ABD ekonomisi son dönemde tarihinin en uzun durgunluklarından birini yaşıyor. Dahası tünelin sonunda henüz ışık görünmüyor. Ülkenin içinde bulunduğu mali darboğaz her geçen gün daha da büyüyor. İşsizlik oranı, yüzde 8 gibi, ABD için oldukça yüksek sayılabilecek bir seviyede. Toplam kamu borç stoğu 16 trilyon doları aşmış durumda, bütçe açığı ise 1 trilyon doların üzerinde (GSYİH’nın % 8.7’si) seyrediyor. Bir de son günlerde çokça tartışılan “mali uçurum” meselesi var. Eğer Kongre Cumhuriyetçiler ve Demokratlar arasında yeni bir anlaşma sağlanamazsa yıl sonu itibariyle vergi indirimleri sona erecek. Kamu harcamalarında ise önemli kesintiler yaşanacak. Ülke ekonomisinde sert bir daralmaya neden olabileceği tartışılan bu durum, ABD kamuoyunda mali uçurum olarak adlandırılıyor.
Obama, daha önce de, 2010 yılında, Bush’un zenginlere dönük vergi indirimini iki yıl uzatarak ve 2011 yılındaki borç tavanı pazarlıkları sırasında sosyal amaçlı harcamalarda kesintilere giderek, Cumhuriyetçilere önemli tavizler vermişti. Paul Krugman gibi kimi Demokrat yazarlar, “Olmayan bir anlaşma, kötü bir anlaşmadan daha iyidir” şiarıyla Obama’nın bu kez şantaja boyun eğmemesi gerektiğini belirtiyor. Cumhuriyetçiler ise, Bush’un zenginlere dönük uyguladığı vergi kesintisinin uzatılması için bu durumu kullanıyor, zengin düşmanı olarak nitelendirdikleri hükümetten tavizler koparmadan uzlaşmaya yanaşmıyor.
Peki, ABD ekonomisinin böylesine büyük bir açmaza sürüklendiği bir dönemde Obama’nın seçim zaferini nasıl yorumlamalıyız? Bunun için öncelikle Amerikan seçim sistemini ana hatlarıyla özetleyerek işe başlayalım.
SALINCAK EYALETLERİN BELİRLEYİCİ ROLÜ
ABD’de başkan doğrudan seçmenler tarafından değil, seçmenler tarafından verilen oylar doğrultusunda siyasi partilerce belirlenen 538 üyeli bir “seçici kurul” tarafından seçiliyor. Her eyaletin seçiciler kuruluna göndereceği üye sayısı ise nüfusuna orantılı olarak belirleniyor. Örneğin 37 milyonu aşan nüfusu ile California’nın toplamda 55 üyesi bulunurken, bu sayı 1 milyon nüfuslu Montana’da 3’e geriliyor. Maine ve Nebraska dışındaki tüm eyaletlerde çoğunluğu kazanan parti eyaletin seçici kurula göndereceği tüm üyeleri belirleme hakkına sahip oluyor. Dolayısıyla California gibi büyük bir eyalette küçük bir oy farkıyla seçimin kaybedilmesi 55 oyun karşı partiye geçmesi anlamına geliyor. Bu nedenle, eyalet bazındaki seçim sonuçları büyük önem taşıyor ve başkan adaylarının, ülke genelinde, rakiplerinden belirgin biçimde daha fazla oy almasına rağmen seçimi kaybetmesi de mümkün hale geliyor. Son olarak 2000 seçimlerinde, Bush ülke genelinde daha az oy almasına rağmen başkanlık koltuğuna oturmaya hak kazanmıştı.
Son seçimlere bakıldığında, ülkenin belirgin bir şekilde iki parti tarafından paylaşıldığı görülüyor. Demokratlar New York, New Jersey, California, Washington, Illinois gibi şehirleşme oranının yüksek olduğu genelde kıyı bölgelerinde hakimiyet oluştururken, Cumhuriyetçiler ise Arizona, Teksas, Missisipi, Kentucky gibi kırsal nüfusun ağırlıklı yer tuttuğu iç bölgelerde büyük bir üstünlüğe sahip. Her iki partinin birbirine büyük bir üstünlük kuramadığı bazı eyaletlerde ise seçimin galibi ufak marjlarla belirleniyor. Seçim sonuçları üzerinde oynadıkları belirleyici rol nedeniyle partilerin, üzerine ağırlıkla eğildiği bu eyaletler “salıncak eyaletler” veya “anahtar eyaletler” olarak da adlandırılıyor. Obama’nın neden yarışı kazandığını anlayabilmek için öncelikle bu eyaletlerdeki sosyo-ekonomik dinamiklere göz atmakta fayda var.
Anahtar eyaletlerin başında, bilindiği gibi, 2000 seçimlerinde kıyasıya rekabete sahne olan bir yarış sonrasında belirleyici rol oynayarak Bush’u Gore karşısında başkanlığa taşıyan Florida geliyor. 2008 yılında emlak balonunun patlamasıyla ortaya çıkan krizden en sert şekilde etkilenen eyaletlerden biri olan Florida, son seçimlerde oyunu Obama’dan yana kullanmıştı. 2008’de McCain’e Florida’da yüzde 3 dolayında fark atan Obama, bu seçimde kılpayı da olsa (yüzde 1’in altında bir farkla) seçiciler kurulunda 29 oya sahip bulunan en önemli anahtar eyaleti kazandı. Eyaletin nüfusunun yüzde 18’ini oluşturan Hispanik oylarının yüzde 61 gibi bir oranda Obama’ya yönelmesi seçimin galibini de tayin etti. Burada ilginç olan bir diğer sonuç ise, bölgede Hispanik nüfusun önemli bir kısmını teşkil eden ve anti-komünist kimlikleriyle her dönem Cumhuriyetçilere yakın duran Kübalı göçmenlerin dahi yüzde 48 gibi bir oranda Obama’ya oy vermesi.
Bir diğer anahtar eyalet ise Ohio. Eyalet tarihsel açıdan da önem taşıyor. Bugüne kadar hiçbir Cumhuriyetçi aday Ohio’yu almadan başkanlığı kazanamamıştı. Bu seçimler de istisna olmadı. 2000 ve 2004 seçimlerinde Cumhuriyetçilerin kazandığı Ohio da, Florida gibi 2008 krizinden şiddetle etkilenmiş ve yüzde 5 kadar bir farkla tercihini Obama’dan yana kullanmıştı. 2012 seçiminde de yüzde 2 gibi bir oranla Obama seçimi aldı. Burada, eyalette özellikle otomotiv sektöründe örgütlü işçilerin seçim sonuçları üzerinde belirleyici rolü göze çarpıyor.
Virginia, Wisconsin, New Hampshire, Iowa, Nevada, Colorado gibi diğer “salıncak eyaletler”de ise, işçi oylarının yanı sıra azınlıklardan, gençlerden ve kadınlardan aldıkları oyun, ibreyi Demokratların lehine döndürdüğü görülüyor. Romney’nin doğum yeri olan, babasının valilik yaptığı, işçi nüfusunun yoğunluğuyla bilinen Michigan’da ve Romney’nin daha önce valisi olduğu Massachusetts’de Obama’nın seçimi kazanması da dikkat çeken bir diğer ayrıntı.
AZINLIKLAR OBAMA’YA YÖNELDİ
Son iki seçim sonuçlarını değerlendirdiğimizde etnik boyutun fazlasıyla ön plana çıktığını görüyoruz. Günümüzde Amerikan nüfusunun yüzde 72.4’ü beyazlardan oluşuyor. Hispanik olmayan beyazların oranı ise 1960’lı yıllarda nüfusun yüzde 85’ini oluştururken, günümüzde yüzde 63.7’ye kadar gerilemiş durumda. 2050 yılında bu oranın yüzde 46’ya kadar düşeceği tahmin ediliyor. İşte bu nedenle, Amerikan siyasetinde etnik dinamikler günümüzde her zamankinden daha büyük bir önem taşıyor.
Yüzyıllardır Amerikan topraklarında ezilen, sömürülen siyahların tarihteki ilk siyah başkana ezici bir destek vermesi sürpriz sayılmamalı elbette. Toplam nüfusun yüzde 13’ünü oluşturan siyahların son seçimde özellikle kilit eyaletlerde yüksek oranda sandığa gitmesi, seçim sonuçları üzerinde belirleyici rol oynadı.
Tarihsel olarak siyahlar, Abraham Lincoln’dan itibaren Cumhuriyetçilere destek vermişlerdir. Buna karşılık Amerikan iç savaşı sonrası kölelik yandaşı Güney eyaletlerini yüzyıla yakın bir süre boyunca hegemonyası altında tutan Demokratlar, siyahların oy haklarını gaspa yönelik “oy vergisi” ve benzeri yasal düzenlemelerin yanı sıra oy kullanımını sindirmek amacıyla vahşetin de ön plana çıkarıldığı birçok eyleme imza atmışlardır. Siyahların 1924 yılına kadar Demokratların parti toplantılarına dahi alınmadığını da ekleyelim.
Demokratların Güney’in partisi olmaktan çıkması ve siyahlardan oy almaya başlaması ise, Lincoln ile birlikte ABD tarihinin en popüler başkanı olarak gösterilen Franklin D. Roosevelt döneminde gerçekleşmiştir. 1932 yılında ekonomik krizin oldukça şiddetli olduğu bir dönemde iktidara gelen Roosevelt, ünlü “New Deal” politikasını uygulamaya koymuş, müdahaleci devlet politikalarıyla ekonomiyi ayağa kaldırmaya çalışmıştır. Bu süreçte Güney ve Batı eyaletlerindeki geleneksel Demokrat kesimin yanı sıra sanayileşmiş Doğu ve Orta Batı eyaletlerindeki işçi sınıfının da desteğini arkasına alan Roosevelt, bu desteğin verdiği güvenle, partisinin siyahlara dönük politikalarında da değişime gitmiştir. New Deal kapsamındaki kamu projelerinde siyahlara dönük ayrımcılığı yasaklayan ve siyahların kamuda istihdamını hızla arttıran Roosevelt bunun karşılığını sandıkta almıştır. Demokratların siyahlardan aldığı oy, 1932 yılındaki yüzde 30 seviyesinden yüzde 70’lerin üzerine taşınmıştır. 1936 seçimleri siyahların kendilerine oy hakkı tanıyan Cumhuriyetçileri tercih etmedikleri ilk seçim olarak da tarihe geçmiştir. Seçimlere toparlanmakta olan bir ekonominin avantajıyla giren Roosevelt, iki eyalet dışında tüm eyaletleri kazanarak önemli bir seçim zaferi kazanmıştır.
Siyahların Demokratlara dönük desteği açısından bir diğer önemli dönüm noktası ise 1960’lar olmuştur. 1964 yılında çıkardığı “Yurttaş Hakları Kanunu” ile yaşamın birçok alanında etnik ayrımcılığı yasaklayan ve siyahlara temel vatandaşlık haklarını tanıyan Lyndon Johnson ile Demokratların siyahlardan aldığı oy oranı yüzde 90’lara sıçramıştır. Ne var ki, Johnson’ın bu hamlesi, özellikle güneyli beyaz seçmenin Demokratlardan uzaklaşmasına da neden olmuştur. 1964 seçimi tarihe Demokratların güneyi kaybettiği seçim olarak geçerken, bu tarihten itibaren hiçbir demokrat adayın beyazlar arasında çoğunluğu sağlayamamış olması da dikkat çekicidir.
Siyah bir başkan adayı ile birlikte siyahların Demokratlara dönük desteğinin daha da artarak 2008’de yüzde 96’ya ulaştığı, 2012’de ise yüzde 99’a tırmandığı görülüyor. Siyah nüfusun ABD ortalamasının üzerinde bir artış göstermesi ve seçimlere katılım oranının artması da, uzun vade de Demokratların elini güçlendiren bir istatistik olarak karşımıza çıkıyor.
Obama’nın, sadece siyahlar değil, diğer azınlıklar içerisinde de oyunu belirgin bir şekilde arttırdığı göze çarpıyor. ABD nüfusu içerisindeki payı hızla artan ve beyaz Amerikalıların ardından ikinci en büyük etnik grup haline gelen Hispanikler, günümüzde ABD nüfusunun yüzde 16.4’ünü oluşturuyor. Geleneksel olarak Demokratlara oy veren Hispaniklerin Cumhuriyetçilere dönük desteği, George W. Bush döneminde yüzde 40 ile zirve yapmıştı. Hispaniklerin siyasi tercihlerinde dindarlık (kürtaj, doğum kontrolü gibi başlıklar) ve göçmen politikalarına dair ayrışmalar belirgin rol oynasa da, özellikle gelir seviyesindeki farklılıkların çok daha ön plana çıktığı göze çarpıyor. 2008 yılında Hispaniklerden yüzde 65 oranında oy alan Obama, 2012’de bu oranı yüzde 73’e çıkardı. Daha da önemlisi, yıllık 30 bin doların altında kazanan alt gelir grubu arasında bu oranın yüzde 80’lerin de üzerine tırmanması. Amerikan işçi sınıfının en alt, en güvencesiz kesimini oluşturan Hispanikler, aynı zamanda yüzde 28.2 ile yoksulluk oranın en yüksek olduğu (siyahlarda yüzde 25, beyazlarda yüzde 11) etnik grup durumunda.
Eyaletler bazında bakıldığında Hispanik seçmenin oynadığı belirleyici rol daha da ön plana çıkıyor. Obama’ya seçimi kazandıran Florida, Colorado, Nevada gibi “salıncak eyaletler”deki üstünlüğün ardındaki temel etmen Hispanik oyları gibi görünüyor. Yine New Mexico eyaletinde toplamın yüzde 36’sını oluşturan Hispanik oyları Cumhuriyetçileri yarışın dışına iten başlıca faktör.
Amerikan nüfusu içinde nüfusu en hızlı artan (1996 yılından itibaren yüzde 128) ve toplam nüfusun yüzde 4.8’ini oluşturan Asyalılar da ağırlıklı olarak Obama’yı tercih ettiler bu seçimlerde. Siyahlara ve Hispaniklere oranla daha düşük (yüzde 16.7) bir yoksulluk oranına sahip olan Asyalı nüfusun önemli bir bölümü, 1940-1990 arası komünist ülkelerden göç eden anti-komünist, muhafazakar ailelerden oluşmaktadır. 1990’lara kadar beyazlardan daha muhafazakar yegâne etnik grup olarak bilinen Asyalılar’ın siyasi kompozisyonu bu tarihten itibaren birlikte hızlı bir değişime uğradı. Çin ve Hindistan gibi ülkelerden göçün ağırlık kazanması ve anti-komünist paranoyanın değişen jenerasyonla birlikte etkinliğini yitirmesi, Asyalılar’ın Cumhuriyetçilere dönük koşulsuz desteğinin de erimesine yol açtı. 1992 yılındaki seçimlerde Clinton Asyalılar’dan ancak yüzde 32 oranında oy almayı başarabilirken, sonraki seçimlerde bu oy oranı sabit bir şekilde artış gösterdi. Kerry 2004’de Asyalı Amerikalılar’ın yüzde 56’sının oyunu alırken, Obama 2008’de Asyalılar’dan yüzde 62 oranında oy aldı. Son seçimlerde ise, Asyalılar, yüzde 73 gibi büyük bir farkla Obama’yı desteklediler.
Asyalılar’ın, Obama’ya desteklerini açıklarken, ülkeye aileleri tarafından kaçak yollarla sokulan küçük yaştaki göçmenlerin geri gönderilmesinin durdurulması başta olmak üzere göçmen konusundaki tavrını ön plana çıkarttıkları görülüyor. Cumhuriyetçilere yakın kimi “sivil toplum örgütleri”nin göçmen karşıtı söylemlerinin Asyalıları ürküttüğü ve Demokratlara yönelttiği de bir gerçek.
Azınlıkların siyasi tercihlerini incelerken, burada Yahudiler için de bir parantez açmak gerekiyor. Genelde, İsrail’in ülkedeki Yahudiler üzerinde büyük etkisi olduğu, İsrail’in bu nedenle ABD’nin dış politikasını da şekillendirebildiği savunulur. Seçim sonuçları bu savı büyük ölçüde çürüttü. İsrail’in Romney’ye açıktan destek vermesine, kimi Yahudi grupların Obama’nın aslen Müslüman ve Yahudi düşmanı olduğu şeklindeki yoğun propagandasına rağmen, anketler, Yahudilerin büyük bir çoğunlukla Obama’ya oy verdiklerini gösteriyor.
Ülke nüfusunun yüzde 2.2’sini oluşturan Yahudilerin, ortalama gelir seviyesi ve eğitim düzeyi bakımından ülke ortalamasının oldukça üstünde yer aldığı bir gerçek. Bu nedenle Yahudiler, ülkede nüfusun küçüklüğüyle orantısız bir etki alanına sahip. Tarihsel olarak ABD’ye ilk göç eden Alman Yahudilerinin muhafazakar ve sermaye çevrelerine yakın bir politik tutum benimsemesine karşın, 1880’lerden sonra Doğu Avrupa’dan göç eden ve çoğunluğu teşkil eden Yahudilerin sola daha yakın durduğu ve önemli bir bölümünün işçi örgütlerinde ve sosyalist örgütlerde aktif rol aldığı biliniyor. ABD tarihinde en fazla ayrımcılığa maruz kalan topluluklardan biri olan Yahudiler, Roosevelt’e yüzde 90 oranında destek vererek, New Deal koalisyonun önemli bir bileşeni haline gelmişlerdir. Yahudiler, sonraki dönemde de, ağılıklı olarak Demokrat adayları desteklemişlerdir. İsrail’in çıkarları ile oldukça örtüşen bir dış politika izleyen George W. Bush’un dahi Yahudilerden aldığı oy oranı yüzde 25’i bulmamıştır. Sandık çıkışında yapılan anketler, 2012 seçiminde Yahudilerin yüzde 70 gibi bir oranla Obama’ya oy verdiğini gösteriyor. Bu yüksek oran (2008 seçiminde alınan yüzde 74’e göre ufak bir düşüşe işaret etse de), giderek muhafazakarlaşan Cumhuriyetçi söylemin tüm azınlıklar gibi Yahudileri de tedirgin ettiği ve Obama’ya yönlendirdiğini gösteriyor.
ABD nüfusunun yüzde 1 kadarını oluşturan Müslümanlara baktığımızda da, yüzde 85 gibi oldukça yüksek bir oranda Obama’ya oy verildiği göze çarpıyor. Bu oy oranı, 2004 seçimindeki yüzde 89’a oranla ufak bir düşüşe işaret etse de, ortalamanın halen epey üzerinde. Cumhuriyetçilere yakın bazı muhafazakar grupların son dönemde yükselttiği Müslüman karşıtı söylemin seçmen davranışı üzerinde etkili olduğu muhakkak. Bir diğer dikkat çekici nokta ise, Hispaniklerde olduğu gibi Mislümanlar arasında da gelir seviyesi yükseldikçe Cumhuriyetçilere verilen oy oranının artışı.
GENÇLER, KADINLAR VE İŞÇİLERİN SEÇMEN TERCİHLERİ
Farklı sosyal grupların seçmen tercihlerini incelediğimizde; gençlerin, kadınların, yoksulların ve işçi sınıfının ağırlıklı olarak Obama’ya yönelerek, seçim sonuçları üzerinde belirleyici rol oynadığını görüyoruz. Yaş gruplarına göre baktığımızda, Obama 18-29 yaş grubundan yüzde 60 oranında oy alırken, yüksek yaş gruplarında oyu kademeli olarak düşüş gösteriyor. 65 yaş ve üstünde, bu oran yüzde 44’e kadar geriliyor. Bu durum, geleneksel olarak yaşlı nüfusun muhafazakar değerlere daha yakın durmasıyla açıklanabileceği gibi, farklı yaş gruplarının ayrışan ekonomik kaygılarını da yansıtıyor. İş piyasasına girmeye hazırlanan veya yeni atılan gençler, istihdamın arttırılması ya da öğrenci borçlarının geri ödenmesinde sağlanan kolaylıklar gibi, Obama’nın öne çıkardığı veya daha ikna edici bulunduğu sorunlara önem verirken, hali hazırda iş sahibi ya da emekliliğini almış üst yaş grupları, birikimlerinin geleceği açısından önem taşıyan vergilerin düşürülmesi ve bütçe açığının giderilmesi gibi konulara ağırlıklı vurgu yapan Cumhuriyetçilere yöneliyorlar.
Eğitim seviyesine göre bakıldığında ise, biraz daha karmaşık bir tablo ile karşılaşıyoruz. Lise mezunu olmayanlar arasında Obama yüzde 64 gibi oy oranı sağlarken, eğitim seviyesi yükseldikçe bu oran geriliyor. Üniversite mezunları arasında yüzde 47’ye kadar düşüyor. Tablonun en tepesinde, lisans üstü eğitim almış olanlar arasında ise, bir kez daha Obama yüzde 55 ile ön plana çıkıyor. Bu durum, eğitim seviyesi arttıkça artan gelir seviyesi ile açıklanabilir. İleride daha detaylı inceleyeceğimiz üzere, gelir seviyesi yüksek olan kesimler ağırlıklı olarak Cumhuriyetçilere yöneliyorlar. Diğer yandan, toplam içerisinde sadece yüzde 3 gibi bir pay tutan lisans üstü eğitim sahipleri ise, içlerinde akademisyenler gibi geliri fazla yüksek olmayan ve sosyal duyarlılıkları daha fazla olan bir nüfusu da ağırlıklı olarak barındırdığı için bu da anlaşılır bir durum.
Dindarlar yüzde 60 gibi bir oranla Cumhuriyetçileri tercih ederken, bu oran dindar Protestanlarda yüzde 70’i buluyor. Dini ibadette bulunmadığını belirtenler arasında ise Demokratların desteği yüzde 62’ye kadar tırmanıyor. Katolikler arasında Obama’ya dönük desteğin daha fazla olması da, Hispanik nüfusun iktisadi ve sosyal tercihlerinin daha ön plana çıkmasından kaynaklanıyor.
Ülkenin meselelerine göre sıraladığımızda ise, en önemli sorunun sağlık sitemi ve dış politika olduğunu düşünenler ağırlıklı olarak Obama’ya oy verirken, bütçe açığı diyen seçmenler ise Romney’ye yönelmiş. Ekonomi cevabını verenler ise, ufak bir farkla Romney’den yana oyunu kullanmış. En önemli iktisadi problem olarak emlak piyasasının durumunu ve istihdamı işaret edenler ağırlıklı olarak Obama’ya yönelirken, yükselen fiyatlar ve vergiler diyenler ise Romney’yi tercih etmiş. Bu tablo, Obama’ya verilen desteğin FED’in sürdürdüğü genişletici para politikasına dönük bir destek olduğunu da ortaya koyuyor. Obama’nın politikalarının en çok kime fayda sağladığı sorusuna ise, seçmenlerin yüzde 44’ü “orta sınıf”, yüzde 34’ü ise “yoksullar” cevabını vermiş. İşin ilginci ise, “yoksullar” cevabını verenlerin yüzde 75’ini bu durumu onaylamayan Cumhuriyetçilerin oluşturuyor olması.
Cinsiyetler arasında da seçmen tercihinde önemli farklar göze çarpıyor. Kadınlar arasında Obama, rakibine 10 puanlık bir üstünlük sağlarken, bekar kadınlarda bu üstünlük daha da artıyor. Evli kadınlar arasında ise, az bir farkla Romney önde görünüyor. Buradan kürtaj, doğum kontrolü gibi tartışmaların (özellikle Cumhuriyetçi Todd Akin’in “meşru tecavüz” açıklamasının) bekar kadınların oyları üzerinde belirleyici bir rol oynadığı anlaşılıyor. Evli kadınların çalışma oranının bekar olanlara göre daha düşük olduğu düşünülürse, ücret ayrımcılığı gibi önemli bir diğer başlık konusunda da bekarların daha fazla hassasiyet göstermesi anlaşılır bir durum. Ayrıca, bekar kadınların genelde daha genç olduğu düşünülürse, bu durum kısmen yaş grupları ile siyasi tercihleri arasındaki ilişkiyle de açıklanabilir.
Gelir gruplarına göre baktığımızda da, daha önceki gözlemlerimize paralel olarak, yoksulların ağırlıklı olarak Obama’ya oy verdikleri görülüyor. Yıllık geliri 30 bin doların altında olan alt gelir grubunda Obama’nın oyu yüzde 63’e kadar çıkıyor, gelir seviyesi yükseldikçe kademeli olarak geriliyor. Yıllık geliri 100 bin dolar üzeri olanlar arasında Cumhuriyetçilerin oyu yüzde 54’e kadar tırmanıyor.
Obama’nın belirgin biçimde rakibinden fazla oy aldığı kesimler içerisinde sendikalı işçiler de önemli yer tutuyor. Amerikan İşçi Federasyonu’nun (AFL) anketine göre yüzde 65 oranında Obama’yı tercih eden sendikalı işçilerin, oylarının yanı sıra yürüttükleri çalışma ile Ohio, Wisconsin ve Nevada gibi kritik eyaletlerde ibreyi Demokratlardan tarafa döndürdüğü görülüyor.
Ohio’da Cumhuriyetçi valinin kamu çalışanlarının grev haklarını ellerinden alması ve toplu sözleşme haklarını sınırlaması ile birlikte sendikalı işçilerin yüzde 60 oranında Obama’ya destek verdiği ve daha da önemlisi, 800 bin seçmenle temas kurarak kapsamlı bir seçim çalışması yürüttükleri belirtiliyor. Obama’nın otomotiv endüstrisine dönük kurtarma paketinin de bölgede oy getirdiği muhakkak. Sendikaların güçlü olduğu bir diğer eyalet olan Wisconsin’de ise, sendikalar, kamu çalışanlarının sendika hakkını ellerinden almaya çalışan Cumhuriyetçi Vali Scott Walker’a karşı olan tepkinin faturasını Romney’ye kestiler. 422 bin sendikalı işçiye sahip kritik eyalette, Obama, sendikalı işçilerin oyuyla 200 bin gibi bir farkla seçimi aldı.
DEĞİŞİM UMUDU SEÇİM SLOGANLARINDA KALDI
Seçimler sonrasında, sendikaların Obama’nın seçilmesinde oynadığı belirleyici rol kamuoyunda epeyce yer buldu. Sendikalar seçim sonuçlarını kutlarken, Obama da başta Otomotiv İşçileri Sendikası (UAW)’na olmak üzere sendikalara teşekkür etti. Ne var ki, Obama ve sendikalar arasında kurulan bu yakın ilişki, ülkede sendikalaşma oranının yüzde 11.8 (özel sektörde yüzde 6.9) ile tarihsel olarak en düşük noktasında olduğu gerçeğini değiştirmiyor. İlk sınav olarak, Obama, sendika liderleriyle mali uçurum meselesini görüşmek için buluşacak ve sendikalar bir kez daha Obama gerçeği ile yüzleşecek.
ABD ekonomisinin her geçen gün büyüyen bütçe açığı sorunu ve bu konudaki hassasiyetleri bilinen Cumhuriyetçilerin Temsilciler Meclisi’nde çoğunluğu ellerinde bulunduruyor olması, Demokratlara fazlaca bir hareket alanı da bırakmıyor. Bütçe açıkları giderek büyüyen eyaletler için kamu çalışanlarının sendikal hakları açık hedef haline gelmiş durumda.
Obama’ya gelince, üzerine, olduğundan çok daha solda bir kıyafet giydirilmeye çalışılıyor. Amerikan tarihinde ender görülür bir şekilde toplumun ezilen kesimlerini arkasına toplamış durumda. Ne var ki, bu durum, Obama’nın söyleminden ziyade ekonomik kriz sonrası büyüyen bölüşüm sorununun sınıfsal ayrılıkları keskinleştirmesinden ve böylesi bir dönemde Cumhuriyetçilerin izlediği aşırı muhafazakar, büyük sermaye yanlısı politikalardan, işçi sınıfı ve yoksul halk kitlelerinin kazanımlarına dönük saldırgan tutumundan kaynaklanıyor. Sınıfsal kutuplaşma arttıkça iki partili sistem güçleniyor. 2000 seçimlerinde Ralph Nader’ın aldığı yüzde 2.7’lik oyla George W. Bush’a başkanlık yolunu açmasının öcü masalı gibi tekrarlanıp durduğu bir ortamda, üçüncü partilerin, alternatif çıkış arayışlarının önü tıkanıyor. Kriz sonrası süreçte büyüyen ve daha fazla mobilize olan sisteme muhalif kitleler (Wall Street’i İşgal Hareketi gibi) ise, Obama’nın arkasında yedekleniyor. Bu grupların Demokratların seçim kampanyasında aktif rol alması, Demokratları kamuoyu nezdinde daha sola kaymış gibi gösterse de, aslında partinin ideolojik duruşunda herhangi bir değişim söz konusu değil. Cumhuriyetçiler sağa kaydıkça Demokratlar daha solda gözüküyor.
Sonuç olarak, 2012 seçiminde Amerikan seçmeni ekonomik görünümün tüm olumsuzluğuna rağmen, bir kez daha Obama’ya yöneldi. Boşa çıkan vaatler, sorulmayan hesaplar, yapılamayan reformlar, derinleşen gelir uçurumu ve bir türlü gelmeyen “değişim”… Tüm bunlar giderek radikalleşen sağ söylemin, gericiliğin, ırkçılığın, güçlü sermaye ve finans lobilerinin yarattığı korkuyla unutuldu gitti. Sınıfsal ve etnik kutuplaşma toplumun ezilen kesimlerini Obama’ya yöneltti. Değişim umudu ise, bir kez daha, seçim sloganlarında kaldı.