeniyle yaşanan sorunlar, bugün AB’nin bir askeri güç olarak da ABD’nin karşısına çıkmasını önemli ölçüde engelliyor; ve AB’nin, bir emperyalist blok olarak, en sorunlu noktası da burası. Avrupa Ordusu ile, istenildiği zaman istenildiği operasyonu gerçekleştiremeyeceğini, her operasyonun büyük tartışmalar ve bölünmelere yol açacağını bilen “Çekirdek Avrupa”, bunu aşmak için, hem NATO’dan bağımsız hem de işlevi tamamen kendisi tarafından belirlenmiş bir ordunun kurulmasını için AGSB’nin kurulmasını son çıkış yolu olarak gördü.
Dolayısıyla, AB, ekonomik alanda sosyal hakları hızla budama, emekçileri yoksullaştırma politikaları izlerken, kaynakları yönlendirdiği askeri alanda ise hızla silahlanma yoluna girmiş durumda.
Genel olarak Avrupalı emperyalistlerin yerküre üzerindeki çıkarlarını askeri açıdan savunmayı amaçlayan Avrupa Ordusu, aynı zamanda, birlik üyeleri arasındaki çatışmanın da önemli ayaklarından birini oluşturuyor.
Hatta, son tartışmalara göre, bazı AB ülkelerinin silahlanmaya az bazılarının da çok yatırdığı tartışma konusu yapılarak, az ayıran ülkelerin paylarını artırmaları isteniyor. Son verilere göre, silahlanmaya, beş AB üyesi Gayri Safi Yurtiçi Milli Hasılası’nın yüzde 2’sinden fazla ayırdı. İngiltere ve Fransa 2002’de bütçelerinden askeri harcamalar için ayrılan payı artırmalarına karşın, diğerleri azalttı.
GSYH’den orduya en az pay ayıran ülke, yüzde 0.75 ile İrlanda. En fazla ayırdan ise, yüzde 4.91 ile Yunanistan. Bu oran, AB’nin büyüklerinden Fransa’da yüzde 2.5, İngiltere’de yüzde 2.7, Almanya’da ise yüzde 1.5. ABD’nin dev bütçesinden ayırdığı yüzde 3.2’lik pay göz önünde bulundurulduğunda, AB ülkelerin ayırdığı çok da fazla değil.
2002’de ise, 15 AB üyesinin orduya ayırdığı toplam bütçe 179 milyar dolar iken, ABD’ninki 357 milyar dolar idi. (Der Spiegel, 17/03) ABD bu miktarla da yetinmedi, geçen ay 87 milyar dolarlık bir ek bütçe çıkardı.

AB’NİN DEĞİŞEN ROLÜ VE HALİ

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, 1951’de, Almanya, Fransa, İtalya, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg’un katılımıyla kurulan “Avrupa Kömür ve Çelik Birliği” (AKÇB), bugünkü AB’nin temelini oluşturuyor. Avrupalı kapitalistlerin bir araya gelerek, aynı kıta üzerindeki SSCB’ye karşı güçlü bir birlik kurma planı, o dönem ABD tarafından yürütülen “soğuk savaş”ın bir parçası olarak değerlendirilebilir. Daha sonra çeşitli aşamalar ve isimler değiştirerek bugüne gelen AB’nin nihaî hedefi, ABD ile stratejik ittifak içinde bir kapitalist “Avrupa Birleşik Devletleri” olmaktı. Yerküre üzerinde esen sosyalizm rüzgarını Avrupa’da bu yolla durdurabileceğine inanan, bunun için de Truman ve Marshall planları hazırlayan ABD’nin bütün çabası, kendisinin yedeğinde bir kapitalist cephe yaratmaktı.
Bu, anti-sosyalist strateji, Avrupalı kapitalistlerin de işine yarıyordu.
Kısaca bu şekilde özetlenebilecek gelişme çerçevesinde, 1950 sonrasında, Avrupa emperyalistleri arasındaki çelişkiler, varlığını sürdürmekle birlikte, ABD himayesinde hep örtüldü. Ancak; SSCB’nin dağılması, YYD’nin ilanı ve sonrası gelişmeler, AB’yi tartışmasız halde bir arada tutan nedenleri de ortadan kaldırdı.
AB, federatif ya da merkezi, tek bir devlet olma yönünde attığı adımlarda, ilk olarak Euro’nun yürürlüğü girmesiyle fire vermeye başladı.
1989’de Madrid’te toplanan AB Zirvesi, ortak ekonomi ve para politikasına geçme kararı aldı.
İngiltere, Danimarka ve İsveç, 1 Ocak 2001’de 12 AB ülkesinde yürürlüğü giren Euro’nun dışında kalmak istediklerini ilan ettiler. İsveç’te 21 Eylül’de yapılan referandumda sandıktan Euro’ya karşı daha fazla oy çıktı. İkinci referandumun ise en erken 2010 yılında yapılacağı dile getiriliyor. Dış politika konusunda sürekli Çekirdek Avrupa’dan ayrı bir hat izleyen İngiltere, Euro konusunda da aynı tutumunu sürdürüyor. Yakın dönemde İngiltere’nin Euro’ya geçişine pek olanak verilmiyor.
Avrupa Anayasası ve ortak dış politika konusunda süren ayrılıklar da göz önünde bulundurulduğunda, AB, “Avrupa Birleşik Devletleri” fikri gerçekleşmeye yaklaştıkça bölünüyor, fire veriyor ya da küçülüyor denebilir.
Dolayısıyla, bugün bir bütün olarak “AB”den söz etmek olanaklı değil.
Irak işgali öncesi ve sonrasında AB içinde yaşananlar bunun en somut ifadesi. Dolayısıyla, eskiden “birleşik bir Avrupa” fikrini savunan, bunun gerçekleşmesi için hamilik yapan ABD’nin bugünkü en önemli stratejisi, “parçalı bir Avrupa”dır. Daha doğrusu, AB’nin gerçekten birleşik bir Avrupa olmamasını en fazla ABD istiyor.

HANGİ AB?
Solana’nın tezlerinde “25 ülkeden oluşan, 450 milyon nüfuslu…” bir birlikten söz edilse de, gerçekte yekpare bir birliğin olmadığını, Irak konusunda tek tek üye ülkelerin izlediği politikalar gösterdi. AB’nin üç önemli ülkesinden biri olan İngiltere, ABD’nin geleneksel müttefiki ve bu bundan sonra da bu stratejik ortaklığın bozulmasına pek olanak tanınmıyor. Diğer önemli ülkeler İtalya, İspanya, Portekiz ve Danimarka da, Almanya-Fransa merkezli AB ile birlikte hareket etmekten ziyade ABD-İngiliz ittifakına yakın davranıyorlar. İşgal öncesinde 8 AB üye ve aday üyesinin ABD lehine yaptığı ortak açıklama henüz canlılığını koruyor. Ayrıca, önümüzdeki Mayıs ayında AB’ye yeni üye olacak 10 Doğu Avrupa ülkesinin önemli bir kısmı da ABD-İngiliz ittifakı ile birlikte hareket etti. Bağdat’ın güneyi İspanya, Polonya ve Ukrayna’nın “yönetiminde”. İngiltere’den sonra ABD’nin Avrupa’daki sadık müttefiki Polonya, 3 Eylül’den beri üçüncü işgalci güç olarak Irak’ta bulunuyor. Polonya egemenlerine, 2300 askerin Irak’a gönderilmesi karşılığında 3 milyar dolar kredi verildi.
AB’nin büyükleri Almanya ve Fransa, en kısa zamanda Polonya’ya “balans ayarı” yapmanın fırsatını kolluyorlar. AB Komisyonu tarafından yapısal reformların yeterli olmadığı belirtilerek, Polonya’ya yeni “ev ödevleri” verildi. Açıkça; “Irak’a asker göndereceğine, bizim verdiğimiz ödevleri yap!” deniliyor. ABD ise, övgüler dizerek, askeri harcamaların artırılmasını istiyor.
Polonya da, Türkiye gibi, ABD ile AB’nin çatışma koordinatları üzerinde bulunuyor.
Bütün bunlara rağmen, ABD’nin Avrupa’daki en sadık üç müttefiki konumunda olan İngiltere, Polonya ve Türkiye’nin ticari ilişkilerinin büyük bölümü AB ile.
ABD’nin yerküre üzerinde egemenliğini sürdürebilmesi açısından stratejik öneme sahip bu ülkelerin ihracat ve ithalat bakımından AB’ye bağımlı olması elbette önemli. Ancak bu bağımlılık, bugüne kadar bu üç ülkenin askeri ve siyasi ilişkilerinde belirleyici bir rol oynamış değil.
Fransız yazar Emannuel Todd, birkaç aydır Avrupa’da en çok satanlar listesinde bulunan kitabında (Weltmacht USA-Ein Nachruf, sayfa 229) Avrupa ile ABD arasında ekonomik alanda bir “kriz” çıkması durumunda, Polonya ve Türkiye’nin Avrupa’dan yana tutum alacağını, İngiltere’nin ise Avrupa ile ilişkilerini sürdürmek zorunda kalacağını ifade ediyor.

ALMANYA’YI HİNDUKUŞ DAĞLARINDA SAVUNMAK
AB’nin yapısında gerçekleştirilen militaristleşme, doğal olarak, militaristleşme politikasının başını çeken ülkelerin politikasına da yansıyor. Irak işgaliyle birlikte dünya politikasında ağırlığını hissettirmeye başlayan Almanya, 1994’te Federal Anayasa Mahkemesi’nin yurtdışına asker göndermeye izin vermesinden sonra, hızla askeri olarak yayılmaya başladı. İkinci Dünya Savaşı’nın “yenilgi psikolojisi”nden kurtulup daha cesur ve atılgan bir politikanın savunulmasını isteyen Alman sermayesi ve ordusu, askeri harcamaları sürekli artırma yoluna gitti.
Bununla birlikte, 1945’ten sonra dünyanın hiçbir ülkesine asker gönderemeyen Almanya, bugün adeta bütün kıtalara yayılmış durumda. İlk olarak 1993’te BM şemsiyesi altında Somali’ye asker gönderen Almanya, Anayasa Mahkemesi’nin kararından sonra, yurtdışına daha sık asker göndermeye başladı. 1995’de bu kez de Avrupa Acil Müdahale Gücü çerçevesinde Bosna’ya asker gönderildi ve ilk kez burada askeri çatışmalara direkt olarak katıldılar.
2001 yılında ABD’nin öncülüğünde oluşturulan “Anti-Terör-Koalisyonu” bünyesinde ise, Afganistan, Afrika Burnu ve Kuveyt’e askerler, teçhizatla birlikte gönderildi.
Bütün bu gelişmeler, Almanya’nın yeni bir “güvenlik stratejisi”ne ihtiyaç duyduğunu gösteriyordu. Eski kalıplardan kurtulmak, yeni döneme göre şekillenmek üzere geliştirilen ve Federal Savunma Bakanı Peter Struck tarafından 21 Mayıs 2003’te açıklanan “Savunma Politikası Talimatı” (Verteidigungspolitischen Richtlinien-VRP); bir zamanların savaş karşıtı Yeşiller’in bakanları tarafından da güle oynaya kabul edildi. Bu talimatla Almanya, 1945’ten bu yana ilk kez, hem savunma politikasında hem de ordunun yeniden yapılandırılmasında köklü değişiklikler yapmayı önüne koydu.
Alman Anayasası’nın 87a Maddesi’nde, ordunun görevi “Dışarıdan gelecek saldırıları önlemek” olarak belirlenmesine rağmen, 22 sayfalık VRP’nin özünü; Alman sermayesinin uluslararası çıkarlarının yerküre özerinde korunması ve geliştirilmesi için askerin; tıpkı ABD ve İngiltere’nin yaptığı gibi, dünyanın bütün bölgelerinde “müdahale gücü” olarak kullanılması oluşturuyor.
SPD-Yeşiller hükümeti, son dört-beş yıl içinde militaristleştirdiği Almanya’nın dış politikasını bir üst safhaya çıkarmak için, George W. Bush ve avenesinin gerekçelerini kullanıyor: Konvansiyel saldırı tehlikesi, kitle imha silahları, terörizm!..
En son 1992 yılında Helmut Kohl döneminde değiştirilen “Savunma Politikası Talimatı”nda, Alman askerlerinin “kriz bölgeleri”ne müttefik güçlerle katılmasının önünün açılması talep edilmişti. Bu talepten sonra, hükümetin başvurusuyla, Karlsruhe’deki Federal Anayasa Mahkemesi 12 Temmuz 1994’da aldığı kararla, Alman ordusunun yardım amacıyla, diğer müttefiklerle, BM şemsiyesi altında yurtdışı operasyonlarına katılabileceğine karar verdi. Bu karardan sonra da, Alman askerleri İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ilk kez ayaklarını bir ülkenin –Somali– topraklarına basarak operasyonda bulundu.
SPD-Yeşiller hükümeti tarafından kabul edilen, muhalefet partilerince de desteklenen, dolayısıyla da yasallaşmasına kesin gözüyle bakılan yeni VPR’de kısa ve uzun vadede şunlar amaçlanıyor:
a) Alman ordusunun dünya çapında operasyonlara katılması, b) ihtiyaç duyulduğunda ordunun iç güvenlikte kullanılması, c) ordunun dünya çapında operasyonlara katılabilmesi için yeniden yapılandırılması, d) AB’nin dış ve savunma politikasının militaristleştirilmesi, e) VPR’nin hayat bulması için silahlanma giderlerinin artırılması, f) ABD’nin “Önleyici Savaş” doktrininin Almanya için de geçerli olması, g) zorunlu askerliğin devam etmesi…
“Yurt savunmasının artık ülke sınırlarını korumakla sağlanamayacağı” tezinden yola çıkılarak hazırlanan konsept de, son zamanlarda üzerinde bolca tartışılan ABD’nin “Önleyici Savaş” (Praeventivkrieg) doktrininin Almanya tarafından da benimsendiğini gösteriyor.
Potansiyel tehdit görülen ülkelerin askeri olarak işgal edilmesine olanak tanıyan bu doktrin, giderek diğer emperyalist ülkelerin de önemli argümanlarından birine dönüşüyor.
Struck’un VRP’yi, “Almanya’nın güvenliğini Hindukuş Dağları’nda savunmanın zamanı gelmiştir” biçiminde tanımlarken dayandığı yeni anlayışın, ABD’nin izlediği politikaların bir kopyası olduğunu belirtmek gerekiyor.
Yeni güvenlik konsepti Almanya’nın askeri harcamalarının artırılmasına da neden olacak. Şu günlerde, bütçe açığını gerekçe göstererek en temel sosyal hakları kısıtlamayı planlayan hükümet, askeri harcamalar için ise kesenin ağzını açıyor.
Buna göre ısmarlanan askeri teçhizat şöyle:
180 adet Eurofigther, 80 adet yüksek teknoloji donanımlı “Kaplan” tipi savaş helikopteri, Tornado ve Eurofighter için 600 roket, 3 yeni firkateyn, 5 yeni korvet, 4 yeni süper model denizaltı, 60 hava nakil uçağı Airbus ve dünya çapında dinleme işlemi yapabilecek bir uydu sistemi…
Bütün bunların yanı sıra, hava savunma sistemini geliştirmek için 10-15 milyar Euro ek bütçe ayrılacak.
Önümüzdeki 20 yıl için yapılan bu askeri harcama planlarının en az 140-150 milyar Euro’ya malolacağı tahmin ediliyor.
VPR’de, genel olarak “Almanya’nın ulusal çıkarları ve güvenliği” denilirken, yeri geldiğinde “Avrupa’nın güvenliği”nden de söz edilerek, Avrupa Ordusu’nun dünyanın bu yeni durumuna göre yapılandırılmasına dikkat çekiliyor.
Özetle, Almanya ekonomik çıkarlarına bağlı olarak askeri gücünü hızla yeniliyor.

SİLAHI ÇOK OLANIN KAZANDIĞI DEVİR
Irak işgali ve sonrası gelişmeler, emperyalist politikada ekonomik ve askeri gücün belirleyici rolünü bir kez daha kanıtladı. ABD’nin  tehdit ve şantajlarını olanaklı kılan da ekonomik-askeri gücüdür.
ABD, 2002 “savaş bütçesi”ni 48 milyar dolar daha artırarak, 379 milyar dolara çıkarmıştı. Bu devasa bütçe, aynı zamanda “yeni Yeni Dünya Düzeni”nde silahı olanının konuştuğu bir dönemin başladığı anlamına da geliyordu.
ABD emperyalizmi, son 20 yıllık zaman diliminde, ilk kez “savaş bütçesi”ni bu denli artırıyordu. Bu meblağ, birçok ülkenin GSMH’nin birkaç 10 katını ifade ediyor.
ABD’nin askeri bütçeye eklediği 48 milyar dolarlık artışın kendisi bile devasa boyutlarda. Örneğin bu artış, Almanya’nın ayırdığı bütçenin (21 milyar dolar) iki katından bile fazla. Fransa’nın ayırdığı (25,2 milyar dolar) bütçenin nerdeyse iki katı, İtalya’nınkinin (15,5 milyar Dolar) ise üç katından bile fazla. Avrupa ülkeleri arasında silahlanmaya en çok bütçe ayıran ülke ise İngiltere (34 milyar dolar).
ABD tek başına “savaş bütçesi” için 379 milyar dolar ayırırken, Avrupa’daki NATO üyesi ülkelerin tümünün ayırdığı miktar ise 140 milyar dolar.
ABD’nin bu devasa savaş bütçesi en çok da AB emperyalistlerini tedirgin etti.
Eski kıta, şimdi “ABD ile birlikte mi, ABD’siz mi, yoksa ABD’ye karşı mı?” (Die Zeit, 7 Şubat 2002) sorusunu tartışıyor. Dünya politikasında etkili bir rol oynamak isteyen Avrupalı emperyalistler bu soruya cevap ararken, sürekli kendi askeri güçlerini de gözden geçiriyorlar. Örneğin, İtalya ve İngiltere’nin dışında, diğer AB ülkeleri ve Türkiye’nin katıldığı en büyük silahlanma projesi Airbus 400M’de bir ilerleme sağlanabilmiş değil.
Avrupa ile ABD arasında silahlanma ve askeri modernizasyon bakımından bir kıyaslama yapıldığında, ABD’nin giydiği gömleğin kendileri için çok çok büyük olduğunu Avrupalılar da kabul ediyorlar. Ancak; ABD’nin askeri gücüne ulaşılamadığı takdirde, dünya üzerindeki egemenlik mücadelesinde bir ilerleme sağlanamayacağını da biliyorlar.
Emperyalist kutuplaşmalar, dünyanın petrol ve enerji kaynaklarına egemen olma ve ABD’nin kapitalist dünya üzerinde kurduğu egemenliği kaybetmemek için giriştiği son çırpınışlar, dünyanın hızla büyük bir savaşın eşiğine götürüldüğüne işaret ediyor.

“ORTAK KURUMLAR”DA ÇATIŞMALAR
Irak işgali arifesine kadar daha çok ABD’nin dünya üzerindeki vahşetini gölgelemeye yarayan BM, bu yeni dönemde işlevsiz kaldı. Beş daimi üyeden üçü; Fransa, Rusya ve Çin, diğer iki daimi üye ABD ve İngiltere’nin işgal planını veto edeceklerini ilan ettiler. ABD, bunun üzerine yıllardır kullandığı BM’yi devre dışı bırakarak, “uluslararası meşruiyet”e ihtiyaç duymadan Irak’ı işgal etti. Bu, aynı zamanda, bir meydan okumaydı.
58 yıl önce San Francisco’da temelleri atılan ve “dünyanın vicdanı” şeklinde nitelenen BM’de sular durulmuş değil. BM, her ne kadar ABD-İngiliz politikalarını engelleyebilecek durumda olmasa da, emperyalistler arası güç denemesi vb. bakımından varlığını uzunca bir süre daha sürdürmeye devam edecek gibi görünüyor.
28 Nisan 1919’da, Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın galiplerinin Paris Barış Konferansı’ndan kurulan Milletler Cemiyeti, BM’nin temelini oluşturuyor. Milletler Cemiyeti’nin, yerküre üzerinde savaşları engelleyemediği İkinci Dünya Savaşı’nda görüldü. Atlantik ötesi büyük güç ABD’nin, dönemin başkanı Woodrow Wilson tarafından Milletler Cemiyeti’ne dahil edilmemesi, bu kuruluşun meşruluğunu hep tartışmalı kıldı. Avrupa merkezli olan ve karargahı İsviçre’nin Cenevre kentinde kurulan Milletler Cemiyeti, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yerini BM’ye bıraktı.
Savaşları engelleme ve ülkeler arasında barışı sağlama iddiasıyla kurulan BM’nin 58 yıllık tarihi boyunca 200 değişik savaş yaşandı, on milyonlarca insan hayatını kaybetti.
BM’nin kuruluşuyla ülkeler arası savaşların süresi kısalma yerine uzadı. Eski dönemlerde ülkeler arası savaşlar bir-iki yıl sürerken, BM’nin “barış girişimleri”, “diplomatik uzlaşma” çabaları, Güvenlik Konseyi’nde sağlanamayan uzlaşmalardan ötürü, en az beş kat uzadı.
Birçok uluslararası emperyalist kurum gibi, BM’de, –kuruluşu ve varlığının ilk yılları SSCB tarafından ciddi biçimde etkilense de– “soğuk savaş”ın ürünü ve bugün eski işlevini yitirmiş bulunuyor.
ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, bu yılın başında Münih Güvenlik Konferansı’nda yaptığı konuşmada bunun açık mesajlarını vererek, şöyle diyordu: “Bugün BM İnsan Hakları Komisyonu’nun başkanlığını Libya, Silah Komisyonu’nun başkanlığını da Irak yapıyor. Size soruyorum, böyle saçma bir yapı olur mu?…” (9 Şubat 2003, Süddeutsche Zeitung)
Emperyalist ülkeler arasındaki gerginlik ve değişim, önce “ortak kurumlar”da etkisini gösteriyor. ABD, uzun yıllar istediği gibi kullandığı BM karşısında en “sıkıntılı” dönemini yaşıyor.
BM, ezilen halklarının ve emekçilerin özlem ve çıkarları doğrultusunda kararlar veren bir kurum olmasa da; bugün, büyük devletler arasındaki çıkar çatışmasından ötürü, meşruluk bakımından, ABD ve müttefiklerinin haksızlığını ortaya koyan, tartışmaya açan bir kurum halini almaya başladı.
İşgal öncesinde, benzer bir çatışma da NATO içinde yaşandı.
Türkiye’nin korunması çerçevesinde yapılan tartışmalarda, Belçika-Almanya ve Fransa cephesinin karşı çıkması bir haftaya yayılan tartışmalara neden olmuştu. Ve, sonunda çok sınırlı alanda kullanılmak üzere, mürettebatı Alman olan NATO uçakları Türkiye’ye gönderilmişti.
BM ve NATO düzeyinde yaşanan emperyalist çatışmalar, her iki kurumun giderek işlevini yitirdiğini, çatırdadığını gösteriyor. Çekirdek Avrupa ile ABD arasındaki çelişkiler uzlaşmaz düzeye ulaştığında, bu uluslararası kurumlar da “kilitleniyor”.
Gelişmeler, önümüzdeki süreçte bu kurumların sık sık pazarlıklara, çatışmalara ve tartışmalara sahne olacağını gösteriyor.

UZAYDA AB-ABD REKABETİ
ABD ile AB arasındaki gerginlik askeri, politik ve ekonomik alanda evrenin bütün alanlarında sürüp gidiyor.
NASA’dan sonra Avrupa Uzay Ajansı (AUA)’nın “Mars Ekspresi” adını verdiği uydu aracını, Haziran ayının sonunda Kazakistan’ın Baykonur kentinden Rus Soyuz roketi ile Mars’a göndermesi, bu alanda da bir ABD-AB çatışması olduğunu gözler önüne serdi.
330 milyon Euro’ya malolan Avrupa’nın Mars yolculuğundan bir sonuç çıkıp çıkmayacağı bilinmez, ama 1965’ten bu yana Mars’ta “hayat”a dair bulgular arayan ABD, Avrupalıların kendisinden önce bir hayat belirtisi keşfetmesine tahammül edemeyeceğini tepkisiyle gösterdi.
Avrupa’nın Mars’ta hayat izleri aramasına bozulan ABD, hemen “Rover” adını taktığı robotları göndermeye başlamakla yanıt verdi.
Yerküre üzerinde yeniden paylaşımı her geçen gün biraz daha kızıştıran emperyalistlerin, bu politikalarını şimdi de Mars’a taşımaları, kuşkusuz dünya üzerinde söz sahibi olmakla ve onun paylaşımıyla ilgilidir ve bırakalım dünya ve Mars’ın, evrenin dengesini ve uyumunu da tehlikeye düşürebilir, felaketlere yol açılabilir.
ABD ile AB arasında uzayda diğer bir çatışma noktası ise Galileo uydusudur.
ABD’nin uzaya gönderdiği Global Pozisyon Sistemi (GPB) adlı uydu sistemi bugün bütün Avrupa’nın nabzını elinde tutuyor. Araçların navigasyon sistemini uzaydan yönlendiren GPS’in pek çok özelliği bulunuyor. Uçakların kolay bir şekilde yön tespit etmelerini GPS’in bu navigasyon sistemi sağlıyor. Aynı şey gemiler, trenler ve otomobiller için de geçerli.
ABD’nin denetiminden kurtulmak, kendi uydusuna sahip olmak isteyen AB, uzun bir süre önce GPS yerine geçebilecek Galileo uydusunun yapımı için bir araya geldi.
Ancak, ABD, GPS sisteminin Avrupa üzerindeki yönlendiriciliğinin bitirilmesine bir türlü razı olmak istemiyor. ABD ile AB arasında yapılan görüşmelerden bugüne kadar kesin bir sonuç alınabilmiş değil. Avrupalılar, Galileo’nun devreye girmesinde ısrar ediyor. Bir habere göre de, ABD Galileo’nun devreye girmesine şartlı olarak yanaşabilecek. Bu şart da, Galileo’nun denetiminde bir ABD’li generalin de olması. Özellikle de savaş durumlarında, ABD’lilerin Galileo’yu devre dışı bırakmak istediği ifade ediliyor.
Ancak, Galileo’nun devreye girmesi durumunda Avrupa’daki ABD üslerindeki araçların, uçakların, gemilerin yönlendirilmesinin bu kez de AB’nin bilgisi dahilinde olacağı başka bir gerçek. ABD’yi en çok endişelendiren konuların başında da bu geliyor.

21. YÜZYILI KİM ŞEKİLLENDİRECEK?
Ekonomik, askeri ve siyasi gelişmelerin tümü, dünyanın yeniden bir paylaşım sürecine girdiğini gösteriyor. Dolayısıyla, 11 Eylül 2001’den bugüne emperyalistler arasında yaşanan askeri, siyasi ve ekonomik çekişmelerin tümü gelip, “21. yüzyılı kim şekillendirecek?” ya da “yeryüzü ve gökyüzünün hakimi kim olacak?” sorularında düğümleniyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kapitalist dünyanın liderliğini yapan ABD, şimdiden, 2050 yılına kadar dünya üzerinde egemenliğini sürdürmenin planlarını hazırlamış bulunuyor. Yerküre üzerindeki en önemli petrol ve enerji rezervlerini, siyasal stratejik yolları ve mevkileri ele geçirme, kontrolünde tutma, buradan yola çıkarak diğer emperyalistleri kendisine bağımlı hale getirme yönünde izlediği temel politikanın öyle kolay tutmayacağı, Irak işgaliyle birlikte çok daha yalın bir şekilde ortaya çıktı.
Irak’ta var olduğu ileri sürülen ve savaşın ana gerekçesi olarak gösterilen kimyasal silahların bulunamaması, hem dünya hakları nezdinde ABD’nin itibarını önemli ölçüde sarstı hem de diğer emperyalistler karşısında açık vermesine neden oldu. Bununla birlikte, Irak halkının ABD askerlerini çiçeklerle karşılayacağı yönünde yapılan propagandanın kuru gürültüden ibaret olduğu; ABD ve İngiliz askerlerinin çiçek yerine mermi ile karşılandığı ortaya çıktı. Her gün bir ya da birkaç askerin cenazesinin kaldırılması ise, gelişmelerin hiç de Pentagon tarafından planlandığı gibi gitmediğini gösteriyor.
ABD, Afganistan ve Irak’ın işgal edilmesiyle yerküre üzerindeki egemenliğini diğer emperyalistler karşısında güçlendirmek yerine zayıflattı. Gerileme halinde olan ABD emperyalizminin hatta “çöküş dönemi”ne girdiğini söylemek hiç de abartı değil.
ABD, uluslararası politikada, sadık müttefiki  İngiltere ile birlikte her geçen gün yalnızlaşıyor. ABD, birkaç işbirlikçisi ülke ile bir tarafta kalırken, dünyanın diğer bütün ülkeleri tutum alma yoluna gittiler.

HESABA KATILMAYAN GÜÇ
21. yüzyılının kim tarafından şekillendirileceği sorusu ekseninde yapılan tartışmalar sırasında, burjuva basını ve aydınlarınca, milyonlarca emekçinin savaşa karşı mücadelesi hep göz ardı erildi, edilmeye devam ediyor. Ancak, Irak işgalinden önce dünyanın bütün ülkelerinde milyonlarca emekçinin, 15 Şubat’ta olduğu gibi, aynı anda meydanlara çıkarak öfkesini dile getirmesi, dünyanın şekillendirilmesine başka bir gücün de aday olduğunu gösterdi. İşgalci ülkeler İngiltere ve ABD’de milyonlarca emekçi, Blair ve Bush hükümetlerine karşı alanlara çıktı.
Değişik uluslardan emekçilerin, gençlerin bu büyük eylemi, aynı zamanda, emperyalizmin dünya halkları üzerinde estirdiği teröre de bir yanıttır.
ABD, askeri ve ekonomik dayatmalarıyla hem emekçi yığınları hem de ezilen halkları alabildiğince yoksullaştırmış, sefalete sürüklemiştir. IMF ve Dünya Bankası’nın dayatmalarıyla dünyanın geri bıraktırılmış ülkelerinde, açlık ve sefaletin baş müsebbibinin ABD olduğu her geren gün biraz daha net görülüyor.
Emperyalistler arası bu çelişkiler, bir taraftan dünyayı yeniden bir ateş çemberine doğru götürürken, diğer taraftan emekçiler arasında emperyalizme karşı bilinçlenme ve örgütlenmenin gelişmesinin, emperyalizme önemli darbeler vurmanın olanaklarını da sunuyor. Avrupa’nın belli başlı ülkelerinin liderlerinin, gazetelerinin, televizyonlarının kendi ulusal çıkarları gereğince Irak işgalinin arkasında petrolün olduğunu, kitle imha silahlarının ise bahane olduğunu söylemeleri, bu ülkelerdeki emekçilerde hızla bir aydınlanmaya yol açtı. Emperyalizm kendi karşıtı dinamiklerin yükselmesine neden olmaktan kaçınamadı, kaçınamıyor. Kendisini mezara gömecek güçlerin gelişmesini teşvik eden, emekçi yığınlarla ezilen halklara işsizlik, yoksulluk ve sefaletin yanı sıra kitlesel ölümleri de sunan emperyalizm ve en başta da Amerikan emperyalizminden başkası değildir. Artık dünya bu yönüyle de yeni bir döneme girmiş bulunuyor. Bundan böyle dünya işçi sınıfı ve ezilen halklar, sadece teoride etkili güçler durumunda olmaktan çıkmışlar, tarihin ilerleyişini yeniden etkileyip belirleyecek pratik güçlere dönüşmeye başlamışlardır.
Burjuvazi ve sözcüleri istediklerini iddia etmekte ve hesaba katıp katmamakta özgürdürler; ancak 21. yüzyıl, farklı emperyalist bloklaşmalardan öte, dünya burjuvazisi, uluslar arası tekeller ve emperyalizm ile dünya işçi sınıfı ve ezilen halklar arasındaki karşıtlık, güç ilişkileri ve mücadele temelinde şekillenecektir.

AB, Enerji ve Yeniden Paylaşım

Dünyanın belli başlı ülkelerinde, son bir kaç yıldır, bu yüzyılın ilk yarısında enerji ihtiyacının hangi seviyeye çıkacağı ve bunun nasıl karşılanacağı üzerine raporlar yayınlanıyor. Raporların neredeyse tümünde, geçtiğimiz yüzyılın ilk yarısından bu yana insanlığın en önemli enerji kaynaklarının başında gelen petrolün giderek azalmakta olduğu, petrolün yerini ise, doğalgazın alacağı belirtiliyor.

Bilim ve teknikteki gelişmeler, doğalgazın sıvı olarak bir bölgeden başka bir bölgeye boru hatlarıyla nakledilmesini olanaklı kılıyor, ve bu da, petrole göre daha ucuz ve temiz olan doğalgazın bir enerji kaynağı olarak kullanılmasının önemini artırıyor.

“Soğuk Savaş” yıllarının bitmesiyle birlikte, dünyanın emperyalist devletler tarafından yeniden paylaşılmak istendiği, ABD’nin konumunu koruma ya da daha güçlendirme, diğer emperyalist güçlerin de kendi hesaplarına çalışarak, bu süreçten güçlü çıkmak istedikleri biliniyor.

Bu yeniden paylaşım sürecinin önemli ayaklarından birisini eskiden SSCB’nin etki alanında bulunan ülke ve bölgelerin kimler tarafından denetim altına alınacağı oluştururken; enerji, hammadde ve stratejik bakımından önem taşıyan ülkeler ve bölgelerin elde edilmesi için daha ayrıntılı stratejiler hazırlandı. Bu temelde Afganistan ve Irak işgal edildi.

Yeniden paylaşım sürecinde bizzat emperyalist ülkelerin ekonomilerinin ayakta durabilmesi, en önemlisi de, hayatın sürebilmesi için tayin edici öneme sahip enerjinin nasıl kesintisiz halde sağlanabileceği, son bir kaç yıldır üzerinde durulan başlıca konulardan birisi. 2020, 2030, 2050… yıllarında ülkelerin enerji ihtiyaçlarının hangi düzeye ulaşacağı ve bunun nasıl karşılanacağı üzerinden hazırlanan raporlar, içinde bulunduğumuz yüzyılda paylaşımın en önemli konularından birini enerji kaynakları ve transit yollarının oluşturacağına da işaret etmektedir.*

Analizlerin çoğunda, dünyanın ihtiyacını karşılayacak petrol ve doğalgaz kaynaklarının önemli bir bölümünün Ortadoğu ve Kafkasya’da olduğu belirtiliyor. Buna bağlı olarak, Ortadoğu’da merkezileşen petrol yataklarının ne zamana kadar dünyanın ihtiyacını karşılayabileceği büyük bir soru işareti. ABD, Japonya ve Avrupa’dan sonra Çin’in de dünya ekonomisinde önemli bir güç olmaya başlamasıyla birlikte, petrol rezervlerinin tahmin edilenden de kısa bir sürede tükenebileceği yaygın bir kanı.

1951’den bu yana, dünyanın en büyük petrol yatağı olan Suudi Arabistan’daki Gavar yataklarından günde beş milyon varil ham petrol dünya piyasasına sürülüyor. Suudi Arabistan, dünya piyasasına şu anda günde 10 milyon varil petrol veriyor.

“Yapılan tahminlere göre, petrol ihtiyacının bugünkü seyriyle sürmesi durumunda, Suudi Arabistan’ın 2025 yılında dünya petrol ihtiyacını karşılamak için şimdikinin iki katı kadar petrolü dünya piyasasına sürmesi gerekiyor. Suudi Aramco petrol şirketinin eski üretim şefi Sadad el-Hüseyini, bunun mümkün olmadığını söylüyor.” (Der Spiegel, 14/06)

Merkezi Paris’te bulunan “Uluslararası Enerji Ajansı”nın verilerine göre, geçen yıl dünyada günde 83 milyar varil petrol tüketilmiş. Bu miktarın 2010 yılında 90, 2030 yılında 115 milyar varile çıkması bekleniyor.

2004 yılında ABD’nin günlük petrol tüketimi 20 milyon varil idi. Dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin’in aynı yıl içerisindeki petrol tüketimi ise, 6.5 milyon varil idi. Ancak, son yıllarda otomobillerin artmasıyla birlikte bu ihtiyacın hızla artması bekleniyor.

Bu tablo, ABD’nin, özellikle petrol kaynaklarını elinde tutmak için, neden Irak, İran gibi ülkeleri sudan gerekçelerle işgal ettiği ya da etmek istediğini de açıklıyor.

Dünya petrol rezervlerinin yüzde 21’i Suudi Arabistan, yüzde 9’u Irak, yüzde 8’i Kuveyt, yine yüzde 8’i Birleşik Arap Emirlikleri’nde bulunuyor. ABD’nin denetiminde olmayan İran’da dünya rezervlerinin 10’u, Venezüella’da ise yüzde 6’sı bulunuyor. Petrol rezervlerinin yüzde 5’i ise, Rusya’da.

Der Spiegel’de (14/06) yer alan yazıda, dünyanın 48 petrol üreticisi ülkesinden 33’ünde, üretimin zirveye çıktıktan sonra gerileme aşamasına girdiği ifade edilirken, buna örnek olarak, Kuzey Denizi’nde petrol çıkaran İngiltere ile Norveç’in üretiminin geçen yıl yüzde 20 azalması örnek gösteriliyor. Aynı şekilde OPEC üyesi Endonezya ve Umman’da da üretim gerilemeye başlamış durumda. Zengin petrol yataklarının olduğu Kuveyt’te de üretim azalmaya başlamış. Devlet tekeli Kuveyt Oil’in, Burgan yataklarında, günlük 2 milyon varillik kapasiteyi artık tutturamadığı ileri sürülüyor. Kuveyt petrolünün yarısı Burgan’dan çıkarılıyor. Burgan, Gavar’dan sonra dünyanın ikinci büyük petrol yatağı.

 

‘ALTERNATİF’ YENİ KAYNAK: DOĞALGAZ

Eldeki veriler, yerküre üzerinde son 50 yıldır dünyanın en büyük petrol rezervini barındıran yataklardaki petrolün yavaş yavaş azalma eğiliminde olduğunu, yeni petrol yataklarının ise açılmadığını gösteriyor. Bundan ötürü de, son bir kaç yıldır, petrolün yerinin doğalgaz tarafından doldurulacağı yönündeki görüşler giderek daha yüksek sesle dile getirilmeye başlandı. Doğalgazın ucuz ve petrole göre daha temiz olması da, ayrı bir olumlu özellik olarak sıralanıyor.

Ancak, emperyalist ülkeleri bu yeni enerji kaynağına yönelten tek faktörün petrol kaynaklarındaki bu azalmanın olmadığını, başından itibaren söylememiz gerekiyor.

Dünyanın yeni “enerji kaynağı” olmaya aday görünen doğalgazın zengin rezervlerinin yüzde 27’si Rusya’da, yüzde 16’sı İran’da, yüzde 15’i Katar’da bulunuyor.

Bu veriler, Rusya’nın, yeni enerji kaynakları açısından dünya siyasetinde stratejik güç ve önem kazandığını gösterirken, İran’ın önemini de artıyor. Petrol rezervlerinin yüzde 10’una, doğalgaz rezervlerinin de yüzde 16’sına sahip başka bir ülke şu anda yerküre üzerinde bulunmazken, her iki önemli enerji kaynağına birden sahip İran, bulundurduğu zengin enerji kaynaklarından ötürü, bu yüzyılda, emperyalist paylaşımın önemli çatışma koordinatlarından birisi olmaya aday görünüyor. Bu bakımdan, İran’ın emperyalist devletler tarafından yeniden hedefe konması ve üzerinde paylaşım hesaplarının yapılması tesadüf değil. İran üzerinde tek başına egemenlik kuracak emperyalist devletin, diğerlerine göre, enerji kaynakları açısından avantajlı konuma geçeceği açıktır.

Dünya enerji tüketiminin giderek doğalgaza kayması, ABD’nin işini daha da zorlaştırıyor. “Boru hattı dışında ancak -162 Celcius derecesinde dondurulduğu taktirde nakledilebilen doğalgaz için ABD’nin şu anda alternatifi bulunmuyor. Planlar ve gaz tankerleri ve bu tankerlerin yanaşabileceği limanların yapılması konusunda çalışmalar sürüyor. ABD Enerji Düzenleme Dairesi (FERC)’in verilerine göre, ABD’nin doğu sahillerinde birkaç gaz terminali bulunuyor. 2005’in başında FERC’in onayıyla bir gaz limanı yapılmaya başlandı. (Herman Werle, Junge Welt, 18.01.2005)

 

ENERJİ HARİTASI NEYİ GÖSTERİYOR?

SSCB’nin dağılmasıyla birlikte eski gücünü önemli oranda kaybeden Rusya’nın, askeri gücünü korumakla birlikte, içine girdiği ekonomik sıkıntılardan ötürü, uzunca bir süre dünya siyasetinde önemli bir aktör olamayacağı düşünülmekteydi. Ancak, Putin’in devlet başkanlığı koltuğuna oturmasıyla birlikte, kendi çıkarlarına göre ve daha bağımsız bir politika izlemeyle başlayan Rusya, Irak işgali sırasında Almanya, Fransa ve Çin ile birlikte davranarak, ABD-İngiliz ittifakına açıktan cephe aldı. Putin bununla da kalmayarak, Rusya’nın etki alanını koruyup genişletmek üzere, Ukrayna ve Beyaz Rusya’da olduğu gibi, Batı’ya daha açıktan tavır aldı.

2000 yılında Hazar Havzası’nda büyük petrol ve doğal gaz yataklarının bulunmasıyla birlikte, dünyanın bütün enerji kaynaklarının üzerine konmayı kendisine hedef olarak koyan ABD, bu kez gözünü bu ülkedeki enerji kaynaklarına dikti. Gürcistan’da Şavardneze’nin devrilerek yerine Amerikan yetiştirmesi Şakaşvili’nin getirilmesi, ABD’nin Rusya’ya yönelik önemli hamlelerinden biri olarak sayılabilir. ABD’nin Rusya’nın etki alanını daraltma politikasının bir parçası olarak, Ukrayna’daki Amerikancı “turuncu devrimi” anımsamak gerekiyor. Rusya’nın etrafını sarma, etki alanını daraltma stratejisi izleyen Bush ve çetesi, sık sık bu ülkede demokrasi ve insan haklarının olmadığını söyleyerek, Putin yönetimini açıktan eleştiriyor.

Ne var ki; Rusya ile Batı Avrupa arasında önemli bir enerji koridoru olan Ukrayna’da Amerikan yanlıların işbaşına gelmesine Putin’in yanıtı çok fazla geç kalmadı.

Bu yılın hemen başında, 1 Ocak’ta, Rusya ile Ukrayna arasında yaşanan “doğalgaz krizi”, aynı zamanda, Putin’in, elindeki doğalgazı, ülkesinin çıkarları için gerektiğinde silah gibi kullandığını da gösterdi.

Putin, stratejik bir hamleyle, 1 Ocak’tan itibaren “transit geçiş” ayrıcalığını kaldırarak, 1000 metre küp için alınan 50 Dolar uygulamasına son vererek, Ukrayna’nın da, diğer müşteriler gibi, 1000 metre küp başına 220 Dolar ödemesini talep etti.

Rusya, Batı Avrupa ülkelerine sattığı doğalgazın yüzde 80’ini Ukrayna’dan geçen hatları üzerinden satıyor. Rusya, bu hamle ile, açıkça, “turuncu devrim”in birinci yılında, Yuşçenko ve ekibine, dahası onların arkasındaki Batılı güçlere “hodri meydan” diyerek, doğalgaz vanalarını kesmiş; Mart ayında Ukrayna’da yapılan genel seçimler öncesinde, ülkede dengeleri etkileyen bir tutum göstermiştir. Seçimlerden, Rusya yanlısı Bölgeler Partisi birinci çıkmayı başardı, ancak hükümeti yine Batı yanlıları kurdu.

Şu anda, Rusya’dan Batı Avrupa’ya doğal gaz taşıyan ve Ukrayna topraklarından geçmeyen, bir tek doğalgaz hattı var. O da, Beyaz Rusya ve Polonya’dan geçerek Almanya’ya ulaşıyor.

Rusya’nın doğalgaz hatları, Avrupa sanayii için adeta birer atardamar. Bunlar olmadan, Avrupa’da sanayi ve yaşam çok zor olacak. Rusya da bunun bilincinde. Elinde bulundurduğu zengin doğalgaz kaynaklarını, egemenlik sahasını genişletmek ya da elinde tutmak için bir silah gibi kullanıyor.

1 Ocak’ta ilk kez G8’lerin dönem başkanı olan Rusya, dünya siyasetinde bir zamanlar oynadığı belirleyici rolü yeniden sergileme, ağırlığını hissettirme niyetinde.

Rusya ile yakın komşu olduğu için sanayi ve ticareti bu ülkeye bağlı olan Ukrayna gibi bir ülkede, Rusya karşıtı bir rejimin suni teneffüsle yaşaması zor görünüyor. Yuşçenko ve ekibi, politik açıdan, desteğiyle işbaşına geldiği ABD’ye uşaklık yaparken, pek çok açıdan Rusya’ya bağımlı olduğu noktalara çözüm getirememişti.

Zira Ukrayna’nın da, Rusya açısından stratejik ve ekonomik önemi çok büyük. Her şeyden önce, 48 milyonluk bu ülkenin yüzde 17.3 Rus asıllı. Çoğunluğu Karadeniz kıyısında yaşayan bu kesim, “turuncu devrim”e karşı olduğunu, gerektiğinde Ukrayna’dan ayrılabileceğini gündeme getirmişti. Ülkenin altı büyük petrol rafinerisinden beşi, Rus tekelleri Lukoil ve TNK’nın denetiminde. Tüketim malların üçte ikisi Rusya’dan geliyor.

Ukrayna gibi diğer Doğu Avrupa ülkeleri de, başta enerji olmak üzere, birçok alanda Rusya’ya bağımlı. AB’nin en büyük ülkesi Almanya doğalgaz ihtiyacının yüzde 40’ını Rusya’dan karşılarken, pek çok Doğu Avrupa ülkesi, ihtiyaç duyduğu doğal gaz ihtiyacının yüzde 90’ını Rusya’dan sağlıyor.

Kuzey Denizi petrol yataklarındaki azalma da bunda önemli bir rol oynuyor.

 

ÇİN VE JAPONYA’YA ENERJİ

Avrupa Birliği’nin en önemli enerji sağlayıcısı konumuna gelen ve bu konumunu her geçen gün güçlendiren Rusya, Çin ve Japonya gibi ülkelerin de en önemli enerji kaynağı olmaya doğru ilerliyor. Önümüzdeki yaz aylarında temeli atılacak 4200 km’lik petrol boru hattı ile, başta Çin olmak üzere, Pasifik ülkelerinin ihtiyaç duyduğu petrol, Sibirya’dan pompalanacak. 2008’de bitmesi planlanan boru hattının 12 milyar Euro’ya mal olacağı tahmin ediliyor. Yılda 80 milyon ton petrol, bu hat üzerinden, Çin, Japonya, Güney Kore, Endonezya ve Avustralya’ya pompalanacak. Boru hattının maliyetinin önemli bir bölümünü Japonya üstlenmek istediğini duyurdu.

Böylece, Asya’da ABD’nin en önemli müttefikleri sayılan bazı ülkeler de, enerji bakımından, giderek Rusya’ya bağımlı hale gelecekler. (Junge Welt, 7.01.06)

Çin, ayrıca, ABD’ye petrol satan Venezüella ve Kanada ile de önemli anlaşmalar yaptı.

Dünyanın bütün büyük ülkeleriyle enerji ilişkilerini sürdürmeye özen gösteren Rusya, bu yolla, bir taraftan dünya siyasetindeki ağırlığını artırırken, diğer taraftan ise, onları kendine bağımlı hale getiriyor. Bu bakımdan, Rusya’nın enerji politikası, daha çok stratejik bir karakter kazanmış bulunuyor.

Önemli petrol ve doğalgaz rezervlerine sahip Suudi Arabistan, Kuveyt ve önceden Venezüella gibi ülkeler, daha çok, ABD emperyalizminin denetimde olan dünyanın “enerji tankerleri”ydi. ABD de, bu “enerji tankerleri”ni denetimi altında tutarak, diğer emperyalist devletlere karşı önemli bir avantaj elde ediyordu. Yanı sıra, şimdi Rusya, büyük enerji rezervlerine sahip bir güç olarak, dünya siyasetine ağırlığını koymanın adımlarını atıyor. Bu bakımdan, ABD’nin işi, şimdi, pek çok şeyin yanı sıra, çok daha zorlaşmıştır.

 

AB’NİN ENERJİ HESAPLARI

ABD’nin doğalgaz konusunda pek çok dezavantajı bulunurken, dünya siyasetinin bir diğer aktörü olan AB’nin ise, pek çok avantajı söz konusu. Her şeyden önce, Batı Avrupa, Hollanda’nın Goringen bölgesinde 1950’li yılların sonunda doğalgaz bulunmasından bu yana, konuyla ilgili. Ama en önemlisi de, 1970 yılların başından bu yana, SSCB ile doğalgaz anlaşmalarına sahip.

Almanya ile SSCB arasında 1 Şubat 1970’te imzalanan anlaşma kapsamında, 1973-93 yılları arasında, yılda 3 milyar metre küp doğal gaz nakli yapıldı. Buna karşılık, Almanya da, Mannesmann tekeli aracılığıyla, Rusya’ya 1.2 milyon tonluk doğal gaz boru satışını, hem de o dönem ABD’nin karşı çıkmasına rağmen gerçekleştirdi.

Federal Ekonomi Bakanlığı tarafından 2002 yılında çıkarılan ve Almanya’nın enerji ihtiyacını tespit etmek üzere hazırlanan bir broşürde, dünya enerji tüketiminin doğal gaza doğru kayacağı belirtilerek, şunlar ifade ediliyor: “Doğalgaz, yüzde 24 ile petrol ve kömürden sonra şu anda en önemli enerji kaynağı. Doğalgazın kullanımı, yenilenebilir enerjiler dışında, son yıllarda giderek artıyor ve bu eğilim böyle devam edecek. (Reserven, Ressourcen und verfügbarkeit von Energierohstoffen 2002)

Dünyada başlayan enerji hesaplamaları ve stratejileri çerçevesinde, Avrupa Birliği (AB), bu yılın Mart ayında yayınladığı “Yeşil Kitapçık/Grünbuch”ta temel sorunları ve çözümleri sıraladı. 2020 yılına kadar AB’nin enerji ihtiyacının hesaplanması üzerinden hazırlanan 23 sayfalık kitapçık, şu temel saptamalar ile başlıyor:

– Acil olarak enerji sektörüne yatırım yapılması gerekiyor. Sadece Avrupa önümüzdeki 20 yıl içerisinde enerji sorununu çözmek ve eski alt yapıyı değiştirmek için milyarlarca Euro’luk bütçe ayırmalı.

– İthalat bağımlılığımız artıyor. Eğer kendi enerji kaynaklarımızı rekabete açık bir şekilde yenilemezsek, AB’nin şu anda yüzde 50 dışarıdan karşıladığı enerji ihtiyacı 20-30 yıl sonra yüzde 70’e çıkacak. Enerjinin alındığı bazı bölgelerde güvensiz ilişkiler tehdidi var.

– Enerji rezervleri sadece bir kaç ülkede yoğunlaşmış durumda. Şu anda AB’nin doğalgaz ihtiyacının yarısı üç ülkeden (Rusya, Norveç ve Cezayir) karşılanıyor. Güncel trend devam ettiği taktirde doğalgaz ihtiyacı 25 yıl sonra yüzde 80 artacak.

– Enerjinin yarattığı sorunlar da dünya çapında artıyor. Dünya çapındaki enerji sorunları ve CO2 2030 yılına kadar tahminen yüzde 30 artacak. Dünya çapında petrol ihtiyacı 1994’ten bu yana yüzde 20 arttı. Göstergeler yıllık petrol ihtiyacının yüzde 1.6 arttığını gösteriyor.

– Petrol ve doğalgaz fiyatları artıyor. AB’de son iki yıl içerisinde fiyatlar iki katına çıktı, elektrik fiyatları bunu takip ediyor.

– İklim ısınıyor. Bu yüzyılın sonuna kadar iklim sıcaklıkları 1.4-5.8 derece artacak.

– Avrupa halen tam anlamıyla enerji iç pazarını rekabete açılabilmiş değil. Böyle bir alan olduğunda vatandaşlar ve işverenler daha ucuz enerji tüketebilecekler. (Grünbuch, sf. 3-4)

AB’nin bu şekilde özetlenen 21. yüzyıldaki enerji durumundan çıkarılan sonuç, uzun vadeli olarak, “AB enerji stratejisinin” geliştirilmesi önerisidir. Sorunlar arasında sayılan “enerjideki liberalleşme”, önümüzdeki yılın başında, AB çapında yürürlüğe giriyor. AB vatandaşlarının hangi enerji tekelinden elektrik almak istediği konusunda tercih hakkı olacak. Buna göre, tekeller arasında elektrik fiyatlarını düşürme konusunda bir rekabetin olacağı ileri sürülüyor. Ancak bu sürecin yaratacağı en önemli olgulardan birisi, AB’deki enerji tekelleri arasında piyasada kalmak için kıyasıya bir rekabet ve yutmaların yaşanacağı yönünde. Güçlü olanlar yaşamaya devam edecek, küçükler ise büyükler tarafından yutulacak.

Bütün üye ülkelerin, bu yılın sonuna kadar, AB Komisyonu tarafından hazırlanan “Elektrik ve Gaz Yönergesi”ni onaylaması gerekiyor.

Ortak bir enerji politikasının yaratılması konusunda ise farklılıklar sürüyor. Geçtiğimiz Mart ayında toplanan AB Zirvesi’nde önerilen “Avrupa Enerji Ajansı”, bazı üye ülkeler tarafından kabul edilmedi. Ajansın başlıca görevi, AB’nin enerji ihtiyacı ve politikalarını tek elden yönetmek olarak belirleniyor.

“Yeşil Kitapçık”ta, AB’nin enerji sorununu güvenceye almak için üzerinde en çok durulan çözümlerin başında “enerji dış politikası”nın oluşturulması bulunuyor: “İlk adım olarak birlik düzeyinde hangi hedefle bir enerji dış politikası izleneceği ve tek tek ülkeler düzeyinde hangi önlemlerin başarılı olacağı belirlenmeli” (sf. 16) deniyor.

Ayrıca, AB’nin enerji güvenliğini sağlamak için, “komşu ülkeler” olarak tanımlanan Güneydoğu Avrupa ve Magrib ülkeleriyle ikili anlaşmaların yapılmasından söz ediliyor. Türkiye ve Ukrayna’dan, “komşu ülkelerle enerji ortaklığı” çerçevesinde ilişkilerin güvence altına alınmasından bahsediliyor.

AB’nin enerji ihtiyacını karşılayacak başlıca ülkelerden birisinin Rusya olduğu biliniyor. Bundan ötürü de, AB ile Rusya arasında başlayan “stratejik partnerlik”in” temelinde aynı zamanda AB’nin enerji ihtiyacı bulunuyor.

Ama AB, seçeneklerini sadece Rusya ile sınırlamayarak, Kuzey Afrika ülkeleri Tunus ve Cezayir başta olmak üzere, Afrika kıtasına yönelik yeni bir strateji hazırlanması gerektiğini de ifade ediyor. Bu kapsamda, “Avrupa’nın komşusu” konumundaki ülkelere karşı bundan sonra “özel bir siyaset” izlenecek. Yine bu kapsamda, Cezayir ile özel bir ilişkinin kurulmasından söz ediliyor. Aynı kapsamda, AB’ye en çok doğalgaz satan, ancak AB üyesi olmayan Norveç ile de güçlü bağların kurulması öneriliyor.

AB Komisyonu tarafından yapılan tahminlerde, 450 milyon nüfuslu Birlik’in 20-30 yıl içerisinde ihtiyaç duyduğu enerjinin yüzde 70’ı dışarıdan karşılanacak.

 

ALMANYA MERKEZ ÜLKE OLUYOR

AB’nin enerji ihtiyacının karşılanması için bu planlar yapılırken, birliğin en büyük ülkesi konumundaki Almanya, Rusya ile kurduğu stratejik işbirliği sayesinde, Rus doğalgazının dağıtımında giderek kıta çapında merkez ülke konumunda geliyor.

Almanya eski Başbakanı Gerhard Schröder’in Denetleme Kurulu Başkanlığı’na getirildiği Rus-Alman enerji konsorsiyumu Kuzey Avrupa Doğal Gaz Hattı (NEGP), Rusya ile Almanya arasında doğrudan bağlantıyı kuracak önemli bir hat olacak. Yüzde 51’i Rus Gazprom’a, yüzde 49’u Alman enerji tekelleri BASF AG ve E.ON’a ait olan NEGP’in hayata geçirilmesinde, Schröder ile Putin arasındaki özel ilişkinin büyük payı olduğu söylenebilir. Bundan ötürü de, Schröder’in bu tekelde göreve başlaması, iç politikada geniş tartışmalara neden oldu.

1200 km’lik Kuzey Avrupa Doğal Gaz Hattı, St. Petersburg’dan başlayarak, Baltık Denizi’nin altından, hiçbir komşu ülkenin topraklarına girmeden, Almanya’nın Greiswald kentine ulaşıyor.

2010 yılında bu hattın faaliyete geçmesiyle birlikte, şu an AB/Almanya’ya Rusya gazı taşıyan Polonya ve Ukrayna’dan geçen doğalgaz boru hatları stratejik önemini büyük ölçüde yitirecek. Yani NEGP, Almanya ve Rusya’yı dolaysız birbirine bağlayan ilk ve tek doğal gaz hattı olması bakımından, yeni ve stratejik bir özellik taşıyor. Bu, aynı zamanda, başta Ukrayna ve Polonya olmak üzere, Doğu Avrupa ülkelerinde meydana gelecek muhtemel gelişmelerden, Rusya-Almanya enerji ticaretini bağımsızlaştırma hamlesi anlamına geliyor.

NEGP hattının maliyeti, Baltık Denizi’nin altından yapıldığı için, 2-2.4 milyar Euro artmış. Hattın toplam maliyeti 4 milyar Euro. (Süddeutsche Zeitung, 10/11.12)

2010 yılına kadar bitmesi planlanan hattan, ilk etapta, yılda 27.5 milyar metre küp gaz nakledilecek, ve kapasitesi, aşamalı olarak, 55 milyar metre küpe kadar çıkabilecek. Bu durumda, İngiltere’nin de içinde olduğu Kuzey Avrupa ülkeleri, bu hat üzerinden doğalgaz temin edebilecekler. Almanya da, bu hat sayesinde, Rus doğalgazının Kuzey Avrupa’ya dağıtımında kilit ülke konumuna gelecek ve stratejik bir avantaj elde edecek.

Almanya’nın şu anki yıllık ortalama doğal gaz ihtiyacı 85 milyar metre küp ve bunun 35 milyar metre küpünü (yüzde 40) Rusya’dan alıyor. Yapılan bir analize göre, 2001 yılında “AB-15”in ihtiyaç duyduğu yıllık doğal gaz miktarı 418 milyar metre küp idi. Bunun 90 milyar metre küpünü Almanya tüketmiş.

Bütün bunlar, Almanya için, son yıllardaki en büyük enerji atılımlarından biri olan NEGP’nin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.

Rusya ile enerji ihtiyacı ve dünyanın yeniden biçimlendirilmesi üzerinden “özel ilişki”, Almanya’nın dünya siyasetindeki ağırlığını da artırıyor. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi daimi üyesi olmadığı için, ekonomik ağırlığını siyaseten hissettiremeyen Almanya, bunu, AB içerisindeki “stratejik müttefiki” Fransa ve Rusya ile dengelemeye çalışıyor. İran konusunda süren tartışmalarda Almanya’nın da görüşmelere katılması, müdahil olması, bu ilişkiler sayesinde kazandığı ağırlığı bir parça da olsa gösteriyor.

Almanya, ayrıca, ABD’nin “potansiyel rakip” olarak gördüğü Çin ile ekonomik ve ticari ilişkilerini geliştiriyor. Büyüyen ekonomisinden ötürü enerji ihtiyacı da artan Çin ile Almanya’nın enerji ihtiyacının en önemli kaynaklarını Rusya ve İran oluşturuyor. Kısa bir süre önce bu rekabetin yaratacağı sorunların ilk işaretleri gelmeye de başladı. Rus enerji tekeli Gazprom’un AB dışında yeni müşteriler bulmak istediğini açıklaması, Avrupa’da tepki topladı. Gazprom Yönetim Kurulu Başkanı Alexei Miller, şirketin yeni pazarlara genişleme isteğine Avrupa’nın karşı çıkmamasını isteyerek, Kuzey Amerika ve Çin gibi yeni pazarlara girebileceğini ifade ederek, “Hiçbir AB ülkesi Gasprom’un AB’ye bağımlı olduğu gibi bir yanılgıya düşmemeli. Şirketimizin özellikle Çin ve Latin Amerika pazarlarına daha yeni yöneldiğini biliyorsunuz. Belli konularda anlaşamadığımız durumda, AB’ye yönelik doğalgaz naklini, çok rahat Çin’e veya dünyanın bir başka bölgesine yönlendirebiliriz.” dedi. Miller, özellikle İngiltere’nin tutumunu eleştirirken, “Enerji alanında bize karşı politika yapma yönelimleri, bu politikaları yapanlar için iyi sonuç doğurmaz.” dedi.

İngiliz Hükümeti, Gasprom’un İngiliz doğalgaz şirketi Centrica’yı yutmasına izin vermeyeceklerini açıklamıştı.

Avrupa Birliği (AB) Komisyonu, Miller’in bu açıklamasının, AB’nin enerji konusunda yabancı kaynaklara olan bağımlılığına ilişkin korkusunu doğruladığını açıkladı. Komisyon’un enerjiden sorumlu üyesi Andris Piebalgs’in sözcüsü Ferran Tarradellas Espuny, açıklamanın, “Enerji kaynaklarının ve yollarının çeşitlendirilmesi gerekliliğini ve yabancı kaynaklara ilişkin endişesini doğruladığını” söyledi.

Bu tablo, AB’nin enerji kaynağı açısından bir tek Rusya’ya bağlı kalmak istemediğini gösteriyor. Ancak, çok fazla da seçeneği bulunmuyor. Almanya Dışişleri Bakanlığı tarafından hazırlanan altı sayfalık “Alman dış politikası açısından enerji güvenliği için tezler”de de, “Enerji paylaşım çatışmaları”nın hızlanacağına dikkat çekiliyor: “Enerji paylaşımı çatışmaları devletler arasındaki kargaşaya kaynaklık edecek. Bundan ötürü de, enerji güvenliği konusu, Almanya’nın dış politikası ve güvenliğiyle ilgili bütün forumlarda ele alınmak zorunda.” deniliyor ve Alman dış politikasının, enerji ihtiyacına bağlı olarak, yeniden düzenlenmesine öncelik verilmesi isteniyor. (Der Spiegel, 9/2006)

Aynı raporda, Almanya’nın, enerji konusunda bir tek Rusya ile kendisini sınırlandırmaması, bunun için de, İran, Mısır ve Suriye doğal gazını Türkiye üzerinden Avrupa’ya nakledecek “Nabucco” doğalgaz boru hattına da önem vermesi isteniyor.

Nisan ayının ilk haftasında Berlin’de yapılan “Enerji Zirvesi”nde, hükümet ve enerji tekelleri, bu sektöre 70 milyon Euro’luk yatırımda bulunması konusunda görüş birliğine vardılar. Önümüzdeki yıl içinde, 2020 yılına kadar Almanya’nın enerji ihtiyacını belirlemek üzere bir rapor yayınlanacak.

 

ALMAN ENERJİ TEKELLERİ PAZARI KAPIYOR

Almanya’ya Rus doğalgazının “transit koridor” kullanılmadan nakledilmesi, önümüzdeki yıllarda Alman enerji tekellerine, diğer ülkelerin enerji tekelleriyle rekabet etmede bir üstünlük getirebilecek. Keza, Alman enerji tekelleri E.on ve Ruhrgaz, Doğu Avrupa ülkelerindeki –tekel durumundaki– enerji şirketlerini de son bir kaç yıl içerisinde yutarak, AB’nin genişlemesinin yarattığı nimetlerden yararlandılar. E.on tekeli, Slovakya’nın SPP, Romanya’nın Distrigaz Nord ve Macaristan’ın MOL tekellerini yutarak, Doğu Avrupa’daki pazar alanını genişletti.

Macaristan şirketini almakla Balkanlar’daki doğalgaz boru hatlarına da ortak olan E.on, 2007’de AB’ye üye olacak Romanya ve Bulgaristan pazarına girmek için de sabırsızlıkla bekliyor. Yine Wintershall adındaki Alman tekelin yan firması, Rusya ve Libya’da doğalgaz pazarına girdi.

Bütün bunlarla birlikte, Alman enerji tekelleri, AB’nin diğer ülkelerindeki enerji tekellerini de yutmak için büyük bir çaba harcıyor. Beş yıl önce Alman elektrik ve gaz piyasasına atılan E.on, geçtiğimiz Şubat ayında, İspanya’nın en büyük enerji tekeli Endesa’ya talip olduğu resmen ilan etti. Ancak İspanya Başbakanı Zapatero, ulusal bakımdan stratejik öneme sahip Endesa’nın E.on tarafından yutulmasına onay vermek istemediğini açıkladı.

İspanya ve Portekiz’deki elektrik piyasasının yüzde 45’ini elinde bulunduran Endesa’nın, Fransa ve İtalya’da da yatırımları var. En önemlisi de, başta Şili, Brezilya ve Arjantin olmak üzere, Latin Amerika’nın birçok ülkesinde en büyük elektrik dağıtımcısı. E.on’un bu ülkelerde bir tek müşterisi yok. Dolayısıyla Endesa, E.on için, Latin Amerika kapılarının açılması, yeni pazar alanlarına ulaşma anlamına geliyor.

Yabancı tekellerin Endesa’yı “düşmanca yutabileceği”nin farkına önceden varan İspanya, geçen yıl ülkenin büyük bankalarını da arkasına alan, Endesa’dan küçük kamu tekeli Gas Natural üzerinden kamulaştırmayı deniyor. Ancak Endesa teklifi yeterli bulmayarak reddediyor. Şubat başında, Almanya ile İspanya arasında yaşanan bu kısa “enerji gerginliği”ne, aynı günlerde, bir de İtalya ile Fransa arasındaki gerginlik eklendi. İtalyan enerji tekeli Enel, yüzde 98.6’sı Fransız Suez’e ait Belçika’daki enerji tekeli Electrabal’ı yutmak istediğini duyurdu. Fransa Başbakanı Villepin de, tıpkı Zapatero gibi, satışa karşı çıkarak, ülkenin iki büyük enerji tekeli Gaz de France (GDF) ile Suez’in, yabancı tekelerce yutulmaması için özel bir yasayla birleştirileceğini açıkladı. Kurulacak GDF/Suez tekeli, E.on’dan sonra Avrupa’nın ikinci büyük enerji tekeli olacak. Şu anda GDP ikinci, Suez beşinci sırada.

AB’nin başka bir ülkesi İngiltere’de de, iki büyük enerji tekeli Scottish Power ve Scottish and Southern Energy’nin birleştirilmesi yeniden gündeme getirildi. E.on, geçen yıl Scottish Power’i yutmak için 16.5 milyar Euro teklifte bulunmuş, ancak kabul edilmemişti.

AB’nin değişik ülkelerine ait enerji tekellerinin rakiplerini yutmak için yaptığı girişimler, “kapitalist küreselleşme” mantığı içerisinde normal görülebilir. Anormal görünen ise, siyasilerin ya da doğru deyişle “ulusal devlet”in “küreselleşme gerçeğine” aykırı davranarak, kendi “ulusal” tekellerini “stratejik önem” gerekçesiyle korumasıdır.

“Ortak bir gelecek” kurma iddiasıyla AB çatısı altında bir araya gelen Avrupa devletlerinin, kendi tekelleri ve mali sermayeleri için, yeri geldiğinde, gerçekten “stratejik öneme” sahip alanlarda korumacılık yaptıkları, her şeyleriyle başka bir devletin denetimi altına girmek istemediklerini açıkça dışa vurdukları bir dönemden geçiyoruz.

Enerji alanındaki gelişmeler, özellikle emperyalist devletlerin, stratejik öneme sahip enerji gibi alanlarda egemenliklerini kısa bir süre içerisinde bir yana bırakmayacağını gösteriyor. En önemlisi de, bu temeldeki çelişkiler, AB içerisinde önümüzdeki dönemde daha da derinleşecek gibi görünüyor.

Bu, aynı zamanda, AB’de, enerji alanında yeniden merkezileşme dalgasının görüleceğini de gösteriyor. Dünya çapında enerji kaynakları ve koridorları üzerinden sürdürülen paylaşım mücadelesinin bir boyutu da, AB içerisindeki enerji tekelleri arasında yaşanacak.

Enerji ihtiyacının merkezinde olduğu “yeniden paylaşım”ın söz konusu olduğu günümüzde, Avrupalı enerji tekelleri arasında yaşananlar, himayeciliğin, önceki döneme göre çok daha belirgin olarak ortaya çıktığını da gösteriyor. Bu bakımdan, emperyalist devletlerin kendi tekellerini himaye etmeye bundan sonra daha sık başvuracağı anlaşılıyor.

 

ENERJİ KAYNAĞI OLARAK İRAN

Yapılan tahminlere göre, AB’nin doğalgaz ihtiyacı, 2000-2020 yılları arasında yüzde 80 artacak. Bu önemli ihtiyacın nasıl karşılanacağı konusunda ise, değişik hesaplar yapılıyor.

Ancak, bütün hesaplamaların gelip dayandığı kaynakların başında Rusya geliyor. Ne var ki, AB, bir tek Rusya seçeneği ile de kendisini sınırlandırmak istemiyor. Şu sıralar Batı tarafından hedef tahtasına konulan İran’a da, AB’nin enerji ihtiyacının karşılanması bakımından önemli görevler biçiliyor. Rusya’dan sonra yüzde 16 ile ikinci büyük doğalgaz rezervlerine sahip İran, aynı zamanda petrol bakımından da dünyanın üçüncü büyük (yüzde 10) rezervlerine sahip. Jeo-stratejik bakımdan da önemli bir noktada bulunan İran’ın dış ticaret hacminin yüzde 40’nın AB ile olması, ayrıca önem kazanıyor. Bu ticaretin önemli bir kısmı ise Almanya ile yapılıyor. Halen 2 bin Alman firması İran’da iş yapıyor. 5 bin Alman firması da İran ile çeşitli ticari ilişkiler sürdürüyor.

İran’ın en büyük doğalgaz yatakları Fransız Total tekeli tarafından işletiliyor. 2004’te ise İngiliz Shell Oil ve İspanyol Repsol tekelleriyle doğalgaz yataklarının işletilmesi için ‘tarihsel öneme sahip’ anlaşmalar imzalandı. Shell Oil, iki doğalgaz platformuna toplam 3.3 milyar Euro yatırımda bulunacak. Bu platformlardan, 2010’dan itibaren ise, Avrupa ve Asya ülkelerine sıvı gaz akıtılmaya başlanacak. (Herman Werle, Junge Welt, 18.01.2005)

Asya’nın yükselen bir diğer gücü olan Hindistan da, enerji bakımından İran’a bağımlı. Indian Oil Comporation (IOC), İran’daki doğalgaz yataklarına bir milyar Dolar’a kadar yatırım yapmayı planladı.

Çin’e gelince, halen petrol ihtiyacının yüzde 13’ünü İran’dan karşılıyor ve Çin’in İran ile yapılmış 100 milyar Dolar’lık enerji anlaşmaları var.

Enerji planları üzerinden bakıldığında, İran’a yönelik tehditlerin ne kadar önemli olduğu görülüyor. Bütün emperyalist ülkeler, petrol ve doğalgaz yatakları bakımından önemli bir yere sahip İran’ı elde etmek için elinden gelen çabayı gösteriyor. İran’ı işgal edecek bir emperyalist gücün, diğer emperyalist güçlere karşı önemli bir üstünlük kazanacağı açıktır. Hele bu güç ABD olursa, bu üstünlük, AB ve Çin’i kendisine bağımlı hale getirmeyi de içerecektir.

 

TÜRKİYE ENERJİ KORİDORU OLUYOR

AB Komisyonu tarafından yayınlanan “Yeşil Kitapçık”ta, enerji ihtiyacının Rusya ve İran üzerinden karşılanmasının planlanması üzerine, “transit ülke olarak” Türkiye’nin önemi bir kez daha öne çıkıyor. Dünyanın yeni enerji haritasında, Türkiye önemli kavşaklardan biri olmaya aday görünüyor.

İran gazıyla, Türkiye üzerinden, Yunanistan ve İtalya’nın doğalgaz ihtiyacını karşılanması öngörülmekte; Güney Avrupa Gaz Ringi Projesi ve Türkiye-Bulgaristan-Romanya-Macaristan-Avusturya Hattı (Nabbucoo) ve 17 Mart 2004’te imzalanan Türkiye-Mısır Doğalgaz Boru Hattı’ndan AB’ye doğalgaz satışı amaçlanmaktadır.

Rus Doğal Gazı’nı, Ukrayna ve diğer Doğu Avrupa sınırlarından geçmeden, Karadeniz altından doğrudan Türkiye’ye ulaştırmayı hedefleyen Mavi Akım, bu özelliği ile, Almanya-Rusya arasında kurulan NEPG’ye benziyor. Mavi Akım’ın tam kapasiteyle çalışmaya başlamasıyla birlikte, Türkiye, doğalgazının yüzde 60’tan fazlasını Rusya’dan sağlamaya başlayacak. Türkiye’nin petrolünün yüzde 20’sini de sağlayan Rusya ile enerji alanında gerçekleştirilen bu işbirliği, özellikle Türkiye’nin Rusya’ya bağımlılığını artırıyor. ABD, daha önce Mavi Akım’dan rahatsız olduğunu açık bir şekilde ifade etmişti.

Hazar Havzası’ndaki petrolü ABD’ye taşımak üzere temeli atılan Bakü-Ceyhan Petrol Boru Hattı, dünyanın en büyük petrol boru hattı projesi. 3.6 milyar Dolar’a mal olması beklenen Azerbaycan çıkışlı bu hat, Gürcistan üzerinden Türkiye’ye ulaşıyor. 2010 yılında devreye girmesi planlanan hattan yılda 50 milyon ton petrol taşınması öngörülüyor. Hatla, ilk aşamada günde 300 bin varil petrol taşınması, 2008’de de, bu rakamın 1 milyon varile çıkarılması hedefleniyor.

Projenin hedefi, başta Azeri petrolü olmak üzere, bölgede üretilecek yıllık yaklaşık 50 milyon ton ham petrolün, Ceyhan üzerinden tankerlerle dünya pazarlarına ulaştırılması.

Türkiye üzerinden geçen en eski petrol boru hattı olan Kerkük-Yumurtalık Hattı, Kuzey Irak petrolünün dünya pazarına sunulmasında önemli. Bu hattan, yılda 70 milyon ton petrol taşınıyor.

Türkiye üzerinden enerji taşıyan bu hatlar, halen tasarım aşamasında olan Samsun-Ceyhan ve Trans-Trakya hatlarıyla birlikte hesaba katıldığında, Türkiye üzerinden, yılda 280-300 milyon ton petrolün dünya piyasasına sürülmesi öngörülüyor.

Eğer, Samsun-Ceyhan Boru Hattı gerçekleşirse, Rusya petrolü, Karadeniz’den tankerlerle Samsun’a taşınacak ve Samsun’dan boru hattı ile Ceyhan’a gönderilecek.

Bu hatlarla taşınanlara, boğazlardan tankerlerle taşınan petrolü de eklediğimizde, miktar, tahmin edilenin çok daha üzerine çıkıyor.

Üzerinden geçen ve/veya geçmesi tasarlanın enerji hatlarıyla bölgesinde önemli bir enerji koridoru olmaya aday görünen Türkiye, yeniden paylaşım sürecinde, bu özelliğiyle oldukça dikkat çekiyor. Yapılan tahminlere göre, 2010 yılına kadar, dünya piyasasına sürülen petrolün yüzde 7’sinin Türkiye üzerinden geçmesi öngörülüyor. Bir petrol ülkesi olmayan Türkiye üzerinden bu kadar petrolün dünya piyasasına sürülmesi oldukça önemli. Ayrı durum, doğalgaz için de geçerli.

Bundan ötürü de, 6 Ekim 2004’te açıklanan İlerleme raporunda, AB Komisyonu, “Enerji bakımından Türkiye’nin AB’ye üyeliği önemli bir jeostratejik boyut haline gelmiştir. Türkiye doğalgaz nakli konusunda AB ile Hazar Havzası arasında önemli bir transit ülkedir. Bu Ortadoğu’dan petrol nakli için de geçerli. Bu bakımdan AB’nin enerji ihtiyacının karşılanmasında Türkiye’nin rolü oldukça artıyor.” vurgusu yapılıyordu. Bundan kastedilen, AB’nin sınırlarının, zengin enerji kaynaklarına yakın bir noktaya kadar gelişmesinden başka bir şey değil.

MÜSİD tarafından bu yılın başında çıkarılan “Enerji Ekonomisi ve Petrolün Geleceği” başlıklı raporda da, bu durum, şu şekilde ifade ediliyor: “Avrupa’nın enerji köprüsü Türkiye, önümüzdeki 10 yıllık süre içerisinde tamamlanması planlanan boru hatları devreye girdiğinde, AB’nin, özellikle doğalgaz için terminali konumuna gelebilir. Gerçekten de Türkiye, petrol ve gaz transit ülke konumunu güçlendirmeyi planlamaktadır. Yapılan projeksiyonlara göre, 2010 yılında dünyada piyasaya sürülecek petrolün yüzde 7’si, yani her 18 varil petrolden 1 varil Türkiye’den geçecektir. Doğalgaz boru hatları ile AB’nin Rusya’nın tekelinde kurtulma kaygısı da, Türkiye’nin geçiş ülkesi olarak önemini ve şansını artıran başka bir faktör olarak belirginleşmektedir.” (MÜSİAD Raporu, sf. 26)

Doğalgaz ve petrol bakımından AB ve ABD için önemli bir transit ülke olmaya başlayan Türkiye, bu konumuyla, her iki güç açısından da “stratejik önem” kazanıyor. Bu, uzun yıllardan beri AB ile ABD arasındaki çatışma koordinatında bulunan Türkiye üzerindeki egemenlik mücadelesinin, bundan sonra çok daha keskinleşeceği anlamına geliyor. AB, şimdilik, AB üyeliği süreciyle Türkiye üzerindeki “stratejik çıkarlarını” hayata geçirmeye çalışıyor. Ancak, dünyadaki paylaşım sürecinin sertleşmesi ve daha net bir cepheleşmeyle birlikte, Türkiye’nin tutum ve konumunun nasıl olacağı önem arz ediyor.

Farklı emperyalist güçlerin, Türkiye üzerinden, enerjiye bağlı olarak kurdukları stratejik hesaplar ortadayken, bu güçlerin, aynı zamanda, Türkiye içerisindeki dengeleri kendi lehlerine çevirme konusunda boş durmayacakları söylenebilir.

Kısacası Doğu’nun enerjisini Batı’ya aktarmada önemli bir geçiş ülkesi haline gelen Türkiye üzerinde emperyalist çelişki ve çatışmaların bundan sonra daha da derinleşmesi, buna bağlı olarak Türkiye’nin iç siyası dengelerinin sarsılması, enerji politikalarına paralel olarak, önümüzdeki yılların önemli bir sorunu olacaktır. Bu, aynı zamanda, Türkiye’nin köklü sorunlarını kaşıma, buradan hareketle, Türkiye üzerinde egemenliği pekiştirmenin de koşullarını yaratıyor. Özetle, enerji mimarisindeki yeni tablo, Türkiye üzerindeki emperyalist rekabeti daha da sertleştirecektir.

 

SONUÇ

Analizler, raporlar, açıklamalar ve eldeki veriler, içinde bulunduğumuz yüzyılda, enerji politikalarına bağlı olarak önemli gelişmelerin yaşanacağına işaret ediyor. Geride bıraktığımız yüzyılın en önemli enerji kaynağı olan petrolün en büyük yataklarda bile azalma eğilimi göstermesi ve doğalgazın hızla kullanılan enerji kaynağına dönüşmesinin, hem sanayileşmeye hem de uluslararası ilişkilere önemli yansımaları olacaktır. Başka bir deyişle, enerji ihtiyacındaki değişim eğilimi, dünya siyasetine derinlemesine yön verecek gibi görünüyor. Pek çok açıdan, petrole göre daha ucuz ve temiz olan doğalgazı işleyen ve işleten ülkelerin, ekonomilerini avantajlı duruma geçirebileceği söylenebilir.

Çünkü, kapitalist ekonomilerin gelişimi ve buna bağlı olarak rekabetin giderek artması, doğada var olan geleneksel enerji rezervlerinin azalmasına yol açıyor. Tarih, zengin enerji rezervlerini denetim altına almayı başaran emperyalist güçlerin, paylaşım savaşında diğerlerine göre önemli bir avantaja sahip olduğunu/olacağını, enerjiye sahip olmayan emperyalist güçlerin ise, enerjiye sahip olan emperyalist güçlere bağımlı kaldığını/kalacağını gösteriyor. Bundan ötürü, AB, ABD, Çin, Japonya gibi güçler, zengin enerji rezervlerinin olduğu ülkeleri ve transit ülkeleri denetimlerine alma politikasını bundan sonra da sürdüreceklerdir.

Günümüzün yükselen enerji kaynağı doğalgaz bakımından dünyanın en zengin ülkesi görünen Rusya ise, sahip olduğu devasa enerji kaynaklarının da etkisiyle, içinde bulunduğumuz yüzyılda dünya siyasetinin en önemli aktörlerden biri olmaya aday görünüyor. Enerji kaynakları üzerindeki emperyalist cepheleşmenin merkezinde AB ve Çin’in yanı sıra ve asıl olarak Rusya ve ABD’nin yer aldığını söylemek abartı olmazsa gerek. ABD, dünyanın en büyük enerji rezervlerinin bulunduğu Suudi Arabistan, Irak, Katar, Kuveyt gibi ülkeler üzerinde kurduğu nüfuz ile dünyanın enerji ihtiyacına yön vermeye çalışırken; Rusya, sahip olduğu enerjiyi bir silah olarak kullanmanın avantajına sahip. AB, Çin, Japonya ve diğer Pasifik ülkelerinin enerjide giderek Rusya’ya bağımlı hale gelmesi, dünya siyasetinde dengelerin değişmesinde önemli rol oynayabilir.

Petrol ve doğalgaz rezervleri toplamı bakımından Rusya kadar önemli olan İran’ın, hangi emperyalist güç ya da güçler tarafından denetim altına alınacağı ya da alınamayacağı ise, dünya siyasetindeki dengeler açısından önemli bir değişken durumunda. Bu bakımdan, enerji politikalarına bağlı olarak, İran üzerinden yapılan hesaplar, aynı zamanda içinde bulunduğumuz yüzyılda belirleyici bir karakter taşıyor.

Hızla artan petrol fiyatları ve talebi, ABD için en büyük açmaz olarak görünüyor. Dünyanın sayılı petrol ülkeleri olan İran, Irak, Venezüella ve Nijerya’daki siyasi gelişmeler, ABD’yi oldukça tedirgin ediyor. Dolayısıyla, enerji rezervlerinin olduğu ülkelerle ABD arasındaki ilişkiler göz önüne alındığında, petrole muhtaç ABD ekonomisinin, önümüzdeki on yıllar içerisinde büyük sıkıntılar yaşayabileceği de söylenebilir.

Dünya siyasetinde önemli bir aktör olmak isteyen AB ise, enerji ihtiyacını Rusya ile kurduğu “stratejik işbirliği”ne dayanarak gidermeyi amaçlıyor. Bunu yaparken, kendi içinde ortak bir “enerji politikası” belirlemede ise sıkıntılar yaşıyor. Enerji politikalarının da büyük katkısıyla hızla keskinleşme eğilimi içerisine girmesi beklenen emperyalist devletler arasındaki çelişki ve çatışmalar dikkate alınırsa, tek tek AB ülkelerinin dünya enerji siyasetine yön vermesi ise beklenmiyor. Bu bakımdan da, özelikle büyük ülkelerin etkisiyle, ortak bir enerji dış politikasının oluşturulması dayatılıyor. Bu politikanın kapsamında, aynı zamanda ulusal enerji pazarlarına hakim olma da bulunduğu için, çelişkilerin öyle kolay giderilmesi beklenmiyor. Kendi içerisinde tam olarak bir birlik olamamanın da etkisiyle, AB’nin, tek başına dünya siyasetine yön vermesi zor görünüyor.

Gelişmeler, enerjiye bağlı olarak yeniden şekillenme sürecinde olan uluslararası ilişkilerde Türkiye’ye yeni bir rol biçildiğini gösteriyor. Jeo-stratejik bakımdan zengin enerji kaynaklarının olduğu ülkelere yakın olmasına bağlı olarak, Türkiye, hızla dünyanın önemli “enerji koridorları”ndan biri haline geliyor. Bu da, Türkiye üzerindeki emperyalist çelişki ve çatışmaların daha da sertleşeceği ve ülkenin bağımsızlığının savunulmasının öneminin artacağı anlamına geliyor.

 


* Bu yazıda emperyalist devletler arasında petrol ve doğalgaza bağlı olarak yaşanan çatışma ve paylaşım hesapları ele alınıyor. Emperyalist devletlerin enerji ihtiyacını karşılamak için, nükleer ve yenilenebilir enerji konusunda birbirleriyle yaptıkları rekabet bu yazının dışında tutulmuştur.

 

Ortadoğu’dan Uzakdoğu’ya emperyalist paylaşım planları

NATO şemsiyesi altında toplanan Batılı emperyalist devletlerin Suriye’deki rejimi değiştirip, oradan İran’a geçme planlarını yapması, uluslararası ilişkilerde, emperyalist devletler arasındaki çelişkileri öncesine göre çok daha fazla derinleşti. Afganistan’ı, ABD’nin saldırıya uğramasının da etkisiyle “geniş bir koalisyon”la ve el birliğiyle, uzlaşma içerisinde işgal eden emperyalist devletler, aynı tutumu bildiğimiz gibi Irak’ta sergilememişlerdi. ABD ve İngiltere’nin başını çektiği ve “Anglosakson ekseni” olarak tanımlanan ittifak güçleri yalanlar üzerinden Irak’ı işgal ederken, Almanya-Fransa-Rusya ekseni sözde de olsa işgale karşı çıkmıştı. Diplomasi alanında emperyalist devletler arasında kimi zaman gerilimlere yol açan Irak işgali, nihayetinde “Anglosakson ekseni” etrafında bir araya gelen ülkeler tarafından yapılmıştı. İşgal karşıtı görülen Rusya-Almanya-Fransa ekseni işgali engellemek için fiili bir hamdele bulunmamakla birlikte, örneğin Almanya ülkedeki ABD üslerini kullandırmakla, istihbarat bilgisi vermekle dolaylı destekçi olmuştu. Açık ifadeyle Almanya, bu süreçte Fransa ve Rusya ile birlikte aynı politik tutumu alırken, pratikte işgale yardımcı olmuştu.
Libya işgali de Batılı emperyalistler tarafından çok fazla zor olmadı. Rusya, Çin ve Almanya Birleşmiş Milletler’de yapılan oylamada “çekimser” kalarak, gönülsüz de olsalar işgale “yeşil ışık” yaktılar. Böylece, Fransa ve İngiltere’nin öncülüğünde gerçekleştirilen, 50 binden fazla insanın canına mal oyan bir saldırıyla Muammer Kaddafi önce devrildi, sonra da hunharca katledildi.
Libya işgaline kadar kimi zaman uzlaşma kimi zaman itiraz biçiminde sürüp gelen emperyalist devletler arasındaki çelişkiler, Suriye’de adeta açılması zor bir düğüme dönüşmüş bulunuyor. Bunun bir nedenini Rusya’nın Suriye’deki askeri ve siyasi açıdan köklü ilişkileri olurken, diğer yanını genel olarak Batılı emperyalist devletlerin bir sonraki adım olarak önce İran’ı sonra Rusya’nın kendisini işaret etmeleri geliyor.

SOĞUK SAVAŞ BİTMİŞMİYDİ?
Suriye’deki rejimin değiştirilmesi hamlesi üzerinden oluşan saflaşma, büyük ölçüde SSCB’nin yıkılmasından önce varlığı süren “Soğuk Savaş” şablonuyla aynı. ABD’nin başını çektiği NATO şemsiyesi altındaki kapitalist-emperyalist devletler ile Çin-Rusya-İran ittifakı yeniden karşı karşıla geldi. Rusya ve Çin, Birleşmiş Milletlerde Suriye’ye yönelik bir askeri saldırıya ret oyu verirken, ABD’nin başını çektiği Batılı emperyalist blok, Türkiye üzerinden işgal için büyük bir çaba içerisine girdi.
Suriye ekseninde yaşanan cepheleşmeye baktığımızda İran’ın ve onun müttefiki durumundaki Şii hareketlerin de Rusya-Çin eksenine dahil olduğu anlaşılıyor. Buna karşın, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’ın temsil ettiği Suni yönetimler de eskiden olduğu gibi AB-ABD ekseninin destek oldu.
Bu süreçte, en ciddi saf değiştirme yıllardır İran ve Suriye’ye yakın duran radikal dinci Hamas’ta oldu. Suriye’ye karşı Batılı emperyalistlerin saldırı hazırlığını gören Hamas’ın merkezini Katar’a taşıması tam da bu saflaşmanın bir sonundan başka bir şey değildir. Batı emperyalizminin bölgedeki sadık müttefiki İsrail’in “bir numaralı düşmanı” Hamas, böylece İsrail ile aynı cephede yer aldı. Aksi taktirde, 2001’den bu yana Suriye’de üs kuran Hamas’ın siyasi lideri Haled Meşal’in kolay bir şekilde, hem de gövde gösterisi şeklinde Gazze’ye gitmesi mümkün olmayacaktı. Altan alta, Arap Bahar”ıyla birlikte Ortadoğu’da ABD’nin en önemli dayanağı haline gelen Müslüman Kardeşler üzerinden yapılan pazarlıklar sonucu, bir zamanlar Filistin nedeniyle bir numaralı İsrail ve ABD düşmanı kesilen dinci akımların önemli bir bölümü, Suriye”ye yönelik saldırı hazırlığıyla birlikte NATO şemsiyesi altında bir araya gelen emperyalistlerle aynı yerde saf tutmuşlardır. Lübnan’daki Hizbullah ise İran ve Suriye’ye yakınlığını sürdürmeye devam ettirmektedir.
Suriye’ye kadar olan işgallere ve gerilimlere toplamı üzerinden baktığımızda, son 20 yıl içerisinde, Batı kapitalizmi hep SSCB’nin kontrol ettiği alanları egemenlik altına almak üzere büyük bir çaba içerisinde oldu. Bu çabaların çoğunda, SSCB’nin varisi olarak Rusya gücü olmadığı için yeterli kadar bir direnç gösteremedi ya da söz konusu eski alanları denetim altında tutamadı. Bu alanları kısaca şu şekilde sıralamak mümkün:

DOĞUR AVRUPA: 1990 yıllara kadar SSCB’nin etki alanında bulunan Doğu Avrupa ülkelerinin çoğu, SSCB’nin çöküşünden sonra başta Almanya olmak üzere Batılı kapitalist devletlerin egemenliği altına giren pazar alanları oldu. Bu ülkelerin önemli bir bölümü hem NATO hem de AB üyesi yapılarak “Batıya entegre” edildi. Böylece, Rusya’nın yeniden bu ülkelerde etkili olması yakın bir dönemde mümkün olmayacak şekilde Batı’ya bağlandı. Bir tek Ukrayna ve Beyaz Rusya Rusya ile birlikte hareket eden ülkeler olarak kaldı.
Ama, Doğu Avrupa’nın en büyük ülkelerinden biri olan Ukrayna’nın düşürülme için “yeni dünya düzeninde” eski “soğuk savaş” konsepti olduğu gibi uygulandı. Bunun sonucu olarak 2004’te gerçekleşen “Turuncu Devrimi”, ABD-AB ekseni tarafından Doğu Avrupa’daki en önemli stratejik kazanım olarak adlandırıldı. Rusya ile Avrupa arasındaki en önemli enerji koridoru olma özelliği taşıyan Ukrayna’da Batı kapitalizmiyle Rusya arasında süren nüfuz mücadelesini bugün itibariyle Rusya üstün gelmiş olsa bile her an ibrenin diğer tarafa dönebileceği de biliniyor. Beyaz Rusya’da ise halen Rusya’nın yakın müttefiki olarak varlığını sürdürüyor. Özellikle AB’nin “diktatörlük”, “insan hakları ihlalleri” gibi nedenler öne sürerek iç kargaşa çıkarmaya çalıştığı Beyaz Rusya’da istikrarsızlık hali hazırla güçlü bir tehdit olma özelliği taşımıyor.

BALKANLAR: Batı emperyalizmi ile Rusya arasındaki bir diğer çatışma alanı da Baklanlar idi. Balkanlarda 1990-95 yılları arasında ABD-AB/NATO ekseniyle Rusya arasındaki nüfuz mücadelesi 200 bin insanın canına mal oldu. Yüzyıllardır bir arada barış içerisinde yaşayan farklı inançlardan, uluslardan ve kültürlerden insanlar eski Yugoslavya toprakları üzerinde birbirine kırdırıldı. Bunun sonucu olarak bir zamanlar Balkanların en büyük ülkesi olan Yugoslavya tam yedi devlete bölündü: Bosna-Hersek, Hırvatistan, Slovenya, Makedonya, Sırbistan, Karadağ ve Kosova. En son Sırbistan’da AB yanlılarını kazanmasıyla Rusya’nın son kalesi de Balkan’larda düştü. Böylece, Rusya’nın Balkanlar’daki nüfuz alanı tamamen yok edildi, hem de yüzbinlerce insan katledilerek.

KAFKASYA: Eski SSCB’nin varisi olarak Rusya ile Batı kapitalizmi arasında bir değer önemli çatışma olanı da enerji ve petrol yatakları bakımından büyük bir önem teşkil eden Kafkasya. ABD-Batı ittifakının el birliğiyle eskiden SSCB’nin parçası olan Kafkasya ve Orta Asya ülkelerini kendi nüfus alanına almak için -Türkiye gibi ülkeler de önemli ölçüde kullanılarak- yürütmüş olduğu politikalar en çok Gürcistan’da etkili oldu. Azerbaycan ve Ermenistan’da da dengeler gelip gelmekle birlikte en Amerikancı yönetim Gürcistan’da kuruldu. Ancak, Rusya’nın Gürcistan’daki Şakaşvili yönetimine en sert tepkisi 2008’in yaz aylarında oldu. Güney Osetya’ya askeri bir operasyon düzenleyen Rusya, Batılı emperyalistlere bölgenin hakimi kendisi olduğunu gösterdi. Batı’nın bütün uyarıları ve çağrılarına aldırmayan Rusya, NATO ittifakının Gürcistan üzerinden Kafkasya ve Karadeniz’deki planlarını durdurdu.
Pek çok uluslararası ilişkiler uzmanı, Putin’in Gürcistan’a karşı bu hamlesini Rusya’nın dünya politikasına geri dönüşü olarak nitelendiriyor. Bu hamleyle Gürcistan NATO’ya üye yapılmadığı gibi, Gürcistan’daki Rusya yanlılarını güçlendirdi. 1 Ekim 2012’de yapılan parlamento seçimlerinde Rusya yanlılarının kazanması da ibrenin yeniden Rusya’ya döndüğünü anlamına geliyor. Bu yıl içinde yapılacak  başkanlık seçimlerinde de Rusya yanlılarının kazanması sürpriz olmayacaktır. Böylece, batı emperyalizmi Kafkasya’daki bu en önemli müttefikini kaybetmeyle karşı karşıya.
Rusya, Gürcistan’da şiddete başvururken, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’da ise Şenghay İşbirliği Örgütü aracılığıyla bağlarını güçlü tuttu. İşlenmemiş doğalgaz ve petrol yatakları nedeniyle bu yüzyıl içerisinde dünya politikasında önemli bir yere sahip olacak Rusya, “arka bahçesi” durumundaki Kafkasya’daki nüfuz mücadelesi henüz bütünüyle kazanmış olmazsa da Yeltsin dönemine göre önemli adımlar atıldı.
Bu bakımdan Putin-Medvedev-Putin dönemi olarak tanımlanan süreç, Rus sermayesinin dünya üzerinde etkili olmak için toparlanma süreci olarak değerlendirilebilir.

ORTADOĞU: Eskiden SSCB’ni toprakları içerisinde olan ya da doğrudan SSCB’nin etkili olduğu Doğu Avrupa ve Kafkasya’da Batı kapitalizmi ile Rusya arasında nüfuz mücadelesi çoğunlukla Rusya’nın kaybetmesiyle sonuçlanırken, benzer bir çatışma SSCB’nin ekseninde olan Ortadoğu ve Afrika’daki ülkeler için de geçerliydi. Bu konuda kendilerini “Yeşil sosyalizm” olarak tanımlayan Basçı partilerin işbaşında oldu Ortadoğu ülkeler de Batı kapitalizminin hedefindeydi. Önce bunlar arasından siyaseten ve nüfus yapısı açısında en zayıf ve karmaşık olan Irak hedef seçildi. Ardından, ABD’ye karşı kükreyen ama Avrupalı emperyalistlerle içli-dışlı olan Libya lideri Kaddafi’nin ülkesi Libya teslim alındı. Kontrol altında olmayan bölgeler ve ülkeleri adeta “domino etkisi”yle kendi nüfuz alanına dahil etmek isteyen Batı kapitalizmi, bunun devamı olarak kontrol altında bulunmayan diğer ülkeleri benzer şekilde kendi egemenliğine alayı arzuluyor. İran, Rusya, Çin, Beyaz Rusya, Kuzey Kore, Küba, Venezüella… gibi ülkeler halen Batı kapitalizmi tarafından tam olarak kontrol edilemeyen ve bu nedenle teslim alınması gereken ülkeler olarak görülüyor.

NİHAİ HEDEF RUSYA MI?
Bütün bunlara bir de ABD öncülüğünde Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Türkiye’ye (Malatya-Kürecek) kurulan füze savunma sistemlerini eklemek gerekiyor. Hem söz konusu ülkelere NATO tarafından füze savunma sisteminin yerleştirilmesi, hem de Rusya’nın buna göstermiş olduğu tepkiye baktığımızda, NATO şemsiyesi altında toplanan ülkelerin önce İran sonra Rusya’ya karşı bir güç birliği içinde olduğu artık sır değildir.
1990’lardan sonra dünyada olup bitenlere bakıldığında, SSCB’nin varisi Rusya’nın etrafındaki halkının sürekli daraldığı açıktır. Halkanın daralması ya da domino taşlarının devrilmesi olarak nitelendirilebilecek bu süreçte, Batı kapitalizminin nihai hedefinin Rusya’nın da egemenlik altına alınmak istediği savı önce gerçekçi bir yaklaşım gibi gelmeyebilir. Ancak, emperyalizmin karakteri açısından bunun salt bir hayal değil, koşulları uygun olduğunda gerçekleştirilebilir emperyalist politika olduğu açıktır. Son yıllarda Rusya içerisinde mevcut Putin rejimine karşı çıkanların ABD ve Avrupa tarafından “demokrasi ve insan hakları savunucusu” olarak ilan edildiği biliniyor. Keza, “demokrasi güçleri” olarak tanımlanan bu kesimlere maddi ve siyasi olarak Batı kapitalistleri tarafından desteklendiği de bilinen başka bir gerçektir.
Bütün bunlardan rahatsız olan Putin en sert tepkisini bu yıl seçimlerden sonra yapılan G8 zirvesine katılmayarak göstermişti. Bu aynı zamanda, üçüncü kez başkanlık koltuğuna oturan Putin’in ABD ve Batı Avrupa’ya mesafeli davranacağı, kendi çıkarlarına önceki döneme göre çok daha fazla yoğunlaşacağı anlamına geliyordu.
Denilebilir ki, SSCB’nin dağılmasından sonra devlet başkanlığı koltuğuna oturan Boris Yeltsin, her şeyiyle Batı kapitalizmine teslim olmuş, tarihsel genel olarak Rusya’nın tarihsel misyonunu da bir yana bırakmıştı.
Ama, Putin’in göreve gelmesiyle birlikte Rusya, bir zamanlar dünyanın neredeyse üçte biri üzerinde etkili olan, kısa bir süre içerisinde pek çok alanda Batı kapitalizmiyle yarışan ve üstün gelen SSCB’nin varisi olduğu hatırlandı. Bu elbette tek başına Putin’in tercihi değil, asıl olarak Rus sermayesinin belirlemiş olduğu bir politikaydı.
Görevde kaldığı ilk iki dönem boyunca (8 yıl) buna göre davranan Putin, her fırsatta Batı emperyalizminin yedeğinde katılmış bir ülke olmadıklarını vurgulama ihtiyacı duydu. Putin’den sonra göreve gelen Medvedev de esas olarak aynı çizgiyi devam ettirdi. Ama, üçüncü kez “tahterevalli” modeliyle başkanlık koltuğuna hem de 6 yıllığına oturan Putin’in, dünyadaki gelişmelere bağlı olarak önceki döneme göre çok daha etkili bir dış politika yapacağı daha ilk günden belli idi.
Putin, üçüncü kez başkanlık koltuğuna oturduğunda açıkladığı “Rusya Federasyonu’nun dış politika çizgisinin hayata geçirilmesi yolunda önlemler” başlıklı belgede ABD ve Batı’ya yönelik yaklaşım dikkat çekiyordu. “Belgede, bir önceki Devlet Başkanı Dmitriy Medvedev’in temel dış politik tercihlerinden biri olan ABD ile ilişkileri sıfırlayıp yeniden başlatma girişimlerinden söz edilmiyor bile. Bu durum, Medvedev’in uluslararası politikasının Amerika cephesinde fiyasko ile sonuçlandığı iddialarını güçlendiriyordu.” ( T24)
Özetle, Rusya’nın ABD ile “barış havası”nda götürmek istediği dış politikanın emperyalizmin karakteri gereğince mümkün olmadığı bir kez daha görülmüştür. Dahası bunu en iyi Ruslar bilmiyor olması gerekiyordu. Çünkü, bütün dünyaya hakim olmak isteyen ABD ve onun diğer müttefiklerinin hedefinde, tam anlamıyla kontrol edemedikleri, yer altı ve yer üstü kaynaklarını istedikleri gibi sömüremedikleri Rusya da bulunuyor.
Almanya’da yayınlanan Die Welt gazetesinde, bundan 6 yıl önce yer alan bir haberde, Rus strateji uzmanlarının ABD’nin orta vadede Sibirya’daki zengin enerji kaynakları nedeniyle Rusya’ya saldırabileceği üzerinden çalıştığına dikkat çekiliyordu. [Die Welt, 17.07.2007]
Haberde ayrıca Rus Generali Alexander Wladimirow’un “Rusya ile ABD arasında önümüzdeki 10-15 yıl içerisinde mümkündür” şeklindeki sözlerine de yer veriliyordu. Başka bir değişle, Rusya 2015-2020’ye kadar ABD ile doğrudan sıcak bir savaş üzerinden karşı karşıya gelebileceğini ve hazırlıklarını da buna göre yapıyor.
Çünkü her iki ülke arasında hem Ortadoğu’da hem de Uzak Asya’da kıyasıya süren rekabetin günün birince sıcak çatışmaya dönüşme ihtimali hiç de uzak bir ihtimal değil.
Bu rekabette, Rusya’nın elindeki en büyük silahın zengin petrol ve doğalgaz kaynakları ve sahip olduğu silah teknolojisi olduğu açıktır. Gelecekte asıl saflaşmanın enerji kaynakları ve enerji yollarının kontrolü üzerinden olacağını söylemek sanırız pek yanılgı olmayacaktır.
Yapılan araştırmalara göre, bugünkü teknikle çıkarılıp kullanılabilen dünyadaki doğalgaz rezervlerinin büyük bir bölümü Rusya’da bulunuyor. Ülkelere göre doğalgaz rezervlerinin dağılım oranı şu şekilde: Rusya yüzde 24.8, İran yüzde 15.6, Katar yüzde 13.2, Türkmenistan yüzde 4.2, Suudi Arabistan yüzde 4.1, ABD yüzde 4, Birleşik Arap Emirlikleri yüzde 3.1.
Rusya, petrol rezervleri bakımından da Suudi Arabistan’dan sonra ikinci büyük ülke durumunda. İran 4., Çin 5. sırada yer alıyor.
Dolayısıyla, Rusya ve müttefikleri Çin ve İran’ın elinde bulundurduğu devasa enerji kaynakları nedeniyle hem Avrupa’yı hem de Uzak Asya’yı kendisine bağımlı hale getirmiş ve enerji kaynaklarını güçlü bir silah olarak rakiplerine karşı kullanıyor.
Kısa bir süre önce Putin tarafından, Türkiye üzerinden İran ve Azeri doğalgazını aktarması geçmesi planlanan Nabucco hattına alternatif olarak temeli atılan Güney Akım Doğal Gaz Boru Hattı Projesi ile Balkanlar ve Güney Avrupa ülkeleri de bağlandı. En önemlisi de, Batı emperyalizminin sadık müttefiki olarak görülen Türkiye “enerji koridoru” konusunda devre dışı bırakıldı, önemi azaltıldı. Karadeniz’in altından yaklaşık 900 metre derinliğindeki Güney Akımı boru hattı Bulgaristan’ın Varna kentine kadar uzanacak, boru hattı Sırbistan, Macaristan ve Slovenya üzerinden İtalya’ya kadar uzatılacak.  Benzer bir şekilde daha önce doğrudan Almanya ile Rusya arasında Kuzey Akım Projesi’nin temeli atılmıştı.
Son verdilere göre Rus doğalgazının yüzde 60’ı AB ülkelerine, yüzde 29’u Birleşik Devletler Topluğu üyesi ülkelere, yüzde 9’u Türkiye’ye yüzde 2’si de Batı Balkanlara satılıyor.
Pek çok ABD’li kurum tarafından yapılan analizde, bu ülkenin 2030 yılına kadar dışarıdan önemli ölçüde doğalgaz alması gerekiyor. Daha sonra yeni geliştirilen taş yarma sistemiyle elde edilen gazın ihtiyacı karşılayabileceğinden söz ediliyor. Ancak taş yarma sistemiyle elde edilen gazın ihtiyacı ne kadar karşılayacağı, ne kadar verimli olacağı da belirsiz.
Bu nedenle, muazzam derecede enerjiye bağımlı olan ABD ve Avrupalı emperyalistler, enerji kaynaklarını denetim altına almak için dünyayı yeniden büyük bir savaşın içine çekerek, yeniden paylaşım planları yapıyorlar.

UZAKDOĞU: ÇİN’E KARŞI JAPONYA DEVREDE
Suriye üzerinden Rusya’yı geriletmek, Ortadoğu’da yeni mevziler kazanmak için daha ileriye adımlar artmanın hesaplarını yapan ABD, benzer bir hamleyi Uzak Asya’da diğer güçlü rakip Çin’e karşı atmış bulunuyor. Barack Obama tarafından “Pasifik Stratejisi” olarak adlandırılan bu yeni hamleyle, ekonomik olarak hızla büyüyen Çin’in frenlenmesi amaçlanıyor. Bunun için ise Ortadoğu’da Türkiye ve İsrail’in görevlendirildiği gibi, Uzakdoğu’da da sadık müttefikler Japonya, Avustralya, Güney Kore ve diğerleri görevlendirilmiş.
Çin ile Japonya arasında hiç kimsenin yaşamadığı adacıklar üzerinden yaşanan gerilim tam da Çin’i geriletme, Doğu Çin Denizi’ne hakim olma planlarıyla ilgili.
Çinlilerin Diaoyu, Japonların Senkaku dediği, yerleşim yeri olarak kullanılmayan üç ada takımı nedeniyle her iki ülke arasındaki gerilim Eylül ayından itibaren tırmandı. Ne var ki, asıl neden tek başına üç adanın kime ait olacağından çok, bölgede hangi devletin bundan sonra belirleyici güç olacağıyla ilgili.
Adaların kime ait olduğu ekseninde her iki ülkede esen milliyetçi, şoven, militarist naraları bir yana bırakıp perdeyi araladığımızda, arkasında ABD’nin Pasifik’te egemenliğini sürdürmek için bu yılın başında ilan ettiği yeni “Pasifik Strateji”nin olduğu görülüyor.

PAYLAŞILAMAYAN BÖLGE: DOĞU ÇİN DENİZİ
Japonya ile Çin arasında gerilim konusu olan Diaoyu/Sankaku adacıklarının bulunduğu Doğu Çin Denizi hem jeostratejik hem de zengin petrol ve doğalgaz kaynakları açısından bölgede büyük bir önem taşıyor. Çin, Japonya, Güney Kore, Kuzey Kore ve Tayvan’la kıyısı olan, Hindistan Okyanusu ile Pasifik Okyanusu’nu birbirine bağlayan Doğu Çin Denizi’nin kim tarafından kontrol edileceği şimdiki gerilimin asıl nedeni.
Der Spiegel’de bölgedeki gerilimle ilgili yer alan bir haber-analizde Doğu Çin Denizi’nin askeri ve ticari açıdan bölge için çok önemli olduğu belirtildikten sonra, şu gerekçeler sıralanıyor: Çin’in ihtiyaç duyduğu petrolün yüzde 80’i bu deniz üzerinden geliyor. Keza; tahminlere göre Doğu Çin Denizi’nin altında 130 milyar varil petrol, 9 trilyon 300 milyar metreküp doğalgaz bulunuyor. Hindistan Okyanusu ile Pasifik Okyanusu’nu birleştirmesi nedeniyle dünya genelindeki yük gemilerinin yarısı, dünya deniz ulaşımının da üçte biri bu deniz üzerinden gerçekleştiriliyor. Halen büyük bir bölümü Çin’in denetimi altında olan deniz, ticaret açısından büyük olanaklar yaratıyor. [Der Spiegel, 10.09.2012]
Çin ile Japonya arasında başlayan gerilimde İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Pasifik’in efendisi olan ABD’nin açıktan Japonya’dan yana tavır koyduğu sır değil. ABD’nin 7. donanma gücü olan “George Washington” Pasifik’te konuşlandırılmış durumda. Halen 60 savaş gemisi, 300 savaş uçağı ve 40 bin askerden oluşan söz konusu 7. Donanma’nın gücünün 2020 yılına kadar önemli oranda artırılacağı ABD Başkanı Barack Obama tarafından bu yılın başında yeni “Asya-Pasifik Strateji”si çerçevesinde ilan edilmişti. Plana göre; önümüzdeki 8 yıl içinde ABD’nin savaş gemilerinin yüzde 60’ı Pasifik’e kaydırılacak.
ABD Genel Kurmay Başkanı Martin Dempsey, Obama tarafından açıklanan söz konusu yeni stratejiyi, “Bütün demografik, jeostratejik ve ekonomik eğilimler/trendler gelecek açısından Pasifik’in çok daha önemli olacağını gösteriyor. Bu nedenle stratejik önceliğimizi Batıdan Pasifik’e kaydırıyoruz” şeklinde gerekçelendirmişti.
Başka bir deyişle artık Avrupa’da fazla askeri güç bulundurmanın bir önemi kalmamış, yeni hedef Pasifik ilan edilmişti.
Keza; Japonya’da bulunan ABD üsleri yetmiyormuş gibi şimdi de ABD Savunma Bakanı Leon Panetta, bu gerilimin tam ortasında Japonya ile ikinci bir füze savunma sisteminin yerleştirilmesi konusunda anlaşmaya vardı.
ABD’nin, Japonya’yı Çin’in karşısına dikmesi elbette boşuna değil. Çünkü; ekonomik açıdan, başta Japonya ve ABD olmak üzere diğer emperyalist devletler kriz içinde küçülürken, Çin büyümeye devam ediyor. Büyüyen Çin’in can damarının enerji kaynakları olduğunu söylemeye dahi gerek yok. O halde, Çin’in yükselişini durdurmanın en önemli yollardan birisi enerji kaynaklarını/yollarını sınırlamak, kontrol etmek ve eğer mümkünse kaybedeceği bir savaşın içerisine çekerek güçten düşürmek en uygun taktik olarak görülüyor. Aksi halde Çin’in ekonomik yükselişi hem Pasifik hem de dünya genelinde ABD ve müttefikleri için tehlikeli olabilir. Zira; ABD’de de, Çin’in giderek çok tehlikeli olmaya başladığına ve durdurulması gerektiğine dair yeteri kadar “gelecek senaryosu” bulunuyor.

JAPON EMPERYALİZMİNİN YÜKSELİŞİ ÇİN’DEN GEÇİYOR
Çin ile Japonya arasındaki elbette ilk kez bir gerilim yaşanmıyor. Her iki ülke yüzyıllardan beri taraflar birbirine üstünlük sağlamak için savaşlar yapmış. Çin ile Japonya arasındaki büyük savaşların ilki 1894-95 yılları arasında Kore’nin paylaşılması nedeniyle yapılmış. Adadan büyük kıtaya adımını atmak için Çin’in himayesindeki Kore’ye saldıran Japonya, bu ilk büyük savaştan galibiyetle çıktı. Savaşın ardından her iki ülke Kore’nin bağımsızlığını kabul ederken, Çin ağır tazminatlara mahkum edildi. Japonya ise Asya kıtasının en uzun nehri olan Yangtze üzerine ticaret yapma hakkı elde etti. Çin’in batısında doğan, Doğu Çin Denizi’ne dökülen Yangtze üzerindeki ticaret ayrıcalığı, aynı zamanda bölgede Japon emperyalizminin yükselişinin ifadesiydi. Japon malları nehir üzerinden Asya içlerine kadar satılmaya başlanırken, liman kentlerde Japon tekelleri fabrikalar kurarak üretime geçtiler. Böylece, yoksul Asya’nın ucuz emek gücü daha o yıllardan itibaren Japonya’nın yükselmesinde, zenginleşmesinde önemli bir rol oynadı.
Yangtze üzerinde elde ettiği ayrıcalıktan yararlanan Japonya, ikinci hamlesini daha İkinci Dünya Savaşı başlamadan (1930’lu yılların başında) Çin’in Mançurya Bölgesi’ni topraklarına katmak için savaş ilan etmekle yaptı. Önce Mançurya’yı denetim altına aldı, sonra bununla da yetinmeyerek SSCB’ye saldırdı.
Asya’ya ayak basmak için giriştiği bu büyük savaş 9 Eylül 1945’te Japon emperyalizminin yenilgisiyle sonuçlandı. Sadece yenilgiyle kalmadı, bir kez daha Asya’ya adım atmaması için müttefik devletler tarafından ağır cezalara çarptırıldı.
Ama, buna rağmen Japon emperyalizmi Asya’nın lideri olma hayalinden ve arzusundan hiç vazgeçmedi. Tıpkı Almanya gibi, kısa bir süre içinde yenilgiye rağmen ekonomisini yeniden düzlüğe çıkararak, Uzakdoğu’daki pazarların elde edilmesinde yeniden yükselişe geçti.
İşte; bugün iki-üç kara parçası üzerinde yaratılan gerilimin arkasında bu tarihsel gerçekler yatıyor. Ama şimdi Japonya tek başına değil, ABD belirlediği çerçevede hareket etmeyi yeğliyor. Çünkü tarihsel arka planı olan Çin-Japon gerilimin bugünkü durumu, dünyanın yeniden emperyalistler tarafından paylaşılma ve bu temelde kurulan yeni ittifaklar sonucu oluşan cepheleşmeden bağımsız değildir.
Belirtmek gerekiyor ki; Çin de ekonomik yükselişten aldığı güçle bölgede, rakiplerini gerileterek daha etkili bir güç olmanın hesaplarını yapıyor, bu temelde donanmasını, ordusunu yeniliyor, güçlendiriyor. ABD’nin ve onun bölgedeki müttefiklerinin tek başına egemen olmasına itiraz eden Çin, yeni stratejilere karşı da hazırlıklarını yapıyor. Bu temelde özellikle donanma gücünü hızla artırmanın ve yenilenmenin çalışmasını yapıyor, bazı alanlarda epeyce de mesafe kat etmiş. Ve çeşitli analizlere göre; Çin, donanma gücünü önümüzdeki yıllarda bugünkünün iki katına önemli oranda artıracak. Bütün bunlar, Pasifik’te emperyalist paylaşımın giderek sertleştiğini ve silahlanmanın alabildiğince hızlandığını gösteriyor.
ABD ise, kısa ve orta vadede Çin’i güçten düşürmek, daha fazla etkili olmasını engellemek için bölgedeki sadık işbirlikçileri Japonya, Güney Kore, Avustralya, Filipin, Yeni Zelanda gibi ülkeleri Çin’e karşı kışkırtarak sonuç almaya çalışacak. Keza, ABD Avrupa’ya konuşladığı askeri gücünün önemli bir bölümünü Pasifik’e kaydıracağını ilan etti.
Lakin siyasi ve ekonomik gelişmeler, Pasifik’te bir gün Çin ile ABD’nin daha açıktan karşı karşıya geleceği yönünde. Çünkü, SSCB’nin dağılmasından sonra dünyanın tek hakim gücü olan ABD’nin daha fazla tek hakim olamayacağı, yeni aktörlerin ortaya çıkacağı sır değildir.
Bu nedenle; Japonya’nın gerilimi tırmandırmak için yaptığı hamleler, ABD’nin Ortadoğu’da olduğu gibi Pasifik’teki egemenliğini korumak için ilan edilen stratejisinin sonucudur. Japon ve Çin gericiliği ise bu süreçte halklar arasında düşmanlığı, şovenizmi körükleyerek, sermaye güçleri arasındaki çıkar ve güç çatışmasını emekçiler arasına yaymaya çalışıyorlar.

AVRUPA NE YAPACAK?
Hem Ortadoğu hem de Uzakdoğu’da olup bitenlere baktığımızda ABD ile Rusya/Çin arasında artan rekabette, Avrupa’daki emperyalistlerin nasıl bir tutum alacağı konusunda farklılıklar ve belirsizlikler varlığını bir süre daha sürdürecek gibi görünüyor. 1990’lı yılların başından bu yana Irak’ın işgali dışındaki bütün işgal ve saldırılarda ABD ile birlikte hareket eden Almanya-Fransa ekseni, bunu yaparken Rusya-Çin ekseniyle ilişkilerinin bozmamaya da özen gösterdi. Ancak, Almanya ve Fransa’nın Rusya ve Çin ile olan devasa ticari ilişkileri bu saflaşmada ABD’nin yanında olmamayı adeta zorunlu hale getiriyor. Bu konuda hem Almanya’da hem de Fransa’da sermayenin farklı kanatları arasında görüş ayrılığı devam ediyor. Örneğin Almanya’da sosyal demokratlar, gelecekte Rusya ile yakın bir ilişkinin çok daha yararlı olacağını savunuyor. Türkiye ve Ukrayna’dan sonra en çok Rus doğalgazını alan ülke olarak Almanya’nın gelecekte bu ülkeyi ipleri koparmamaya çalışacağı görülüyor. Rusya’nın “enerji kartını” Almanya’ya karşı kullanması durumunda mevcut koşullarda Almanya’nın yapacağı çok fazla bir şeyin olmadığı açıktır. Bunun farkında olan Almanya, enerji kaynaklarını çeşitlendirme, başka kaynaklar bulma konusunda yoğun bir çaba içerisinde, ancak bugüne kadar ciddi bir alternatif de bulabilmiş değildir.
Bütün bunlara bir de Avrupalı emperyalistlerin karşı karşıya olduğu bütçe açığı eklenince Çin ve Rusya ile uyumlu halde olmaları çok daha zorunlu görünüyor.
Aslında benzer bir durum Türkiye izin de geçerlidir. Enerjide tamamen Rusya’ya bağımlı hale gelen, milyarlarca dolara varan ticaret hacmi bulunan Türkiye’nin, ABD’nin çıkarlarına göre bölgede bir politika izlemesi en önemli handikapların başında geliyor. Ki en son Suriye vesilesiyle yaşanan gerilimden sonra, Rusya ile gerilimi tırmandırmanın Türkiye’ye yarardan çok zarar vereceği yüksek sesle ifade edilmeye başlandı.
Ama, dünya siyaseti daha uzun bir süre hem ABD’nin bölgesel çıkarlarını savunmada en önemli dayanak hem de Rusya ile iyi ilişkileri kaldırabilecek şekilde devam edemez. ABD ile Rusya arasındaki gerilimlerin katsayısı artıkça Türkiye egemenleri de ona göre tutumlarını gözden geçirmek zorunda kalacaktır. Ama bugünden ibrenin hep ABD’den yana olacağı söylenebilir. İngiltere de, her zaman olduğu gibi bundan sonra da ABD ile yakın ittifak içerisinde olmaya devam edecek.

ABD GERİLEYEN, RUSYA YÜKSELEN EMPERYALİST GÜÇ
Ortadoğu ve Uzakdoğu’daki gerilimlere baktığımızda Rusya ve Çin’in önceki döneme göre, Batılı emperyalistler karşısında daha uzlaşmaz bir tutum içerisine girdikleri, kendilerine daha güvenle hareket ettikleri anlaşılıyor. Bunun bir nedeni bugüne kadar verdikleri tavizler ve gösterdikleri uzlaşmalar karşısında kaybedenler olmaları olurken, diğer nedeni ise ekonomik ve askeri olarak toparlanarak kendilerine daha fazla güvenmeleri ve dünyanın paylaşım sürecinde var olduklarını göstermeleri oluşturuyor. Yani şunu söylemek istiyorlar: Tek başına ABD ve onun müttefiklerinin sözünün geçtiği bir dünya dönemi kapanmıştır.
Rusya, geçmişteki miras ve askeri gücüyle öne çıkarken, Çin göstermiş olduğu ekonomik büyüme ve kapılarını kapitalist tekellere sonuna kadar açarak onların daha ucuza üretimle daha fazla kar yapmalarını sağlarken, oluşan bu karşılıklı bağımlılıktan nasıl kârlı çıkabileceğini hesaplıyor. Bu açıdan Çin, Uzakdoğu’da ABD’nin etkisini sınırlayabilecek en önemli güç olarak görülüyor.
Benzer bir şekilde Rusya’da artık toparlanmış, askeri gücünü sürekli yenileyen ve silah satışını artıran bir ülke konumuna gelmiştir. En son Hindistan’a satılan 6 milyar Euro’luk savaş uçakları ve helikopterler de bunun işareti.
Buna karşın, ABD ve Avrupalı emperyalist devletler önceki yıllara göre zor bir dönemin içinde geçiyor. Bunun başında devasa bütçe açığı, ekonomik durgunluk ve kriz geliyor. Dış politika bağlamında ise dünya halkları nezdinde alabildiğince tepki toplamış, Afganistan ve Irak işgallerinde büyük ölçüde hedeflerine ulaşamamış ve bataklığa saplanmayla karşı karşıya kalmış, bir çok bölgede yerel dayanakları çürümüş durumda olan ABD ve diğer batılı emperyalist güçler, bu açıdan yükselme değil gerilime sürecine girmiş bulunuyorlar. Bu gerileme sürecini aşmak için de yeni savaşlara, işgallere girerek kendilerini yenileme ve güçlerine artırmanın stratejilerini hazırlarken, kontrol edemedikleri ülkeleri ve bölgeleri de tam anlamıyla ele geçirmenin hesapları yapılıyor.
Hem dünya genelindeki emperyalist gerilimler hem de Stockholm Barış Enstitüsü’nün açıkladığı göstergelerde, dünya genelindeki silahlanmadaki devasa artış, Ortadoğu, Kafkasya ve Uzakdoğu hattında büyük bölgesel savaşların yaşanmasının hiç de uzak olmadığı anlaşılıyor.
Dünyanın yeniden paylaşılması ya da Batı emperyalizminin bütün dünyanın egemenliği altına alma şeklinde ifade edilebilecek bu  politikasının öyle kolay hayat bulmayacağı, Suriye ekseninde yaşanan gerilim ve pazarlıklar kendisini gösteriyor.

ANTİ-EMPERYALİST, SAVAŞ KARŞITI BİR HAREKET İÇİN…
Dünyanın emperyalist devletler tarafından “yeniden paylaşım” nedeniyle büyük gerilimler ve çatışmalar içerisine çekildiği günümüzde, bunu durdurabilecek tek gücün işçi sınıfının öncülük edeceği güçlü bir anti-emperyalist hareketin olduğu açıktır. Unutulmamalı ki; Birinci Paylaşım Savaşı, Rusya’da işçi sınıfı öncülüğünde gerçekleştirilen devrimle, İkinci Dünya Savaşı da yine ilk işçi sınıfı devleti olan SSCB’nin Alman faşizmine karşı verdiği kahramanca  anti-faşist ve anti-emperyalist bir savaşla son bulmuştu.
Emperyalist savaşlara karşı mücadelede işçi sınıfının, güçlü bir barış cephesi örme ve buna öncülük etme göreviyle karşı karşıya olduğu bundan 100 yıl önce 24-25 Kasım 1912’de Basel’de düzenlenen Barış Kongresi’nde karara bağlanmıştı. Daha Birinci Paylaşım Savaşı çıkmadan, Balkanlar’da yaşananların büyük bir savaşın kapıda olduğunu gösterdiğine dikkat çeken sosyalistler, işçi sınıfının tarihsel rolünü oynaması için harekete geçmenin vaktinin geldiğine işaret etmişti.
Her ne kadar bugün “3. Paylamış Savaşı” yakın bir olasılık olarak kapıda durmazsa da, sürecin büyük çatışmalara ve savaşlara doğru gittiği de sır değildir.
Bu nedenle, emperyalist devletler arasındaki çıkar çatışmalarını ve paylaşım planlarını doğru bir şekilde anlamak, ona göre tutum almak, harekete günümüzün en önemli görevleri arasında yer alıyor.

Avrupa… Sınıf çelişlileri de, mücadele de büyüyor

Bir zamanlar dünya halklarına “refah kıtası” olarak gösterilen Avrupa’da, ekonomik krizle birlikte başlayan “borç krizi” nedeniyle emekçi sınıflar arasında işsizlik ve yoksulluk hızla arttı, sınıflararası çelişkiler alabildiğince derinleşti. Resmi verilere göre, kıta genelinde yaklaşık 25 milyon insan işsizken, 115 milyon insan yoksulluk riski altında yaşamını sürdürüyor. Sınıflararası çelişkilerin hızla keskinleştiği Avrupa’da sosyal adaletsizliğe ve sömürüye karşı mücadele en çok borç krizinin yaşandığı ülkelerde dikkat çekiyor. 14 Kasım’da, başta İspanya, Portekiz, Yunanistan ve İtalya olmak üzere, pek çok ülkede gerçekleştirilen genel grevler ve gösteriler kıta genelinde sınıf mücadelesinin giderecek büyüyeceğinin somut işareti.
Çünkü, krizin ortaya çıkmasından bu yana AB, Avrupa Merkez Bankası (AMB) ve IMF tarafından dayatılan tasarruf paketleri, bir taraftan işçi sınıfının tarihsel kazanımların önemli bir bölümü ortadan kaldırırken, diğer taraftan da kazanımların korunması, herkesin insanca yaşayabileceği koşulların yaratılması için mücadelede birleşik bir hareketin koşulları olgunlaşıyor.

İŞSİZLİK VE YOKSULLUK KITASI
Avrupa Merkez Bankası eski Başkanı Jean Claude Trichet’in deyişiyle “Avrupa, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en büyük krizi yaşıyor ve bu 2010’dan bu yana depremin merkezi Euro Bölgesi”.
Bütün verilere göre ekonomik büyüme geçtiğimiz yıllara göre düştü, ekonomi bundan sonra da küçülmeye devam edecek. Borç krizi içerisindeki ülkelerin sayısında artış olması beklenirken, krizin ne zaman biteceği ve bu ülkelerdeki durumun ne zaman normalleşeceğini kestiren yok. En iyimser tahminlere bakılırsa, mevcut tablo 10 yıl sürecek. Bu durumun en çok da, AB’de zayıf ekonomiye sahip ülkelerde kendisini göstermesi bekleniyor. Bugüne kadar krizi çözme, borç açığını kapatma gerekçesiyle AB, AMB, IMF (Troika) tarafından hazırlanan “çözüm planları” iflas ettiği gibi, bu planlar özellikle borç krizinin yaşandığı ülkelerde milyonlarca emekçinin işsiz kalmasına, yoksullaşmasına yol açtı.
Avrupa İstatistik Dairesi (Eurostat) tarafından bu yılın Ocak ayında kamuoyuna açıklanan rakamlara göre, AB’nin 27 üye ülkesinde toplam 24 milyon 667 bin;  17 üyeli Euro Bölgesi ülkelerinde ise 17 milyon 405 bin işsiz bulunuyor. 2011’in Ocak ayına göre bir kıyaslama yapıldığında, işsizlerin sayısı AB genelinde 1,9 milyon artmış. Artışın 1 milyon 221 bini Euro Bölgesi’nde gerçekleşmiş. Bu artışın başlıca nedeni, elbette, AB’nin borç krizi içerisinde olan ülkelere dayattığı tasarruf paketleri. Bu ülkelerde kamu alanında binlerce kişinin işten atılmasını dayatan AB, ayrıca çalışanların ücretlerinin düşürülmesi konusunda da yoğun bir baskı yaparak, adeta “çalışan yoksullar ordusu” oluşturmakta.
Eurostat tarafından açıklanan bu veriler, aynı zamanda İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Avrupa genelindeki işsizlik rekorunu ifade ediyor. Eurostat’ın verilerine göre, AB içerisinde işsizliğin en düşük olduğu ülke Avusturya (yüzde 4), en yüksek olduğu ülkelerin başında İspanya (yüzde 24.3) ve Yunanistan (yüzde 21.7) geliyor.

AVRUPA’NIN İŞSİZ GENÇLERİ
Avrupa’da artan işsizlikten en çok gençler etkileniyor. Alman İstatistik Dairesi’nin verilerine göre, Temmuz 2012 itibarıyla, 27 AB ülkesinde yaşayan 25 yaş altı gençlerin yüzde 22.5’i, 17 üyeli Euro Bölgesi’nde yaşayan 25 yaşından küçük gençlerin ise yüzde 22.6’sı işsiz. Bu oran tek tek ülkelere göre dağıtıldığında, borç krizinin olduğu Yunanistan’da genç işsizlerin oranı 53.8, İspanya’daysa yüzde 52.9.  Her iki gençten birisinin işsiz olduğu bu iki ülkede gençliğin geleceğinin olmadığı açık olarak görülüyor. Bu ülkeleri, Slovakya (yüzde 37.8), Portekiz (yüzde 36.4), İtalya (yüzde 35.3) ve İrlanda (yüzde 30.7) izliyor.
Bu yüzden, özellikle Yunanistan ve İspanya’da kısıtlama politikalarına karşı gerçekleştirilen protesto hareketi içerisinde gençler önemli ölçüde yer alıyor. Hatta, İspanya’da bir gençlik hareketi olarak ortaya çıkan “Öfkeliler”, daha sonra pek çok ülkede yankı ve destek bulmuştu.

ZENGİN AVRUPA’DA HER BEŞ KİŞİDEN BİRİ YOKSUL
Benzer bir şekilde kıta genelinde yoksulluk riski altında yaşayanların sayısında da son yıllarda önemli artış meydana gelmiş durumda. AB kriterlerine göre, yaşanılan ülkede ortalama net maaşın yüzde 60’ından az gelire sahip olanlar yoksul sayılıyor. Bu kriter göz önünde bulundurulduğunda, Romanya’da 158 Euro’dan, Bulgaristan’da 233 Euro’dan, Polonya’da 325 Euro’dan, Almanya’da 833 Euro’dan, Luxemburg’da 1375 Euro’dan az net aylık geliri olanlar yoksul sayılıyor.
En son 2010’da açıklanan verilerine göre, 500 milyonluk AB’de 115 milyon insan yoksul ya da yoksulluk riskiyle karşı karşıya. Bu ise, AB genelinde halkın yüzde 23’ünün, yani her dört kişiden birisinin yoksul olduğu anlamına geliyor.
Yoksulluğun başlıca nedeni işsizlik ve düşük ücretli işlerde çalıştırma. Başka bir araştırmaya göre, AB çapında çalışanların yüzde 8’i düşük ücretli işlerde çalıştırılıyor. Bir başka veriye göre ise, AB genelinde işe alınan her yeni çalışandan birisi (yüzde 50) geçici iş anlaşmalarıyla işe alınıyor. Bu oran gençlerde yüzde 60.
AB’nin ikinci en zengin ülkesi Fransa’da da yoksulluk yıldan yıla artıyor. Fransız Ulusal İstatistik ve Ekonomik Araştırmalar Kurumu (Insee) tarafından yayımlanan bir rapora göre, 2009 yılında 8.2 milyon Fransız vatandaşı yoksulluk sınırının altında yaşıyordu. Fransa’da aylık net geliri 954 Euro’nun altında olanlar yoksul kabul ediliyor.
Insee’nin rakamlarına göre, son 10 yıl içinde ülkede hızlı bir şekilde artan işsizlik ve yoksulluktan en çok tek başına çocuk büyüten kadınlar ve göçmenler etkileniyor.
Keza İtalya Ulusal İstatistik Enstitüsü’nün (ISTAT) açıkladığı 2011 yılı yoksulluk rakamlarına göre, AB’nin üçüncü büyük ekonomisi İtalya’da nüfusun yüzde 11,1 (8,1 milyon) kişi yoksulluk sınırında yaşıyor.
Son yıllardaki yoksulluk artışından en çok işçi ailelerinin etkilendiğini söylemeye gerek yok sanırız. İtalya’da, 2010’da  işçi aileleri arasında yüzde 15,1 olan yoksulluk oranı, 2011’de yüzde 15,4’e  çıktı.
AB genelinde yoksulluktan en çok etkilenenler ise çocuklar. AB genelinde çocuklar arasında yoksulluk oranı yüzde 20. Çocuklar arasında en yüksek yoksulluk oranı yüzde 33 ile yine Romanya’da. Bu ülkeyi, sırasıyla, Bulgaristan (yüzde 26), İtalya (yüzde 25) ve Letonya takip ediyor. Almanya’da ise 2.4 milyon çocuk yoksulluk riski altında yaşıyor. AB çapında yaşlılar arasında yoksulluk oranı da ortalama yüzde 19. Yaşlılar arasında en yüksek yoksulluk oranı yüzde 51 ile Letonya’da. Kıbrıs’ta da yaşlılar arasındaki yoksulluk yüzde 49. Son yıllarda emeklilik yaşının yükseltilmesi ve maaşlara zam yapılmaması nedeniyle AB genelinde yaşlılar arasında yoksulluğun daha da artması bekleniyor.

İŞÇİ SINIFINA KARŞI BÜYÜK SALDIRI PLANI
Avrupa’da yoksulluğun en açık ve çarpıcı şekilde kendini hissettirdiği, kol gezdiği ülkelerin başında borç krizinin yaşandığı Yunanistan, İspanya, Portekiz gibi ülkeler geliyor. AB’nin kendi rakamlarına göre, 2009’da İspanya ve Yunanistan’da yoksulluk riskiyle karşı karşıya olanların oranının yüzde 20 olduğu ifade ediliyor. Keza, Portekiz, İtalya ve İngiltere’de de son yıllarda zenginlerle yoksullar arasındaki uçurum önemli oranda derinleşti. Geride bıraktığımız süreç, aynı zamanda, işçi sınıfının kazanılmış haklarına yönelik büyük saldırıların gerçekleştirildiği ve pek çok hakkın ortadan kaldırıldığı dönem oldu. Bunu tek tek ülkelerdeki kısıtlama paketlerine baktığımızda daha net bir şekilde görmek mümkün:

İSPANYA: Avrupa’nın beşinci, Euro Bölgesi’nin dördüncü büyük ekonomisine sahip İspanya’da bütçe açığı (yüzde 80.9) en zengin ülke Almanya’nın altında olmasına rağmen, bu ülkede, emekçilerin kazanılmış haklarına yönelik olarak, geçtiğimiz yaz aylarından önce acı bir paket karar altına alındı. 2.5 yıl içinde 65 milyar Euro’nun tasarruf edilmesi hedeflenen paketle, KDV, 1 Eylül’den itibaren, yüzde 18’den yüzde 21’e çıkarıldı. AB Komisyonu’nun isteği üzerine artırılan bu vergideki yükselişten, açıktır ki, en çok emekçiler etkilenecektir. Ayrıca işsizlik parası ilk 6 aydan sonra düşürülürken, kamu çalışanlarına verilen Noel parası da bu yıldan itibaren kaldırıldı. Madenlerde yapılan sübvansiyonlarda da kesintiye gidildi. Önümüzdeki dönem emeklilik, sağlık alanlarında da yeni kısıtlamaların yapılması öngörülüyor. Ayrıca kamuya ait demiryolları, havayolları şirketleriyle otobanlar özelleştirilecek.

PORTEKİZ: 10.5 milyon nüfusu olan Portekiz de borç krizinin en çok etkilediği ülkelerin başında geliyor. Bütçe açığını kapatma adına AB’den 78 milyar Euro kredi alınırken, bunun karşılığında emekçilerin kazanılmış pek çok hakkının üzerine çizgi çekildi. Hükümet tarafından Meclis’ten geçirilen tasarruf paketi çerçevesinde, 1000 Euro’nun üzerinde maaş alan devlet memurları ve emeklilere önümüzdeki iki yıl boyunca 13. ve 14. aylık maaşlar verilmeyecek. KDV yüzde 21’den yüzde 23’e çıkarıldı. Özel sektörde çalışanların günlük çalışma süresi, ücret ödenmemek şartıyla, yarım saat artırıldı ve tatil günleri kaldırıldı. Sağlık ve eğitim alanında da önemli kısıtlamalara gidildi. Bu kısıtlamalar, Portekizli bir rahibinin dediği gibi “çok kan akıtacak”. İşçi sınıfına ve emekçilere karşı açıktan “savaş ilanı” anlamına gelen bu kısıtlama paketi karşısında Portekiz tarihinde görülmedik derecede büyük grev ve direnişler gerçekleştirildi. Kısıtlamaların etkisini daha somut hissettirdiği bu yoksul ülkede, tıpkı Yunanistan’a olduğu gibi, direniş büyüyerek devam edecek gibi görünüyor.

İTALYA: AB tarafından bir hamleyle görevden alınan Silvio Berlusconi’nin yerine başbakanlığa atanan ekonomi profesörü Mari Monti, geçtiğimiz Ağustos ayında iki yıl için geçerli olmak üzere, 26 milyar Euro’luk tasarruf paketini Meclis’ten geçirdi. Kısıtlamaların büyük bölümü sağlık alanını etkiliyor. Hastanelerden binlerce yatağın kaldırılması, harcamaların kısıtlanması kararlaştırıldı. Ayrıca devlet dairelerindeki yöneticilerin yüzde 20’si, memurların ise yüzde 10’u işten atılacak. Daha önce gündeme getirilen KDV’nin yüzde 21’den yüzde 23’e çıkarılması planından ise şimdilik vazgeçilmiş durumda.

YUNANİSTAN: İki yılı aşkın bir süredir Yunanistan’a paket üzerine paket dayatan “Troika”, en son, iki yıl için 11.5 milyar Euro’luk yeni bir paket dayattı. Hükümet tarafından kabul edilen ve Meclis’ten geçirilen 9.4 milyar Euro’luk paket, öncelikli olarak emeklileri, işçileri ve kamu emekçilerini etkiliyor. Emeklik maaşı 2 bin 200 Euro’yu geçenlere fazlasının verilmeyeceğinin yer aldığı pakette, yılda 1500 Euro’dan fazla sağlık gideri olanların üstünü cebinden karşılaması, her doktora gidişte 10 Euro muayene parası verilmesi ve hastane giderlerinin yüzde 15’nin cebinden karşılanması yer alıyor. Sağlığın tamamen özelleştirilmesi anlamına gelen bu kısıtlamalar halk arasındaki öfkeyi daha da büyüttü.
Elbette Yunanistan’daki kısıtlamalar bunlarla kalmayacak. Süddeutsche Zeitung’da  yer alan bir habere göre, “Toika”, önümüzde süreçte iş kanununda ve emeklilik yasasında önemli değişiklikler gündeme getirecek. Bunların başında, haftalık çalışma süresinin 6 güne çıkarılması, günde gerektiğinde 13 saate kadar çalışma geliyor. Ayrıca emeklilik yaşının da 65’ten 67’ye çıkarılması istenecek. Keza 15 bin kamu çalışanının daha işten atılması gündeme getirilecek.
İşçi sınıfının kazanılmış haklarının yok edilmesi, Ortaçağ’dan kalma çalışma koşullarının getirilmesi anlamına gelen bu taleplere, Atina Hükümeti şimdilik, fazla tepki çekmemesi için soğuk baktığını söylemekle yetindi. Ancak, bunun somut olarak gündeme getirilmesi durumunda hükümetin bırakalım direnmeyi, yasalaşmasının başını çekeceği ortada.
Belirmek gerekiyor ki; Yunanistan, Avrupa’da işçi sınıfının haklarını almada adeta “laboratuar ülkesi” haline getirilmiş durumda. Yunanistan’a dayatılan reçeteler daha sonra, olduğu gibi, kriz içerisindeki diğer ülkelere dayatılıyor. Bu bakımdan “Troika”nın gündeme getirdiği Ortaçağ’ın çalışma koşullarının, direnişle püskürtülmediği taktirde diğer ülkelerde de gündeme getirileceği açıktır.

EN ZENGİN ÜLKE ALMANYA’DA DA ÇELİŞKİLER DERİNLEŞİYOR
Genel olarak işçi sınıfının kazanılmalarına yönelik saldırılar ve bunlara bağlı olarak emekçilerin refah düzeylerinde yaşanan gerileme, sadece borç krizi içinde olan ülkelerde değil, aynı zamanda bu ülkelere acı reçeteler dayatan Almanya gibi zengin bir ülkede de benzer şekilde yaşanıyor. Bu en zengin ülke mercek altına alındığında, yoksulluk ve gelir uçurumunun son 20 yıl içerinde önemli ölçüde artığı görülüyor. Son birkaç yıldır dünya ihracat sıralamasında ya birinci ya da ikinci olan Almanya’da daha fazla insan işsizlik, yoksulluk ve düşük ücretli işlerin pençesinde adeta bir limon gibi sıkılıyor.
Buna karşın ülke zenginleşir, toplam servetten daha fazla pay alan azınlığın sayısı artarken, ellerinde tuttukları servet de büyüyor. Federal İstatistik Dairesi’nin verilerine göre, Almanya’da tedavüldeki toplam para miktarı 10 yıl içinde ikiye katlanarak 8,5 trilyon Euro’ya ulaşırken, bu paranın yüzde 65 i, nüfusun yüzde 10’nun elinde birikmiş durumda. Nüfusun geriye kalan yüzde 90’ı, paranın yüzde 35’iyle idare etmek zorunda bırakılmış. OECD tarafından yapılan araştırmaya göre, yüzde 10’luk zengin kesimin yıllık ortalama net geliri, en alttakilerin sekiz katı. Başka bir ifade ile 2008 yılında yüzde 10’luk en zengin kesimin ortalama net aylık geliri 57 bin 300 Euro iken, alttaki yüzde 10’luk kesimin yıllık ortalama geliri 7 bin 400 Euroydu. OECD, bu durumu, “Almanya’daki gelirler arasındaki uçurumun hiçbir sanayileşmiş ülkede olmadığı” şeklinde tanımladı.

GELİR UÇURUMUNDA MAKAS AÇILIYOR
Hem ekonomi araştırma enstitüleri, hem de çeşitli sosyal kurumlar tarafından yapılan açıklama ve değerlendirmelerde, Almanya’da gelir adaletsizliği ya da gelirler arasındaki uçurumun özellikle 1990’lı yıllardan itibaren hızla artmaya başladığına dikkat çekiliyor. Daha önce günlük yaşamda kimin zengin kimin fakir olduğu pek ayırt edilemezken, bugün durum çok farklı.
Alman Ekonomi Araştırmaları Enstitüsü’nün (DIW) verilerine göre, 2002-2005 yılları arasında çalışanların ortalama reel gelirinde 1990’lı yılların başına oranla yüzde 4.8 gerileme yaşanırken, aynı dönemde en üstteki yüzde 10’luk kesimin geliri yüzde 6 arttı. Bu oran, en üstteki yüzde 1’lik kesimde yüzde 17, en zengin 650 kişide yüzde 35, ultra zengin 65 kişide ise yüzde 53 arttı. Aynı seyir, 2005’ten sonra da devam etti.
1990’lı yıllardan itibaren dünyada esen neoliberal rüzgar kendisini Almanya’da da özellikle Kohl ve Schröder hükümetleri döneminde güçlü bir şekilde hissettirdi; bu, sonrasında da devam etti. Ücretlerin düşürülmesi, çalışma koşullarının kötüleştirilmesi, zenginlerden alınan vergilerin azaltılması ve kamu kurumlarının özelleştirilmesi şeklinde kendisini ifade eden neoliberal anlayış Almanya’da da yoğun bir biçimde hayat buldu. Ama aynı dönemde temel tüketim mallarına (yüzde 2.8), elektriğe (yüzde 9.5), kiralara ve diğer ürünlere önemli ölçüde zam yapıldı. Bu artışlar, reel ücretlerde yaşanan gerileme ile birlikte, işçileri ve yoksullukları daha fazla geçim sıkıntısının içine çekti.
En önemlisi de son 10 yıl içinde çalışma yasalarında ve iş piyasasında yapılan değişikliklerle, işçi sınıfı daha fazla güvencesiz, düşük ücretli ve yarım günlük işlerde çalıştırılmaya zorlandı. Eskiden süresiz iş anlaşması olan bir çalışan emekli oluncaya kadar bu işyerinde kalabileceğinin güvencesiyle geleceğe bakarken, şimdi bu büyük bir hayal olarak görülüyor. Verilere göre, günümüzde işe yeni alınan her iki çalışandan birisi (yüzde 46) süreli iş anlaşması imzalıyor. 10 yıl önce bu oran yüzde 30 civarında idi. Başka bir deyişle, günümüzde 2.7 milyon işçi her an işten atılabileceği korkusuyla işe gidip geliyor.
Ama, süresiz iş anlaşması olan ve büyük fabrikalarda çalışan işçiler de, artık her an kapı dışarı edilebileceği ya da kısa, örneğin yarım gün çalıştırılabileceği, bunun sonucu olarak da aylık gelirinin düşeceği endişesiyle yaşamını sürdürüyor. Zira içinden geçtiğimiz süreçte sermaye tarafından dayatılan koşullar, işçi sınıfı bakımından, ne pahasına olursa olsun işini koruma ve işten atılmamak için her zorluğa katlanmayı adeta bir “zorunluluk” haline getirmiştir.
SPD-Yeşiller Hükümeti’nin mimarı olduğu “Ajanda 2010” ve ona bağlı olarak Hartz Yasaları ise, neoliberal politikaların devamı olarak emekçiler üzerindeki ekonomik sömürü ve baskıyı katmerleştirdi.
Geride bıraktığımız son 15 yılın en göze çarpan özelliği, ülke genelinde güvencesiz işlerde çalışanların sayısının hızla artması oldu. Çeşitli kaynakların derlediği bilgilere göre, 15 yıl önce 4.35 milyon olan yarım günlük işlerde çalışanların sayısı, günümüzde 8.7 milyona çıkmış bulunuyor. Alman Ekonomi Enstitüsü (DIW), bu rakamı 10 milyon olarak ifade ediyor. Bu da, ülkedeki bütün çalışanların yüzde 26’sına denk düşüyor. Zira, 2010 yılında çalışan kadınların yüzde 45’i yarım günlük işlerde çalışırken, yoksulluktan da en çok bu kesim etkileniyor.

İŞÇİLER YOKSULLAŞIYOR, MANEJERLER ZENGİNLEŞİYOR
Son yıllarda hükümetlerin izlediği politikalar işçilerin, gençlerin, kadınların daha fazla işsiz kalmasına ve yoksullaşmasına yol açarken, tekeller ve onların yöneticileri kazandıkça kazandı. Başka bir deyişle, emekçiler yoksullaştıkça zenginlerin kazancı arttı. Örneğin son on yıl içinde, Alman Borsası’nda (DAX) kayıtlı tekellerin yönetim kurulu üyelerinin maaşları iki katına (yüzde 119) çıktı.
Krizin etkili olduğu, işçilerin işten atıldığı ya da kısa çalışmaya gönderildiği 2010 yılında, tekel yöneticilerinin maaşlarına ortalama yüzde 22 zam yapıldı. Aynı yıl içinde çalışanların maaşlarına brüt olarak sadece yüzde 2.2 zam yapılabilmişti.
Ortalama olarak bir yönetim kurulu üyesinin yıllık maaşı 2.92, yönetim kurulu başkanın maaşı ise 4.54 milyon Euro. Örneğin, VW tekelinin menajeri Martin Winterkorn’un yıllık maaşı özel primlerle birlikte 17.4 milyon Euro’yu buluyor.
Bu yıllar, aynı zamanda tekellerin de kârlarını rekor düzeyde artırdığı yıllar oldu. 2011 yılında Alman tekelleri toplam yarım trilyon kâr etti. Böylece Almanya tarihinde ikinci kez (ilki 2007) rekor kâr gerçekleşti.
Bu kâr, asıl olarak, fabrikalarda çalışan işçilerin mümkün olduğu kadar düşük ücretle çalıştırılması, tekellerin pek çok vergiden muaf tutulması, hatta kriz gerekçesiyle (hurda priminde olduğu gibi) devlet tarafından fonlanması sayesinde gerçekleşti.

YÜZDE 1’LİK AZINLIK SERVETİN YÜZDE 46’SINA SAHİP
Ülkede yaratılan zenginlikten pay almadaki uçurum da son yıllarda önemli ölçüde derinleşti. Ülke genelinde 15 milyona yakın insan ortalama gelirin altında, yoksul olarak yaşamını sürdürmeye çalışırken, zenginliği elinde tutan milyarderlerin sayısı hızla artıyor. World Wealth Report’a göre, 2010 itibarıyla, Almanya’da 924 bin “dolar milyoneri” bulunuyordu. Bu rakam, bir önceki yıla göre yüzde 7.2 artışı ifade ediyor. Dolar milyoneri sayısındaki artışın 2012’nin başında 1 milyonu bulduğu tahmin ediliyor.
Bu veriden hareket edildiğinde, Almanya’da nüfusun yüzde 1.1’ini milyonerler oluşturuyor. Dolayısıyla Almanya, İsviçre’den sonra Avrupa’da en fazla milyonerin olduğu ülke. ABD’de bu oran % 1’in biraz altında.
Çeşitli kurumlar tarafından yapılan hesaplamalara göre, milyonerler, Almanya’daki paranın yüzde 45.6’sına sahipler. Başka bir deyişle, yüzde 1.1’lik azınlığın elinde tuttuğu parayla yüzde 99’un elinde tuttuğa para neredeyse eşit.
Diğer taraftan, orta sınıf ve en alttakilerin toplam servetten aldığı pay sürekli azalıyor. DIW tarafından 2008’de açıklanan bir rapora göre, genel nüfus içindeki oranı 2000 yılında yüzde 62 olan “orta sınıf”,  2006’da yüzde 54’e düştü. Bütün bunlar, bir taraftan sınıflar arasındaki çelişkilerin sürekli derinleştiğini göstermekle birlikte, Almanya’da sınıf atlamanın eskiye oranla çok daha zor olduğunu da ortaya koyuyor. Bu da servetin paylaşımı konusundaki adaletsizliğin ne denli büyüdüğünü gözler önüne seriyor.
1980’li yıllardan beri, Almanya gibi bir ülkede yoksulluk riskiyle karşı karşıya kalma ve alt gelir grubuna düşme ihtimali yüzde 57’den yüzde 65’e çıkarken, zengin olanların da daha fazla zenginleşme ihtimali yüzde 38’den yüzde 51’e çıktı. 
Zenginlerin bu denli servetini artırdığı dönemde, işçilerin reel ücretlerinde yüzde 4.8 azalma yaşandı. Alman Sendikalar Birliği’nin hesaplamalarına göre, tam gün çalışan 1 milyon insanın brüt aylık maaşı 1000 Euro’nun altında.
Yani, alt gelir grubundan olan emekçi kesimler arasında yoksullaşma riski önemli oranda artmış, dahası geçmişten bugüne milyonlarca emekçi için bu “risk” olmaktan çıkıp somut bir olguya dönüşmüş durumda.
Bütün bu gelişmeler, ülkedeki yoksullaşmayı öyle derinleştirmektedir ki, yoksulların üçte biri her iki günde bir doğru dürüst bir öğün yemek yiyemiyor, her altı kişiden birisi yaşadığı evi gerektiği kadar ısıtamıyor, yılda 800 bin hane elektrik faturasını ödeyemediği için elektriksiz kalabiliyor.
Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, işbaşına gelen hükümetler, sürekli “aşırı borçlanmayı” (2 trilyon Euro) gerekçe göstererek, emekçileri ilgilendiren sosyal, kültürel alanlarda kısıtlamaları hayata geçiriyor ya da planlıyor. Yani bütçe açığının faturasını, diğer ülkelerde olduğu gibi, Almanya’da da çalışanların, işçilerin, işsizlerin ve yerel yönetimlerin sırtından karşılamaya çalışıyor.

KAPİTALİZMDEN KURTULMADAN ÇÖZÜM YOK
Görülebileceği gibi, kıta genelinde büyük sermaye sahipleri ve onların hükümetleri, aşırı borç ve yeterli kaynak olmadığı gerekçesiyle, işçi sınıfına karşı uzun süreden bu yana başlattığı saldırı politikaları gelinen aşamada, pek çok kazanılmış hakkı yok ettiği gibi, işçi sınıfını ve emekçileri önemli oranda işsizlik ve yoksulluk içerisinde yaşamaya mahkum etmiştir. Ve öyle görünüyor ki, bu politikalar bundan sonra da devam edecektir. Birçok veri de göstermektedir ki, hem borç krizi içinde olan, hem de krizi fırsata çeviren ülkelerde işçi sınıfı ve emekçilerin yaşam koşulları öncesine göre her açıdan kötüleşmiş, önemli kazanımları gasp edilmiştir.
İşçi sınıfı cephesinde ise, bugüne kadar önemli direnişler gerçekleştirilmiş, ancak genel olarak bunlar saldırı dalgasının püskürtülmesi için yeterli olamamıştır. Yunanistan’da Troika’nın dayatmalarına karşı verilen mücadele, gelinen aşamada krizin faturasının halkın sırtına bindirilmesine karşı çıkan hareketleri güçlendirmiştir. En önemlisi de, bugüne kadar tek tek ülkelerde verilen mücadelelerin giderek kıta genelinde birleşik bir harekete dönüşmesinin olanaklarının giderek artmasıdır. En son 14 Kasım’da Avrupa Sendikalar Konfederasyonu’nun çağrısıyla gerçekleştirilen eylemler, özellikle krizin yaşandığı ülkelerde güçlü bir işçi hareketinin mayalanmakta olduğunu ortaya koymuştur.
Ancak bu hareketi engellemek, etkisini zayıflatmak isteyen burjuva akımları, geçmişte olduğu gibi, bugün de yoğun bir çaba harcıyorlar. Özellikle sol sosyal demokrat akımlar tarafından “çözüm” adına ortaya atılan tezlerin çoğunda bu durumun kapitalizmin bir sonucu olduğu gerçeği bir yana bırakılarak, “adil paylaşım”dan söz edilmekte, buna göre talepler ileri sürülmektedirler.
Halbuki; sorun, kapitalizmin doğasından kaynaklanan ve onarılması ancak mülkiyet düzeninin değişimiyle mümkün olabilecek bir sorundur. Çünkü kapitalizmde paylaşım, sermaye sahipleri ve hükümetlerin vicdanı veya adalet duygusuyla değil, özel mülkiyet rejimine göre belirlenmektedir. Üretim sürecinde değer yaratan tek sınıf emekçiler olsa da, üretim sonucu yaratılan değere sermaye sahipleri el koymakta, emekçilerse en iyi ihtimalle, ancak işverene sattıkları işgücünün bedelini gittikçe daha düşük düzeyiyle elde edebilmektedirler. Yani adaletsizliği baştan öngören ve güvence altına alan bir ekonomik, hukuksal, siyasal düzen söz konusudur; emekçi sınıfların örgütlenme ve mücadele düzeyine göre gelir dağılımında dalgalanmalar yaşansa da; bu, adaletsizliğin kökten yok edilmesiyle değil, derecesiyle ilintilidir. Örneğin zenginlerden daha fazla vergi alınması, adaletsizliğin derecesini hafifletebilecek, ama adaletsizliğin varlığını tümden ortadan kaldırmayacaktır.
Ancak bugün Almanya veya diğer ülkelerde giderek bariz hale gelmekte olan “sosyal adalet”, “toplumsal eşitlik” gibi talepler ve tartışmalar, “değersiz ve boşuna” değildir; doğası gereği sürekli daha fazlasına el koyma güdüsüyle işleyen sermaye düzeninde gelir adaletsizliğinin ulaştığı boyutlar, emekçiler arasındaki tepki ve eleştirileri yoğunlaştırmakta, çalışma ve yaşama koşullarının iyileştirilmesi yönündeki arayışları hızlandırmaktadır.
Bu nedenle, Avrupa’da derinleşen sınıf çelişkileri ve ortaya çıkan mücadele, kıta genelinde yeniden büyük ve sert sınıf kavgalarının arifesinde olduğumuzu gösteriyor.

AB’nin Bitmeyen Krizleri

Yüzyıllar boyunca Avrupa kıtasının tek hakimi olabilmek için birbiriyle kanlı savaşlara girişen Avrupa’nın egemen güçleri, son yarım yüzyıldır “tek çatı”,

hatta “tek devlet” şemsiyesi altında bir araya gelmenin siyasetini yapıyorlar. İnsanlık tarihinin yaşadığı en büyük savaşlardan biri olan 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra, sosyalizmin kapitalizm karşısında dünyanın beşte birine hakim olması, Avrupa’nın kapitalist devletlerini ABD’nin şemsiyesi altında bir araya getirdi. Öncesinden farklı olarak, artık bir de sosyalizmin yayılması ve yeni ülkelerde zafer kazanmasını engelleme hedefi bulunan Avrupa Birliği, bugün elbette, 1957’deki kuruluş anlayış ve fikrini de aşan tarzda yapılanmaya devam ediyor. Günümüzde, asıl olarak, bir taraftan ABD’nin şemsiyesi ve denetiminden kurtulmak, diğer taraftan ise dünya çapında güçlü bir emperyalist aktör olmak istiyor. Bugün, Avrupa Birliği’nin önemli ülkeleri olarak kabul edilen Almanya ve Fransa, dünya ölçeğinde tek başına yapamadıklarını ya da gerçekleştirme ihtimali zayıf olan politikaları, AB adına sürdürüyor ve gerçekleştirmeye çalışıyorlar.

1957 yılında Roma Anlaşması ile “Avrupa Topluluğu” adı altında bir araya gelen İtalya, Almanya, Fransa, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg’un başlattığı bu sürecin üzerinden 51 yıl geçti. Bu 51 yıllık süre zarfında, değişik evrelerden geçerek bugün “Avrupa Birliği” adını alan oluşum, bugüne kadar pek çok kez “derin krizler” yaşadı ve önemli sarsıntılar geçirdi. Ancak, AB tarihinin en derin ve sarsıcı krizi, 2005 yılında Fransa ve Hollanda’da Avrupa Anayasası konusunda yapılan referandumlardan çıkan “hayır” sonuçlarıyla yaşandı. Birbirine esnek bir şekilde bağlanmış, daha da önemlisi karar mekanizmasında büyükler ile küçükler arasında “oy birliği esası” üzerinden (halen sürmekte olan) sözde “eşitlik” temelinde yürüyen birlik, artık günümüzün ihtiyaçlarına yanıt vermez duruma geldiği için, büyük ülkeler, AB’nin dünya siyasetinde etkili ve güçlü bir “emperyalist aktör” olabilmesini sağlamak için yeni adımların atılması konusunda görüş birliğine varmışlardı. AB’nin karar ve icra yapısında önemli değişikler içeren Avrupa Anayasası, bu bakımdan, geleceğin Avrupa Devletler Birliği ya da Avrupa Federe Devletleri’nin kurulmasında önemli bir dönemeci ifade ediyordu. AB’nin gelecekteki yapısını yeniden belirlemek ve devletler arasındaki bağları daha da güçlendirmek, küçük devletleri hukuken de büyük devletlerin denetimi altına alabilmek için, 2001 yılında Belçika-Leaken’de toplanan AB Zirvesi’nde kurulan Avrupa Konvansiyonu, bu temel üzerinden AB Anayasası’nı uzun tartışmalar ve pazarlıklardan sonra hazırladı. AB ülkelerinin “ortak hukuk ve bağlayıcılık konusunda asgari uzlaşma metni” denilebilecek “Avrupa Anayasası”, asıl olarak birliğin emperyalist bir güç olarak dünya sahnesinde daha etkin hareket etmesini öngörüyordu.

Uzun süre kamuoyunda tartışmalara yol açan ve Fransa ve Hollanda’da 2005 yılında yapılan referandumlarla reddedilen Avrupa Anayasası, halklar için büyük bir tehlike ve tehdit anlamına da gelen şu temel unsurları içeriyordu:

a- Avrupa Anayasası, üye ülkelerin dış ve savunma politikasının tek elde toplanılmasını dayatıyordu. Anayasa’nın Birinci Bölümü’nün 41. Maddesi’nin 1. paragrafında (Madde I-41, Parg.1) , “AB’nin güvenliği askeri operasyonlarla korunur” denildikten sonra, III-312. Maddesi’nde “Üye ülkeler arasında sürekli ortak bir askeri yapılanmaya gidilmesi” şartı getiriliyordu. Buna, “Üye ülkeler askeri gücünü kademeli olarak iyileştirmekle yükümlüdürler (I-41, Parg.3) gibi bağlayıcı maddeler eşlik ediyordu. Yine, “Savunma yeteneğinin geliştirilmesi, araştırma, geliştirme ve silahlanma” konusunda üye ülkelerin denetlenmesi amacıyla bir ajansın/dairenin kurulması isteniyordu. Bu daire, AB Anayasası’nın yürürlüğe girmesi beklenmeden hayata geçirildi. AB Anayasası’ndaki bu madde, AB’nin anayasa gibi bağlayıcı bir “ortak anlaşma” ile militaristleştirildiğinin açık göstergesiydi.

b- Birliğin hedefi, “Tam çalışma ve sosyal ilerleme için, yüksek derecede rekabete açık sosyal piyasa ekonomisini yaratma, çevre koruması ve çevre kalitesini yükseltme” (Madde I-3) olarak tanımlanıyordu. “İstihdam politikası ekonomi/sermaye politikasına göre düzenlenecek (III-207, 179), “Vergi politikaları dolaylı olarak aynılaştırılacak”tı. (III-171) Avrupa Anayasası, piyasa ekonomisi ve serbest rekabetin yüceltilmesi prensipleri üzerinden şekillendirilmişti.

c- Anayasada, AB düzeyinde devam eden sosyal eşitsizliklerin giderilmesi için hiçbir açıklama getirilmiyordu. Pek çok yerde sosyal ve demokratik temel haklardan söz edilmekle birlikte, bu hakların anayasa ile teminat altına alındığına dair bir madde yoktu. Birçok konu ulusal anayasalara ve fiili duruma bırakılmıştı. Örneğin, bugün pek çok ülkede yasalarda politik grev hakkı yasak iken, AB çapında bir Grev Yasası ya da sınır ötesi grevleri düzenleyen bir yasadan, bu anayasada söz edilmiyordu.

d- Avrupa Anayasası, AB Konseyi ve Bakanlar Kurulu’nda kararları büyük ülkelerin lehine düzenliyordu. Bu durum, en fazla nüfusa sahip Almanya’nın işine yarıyordu. Bununla, bugüne kadar sözde de olsa geçerli sayılan “bütün üye ülkelerin eşitliği” prensibi tarihe karışıyordu. Karar verme mekanizması yeniden düzenleniyordu. Buna göre, üye ülkelerin yüzde 55’i ve bütün nüfusun yüzde 65’ine denk gelecek “çifte çoğunluk” prensibine göre kararlar alınacaktı. Bu durumda, örneğin Almanya’nın oy ağırlığı yüzde 9’dan yüzde 18.2’e çıkıyordu. Fransa, İngiltere, İtalya, İspanya ve Polonya gibi ülkeler oy ağırlığını artırırken, diğer bütün ülkelerin oy ağırlığı yüzde 0.5 ila 1.5 arasında azalıyordu. Ancak “çifte çoğunluk” ile alınacak kararlar bütün ülkeler için bağlayıcı olacaktı.

İçeriği bu şekilde belirlenen Avrupa Anayasası, Avrupa halkları arasında geniş tartışmalara ve tepkilere yol açtı. AB’nin emperyalist-militarist bir birlik olarak büyük devletlerin lehine biçimlendirilmesinin temel belgesi anlamına gelen Anayasa, pek çok ülkenin halkı tarafından tepkiyle karşılandı. 500 milyon insanın geleceğini ilgilendiren, ancak masa başında teknokratlar ve politikacılar tarafından hazırlanan bu Anayasa’nın halkın oyuna sunulmasına pek çok ülke yönetimi yanaşmadı. “Demokrasinin beşiği” olarak ilan edilen Avrupa’nın “en ileri demokrasileri” halktan korktuklarını böylece bir kez daha göstermiş oldular. Birçok ülke yönetimi halkı ilgilendiren bu Anayasa’yı referanduma götürmeye yanaşmazken, Fransa ve Hollanda başta olmak üzere bazı ülkelerde, kendi anayasalarının zorunlu kılması nedeniyle, referandumlara gidildi.

Fransa ve Hollanda’da 2005’in ilk yarısında yapılan referandumlarda, sendikalar ve ilerici örgütlerin desteklediği “hayır” cephesi kazanınca, AB Anayasası’nın 1 Ocak 2007’den itibaren yürürlüğe girmesi mümkün olmadı. Fransa ve Hollanda referandumları, elinde bulundurdukları devasa olanakları kullanarak milyonlarca insanı peşinden sürükleyen egemen sınıflar ve partilerinin her zaman kazanmayacağını da dünya halklarına göstermiş oldular.[1] Fransa ve Hollanda’da yapılan referandumlarda “Non” ve “Nee” kararı çıktıktan sonra, hukuksal olarak bakıldığında Avrupa Anayasası’nın tamamen gündemden kalkması gerekiyordu. Çünkü AB’nin karar biçimindeki “oy birliği” esasına göre, bir ülke tarafından kabul edilmeyen bir kararın hayata geçirilmesi mümkün değildi. Bu iki ülkedeki referandum sonuçlarına resmi ağızlardan “saygı duyulur”ken, asıl olarak görmezden gelinmeye çalışılıyordu. Her iki referandumdan sonra toplanan AB Zirvesi’nde “Anayasa’nın öldüğü, ancak Anayasa’da yer alan fikirlerin yaşadığı” belirtilerek, Avrupa’nın çıkarının bunları hayata geçirmekten geçtiği ileri sürüldü ve militarizmin ve neoliberalizmin AB’nin gündeminde kalmaya devam edeceğinin mesajı verildi. AB’nin büyük emperyalist devletlerinin çıkarları uyarınca Avrupa Anayasası üzerinde sağlanan uzlaşmanın bir biçimde yürürlüğe girmesi hayati önem taşıyordu. Bunun isminin ne olacağı ise, artık pek önemli değildi.

Ve bu anlayışla hareket eden AB ülkeleri, Almanya’nın öncülüğünde, 2007’nin ilk yarısında, Avrupa Anayasası’nda yer alan önemli maddelerinin tümünü, bu kez de “Lizbon Sözleşmesi” adı altında toplayarak, yeniden Avrupa halklarına dayattılar.

 

LİZBON SÖZLEŞMESİ İRLANDA DUVARINA ÇARPTI

Yukarıda belirtilen dört ana noktada Avrupa Anayasası’nda yer alan maddelerin aynen kopyalandığı Lizbon Sözleşmesi, Fransa ve Hollanda halkları başta olmak üzere, birçok ülkede emekçilerden kaçırılarak, parlamentolar ve senatolar tarafından onaylandı. Ancak anlaşma ve sözleşme, bu kez de İrlanda halkının ret duvarına çarpmıştı. 1 Ocak 2009’da yürürlüğe girmesi planlanan Lizbon Sözleşmesi için, 27 AB ülkesi arasında bir tek İrlanda, Anayasa gereğince referanduma gitti. 12 Haziran’da sandık başına giden seçmenlerin yüzde 53’ü “Hayır” oyu kullandı. Böylece, sözleşmenin önümüzdeki yılın başında yürürlüğe girmesi tartışmalı hale geldi. Bu karar, birliğin, 2005’deki referandumlardan sonra yeniden derin bir kriz ile karşı karşıya kaldığının da ilanıydı.

Aslına bakılırsa, AB bu türden “krizler”e alışık sayılırdı. Aynı İrlanda, Mayıs 2001’de Niş Anlaşması’nı da referandum yoluyla reddetmiş, ancak bir yıl sonra anlaşma tehdit, şantaj ve baskıyla kabul ettirilmişti. AB’nin yerküre üzerinde daha etkili bir emperyalist güç olabilmesi için tüm üye ülkelere silahlanma zorunluluğu getiren, ortak dış ve savunma politikası dayatan ve neoliberal planların hayat bulmasını sağlayan Lizbon Sözleşmesi, bu ana maddeleri, Avrupa Anayasası’ndan olduğu gibi devraldı. Eğer Avrupa’nın egemen güçlerinin halkın iradesine gerçek anlamda saygı gösterme diye bir derdi olmuş olsaydı, reddedilen anayasayı, “Lizbon Sözleşmesi” kılıfıyla yeniden hayata geçirmeye çalışmazdı. Böyle olmadığı açık şekilde ortaya kondu. İrlanda halkının ikinci kez referanduma giderek bu kez zorla “evet” demesi için baskılar yoğunlaştırıldı. Avrupa sermayesi, istediği sonucun çıkması için, 12 Haziran’da yapılan referandumun tekrarlanmasını istiyor. Bu, önceki sonucun -halk iradesi- tanınmaması anlamına geliyor. Bunu gizleme gereği de duymuyorlar. Gerekçeleri, “500 milyonluk AB’nin kaderinin referandum sırasında kullanılan 860 bin ‘Hayır’ oyu tarafından değiştirilemeyeceği”dir. Sorunun özü çarpıtılarak, “rakamlar çelişkisiyle” İrlanda halkının kararı “yok” sayılıyor. AB Dönem Başkanı Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, açık bir şekilde bu yıl içerisinde ikinci bir referandumun yapılması çağrısında bulundu. Bu arada ikinci bir referandumdan da “Evet” oyunun çıkmaması durumunda, İrlanda’nın AB’nin dışında kalması gerektiğini savunanların sayısı da az değil. Bu yüzden de, AB’nin bütün sermaye güçleri, bu yılın sonuna kadar İrlanda’dan bir “Evet”in çıkması için baskıyı sürdürecekler. Ancak, öyle görünmektedir ki, 1 Ocak 2009’da yürürlüğe girmesi planlanan Lizbon Sözleşmesi, planlandığı gibi yürürlüğe giremeyecektir. Burada, İrlanda referandumunun, Polonya ve Çek Cumhuriyeti’ndeki karar aşamalarını da etkilediğini belirmekte yarar var. Her iki ülkenin yöneticileri, Lizbon Sözleşmesi’ni hemen imzalamayacaklarını ilan ettiler.

Ne var ki, AB egemenleri, Avrupa Anayasası ve Lizbon Sözleşmesi’nde yer alan ve ‘üzerinde asgari uzlaşmanın sağlandığı’ hedeflerden kolayca vazgeçmeyeceklerdir. AB Anayasası’nın ateşli savunucularından Almanya Dışişleri eski Bakanı Joschka Fischer, Lizbon Sözleşmesi’nin bu sefer hayata geçirilmemesi durumunda yeniden canlanmasının mümkün olmadığına dikkat çekerek şunları söylüyordu: İrlanda’da referandumun tekrarlanması elbette güzel bir şey değil, ancak mecburidir. Bir ülkeden bir daha Hayır kararı gelirse bu sözleşmenin öldüğü anlamına gelecektir.” (Süddeutsche Zeitung, 23.06.2008) diyor. Aynı Fischer, Lizbon Sözleşmesi’nin yürürlüğe girmemesinin AB açısından yaratacağı sonuçları şu şekilde değerlendiriyordu: “Dramatik sonuçlar olacaktır. Her şeyden önce Avrupa partnerleri ABD, Rusya, Çin ve Hindistan karşısında tek bir dış politika ile konuşamaz ise önemli ölçüde zayıflayacaktır. Çünkü sözleşme, AB’nin dış politikada tek bir sesle konuşması için Yüksek Komiserliğinin kurulmasını öngörüyor.

 

KÜÇÜK VE MİLİTARİST AB’YE DOĞRU

Fransa, Hollanda referandumlarından sonra “çözüm” olarak gösterilen “Çekirdek Avrupa”, İrlanda referandumu sonrasında yine yüksek sesle ifade edildi. Daha doğrusu, her önemli kriz sırasında “Çekirdek Avrupa” dillendiriliyor. 1990’lı yılların birinci yarısında Almanya ve Fransa tarafından ortaklaşa ilan edilen “Çekirdek Avrupa” modeli, tam entegrasyonu isteyen ülkelerin zaman geçirmeden politik, ekonomik ve askeri alanlarda birleşmesini içeriyor. Modelin merkezinde Almanya, Fransa, Belçika, Luxemburg ve Hollanda bulunuyor. Daha sonra fikri bakımdan “Çekirdek Avrupa” ile aynı olan “İki vitesli Avrupa” ve “Avangard Grubu” modelleri ortaya atıldı. Bütün bu isimlendirmelere bakıldığında, AB’nin mevcut yapısı ve sayısı ile politik, ekonomik ve askeri anlamda “tam entegrasyon”a gidemeyeceğini, Avrupa burjuvazisi de kabullenmiş durumda. Bu nedenle, AB’nin, yakın dönemde, tam entegrasyonu “hemen isteyenler” ve “istemeyenler” olarak ikiye bölünmesi büyük bir olasılık olarak görünüyor. Buna, bir de, ABD’nin “sadık müttefiki” İngiltere ve ona yakın duranların aykırı duruşunu eklediğimizde, üçe bölünmesi bile söz konusu.

Böylece, “genişleme stratejisi” ile yerküre üzerinde büyük bir güç olarak hareket etme niyetinde olan AB egemenleri, en azından bazı hedeflere varma konusunda küçülmeyi göze almak zorunda kalacaklardır. Bu siyasetin merkezinde ise, Almanya ve Fransa bulunuyor. Tek tek emperyalist paylaşım sürecinde fazla etkili olamayacağının bilincinde olan bu iki ülke, bazı ülkeleri de yanlarına alarak, “amaç birliği” yapmayı kaçınılmaz görüyor.

Ancak bu, aralarında çelişkiler ve farklı hesapların olmadığı ya da olmayacağı anlamına gelmiyor. Tam tersine, her iki ülke de, bu süreç içerisinde kendi egemenlik alanını geliştirme, etkili olma konusunda ayrı siyasetler izlemeye devam edecektir. Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin ilan ettiği “Akdeniz İçin Birlik” projesi bunun son örneklerinden birisi olarak gösterilebilir. . Sarkozy’nin, tek başına Fransa’nın Kuzey Afrika ve Ortadoğu üzerinde etkili olması için ortaya attığı proje, Almanya’nın karşı çıkması üzerine, getirilip, “Barcolena Süreci”nin devamına dönüştürülmüştü.

Yani; 13 Temmuz 2008’de kurulan “Akdeniz Birliği” ile Sarkozy’nin ilk telaffuz ettiği Akdeniz Birliği arasında önemli farklılıklar bulunuyor. Ama bu, Fransa’nın tam olarak baştaki emellerinden vazgeçtiği anlamına gelmiyor.

21. YÜZYILIN AVRUPASI?

Avrupa 21. yüzyıl yolunda” başlığıyla sunulan Lizbon Sözleşmesi, hiç şüphesiz içinde bulunduğumuz yüzyılda AB’nin her açıdan günümüzün uluslararası ilişkilerine bağlı olarak yeniden şekillendirilmesi ve pazar kavgasında daha güçlü olarak mevzilenmesi açısından büyük bir önem taşıyor. “AB kurumlarının modernleştirilmesi ve çalışma metotlarının optimalleştirilmesi”nin hedeflendiği sözleşmede, Avrupa’nın, ancak bu durumda, küreselleşme, iklimsel dönüşüm, demografik farklılık, güvenlik ve enerji ihtiyacı gibi sorunlarla baş edebileceği ileri sürülüyor. Aynı sunumda, “Lizbon Sözleşmesi ile AB’de demokrasinin işlerliğinin yurttaşların lehine güçlendirilmesinden” söz ediliyor. Ama, “Demokrasinin işlerliğini güçlendirme”nin giriş bölümüne yazıldığı bu sözleşme dolayısıyla, İrlanda halkının iradesi hiçe sayılarak, demokrasinin ayaklar altına alınmak istendiği de bir gerçek. Lizbon Sözleşmesi ile ayrıca Niş Anlaşması’nda yer alan karar biçimi tamamen değiştiriliyor. Sözleşmeye göre, 2014 yılından itibaren, karar alma biçimi “çifte çoğunluk” esasına göre olacak. Yani, alınan kararların en az üye ülkelerin yüzde 55’i ve bu ülkelerin nüfusunun AB nüfusunun yüzde 65’ine denk düşmesi gerekiyor. “Oy birliği” esasının kaldırılması ve yerine “çifte çoğunluğun” getirilmesiyle, aynı zamanda, küçük ülkelerin karar alma sürecinde etkisinin olmayacağı daha önce belirtilmişti.

“Genişleme stratejisi”yle dünya siyasetinde bir aktör olmayı hedefleyen AB, bugün 27 üyesi ile eskiye göre iç pazar ve ekonomik açıdan ‘dünyanın en önemli emperyalist bloklarından biri’ haline geldi. Ancak bu ekonomik gücün kendisini siyasi ve askeri alanda aynı ağırlıkta ifade edememesi, geçmişte olduğu gibi, bugün de en önemli sorunların başında sıralanıyor. Lizbon Sözleşmesi, asıl olarak, birliğin, dünya ölçeğinde siyasi ve askeri anlamda bir güç olduğunu göstermesinden başka bir şey değildir.

AB’nin diğer emperyalist bloklara karşı siyasi bir birliğe dönüşmesini isteyen güçler, uzun zamandan beri ortak dış ve askeri politikanın belirlenmesinde ısrar ettiler, etmeye de devam ediyorlar.

Avrupa Anayasayı ve Lizbon Sözleşmesi, birlik içerisinde dış, askeri ve ekonomik politikalar konusunda siyasi disiplinin, otoritenin sağlanmasında temel dayanaklardan biri olarak kabul edilebilir. Bu, aynı zamanda asgari temelde üzerine anlaşmaya varılan ortak bir gelecek vizyonudur. Bu asgari uzlaşmanın hayata geçirilmesi için ise, yakın ve orta vadede yeni üyelerin alınması pek beklenmiyor.

İki yıl önce Brüksel’te toplanan AB Zirvesi’nde, bu çerçevede “3C” formülü konusunda görüş birliğine varılmıştı. “Consolidation” (Güçlendirme), Conditionality (Prensiplere Bağlılık) ve Comminication (İletişim) olarak ifade edilen “3 C” formülü, “genişleme stratejisi”nin bir süreliğine de olsa askıya alınması anlamına geliyordu. “Consolidation” ile eski döneme göre yapılanan AB kurumlarının acil olarak reformdan geçirilmesi amaçlanıyordu. Bunun içine, AB’nin yeni üyeleri “hazmetmesi”, yeni üyelerin de birliğe “uyum göstermesi” şartı konmuştu. AB kendi içinde yeniden yapılanacak, yeni sorunları beraberinde getirecek ülkelerin birliğe dahil edilmesi engellenecekti. “Conditionality” prensibi de bunu tamamlıyordu. Genişleme adına bugüne kadar pek çok ülkenin belirlenen kriterleri yerine getirmediği halde birliğe alındığı belirtilerek, bundan böyle üye olmak isteyen ülkelerden bütün kriterleri eksiksiz yerine getirmeleri isteniyor ve üyelik için önceden bir tarih verilmeyeceği açıklanıyordu. AB, kısa vadede, genişlemeden çok kendi iç sorunlarını “çözme” ve bunları belli bir rotaya oturmayı başlıca hedef haline getirmişti. Comminication (İletişim) burada devreye giriyordu. AB liderlerinin çoğu, AB Anayasası’na karşı tepkinin yüksek oluşunu, hem AB’nin hedefleri hem de Anayasa’nın kendisinin halka fazla anlatılmamasına bağlıyorlardı. Türkiye açısından, bu, 2014 yılında birliğe üye olabileceği yönündeki açıklamaların ve hesapların geçersiz olduğu anlamına geliyor. Önceden bir tarih verilmediği için, üye olacak ülkenin son durumu, birliğin içinde bulunduğu süreç üyelik için asıl belirleyici olacak. Türkiye’nin AB üyeliğinin tahmin edilenden de uzun bir sürece yayıldığı anlaşılıyor.

“3C” ile ifade edilen bu sorunların da ötesinde, AB’nin büyükleri, Almanya, Fransa ve İngiltere arasındaki çelişki ve çatışmalar, “politik entegrasyon süreci” yakınlaştıkça daha da artıyor. İngiltere, Lizbon Sözleşmesi’ne, “ortak dış ve askeri politika” konusundaki maddelerinin kendisini bağlamayacağı şartıyla onay verdi. Bu, içinde bulunduğumuz yüzyıl içerisinde, İngiltere’nin, pek çok açıdan “Çekirdek Avrupa” olarak nitelendirilen Almanya, Fransa ve Benelux ülkelerinden ayrı davranmaya devam edeceği anlamına geliyor.

Bu durum, aynı zamanda, İngiltere ile “Çekirdek Avrupa” arasında gelecek vizyonu konusundaki “felsefe farkı”nı da ortaya koyuyor. Alman-Fransız ekseni, başta dış ve askeri politikalar olmak üzere, bütün alanlarda, üye ülkelerin birbirine daha sıkı bir şekilde bağlanarak, politik birliğin derinleşmesini isterken, İngiltere buna karşı çıkıyor ve ülkelerin birbirine esnek bağlanmasını istiyor. Yine Almanya-Fransa ekseni, bundan böyle, “iç disiplin”i sağladıktan, birleşme sürecini derinleştirildikten sonra yeni üyelerin alınmasını istiyor. Ama İngiltere, genişleme sürecinin bugüne kadar olduğu gibi devam etmesini savunuyor. İngiltere, ayrıca, AB’yi politik bir birlikten ziyade, “büyük bir iç pazar” olarak görme arzusunda.

Almanya-Fransa ekseninin istediği “Avrupa Federal/Birleşik Devletleri”nin şimdiki süper güç ABD’ye önemli bir rakip olacağı açıktır.

Bu bakımdan, AB’nin tam uyum içinde olmasını istemeyen emperyalistlerin başında ABD geliyor. Yıllardır AB içinde “ABD’nin Truva atı” olarak bilinen İngiltere’nin gelecek üzerine başlattığı tartışma, kendisine hangi misyonun verildiğini bir kez daha gösteriyor.

Bu “felsefe farkı”nın kendisi bile, bu yüzyıl içerisinde AB’de “politik entegrasyonun” bütün üyeler açısından mümkün olamayacağını gösteriyor. Bunun, “politik entegrasyon” yanlısı ülkelerin kendileri de farkında. Bu yüzden, AB tarihinde ilk kez bir sözleşmeye (Lizbon), isteyen ülkelerin birlikten gönüllü bir şekilde ayrılabileceği maddesi konuldu.

Bütün bunlar, genişleme döneminden “duraklama devrine” giren AB’de, iç çelişki ve çatışmaların, önümüzdeki süreçte, önceki döneme göre çok daha açık ve keskin bir hal alacağı anlamına geliyor. Genel süreç, AB’nin politik krizi ve buna bağlı olarak ortaya çıkacak iç çelişkiler, başta Avrupa olmak üzere, büyük hayallerle yönünü Avrupa’ya dönmüş ülkelerde AB’nin parlatılan yıldızlarının söneceği anlamına geliyor. Bu durum, Türkiye’nin “üyelik süreci”ni de etkileyecektir.

Gelişmeler, AB’nin hızla karmaşık ve çatışmalı bir sürece girdiğini gösteriyor. AB şu anda “çifte kriz” ile karşı karşıya. Birinci krizi AB’nin yurttaşlarıyla olan ilişkisi, ikinci krizi üye ülkelerin kendi aralarındaki ilişkiler oluşturuyor. Bu krizlerin kısa zamanda çözülmesi de beklenmiyor.

 

HALKSIZ AB’NİN KRİZİ

İrlanda referandumundan sonra, başta Almanya olmak üzere, Avrupa basınının çoğunda AB’nin derin bir kriz ile karşı karşıya olduğu çeşitli biçimlerde yazıldı. Burjuva yazarlarıyla politikacılarının sözünü ettikleri “kriz”, elbette Lizbon Sözleşmesi’nin öngörülen süre içerisinde yürürlüğe girmemesinin yaratacağı sorunlarla ilişkili. Avrupa sermayesi açısından belirlenen hedefe ulaşma konusunda ortaya çıkan sorunlar bir yavaşlamayı ve gecikmeyi beraberinde getiriyor. Ancak bu, AB’nin büyük ülkeler ve tekeller lehine yeniden biçimlendirilmesi anlamına gelen yasalar ve sözleşmelerin geri çekilmesi anlamına gelmiyor. Onlar, planları reddedildiğinde, halka karşı daha fazla pervasızlaşıyor ve sözünü ettikleri burjuva demokrasisinin kurallarına bile tahammül etmiyorlar. Kendi koydukları kural ve yasaları “yeni dönemin ihtiyaçları”na göre değiştirmek istiyorlar. AB’nin büyük ülkelerinin yöneticilerinin, Fransa, Hollanda ve İrlanda referandumlarından sonra, belirlenen hedefe ulaşmak için halkın iradesini hiçe sayma yönündeki ısrarları bunu gösteriyor.

Belirlenen hedeflere ulaşma konusunda çeşitli engellerle karşılaşan AB ülkeleri yönetimleri için en önemli sorunlardan biri de, bu sorunların halk arasında yarattığı tepki ve güvensizliktir. Yarım asırdır, sermayenin Avrupasını yaratma adına atılan adımların çoğu, “Avrupa halkları arasında sınırların kalktığı” söylemi üzerine kurulmuştu. Bugün Avrupa Birliği ülkeleri arasında tek para birimi, serbest dolaşım, ortak kurumlar gibi yapılanmalar, ulus devletlerin, ulusal sınırların aşılmakta olduğu gibi gösterilmeye çalışılsa da, “birleşik Avrupa”ya hangi ulus devletin damgasını vuracağının mücadelesi devam ediyor.

“Sınırların kalkması”, “serbest dolaşımın sağlanması”,  “halkların Avrupa’sının kurulması” gibi söylemlerin çoğu kulağa hoş gelmekte birlikte, asıl hedefin, Avrupalı kapitalistlerin en güçlülerinin çıkarlarını savunma ve yerküre üzerinde daha etkili şekilde pratiğe geçirmek olduğu, bugün önceki döneme göre daha fazla açıklık kazanmış bulunuyor. Brüksel’de hazırlanan ve tek tek ülkelere dayatılan özelleştirme, taşeronlaştırma, düşük ücretlerle çalıştırma… gibi ekonomik haklar ile demokratik hakların kısıtlanmasını içeren pek çok yeni düzenlemenin emekçilerin yararına olmadığı, “sınırları kaldırma” adı altında emek-sermaye uçurumunun daha da derinleştirilmek istendiği daha iyi görülüyor. Bu da, son yıllarda, Brüksel’den dayatılan ve ‘kıta çapında’ uygulanan politikalara karşı mücadelenin halk arasında daha fazla ilgi görmesini sağlamakta, bu politikaları sürdüren parti ve örgütler giderek güç kazanmaktadırlar. 2004 yılında yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde AB’ye eleştirel bakanların önemli oranda oy topladığı görülmüştü. Benzer bir tablonun, önümüzdeki yıl yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimlerinde yeniden ortaya çıkması bekleniyor. Bugün de, pek çok ülkede, başta ortak para birimi olan Euro’nun neden olduğu hayat pahalılığı olmak üzere, pek çok alanda Brüksel politikalarına karşı çıkan emekçilerin sayısında önemli bir artış var. Keza, son yıllarda Brüksel ya da başka başkentlerde sendikalar ve sosyal hareketler tarafından AB’nin dayattığı politikalara karşı düzenlenen gösterilere on binlerce insanın katıldığı da bir gerçek.

Bütün bunlar, Brüksel bürokratları ve büyük ülkelerin mali sermaye temsilcileri tarafından yeniden şekillendirilmek istenen AB’nin, Avrupa halklarının iradesine ve isteğine aykırı bir yönde yapılandırıldığını, halkların da buna sessiz kalmadığını gösteriyor. AB Anayasası’ndan sonra hazırlanan Lizbon Sözleşmesi’nin de referandumla reddedilmesi, halkın, AB’nin büyük güçlerinin çıkarlarına bağlı olarak daha fazla militaristleştirilmesi karşı olduğunu açık olarak gösteriyor. Avrupa’nın birçok ülkesinde, AB’nin emperyalist bir birlik halinde yeniden örgütlenerek, dünyanın paylaşım sürecine militarist bir güç olarak dahil edilmesine karşı önemli bir toplumsal muhalefet bulunuyor. “Hayır” oyunu kullananların ezici bir bölümünün işçiler, köylüler ve düşük gelire sahip emekçiler, kampanyaları sürdürenlerin sendikalar, solcu-ilerici örgütlerin olması dikkate değer. Günümüzde AB’nin şekillenmesinde önemli olan faktörlerin başında bu toplumsal muhalefet bulunuyor. AB’nin biçimlendirilmesinde halkı devre dışında tutarak yasalar ve sözleşmeler hazırlayanlar, her referandum sonrasında, masa başında üretilenlerin gerçek hayata uymadığını bir kez daha görmüş olmalılar.

 

AB’DEKİ GELİŞMELERİN TÜRKİYE’YE YANSIMASI

Avrupa’nın egemen güçlerinin AB’yi yerküre üzerinde askeri bir birliğe dönüştürmek için yapmış oldukları planlar, “aday ülke” statüsündeki Türkiye’yi de yakından ilgilendiriyor. Türkiye, her şeyden önce yapılanma sürecinde söz sahibi olmadığı bir birliğin içerisine, AB’nin büyük güçlerinin kurallarını peşinen kabul ederek girmek zorunda kalacaktır. Bu durum, dünyanın yeniden paylaşılmasında her açıdan militaristleşmeyi önüne koyan bir AB’ye üye olmasının Türkiye haklarına neyi kazandıracağı, neyi kaybettireceği sorununun açıklık kazanması açısından önem taşıyor. Ayrıca, AB tarafından Avrupa emekçilerine dayatılan neoliberal politikalara karşı Avrupa çapında tepki giderek artarken, aday bir ülkede tam üyelik durumunda halkın başına nelerin geleceği daha iyi ve denebilir ki daha kolay görülebilir. Bu bakımdan, Türkiye-AB ilişkilerine ve üyelik sürecine, parça-bütün ilişkisi içerisinde bakmak, parçanın bütüne eklenip eklenmeyeceği sorunundan çok, bütünün kendisinin problemli olduğunu görmekte yarar var. “Demokrasi”, “sosyal eşitlik”, “özgürlük”, “askeriyeden arınmış sivil siyaset” gibi bundan bir kaç yıl önce AB “ölçeği”nde moda haline getirilen kavramların esasen gerçeği ifade etmediği, bugün çok daha yalın ve net görülebilir. AB’nin, farklı kültürler ve uluslardan insanların sınırsız bir şekilde bir araya gelerek oluşturdukları bir birlikten çok, Avrupa’nın en güçlü devletleri ve tekellerinin dünya üzerindeki egemenlik mücadelesinin bir ürünü olduğu görülebilir. 50 küsur yıllık AB’nin temelinde halkların gönüllü bir şekilde bir araya gelerek sınırları kaldırma, barış içerisinde bir arada yaşama vb. özleminden çok, sermayenin geleceğe dair planları yatıyor. Buna ek olarak, bugün tıpkı Fransa, Hollanda ve İrlanda referandumları sonrasında yaşandığı gibi, en temel demokratik haklar ve halkların iradesinin çiğnenmesi, bu “birlik”in en önemli özellikleri arasında yer alıyor.

 

SONUÇ OLARAK

Son bir kaç yıl içinde AB cephesinden olup bitenlere baktığımızda, şu temel özellikler ortaya çıkmaktadır:

1-     AB sermayesinin, AB Anayasası ve Lizbon Sözleşmesi özgülünde geliştirmek istediği ekonomik, politik ve askeri birliği derinleştirerek, dünya ölçeğinde güçlü bir emperyalist mihrak olduğunu gösterme doğrultusunda izlediği siyaset, milyonlarca emekçi tarafından reddedilmektedir. Fransa, Hollanda ve İrlanda referandumlarının sonuçları bunun ifadesidir.

2-        Avrupa egemenleri ile Brüksel bürokratları, yukarıdaki referandumlarda ortaya çıkan sonuçları tanımayarak, en temel demokratik işleyişe saygılı olmadıklarını göstermişlerdir. Bunun bilincinde olan sermaye kesimleri, artık AB için alınan kararların halkoyuna sunulmaması için yeni düzenlemelere başvuracaklardır. İrlanda’da olduğu gibi Anayasası’nda AB ile ilgili yasaların halk oyuna sunulmasının zorunlu olduğu ülkelere, Anayasa değişikliği yapmaları dayatılacaktır. Böylece, kararlar halka sunulmadan hayata geçirilmek istenecektir.

3-        AB sermayesi ve egemen ülkeleri, bütün “hayır”lara rağmen, AB Anlaşması ve Lizbon Sözleşmesinde ifadesini bulan “politik entegrasyon” sürecini en az zararla hayata geçirmek için sonuna kadar çaba harcayacaklardır. Bu bakımdan, Lizbon Sözleşmesi önümüzdeki yılın başında yürürlüğe girmediği taktirde, aynı talep ve istemlerin sıralandığı yeni bir sözleşmenin halkın önüne konulması sürpriz olmayacaktır.

4-        Gelişmeler, AB’nin hızla militarist ve neoliberal bir birliğe dönüşmekte olduğunu ya böyle olmasının onun büyük güçlerinin hedefi olduğunu gösteriyor. Önümüzdeki dönemde “tam entegrasyonu” isteyen ülkelerin “Çekirdek Avrupa” olarak kendilerini ifade etmeye başlamaları büyük bir olasılık olmakla birlikte, “Entegrasyonu sürecine” karşı olan ya da ekonomik-politik konumu buna uygun olmayanların itirazları da devam edebilecektir. Bu durum, “itirazcılar”ın durumunu tartışmalı hale getirebilecektir.

5-        Bu, aynı zamanda, AB içinde çelişki ve çatışmaların derinleşmesi, her ülkenin kendi çıkarını korumak için alabildiğince çalışacağı anlamına geliyor. Buna, bir de, ABD’nin dışarıdan bölme politikaları eklendiğinde, çok üyeli, bütünlüklü ve uyumlu bir AB’nin oluşmasının mümkün olmadığı görülüyor.

6-        Halklar için tüm bunlar, AB’nin emperyalist politikalarına ve bu politikanın tek tek ülkelerdeki yansımasına karşı mücadelenin tereddütsüzce geliştirilmesi zorunluluğunu ifade etmektedir.



[1] Sınırlı olanaklara sahip, ama uğruna mücadele ettiği davanın doğruluğuna inanan ve bunun için gecesini gündüzüne katan, sokak sokak dolaşarak bildiri dağıtan, afiş asan, bilgilendirme toplantıları düzenleyenlerin başarı kazanabileceği de böylece bir kez daha kanıtlanmıştı.

 

Kriz, Euro, AB ve Gelecek Hayali

2007-2009 dünya ekonomik krizinin temposunda sonraki yıllarda “düşüş”,”düzelme-toparlanma” görüldüğü propagandasının yükseltildiği bir dönemde, daha güçlü bir krizin söz konusu olduğuna dair tartışmalar yeniden yoğunluk kazandı. Bu büyük krizin faturasının emekçilerin, işçi sınıfının sırtına bindirilmesi yoluyla, sermayenin zararlarının bütün toplumun zararı haline getirilerek, devletler tarafından büyük tekellere “kurtarma fonları”, “konjonktür paketleri” adı altında zararların kamu kaynaklarından karşılanması etkisiyle meydana gelen devasa bütçe açıklarının devletlerin iflasını gündeme getirmesi şeklinde yaşanacağına dair görüşler giderek ağırlık kazanıyor.

Böyle olması şaşırtıcı da değil! Çünkü krizin etkisini/şiddetini azaltma adına büyük tekelci işletmelere ve bankalara yapılan kaynak aktarmaların mutlaka bir karşılığının olması gerekiyordu. Ekonomik kriz dolayısıyla hükümetler, mali sermayeye “konjonktür paketleri” adı altında toplam 33 trilyon 500 milyar dolar devlet güvencesi verdiler. Ancak şimdi iş tersine dönmüş gibi. Bu nedenledir ki; sermayenin kriz zararlarını karşılama ve konjonktür paketleri oluşturma politikası sonucunda, ABD’de ve Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde devlet borçları görülmedik şekilde yukarı fırladı. IMF’nin yeni başkanı Christina Lagarde’in büyük tehlikeyi önleme adına ABD başta olmak üzere aşırı borçlu ülkeleri “iflas tehlikesi” konusunda uyardı ve bütçe açığını en kısa zamanda frenlemelerini istedi. Bugüne kadar tek tek şirketlerin çökmesi, iflas etmesi bir yönüyle devletler tarafından telafi edilebilecek bir durum iken, şimdi devletler içine düştükleri kamu borcu krizinin yaratacağı “iflas” tehdidiyle yüz yüzeler. Bankalar başta olmak üzere tekellere güvence veren ve büyük miktarda mali destek sunan devletlerin büyük çoğunluğu “iflas etmemek için”(!) uluslararası sermaye kurumlarının kapısında dilenerek ve daha güçlü emperyalist devletlerin dayatmalarına boyun eğerek ayakta kalmaya çalışıyorlar.

Bu yöndeki en çarpıcı gelişmeler, 2009’un sonundan bu yana Yunanistan başta olmak üzere İrlanda, Portekiz, İtalya, İspanya gibi Avro Bölgesi ülkelerinde yaşanıyor. AB ekonomisinin yüzde 2.4’ünü oluşturan Yunanistan’da “aşırı borçlanma krizi” ya da “bütçe açığı” ilk ortaya çıktığında, burjuva ekonomistleri ve birçok politikacı sorunun bu ülke ile sınırlığı olduğunu ileri sürerek, Avro’ya üyelik sürecinde yanlış rakamlar verildiğini; Yunan halkının gelirlerini gözetmeksizin “fazla harcadığını” ileri sürerek, sorunu bu ülkeyle sınırlı göstermeye çalışmışlardı. Ancak, meseleye oldukça yüzeysel yaklaşımı içeren bu popülist propagandanın gerçeği ifade etmediği kısa bir süre sonra anlaşıldı. Aşırı borçlanmanın Yunanistan ile sınırlı olmadığı, pek çok AB ülkesinin Maastrich Antlaşması’nda belirlenin “ortak ekonomik kriterler”e uymadığı dillendirilmeye başlandı. Yunanistan’ın ardı sıra İrlanda, Portekiz, İspanya ve İtalya’nın (bu ülkelerin tümüne PIIGS devletleri deniliyor) aşırı borçlanma ile karşı karşıya kalmaları, uluslararası mali sermaye tarafından kuşatılan ülkelerin önce aşırı borçlanmaya, sonra da iflasa sürüklenmesinin tekil bir durum olmadığı ve bunun kapitalizmin temel yasalarının işleyişiyle ilişkili olduğu bir kez daha ortaya çıkmış oldu.

MAASTRICH KRİTERLERİ VE BÜTÇE AÇIĞI

Aşırı kamu borçlanmasının Avro’yu ortak para birimi olarak kullanan ülkelerde meydana gelmesi, Avro’nun nasıl etkileneceği tartışmasını beraberinde getirdi. “Ortak para ve ekonomi politikası” için belirlenen kriterler yeniden masaya yatırıldı.

7 Şubat 1992’de, dönemin AB ülkeleri tarafından Hollanda’nın Maastrich kentinde imzalanan ve 1 Kasım 1993’te yürürlüğe giren Maastrich Kriterleri’ne göre, bir AB üyesinin bütçe açığının toplam Gayri Safi Milli Hasıla’nın yüzde 3’ünden, Gayrisafi Yurtiçi Hasıla’nın (GSYİH) ise yüzde 60’ından fazla olamayacağı karara bağlanmıştı.

Maastrich Kriterleri arasında sayılan, bugün Yunanistan ve diğer ülkelerin durumunun tartışılmasına neden olan “GSYİH’nin yüzde 60’ndan fazla bütçe açığı olmama” kriteri baz alındığında, Avro’yu ortak para birimi olarak kullanan 17 ülkeden sadece Finlandiya, Slovakya, Slovenya, Lüksemburg ve Estonya’nın durumunu buna uygun düşüyor. Geriye kalan 12 ülkenin bütçe açığı GSYİH’larının yüzde 60’ından fazla. En çok borçlu olanların başında ise yüzde 157 ile Yunanistan, yüzde 120 ile İtalya, yüzde 112 ile İrlanda, yüzde 102 ile Portekiz, yüzde 97 ile Belçika geliyor. Bu beşliyi, Avro Bölgesi’nin en büyük ekonomilerine sahip Fransa (yüzde 85) ve Almanya (yüzde 82) takip ediyor.[1]

Benzer bir durum “yüzde 3 kriteri” için de geçerli. Dolayısıyla, Maastrich Kriterleri’ni aşma ve aşırı borçlanma içine girme, günümüz Avrupa’sında sadece Yunanistan’ın, İtalya’nın, Portekiz’in değil, bütün ülkelerin sorunu haline gelmiş bulunuyor. Uluslararası bankalar, mali sermaye fonlarının verdiği borçtan aldığı faizden çok daha fazlasını kazanmak için devlet tahvillerinin değerini düşürmüşler ve bu da bu ülkelerin borçlarının artmasına ve “iflas ile yüz yüze gelmeleri”ne yol açan etkenlerden biri olmuştur. Aşırı borçlanma içine çekilen ve iflas ile karşı karşıya kalan Yunanistan’ın kurtarılması adına başlatılan süreç de, ülkenin borç açığının azalmasından çok artmasına neden olmuştur.  AB Komisyonu’nun 2012 tahminlerine göre, Yunanistan’ın halen yüzde 157 olan bütçe açığı, bunca tasarruf paketine ve özelleştirmeye rağmen önümüzdeki yıl yüzde 166’ya çıkacak. Veriler, bu ülkenin bütçe açığının yıllara göre büyümeye devam ettiğini gösteriyor. 2007’te yüzde 105 olan bütçe açığı, 2008’de yüzde 111’e, 2009’da yüzde 127’ye, 2010’da yüzde 143’e çıkmıştır. Bu veriler, Yunanistan’ı kurtarma adı altında hazırlanan 110 milyar Avro’luk fona, sosyal kesintiler karşılığında verilen kredi dilimlerine rağmen, bütçe açığının büyümeye devam ettiğini gösteriyor. Ve şimdiden 2013’ten sonra ne kadarlık bir “yardım paketi”nin karar altına alınması gerektiğinin hesapları yapılıyor. Daha da önemlisi, AB Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası (AMB) ve Uluslararası Para Fonu (IMF) tarafından dayatılan 28 milyar Avro’luk tasarruf paketi, 50 milyar Avro’luk özelleştirme programı parlamentoda tarafından kabul edilmiştir.

Yunanistan’ın içinde bulunduğu/düşürüldüğü durum, Avro bölgesi ve AB ülkelerinin “birleşme” ve “ortak ekonomi” politikalarının sadece işçi sınıfı ve emekçiler için değil, bu “birlik”in ‘küçük’ ülkeleri açısından da tahrip edici sonuçlar doğurduğunu gösteriyor. Yunanistan’ın durumu bunu daha iyi anlamak açısından çarpıcı bir örnek oluşturuyor. Kısaca bakalım.

YUNANİSTAN: ‘KURTARILDIKÇA’ BATAN ÜLKE

Son bir buçuk-iki yıldır AB Komisyonu-AMB-IMF troykası tarafından Yunanistan’a dayatılan reçeteler, borç krizini bitirme yerine daha kronikleştirmiş bulunuyor. “Kurtarma” adına atılan bütün adımlar Yunanistan’ı düzlüğe çıkarma yerine daha da batırdı. Kurtarılan ise sadece Avrupa’nın büyük bankaları, yatırım fonları ve sigorta tekellerinin yüksek faiz karşılığı Yunanistan ve onun gibi borç batağına itilen ülkelere verdiği paralar ile onların yüksek getirileri.

“Yunanistan’ın toplam 300 milyardan fazla borcunun yüzde 74’ünü, yani 218 milyar Avro’luk bölümünü, yabancı bankalar ve kurumlardan alınan miktar oluşturuyor. Yabancı bankaların toplam 146 milyar Dolar alacağı bulunuyor. Sadece Alman bankalarının 34 milyar Dolar (23 milyar Avro) alacağı söz konusu. Bu toplam içinde sigorta tekellerinin 49 milyar Avro, emeklilik kurumları ve fonların 47 milyar Avro’luk alacağı bulunuyor. Çeşitli ülkelerin Merkez Bankaları ise 33 milyar Avro alacaklı. Yunanistan’ın kamu borcunun yüzde 56 kadarı (164 milyar Avro) Avro Bölgesi ülkelerine ait. Bunun 72 milyar Avro’su bankalar, 44 milyar Avro’su sigortalar, 33 milyar Avro’su emeklilik kurumları ve fonlara, 9 milyar Avro’su Merkez Bankalarına ait. Alacaklı ülkelerin başında 50 milyar Avro ile Fransa, 28 milyar Avro ile Almanya, 20 milyar Avro ile İtalya, 17 milyar Avro ile Belçika, 15 milyar Avro ile Hollanda ve yine 15 milyar Avro ile Lüksemburg geliyor.[2]

Ülkeler adına sıralanan alacaklılar listesindeki gerçek alacaklılar elbette bu ülkelerin en büyük banka, sigorta, yatırım fonlarıyla özel ya da kamu tekelleri. Bu nedenle, “borçlu” ülke Yunanistan’ı kurtarma adına AMB-IMF tarafından 2013’e kadar ayrılan 110 milyar Avro’luk “kurtarma fonu”nun çok önemli bir bölümü bu tekellere gidecek.

Keza Alman bankalarının İspanya’dan 240 milyar Dolar, Portekiz’den 47 milyar Dolar, İrlanda’dan 184 milyar Dolar, İtalya’dan 190 milyar Dolar alacağı bulunuyor.[3]

Benzer bir durum kamu açığı krizi içinde olan başka ülkeler için de geçerli. Almanya’da yayınlanan Die Zeit gazetesine göre, “Aşırı borç içinde olan AB üyesi ülkelerden, Alman bankaları, sigorta şirketleri ve diğer finans kurumları 500 milyar Avro’luk; Fransız bankaları ve finans kurumları 400 milyar Avro’luk; aynı şekilde İngiliz bankaları ve kurumları da 400 milyar Avro’luk devlet tahvili satın aldı.[4]

Bu veriler, “Avro krizi”nin kazananlarının asıl olarak Almanya, Fransa ve İngiltere olduğunu ve bu üç ülkenin parasal ve politik gücünü kullanarak dayatmalarda bulunduğunu gösteriyor. Veriler, uluslararası tekellerin yüksek faiz karşılığında vermiş olduğu kredileri –bütçe açığı ve iflas tehdidi nedeniyle– geri alamama riskinin, sözünü ettiğimiz üç ülkenin bankalarının, sigorta şirketlerinin ve finans fonlarının “kurtarma” paketleriyle  devreye girdiğini gösteriyor. Hannover Leibniz Üniversitesi Kamu Finansmanı Enstitüsü Müdürü Stefan Homburg, uluslararası mali sermayenin Yunanistan’ın içini boşaltarak kamu borcu krizine sürüklemesini şu şekilde özetliyor: “Birinci aşama: Bankalar ve Hedge fonlar mağdur ülkeden devlet tahvili satın alıyorlar. İkinci aşama: Ülke hakkında kredi notunu düşürecek şekilde gevezelik yapmaya başlıyorlar. Üçüncü aşama: Bunun üzerine tahvillerin değeri artınca geri satıyorlar. Böylece hükümeti kandırarak yüksek kar elde ediyorlar.[5]

Bu büyük dolandırıcılık yoluyla en çok para kazananların başında Alman mali sermayesi geliyor. AB çapında “borç krizinin” bu denli derinleştiği bir dönemde Deutsche Bank’ın 2011 yılının ilk yarısında, kendi tarihindeki en büyük kâr miktarlarından birini yakalamış bulunuyor. Deutsche Bank, kendi verilerine göre, 2011’in ilk çeyreğinde 2.8 milyar Avro kâr elde etti ve bankanın şefi Josef Ackermann bu sonucu “Bankanın tarihindeki ikinci büyük kar” şeklinde kamuoyuna duyurdu. En dikkat çekici olan da bu kârın yüzde 96’sının “spekülasyon ticareti” (hisse alış-verisi) yoluyla elde edilmesidir. Bankanın hedefi ise yılsonunu 10 milyar Avro kâr ile kapamak.

Bu örnekler, uluslararası sermaye tarafından yüksek faiz karşılığında kamu borç sarmalına alınan Yunanistan gibi ülkelerin karşı karşıya geldikleri durumun, başka ülkeler açısından da beklenilir olması olasılığının yüksek olduğuna işaret ediyorlar. “Borç krizi” giderek derinleşecektir. Borçlu ülkelerin borçluluk durumu giderek ağırlaşacaktır.

Hemen belirtmek gerekiyor ki; riskin artması nedeniyle Yunanistan’a yüksek faizli borç veren bankalar ve yatırım fonlarının bir bölümü, şimdi daha temkinli davranıyorlar. Uluslararası Ödemeleri Denkleştirme Bankası (Bank für Internationalen Zahlungsausgleich – BIZ) tarafından yapılan bir araştırmaya göre, sadece geçen yılın son çeyreğinde, yabancı bankalar tarafından 10,3 milyar Dolar (7 milyar Avro) Yunanistan’dan çekildi. Avro Bölgesi’nde Almanya ve Fransa’dan sonra üçüncü büyük ekonomiye sahip İtalya’nın Yunanistan ile aynı kaderi paylaşması durumunda ise, AB’nin durumu içinden daha fazla çıkılmaz hale gelecek! Çünkü Yunanistan, Portekiz ve İrlanda gibi Avro Bölgesi’nin toplam ekonomisi açısından küçük olan ülkeleri, hazırlanan ve hazırlanacak “kurtarma fonları” ile idare etmek mümkündü. Ancak, İtalya’nın kredi notunun düşürüldüğü yönündeki haberler bile ilk günde Avrupa borsalarını sarsıp Avro’nun dolar karşısındaki değerini düşürdü. İtalya’nın borç krizi içine sürüklenmesi ise işin rengini iyice değiştirecek.

Gayrisafi Yurtiçi Milli Hasıla’sının yüzde 120’si kadar bütçe açığı, 1.8 trilyon Avro borcu bulunan İtalya’nın bu durumdan kısa zamanda çıkması beklenmiyor. Daha şimdiden, yükü emekçilere aktaran 47 milyar Avro’luk tasarruf paketi senatoda onaylandı. Emekçilerin yaşamı çok daha zorlaşacak.

AB’NİN ÜLKELER ÜZERİNDEKİ TAHAKKÜMÜ YOĞUNLAŞIYOR

Yunanistan’dan başlayarak genişleyen ve en son İtalya’yı da içine almaya başlayan “aşırı kamu borcu krizi” ya da yaygın tanımlanmasıyla “Avro Krizi”nin önlenmesi adına AB’nin egemen güçlerinin attığı adımlar, bugüne kadar ekonomik ve siyasi anlamda gerçekleştirilemeyen “tam birliğin” zor ve baskı yöntemiyle hayata geçirilmek istendiğini gösteriyor. Tek tek devletlerin ekonomi ve bütçe üzerindeki yetkisini Brüksel’e devretmesini düzenleyen yeni kurumların ve anlaşmaların oluşturulması, aynı zamanda normal koşullar altında ülkeler üzerinde “bütçe disiplini” ve “mali kontrolü” gerçekleştiremeyen sermaye güçlerinin, şimdi bu krizi bir fırsat bilerek adımlar attığı, dolayısıyla krizi fırsata çevirmek istediği görülüyor. AB bünyesinde bu amaçla birçok “pakt” oluşturulup anlaşma imzalanmış bulunuyor. Bu kurum-pakt ve anlaşmalar, AB’nin biçimlenmesinde rol oynayan Batı Avrupalı güçlü emperyalist ülkelerin nasıl bir Avrupa istediğini de ortaya koyuyorlar. Bunların başlıcaları şunlardır:

a-) AVRO-ARTI-PAKT: Mart ayının sonunda bir araya gelen AB liderleri, “Avro krizini” çözme adına, AB’nin ekonomi ve mali politikasını Brüksel’den belirleme, üye ülkeler üzerinde baskının çerçevesine tanımlamak üzere “Avro-Plus-[ARTI-] Paktı”nın kurulmasını karara bağladılar. Avro’nun yürürlükte olduğu ülkeler için bağlayıcı özelliği bulunan paktın amacı şu şekilde ifade ediliyor: “Farklı ekonomileri, ekonomilerdeki gelişmişlik düzeylerini ya da belli yapısal belirtileri (Maastrich kriterleri gereğince) birbirine yakınlaştırmak amacıyla böylesine bir paktın oluşturulmasına karar verilmiştir.”

Pakt gereğince her Avro ülkesi, her yıl için, diğer Avro ülkelerine karşı sorumluluklarını yerine yetirip getirmediği konusunda hesap verecek. Almanya Başbakanı Angela Merkel, bu durumu “karşılıklı sorumluluk” olarak adlandırırken, bunun ülkeler arasında “politik işbirliğini güçlendireceği”ne inanıyor.

Paktın amaçlarının başında, “ülkeler arasındaki mali ve ekonomik işlemler konusunda koordinasyonu sağlamak” olduğu açıklansa da, asıl amaç, ücretlerin, sosyal hakların daha da aşağıya çekilmesi.

“Avro-Plus-Paktı” kapsamında ayrıca “Avrupa 2020 Stratejisi” ve “Avrupa Sömestri” adlı planlar bulunuyor. “Avrupa Stratejisi 2020” ile 2020 yılına kadar Avro Bölgesi çapında farklı “sosyal piyasa ekonomisinin birbirine yakınlaştırması” amaçlanıyor. “Avrupa Sömestri” ise finans ve maliye politikaları koordine edilecek ve ulusal bütçelerin Brüksel ile konuşularak hazırlanmasını sağlayacak. Buna gerekçe olarak da tek tek ülkelerin bütün AB ekonomisini etkileme özelliğine sahip olması gösterilerek, “disiplinin zorunluluğuna” dikkat çekiliyor. “Avrupa Sömestri” 2005’te karar altına alınan Lizbon Stratejisi’nin sertleştirilmiş halinden başka şey değil.

b-) İSTİKRAR VE BÜYÜME PAKTI (SWS): Bu pakt ile AB üyesi ülkelerin “ulusal ekonomi pratikleri” kontrol altına alınacak. Bununla, henüz Avro Grubu üyesi olmayan ülkelerin Avro’ya geçişleri durumunda bütçelerinin disiplin altında tutulması hedefleniyor. Bu pakt öncelikli olarak Avro kullanan AB’nin 17 üye ülkesi için geçerli. Pakt gereğince ülkelerin ulusal yasalarını ve anayasalarını bu çerçeveye göre düzenlemeleri gerekiyor. Böylece “ulusal hükümetler”in AB’ye karşı görevlerini yapıp yapmadıkları sıkı şekilde denetlenmiş olacak. Pakta üye olan ülkeler, ücretleri “makul” düzeye indirme, emeklilik yaşını nüfus gelişmesine göre düzenleme, anayasalarına “borçlanmanın sınırlandırılmasını” öngören maddeler ekleyecekler. Yanı sıra, yılda bir düzenlenecek zirvelerde alınan kararların uygulanıp uygulanmadığı gözden geçirilecek. Uygulamada geri kalan ülkelere yaptırımlar gündeme gelecek. Almanya’nın talebi üzerine pakta 17 Avro ülkesinin yanı sıra Bulgaristan, Danimarka, Letonya, Litvanya, Polonya ve Romanya da dahil edildi.

c-) AVRUPA İSTİKRAR MEKANİZMASI (ESM):  Mart ayında yapılan AB Zirvesi’nde, Avrupa Mali İstikrar Fonu (EFSF) kredi havuzunun 250 milyar Avro’dan 440 milyar Avro’ya yükseltilmesi ele alınırken, Haziran 2013′de EFSF’nin yerine “Avrupa İstikrar Mekanizması” (ESM)  kurulması kararlaştırıldı. Sürekli hale getirilen “İstikrar Mekanizması” kapsamında üye ülkelere daha fazla bütçe ve borçlanma disiplinine ilişkin kurallar ve yine üye ülkelere uzun vadede tasarruf yapma zorunluluğu getirilirken, aşırı borçlu ülkelerin hükümetleri üzerinde bütçe açıklarını kapatmaları yönünde baskı artırılacak. Haziran 2013′de çalışmaya başlayacak ESM’nin toplam bütçesi 700 milyar Avro olacak. Bunun 80 milyar Avro’su nakit olarak fonda bekletilecek. 620 milyar Avro’luk bölümün 420 milyarı her an çekilebilir sermaye ve 200 milyarı ise kefalet sermaye bölümlerinden oluşacak. Avro Grubu ülkeleri fona nakit aktarmakla yükümlü oldukları miktarı 2017 yılına kadar beş taksitte ödeyecekler.[6]

TAHAKKÜM İÇİN YENİ KURUMLAR SIRADA BEKLİYOR

“Avro krizi”nin ortaya çıkmasından sonra, “aşırı kamu borçlanması” içinde olan ülkeleri kurtarma adı altında AB liderleri tarafından karar altına alınan Avro-Artı-Pakt, SWP ve ESM gibi yeni sözleşmeler ve kurumlar, eskiden de var olan ancak yaptırım bakımından esnek olan sözleşmelerin sertleştirilmesini içeriyor. Böylece, AB’nin asıl karar verici ülkeleri olan Almanya, İngiltere ve Fransa tarafından “disiplin” adına dayatılan anlaşmalar, her üç anlaşmada da görülebileceği gibi “ulusal karar mercilerini” (Parlamento, hükümet ve bakanlıklar) bir tarafa bırakıyor ve bütün ekonomi ve mali politikaların Brüksel’den belirlenmesini içeriyor. Ancak, bu “pakt”ların da istenilen disiplini sağlayamayacağının farkında olan AB’nin büyük sermaye güçleri, daha merkezi bir sistemin kurulması için yeni kurumların oluşturulmasını sıkça gündeme getiriyorlar.

Bunların başında AB Maliye Bakanlığı, Avrupa Para Fonu, mali politikalarla ilgilenen Ekonomi Hükümeti (Wirtschaftsregierung), Avrupa Reyting Ajansı geliyor. Hatta, kendisini dizginleyemeyen azgın sermaye sözcüleri Avro bölgesinde kontrol edilemeyen bütçe açıklarını engellemek amacıyla, bütün ülkelerin tahvillerinin “Avro Tahvilleri” olarak birleştirilmesini bile talep etti. Kurulan ve kurulmak istenen kurumların hedeflerine bakıldığında, AB’nin büyük ülkelerinin (Almanya/Fransa) AB ekonomisinin tek elde toplanmasını zorunlu gördükleri anlaşılıyor. Bunun anlamı; ekonomileri zayıf küçük ülkelerin büyük ülkeler tarafından mutlak olarak teslim alınmasıdır. Ne var ki; bunun için temel kabul edilen ortak pazar ve para birliği konusunda genel çerçeve açısından bazı adımlar atılmakla birlikte, bunun daha somut bir hal alması anlamına gelen bütün ülkeler için geçerli olan ortak maliye/finans, bütçe, vergi, ücret politikaları halen söz konusu değildir. Almanya ve Fransa’nın dış politikada olduğu gibi bu konularda da ortak politikanın oluşturulması gerektiği yönünde çeşitli dönemlerde ve biçimlerde yaptığı çağrılar, öneriler sonuçsuz kaldı, kalmaya da devam edecek. Çünkü farklı ülkelere ait sermaye grupları arasındaki rekabet ve daha fazla kậr arzusu bunu olanaksız kılıyor. Ve öyle görünüyor ki, son ekonomik kriz ve aşırı borçlanmayla birlikte bu yöndeki rekabet bundan sonra daha da kızışacaktır. Bu çelişkinin kendisi özünde mevcut AB içinde “çelişkisiz” ortak siyasi ve ekonomik politikaların mümkün olmadığını gösteriyor. Bu nedenle, Almanya ve Fransa ikilisi AB’de nihai hedef olan siyasi ve ekonomik açıdan “tam birliği” dayattıkça birliğin temelleri sarsılmaktadır.

Ama, “Birleşik Avrupa”dan en çok kazanç elde edenler bütün bu çelişkilere rağmen, genel hedeflerine varmak için, olanaklar elverdikçe azami dereceden süreçten yararlanacaklardır. Bu nedenle, Avro’nun “çöküşü” ve “dağılması” tehdidi kullanılarak normal koşullarda olması zor ya da uzun bir zaman alması tahmin edilen “merkezileşme/birleşme” politikaları daha hızlı bir şekilde, özellikle de Almanya ve Fransa tarafından gündeme getirilerek, üye ülkelere dayatılıyor.

AVRO KRİZİ Mİ AB KRİZİ Mİ?

Avrupa’nın büyük sermaye güçleri açısından, AB’yi kısa zaman içinde kendi çıkarlarına göre dizayn etmede fırsat olarak görülen “Avro krizi”nin bugünkü verili durumu itibariyle gerçekten parasal anlamda bir kriz olup olmadığı tartışmalı. Evet, ortada gelişmiş ekonomilere karşı rekabet gücü zayıflayan, bu yüzden de artık rekabet edebilecek durumda olmayan ülkeler ve bu ülkelerin vermiş olduğu büyük bütçe açıkları söz konusu. Yani, sorunun özünü “kamu borcu krizi” oluşturuyor. Ancak bunun “Avro krizi”ne dönüşmesi de pek mümkündür. Bir veya bir kaç ülkenin iflas etmesi ve buna bağlı olarak dünya piyasalarında Avro’nun değerinin düşmesi muhtemeldir. Ama bu durumun kendisi bile Avro’nun hemen ortadan kalkacağı, eski ulusal paralara geri dönüleceği anlamına gelmiyor.

Dolayısıyla bugün açısından tek tek ülkelerin içine düştüğü bütçe açığı elbette tek başına Avro’ya geçiş ile açıklanamaz. Bu nedenle, Yunanistan ile başlayan diğer ülkeler ile devam eden “aşırı borçlanma” krizinin kendisi asıl olarak kapitalist ekonominin işleyişiyle, yasalarıyla ve çarpıklığı ile ilgilidir. Ülkelerin tek tek mali tablosuna bakıldığında hemen hemen hiç bir Avro ülkenin borç sarmalından kurtulamadığı görülüyor. Dolayısıyla krizler ne şu ve ya bu hükümetin beceriksizliği, yanlış reçetelerinden, ne büyük tekellerin yanlış kararlar almasından kaynaklanıyor. Bu ülkelerin hükümetleri bir bütün olarak tekelci kapitalizmin işleyiş kurallarına göre hareket ederek kendi sınıflarının çıkarları ve ihtiyaçlarına göre hareket ediyorlar, kararlar alıyorlar.

Zira eşitsiz ve sıçramalı gelişme emperyalist kapitalizminin temel bir özelliğidir. Dolayısıyla, farklı ekonomi birikimine sahip olan AB ülkeleri arası eşitsizlikler ve dengesizlikler kaçınılmazdır. Ortak para birimi Avro, bu dengesizlikleri giderme yerine daha da büyütmüştür. Örneğin; en büyük ekonomiye sahip Almanya’nın ihracatının yarısından fazlası AB ülkelerine gitmektedir. Avro, Alman sermayesinin elini diğer ülkelerin sermayelerine karşı güçlendirmiş, dolayısıyla da gücünü artırmıştır. Avro sayesinde Almanya’nın ticaret fazlalığı, diğer ülkelerin ticaret açığını büyütüyor. Keza; Avro zayıf devletlerin kendilerine göre bir para politikası oluşturma olanağını da (devalüasyon yapma) ortadan kaldırdığı için, dışarıya borçlanma adeta tek seçenek olarak sunulmuştur.

Ama AB’nin egemen güçleri ve medyası bu gerçeği örtbas ederek, işi tek tek ülkelerin “hasta ekonomileri”nin durumuna indirgiyor ve sistemi aklıyor. Almanya’nın eski başbakanlarından Helmut Schimdt’in bir süre önce “Avro’nun durumu”na ilişkin bir tartışma vesilesiyle söyledikleri bu bakımdan hayli ilginçti. Schmit şöyle diyordu: “Gerçekten de Avro hem içeride hem de dışarıda Amerikan Dolarından daha istikrarlı. Bizde enflasyon oranı düşük, paranın değeri yüksek. Avro son 12 yıl içinde, Alman Markı’nın son 12 yılına göre çok daha istikrarlı. (…) Dünya çapında para rezervlerinin yüzde 30’u Avro, yüzde 60’ı Dolar, yüzde 10’u Yen, Sterlin ve İsviçre Frangı ve diğerlerinin üzerinden yapılıyor. Bu demektir ki, Avro bugün dünyanın ikinci büyük önemli parası, ancak önümüzdeki yıllarda Çin’in dövize bağlı ticaret zorunluluğunu bırakması durumunda, Ranminbi (Yuan-Çin parası) tarafından geride bırakılabilir” diyor.[7]

ORTAK PARA BİRLİĞİ “AVRUPA BİRLİĞİ”Nİ SAĞLADI MI?

Bütün bu gelişmeler ve ortadaki veriler, AB açısından bir “gelecek krizi”nden söz etmek için önemli nedenler olduğunu gösteriyor. Ortak ekonomik ve siyasi kriterlerin tam olarak benimsenmediği, her emperyalist ülkenin kendisine göre bir Birleşik Avrupa Devletleri hayali kurduğu günümüzde, tek tek ülkeler nezdinde yaşanan krizler, kapitalist devletler arasında rekabetin olduğu koşullarda, ekonomik ve siyasi açıdan “birleşik bir Avrupa”nın öyle beklenildiği kadar kolayca gerçekleşir olmadığını gösteriyor. Serbest dolaşıma imkan veren Schengen Anlaşması ile ortak para birimi Avro’nun yürürlüğe girmesini, “kıta Avrupa’sında artık ulus devletin yerine çok uluslu Avrupa Birleşik Devletleri’ne giden yolun yarılandığı” şeklinde yorumlayanlar bir kez daha yanılmış görünüyorlar.

Emperyalist devletlerin ve onların tekellerinin kendi çıkarlarına göre bir Avrupa yaratmak için ekonomileri zayıf ve güçsüz olanları ezdikleri; teslim almaya çalıştıkları “Birleşik Avrupa” yolculuğunda, önemli bir dönemeç olarak kabul edilen Avrupa Anayasası Fransız ve Hollanda halklarının duvarına çarpmış, ama onlar yine de hedeflerine varmak için Lizbon Sözleşmesi’ni gecikmeli de olsa yürürlüğe koymuşlardı.

Bu sözleşmeyle öngörülen ortak siyasi, mali, askeri ve dış politika hamlesi de “ulus devletler” arasındaki çelişkilerin giderilmesine, bastırılmasına yetmemişti. Bu anlaşılmış olmalı ki, şimdi ek anlaşmalarla bu baskı ve hizaya getirme çabası, bir kez de “kriz” tehdidiyle sonucuna ulaştırılmak isteniyor.

Ancak, buradan çok fazla bir şey çıkmayacağı bugünden görünüyor. En yetkili ağızlar bile artık belirlenen hedefe varmanın kolay olmadığını, varıldığı takdirdeyse, geride pek çok kaybın olacağını ifade ediyorlar.

Dolayısıyla, Avro ekseninde yapılan tartışmalar, duyulan kaygılar asıl olarak AB’nin geleceğiyle ilgilidir. Nitekim Almanya eski Başbakanı Helmut Kohl’un Avro’nun yürürlüğe girmesinden önce gündeme getirdiği ve “birlik” için şart olduğunu ileri sürdüğü “Politik birlik” üzerine söylemler yeniden yoğunluk kazanmış bulunuyor. Hatta bazıları, Avro’nun çökmesi durumunda, Avro Bölgesi’nin dağılacağını ve AB’nin geleceğinin tehlikeye düşeceğini ileri sürerek, “siyasi birliğin sağlanması”nı bunun çözüm yöntemi olarak gösteriyorlar. Örneğin, AB Ekonomi ve Para Politikası Komiseri Olli Rehn, Avro’nun çöküşünün asıl olarak siyasi bir çöküş anlamına geleceğini ifade ederek, şunları söylüyor: “Avro sadece bir ödeme aracı değil, tersine topluluğumuzun (AB) temel politik projesidir. Bu nedenle Yunanistan’ın Avro’dan çıkmasını hiç bir zaman kabul etmeyeceğiz.[8]

Demek ki; tek tek Avro Grubu ülkelerinin içinde bulunduğu durum tek başına onların geleceğiyle ilgili değil, bir bütün olarak AB’nin siyasi varlığı ile de ilgilidir. Bu gerçekten hareket edildiğinde, Avro’dan en çok yarar gören, kâr eden büyük ülkeler ve onların sermaye güçleri, şimdilik Avro’dan dönüşün mümkün olmadığını ifade ederek, sıkı sıkıya ilan edilen tasarruf planlarına bağlı kalınmasını istiyorlar.

Ancak, Avrupa’nın egemen güçleri ne yaparlarsa yapsınlar, kapitalizm koşullarında sonu gelmeyecek rekabet, aşırı kar hırsı, eşitsiz gelişim, güçlü olanların güçsüz olanları yutması vb. olgular, “ulusal çıkarlar yerine Avrupa’nın çıkarları”nı koyma iddiasını boşluğa düşürüyor. “Ortak siyasi iradeye ulaşma” adına başlatılan uygulamalar da, güçlü olanın sözünün geçtiğini kanıtlamış durumda. Günümüz AB’si de zaten parçalı halde varlığını sürdürebiliyor.

Bu bir yana, son “borç/Avro” krizi ile birlikte AB bir kez daha net bir şekilde Avro Bölgesi üyesi olanlar ve olmayanlar olarak ikiye bölündü. Avro’nun geleceği adına yapılan toplantılarda alınan kararların çoğu sadece Avro Grubu üyesi ülkelerin katıldığı toplantılarda alındığı dikkate alındığında, karar verici ülkelerin zenginler/büyükler durumundaki Almanya ve Fransa olduğu görülüyor. Keza; bu bölünmeye son zamanlarda bir de “istikrarlı kuzey”-“istikrarsız güney” ayrımı eklendi. Akdeniz’e sahili bulunan ülkelerde kendisini gösteren kamu borcu açığı dalgası karşısında özellikle İskandinav ülkeleri, kendisini korumaya aldı. İlk adımı ise Schengen Anlaşması’nı rafa kaldırarak sınır kontrollerini başlatan Danimarka attı. Bu nedenle AB’nin Kuzey-Güney olarak bölünmesi gerektiğini savunanların sayısı hiç de az değil. Daha önce de sıkça varlığından söz edilen “yaşlı Avrupa” (Batı Avrupa) ve “genç Avrupa” (1 Mayıs 2004’te üye olan Doğu Avrupa ülkeleri) ayrımları da göz önünde bulundurulduğunda, 27 üyeli AB zaten parçalı bir görüntü vermektedir.

BURJUVAZİSİNİN BİTMEYEN RÜYASI: “AVRUPA BİRLEŞİK DEVLETLERİ” OLANAKLI MI?

Gelinen aşamada, Avrupa’ya egemen olmak isteyen ülkelerin burjuvazisinin uzunca bir süredir hayalini kurduğu ve atmış olduğu kimi somut adımlarla gözleri boyadığı “Avrupa Birleşik Devletleri” hayali yaklaşık iki yıldır cereyan eden ve bundan sonra da derinleşerek sürmesi beklenen “aşırı borçlanma” krizi, kapitalizm koşullarında farklı ulusal devletlerin kendi ekonomik ve siyasi çıkarlarını bir tarafa bırakarak, yeni bir devlet ve “Avrupalılık kimliği” altında buluşmasının mümkün olmadığını gösteriyor. Bu gerçek Marksistler için bilinir olduğu halde, artık  “Avro’nun tutmayacağı ve bir gün çökeceği” üzerine tartışmalar kapsamında bazı liberal ekonomistler tarafından da dillendiriliyor.

Ekim 1917 devriminin lideri V. İ. Lenin, Ağustos 1915’te kaleme aldığı “Avrupa Birleşik Devletleri Sloganı üzerine” başlıklı makalede bu sloganın gerçekleşmesinin mümkün olmadığını şöyle ifade ediyordu: “Emperyalizmin ekonomik koşulları —yani sermaye ihracı ve dünyanın “ileri” ve “uygar” sömürgeci güçler arasında paylaşılmış olması— açısından, kapitalizm altında bir Birleşik Avrupa Devletleri ya olanaksızdır ya da gericidir.[9]

Gelişmeler ve olgular Lenin’i haklı çıkardı. Son gelişmelerin kendisi “Birleşik Avrupa Devletleri”nin öyle kolay olmayacağını, olması durumunda bile denetim altına almaya çalıştığı ülkelere, işçi sınıfına ve emekçilere karşı muazzam derecede gerici olacağını gösteriyor. Daha birleşme gerçekleşmeden, birleşme yönünde atılan adımlar dolayısıyla, kurulan kurumlar ve imzalanan sözleşmelerin kendisi emekçilere karşı gerici karakterini yeterince ortaya koyuyor.

Ekonomik ve siyasi anlamda “birleşik” bir karakter kazanmadan, bunun gerçekleşmesini mümkün hale getirmek üzere oluşturulan kimi mekanizmalar, imzalanan sözleşmeler işçi sınıfı, emekçi kitlelere dayatmış olduğu politikalarda tam anlamıyla gerici bir hal almış bulunuyor. Buna, dış politikadaki militarizm, iç politikada emekçilere yönelik iktisadi-sosyal saldırılardaki yoğunlaşma ve demokratik hak ve özgürlüklerin kısıtlanması yönünde atılan adımlar eklendiğinde, AB’nin emekçiler açısından oldukça gerici karakterde bir “oluşum” olduğu daha da netlik kazanıyor. Bu da, önümüzdeki süreçte, Alman/Fransız burjuvazisinin hem kıta içinde hem de kıta dışında çıkarlarını koruma ve geliştirmeye dayalı bir proje olan AB’nin işçi sınıfı ve halklar nezdinde hızla itibar kaybetmesi ve dayatılan gerici politikalara karşı öfkenin büyümesi anlamına geliyor.

Yunanistan başta olmak üzere aşırı borçlanmanın olduğu ülkelerdeki emekçiler ve gençler arasında, gelinen durumun sorumlusunun AB/Avro olduğu bilinci hızla gelişiyor ve AB’nin asıl olarak burjuvazinin çıkarlarını kıta Avrupa’sında ve dünyada korumak ve geliştirmek amaçlı olduğu daha yalın hale geliyor.

Dolayısıyla, AB’nin “halkların ve ülkelerin eşit ve gönüllü birliği” olduğu şeklindeki burjuva propagandası bundan sonra eskisi gibi geniş kitleleri etkilemeyecektir. Zira; zaman, AB’nin, halkların ihtiyaçları temelinde ülkelerin ve halkların gönüllü birliği olarak gerçekleşmediğini, tam tersine burjuvazinin pazar alanını genişletmek ve rekabet gücünü artırmak için oluşturduğu bir birlik olduğunu bir kez daha kanıtlanmış bulunuyor.

MUHTEMEL GELİŞMELER VE EĞİLİMLER

Son iki yıldır yaşananlar ve gelecekte yaşanması muhtemel gelişmelere bakıldığında, AB açısından önümüzdeki dönem şu gelişmelerin meydana gelmesi olanak dahilindedir:

a- Avro Grubu’na yön veren Almanya ve Fransa, yürürlükte olduğu 12 yıl boyunca yararını gördükleri Avro’yu güçleri yettiğince koruma çabası içinde olacaklar. Ancak, siyasi gelişmelere bağlı olarak, rekabet gücü iyice dibe vuran küçük ülkelerin burjuvazisi, kendi çıkarlarına bağlı olarak AB ve Avro’dan çıkmayı ciddi olarak gündeme getirebilir. Bu durumda, sözünü ettiğimiz AB’nin egemen güçleri “giden gider, kalan sağlar bizimdir” diyerek yoluna devam etmeye çalışırlar.

b- Ekonomik ve siyasal anlamda tam birliği isteyen ve istemeyen ülkeler olarak AB’nin “iki vitesli” ya da “çekirdek-çevre” olarak bölünmesi güçlü olasılık bir halindedir. Mevcut üye ülkelerin tümünün sonuna kadar birlik içinde kalıp kalmayacağı çoktandır tartışma konusu. Bu yüzden “siyasi birliği” savunucusu durumundaki Almanya, Fransa ve Benelux ülkelerinin katılımıyla “iki vitesle” (hızlı ve yavaş olanlar) giden bir çekirdek Avrupa planı, Almanya ve Fransa’nın “B planı” olarak kenarda duruyor. Hemen belirtmek gerekiyor ki, çekirdek ülkeler arasında yer alan Belçika’daki siyasi istikrarsızlık, –iki yıldır koalisyon hükümeti kurulamadı– bu çekirdeğin de fire vermesine yol açabilir. Görünen o ki, birbirine sıkı sıkıya bağlı olması arzulanan çekirdek, öyle “çelikten” olmayacak.

c- Hem Almanya ile Fransa arasında, hem de tek tek ülkeler arasında pazar rekabeti kızışacak, çelişkiler derinleşecek. Dış ticaret bakımında Almanya’nın mallarının yarısından fazlasını AB ülkelerine satması, herkesten önce Fransa’nın işine de gelmiyor. Bu nedenle, dışarıdan çelişkisiz görünün Alman-Fransız ittifakı her biri için aslında hedefe varmak için “zorunlu evlilik”ten başta bir şey değildir.

d- Avro’yu kurtarma adına dayatılan tasarruf paketleri, başta iflasın eşiğindeki ülkelerde olmak üzere, kıta genelinde işsizlik ve yoksulluğu artıracak. Çünkü dayatılan paketler bir taraftan kamu iş kolunda çalışanların maaşlarını yüzde 30-40 düşürmeyi öngörürken, diğer taraftan emeklilik yaşını yükseltiyor, emeklilik maaşını da düşürüyor. Borç içinde olan ülkeler yeni işyerleri açacak sabit sermayeye yatırım yapamadıkları için işsizlik sürekli artacak. En çok da genç yığınlar arasında.

500 milyonluk AB’de 30 yaşının altında 100 milyon genç yaşıyor. Bu gençlerin 15-24 yaşları arasında olanlarının yüzde 20’sinden fazlası işsiz. Genç işçilerin yüzde 40’ı güvencesi olmayan süreli işlerde çalışıyor ve her an kapı dışarı edilmeyle karşı karşıya. Ekonomik kriz sırasında zaten önce gençler işten atıldı. 18-28 yaşları arasındaki gençlerin yüzde 15’nin lise bitirme, yüzde 30’nun üniversite diploması yok. AB ortalaması açısından bu şekilde ifade edilen rakamlar tek tek ülkelere indirgendiğinde daha vahim bir tablo ortaya çıkıyor. On binlerce, yüz binlerce gencin meydanları terk etmeme kararı alarak protestolara başladığı İspanya’daki gençlerin yüzde 43.6’sı işsiz. Bu oran, uluslararası tekellerin, emperyalist kuruluşların boğazını sıktığı Yunanistan’da yüzde 33.4. AB’nin Doğu Avrupa’daki üyelerinde de durum çok farklı değil. Litvanya, Estonya, Slovakya’da gençler arasında işsizlik yüzde 35-40 arasında. İtalya, İrlanda, Macaristan’da da benzer bir durum söz konusu. Dolayısıyla, borç açığının kapatılması adına kamu kurumlarının yabancı ülkelere ve tekellere kelepir fiyatına özelleştirmesi, ardından başlayacak “yeniden yapılandırma planları” da on binlerce, yüz binlerce emekçinin işinden olmasına neden olacak.

e- Benzer şekilde büyük ve zengin ülkelerdeki emekçilerin kazanımları da birer birer kesilmek istenecek, krizin yaşandığı ülkelerdeki kesintiler ve gelişmeler bunlara temel dayanak olarak gösterilecek. İş piyasasında ve çalışma yaşamında kriz içinde olan ülkelerdeki emekçilerin durumu, burjuvazi için “aynılaştırma kriteri” olarak sunulacak. Keza, “kurtarma paketleri” ya da “yardım fonları” adına AB çapında karar altına alınan fonlara aktarılacak milyarlarca Avro’nun halkın sırtından karşılanması için özel vergiler, kesintiler gündeme getirilecek. “Krizdeki ülkelerle dayanışma” adına yapılacak bu kesintiler asıl olarak bu ülkelerdeki halkın değil, uluslararası tekellerin cebine indirilecek. Bu nedenle; işsizlik ve yoksulluk aynı zamanda zengin ülkelerde de artacak, sınıflar arası çelişkiler derinleşecek.

EMEKÇİ MUHALEFETİNİN YÜKSELMESİ İÇİN KOŞULLAR FAZLASIYLA OLGUN

Bütün bu gelişmelerin emekçilere getirdiği yeni yükler ve bununla bağlı olarak artacak olan sosyal-siyasal saldırılara karşı emekçilerin önünde, çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmek ve sermaye ve hükümetlerinin saldırılarını püskürtmek için daha fazla birleşmek, örgütlü birliklerini güçlendirmek ve Avrupa çapında birbirleriyle dayanışma içinde mücadeleyi yükseltmektir. Bunun için koşullar olgunlaşmıştır ve sermaye-emek çelişkisinin giderek sertleşmesi kaçınılmazdır.

Son yıllarda ortaya çıkan kitle hareketleri, İspanya, Yunanistan, İtalya gibi ülkelerde ortaya çıkan kitlesel gençlik eylemleri bunun olanaklarına işaret ediyor. Avrupa emekçileri, son yıllardaki birçok eylem sırasında birbirleriyle dayanışma içinde mücadeleyi ilerletmeye istekli olduklarını da dile getirdiler. Buradan çıkan sonuç, ileri işçilerin, emekçilerin ileri kesimlerinin, halkın çıkarlarını savunan parti ve örgütlerin içinde bulunduğumuz ve önümüzdeki dönemde daha büyük sorumluluklarla yüz yüze olacaklarıdır. Bu sorumluluğun layıkıyla yerine getirilmesi sürecin Avrupa halkları ve dünya emekçilerinin yararına ilerlemesine hizmet edecektir.



[1] AB Komisyonu 2011 tahminleri, Der Spiegel 20/2011

[2] Financial Times’ten aktaran Deniz Gökçe, finanstek.net, veriler, Ekim 2010’a ait

[3] ISW Report, Nisan 2010

[4] Die Zeit, 19/2011

[5] Der Spiegel, 26/2011

[6] www.bundesregierung.de

[7] Die Zeit, 07.05.2011

[8] Der Spiegel, 21/2011

[9] http://www.enternasyonalforum.org/arastirma-ve-calisma-gruplari/2002-avrupa-birlesik-devletleri-siari-uzerine-vilenin.html

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑