AKP’nin resmi tarihi

Arif Koşar
İsmail Afacan

Başbakan Erdoğan’ın Kanuni Sultan Süleyman dönemindeki harem ilişkilerinin anlatıldığı Muhteşem Yüzyıl dizisini ‘kınama’sıyla tarih tartışmaları yeniden uç verdi. Kütahya’da havaalanı açılışında konuşan Erdoğan “Aktif bir dış politika”nın gerekçeleri açıklarken “Ecdadımızın at sırtında gittiği her yere biz de gideriz, ilgileniriz” demişti. Harem ‘keyfi’ yapan, saray entrikaları içinde oynatılan, bir eli yağda bir eli balda yaşayan bir ecdadın ise ‘Atı izinde’ gitmeyi zorlaştıracağını bilen Erdoğan, kendi tarihsel argümanını güçlü kılmak adına Muhteşem Yüzyıl dizisini hedefe koymuştu: “Ama bunlar televizyon ekranındaki ecdadımızı zannediyorum o Muhteşem Yüzyıl belgeselindeki gibi tanıyorlar. Bizim öyle bir ecdadımız yok. Biz öyle bir Kanuni, öyle bir Sultan Süleyman tanımadık. Onun ömrünün 30 yılı at sırtında geçti. Sarayda, o gördüğünüz dizilerdeki gibi geçmedi. Bunu çok iyi bilmemiz, anlamamız lazım. Ben o dizilerin yönetmenlerini de o televizyonların sahiplerini de milletimin huzurunda kınıyorum. Bu konuda da ilgilileri uyarmamıza rağmen yargının da gerekli kararı vermesini bekliyoruz. Böyle bir anlayış olamaz. Bu milletin değerleriyle oynayanlara milletçe gereken dersin, cevabın hukuk içinde verilmesi gerekir.”
Bırakalım kendisini, ecdadı diye ilan ettiği padişahların eleştirilmesine  bile tahammül edemez hale gelen Başbakan Erdoğan’ın, her tarihsel eleştiriyi AKP’nin yeni-Osmanlıcı siyasal çizgisinin muhatabı kabul ettiği de görülüyor.
Bütün bu Muhteşem Yüzyıl tartışmalarının ötesinde AKP, bir süredir, zaman zaman tarihsel atıflar içeren ancak esasen siyasal ve güncel olan ‘eleştirileri’ni ‘yeni bir tarihyazımı’ çabasıyla da birleştiriyor. M. Kemal’in Nutuk’undan başlayarak günümüze kadar gelen ve çeşitli vesilelerle güncellenen resmi tarih, yeni bir güncellenme ihtiyacıyla karşı karşıya. Çünkü AKP’nin ve onun temsil ettiği güçlerin dönemsel iktisadi ve siyasal çıkarlarıyla, resmi tarihin  karikatürize edilmiş biçimde hortlayan  eski tez ve söylemleri arasında küçümsenmeyecek bir çelişki var.
Tam da bu nedenle, AKP’ye karşı kimi tamamen milliyetçi-gerici kimi de laiklik kaygısıyla verilen tepkiler resmi tarihin argümanlarından yararlanabiliyor. 10 Kasımda Anıtkabir’e yapılan yürüyüşte, AKP’ye karşı Atatürk maskeli tepkiler bunun küçük bir örneği.
Resmi tarihin hem ilk biçimi hem de günümüzdeki formatını AKP’nin beğenmediği, siyasal ihtiyaçlarına uygun bir dönüşüm istediği biliniyor. AKP’nin bu isteği de resmi tarihin baştan sona bir dönüşümü talebi değildir. Resmi tarih paradigmasının bir bütün olarak ortadan kaldırılması da söz konusu değildir. Çünkü bugün ‘resmi tarih’ ile ifade edilen eklektik bütün, kimi AKP muhaliflerinin savunageldiği 1930’ların resmi tarihinden de farklıdır. Bu, belki hiçbir kesim tarafından açıkça kabul edilmemiş ama özellikle 12 Eylül darbesinden sonra bir biçimde etkili kılınmış, İslami ve Osmanlıcı geçmişi de kabullenen bir resmi tarihtir. Ancak AKP, resmi tarihin ilk biçime karşı olduğu gibi, güncellenmiş halinin de yeniden reforme edilmesini istemektedir. Dolayısıyla günümüzün ‘resmi tarihi’ de AKP’nin iktidar gücü ve olanaklarıyla güncellemeye başladığı resmi tarihtir. Ve bu özelliğiyle AKP’nin dışında ve ondan bağımsız değildir. Derin Tarih dergisi de bu sürecin bir parçasıdır.
***
Tarihin yeninden yazımı sermaye ve onun iktidar partisi AKP için oldukça önemli. Çünkü tarih raflardaki kitap, arşivlerdeki belge ya da zihinlerdeki anılardan ibaret bir ‘bilgi yığını’ değildir. Böyle olsaydı, tarih, bakılacak, incelenecek, en ileri noktada dersler çıkarılacak bir belgelik olurdu.
Tarih; geçmişin bir birikimi olmakla birlikte kendi içinde bugünü ve geleceği de barındırır. Gelecekten ve bugünden bağımsız bir ‘tarih’ kavramsal olarak da pratik olarak da mümkün değildir. Ve tersidir… Çünkü, gelecek olan geçmişin bağrında olgunlaşmış, bugün filizlenmiş olandır. Yani gelecek ve geçmiş, dolayısıyla bugün, tek bir olgunun yaşamsal sürecidir. Her olgu da, bugünkü durumunda, geçmişin birikimini ve geleceğin tohumunu içinde barındırır. Hiçbir şey zamanın dışında olmadığı gibi bugün de geçmişten, gelecek de tarihten bağımsız değildir.
Geleceğin sahibi olmak isteyen, kendi sömürü düzenini bilinçli ya da bilinçsiz korumak üzere tarihi yazanlar/yazdıranlar, geçmişi kendi ihtiyaçları doğrultusunda yorumlamış ve yeniden üretmişlerdir. Geçmişin değerlendirilmesi de sadece geçmişe, olmuş olana dair değildir. Problem de geçmiş hakkında entelektüel bir tartışma ya da polemik hiç değildir. Egemenlerin tarih yazımı; süregiden düzeni alternatifsiz ve kaçınılmaz bir düzen olarak meşrulaştırmayı, kendi geleceğini garanti altına alabilmeyi, kısa ve orta vadeli ihtiyaçları doğrultusunda ideolojik yaşamı yeniden üretebilmeyi amaçlamaktadır.
Dolayısıyla her siyasal iktidar, tarihin kimi bölüntülerini ya da tarihsel olgu ve olayları kendi güncel-siyasal ihtiyaçları çerçevesinde kullanır. Politika ve politikasının meşruiyetini tarihsel ‘gerekçelerle’ temellendirerek, güçlü ve etkin kılmaya çalışır.
AKP de neredeyse her tartışma ve polemikte, bu ‘tarihsel yöntemi’ kullandı. İktidara geldiği günden bugüne mevcut düzeni ‘bürokratik oligarşi’ olarak tanımlayarak aslında ‘derin’ bir tarihsel tartışmayı da başlatmıştı. Ancak ilk çarpıcı tarih polemiği Dersim katliamı konusunda yaşandı. Başbakan’ın Kürt sorununa ilişkin ‘Analar artık ağlamasın’ çıkışı karşısında CHP Milletvekili Onur Öymen’in Dersim atıfı tartışmayı başlattı. “Dersim’de analar ağladı, gerekirse analar ağlar” diyerek ‘terörle mücadele’ çağrısı yapan Öymen, AKP’ye yeniden ‘demokrasi’ havarisi kesilme olanağı sağlamıştı. Oysa AKP’nin Kürt sorununda, bahsi geçen dönemde kısa süreli bir açılım ama esas olarak PKK’yi etkisizleştirme ve ‘terörle mücadele’ konsepti pratikte pek de farklı değildi. En azından vardığı sonuç böyleydi. Öymen’in Dersim katliamını savunan yaklaşımı karşısında AKP, CHP’yi ve savunageldiği tarihsel zemini eleştirmek için bu olanağı sonunda kadar kullandı.
CHP’nin ‘tarihi’ bilindik, resmi tarihti. Bu tarih; toplumun sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış kitle olarak tarifi, Kürt halkının varlığının reddi, devlet dini olarak Sunni İslam’ın dayatılması ve ‘milli’ kadronun çağdaş reformlarına dayanıyordu. Türklük ve Türklüğe dayanan millilik, Osmanlı’nın eleştirisini öngörüyor, hatta tarihsel kökenler Osmanlı öncesinden çıkarılıyordu . Ders kitaplarında yakın dönem tarihi bu tezler temelinde şekillendiriliyordu. Ancak 80 yıllık bu tarih anlayışı, Türkiye’nin kangren olmuş tarihsel sorunları (Kürt sorunu ve laisizm), dünya ve Ortadoğu’daki dengeler açısından işlevselliğini yitirmişti. CHP’li Öymen’in ‘gafı’ sonrasında AKP’nin başlattığı tarihsel tartışmalar, Dersim katliamına dair İnönü imzalı belgelerle yapılan şovlar; hem bir siyasal ihtiyacı hem de AKP’yi de aşan bir ideolojik/tarihsel yeniden yapılanmayı ifade ediyordu.

AKP’NİN TARİHİ YENİDEN YAZMA NEDENLERİ
AKP’nin yeni bir tarihyazımı başka bir ifadeyle resmi tarihi AKP’nin ihtiyaçları doğrultusunda güncelleme çabasından yukarıda söz edildi. Bunda üç temel etkenden bahsedilebilir:
Birincisi; uluslararası gelişmeler ve dengeler açısından Türkiye’ye biçilen yeni roller ve Türkiye egemenlerinin bu yeni ‘görevler’ karşısında yeniden konumlanması. Emperyalizmin Ortadoğu’yu yeniden şekillendirme planları, ABD’nin etkinliğini sağlama/artırma, enerji kaynakları ve iletim hatları üzerindeki kontrolünü koruma ve genişletme stratejisi çerçevesinde Türkiye’ye daha ilerden ‘görevler’ düşmüştür. ABD’nin Irak ve Afganistan işgalinde Türkiye’nin bazen açık bazen üstü kapalı desteği, ABD için oldukça önemliydi. Müslüman nüfusun ağırlıkta olduğu bir coğrafyada, ABD’nin kadim dostu İsrail’in oynayacağı rol elbette sınırlıydı. Türkiye; işte bu ortamda, ABD’nin Ortadoğu’ya müdahalesinde önemli araç-ülkelerinden birisiydi.
Genişletilmiş Ortadoğu Projesinde Başbakan Erdoğan’ın eş başkanı olması, İsrail’le yaşanan “One Minute” krizi, AKP’nin yeni Osmanlıcı söylemleri, birbirinden bağımsız gibi gözükse de bütün bunlar ABD stratejisiyle bağlantılı. Osmanlı halifeliği, Arap ülkelerindeki tarihsel geçmiş, buradan yola çıkarak Türkiye’nin Ortadoğu’daki Müslüman ülkelere ‘abilik’ iddiası, bir model ülke olarak Türkiye’nin ABD için önemini arttırıyor. Dolayısıyla yeni-Osmanlıcı iddia ve hedefler, tamamıyla ABD stratejisiyle uyum içerisindedir.
Türkiye sermayesinin ‘sınır ötesi’ hayalleriyle örtüşen ABD stratejisi, AKP’nin yeni Osmanlıcı bir politika izlemesine de zemin hazırladı. Yeni Osmanlıcılık projesinde, milliyetçi olmaktan çok İslami motiflerle süslenmiş ama milliyetçilerin ‘hayal’leriyle de ortaklaşan kimi iddialar yer alıyordu. Örneğin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik kitabında da ifade ettiği, Musul ve Kerkük üzerindeki Osmanlı’dan kalma iddialar ve MİT’in 2007 yılında ifade ettiği ‘aktif dış politika’ konsepti, Türkiye’nin ABD stratejisinde daha aktif bir rol oynayacağını taahhüt ediyordu.
‘Resmi tarih’in ‘Yurtta sulh cihanda sulh’ ilkesi bağımsızlık savaşı vermiş ve bu savaşta Kürtlerin desteğini almış bir siyasal önderliğin 1920’li yıllardaki ruh halini, hatta siyasal öngörüsünü yansıtıyordu. Ancak ‘yurtta sulh’ ancak Kürtlerin kendi haklarını talep etmemesiyle mümkündü, dolayısıyla gerçekliği söz konusu olamazdı, olmadı da. ‘Cihanda sulh’ ise emperyalizme karşı savaşmış ve en azından kısa vadede iyi ilişkilere sahip olmayan, diğer yandan hızla bu ilişkileri geliştirmek üzere çabalayan bir ülkenin gerçekçi bir politikası olabilirdi. Dolayısıyla 1920’li ve 30’lu yıllar Türkiye’si ve sonrasındaki yıllarda Türkiye kendi dışındaki olay ve olguların bir biçimde dışında kalmaya çalıştı. İkinci Dünya Savaşına katılmaktan imtina etti. Elbette ‘cihanda sulh’ yaklaşımı emperyalizmle sıcak ilişkiler kurmayı, giderek güçlenen Sovyet düşmanlığını, çevre ülkelerde ve dünyadaki gelişmeler karşısında emperyalist projelerin onaylayıcılığını ve taşeronluğunu inkar etmiyordu. Ancak en azından resmiyette, bir ölçüde de olsa fiiliyatta ‘Cihanda sulh’ ilkesi ‘para’ ediyordu. Bugünse AKP’nin dış politikası açısından tam tersi bir durum söz konusudur. Teröre karşı savaş konsepti içerisinde nerede emperyal savaş ve işgal varsa AKP Hükümeti onun içinde ve dahilinde olma çabasındadır. Bunun adıysa ‘cihanda sulh’ değil aktif dış politika ve (Turgut Özal’la da hatırlanan) ‘fırsatları’ değerlendirme politikasıdır. Bu politika resmi tarihin, daha Osmanlıcı bir temelde yenilenmesini öngörmektedir.
İkincisi; Türkiye’nin kangrenleşmiş sorunları karşısında resmi tarih anlayışının iflas etmiş olmasıdır. Örneğin Kürt sorunu… Kürt ulusal hareketinin yaygınlığı ve etkisi karşısında artık ‘Kürt diye bir şey yoktur’, ‘Kürtler, karda yürürken kart kurt sesi çıkaran Türklerdir’ diyen resmi tarih anlayışının geçerliliği olmadığı gün gibi ortadadır. Dolayısıyla sermaye ve AKP açısından böyle bir tarih anlayışı, Kürtleri ikna edemeyeceği gibi Türkleri de ikna edemez duruma gelmektedir. AKP de Kürt halkının meşru mücadelesiyle bir yandan Kürtlerin varlığını kabul etmekte, ancak temel haklarını tanımamaktadır. ‘İnkar ve imha’ politikasının yerini adeta ‘Varlığını kabul ederek imha’ almaktadır.
Kürt halkının bazı talepleri karşılanacaksa Kürtler istediği için değil AKP istediği için karşılanacaktır. Hükümet, taleplerin karşılanmasıyla Kürt hareketinin daha da güçleneceğini düşünmekte, bu nedenle ‘hakları tanımak’ yerine bazı cılız ve uygulama olanağı düşük ve göstermelik reformlar yapmaktadır. Diğer yandan AKP dini argümanlarla Kürtleri, en azından bir bölümünü kazanmaya  çalışmaktadır. Kürt sorununu çözmek üzere gündeme gelen ‘Mele projesi’, bölgede din adamlarını kullanarak Kürtleri, ulusal hareketten uzaklaştırma çabaları da bilinmektedir. Dolayısıyla AKP’nin Kürt sorunundaki genel yaklaşımı, resmi tarih tezinin Kürtlerin varlığını inkar eden eski biçiminin güncellenmesini zorunlu kılmaktadır. Güncellenme “birleştirici çimento olarak din” ve “Osmanlı kardeşliği” temelinde olmaktadır. Bu nedenle resmi tarihin daha Osmanlıcı ve İslamcı bir çerçevede yenilenmesi gerekmektedir.
Üçüncüsü; yukarıda ifade edilen iç ve dış gelişmeler çerçevesinde yaşanan ekonomik, siyasal ve sosyal dönüşümün kalıcılaştırılması ve yeni ‘düzen’in sağlamlaştırılması ihtiyacıdır. Özelleştirmeler, emperyalizme ve tekelci sermayeye sonuna kadar bağımlılık, köylü nüfusunun neredeyse yüzde 40 oranında azaltılarak hızlı bir kentleşme, orduyu ve militarist araçları ele geçirme, dinin günlük yaşamdaki ağırlığının artırılması vb. AKP’nin propagandasına göre, Cumhuriyet rejimi, AKP’ye kadar, asker-sivil bir zümrenin halk üzerindeki diktatörlüğü olmuş, ‘bürokratik oligarşi’  yönetimin iplerini elinde tutmuştur. İşte AKP hükümeti, halkın tercihi ve inisiyatifi ele alması, Cumhuriyet tarihi boyunca egemen olmuş elitist tabakanın alaşağı edilmesini sağlama misyonunu üstlenmişti.
Bu iddialar baştan sonra tarihsel atıf ve eleştirilerle doluydu. En başta güncel siyasette AKP’nin karşı karşıya geldiği CHP’nin mahkum edilmesi, diğer yandan da bütünsel bir dönüşümün tarihsel olarak meşrulaştırılması amaçlanıyordu. Yani yeni ‘düzen’ kurulurken, ‘eski düzen’in mahkum edilmesi, resmi tarihin de eleştirisini gerektiriyordu. Bu eleştiri temelinde; ‘bürokratik yargı’ 12 Eylül referandumuyla AKP’lileştirildi, yeni politik ihtiyaçları kavramayan askeri ve sivil bürokrasi Ergenekon, Balyoz gibi davalarla tasfiye edildi, eğitim sistemi yeniden biçimlendirildi, bir bütün olarak devlet kademelerinde yoğun bir kadrolaşma süreci işletildi. Daha da uzatılabilir ancak bu kadarı konumuz açısından yeterlidir…
Böyle bir dönüşüme yığınların ikna edilmesi ve AKP’nin kendi meşruiyet zeminini genişletmesi; resmi tarihin eleştirisi ve güncellenmesini zorunlu kılıyordu.
Bu doğrultusunda, liberal İslamcı tarih algısının teşvik edilmesi için AKP her fırsatı değerlendirdi. CHP’yi eleştirmek adına tek parti döneminde ‘İl başkanlarının vali olduğu’ hatırlatmasının yapılması, demir ağlar göndermesi, İsmet İnönü’nün ders kitaplarından çıkarılması, İttihatçılık, 27 Mayıs, 12 Eylül’e karşı kampanyalar bazı örnekler olarak sıralanabilir.
Bir yandan bu tartışmalar yürütülürken bir yandan da kendi rol modelleri de birey protipi olarak sunuldu. Son kongresinde Başbakan’ın Türklerin Anadolu’ya girişinin bininci yılını (2071) gençliğe hedef, Alpaslan’ı da örnek olarak göstermesi, Fetih 1453 filminin kampanyalarla desteklenmesi, mağdur padişah olarak II. Abdulhamit’in gösterilmesi, Yavuz Sultan Selim döneminin Kürt devlet adamı İdris-i Bitlis, Alevileri katleden Yavuz Sultan Selim’in Suud Efendi’si, Bülent Arınç’ın Mehmet Akif Ersoy’un Asım’ını gençliğe model olarak sunulması, Necip Fazıl atıfları; liberal dinci tarih yaklaşımının örnekleriydi.
Bu üç faktöre bir ek daha yapmak gerekiyor. Resmi tarih yazımının gözden geçirilmesi Türkiye ve AKP Hükümetine özgü bir durum değil. 90’lı yılların başından bu yana yeni bir tarih yazımının paradigmaları tartışılıyor. Burjuva liberal yaklaşımla geçmişin devrimleri, ayaklanmaları, işçi sınıfının mücadelesi, kazanımları ve antiemperyalist mücadeleler önemsizleştirilmek isteniyor. Tarihte ikincil ve belirleyici olmayan olaylar üzerinden ‘ihmal edilmiş’ kimlikleri ele alarak bugünkü sınıf dışı kimlik politikalarına tarihsel gerekçe oluşturmak; çeşitli kurumların geçmiş ideolojilerin kurgu ve inşası olduğu söylenerek kurumların oluşumundaki ‘idealizm’e vurgu yapmak suretiyle bugünkü subjektivizme alan açmak hedefleniyor… 1908 devrimi, İttihat ve Terakki, 1 Mayıs 1977’ye dair tartışmalar da göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye’deki değişimin uluslararası çaptaki bu tarih yazımı operasyonuyla bağlantılı olduğu söylenebilir.
Hem iç ve dış etkenler hem de AKP’nin bu çerçevedeki siyasal ihtiyaçları, ideolojik alanda bir yeniden yapılanmayı ve resmi tarihin güncellenmesini koşulluyordu. Bu ihtiyaç, Derin Tarih’i doğuran arka plan olarak özetlenebilir. Sadece genel olarak ortamın etkisinden de öte, hükümetin liberal tarih yazımının aktörlerinden birisi olarak bu dergiyi teşvik ettiği, desteklediği hatta kurduğu da söylenebilir. Hükümete yakınlığı gizli saklı olmayan, alenen hükümetin yayın organı gibi çalışan Yeni Şafak gazetesinin sahibi Albayrak grubu Derin Tarih dergisinin de sahibidir. Hükümet ve belediyelerin desteğiyle dört bir yanda afişleri, tanıtımları, reklamları yapılmaktadır. İlk sayısını yayınlamasının ardından Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, “Derin Tarih’i okumaya başladıktan sonra biz gerçek tarihi de tanımaya, bilmeye başlayacağız” demiştir.
Nisan ayında ilk sayısı yayınlanan Derin Tarih dergisi, şimdiye kadar çıkan 9 sayısında AKP’nin çizgiyi siyasal hattın tarihsel meşrulaştırılması misyonunu üslendi. ‘Kazım Karabekir açıklıyor: 19 Nisan 1919’da Trabzon’a çıktım’ başlıklı, iddialı bir dosya konusuyla yayın hayatına başladı. Mayıs sayısında ‘Adnan Menderes’in son mesajı: Halkımız insan olduğunu bizle hatırladı’ başlıklı bir dosya hazırladı. Temmuz sayısında, ‘Lozan’da kim kazandı?’ sorusuyla İnönü eleştirisi temelinde bir yayıncılık yaptı. Ağustos sayısında ise Suriye krizlerini konu edindi. Kasım sayısında Dersim katliamı tartışmalarını kapağına taşıdı.

KAZIM KARABEKİR TARTIŞMASI
İlk sayısında dikkat çeken bir başlangıç yaptı Derin Tarih. ‘Kazım Karabekir açıklıyor: 19 Nisan 1919’da Trabzon’a çıktım’ dosyasıyla resmi tarihin 19 Mayıs, Samsun ve Mustafa Kemal vurgusuna eleştirel bir gönderme yapıyordu. İddia şuydu: Kazım Karabekir, Mustafa Kemal’den önce Anadolu’ya ayak basmıştı. Doğu Anadolu’da ulusal kurtuluş mücadelesini başlatan, örgütleyen, Mustafa Kemal’i öne çıkaran ve destekleyen Kazım Karabekir’di. Karabekir, Mustafa Kemal’le yaşadığı fikirsel ayrılıklar sonucu, Mustafa Kemal ve İsmet İnönü tarafından saf dışı bırakılmış, koğuşturmaya uğramış, bir muhalif olarak baskı görmüştü.
Derginin genel yayın yönetmeni Mustafa Armağan’ın bu iddiaları nasıl savunduğuna şöyle bir bakalım: “Kazım Karabekir Paşa yakın tarihimizin kırılma noktalarından birinde yaşamış, I. Dünya Savaşının Kafkaslardaki son zaferine imza atmış, 19 Nisan 1919’da Trabzon’a çıkarak İstiklal Savaşını başlatmış ve milli mücadelenin ilk zaferini armağan etmiş bir kahraman. … Anadolu’da milli mücadele ateşini yakan ve başarıya ulaştıran en önemli figürlerden birisi olmasına rağmen nedense ders kitaplarında kendisine ancak bir iki cümle yer verilir. Bunun da sebebi resmi tarihe boyun eğmeyen ve mücadelesini idam sehpasının önüne kadar sürdüren nadir, cesur yüreklerden biri olmasıdır.” (Armağan, Derin Tarih, Sayı:1, sf. 49)
İddia ‘çarpıcı’… Armağan, Kurtuluş Savaşındaki ‘kişisel’ önderlik tartışmalarında Kazım Karabekir’in resmi tarih tarafından görmezden gelindiğini söylüyor. Doğru ve söylediğinde haklı. Ancak resmi tarihin M. Kemal ve K. Karabekir’e dair eleştirilecek yanı yalnızca bu mudur?
Önce bir alt başlık: Kurtuluş savaşı, başka bir deyişle emperyalizme karşı ulusun mücadelesi, ne Mustafa Kemal’in 19 Mayısta Samsun’a ayak basmasıyla ne de Kazım Karabekir’in 19 Nisan’da Trabzon’a çıkmasıyla başlamıştır. Bu kişilerin ayakları bahsigeçen topraklara henüz değmemişken, hatta bu isimler Padişah’ın emrindeki Osmanlı subaylarıyken Anadolu ve Trakya’da ulusal kurtuluş savaşının ateşi yakılmıştı. İzmir, Hatay, Adana, Maraş, Antep’te halkın kendiliğinden örgütlenmesiyle işgalcilere karşı yerel direniş odakları hızla kurulmuştu . Memleketin dört bir yanında çeşitli direniş cemiyetleri ve silahlı gruplar işgalcilere karşı savaşmaya başlamıştı. Özetle, bir halkın, emperyalizme karşı kurtuluş savaşının başlamasını, ‘kutsal bir öndere’ mal etmek, tarihi baştan sona çarpıtmak anlamına gelir. Dolayısıyla kurtuluş savaşı ne Mustafa Kemal’in ne de Derin Tarih’in iddia ve ısrar ettiği üzere Kazım Karabekir’in eseridir.
Ama yine de şu soru ortada duruyor: Kurtuluş savaşının önderi kimdir?
Evet, bu, biraz da resmi tarih ve yöntem olarak onunla uzlaşan ‘derin’ tarihin dayattığı bir tartışmadır. Çünkü önderlik sorunu, esas olarak bir sosyal harekete hangi sınıf/grubun yön verdiğiyle ilgili bir meseledir. Ulusal kurtuluş savaşı, emperyalizme karşı bağımsızlık talebi itibarıyla çeşitli sınıf ve katmanlar arasında ittifakı öngören bir mücadeleydi. Sorun da, bu ittifak halindeki sınıf ve gruplardan hangisinin bu mücadelenin hedeflerine, içeriğine ve hatta sonrasına yön vereceğiyle ilgilidir. Kurtuluş savaşı, özgünlükleri, hedefleri, önder kadrosunun özellikleri ve sonrasıyla, ulusal burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin sınıfsal rengini verdiği bir hareketti. Bu hareketin, ülkenin çeşitli yörelerindeki dağınık direniş odaklarını birleştiren önder kadrosu da elbette söz konusuydu. Bunu başaran da Mustafa Kemal, Kazım Karabekir, Fevzi Çakmak, Ali Fuat Cebesoy, Fethi Okyar ve daha birçok kişinin yer aldığı önder kadrolardır. Kurtuluş savaşının önderliğinden bahsedilecekse, bu isimlerin sayılması kaçınılmazdır. Bu isimler içerisinde Mustafa Kemal’in daha fazla öne çıktığı, etki ve ağırlığının daha fazla olduğu söylenebilir. Ancak, Kurtuluş Savaşı süresince Mustafa Kemal’in kararları da dahil birçok konu gerek önder grup arasında, gerekse de TBMM’de ayrıntılı ve şiddetli biçimlerde tartışılmıştır. Sonuç olarak, Birinci Mecliste Mustafa Kemal Başkomutanlık yetkisini almasıyla başlayan, Cumhuriyetin ilanı sonrasındaki yetkileri, konumu, rakiplerinin tasfiyesi, sonrasında da resmi tarihin yazılmasıyla devam eden süreçte, Atatürk Kurtuluş savaşının tek ve ‘ulu önder’i haline getirilmiştir. Derin Tarih’in yaptığı ise aynı tarihsel kurgunun Kazım Karabekir için yapılmasını talep etmektir.
Armağan tam da bunu işaret ederek, “Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın Nutuk’una başlarken kullandığı ‘19 Mayıs 1919’da Samsuna çıktım’ ifadesine meydan okur. Demek ki yakın tarihimizi, ‘tarih yazan’ bir figür olarak Kazım Karabekir Paşa’nın kaleminden okusaydık, bugün bambaşka bir inkilap tarihi karşılayacaktı bizi” diyor.
Öyle midir gerçekten?
Evet, Karabekir’in ‘Nutuk’u, M. Kemal’in nutkundan farklı olacaktır. Örneğin Karabekir’in yazınında M. Kemal eleştirisi olacaktır. Eğer, M. Kemal’in Nutuk’u gibi olacaksa da K. Karabekir övgüsü geniş bir biçimde yer alacaktı. Milli davanın önder kadrolarına ihanet edildiği, M. Kemal’in diktatörlük hevesleri içinde olduğu yazılacaktı. Ancak ‘hikaye’ yine ‘saray’ın içinde kalacaktı. Yani Derin Tarihin yöntemi de tıpkı resmi tarihinki gibi, seçkinlerin ve yönetenlerin irade ve eylemlerine, onlar arasındaki çekişmelere odaklanmaktadır.
M. Kemal’in Nutuk’undaki felsefi temel ile Kazım Karabekir’in yaklaşımı arasında bütünsel bir fark yoktur. Karabekir de  iyi bir ittihatçıydı. 1908 ihtilali sırasında yüzbaşı ve dönemin tipik bir subayıydı. İttihat ve Terakkici pozitivizm, Karabekir ve kurtuluş savaşının diğer önder kadrolarının yaklaşım ve felsefesinin özünü oluşturuyordu. Düzenin ‘öncü’ bir kadro tarafından sağlanması, çeşitli reformlar yoluyla düzen içinde ilerleme ve eğitime özel bir vurgu. İlerlemenin öncüsü halk, halkın mücadelesi vb. değil ‘pozitif’ kadrolardı… Karabekir’in de genel siyasal yaklaşımı bu çerçeve içindeydi. Alman ordu geleneğine hayranlık tıpkı diğerlerinde olduğu gibi Karabekir’de de bakiydi.
Karabekir’in farklılıkları yok mudur? Elbette vardır… Bunlar bireysel farklılıktan çok kurtuluş savaşının önder kadroları içindeki bölünmeye dair farklılıklardır. Örneğin Cumhuriyetin ilan edilmesi ve saltanatın kaldırılması, bu kadrolar içinde bir bölünmeye yol açmıştır. Karabekir de cumhuriyetin ilanına en azından zamanlama olarak muhalefet edenlerdendir.
Konumuz açısından burası başka bir tartışmadır. Ancak gerek Mustafa Kemal’in ulusalcı ve laikçi yaklaşımının (tekke ve zaviyeleri kapayan, latin alfabesini kabul eden, şapka inkılabını yapan, balolar düzenleyen vb.) gerek de resmi tarihin temel dayanaklarının AKP’nin bugünkü yeni siyasal ihtiyaçlarını tam anlamıyla karşılayamayacağı açıktır. AKP’nin kapitalizm ve onun temel değerleriyle problemi yoktur. Ancak ılımlı İslamcı ve yeni Osmanlıcı politikanın daha muhafazakar, ‘radikal’ bir cumhuriyetçilik yerine Arap dünyasında hak ve görev vurgusu yapan daha Osmanlıcı simge ve figürlere ihtiyaç duyduğu, siyasal polemikleri açısından İsmet İnönü’yü hedefe koyduğu düşünüldüğünde Karabekir’in daha fazla öne çıkması da kaçınılmazdır.
Resmi tarihle karşı karşıya gelen AKP’nin ve onun sözü Derin Tarih’in Mustafa Kemal yerine, özellikle İsmet İnönü yerine Kazım Karabekir’i öne çıkarması, en azından ‘tek ve ulu önder’ imajını yıkacak biçimde Karabekir’i gündeme getirmesi, bahsettiğimiz çerçeve içerisinde oldukça mantıklı ve anlamlıdır.

ADNAN MENDERES VE DARBE ÖRNEKLERİ
Derin Tarih’in, tarihi ‘aydınlatma’ iddiasının önemli bir parçası da darbelerdir. Buna göre; darbeler, resmi tarihin muhafaza etmeyi amaçladığı İttihatçı zihniyetin, demokratik gelişmelere müdahalesidir. Derin Tarih’in kurgusunda; elitist, İttihatçı, darbeci –ve sınıfsal kimliği kesinlikle olmayan- asker-sivil zümre, toplumu, halkın müdahalesi olmaksızın gönlünce yönetmek istemektedir. Eğer halk, çeşitli biçimlerde buna müdahale etmek isterse, hele kendi temsilcileri ile iktidarı seçme şansına sahip olursa, işte bu İttihatçı zümre darbeler yoluyla demokrasiyi rafa kaldırmaktadır.
Derin Tarih ve AKP, darbelere güncel siyasal ihtiyaçları gereği de karşı çıkmaktadır. Çünkü ordunun siyasal yaşamdaki geleneksel konumu ve yeni dönemin siyasal ihtiyaçlarını algılayamaması nedeniyle AKP, darbe girişimlerinin muhatabı olmuştur. 27 Mayıs darbesi ise, en azından görünüşte, siyasal geleneğinin bir parçası olarak ilan ettiği Demokrat Partiye karşı yapılmıştır. 12 Eylül ve 12 Mart’a karşı çıkışı ise tamamen taktiksel ve pragmatiktir. Halkın bu dönemde gördüğü baskı ve zulüm nedeniyle, halkı yedeklemek üzere gündem edilmektedir.
Diğer yandan darbeler, resmi tarihin uzantısı olarak kabul edilen Atatürkçülük iddialarıyla yapılmıştır. Bu nedenle AKP, ‘darbe eleştirisi’ni aynı zamanda CHP eleştirisine dönüştürmektedir.
Ancak, Derin Tarih’in gerek Adnan Menderes’e gerek de darbelere yaklaşımı tamamen gericidir. Dinci tarihyazımı ile liberal yaklaşımın kesiştiği alanlardan birisidir. Çünkü bu yaklaşımda da halk, emekçiler, sosyal hareketler ve tepkiler yoktur. Sadece seçkinler vardır. Cumhuriyet elitlerinin (asker-sivil zümre), yine halkın seçtiği siyasal önderleri silah yoluyla iktidardan indirmesi vardır. Derin Tarih, evet, darbelerin halka karşı yapıldığını kabul ediyor. Ama, Derin Tarih’in halkı, Adnan Menderes’i sevenler ve Demokrat Partiye oy verenlerdir. Kitlelerin tarihteki varlığı da oy vermekten ibarettir. Tarih de işte bu iki seçkin zümre arasındaki mücadelenin seyridir. Bir taraf İttihatçı, darbeci, elitist, halka tepeden bakan bürokrasi, diğer ‘tarafsa halkın içinde çıkmış’, onun değerlerini paylaşan demokratlar…
Cumhuriyetin ilk yılları; işte bu İttihatçı zihniyetle demokrasi yanlılarının mücadelesi ve İttihatçı zihniyetin zaferine sahne olmuştu. Demokrat Partinin seçim başarısı ise demokratların zaferiydi. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, hatta 28 Şubat, Balyoz, 27 Nisan… Hepsi İttihatçı zihniyetin toplumu yönetme hayallerinin ürünüydü. Yani 1908 yılında fiilen iktidar olan İttihat ve Terakki Cemiyetinin, ‘komplocu’, ‘komitacı’ ve ‘silahlı’ yönetim pratiği ve algısı 100 yıldır bir biçimde devam ediyordu. İşte tarih, bu zihniyete karşı demokratların –esas olarak da demokrat seçkinlerin- verdiği mücadele ile yazılıyordu.
Derin Tarihin karikatürü bu! Ama yalnız değil… ‘Koca’ bir liberal sol ve sağ da yanında… İyi ile kötünün mücadelesi gibi! Darbeye maruz kaldığına göre iyi olan da kaçınılmaz olarak, yasakçı, emperyalizm işbirlikçisi, emek ve emek örgütlerinin düşmanı Adnan Menderes oluyor…
Tarihin bu biçimde iki ‘zihniyet’ arasındaki mücadeleye indirgenmesi, toplumdaki sınıfsal çıkar ve uygulamaları göz ardı etmesi, en fazla burjuva çoğulculuğu çerçevesinde görüş farklılıklarını görmesi, burjuva liberalizminin ve onun tarihyazımının bir sonucu.

DERİN TARİH RESMİLEŞECEK Mİ?
Derin Tarih dergisinin, resmi tarihin bazı tabularına karşı çıktığı hatta alaya aldığı söylenebilir. Ancak bu, AKP’nin resmi tarihte köklü bir değişimi hedeflediği anlamına gelmez. Derginin, sermaye ve AKP açısından pratik işlevi, güncel siyasal gelişmelere tarihsel meşruiyet sağlamaktır. Bu nedenle dergi alabildiğine Osmanlı ve İslamcılık övgüsü yapmaktadır. Elbette, AKP açısından sınırları aşan iddialar da dergide yer almaktadır. Derin Tarih dergisi sonuçta bir dergidir. Resmi tarihin yenilenmesinde baş aktör değil bir araç, ama görülen o ki, önemli misyon biçilmiş bir araçtır. Ancak tek araç da değildir.
Dolayısıyla dergide yazan her iddia ve açıklama, resmi tarihin yeni biçimi olarak görülmemelidir. Örneğin resmi tarih AKP’nin ihtiyaçları temelinde güncellenirken Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Atatürk yerine Kazım Karabekir olmayacaktır… Lozan bir teslimiyet belgesi olarak kabul edilmeyecektir. Diğer yandan Osmanlı vurgusu artacaktır. Osmanlı’da dinin rolü özel bir önemle ifade edilecektir. Cumhuriyetin ilk dönemi baskıcı ve seçkinci elitlerin yönetimi olacak, 27 Mayıs darbesi ittihatçı güçlerin demokrasiye müdahalesi olarak tanımlanacak, tarih de asker-sivil elit zümreyle demokratların mücadelesine indirgenecektir.
Yani Derin Tarih dergisiyle resmi tarihin bir uzlaşma aralığı olacaktır. Bu uzlaşmayı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan gayet usturuplu bir biçimde özetlemektedir: “İttihat ve Terakki zihniyeti Gazi Mustafa Kemal’in de bizzat karşı çıktığı ve mücadele ettiği bir zihniyettir. Gazi Mustafa Kemal’in müsamaha göstermediği bu zihniyet, ne yazık ki vefatının ardından yeniden hayat bulmuş, yeniden iktidar fırsatı bulmuş ve Türkiye’ye ağır faturalar ödetmeye devam etmiştir. İşte Dersim, bu ağır faturalardan biridir. Beyler, biz burada 150 yıllık köhne bir zihniyetle mücadele ediyoruz. … Biz Dersim’den hatta onun çok daha öncesinden başlayan, bugüne kadar da devam eden bugün de varlığını sürdüren jakoben, seçkinci, elitist bir zihniyete dikkatleri çektik.”
Yani Atatürk hem ölçülü bir biçimde eleştirilecek, hem de sert eleştirilerin hedefi olmaktan kurtarılacaktı. Azıcık dövülecek biraz da pışpışlanacaktı. Esas hedefse CHP, İsmet İnönü ve AKP’nin kendisini mirasçıları olarak gördüğü Demokrat Partinin ve ANAP’ın muhalifleriydi.
Resmi tarihin güncellenmesinde tek araç da Derin Tarih dergisi değildir. (tekrar olmuş)AKP’nin siyasal propagandasında kullandığı tarihsel tartışmalar bir yana günlük gazeteler de tarihsel ideolojinin yeniden üretilmesinde adeta ‘özel görev’ almışçasına çalışmaktadırlar. Birçok gazete ismi sayılabilir. Ancak birisi üzerinde özel olarak durulmayı hak etmektedir.
Star gazetesi belirli aralıklarla, 1950 yılında yayına başlayan Büyükdoğu dergisinin eski sayılarını, orijinal formunda ücretsiz olarak vermektedir. Büyükdoğu dergisi, Derin Tarih dergisinin daha ‘cesur’ bir öncülü olarak görülebilir.
Büyükdoğu Dergisinin 34. sayısında, Atatürk bazen ismiyle bazen de ismi verilmeksizin ama kime söylendiği anlaşılır kılınarak sert bir şekilde eleştirilmekte, hatta hakaret edilmektedir. Derginin 34. sayısında Prof. Ş. Ü. İsimli yazar, Bedi-üz-Zaman Said-ül-Nursi’nin hayatını kaleme almıştır. Yazıda Said-Ül-Nursi’nin, M. Kemal’in davetiyle Ankara geldiği, gelir gelmez de namaz kılınması için beyanname çıkardığı belirtilmektedir.
“Gizli niyetlerini henüz o devirde saklayanlar, bundan soğuk bir duş intıbaı aldılar.
Bir gün, Riyaset Divanında Meclis Reisiyle (ilk Cumhur Reisi ) fikir taati ederken aralarında şöyle bir muhavere geçer:
Meclis Reisi – Sizin gibi kahraman bir hoca, tam aradığımız insandır. Bu yüzden sizi, yüksek fikirlerinizden faydalanmak için davet ettik. Fakat siz gelir gelmez, namaza dair beyannameler neşrederek aramıza ihtilaf düşürdünüz.
Bedi-üz-Zaman’ın mukabalesi, gayet kat’i ve sert oldu:
– Namaz kılmayan haindir! Hainin hükmü merduttur!
Böylece Said-ül-Nursi, artık insanları ve davaları iç yüzüyle sezmeye başladığı için, Ankara’da muhitini bulamadı, Van’a gitti.” (Yakındoğu Dergisi, 1950, Sayı: 34)
Dergi de açık ve sert bir üslupla M. Kemal eleştirisi vardır.
Dedektif X Bir rumuzlu ‘İbret, Gayret!’ başlıklı yazıda ise M. Kemal’in Birinci Meclisteki Mebus Ali Şükrü’yü ve sonrasında onun katilini de öldürttüğü ifade edilmektedir:
“Şehit Ali Şükrü’yü, arkasında boynuna ip geçirtmek, hemen sağ kolunu kırdırmak ve başına bir balta indirmek suretiyle öldürten şahış, bu işte alet olarak Giresun’lu Topal Osman’ı kullanmış; peşinden de aynı derecede korkunç bir tertiple bedbaht aletine ölümü tattırmıştır. Hile ve tertip dehasına bakın siz! ”
Sadece İslamcı tarihyazımı değil sol liberaller de AKP’nin resmi tarihi yenileme çabalarına katkı sunmaktan imtina etmiyor. Büyük kısmı AKP’yi ‘askeri vesayete’ karşı desteklemiş, 12 Eylül referandumunda ‘yetmez ama evet’ demiş, CHP’ye ve sözde vesayetçi güçlere karşı AKP’nin yanında saf tutmuştur.
Ki, Derin Tarih, önemli temel tezlerinde liberal tarihyazımın yöntemlerini, onun tarihi demokratlar ve ‘ittihatçı gelenek’ arasındaki mücadeleye indirgeyen metodunu kullanmaktadır. AKP’nin dile getirdiği ‘Bürokratik oligarşi’, ‘Asker-sivil elitist zümre’ gibi kavramlar esas olarak sol liberallerin cephaneliğindendir.
Bu konuda örnekler epeyce uzatılabilir. Ancak konuyu dağıtmamak adına ‘örnek’ bir çabadan bahsetmekle yetinilecektir: Murat Belge’nin ‘Militarist Modernleşme’ kitabı… Öncelikle Belge’nin kitabı neden yazdığına bir bakalım:
“Bunun gizlisi saklısı yok, ordunun bu yerine [siyasete müdahalesine] karşı demokratik mücadeleye omuz vermek için yazdım bu kitabı”. (Belge, 2011:25)
Kimi kastediyor: Elbette AKP’yi ve orduya karşı daha doğrusu ordunun yönetimini tamamen ele geçirmek için verdiği mücadeleyi… Belge için önemliydi Uludere’yi bombalama iradesinin Genel Kurmay yerine sivil iktidarda olması!
Belge, kitabında, Türkiye’de modernleşmenin Almanya ve Japonya gibi militarist tarzda gerçekleştiğini, Türkiye tarihinin de militarist, Jakoben, ittihatçı gelenekle demokrasi yanlıları arasındaki mücadeleyle şekillendiğini ifade ediyor. Yukarıda yapılan Başbakan Erdoğan alıntısıyla benzerlik çarpıcı… Rastlantı olmasa gerek!

TARİHYAZIMINA DAİR BİRKAÇ NOT
Tarihyazımı, geçmişin belge, gözlem, anı, iletişim vb. yollarla ulaşılabilen bilgilerinin belirli bir bütünlük içerisinde yeniden üretilmesini öngörür. Her nevi tarihyazımı, kendi yöntemi uyarınca mevcut bilgiler ve verileri bir biçimde sistematize eder. Sonuç tarihin kendisi değil doğal olarak onun yazımıdır. Dolayısıyla, yazım ile kendisi arasında mutlaka farklılıklar olacaktır, kaçınılmazdır.
Tarihyazımı, özellikle 20. yüzyılın başlarında işte bu ‘tarihsel doğru’ kavramını tartışmıştır. Pozitivist-neopozitivist (Ayer, Popper, Hempel) ve bağımsız tarih (idealist, mutlak görelilikçi) kuramcıları arasındaki tartışma da esasen ‘tarihsel doğru’ kavramına kilitleniyordu. Ancak, buradaki tartışma konusu ‘tarihsel doğru’ değil. ‘Tarihsel doğru’ elbette bilinebilir, doğru ve bilimsel bir yöntem ve çaba ile kavranabilir. Aksi, açık bir bilinemezcilik, belirsiz ve mutlak bir görelilik olurdu ki, mantıksal uzantısı yaşamda hiçbir şeyin bilinemeyeceğidir.
Makalemiz açısından tartışmamız ‘tarihsel doğru’nun nasıl ortaya çıkarılabileceğine dairdir. Tarih nasıl yazılmalıdır?
Esasen tarihyazımının kendisi de tarihseldir ve geçmişten günümüze, tanrıların yeryüzündeki icraatlarından, belirli bir toplumsal çevre içerisindeki gerçek insanların faaliyetlerinin incelenmesine kadar önemli bir evrim geçirmiştir. Örneğin ilk tarihçilerden sayılabilecek Homeros’un bir ‘kahramanlık destanı’ olan İlyada’sı tamamen soyluların tarihidir. Olay örgüsünde köylülerin, zanaatkarların hatta tüccarların etkisi ya çok azdır ya da hiç yoktur. Homeros, İlyada’da soyluların dünyasının dışına çıkmamış, sıradan insanların yaşamı ve içinde bulundukları toplumsal düzenden bahsetmemiştir. Elbette, buna dair küçük atıflar vardır ancak bu da soylular ve tanrıların eylem, düşünce ve ihtiraslarından çıkarılabilmektedir.
19. yüzyılın ünlü tarihçisi ve ‘modern tarih biliminin babası’ olarak kabul edilen Leopold von Ranke de, tarihin egemenler açısından yazılması düsturuna bağlı kalmıştır. Ranke’nin, geçmişi yargılamak değil onu “nasıl ise öyle rapor etmek” gerektiğine dair sözü, burjuva tarihyazımında önemli bir yere sahiptir. Ranke’nin tarihteki her olgunun ardında Tanrının hikmeti ve buyruğunu araması bir yana; onun tarihi, devlet adamları, diplomasi ve savaşların tarihiydi.
İşte bu yöntem, geçmişten bugüne tarihyazımında egemen metodoloji olagelmiştir. Ancak 19. yüzyılda, kapitalizmin özellikle Avrupa topraklarında serpiliş gelişmesiyle işçi hareketi güçleniyor, 1831 Lyon işçilerinin ayaklanması, özellikle 1848-49 devrimleri Avrupa’yı boydan boya sarıyordu. Ve 1871 Paris Komünü… Bütün bunlar tarih yazımında şimdiye kadar etkisiz görülen, olay ve olgular karşısında en fazla büyük güçlerin ve hükümdarların ‘nesne’si olabilen kitlelerin görülmesini, en azından kolaylaştırıyordu. Hem toplumsal hayatın şekillenmesinde (Çartist hareket, genel oy hakkı, yaygın eğitim, ekonomik ve sosyal hakların kazanılması) hem de yönetenlerin politikalarının belirlemesinde kitlelerin etkinliğini arttırıyordu. Bugün de ister ‘demokratik’ ister açık bir gericilik olsun; her egemen sınıf ve siyasal iktidar kitlelerin gelenek, eğilim, talep ve tepkilerini bir biçimde hesaba katmak zorundadır. Çünkü kitleler vardır… Onlarsız yazılan tarihin de bilimsel olması mümkün değildir.
Tarih kitlelerin, başka bir deyişle sınıf mücadeleleri tarihidir. Hükümdarın ya da bugün için siyasi iktidarın karar ve önerileri de, bütün özgünlükleri ve ‘irade beyanı’yla birlikte, hem içinde yaşanılan toplumsal düzenin hem de egemenler ve sınıflar arası mücadelenin etkisi altındadır. Tarihyazımı da, geçmişin büyük karar ve olaylarını sadece, karara imza atan kişinin iradesinden ibaret birer belgeye dönüştürdüğü oranda, kronolojik bir belgelik olmanın ötesine geçemez. Bu belgeler, birer ‘veri’ olarak kabul edilebilir ki, bunların arkasında ekonomik, sosyal, siyasal ve hatta (bireyin tarihteki rolü çerçevesinde) bireylerin rolü görülmeden, bu doku açığa çıkarılmadan bunlar basit birer ‘istatistik’ olmanın ötesine geçemez.
Bu açıdan, Türkiye’nin 1927 yılında yapılan sayımlara göre nüfusunun 13 milyon 648 bin olduğu bilgisi nasıl ki, 1927 Türkiye’sinin ekonomik, sosyal ve siyasal koşulları hakkında en ufak bir bilgi bile vermiyorsa, dönemin iktidarının 1928 yılındaki ‘Harf Devrimi’ olarak isimlendirilen Latin alfabesine geçiş kararı; M. Kemal’in birey olarak icraatına indirgenmesi de o ölçüde bilgiden yoksundur. Bu uygulama ne ifade ediyordu, hangi amaçla ve kime karşı yapılmıştı? Hangi felsefe ve siyasi anlayışın parçasıydı. Ekonomik ilişkiler açısından bir anlamı var mıydı? Demokratik ya da otoriter olsun ‘modern bir toplum’ kurma fikrinin neresinde yer alıyordu. Laiklikle ilişkisi neydi, Türkiye’de ‘laiklik’ uygulaması nasıldı? İşte bütün bu bağlantılar olmadan tek başına ‘Harf Devrimi’ kişisel bir başarının ötesine geçmeyecek bir biçimde algılanmaya mahkumdur.
***
Bilimsel bir tarih anlayışının (tarihte diyalektik yöntemin kullanılması) üç temel özelliğinden bahsedilebilir:
Birincisi; bugün olduğu gibi geçmişteki her olgu tarihseldir; kendisinden öncesi ve sonrasıyla birlikte zamansal bir bütünlük içerisinde değerlendirilmeli, bağlantılar özenle ve doğru kurulmalıdır.
İkincisi; her olay ve olgu ve belirli bir ekonomik ve sosyal gerçeklik ve çevre koşullarında meydana gelir. Dolayısıyla olay ve olgunun içinde bulunduğu koşulları, onun en azından önemli görülen bütün bağlantıları ve bu bağıntılar içerisinde temel olanı/olanları değerlendirmek gerekir. Çünkü hiçbir olay ve olgu yoktur ki, çevresiyle etkileşim ve bağlantı halinde olmasın. Bu etki ve ‘bağımlılık’ olmadan tek başına, soyut bir olgudan bahsetmek mümkün olmadığı gibi gerçekliği de yoktur. Olsa olsa düşünce sürecinde kullanılabilecek bir soyutlamadır.
Üçüncüsü, ilk iki belirlemenin kaçınılmaz bir sonucudur. Toplumsal yaşamdaki her olgu karşıt güçlerin, son tahlilde karşıt sınıflar (ve bazen ara sınıflar bazen de egemen sınıflar) arasındaki mücadele ve müdahalesinin etkisi altındadır. Bu sermayenin faşist bir diktatörlükle siyasal iktidarı biçimlendirdiği ülkelerde de, genel seçimlerin yapıldığı ve bazı hakların bir ölçüde kullanılabildiği (burjuva) demokratik ülkelerde de geçerlidir.

RESMİ TARİH VE DERİN TARİHİN AYNILIĞI VE FARKI
Tarihin kişi ya da iktidarlar, yahut görünürdeki iktidar talipleri arasındaki mücadele ve kavgaya indirgenmesinin; tarihin kanlı canlı aktörü olan milyonlarca emekçiyi görmezden geldiği ifade edilmişti.
Burjuvazinin farklı dönemlerdeki özgün ihtiyaçlarını karşılamak açısından resmi tarih ve AKP’nin yaklaşımı arasında ciddi bir fark olmadığı söylenebilir. Ancak bu tespit, iki tarih yazımının sınıfsal içeriği anlamında bir soyutlamadır. Günümüz somut-siyasal tartışma ve mücadelelere gelindiğinde, kimi ortak özellikleri ve farklılıkları olduğu da aşikardır.
Resmi tarih anlayışı, özellikle ulusal kurtuluş savaşının ilerici özelliklerinin hızla tasfiye edildiği, burjuva diktatörlüğünün tüm kurumlarıyla statükolaşma sürecinde ilerlediği bir dönemde, 1930’lu yıllarda inşa edilmeye başlamıştır. Sınıfsız kaynaşmış kitle retoriği başlangıçtaki egemen argüman olmakla birlikte, çeşitli toplumsal gerilim ve tepkiler sonucu sınıf varlığı kabul edilmek durumunda kalınmıştır. Dolayısıyla resmi tarih ‘milli çıkarlar’, Kürtlerin inkarı, laikçilik, ordunun özel yeri, ‘modern’ simgesel ve kültürel değerler, bunların tamamını bünyesinde barındıran bir Atatürkçülük, gerektiğinde ise onun daha sekter bir yorumu olarak Kemalizme dayandı. Ancak Atatürkçülüğün içeriği hiçbir zaman sabit olmadı ve iktidarlar tarafından ihtiyaca göre yeniden biçimlendirildi. 1990’lı yıllardan itibaren ama özellikle yukarıda bahsi geçen iç ve dış faktörlerin etkisiyle, 2000’li yıllarda ‘eski’ resmi tarih burjuvazi açısından miadını doldurdu. Temel argümanları açısından kabul edilemez hale geldi. Burjuvazinin, eğer bu biçimde kategorize edilecekse sadece ‘islami’ kesimi açısından değil bir bütün olarak sermaye sınıfı açısından kullanım süresini tamamlandı.
Amerikan çıkarlarına daha ileriden bir bağımlılık, 2007 MİT raporunda ifade edilen ‘yurtta sulh cihanda sulh’ yerine ‘aktif dış politika’ ve ‘sınırların dışında çıkarları kollama’ yaklaşımı, Kürt sorununun geldiği aşamada ‘inkar etmeden imha’ komsepti, kitleleri yedeklemek açısından dini değerlerin daha yaygın kullanımı gibi güncel siyasal ihtiyaçlar; ve bu ihtiyaçların içinde formüle edilebileceği kültürel değerler ve tarihsel olgular; liberal dinci bir tarihyazımının temelleri oldu.
Elbette, liberal dinci tarih yazımı ve bu yaklaşımın resmi tarih ile karşı karşıya gelmesi AKP ile başlamadı. Ancak entelektüel düzeyde varlığından bahsedilebilecek Derin Tarihçilik, ancak AKP döneminde resmi tarihle ‘eşit’, hatta onu ‘aşan’/’aşmaya yeltenen’ ve onu güncelleme göreviyle biçimlenen bir fikirsel güç olarak ortaya çıktı. AKP ve arkasındaki güçlerin ihtiyaçları çerçevesinde resmi tarihin uygun biçim ve çeşitli uzlaşmalarla evrileceği yönü gösterdiği söylenebilir.
Eğer ayrı ayrı soyutlanacaksa; iki tarih yaklaşımı da yukarıda ifade edilen tarihte bilimsel yöntemin üç temel ilkesiyle çelişmektedir.
İlk olarak tarihi bireylerin, önemli adamların, yöneticilerin ve onların kararlarının tarihi olarak algılamaktadırlar. Resmi tarihin milli şefe ve onun “çağın ötesindeki öngörülerine” dayalı tarih yazımı, derin tarihte yine milli şefe dayalı ama bu sefer eleştirel ve daha dinci ‘önder’lerin rolü eklenerek ifade ediliyor. Yine sınıf mücadelesi, ideolojilerin sınıfsal niteliği, ekonomik ve siyasal politikaların toplumsal sınıflarla ilişkileri, onların ihtiyaç, talep ve eğilimleri tarihin açıklanmasında yer bulmuyor. Varsa yoksa milli şefin ‘üstün dehası’ ya da ‘otoriter eğilimleri’…
İkincisi; ekonomik, sosyal, siyasal ve uluslararası gelişmeler iki tarih yaklaşımında da ya tamamen ya da büyük ölçüde göz ardı edilmiştir. Yahut bir olgu abartılarak diğer olguların etkisi yok sayılmıştır. Örneğin resmi tarihte; devletçilik, Atatürk’ün ‘müthiş öngörüsü’nün sonucudur. Dünya genelinde yaygınlaşmadan önce M. Kemal, derin bir sezgi ile örnek bir ekonomik model ortaya koymuştur. Ne kapitalizmdir, ne sosyalizmdir. Elbette, resmi tarih Kadro dergisinin çizgisinde değildir ama ekonomi politikalarının milli ve özgün olduğu konusunda onunla uzlaşmaktadır.
Derin tarih de, devletçi politikaları esas olarak ‘Cumhuriyetin yönetici elitleri’nin–başta M. Kemal olmak üzere- iradesiyle açıklamaktadır. Yönetici elitin pozitivist yaklaşımının sonucudur.
Oysa, bu ekonomi politikalar ilk bakışta görülebileceği üzere dönemin ekonomik ve sosyal özellikleriyle yakından ilişkilidir. İşgal sonucu adeta yıkılmış bir ülkede toparlanma ve düzen tesisinin devletin ekonomiye müdahalesi olmadan sağlanması mümkün değildir. 1923 İzmir İktisat Kongresinde de sermaye grupları devlet müdahale ve desteğinin şart olduğunu deklare etmişlerdir. Dolayısıyla devletin yatırımları, gümrük korumacılığı, sermayeyi güçlendirme ve yeni sermaye grupları yaratma politikası kaynaşmış-kitle edebiyatıyla ya da ‘yönetici elitler’in kendinden menkul iradesiyle açıklanamaz.
Ki, 1929 Büyük İktisadi Buhranı sonrasında, üretimi ve tüketimi büyük darbe almış bir ülkede devletin ekonomiye müdahalesi de kaçınılmazdır. Kriz sürecinde her ülkede olan da budur. Krize karşı ilk tepki devletin ekonomiye müdahalesi olmuş, sonrasında daha sistematik ve ‘kalıcı’ müdahaleler yapılmıştır. İç faktörler kadar uluslararası konjonktür de devletçiliği koşullamaktadır. Ayrıca SSCB’nin büyük başarısı karşısında ‘devletin ekonomiye müdahalesi’ ve planlama olgusunun prestiji de oldukça yüksektir. Resmi tarihin ve onun ‘derin’ halinin tarihyazımı yönteminde esas kurgu ‘büyük kişiler’e ve ‘yönetici elitler’e odaklı olduğundan siyasal, ekonomik ve uluslararası etkenler yalnızca manzara öğelerine indirgenmektedir.
Dolayısıyla dönemin tarihsel (zamansal) sürekliliği (savaştan çıkılmış olması, burjuvazinin zayıflığı vb.) ile bütünselliği ve bağlantılılığı (ekonomik ve sosyal faktörler) içiçedir. Klasik anlamıyla resmi tarih de ‘derin’ ve güncellenmiş hali de bu olgu ve etkenler göz ardı etmektedir. Çünkü ikisi de tarihin sermayenin dönemsel siyasal ihtiyaçları temelinde yazımını esas almıştır, almaktadır. Bilimsellik ve ciddiyet beklemekse mümkün değildir.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑