Ortadoğu’dan Uzakdoğu’ya emperyalist paylaşım planları

NATO şemsiyesi altında toplanan Batılı emperyalist devletlerin Suriye’deki rejimi değiştirip, oradan İran’a geçme planlarını yapması, uluslararası ilişkilerde, emperyalist devletler arasındaki çelişkileri öncesine göre çok daha fazla derinleşti. Afganistan’ı, ABD’nin saldırıya uğramasının da etkisiyle “geniş bir koalisyon”la ve el birliğiyle, uzlaşma içerisinde işgal eden emperyalist devletler, aynı tutumu bildiğimiz gibi Irak’ta sergilememişlerdi. ABD ve İngiltere’nin başını çektiği ve “Anglosakson ekseni” olarak tanımlanan ittifak güçleri yalanlar üzerinden Irak’ı işgal ederken, Almanya-Fransa-Rusya ekseni sözde de olsa işgale karşı çıkmıştı. Diplomasi alanında emperyalist devletler arasında kimi zaman gerilimlere yol açan Irak işgali, nihayetinde “Anglosakson ekseni” etrafında bir araya gelen ülkeler tarafından yapılmıştı. İşgal karşıtı görülen Rusya-Almanya-Fransa ekseni işgali engellemek için fiili bir hamdele bulunmamakla birlikte, örneğin Almanya ülkedeki ABD üslerini kullandırmakla, istihbarat bilgisi vermekle dolaylı destekçi olmuştu. Açık ifadeyle Almanya, bu süreçte Fransa ve Rusya ile birlikte aynı politik tutumu alırken, pratikte işgale yardımcı olmuştu.
Libya işgali de Batılı emperyalistler tarafından çok fazla zor olmadı. Rusya, Çin ve Almanya Birleşmiş Milletler’de yapılan oylamada “çekimser” kalarak, gönülsüz de olsalar işgale “yeşil ışık” yaktılar. Böylece, Fransa ve İngiltere’nin öncülüğünde gerçekleştirilen, 50 binden fazla insanın canına mal oyan bir saldırıyla Muammer Kaddafi önce devrildi, sonra da hunharca katledildi.
Libya işgaline kadar kimi zaman uzlaşma kimi zaman itiraz biçiminde sürüp gelen emperyalist devletler arasındaki çelişkiler, Suriye’de adeta açılması zor bir düğüme dönüşmüş bulunuyor. Bunun bir nedenini Rusya’nın Suriye’deki askeri ve siyasi açıdan köklü ilişkileri olurken, diğer yanını genel olarak Batılı emperyalist devletlerin bir sonraki adım olarak önce İran’ı sonra Rusya’nın kendisini işaret etmeleri geliyor.

SOĞUK SAVAŞ BİTMİŞMİYDİ?
Suriye’deki rejimin değiştirilmesi hamlesi üzerinden oluşan saflaşma, büyük ölçüde SSCB’nin yıkılmasından önce varlığı süren “Soğuk Savaş” şablonuyla aynı. ABD’nin başını çektiği NATO şemsiyesi altındaki kapitalist-emperyalist devletler ile Çin-Rusya-İran ittifakı yeniden karşı karşıla geldi. Rusya ve Çin, Birleşmiş Milletlerde Suriye’ye yönelik bir askeri saldırıya ret oyu verirken, ABD’nin başını çektiği Batılı emperyalist blok, Türkiye üzerinden işgal için büyük bir çaba içerisine girdi.
Suriye ekseninde yaşanan cepheleşmeye baktığımızda İran’ın ve onun müttefiki durumundaki Şii hareketlerin de Rusya-Çin eksenine dahil olduğu anlaşılıyor. Buna karşın, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’ın temsil ettiği Suni yönetimler de eskiden olduğu gibi AB-ABD ekseninin destek oldu.
Bu süreçte, en ciddi saf değiştirme yıllardır İran ve Suriye’ye yakın duran radikal dinci Hamas’ta oldu. Suriye’ye karşı Batılı emperyalistlerin saldırı hazırlığını gören Hamas’ın merkezini Katar’a taşıması tam da bu saflaşmanın bir sonundan başka bir şey değildir. Batı emperyalizminin bölgedeki sadık müttefiki İsrail’in “bir numaralı düşmanı” Hamas, böylece İsrail ile aynı cephede yer aldı. Aksi taktirde, 2001’den bu yana Suriye’de üs kuran Hamas’ın siyasi lideri Haled Meşal’in kolay bir şekilde, hem de gövde gösterisi şeklinde Gazze’ye gitmesi mümkün olmayacaktı. Altan alta, Arap Bahar”ıyla birlikte Ortadoğu’da ABD’nin en önemli dayanağı haline gelen Müslüman Kardeşler üzerinden yapılan pazarlıklar sonucu, bir zamanlar Filistin nedeniyle bir numaralı İsrail ve ABD düşmanı kesilen dinci akımların önemli bir bölümü, Suriye”ye yönelik saldırı hazırlığıyla birlikte NATO şemsiyesi altında bir araya gelen emperyalistlerle aynı yerde saf tutmuşlardır. Lübnan’daki Hizbullah ise İran ve Suriye’ye yakınlığını sürdürmeye devam ettirmektedir.
Suriye’ye kadar olan işgallere ve gerilimlere toplamı üzerinden baktığımızda, son 20 yıl içerisinde, Batı kapitalizmi hep SSCB’nin kontrol ettiği alanları egemenlik altına almak üzere büyük bir çaba içerisinde oldu. Bu çabaların çoğunda, SSCB’nin varisi olarak Rusya gücü olmadığı için yeterli kadar bir direnç gösteremedi ya da söz konusu eski alanları denetim altında tutamadı. Bu alanları kısaca şu şekilde sıralamak mümkün:

DOĞUR AVRUPA: 1990 yıllara kadar SSCB’nin etki alanında bulunan Doğu Avrupa ülkelerinin çoğu, SSCB’nin çöküşünden sonra başta Almanya olmak üzere Batılı kapitalist devletlerin egemenliği altına giren pazar alanları oldu. Bu ülkelerin önemli bir bölümü hem NATO hem de AB üyesi yapılarak “Batıya entegre” edildi. Böylece, Rusya’nın yeniden bu ülkelerde etkili olması yakın bir dönemde mümkün olmayacak şekilde Batı’ya bağlandı. Bir tek Ukrayna ve Beyaz Rusya Rusya ile birlikte hareket eden ülkeler olarak kaldı.
Ama, Doğu Avrupa’nın en büyük ülkelerinden biri olan Ukrayna’nın düşürülme için “yeni dünya düzeninde” eski “soğuk savaş” konsepti olduğu gibi uygulandı. Bunun sonucu olarak 2004’te gerçekleşen “Turuncu Devrimi”, ABD-AB ekseni tarafından Doğu Avrupa’daki en önemli stratejik kazanım olarak adlandırıldı. Rusya ile Avrupa arasındaki en önemli enerji koridoru olma özelliği taşıyan Ukrayna’da Batı kapitalizmiyle Rusya arasında süren nüfuz mücadelesini bugün itibariyle Rusya üstün gelmiş olsa bile her an ibrenin diğer tarafa dönebileceği de biliniyor. Beyaz Rusya’da ise halen Rusya’nın yakın müttefiki olarak varlığını sürdürüyor. Özellikle AB’nin “diktatörlük”, “insan hakları ihlalleri” gibi nedenler öne sürerek iç kargaşa çıkarmaya çalıştığı Beyaz Rusya’da istikrarsızlık hali hazırla güçlü bir tehdit olma özelliği taşımıyor.

BALKANLAR: Batı emperyalizmi ile Rusya arasındaki bir diğer çatışma alanı da Baklanlar idi. Balkanlarda 1990-95 yılları arasında ABD-AB/NATO ekseniyle Rusya arasındaki nüfuz mücadelesi 200 bin insanın canına mal oldu. Yüzyıllardır bir arada barış içerisinde yaşayan farklı inançlardan, uluslardan ve kültürlerden insanlar eski Yugoslavya toprakları üzerinde birbirine kırdırıldı. Bunun sonucu olarak bir zamanlar Balkanların en büyük ülkesi olan Yugoslavya tam yedi devlete bölündü: Bosna-Hersek, Hırvatistan, Slovenya, Makedonya, Sırbistan, Karadağ ve Kosova. En son Sırbistan’da AB yanlılarını kazanmasıyla Rusya’nın son kalesi de Balkan’larda düştü. Böylece, Rusya’nın Balkanlar’daki nüfuz alanı tamamen yok edildi, hem de yüzbinlerce insan katledilerek.

KAFKASYA: Eski SSCB’nin varisi olarak Rusya ile Batı kapitalizmi arasında bir değer önemli çatışma olanı da enerji ve petrol yatakları bakımından büyük bir önem teşkil eden Kafkasya. ABD-Batı ittifakının el birliğiyle eskiden SSCB’nin parçası olan Kafkasya ve Orta Asya ülkelerini kendi nüfus alanına almak için -Türkiye gibi ülkeler de önemli ölçüde kullanılarak- yürütmüş olduğu politikalar en çok Gürcistan’da etkili oldu. Azerbaycan ve Ermenistan’da da dengeler gelip gelmekle birlikte en Amerikancı yönetim Gürcistan’da kuruldu. Ancak, Rusya’nın Gürcistan’daki Şakaşvili yönetimine en sert tepkisi 2008’in yaz aylarında oldu. Güney Osetya’ya askeri bir operasyon düzenleyen Rusya, Batılı emperyalistlere bölgenin hakimi kendisi olduğunu gösterdi. Batı’nın bütün uyarıları ve çağrılarına aldırmayan Rusya, NATO ittifakının Gürcistan üzerinden Kafkasya ve Karadeniz’deki planlarını durdurdu.
Pek çok uluslararası ilişkiler uzmanı, Putin’in Gürcistan’a karşı bu hamlesini Rusya’nın dünya politikasına geri dönüşü olarak nitelendiriyor. Bu hamleyle Gürcistan NATO’ya üye yapılmadığı gibi, Gürcistan’daki Rusya yanlılarını güçlendirdi. 1 Ekim 2012’de yapılan parlamento seçimlerinde Rusya yanlılarının kazanması da ibrenin yeniden Rusya’ya döndüğünü anlamına geliyor. Bu yıl içinde yapılacak  başkanlık seçimlerinde de Rusya yanlılarının kazanması sürpriz olmayacaktır. Böylece, batı emperyalizmi Kafkasya’daki bu en önemli müttefikini kaybetmeyle karşı karşıya.
Rusya, Gürcistan’da şiddete başvururken, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’da ise Şenghay İşbirliği Örgütü aracılığıyla bağlarını güçlü tuttu. İşlenmemiş doğalgaz ve petrol yatakları nedeniyle bu yüzyıl içerisinde dünya politikasında önemli bir yere sahip olacak Rusya, “arka bahçesi” durumundaki Kafkasya’daki nüfuz mücadelesi henüz bütünüyle kazanmış olmazsa da Yeltsin dönemine göre önemli adımlar atıldı.
Bu bakımdan Putin-Medvedev-Putin dönemi olarak tanımlanan süreç, Rus sermayesinin dünya üzerinde etkili olmak için toparlanma süreci olarak değerlendirilebilir.

ORTADOĞU: Eskiden SSCB’ni toprakları içerisinde olan ya da doğrudan SSCB’nin etkili olduğu Doğu Avrupa ve Kafkasya’da Batı kapitalizmi ile Rusya arasında nüfuz mücadelesi çoğunlukla Rusya’nın kaybetmesiyle sonuçlanırken, benzer bir çatışma SSCB’nin ekseninde olan Ortadoğu ve Afrika’daki ülkeler için de geçerliydi. Bu konuda kendilerini “Yeşil sosyalizm” olarak tanımlayan Basçı partilerin işbaşında oldu Ortadoğu ülkeler de Batı kapitalizminin hedefindeydi. Önce bunlar arasından siyaseten ve nüfus yapısı açısında en zayıf ve karmaşık olan Irak hedef seçildi. Ardından, ABD’ye karşı kükreyen ama Avrupalı emperyalistlerle içli-dışlı olan Libya lideri Kaddafi’nin ülkesi Libya teslim alındı. Kontrol altında olmayan bölgeler ve ülkeleri adeta “domino etkisi”yle kendi nüfuz alanına dahil etmek isteyen Batı kapitalizmi, bunun devamı olarak kontrol altında bulunmayan diğer ülkeleri benzer şekilde kendi egemenliğine alayı arzuluyor. İran, Rusya, Çin, Beyaz Rusya, Kuzey Kore, Küba, Venezüella… gibi ülkeler halen Batı kapitalizmi tarafından tam olarak kontrol edilemeyen ve bu nedenle teslim alınması gereken ülkeler olarak görülüyor.

NİHAİ HEDEF RUSYA MI?
Bütün bunlara bir de ABD öncülüğünde Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Türkiye’ye (Malatya-Kürecek) kurulan füze savunma sistemlerini eklemek gerekiyor. Hem söz konusu ülkelere NATO tarafından füze savunma sisteminin yerleştirilmesi, hem de Rusya’nın buna göstermiş olduğu tepkiye baktığımızda, NATO şemsiyesi altında toplanan ülkelerin önce İran sonra Rusya’ya karşı bir güç birliği içinde olduğu artık sır değildir.
1990’lardan sonra dünyada olup bitenlere bakıldığında, SSCB’nin varisi Rusya’nın etrafındaki halkının sürekli daraldığı açıktır. Halkanın daralması ya da domino taşlarının devrilmesi olarak nitelendirilebilecek bu süreçte, Batı kapitalizminin nihai hedefinin Rusya’nın da egemenlik altına alınmak istediği savı önce gerçekçi bir yaklaşım gibi gelmeyebilir. Ancak, emperyalizmin karakteri açısından bunun salt bir hayal değil, koşulları uygun olduğunda gerçekleştirilebilir emperyalist politika olduğu açıktır. Son yıllarda Rusya içerisinde mevcut Putin rejimine karşı çıkanların ABD ve Avrupa tarafından “demokrasi ve insan hakları savunucusu” olarak ilan edildiği biliniyor. Keza, “demokrasi güçleri” olarak tanımlanan bu kesimlere maddi ve siyasi olarak Batı kapitalistleri tarafından desteklendiği de bilinen başka bir gerçektir.
Bütün bunlardan rahatsız olan Putin en sert tepkisini bu yıl seçimlerden sonra yapılan G8 zirvesine katılmayarak göstermişti. Bu aynı zamanda, üçüncü kez başkanlık koltuğuna oturan Putin’in ABD ve Batı Avrupa’ya mesafeli davranacağı, kendi çıkarlarına önceki döneme göre çok daha fazla yoğunlaşacağı anlamına geliyordu.
Denilebilir ki, SSCB’nin dağılmasından sonra devlet başkanlığı koltuğuna oturan Boris Yeltsin, her şeyiyle Batı kapitalizmine teslim olmuş, tarihsel genel olarak Rusya’nın tarihsel misyonunu da bir yana bırakmıştı.
Ama, Putin’in göreve gelmesiyle birlikte Rusya, bir zamanlar dünyanın neredeyse üçte biri üzerinde etkili olan, kısa bir süre içerisinde pek çok alanda Batı kapitalizmiyle yarışan ve üstün gelen SSCB’nin varisi olduğu hatırlandı. Bu elbette tek başına Putin’in tercihi değil, asıl olarak Rus sermayesinin belirlemiş olduğu bir politikaydı.
Görevde kaldığı ilk iki dönem boyunca (8 yıl) buna göre davranan Putin, her fırsatta Batı emperyalizminin yedeğinde katılmış bir ülke olmadıklarını vurgulama ihtiyacı duydu. Putin’den sonra göreve gelen Medvedev de esas olarak aynı çizgiyi devam ettirdi. Ama, üçüncü kez “tahterevalli” modeliyle başkanlık koltuğuna hem de 6 yıllığına oturan Putin’in, dünyadaki gelişmelere bağlı olarak önceki döneme göre çok daha etkili bir dış politika yapacağı daha ilk günden belli idi.
Putin, üçüncü kez başkanlık koltuğuna oturduğunda açıkladığı “Rusya Federasyonu’nun dış politika çizgisinin hayata geçirilmesi yolunda önlemler” başlıklı belgede ABD ve Batı’ya yönelik yaklaşım dikkat çekiyordu. “Belgede, bir önceki Devlet Başkanı Dmitriy Medvedev’in temel dış politik tercihlerinden biri olan ABD ile ilişkileri sıfırlayıp yeniden başlatma girişimlerinden söz edilmiyor bile. Bu durum, Medvedev’in uluslararası politikasının Amerika cephesinde fiyasko ile sonuçlandığı iddialarını güçlendiriyordu.” ( T24)
Özetle, Rusya’nın ABD ile “barış havası”nda götürmek istediği dış politikanın emperyalizmin karakteri gereğince mümkün olmadığı bir kez daha görülmüştür. Dahası bunu en iyi Ruslar bilmiyor olması gerekiyordu. Çünkü, bütün dünyaya hakim olmak isteyen ABD ve onun diğer müttefiklerinin hedefinde, tam anlamıyla kontrol edemedikleri, yer altı ve yer üstü kaynaklarını istedikleri gibi sömüremedikleri Rusya da bulunuyor.
Almanya’da yayınlanan Die Welt gazetesinde, bundan 6 yıl önce yer alan bir haberde, Rus strateji uzmanlarının ABD’nin orta vadede Sibirya’daki zengin enerji kaynakları nedeniyle Rusya’ya saldırabileceği üzerinden çalıştığına dikkat çekiliyordu. [Die Welt, 17.07.2007]
Haberde ayrıca Rus Generali Alexander Wladimirow’un “Rusya ile ABD arasında önümüzdeki 10-15 yıl içerisinde mümkündür” şeklindeki sözlerine de yer veriliyordu. Başka bir değişle, Rusya 2015-2020’ye kadar ABD ile doğrudan sıcak bir savaş üzerinden karşı karşıya gelebileceğini ve hazırlıklarını da buna göre yapıyor.
Çünkü her iki ülke arasında hem Ortadoğu’da hem de Uzak Asya’da kıyasıya süren rekabetin günün birince sıcak çatışmaya dönüşme ihtimali hiç de uzak bir ihtimal değil.
Bu rekabette, Rusya’nın elindeki en büyük silahın zengin petrol ve doğalgaz kaynakları ve sahip olduğu silah teknolojisi olduğu açıktır. Gelecekte asıl saflaşmanın enerji kaynakları ve enerji yollarının kontrolü üzerinden olacağını söylemek sanırız pek yanılgı olmayacaktır.
Yapılan araştırmalara göre, bugünkü teknikle çıkarılıp kullanılabilen dünyadaki doğalgaz rezervlerinin büyük bir bölümü Rusya’da bulunuyor. Ülkelere göre doğalgaz rezervlerinin dağılım oranı şu şekilde: Rusya yüzde 24.8, İran yüzde 15.6, Katar yüzde 13.2, Türkmenistan yüzde 4.2, Suudi Arabistan yüzde 4.1, ABD yüzde 4, Birleşik Arap Emirlikleri yüzde 3.1.
Rusya, petrol rezervleri bakımından da Suudi Arabistan’dan sonra ikinci büyük ülke durumunda. İran 4., Çin 5. sırada yer alıyor.
Dolayısıyla, Rusya ve müttefikleri Çin ve İran’ın elinde bulundurduğu devasa enerji kaynakları nedeniyle hem Avrupa’yı hem de Uzak Asya’yı kendisine bağımlı hale getirmiş ve enerji kaynaklarını güçlü bir silah olarak rakiplerine karşı kullanıyor.
Kısa bir süre önce Putin tarafından, Türkiye üzerinden İran ve Azeri doğalgazını aktarması geçmesi planlanan Nabucco hattına alternatif olarak temeli atılan Güney Akım Doğal Gaz Boru Hattı Projesi ile Balkanlar ve Güney Avrupa ülkeleri de bağlandı. En önemlisi de, Batı emperyalizminin sadık müttefiki olarak görülen Türkiye “enerji koridoru” konusunda devre dışı bırakıldı, önemi azaltıldı. Karadeniz’in altından yaklaşık 900 metre derinliğindeki Güney Akımı boru hattı Bulgaristan’ın Varna kentine kadar uzanacak, boru hattı Sırbistan, Macaristan ve Slovenya üzerinden İtalya’ya kadar uzatılacak.  Benzer bir şekilde daha önce doğrudan Almanya ile Rusya arasında Kuzey Akım Projesi’nin temeli atılmıştı.
Son verdilere göre Rus doğalgazının yüzde 60’ı AB ülkelerine, yüzde 29’u Birleşik Devletler Topluğu üyesi ülkelere, yüzde 9’u Türkiye’ye yüzde 2’si de Batı Balkanlara satılıyor.
Pek çok ABD’li kurum tarafından yapılan analizde, bu ülkenin 2030 yılına kadar dışarıdan önemli ölçüde doğalgaz alması gerekiyor. Daha sonra yeni geliştirilen taş yarma sistemiyle elde edilen gazın ihtiyacı karşılayabileceğinden söz ediliyor. Ancak taş yarma sistemiyle elde edilen gazın ihtiyacı ne kadar karşılayacağı, ne kadar verimli olacağı da belirsiz.
Bu nedenle, muazzam derecede enerjiye bağımlı olan ABD ve Avrupalı emperyalistler, enerji kaynaklarını denetim altına almak için dünyayı yeniden büyük bir savaşın içine çekerek, yeniden paylaşım planları yapıyorlar.

UZAKDOĞU: ÇİN’E KARŞI JAPONYA DEVREDE
Suriye üzerinden Rusya’yı geriletmek, Ortadoğu’da yeni mevziler kazanmak için daha ileriye adımlar artmanın hesaplarını yapan ABD, benzer bir hamleyi Uzak Asya’da diğer güçlü rakip Çin’e karşı atmış bulunuyor. Barack Obama tarafından “Pasifik Stratejisi” olarak adlandırılan bu yeni hamleyle, ekonomik olarak hızla büyüyen Çin’in frenlenmesi amaçlanıyor. Bunun için ise Ortadoğu’da Türkiye ve İsrail’in görevlendirildiği gibi, Uzakdoğu’da da sadık müttefikler Japonya, Avustralya, Güney Kore ve diğerleri görevlendirilmiş.
Çin ile Japonya arasında hiç kimsenin yaşamadığı adacıklar üzerinden yaşanan gerilim tam da Çin’i geriletme, Doğu Çin Denizi’ne hakim olma planlarıyla ilgili.
Çinlilerin Diaoyu, Japonların Senkaku dediği, yerleşim yeri olarak kullanılmayan üç ada takımı nedeniyle her iki ülke arasındaki gerilim Eylül ayından itibaren tırmandı. Ne var ki, asıl neden tek başına üç adanın kime ait olacağından çok, bölgede hangi devletin bundan sonra belirleyici güç olacağıyla ilgili.
Adaların kime ait olduğu ekseninde her iki ülkede esen milliyetçi, şoven, militarist naraları bir yana bırakıp perdeyi araladığımızda, arkasında ABD’nin Pasifik’te egemenliğini sürdürmek için bu yılın başında ilan ettiği yeni “Pasifik Strateji”nin olduğu görülüyor.

PAYLAŞILAMAYAN BÖLGE: DOĞU ÇİN DENİZİ
Japonya ile Çin arasında gerilim konusu olan Diaoyu/Sankaku adacıklarının bulunduğu Doğu Çin Denizi hem jeostratejik hem de zengin petrol ve doğalgaz kaynakları açısından bölgede büyük bir önem taşıyor. Çin, Japonya, Güney Kore, Kuzey Kore ve Tayvan’la kıyısı olan, Hindistan Okyanusu ile Pasifik Okyanusu’nu birbirine bağlayan Doğu Çin Denizi’nin kim tarafından kontrol edileceği şimdiki gerilimin asıl nedeni.
Der Spiegel’de bölgedeki gerilimle ilgili yer alan bir haber-analizde Doğu Çin Denizi’nin askeri ve ticari açıdan bölge için çok önemli olduğu belirtildikten sonra, şu gerekçeler sıralanıyor: Çin’in ihtiyaç duyduğu petrolün yüzde 80’i bu deniz üzerinden geliyor. Keza; tahminlere göre Doğu Çin Denizi’nin altında 130 milyar varil petrol, 9 trilyon 300 milyar metreküp doğalgaz bulunuyor. Hindistan Okyanusu ile Pasifik Okyanusu’nu birleştirmesi nedeniyle dünya genelindeki yük gemilerinin yarısı, dünya deniz ulaşımının da üçte biri bu deniz üzerinden gerçekleştiriliyor. Halen büyük bir bölümü Çin’in denetimi altında olan deniz, ticaret açısından büyük olanaklar yaratıyor. [Der Spiegel, 10.09.2012]
Çin ile Japonya arasında başlayan gerilimde İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Pasifik’in efendisi olan ABD’nin açıktan Japonya’dan yana tavır koyduğu sır değil. ABD’nin 7. donanma gücü olan “George Washington” Pasifik’te konuşlandırılmış durumda. Halen 60 savaş gemisi, 300 savaş uçağı ve 40 bin askerden oluşan söz konusu 7. Donanma’nın gücünün 2020 yılına kadar önemli oranda artırılacağı ABD Başkanı Barack Obama tarafından bu yılın başında yeni “Asya-Pasifik Strateji”si çerçevesinde ilan edilmişti. Plana göre; önümüzdeki 8 yıl içinde ABD’nin savaş gemilerinin yüzde 60’ı Pasifik’e kaydırılacak.
ABD Genel Kurmay Başkanı Martin Dempsey, Obama tarafından açıklanan söz konusu yeni stratejiyi, “Bütün demografik, jeostratejik ve ekonomik eğilimler/trendler gelecek açısından Pasifik’in çok daha önemli olacağını gösteriyor. Bu nedenle stratejik önceliğimizi Batıdan Pasifik’e kaydırıyoruz” şeklinde gerekçelendirmişti.
Başka bir deyişle artık Avrupa’da fazla askeri güç bulundurmanın bir önemi kalmamış, yeni hedef Pasifik ilan edilmişti.
Keza; Japonya’da bulunan ABD üsleri yetmiyormuş gibi şimdi de ABD Savunma Bakanı Leon Panetta, bu gerilimin tam ortasında Japonya ile ikinci bir füze savunma sisteminin yerleştirilmesi konusunda anlaşmaya vardı.
ABD’nin, Japonya’yı Çin’in karşısına dikmesi elbette boşuna değil. Çünkü; ekonomik açıdan, başta Japonya ve ABD olmak üzere diğer emperyalist devletler kriz içinde küçülürken, Çin büyümeye devam ediyor. Büyüyen Çin’in can damarının enerji kaynakları olduğunu söylemeye dahi gerek yok. O halde, Çin’in yükselişini durdurmanın en önemli yollardan birisi enerji kaynaklarını/yollarını sınırlamak, kontrol etmek ve eğer mümkünse kaybedeceği bir savaşın içerisine çekerek güçten düşürmek en uygun taktik olarak görülüyor. Aksi halde Çin’in ekonomik yükselişi hem Pasifik hem de dünya genelinde ABD ve müttefikleri için tehlikeli olabilir. Zira; ABD’de de, Çin’in giderek çok tehlikeli olmaya başladığına ve durdurulması gerektiğine dair yeteri kadar “gelecek senaryosu” bulunuyor.

JAPON EMPERYALİZMİNİN YÜKSELİŞİ ÇİN’DEN GEÇİYOR
Çin ile Japonya arasındaki elbette ilk kez bir gerilim yaşanmıyor. Her iki ülke yüzyıllardan beri taraflar birbirine üstünlük sağlamak için savaşlar yapmış. Çin ile Japonya arasındaki büyük savaşların ilki 1894-95 yılları arasında Kore’nin paylaşılması nedeniyle yapılmış. Adadan büyük kıtaya adımını atmak için Çin’in himayesindeki Kore’ye saldıran Japonya, bu ilk büyük savaştan galibiyetle çıktı. Savaşın ardından her iki ülke Kore’nin bağımsızlığını kabul ederken, Çin ağır tazminatlara mahkum edildi. Japonya ise Asya kıtasının en uzun nehri olan Yangtze üzerine ticaret yapma hakkı elde etti. Çin’in batısında doğan, Doğu Çin Denizi’ne dökülen Yangtze üzerindeki ticaret ayrıcalığı, aynı zamanda bölgede Japon emperyalizminin yükselişinin ifadesiydi. Japon malları nehir üzerinden Asya içlerine kadar satılmaya başlanırken, liman kentlerde Japon tekelleri fabrikalar kurarak üretime geçtiler. Böylece, yoksul Asya’nın ucuz emek gücü daha o yıllardan itibaren Japonya’nın yükselmesinde, zenginleşmesinde önemli bir rol oynadı.
Yangtze üzerinde elde ettiği ayrıcalıktan yararlanan Japonya, ikinci hamlesini daha İkinci Dünya Savaşı başlamadan (1930’lu yılların başında) Çin’in Mançurya Bölgesi’ni topraklarına katmak için savaş ilan etmekle yaptı. Önce Mançurya’yı denetim altına aldı, sonra bununla da yetinmeyerek SSCB’ye saldırdı.
Asya’ya ayak basmak için giriştiği bu büyük savaş 9 Eylül 1945’te Japon emperyalizminin yenilgisiyle sonuçlandı. Sadece yenilgiyle kalmadı, bir kez daha Asya’ya adım atmaması için müttefik devletler tarafından ağır cezalara çarptırıldı.
Ama, buna rağmen Japon emperyalizmi Asya’nın lideri olma hayalinden ve arzusundan hiç vazgeçmedi. Tıpkı Almanya gibi, kısa bir süre içinde yenilgiye rağmen ekonomisini yeniden düzlüğe çıkararak, Uzakdoğu’daki pazarların elde edilmesinde yeniden yükselişe geçti.
İşte; bugün iki-üç kara parçası üzerinde yaratılan gerilimin arkasında bu tarihsel gerçekler yatıyor. Ama şimdi Japonya tek başına değil, ABD belirlediği çerçevede hareket etmeyi yeğliyor. Çünkü tarihsel arka planı olan Çin-Japon gerilimin bugünkü durumu, dünyanın yeniden emperyalistler tarafından paylaşılma ve bu temelde kurulan yeni ittifaklar sonucu oluşan cepheleşmeden bağımsız değildir.
Belirtmek gerekiyor ki; Çin de ekonomik yükselişten aldığı güçle bölgede, rakiplerini gerileterek daha etkili bir güç olmanın hesaplarını yapıyor, bu temelde donanmasını, ordusunu yeniliyor, güçlendiriyor. ABD’nin ve onun bölgedeki müttefiklerinin tek başına egemen olmasına itiraz eden Çin, yeni stratejilere karşı da hazırlıklarını yapıyor. Bu temelde özellikle donanma gücünü hızla artırmanın ve yenilenmenin çalışmasını yapıyor, bazı alanlarda epeyce de mesafe kat etmiş. Ve çeşitli analizlere göre; Çin, donanma gücünü önümüzdeki yıllarda bugünkünün iki katına önemli oranda artıracak. Bütün bunlar, Pasifik’te emperyalist paylaşımın giderek sertleştiğini ve silahlanmanın alabildiğince hızlandığını gösteriyor.
ABD ise, kısa ve orta vadede Çin’i güçten düşürmek, daha fazla etkili olmasını engellemek için bölgedeki sadık işbirlikçileri Japonya, Güney Kore, Avustralya, Filipin, Yeni Zelanda gibi ülkeleri Çin’e karşı kışkırtarak sonuç almaya çalışacak. Keza, ABD Avrupa’ya konuşladığı askeri gücünün önemli bir bölümünü Pasifik’e kaydıracağını ilan etti.
Lakin siyasi ve ekonomik gelişmeler, Pasifik’te bir gün Çin ile ABD’nin daha açıktan karşı karşıya geleceği yönünde. Çünkü, SSCB’nin dağılmasından sonra dünyanın tek hakim gücü olan ABD’nin daha fazla tek hakim olamayacağı, yeni aktörlerin ortaya çıkacağı sır değildir.
Bu nedenle; Japonya’nın gerilimi tırmandırmak için yaptığı hamleler, ABD’nin Ortadoğu’da olduğu gibi Pasifik’teki egemenliğini korumak için ilan edilen stratejisinin sonucudur. Japon ve Çin gericiliği ise bu süreçte halklar arasında düşmanlığı, şovenizmi körükleyerek, sermaye güçleri arasındaki çıkar ve güç çatışmasını emekçiler arasına yaymaya çalışıyorlar.

AVRUPA NE YAPACAK?
Hem Ortadoğu hem de Uzakdoğu’da olup bitenlere baktığımızda ABD ile Rusya/Çin arasında artan rekabette, Avrupa’daki emperyalistlerin nasıl bir tutum alacağı konusunda farklılıklar ve belirsizlikler varlığını bir süre daha sürdürecek gibi görünüyor. 1990’lı yılların başından bu yana Irak’ın işgali dışındaki bütün işgal ve saldırılarda ABD ile birlikte hareket eden Almanya-Fransa ekseni, bunu yaparken Rusya-Çin ekseniyle ilişkilerinin bozmamaya da özen gösterdi. Ancak, Almanya ve Fransa’nın Rusya ve Çin ile olan devasa ticari ilişkileri bu saflaşmada ABD’nin yanında olmamayı adeta zorunlu hale getiriyor. Bu konuda hem Almanya’da hem de Fransa’da sermayenin farklı kanatları arasında görüş ayrılığı devam ediyor. Örneğin Almanya’da sosyal demokratlar, gelecekte Rusya ile yakın bir ilişkinin çok daha yararlı olacağını savunuyor. Türkiye ve Ukrayna’dan sonra en çok Rus doğalgazını alan ülke olarak Almanya’nın gelecekte bu ülkeyi ipleri koparmamaya çalışacağı görülüyor. Rusya’nın “enerji kartını” Almanya’ya karşı kullanması durumunda mevcut koşullarda Almanya’nın yapacağı çok fazla bir şeyin olmadığı açıktır. Bunun farkında olan Almanya, enerji kaynaklarını çeşitlendirme, başka kaynaklar bulma konusunda yoğun bir çaba içerisinde, ancak bugüne kadar ciddi bir alternatif de bulabilmiş değildir.
Bütün bunlara bir de Avrupalı emperyalistlerin karşı karşıya olduğu bütçe açığı eklenince Çin ve Rusya ile uyumlu halde olmaları çok daha zorunlu görünüyor.
Aslında benzer bir durum Türkiye izin de geçerlidir. Enerjide tamamen Rusya’ya bağımlı hale gelen, milyarlarca dolara varan ticaret hacmi bulunan Türkiye’nin, ABD’nin çıkarlarına göre bölgede bir politika izlemesi en önemli handikapların başında geliyor. Ki en son Suriye vesilesiyle yaşanan gerilimden sonra, Rusya ile gerilimi tırmandırmanın Türkiye’ye yarardan çok zarar vereceği yüksek sesle ifade edilmeye başlandı.
Ama, dünya siyaseti daha uzun bir süre hem ABD’nin bölgesel çıkarlarını savunmada en önemli dayanak hem de Rusya ile iyi ilişkileri kaldırabilecek şekilde devam edemez. ABD ile Rusya arasındaki gerilimlerin katsayısı artıkça Türkiye egemenleri de ona göre tutumlarını gözden geçirmek zorunda kalacaktır. Ama bugünden ibrenin hep ABD’den yana olacağı söylenebilir. İngiltere de, her zaman olduğu gibi bundan sonra da ABD ile yakın ittifak içerisinde olmaya devam edecek.

ABD GERİLEYEN, RUSYA YÜKSELEN EMPERYALİST GÜÇ
Ortadoğu ve Uzakdoğu’daki gerilimlere baktığımızda Rusya ve Çin’in önceki döneme göre, Batılı emperyalistler karşısında daha uzlaşmaz bir tutum içerisine girdikleri, kendilerine daha güvenle hareket ettikleri anlaşılıyor. Bunun bir nedeni bugüne kadar verdikleri tavizler ve gösterdikleri uzlaşmalar karşısında kaybedenler olmaları olurken, diğer nedeni ise ekonomik ve askeri olarak toparlanarak kendilerine daha fazla güvenmeleri ve dünyanın paylaşım sürecinde var olduklarını göstermeleri oluşturuyor. Yani şunu söylemek istiyorlar: Tek başına ABD ve onun müttefiklerinin sözünün geçtiği bir dünya dönemi kapanmıştır.
Rusya, geçmişteki miras ve askeri gücüyle öne çıkarken, Çin göstermiş olduğu ekonomik büyüme ve kapılarını kapitalist tekellere sonuna kadar açarak onların daha ucuza üretimle daha fazla kar yapmalarını sağlarken, oluşan bu karşılıklı bağımlılıktan nasıl kârlı çıkabileceğini hesaplıyor. Bu açıdan Çin, Uzakdoğu’da ABD’nin etkisini sınırlayabilecek en önemli güç olarak görülüyor.
Benzer bir şekilde Rusya’da artık toparlanmış, askeri gücünü sürekli yenileyen ve silah satışını artıran bir ülke konumuna gelmiştir. En son Hindistan’a satılan 6 milyar Euro’luk savaş uçakları ve helikopterler de bunun işareti.
Buna karşın, ABD ve Avrupalı emperyalist devletler önceki yıllara göre zor bir dönemin içinde geçiyor. Bunun başında devasa bütçe açığı, ekonomik durgunluk ve kriz geliyor. Dış politika bağlamında ise dünya halkları nezdinde alabildiğince tepki toplamış, Afganistan ve Irak işgallerinde büyük ölçüde hedeflerine ulaşamamış ve bataklığa saplanmayla karşı karşıya kalmış, bir çok bölgede yerel dayanakları çürümüş durumda olan ABD ve diğer batılı emperyalist güçler, bu açıdan yükselme değil gerilime sürecine girmiş bulunuyorlar. Bu gerileme sürecini aşmak için de yeni savaşlara, işgallere girerek kendilerini yenileme ve güçlerine artırmanın stratejilerini hazırlarken, kontrol edemedikleri ülkeleri ve bölgeleri de tam anlamıyla ele geçirmenin hesapları yapılıyor.
Hem dünya genelindeki emperyalist gerilimler hem de Stockholm Barış Enstitüsü’nün açıkladığı göstergelerde, dünya genelindeki silahlanmadaki devasa artış, Ortadoğu, Kafkasya ve Uzakdoğu hattında büyük bölgesel savaşların yaşanmasının hiç de uzak olmadığı anlaşılıyor.
Dünyanın yeniden paylaşılması ya da Batı emperyalizminin bütün dünyanın egemenliği altına alma şeklinde ifade edilebilecek bu  politikasının öyle kolay hayat bulmayacağı, Suriye ekseninde yaşanan gerilim ve pazarlıklar kendisini gösteriyor.

ANTİ-EMPERYALİST, SAVAŞ KARŞITI BİR HAREKET İÇİN…
Dünyanın emperyalist devletler tarafından “yeniden paylaşım” nedeniyle büyük gerilimler ve çatışmalar içerisine çekildiği günümüzde, bunu durdurabilecek tek gücün işçi sınıfının öncülük edeceği güçlü bir anti-emperyalist hareketin olduğu açıktır. Unutulmamalı ki; Birinci Paylaşım Savaşı, Rusya’da işçi sınıfı öncülüğünde gerçekleştirilen devrimle, İkinci Dünya Savaşı da yine ilk işçi sınıfı devleti olan SSCB’nin Alman faşizmine karşı verdiği kahramanca  anti-faşist ve anti-emperyalist bir savaşla son bulmuştu.
Emperyalist savaşlara karşı mücadelede işçi sınıfının, güçlü bir barış cephesi örme ve buna öncülük etme göreviyle karşı karşıya olduğu bundan 100 yıl önce 24-25 Kasım 1912’de Basel’de düzenlenen Barış Kongresi’nde karara bağlanmıştı. Daha Birinci Paylaşım Savaşı çıkmadan, Balkanlar’da yaşananların büyük bir savaşın kapıda olduğunu gösterdiğine dikkat çeken sosyalistler, işçi sınıfının tarihsel rolünü oynaması için harekete geçmenin vaktinin geldiğine işaret etmişti.
Her ne kadar bugün “3. Paylamış Savaşı” yakın bir olasılık olarak kapıda durmazsa da, sürecin büyük çatışmalara ve savaşlara doğru gittiği de sır değildir.
Bu nedenle, emperyalist devletler arasındaki çıkar çatışmalarını ve paylaşım planlarını doğru bir şekilde anlamak, ona göre tutum almak, harekete günümüzün en önemli görevleri arasında yer alıyor.

Enerji kimin için?

Kapitalizmin küreselleşme politikaları ile başlayan neo-liberal saldırılar devasa boyutlara varmış durumda. Uluslararası yerli ve yabancı şirketlere sağlanan teşvik ve kolaylıklarla, olanak ve deyim yerindeyse özgürlüklerle Türkiye ve benzeri ülkelerdeki hükümetlerle siyasetçiler, şirketlerin ayak işlerini yapan memurları durumuna geldiler. Bu, devlet olanaklarının paylaşımı ve bu olanaklarla palazlanmayı önemsizleştirmediği gibi, bu paylaşım ve palazlanmayı koordine eden hükümetlerle bakanları ve işlevlerini de önemsizleştirmedi. Türkiye’de 1980 darbesinden dünya ölçeğindeyse Sovyetler Birliği’nin çöküşe geçmesinden hız alarak tüm dünyada (ve Türkiye’de) geliştirilen neoliberal politikalarla yürütülen emeğe dönük saldırılar kapsamında neredeyse kamuya ait tüm fabrika ve işletmeler “arpalık” oldukları ve kötü yönetildikleri savları ile sermayeye teslim edildi. Piyasa ekonomisi adı verilen tekellerin dizginsiz egemenliğinin önündeki tüm engeller kaldırılırken, doğa da geri dönülemez biçimde tahrip edilip metalaştırılmaktadır. Bu makalede, başta “enerji ihtiyacımız var” yalanı olmak üzere, AKP hükümetinin enerji politikaları nedeniyle doğa ve yaşam alanlarımızın tahribatına yol açan uygulamalarına karşı direnen halk kesimlerine AKP ve enerji şirketlerinin saldırısının hangi yalan propagandalar etrafında yürütüldüğünü anlatmaya çalışacağız.
Bu yalan propaganda argümanlarının başında hepimizin sıklıkla duyduğumuz “ülkenin enerji ihtiyacı var, karanlıkta mı kalalım” söylemi gelmektedir. İkincisi; “kamu yararı var” söylemidir. AKP ve enerji şirketlerinin üçüncü ve dördüncü yalan propaganda argümanları aynı zamanda bir saldırı da içerir, çünkü yaşam alanlarını savunan yerel halkı, üretici köylüleri ve bu konuda emeğini esirgemeyen aydınları kalkınma karşıtlığı ve sanayinin gelişmesini istememekle, yani düşmanlık ve hainlikle suçlayarak, geniş halk kesimleri arasında da bir bölünme yaratarak amaçlarına ulaşmayı hedeflemektedirler. Bu da yetmemekte, doğayı ve çevrelerini savunanlar dış mihrakların maşası, kökü dışarıda olmakla suçlanmaktadır.

KAPİTALİZMİN HİZMETKARI
IMF ve Dünya Bankası vb. eli ile gerçekleştirilen uygulamalar sonucunda tüm ülkelerde işsizlik artarken yoksulluk derinleşti. Sosyal amaçlı harcamalar kesildi ya da kısıtlandı. Tüm bu uygulamalar piyasa ekonomisi adı altında kutsanarak gerçekleştirildi, gerçekleştiriliyor. Tamamen uşak haline getirilen işbirlikçi hükümetler, uluslararası şirketlerin faaliyetlerini düzenleyen, onlar için yollar, limanlar ve enerji vb. yatırımları planlayan birer hizmetli pozisyonundalar. Bu saldırılara karşı gelen ve gelebilecek olanları ve mücadeleleri ezip cezalandırmak için birçok yasa ve yönetmelik çıkartarak kapitalizmin, neoliberal politikalarıyla tekellerin hizmetine devam ediyorlar. Bu hizmeti yaparken de “ezan”, bayrak” vb. gibi sembolleri dillerinden hiç düşürmüyorlar.

SAVAŞIN ARDINDAKİ NEDEN
Şirketlere sağlanan sınırsız özgürlükle sürdürülen enerji üretimi, söylenen yalanlar ve yaratılan yanılsamalar ile ülkenin her yanına yayılmış durumda. Kapitalizm “küreselleşme” adı altında enerji arzını, petrol, doğalgaz gibi enerji kaynaklarına sahip ülkeleri baskı altına alıp işgaller yolu ile kendine bağlayarak, güvenliğini sağlayıp garanti altına almaya çalışıyor. Irak’ta, Libya’da yaşadıklarımız ve şimdi de Suriye’ye yönelik yürütülen savaş politikalarının başlıca amacı enerji ve su kaynaklarıyla iletim yollarına sahip olmaktır. Tüm bunlar yaşanırken ülkemizde de enerji üretim yatırımları büyüyerek devam ediyor. Kapitalizmin olmazsa olmazı enerji her biçimde karşımıza çıkıyor. Bazen nükleer santral, bazen termik santral, HES, rüzgar, güneş ve bazen de katı atık yakma ve enerji üretim tesisi adı altında birçok biçimi ile karşılaşıyoruz. Peki, nedir bu enerji ihtiyacı ve özellikle ülkemizin böyle bir enerjiye ihtiyacı var mı? “Ülkemizin enerji ihtiyacı” söylemi gerçekte hangi sınıfın çıkarlarını ve ihtiyaçlarını kast ediyor? Ya da bu ihtiyaçtan dolayı mı yaşadıklarımız?

ENERJİ TİCARETİ
Avrupa Elektrik İletim Birliği (ENTSO-E) 1950’lerde kurulmuş olan bir kuruluş. Kuruluşun amacının, şebekelerin senkronizasyonu ile tek tip enerji piyasası oluşturup enerji arz güvenliği ile üretim ve iletim güvenliğini sağlamak olduğu açıklanmaktadır. Şirketlerin eline teslim edilen üretim ve dağıtım unsurları, bu oluşum eliyle elektrik enerjisi ticareti neoliberal uygulamalar ile genişlemekte ve sermayeye yeni “fırsat”lar üretme yolunda hızla büyümektedir. Ülkemizde yaşanılan süreçte asıl itici güç, AB’nin enerji güvenliği ile enerji şirketlerine yeni alanlar yaratıp sermaye birikim sürecini tatlı kârlarla sürdürme dürtüsüdür. Türkiye elektrik sistemi, 18.09.2010 tarihinde ENTSO-E şebekesine bağlanmıştır. 03.05.2011 tarihli ENTSO-E kararları doğrultusunda 01.06.2011 tarihinden itibaren “Ticari Enerji Alışverişi” dönemi başlatılmıştır.

ÖZELLEŞTİRME YA DA TEKELLERE DEVİR
Elektrik piyasası adı verilen şey, üretim-iletim-dağıtım ve arz gibi unsurlardan oluşmaktadır. Elektriğin diğer metalar gibi depolanma imkânı olmaması nedeniyle, yukarıda saydığımız unsurların hepsinin iç içe geçmesi gerekmektedir. Son yıllardaysa, neo liberal politikalarla, tüm bu unsurların özelleştirilip tekellerin eline verilmesi sürecini yaşamaktayız. Türkiye’de enerjide, iletim hatlarının dışında, üretim ve dağıtımın neredeyse tamamen şirketlere devirleri sağlandı. İletim hatlarının devri içinse hazırlıklar yapılıyor. Buna hazırlandıklarını TEİAŞ (Türkiye Elektrik İletim A.Ş) açıklamalarında görebiliyoruz. Bugüne kadar özelleştirilmenin yapılmamasının nedeni ise, iletim hatlarının yenilenme sürecinde maliyetlerin çok yüksek oluşu ve şirketlerin bu maliyet yükünün altına girmek istememeleri ve yanı sıra AB (Avrupa Birliği) ile yapılan ve Gürcistan ve Ermenistan’la da gerçekleştirilen enerji nakil hatlarının entegrasyonunun (enterkoneksiyon sistem) kamu eli ile gerçekleştirilmesi çalışmalarıdır.
Ülkede tek vergi toplanan kesim işçi ve emekçilerdir. Ve bizlerin ödediği vergilerle şirketlerin talanı için altyapılar oluşturulmaktadır. Emek ve doğa sömürüsü üzerinden kapitalistlerin artı değer yaratması uğruna yaşam büyük bir hızla yok oluşa doğru sürüklenmektedir.

KOMŞULARLA ELEKTRİK TİCARETİ
TEİAŞ Genel Müdürü Kemal Yıldır, “çalışmaların tamamlandığında Libya, Fas, Azerbaycan, Lübnan, Filistin, Suriye, Gürcistan, Yunanistan, İtalya ve Fransa’ya kadar uzanan hatta Türkiye üzerinden elektrik ticareti yapılacaktır. Proje ile yaklaşık 1500 megavat enerjiyi aktif kullanılabilir hale getirdiklerini ve bu yapıyı kaldıracak yeni ve özerk bir TEİAŞ içinse kolları sıvadıklarını” anlatıyor. (Global Enerji dergisi sayı 74)
Enerji Bakanı Taner Yıldız ise, Türkiye’nin elektrik ticareti yapmadığı komşusu kalmadığını belirterek, “Nahcivan, İran, Suriye, Yunanistan, Irak ve bunların hepsi ile elektrik ihtiyacı olan tüm komşularla elektrik ticareti yapıyoruz” diye açıklamalarda bulundu.” (2. Karadeniz Enerji ve Ekonomi Forumu)

PİYASALAŞAN ENERJİ!
AKP hükümeti yeni bir yasa tasarısı hazırlıyor. “Elektrik piyasası kanun tasarısı” adı verilen yasa yukarıda değindiğimiz politikaları teyit etmektedir. Hazırlanan kanun tasarısının tamamı serbest enerji piyasasını düzenliyor. Tasarının 8. Maddesinin 4. bendi şöyle: “TEİAŞ bakanlığın uygun görüşü alınarak uluslararası enterkoneksiyon hatlarının ulusal sınırlar dışında kalan kısmının tesisi ve işletilmesini yapabilir ve/veya bu amaçla uluslararası bir şirket kurabilir ve/veya kurulmuş olan uluslararası şirketlere ortak olabilir ve bölgesel piyasaların işletilmesine ilişkin organizasyonlara katılabilir.” Üzerinde durduğumuz gerçeklerle örtüşen bir yaklaşım olduğu açıkça görülebiliyor. Aktarmaya devam edelim. 10. Maddenin 2. Bendinde; “Tedarik şirketleri herhangi bir bölge sınırlaması olmaksızın toptan ve perakende satış faaliyetlerinde bulunabilir.” deniyor. Konya’da enerji üreten bir firmanın İstanbul’daki bir dağıtım şirketine veya üretim tesisine veya Avusturya’daki bir müşteriye direkt satış yapabilmesinin koşulları yaratılmaktadır. Daha iyi anlaşılabilmesi için bir alıntı daha yapmamız gerekiyor. 12. Maddenin 1. bendi şöyle: “Elektrik enerjisi ve/veya kapasitesinin uluslararası enterkoneksiyon şartı oluşmuş ülkelere ihracatı, tedarik lisansına sahip şirketler ve üretim şirketleri tarafından, bakanlığın uygun görüşü doğrultusunda, bu kanun ve ikincil mevzuatı uyarınca kurul onayıyla yapılır.” 12. Maddenin 3. Bendinde ise, “Sınırda yer alan illerde kurduğu üretim tesisinde ürettiği elektriği iletim ve dağıtım sistemine bağlantı tesis etmeden kuracağı özel hat ile ihraç etmek isteyen tüzel kişilere üretim lisansı almak kaydı ile bakanlığın görüşü doğrultusunda kurulca izin verilebilir” denmektedir.
Yukarıda sözünü ettiğimiz ve alıntıladığımız gerçeklere dayanıp bir tek şey söylenebilir ki, o da, sermaye tarafından talan edilmemizin yasaya bağlanmakta olduğudur. Ne için ve kimin için? Sermayenin birikiminin yeniden değerlendirilebilmesi için. Neye rağmen? Doğal alanlarımızın, tarım alanlarımızın, sularımızın yok edilmesine ve bölgelerde yaşayan insanların ve birçok canlı türün göç etmesi ya da yok olmasına rağmen. Enerji üretimine karşı çıkmak adına bunları ifade etmiyoruz, fakat kapitalizmin zorunluluk yasası olan aşırı büyüme ve aşırı üretimin artık sürdürülemez boyutlara vardığını da görebiliyoruz. Yapılan yatırımların enerji ihtiyacından kaynaklandığı söylemi koca bir yalandır.

TÜRKİYE’NİN ENERJİ AÇIĞI VAR MI?
Türkiye’nin 2010 sonu itibari ile 49524 MW kurulu gücü var. Talep edilen güç ise, 33392 MW. 2015 yılında talep edilecek gücün 45112 MW olacağı öngörülüyor. Bu hesabın Türkiye ekonomisinin her yıl %7,5 oranında büyüyeceği ön görülerek yapıldığı açıklanıyor. Peki, bu mümkün mü? Yani büyüme oranı gerçekçi mi? Gerçekçi olmadığı son çeyrekteki yüzde biri biraz geçen orandan belli, ama aslında bunun hiçbir önemi yok. Yukarıda dikkat çekmeye çalıştığımız gelişmeler ve olup bitenlere baktığımızda, enerjinin Türkiye halkı için değil, tekelci şirketlerin birikim süreçleri ve AB için gerekli olduğunu açıkça görebiliyoruz. Avrupa’nın enerji güvenliğini sağlamaya soyunan ve bunu açıkça ifade eden AKP Hükümeti, bunu sağlamak adına ülkenin talan edilmesine hizmet ediyor.
AB’nin “yeşil kitap” adı verilen yaklaşımında, enerji ihtiyacını karşılamak adına ve bu demagojik söylem altında Türkiye’nin bir “enerji koridoru” olmasının öngörüldüğünü de atlamamamız gerekiyor. Yine geçtiğimiz yıllarda AB ile yapılan katılım çerçeve görüşmesinde, çevre faslının açılmasına AB koşul koymuştu. Bu koşul, Dicle ve Fırat su havzasının birlikte yönetilme talebiydi. AB’nin bu talebi kabul edilip, karşılıklı imzalarla Dicle-Fırat su havzasının birlikte yönetilmesi kararı alındı. “Yönetmek” kavramı AB yaklaşımlarında, Kamu-STK-Şirket üçlüsünün yönetim planları çerçevesinde bölgeden azami yararlanmayı, doğanın ve suyun ticarileştirilmesini içerir. Yapılan sözde koruma planları, aslında şirketlerin faaliyetlerini gizlemek ve tepkileri en aza indirmek amacıyla oluşturulan yapılanmalardır. “Korumak” diye adlandırdıkları şey kapitalizmin “kaynak”larını korumaktan başkaca bir şey değildir. Ülkenin elektrik üretiminin % 15’inin kayıp-kaçak nedeniyle yok olduğunu ve bu rakamın yarıdan fazlasının elektrik iletim ve nakil hatlarından kayba uğradığına dikkat çekiyoruz. (TMMOB VII. Enerji Sempozyumu) Planlanan binlerce tünel tipi HES yapıldığında, toplam elektrik üretimine en fazla % 5 katkı sunacak. Oysa elektrik iletim ve nakil hatlarındaki % 15’lik kaybı engelleyecek önlemlerin alınmasıyla sağlanacak tasarrufun büyüklüğü, sadece HES’lere değil, termik ve nükleer santrallere de gerek olmadığının açık göstergesidir.

AVRUPA’NIN İKİ YÜZÜ
Avrupa Birliği tarafından, sözde yenilenebilir enerji kaynaklarının desteklendiği vurgusu çokça yapılır. Avrupalılar, bize, neyin “yenilenebilir” neyin “yenilenemez” olduğunu söylemeye çalışırlar. AB’nin en güçlü ülkesi Almanya, kendi ülkesinde termik ve nükleer santrallerin kapatılması sürecini başlatırken, bizim gibi ülkelerde Sugözü Termik Santrali türünden yatırımları yapmakta bir sakınca görmez. Sugözü Termik Santrali’nin açılışını o dönem sosyal demokrat iktidarın Başbakanı Schröder yapmıştır. Aynı dönem, Almanya Dış İşleri Bakanı da Yeşiller’in eş başkanı Fischer’dir. Emperyalist kapitalist sistem, “yeni” ve “yenilenebilir” olarak sunduğu her yaklaşımla, iki yüzlülükle yeni metalaşma süreçlerini başlatır. Dünyada yapılan iklim zirvelerinde, Kyoto’da alınan kararlar gibi, kendi kapitalist sistemlerinin devamını ister ve yeni metalaştırma süreçlerini örerler. Son yapılan iklim zirvelerinde karbon salınımını sözde azaltmak üzere aldıkları kararlarla, temiz hava da ticari bir meta haline getirilmiştir. Karbon borsaları bunun en önemli göstergesidir. Ülkemizde yapılmakta olan binlerce HES’in ardında olanca güçlülüğüyle karbon ticareti olgusu durmaktadır. “Temiz enerji” adını verdikleri HES’ler, bu borsalarda kirli üretim yapan şirketlerle alışveriş yaparlar. Böylece dünya da karbon sorunu giderilip küresel ısınmaya sözde çare bulunur!

SUYA GÖZ KOYANLAR
Her şeyi sermaye birikimine hizmet edecek biçimde planlayıp uygulamak kapitalizmin olmazsa olmazıdır. Kapitalizm büyümeden, sermaye birikmeden var olamaz ve büyümek için emeğin yanı sıra, üretim maliyetini asgariye çekmek üzere hammedeleri ve kaynaklarını, öyleyse doğayı da en ucuz yolla ve son noktasına kadar “sömürmek”, tahrip ederek kullanmak onun amaçlarındandır. Madenlerin ve enerji kaynaklarının çoktan metalaştırılmış oluşu onlara yetmez, zaten ticari bir meta halini almış suyu da çıkarları gereği “kaynak” olarak değerlendirip ticari değerini büyütür, temiz havayı da ticarileştirirler; gözlerimizin önünde tümünü gerçekleştirmiştir ve gerçekleştirmektedirler.
Ülkemizde ortaya çıkan binlerce HES projesinin ardında karbon alışverişi dışında suya sahip olmak en önemli hedeftir. HES şirketlerine suyun kullanım hakları 49 yıllığına verilmektedir. Yapılan tünel tipi HES’ler suyu boru içine hapsedip doğadan çalar. Yakın gelecekte yaşanması kaçınılmaz olan su kıtlığı dönemine hazırlanmak istenmektedir. Suyu, aynen petrol boru hatlarıyla yapıldığı gibi, bölgeden bölgeye, ülkeden ülkeye taşıyıp bütünüyle alınıp-satılan bir ticari meta haline getirmek nihai amaçlarıdır. Yapılması hedeflenen binlerce tünel tipi HES’in toplam elektrik üretimimiz içinde en fazla% 5 oranında olacak elektrik üretimi göz önünde tutulduğunda, ağırlıklı amacın, HES’lerin inşası sürecinde oluşturulacak tatlı kâr kaynaklarının yanında su üzerindeki hakimiyet kavgası ile temiz hava ticareti (karbon ticareti) kaynaklı karbon kredileri olduğunu; suyun ve temiz havanın korunmasının olmazsa olmazı ormanlar ve rüzgar akımlarının alınan satılan birer mal haline getirilmesi için ticarileştirilerek şirketlerin eline teslim edileceğini söyleyebiliriz.
Geçtiğimiz günlerde Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) baş ekonomisti Fatih Birol bir açıklamada bulunmuş ve şöyle demişti: “Su kullanımının %15’i enerjiden kaynaklanıyor. Santrallerin soğutulmasından tutun, bioyakıtların üretilmesine kadar suyun kullanımı %15 daha artacak. Bu şu demek: bundan sonra enerji projeleri yapılırken suyun o projeye yakınlığı artık çok önemli ekonomik kriterlerden biri olacak. Şimdiye kadar enerji projesi yaparken maliyeti, yatırımı, işçilik ücretleri düşünülüyordu. Artık suyun da kritik bir faktör olduğunu göreceğiz.” Su niçin boru içine alınıyor? Havza planlamaları ile suyun havzalar arası taşınması neden sağlanıyor? Bu sorulara cevap yukarıda ki alıntıda açıkça ortaya konmaktadır.
AKP Hükümetince hazırlanan Su kanun tasarısında suların sürdürülebilir biçimde korunması ve azami kullanımının hedeflendiği açıkça ifade ediliyor. Bu yasanın AB (Avrupa Birliği) su çerçeve direktifine uygun hazırlandığını ve bu çerçeve nedeniyle bir zorunluluk olduğunu biliyoruz. Su çerçeve direktifi, AB’de 2000 yılında kabul edilmiş ve 2006 yılında yürürlüğe girmişti. AB su çerçeve direktifinde ve hazırlanan su kanunu tasarısında suyun sürdürülebilir biçimde korunması yaklaşımının, suyun doğal varlığını tüm ekosistem için değil, kapitalizmin ihtiyaçlarını giderme kaygısıyla ele alındığını görebiliyoruz. AB su çerçeve direktifinin en önemli yaklaşımı “kirleten öder” ile “kullanan öder” yaklaşımıdır. Su kanun tasarısının temel yönü, yakın gelecekte yaşanması muhtemel su kıtlığı gibi sorunlara karşı suyun kontrol altına alınarak ve tamamen metalaştırılıp ticari değeri yükseltilerek, kapitalizmin birikim sürecinde sermayenin en önemli “yaşamsal” kaynağı olarak görülmesidir.  

“TEMİZ ENERJİ” YALANI
Kapitalizmin organize ettiği “temiz” enerji denilen rüzgar ve güneş enerjileri kapitalizmin elinde temiz olamaz. Kapitalizm enerji arzını kendi ellerinde tutmaktan asla vazgeçmez. Bu nedenle, lokal çözümler yerine devasa büyüklükte santraller inşa eder. Petrol gibi, gelecekte su gibi, enerjiyi de nakil hatları ile dolaştırır. Bir meta olarak pazara sunar ve birikim sürecine bağlar. Ülkemize kurulmak istenen güneş enerjisi tarlaları yeni bir bela olarak karşımıza çıkmaktadır. Güneş enerji santralleri %3 eğim ister ve su en önemli ihtiyaçlarıdır. Güneş tarlaları termik özelliklidir ve suyu ısıtarak elde ettikleri ısıyı enerjiye çevirirler. Su “kaynağı” bu nedenle onlar için çok önemlidir. %3 eğim ve su dediğimizde, bu alanların tarım alanları olduğunu görmemiz gerekir. Enerji yatırımları yapılırken iki üç “yararı” birlikte ele almak, kapitalizmin son dönem en önemli özelliklerinden biridir. “Temiz” enerji yatırımları yapılırken tarım arazilerimiz de organize edilir. Bazı bölgeleri enerji tarlalarına bırakırlarken, kalan tarım bölgelerini de tekelci tarım için organize ederler. GDO’lu ve hibrit tohumlarla üretimi belli bölgelere sıkıştırıp geleneksel tarımı yok ederler. Geleneksel tarım yapan üretici suyun sahibi olarak tekellerin uyguladığı/uygulayacağı fiyat politikaları ile tarım alanlarından sürülü çıkarılarak yedek işçi ordusunun içine yollanır. “Kentsel dönüşüm” adı altında başlatılan talanla işçi ve emekçiler gettolara toplanıp dikensiz gül bahçesi yaratılması amaçlanır. İşte bu nedenle, en temiz görünen güneş enerjisi kapitalizmin elinde en kirli amaçlara hizmet ederken, geleneksel tarımı yok ederek üretici köylüyü tarımsal üretimden koparıp göçe zorlayan bir yıkım projesi olarak karşımıza çıkmaktadır.

HERŞEY SERMAYE İÇİN TASARLANIYOR
Enerjinin kimin için gerekli olduğunu Enerji Bakanı Yıldız’ıa atfen görelim: “Geçtiğimiz günlerde Türkiye’nin elektrik açığının bulunmadığını vurgulamış ve 2012 yılı tahmin edilen talebin yanı sıra 35.7 milyar saat enerji üretim kapasitesinin bulunduğunu ifade etmiş ve ayrıca kamunun elektrik ihracının planlanmadığını, ancak elektrik enerjisi kapsamında ‘özel sektör’ tarafından 3.07 milyar KW saat enerji dış satımı beklediklerini açıklamıştır.” (Enerji ve Çevre Dünyası Dergisi, Ocak-Şubat 2012, sf. 20) Yukarıda değinmeye çalıştığımız gerçeklerle ne kadarda üst üste oturan yaklaşımlar değil mi? Her şeyin şirketlerin talanının arttırılmasına yönelik tasarlandığı çok açık bir biçimde görülüyor.
Nükleer santraller, termik santraller, HES’ler, güneş-rüzgâr santralleri, tehlikeli atık yakarak enerji üretim tesisleri vb. enerji yatırımlarının tamamı dikkat çekmeye çalıştığımız yönelim içinde gerçekleşmektedir. “Ülkenin enerji ihtiyacı var” gibi söylemlerle halkın enerjiye ihtiyacı olduğu yalanına inanmamız isteniyor. Bizleri, “hangi enerji türü daha iyi, hangisi daha kötü” gibi bir ikilem içine iten kapitalizmin yalan ve yönlendirmelerine aldanmamalıyız. Öngörülüp planlanan tüm yatırımlar doğal koruma alanlarımız ile tarım alanlarımızın üzerine inşa edilmek istenmektedir. Bu yolla geleneksel tarımımız hızla yok edilirken, tarım alanlarımızın tekellerin eline aktarılması öngörülmektedir. Ayrıca su, doğadan çalınarak, ulaşılması güç ve pahalı bir ticari meta haline getirilmektedir. Bu nedenle de, “enerji ihtiyacımız var” yalanına ek olarak, “kalkınmaya karşı mısınız?” “sanayileşmenin gereği daha çok enerji, sanayi karşıtı mısınız?” gibi yalana dayalı karşı-saldırı argümanlarının aslında ne anlama geldiği açıkça ortaya çıkmaktadır. AKP’nin bahsettiği “kalkınma”nın hizmet ettiği uluslararası enerji ve tarım tekellerinin “kalkınması” olduğunu artık en ücra köşedeki yaşam alanlarını savunan üretici köylüler de görüyorlar. “Sanayi” diye bahsedilen yatırımların örneğin ülkenin en iyi narenciye üretimi yapılan Erzin’de narenciye bahçelerinin ortasına 4 adet termik santral, 1 adet hurda gemi söküm limanı, çimento fabrikası ve kireç ocaklarına ek olarak dünyadan toplanan radyasyonlu hurdaların eritildiği demir çelik fabrikası olması akla şu soruyu getirmektedir: Bu nasıl bir sanayi? Radyasyonu, kimyasalı, atığı, külü bize kalırken kapitalizm bu yolla birikimini arttırarak büyümeye devam edecek. Bizim muradımız bu mu olmalı?

NE YAPMALI?
Peki, ne yapmalı? Yapacağımız bir tek şey var örgütlenmek ve bu gerçekleri halk kitlelerinin görmelerini sağlayarak mücadeleyi büyütmek. Saldırı yaşamın her alanına yöneliktir ve topyekün gerçekleşmektedir. Karşılığında topyekün mücadelenin örülmek zorunda olunduğu tartışmasızdır.
Sermayenin örgütlü partileri var, odaları, borsaları var, dernekleri, sendikaları var. Medyası var ki gücü küçümsenemez. Bu yapılar eli ile kafalarımız karıştırılırken tahümmül sınırlharımızı zorlayarak sömürü düzenlerini devam ettirmeye çalışıyorlar.
Sermaye hükümetlerin enerji politikalarının sonuçları nedeniyle başta en çok üretici köylüler olmak üzere, tüm halk kesimleri zarar görüyor. Bu nedenle hükümeti, partisi, odası-borsası, derneği, medyasıyla elindeki tüm gücünü halkı yanıltmak ve yedeklemek üzere harekete geçirmiş olan sermayenin tüm halkı hedefine koyan saldırganlığını talan ve tahrip politikalarını ancak birleşerek engelleyebiliriz. Bilmeliyiz ki, bu sömürü düzeni sürdükçe, emekçi halka rahat yüzü olmayacaktır. Değiştirilmesi gereken kapitalist düzendir.
Yerellerde devam eden yaşam alanlarımızı savunma mücadelemiz, sadece herkesin kendi yerelindebirlik oluşturmasıyla sınırlı kalamayacağı, çünkü yalnızca yerel birliklerle sermaye saldırısı önlenemeyeceği gibi, HES karşıtlarının sadece kendi arasında ya da Termik santraller nedeniyle suyunu toprağını korumaya çalışanların sadece kendi aralarında birleşmeleri de yetmeyecektir. Mücadelelerin, hayatın her alanında, suyumuza, toprağımıza, yani yaşam araç ve alanlarımıza yapılan saldırılara karşı ve iş ekmek özgürlük talebi ile mücadeleler olarak birleşmesi, bu mücadeleleri yürüten tüm sınıf ve tabakaların hem yerellerde hem de ulusal ölçekte birleştirilmesi bugün ertelenemez bir sorumluluktur.
Yaşadığımız sorunlar şeklen farklı gibi görünse de özünde aynıdır. Ülkenin her tarafında uygulanan kentsel dönüşüm politikaları da, Çine’de tarım alanlarına yapılmak istenen Rüzgar Santrali de, Hatay-Erzin ve İzmir-Aliağa’ya yapılmak istenen termik santraller de, Sinop-Gerze ve Mersin’e yapılmak istenen nükleer santral ya da Karadeniz’de akan her dereyle Yeşilırmak ve Kızılırmak üzerine yapılması öngürülen tüm HES’lerin ya da dün Irak, Afganistan ve Libya’daki savaşların bugün Suriye’ye sıçratılmaya çalışılmasının tek bir sorumlusu vardır ki, o da, sermaye birikimi için emeği, doğayı ve yaşam alanlarımızı talan eden, halkların kardeşliğini dinamitleyen kapitalizm ve onun yürütücüsü hükümetler ve sair sermaye kuruluşlarıdır.
Bu nedenle mücadelemiz, en geniş emekçi birliğini oluşturarak, kapitalizme karşı ayağa kalkacak halkın birliğini sağlamalıdır. Açlığın, yoksulluğun, eşitsizliğin ve geleceksizliğin kader diye dayatıldığı bu sömürü düzeninin adıdır, kapitalizm. Bu nedenle kapitalizme karşı mücadele, aynı zamanda insana yabancılaşmış kâr hırsıyla var olan kapitalizmin karşısında yaşamı ve doğayı temel alan sosyalizm hedefimiz olmalıdır.

“Amerikan oyunu” ne durumda?

Özgürlük Dünyası okurları, dergimizde Arap halk ayaklanmaları üzerine bir dizi makale yayınlandığını bilirler. Tunus ve Mısır ayaklanmalarının hemen ardından başlayarak, gelişmeler, dergimizde hep sıcağı sıcağına yayınlandı. Tek tek ülkelerdeki gelişmeler kadar Arap ülkelerindeki gelişmelerin ortak yanları üzerinde de durduk. Başından beri ortaya ikircimsiz biçimde ve olanca netliğiyle koyduğumuz gerek Arap halk ayaklanmaları ve gerekse bu ülkelere Amerikan ve Batı müdahalesi üzerine görüşlerimiz çoğu akım ve siyasal yoğunluk tarafından paylaşılmadı. Bu şüphesiz olabilir, bunda şaşkınlık duyulacak şey yoktur.  Ve ama, Tunus Devrimi’nin üzerinden iki tam yıldan fazla geçti, Mısır Devrimi’nin ise ikinci yıldönümü yaklaşıyor. İki ülkenin deneyimi ve diğerleri, ortaya konan görüş ve yürütülen tartışmaları sınavdan geçirdi. Olan-biteni bu nedenle bir kez daha ve iki yılın gelişmelerinin ardından gözden geçirmek bu nedenle yararlı olacak.
İkinci yılın da ardından konuya bir kez daha eğilmek yararlı olacak, ancak, herhalde tek tek şu akım ya da siyasal yaklaşım şöyle bu böyle dedi şeklindeki bir ele alış yerine, asıl olarak, pek revaç bulmuş gibi görünen, ancak iki yılın gelişmelerinin sonrasında hızla irtifa kaybeden “Amerikan oyunu” iddiası ekseninde genel bir tartışma yürütmenin hem doğru olacağı, hem de gerekli de olduğu düşüncesindeyiz.

*
Başlayalım.
Sidi Bouzid’de Muhammed Bouazizi’nin kendisini ateşe vererek Tunus’tan kıvılcımını çaktığı Arap devrimlerinin “Amerikan oyunu” olduğu çok ileri sürüldü. Bu iddiada bulunanlar sayıca da hiç az olmadı. Neredeyse Bouazizi’nin eline kibriti verenin CIA ajanları olduğu bile iddia edilecekti. TKP bu yaklaşımda oldu. ÖDP tam böyle demedi, ancak biraz “oyun” biraz halk isyanı değerlendirmesiyle bir uçtan diğerine gidip geldi ve ortalamayı tutturmaya çalıştı. Sol liberallerse her durumda Amerikalıların tutum ve yönelimlerinin savunucusu ve destekçisi oldular.
Sanki aksini iddia eden varmış gibi, dendi ki, bölgede petrol ve doğalgaz vardı, yani Ortadoğu enerji kaynakları bolluğu nedeniyle stratejik bir bölgeydi. Sanki aksini iddia eden varmış gibi, dendi ki, Batılı emperyalistler ve özellikle ABD açısından bölge gözden çıkarılmayacak kadar önemliydi. Ve sonra, kimisi, genel olarak Batılı ve özel olarak Amerikalı emperyalistlere açıktan ya da başka hiçbir anlama gelmeyecek üstü örtülü biçimlerde demokratlık atfederek, öteden beri bölgeye çekidüzen vermekte olan büyük devletlerin bölge ülkelerini yeniden yapılandırma ihtiyacı duymaya başladıklarını söyledi. Kimisi Mübarek türü diktatörlerin ve diktatörlüklerinin “eski model” oldukları ve emperyalistlerin ihtiyaçlarını karşılamadıkları görüşünden hareketle, kimisi, düpedüz halklarına zulmeden bu aynı diktatörlüklerin bu nedenle yıkılma zorunluluğundan söz etti. Sanki bin Ali ve Mübarek, tıpkı Kral Abdullah ve Suudi hanedanı gibi, sadece ve yalnızca başta Amerikalılar olmak üzere emperyalistlere hizmet edegelmemiş ve sanki sadece ve yalnızca onların dikte ettiği politikaları uygulamamış gibi, her nedense, büyük emperyalist devletlerin hışmına uğruyorlardı. Böyle diyorlardı.
Halka hiç inanmadılar. Hep bir oyun olarak gördüler halkın ayağa kalkışını. Arap halklarına gericiliğe karşı mücadele etmeyi bir türlü yakıştıramadılar. Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından eski Sovyet etki alanlarında Amerikalılar tarafından yaratılan kargaşalıklar ve bunlardan yararlanılarak düzenlenen hükümet değişikliklerine atıfta bulunarak “renkli devrim” dediler. Halk isyanlarını, düpedüz devrimleri “Amerikan oyunu” olarak gördüler, böyle nitelediler.

GEREKÇE YOK DEĞİL
Evet, halka inançsızdırlar ve her olgu ve gelişmeyi “yukarı”ya yormaya yatkındırlar. “Aşağıdan” bakmamışlardır hiç, hiç böyle düşünüp davranmamışlardır. Sadece egemen güçler ve özellikle dünyanın büyük egemenleri vardır. Ve kadiri mutlaktılar. Sadece Amerikan ve genel olarak Batı muhipleri, işbirlikçi ve yardakçılar değil, sözde Amerikan ve emperyalizm karşıtı bu takım da her şeyi  ama her şeyi emperyalizm ve Amerika’ya yormuşlardır. Gözlerinde çok büyütmüşlerdir. Her istediklerini yaptıklarını, yapacaklarını/yapabileceklerini öngörmüş ve üstelik onlardan başka inisiyatif alıp kimsenin tarih yapmaya cesaret edemeyeceğini sanmışlardır. Etse bile, olanaksızdır, yapamaz diye varsaymışlardır. “Amerikan oyunu” nitelemelerinin bu “yukarıdan” bakışçılığı ve halka inançsızlığı tayin edicidir.
Ancak bu yukarıdancı inançsızlığı güçlendiren etkenler de yok değildir. Bunlardan önemli bir kısmı Türkiye’de olan-bitenlerden “çıkarılan dersler”le perçinlidir. Yukarıdancılık denen şey, örneğin, Türkiye “dersleri” ile fazlasıyla ilgilidir, hatta neredeyse bu “dersler”in ürünüdür. “Kemalist Türkiye”, her şeyin yukarıdan örgütlenmesi kavrayışı bakımından alışkanlık yaratmıştır. “Siz isterseniz komünizmi bile getirirsiniz Paşam” vecizesinde ünlenen yukarıdancılık, şimdilerde her kötülüğün, kıyıcılık ve halk düşmanlığının yakasına yapıştırıldığı İttihatçılardan kalmadır. Onların üst tabaka devrimciliği Kemal ve Kemalizmle sürmüş, Kurtuluş Savaşı’nda kazanılan zaferle kayda geçirilerek teorik olarak da doğrulandığı düşünülmüştür. Ne yapılacaksa üstten yapılacaktır! Ne olmuşsa yukarıdan inisiyatifle olmuştur. Üst sınıflar. Egemenler. Ve emperyalizm. Önyargı düzeyine yükseltilmiş bu eğitim ve deneyle, Arap halklarının kendi başlarına, aşağıdan, kendi inisiyatif ve güçleriyle bir şey yapamayacaklarını, bir şeyler olduysa ancak yukarıdan, egemenler eliyle olmuş olabileceğini düşünmüşlerdir.
Ve emperyalizme yakıştırılanlar.. Sınıf olarak burjuvaziye dair yalan yanlış bilgi.. Emperyalizm çağında artık burjuva devrimlerinin olanaksızlığına; çünkü burjuvazinin devrimci barutunu bütünüyle tükettiğine ilişkin sapkın görüş.. Ve yasladığı bu sapkınlığı güçlendiren ulusal sorunun ancak sosyalizmle çözülebileceği yolundaki –Lenin’in emperyalizmin karikatürü olarak nitelendirdiği– emperyalist ekonomizme biat etmiş olmak –tümü, eğer komünist değilse, en azından başında komünistler bulunmuyorsa, demokrasiye ve devrime dair süreçlerinin olanaksızlığı fikriyatıyla bir arada, olan-bitenin tamamıyla “emperyalistlerin oyunu” olduğu saptamasına –ne saptama ama!– götürmüştür.
Politika ile ekonomi, önderlikle hareketin nesnelliği arasındaki ilişkiye dair kavrayışsızlık da, emperyalist ekonomist yaklaşımın öngörüsüzlüğünü geliştirici etkide bulunarak “Amerikan oyunu” saptamasının yapılışını kolaylaştırmıştır. Bakılmış, özellikle Mısır’da komünist bir önderlik, komünist bir hareket görülüp bulunamayınca, küçük ve hatta orta burjuva devrimci atılımlar da olanaksız sayılınca, hareketin kendiliğindenliğine, nesnelliğine, dolayısıyla çıkarlarıyla devrimci olan sömürülen sınıfların tarihi ilerletici/dönüştürücü güçlerine de güvensizlikle birleştiğinde, geriye tek ihtimal kalmıştır: “Amerikan oyunu”! Elbette devrimci bir politik önderlik olmadığında zafere ulaşma ve kurtuluşunu elde etme olanağı olmayan emekçi halk yığınları, ama nesnel koşulları bulunduğunda ya da bir başka deyişle tarih kendilerini çağırdığında, böyle bir önderliğin olup olmadığına bakmaksızın, tarihsel eylemlerini sahneye koymadan edemezler. Küçümsenecek, “olmaz” denilecek türden şey değildir ve “sahne” tarihin o devasa sahnesidir, “Amerikan oyunları”nın genellikle para gücüyle derme çatma olarak kurulmuş sahnesi değil.
“Amerikan oyunu” saptamasına yol veren iki başka “yanıltıcı” etkenin daha sözünü etmeliyiz. Birincisi, ne Tunus ne Mısır ne de Arap halklarının ayağa kalktıkları başka bir ülkede emperyalizm karşıtlığı harekete damgasını vurmamış, hatta hemen hiçbir ayaklanmada anti-emperyalist talepler doğru dürüst dile bile gelmemiştir. Bundan çıkartılan sonuç, hiç sağına soluna bakmadan, düz bir kolaycılıkla “öyleyse emperyalizmin oyunu” değerlendirmesi olmuş ya da bu tür değerlendirmeler yapmak ayaklanmaların anti-emperyalizm eksikliği nedeniyle kolaylaşmıştır.
Emperyalizm karşıtlığı, kuşkusuz sınıfın bağımsız hareketiyle, sosyalist hareket ile aynı şey değildir ve anti-emperyalist bilincin, sınıf bilinci türünden “ekonomi alanının dışından” gelme zorunluluğu bulunmadığından, elde edilebilirliği önkoşul olarak sosyalist önderliği gereksinmez. Dolayısıyla anti-emperyalist bilinç sosyalist bir önderlik olmadan ulaşılabilir ve anti-emperyalist eylem bir sosyalist önderlik olmadan da gelişebilir türdendir. Ancak buna rağmen Arap ayaklanmalarının anti-emperyalizm eksiğinin gözle görünürlüğü kolaycı değerlendirmelere kapı aralamıştır.
Oysa birkaç nedenle bu “eksik”ten “oyun” sonucu çıkmaz. İlk olarak, ayağa kalkan sömürülen yığınların ve hareketlerinin karekterize edicisi bilinç ve örgüt eksiğidir. Emek yığınları etrafında birleştikleri ya da birleşecekleri bir programdan yoksun oldukları gibi, harekete geçirici –bırakalım politik örgütlenmeleri, sendikal biçimleriyle bile– örgüt biçimlerini ellerinin altında hazır bulmamışlardır. İkinci olaraksa, az-çok örgütlü olarak ve kesinlikle yatıştırmak ve geri çekmek üzere harekete katılan liberal çevreler ya emperyalizm yandaşıdırlar ya da sınıf karakterleri nedeniyle emperyalistlerle uzlaşmaya hazır ve yatkındırlar. Dolayısıyla net bir programa ve bağımsız politik örgütlere sahip olmamak, kafa karışıklığı ve örgütsüzlük talep formüle etmeyi şüphesiz zorlaştırırken, emperyalistlerle uzlaşmacı tutumların sömürülen yığınlara ne kadar ulaştıysa o kadar olan etkisi de anti-emperyalist taleplerin ileri sürülüşü bakımından olumsuz olmuştur. Üçüncü olarak, ele geçirmek ve meyvelerini toplayarak onu bir karşı-devrime dönüştürmek üzere harekete sonradan katılan dinci gericiliğin, Ihvan-ı Müslümin’in (Müslüman Kardaşler’in), çoktan, emperyalizmle uzlaşmaktan onunla birleşmeye ve işbirliğine evrilmiş tutumuysa, sömürülen yığınların demokratik olduğu kadar anti-emperyalist talep ve eylemleri bakımından tabii ki belirleyici bir olumsuzluk kaynağı durumunda olmuştur. Ve sonuncusu, yığınların Mübarek ve bin Ali türü otokrasinin zulmü belasından ve ekmeğe ve işe ulaşmak üzere açlıktan kurtulma özlemleri, bilinç ve örgüt eksiğinin boşluğunu doldurmadan edemeyecek olan “çarıklı erkan-ı harb”in yol göstericiliğinde, Türkçesiyle kendiliğindenlik zemininde “hedef daraltıcı” etkide bulunmuş ve sadece emperyalizme değil Siyonizme karşı talepler de kendiliğinden geri çekilmiş ya da düşmüştür. “Çarıklı erkan-ı harb”le anlatmak istediğimiz ya da kimilerinin “doğal önderlik” dediği hareketin kendiliğindenliği, şüphesiz ki, bir ya da birkaç burjuva partinin ideolojik etkisi ya da boz bulanıklığıyla genel bir burjuva platformun etkinliğini yansıtmakta ya da denk düşmektedir ki, gerek burjuva liberal parti ve grupların gerekse ideolojik ortamın şekillenmesinde önemli etkiye sahip Ihvan’ın emperyalizmle uzlaşıcı ve birleşici/işbirlikçi tutumlarının baskın olduğu koşullarda kendiliğindenliğin katkısı da eklendiğinde, anti-emperyalist taleplerin kendisine yer edinemediği bu tür bir “hedef daraltıcılık”a şaşmamak gerektir. Ancak buradan, özellikle Mısır ve Tunus bakımından, ayağa kalkan sömürülen yığınlar ve hareketlerinin, bırakalım “Amerikan oyunu” olmayı, emperyalizm ve Siyonizme karşı olmadıkları sonucu da çıkarılamaz.
İkinci “yanıltıcı” etken olarak, Türkiye derslerinde fazlasıyla okunup yazılmış “yobazlık” ya da “şeriatçılık” korkusu üzerinden düşünmek, buradan davranıp saptamaları buradan yapmak ve siyaset düzenlemek alışkanlığı belirtilmelidir. Siyasal İslam ya da düpedüz dinciliğin Arap devrimlerinin istisnasız tümünün ardından güç kazanması ve etkisinin artması, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’nun Arap ülkelerinde devrimler olmadığı, ama yalnızca “Amerikan oyunları” oynandığı yolundaki değerlendirmelerin birinci elden kanıtı sayılmış ve değerlendiricilerinin kendilerine güvenlerini artırmıştır. Nasıl olurdu da, devrim Müslüman Kardeş etkisinin artışına ya da dolaysızca söylenecek olursa Ihvan’ın iktidara katılmasına, bu katılımla dayanakları genişleyen Amerikan egemenliğinin güçlenmesine yol açardı? Böyle devrim mi olurdu? Hayır, “oyun”la, hem de “Amerikan oyunu”yla karşı karşıyaydık!
Fransa’da III. Napeleon’un imparatorluğuna götüren 1848 devrimi de devrim değildi zaten.. Kıtaya yayılmış ama yenilmiş bütün ’848 devrimleri de devrim değillerdi.. Stolopin gericiliğinin iktidarına yolaçtığı için 1905 Rus Devrimi de devrim değildi! Ancak zafer kazananları devrim olabilirdi. Ve belki de uzun yıllar sonra yenilgiye uğratılıp püskürtüldüğü için Büyük Ekim Devrimi de devrim değildi! Tümü “Amerikan oyunu” olmalıydılar!
Bir yarım “yanıltıcı” etkenin daha sözü edilebilir ki, o da eksik bırakılmamalıdır. Ne Amerikalılar ne de genel olarak Batılı emperyalistler, eğer kendi adamlarıdıysalar, Mübarek ve bin Ali türünden adamlarını neredeyse hiç savunmamışlardı. Buradan belliydi ki Amerikalılar “oyun” oynuyorlardı. Adamıysa bile savunmayıp bir adamını harcıyor, diğer adamını getiriyordu. Bu “oyun”! değil de neydi?
Oysa Tunus’ta Amerikalılar içinde bütün emperyalistler gafil avlanmış, hazırlıksız yakalanmışlardı. “Koca” CIA ve sair istihbarat örgütleri sinek avlamışlar, bir ucundan, emperyalistlerin kadiri mutlak olmadığını kanıtlamışlardı. Bin Ali’nin desteklenecek hali kalmamış, arkasına bakmadan kaçmaktan başka şey yapamamıştı. Tunus’un ardından zihnen ve pratik politika yetenekleri bakımından toparlanan başta Amerikalılar olmak üzere emperyalistler, ellerinden geleni, en ileriden yapıp uygulamaya giriştiler. Önce üç-dört gün Mübarek’in kalıcı olup olamayacağını sınadılar. Mübarek, Baltacıları dahil tüm gücüyle saldırdı devrime. Artık Mübarekle olamayacağı görüldüğünde, evet, emperyalistler kullandıkları adamlarını, artık hayır etmeyecek hale geldiğinde kaderine terk ettiler. Adamlarının tükenişi ve sonunda kendi güçsüzlüklerini seyretmek emperyalistlerin hiçbir koşulda yapmadıkları şeydi, kuşkusuz böyle yapmadılar. Manevraya giriştiler, Mübarek’ten çok kendi kontrollerinde olan askerleri “tarafsızlık”a yönelttiler. Halkın öfkesini ordunun da üzerine çekmemek için öyle görünmelerini istediler. Ayaklanan halkın karşısında saf tutmayarak “tarafsızlık” görüntüsünü az-çok başarıyla veren askerlere, eski Savunma Bakanı Mareşal Tantavi başkanlığında bir Yüksek Askeri Konsey kurmalarını salık vererek, öteden beri göz kulak oldukları emperyalizmle birleşmiş gericiliğin iktidarına bir süreliğine daha göz kulak olmalarını istediler, çünkü henüz bunu başarabilecek başka bir organize güç yoktu. Müberek’i desteklemeyi sürdürseler, ayağa kalkan halkın tekmelerinden onlar da yiyeceklerdi. Gereksiz yere durumlarını zorlaştırmaktan kaçındılar. Çoktandır kendilerine selam çakmakta olan Müslüman Kardeşleri çağırdılar. Askerler tarafsızlaşırken, onlar beşinci günün sonunda seyretmekte oldukları devrime “katıldılar”. O zamana kadar parmaklarını kımıldatmamışlardı.
“Oyun” yandaşları Amerikan emperyalizminin Mübarek’i sonuna kadar desteklemeyip ortada bırakmasından da hatalı sonuç çıkardılar. Oysa örneğin İngilizler kimleri ortada bırakmamış, kimleri kullanıp sonra aslanlara yem etmemişti ki! Emperyalistler için Mübarek ya da başkası değil, kendi egemenlikleri ve egemenliklerindeki gericiliğin düzeni önemliydi; onun esenliğini gözettiler. “Oyun” kurmadıkları kesin. Ayağa kalkan halklar, üstesinden kolayca gelinemeyecek denli güçlü olduğunda, hem de tüm Arap halklarının indinde yara-bere alıp itibar da kaybetmekten kaçınarak, emperyalistler, hep yapageldikleri gibi, onların ve devrimin arkasından dolanmak üzere manevra yaptılar. Halkları yatıştırıp eylemlerini bastırmak üzere inisiyatif aldılar. Her yerde Libya’daki gibi işin ağırlığını üstlenmediler, bundan kaçındılar, hem masraflı oluyordu, hem de işgalci görüntüsü güçten düşürüyor, halklarla doğrudan karşı karşıya gelmek yıpratıyordu. Yeni işbirlikçiler de edinerek, genişletilmiş işbirlikçileriyle yürüdüler, bastırma işini onlara yıktılar. Mısır’da örneğin, bu “iş” hala başarılmış değil, sürüyor. Ve mücadeleleri bastırılarak devrimin ellerinden çalınmasına sömürülen yığınlar tepki gösterip direniyorlar. Henüz sonuç, yani, halkların muhalefetinin üstesinden gelinip gelinemeyeceği belli olmadı. Süreç bitmiş değil. Mücadele sürüyor. Tunus’ta da öyle.

EN ÖRGÜTLÜ GÜÇ İKTİDARA
Halkların ayaklanmalarını “oyun” sananlar, sanı ve sanrılarını sürdürseler de, devrim sürüyor.
+++Ancak devrim, kimilerinin hüsnü kuruntularındaki türden “ya sosyalist devrim ya hiç” içeriğiyle gelişmiyor kuşkusuz. Arap ülkelerinin hiçbirinde sosyalist devrim süreci yaşanmıyor. Evet, emperyalizm çağındayız. Ve evet, burjuvazi esas olarak gericileşmiş ve alt ve orta kesimlerinden kesimlerinden koparak üst kesimleri emperyalizmle birleşmiştir. Yine evet, hemen bütün ülkelerde kapitalizm, kiminde geri kalıp kiminde daha ileri düzeylerde gelişmiş olsa da, az-çok gelişmiş ve tümü kapitalist dünya ekonomisine bağlanmıştır. Mısır’da örneğin proletarya nitelik ve nicelik olarak hiç de küçümsenir bir güç durumunda değildir. Bağımsız bir sınıf olarak örgütlenme düzeyi oldukça geri ve gelişmemiş olsa da, işçi sınıfı, 25 Ocak Ayaklanması ve Mısır Devrimi’ne yığınsal olarak katılmış, başlıca bilinç ve örgüt düzeyinin düşüklüğünde beliren dezavantajlarına karşın gücüne tanıklık etmiş ve deneyden geçmiştir, geçmektedir.
Ancak bunlar, özellikle işçi sınıfının bilinç ve örgüt düzeyinin geriliği dolayısıyla devrimin sosyalist içeriğe sahip olmasını sağlamaya yeter değildir. İşçi sınıfının tek başına iktidarı alabilecek güce sahipliğinin problemli oluşu bir yana, en gelişkin kapitalizme sahip Mısır dahil, Tunus ve diğerleri emperyalizmle birleşmiş dar bir zümre olarak tekelleşen burjuvazinin –arkasına emperyalizmi aldığı için bağımsızlık mücadelesine de yol açan– tekelci talanı yanında bu talanın dış koşullarını sağlamaya yönelmiş dayanılmaz otokratik zulmüyle karakterize olmaları nedeniyle demokratik karakterde devrimlerle yüzleşme durumundaydılar. Nitekim öyle oldu. Ayağa kalkan ezici çoğunluğu sömürülen emekçi yığınlardan oluşan halk başlıca ekmek ve adalet ya da siyasal özgürlük özlemiyle otokrasilerin üzerine yürüdü. Asıl tekellere karşı ayaktaydılar, ancak bırakalım tek başına iktidarı alabilmeyi ve sosyalist devrimi, işçi sınıfı, başlıca Mısır ve Tunus’ta başka birkaç sınıf ve tabakayla birlikte kendisinin de katıldığı devrimci demokratik bir iktidar kurmaya bile güç yetiremedi; bilinç ve örgüt eksiğiyle sömürülen yığınların öfkesi otokratik makineleri bile değil, “diktatörler”i hedefledi. Bin Ali ve Mübarek’in zulüm makineleri, onların ve çevrelerinin şahsında dağıtılmaya girişildi. Tam burada emperyalistler, yeni işbirlikçileri olan Müslüman Kardeşler aracılığıyla müdahalede bulundular.
Emperyalistlerin Müslüman Kardeşlere, Müslüman Kardeşlerin emperyalistlere ihtiyaçları vardı. Yeni ve işlevsel bir “ittifak” ya da işbirliği ilişkisi, bu karşılıklı ihtiyaçtan türedi.
İşçi ve sömürülen yığınlar iktidarı almaya hazır değillerdi, alamadılar. Mübarek ve bin Ali’nin modern olsa bile eski ve köhnemiş iktidar aygıtıysa, eski bilinen dayanaklarıyla işlemez hale gelmiş ve ayağa kalkan halkın darbeleriyle çökmüştü. En örgütlü olan öne çıktı. Halkın kendisi değildi. Halkçı devrimci örgütler değildi bu öne çıkan. Ama Müslüman kardeşlerdi.
20. Yüzyılın ilk çeyreğinin hemen ardından kurulan bu örgüt Mısır kökenliydi ve hemen tüm Arap İslam ülkelerine dal budak salmıştı. İlk ortaya çıktığında İslam’ı hareket noktası edinmiş ve şeriat devletini hedeflemişti. Küçümsenmeyecek “maceralar”dan geçti. Üzerine oturduğu, Arap-İslam ülkeleri halklarının katılaşmış önyargılar oluşturmuş ideolojik yaşamının en ince damar ve en ücra gözeneklerine sızarak etkisini kökleştirmiş 1500 yıllık geleneksel inanç sistemi olarak dine dayalı yaklaşım ve tutumları, bütün bu maceralarında Ihvan’a yolgösterdi. Başlangıçta Arap ülkelerine yönelik emperyalist baskılar onu da etkiledi ve karşı çıkıyor gibi yaptı. Ancak gerici zemini, dünya gericiliğinin kalesi emperyalizmin ona el atıp uygun yöntemlerle hizmetine sokup kullanmasına dayanaklık etti. Bunda konjönktürel koşullar kadar 20. Yüzyıl dünyasının kapitalizmle sosyalizm arasındaki bölünmüşlüğü ve sonra sosyalist biçimleri kullanarak Mısır ve diğer bazı Arap ülkelerine el atıp talan ve egemenliğini örgütlemeye girişen Rus sosyal emperyalizmiyle başlıca Amerikan emperyalizmi arasındaki dünya hegamonyası uğruna mücadelenin belirlediği koşulların payı oldu.
Rus emperyalizminin sadece Afganistan işgali değil, ama örneğin 1952’de Mısır Kralı Faruk’u bir darbeyle devirerek iktidara gelen “Hür subaylar”ın içinden sıyrılıp çıkan ve az-çok ilerici ve anti-emperyalist bir politik hat tutturan, bu kapsamda seküler/laik bir tutum da geliştiren Cemal Abdülnasır’la benrzeri tutumlar izleyen BAAS rejimlerini desteklemesi, Müslüman Kardeşler’in gelişme eğrisini önemle etkiledi, Amerikan etkisi altına girişini kolaylaştırdı.
Politikayla uğraşıp uğraşmamak örgüt içinde ayrılık nedeni olur ve politikayı kategorik olarak reddederek dini örgütlemeyi öngören Selefiler ayrı bir örgüt haline gelirken, gerekçe şüphesiz sahteydi, çünkü Selefiler de din politikası ya da din üzerinden politika yapmaktaydılar. Şeriat başlıca amaçlarıydı ki, bu dünyanın din kurallarıyla düzenlenmesi önermesinden başka şey değildi ve siyasetten başka anlama gelmez.
Ancak öyle ya da böyle, Nasır’la başlayan süreçte dünya ve kuşkusuz –dolaysız olarak siyaset demek olan– devlet işlerinden dışlanan Müslüman Kardeşler, bir yandan siyasetle uğraşmak sorununu tartışmaya dalmak zorunda kalırken, diğer yandan da baskılanması nedeniyle zorunlu olarak “yeraltı”na çekilmek, bunu kamufle etmek üzere “sosyal” işlere dalmak ya da sadaka, zekat vb. gibi dinsel kolaylaştırıcı akidelerden de yararlanıp dini de içine katarak “sosyal” işlerle sınırlanmak durumunda kaldı. İmarethane, hastane-sağlık ocağı, medrese/okul ve başlangıç olarak bunların finansmanı ihtiyacıyla vakıf ve şirketler kurarak bu yönelimi örgütlemeye girişmesi, politikayla uğraşıp din politikası yapmanın baskılandığı koşullara rağmen, Müslüman Kardeşler’in kaybolup gitmesini önlediği gibi, onu besleyip güçlendirdi de. Zaten köklü önyargılarıyla İslam’ı savunması Ihvan’ı sıradan bir örgütten ayırdediyor ve baskılara direnmesini getirirken, bu “sosyallik”i direncini ciddi biçimde artırdı.
Nasır’ın ardından gelen ve artık üstelik Amerikan işbirliğini örgütleyen Enver Sedat ve Mübarek iktidarları döneminde de, bir-iki işbirliği ve düzene katılma denemesi sayılmazsa, düzen dışına itilmesi süren Ihvan, bütün bu dönem boyunca hatta suikastlar ve düzene karşı irili-ufaklı isyanlar da örgütleme girişiminde bulunsa bile, kendisini korumayı başardı. Bunda Arap-İslam ülkelerinde dinin etkisinin küçümsenmez önemi tayin edici rol oynadı. Öyle ki, Mübarek döneminde örneğin, Ihvan düzen dışı ilan edilmiş ve Ihvancı olmak idama kadar varan cezalandırmalara neden olmakla birlikte, Mısır anayasasında, Mısır’ın bir şeriat devleti olduğu ve devletin dininin İslam olduğu yazılıydı. Buradan güç alarak sondan bir önceki Mısır Meclis seçimlerine bağımsız adaylarla katılan Ihvan seksenden fazla milletvekilliği kazanmıştı. Kısaca, geleneksellikten güç alan Müslüman Kardeşler, yeterince güçlü ve örgütlüydüler. Hatta özellikle Mısır’da neredeyse devletle bile boy ölçüşebilecek örgütlülükleri görmezden gelinemezdi.
Başlangıçta dünya ölçeğinde iki “süper devlet” Amerikan emperyalizmiyle Sovyet sosyal emperyalizminin hegamonya çatışması yürüttüğü koşullarda, Mısır’da Nasır ve Suriye’yle Irak’ta BAAS’ın Sovyetler Birliği ile “ittifakı” ve en son Afganistan’da Rus işgali döneminde, SB’nin çöküşüne dek izlemeyi sürdürdüğü “yeşil kuşak” politikasıyla ABD, olanca gücüyle desteklediği siyasal İslamı “dinsiz komünizme karşı” mücadelenin çekiciliğiyle kolaylıkla kendi stratejisine bağlayıp hizmetine alarak, adı “komünist” olan rakibini, kontrolündeki İslam ülkeleri ve Cihat etmekte olan İslamcı hareketlerle kuşatmaktaydı. Ihvan’ın Amerikan emperyalimiyle “tanışıklığı” buradan başlamadıysa bile yakın ilişkileri buradan gelişti. Ihvan, buradan zaten çerçevesinden çıkmaya hiç eğilim göstermediği gibi, yalnızca Amerikalı emperyalistlerle hedef ve amaç ortaklığının güçlü zeminine oturan yakınlık ilişkileri ve giderek işbirliği nedeniyle değil, ama sermayenin fetişizmi ve teslim alıcığıyla kapitalizme çoktan bağlanmıştı ki, baştan beri hiçbir anti-kapitalist yön ve niteliğe sahip olmadığı da kuşkusuzdu. Ihvan, buradan, giderek kapitalist bir örgüt olarak gelişti ve nerede şirket, nerede “sosyal” ve nerede siyasal bir örgüt olduğu ayırdedilemez hale geldi. Fethullah “cemaati”ne benzedi: İç içe geçmiş şirketler, okul ve medreseler, “sosyal yardım” kuruluşları ve camiler.
İhvan, bir kez kurduğu emperyalizmle yakınlık ilişkileri ve kapitilazasyonuyla, bu gelişme yönünü SB’nin çöküşünün ardından da sürdürdü ve iyice geliştirdi. Tek farkla ki, sermaye dünyasına demir atarak iktisadi sosyal alanda eksiksiz kapitalizminin yanında, artık “yeşil kuşak” döneminin kendisini durmaksızın boy attıran münbit siyasal ortamından yoksundu. Mısır başta olmak üzere birçok Arap ülkesi, daha Sovyetler Birliği sahneyi terketmeden Amerikan yandaşlığına rücu etmiş ve siyasal koşullar değişmiştir. Mısır’da örneğin önce E. Sedat ve ardından Mübarek’in iktidarı Amerikancılığıyla tebarüz eder; ama yumuşasa da, hala Nasır döneminin seküler tutumları sürdürülür, işi Sedat’a suikast düzenlemeye kadar vardıran Ihvan Amerikancı iktidarlar döneminde de yasa-dışı kalmaya devam eder. Siyaseten böyledir, ancak bir yandan da neoliberal koşulların tadına varır Ihvan, bir zenginleşip palazlanma sürecidir gider ki, haddi hesabı olmaz. Ihvan, buradan, eski gücüne güç katmaya başlar; önyargılardan güç alan dinsel ideolojik etkisinin üstüne, güçlü finansman yeteneğiyle hız verdiği yoksulluk çölünün ortasında serap görmüş hissi ve hazzı veren vahalar olarak “sosyal dayanışma” uygulamalarının getirileri biner ki, etkisi küçümsenemez. Ve kuşkusuz artık diğerleriyle aşık atacak büyüklük ve güce ulaşan palazlanmış şirketler ve birikimlerinin sağladığı güçle birlikte tümü birbirine eklendiğinde, Ihvan öylesine güçlenmiştir ki, siyasal dışlanmışlığına ve yasa-dışılık koşullarına rağmen genel seçimlerde seksenden fazla vekillik kazanmayı başarır –tabii ki bir güç gösterisi ve göstergesidir bu.
Bunlar, hükümferma diktatörler ve etraflarındaki dar oligarşiyle “iş tutuyor” olsalar da, Batı ve özellikle Amerikalı emperyalistlerle –zaten tekelci kapitalizmle hiçbir çelişme ve anlaşmazlığı olmayan– Ihvan arasındaki tüm “açıları” kapatıcı niteliktedir. Batılılar Mısır’da Mübarek ve Tunus’ta bin Ali’yle gidebildikleri kadar giderler. Onlardan vazgeçmek için bir nedenleri yoktur, hele kurtulmayı akıllarının ucundan bile geçirmezler; her işlerini uysallıkla görmektedirler. Ama bilmektedirler ki, artık yedeklerinde bir de Ihvan durmaktadır ve işbirliğine hazır ve nazırdır.
Amerikan işbirlikçisi diktatörler, ayağa kalkan halkın mücadelesinin darbeleri karşısında dayanamayıp ipleri ellerinden kaçırdıklarında, bu nedenle, Batılılar ve özellikle Amerikan emperyalizmi paniklemezler. “Oyun”u Mübarek ve bin Ali’yi devirme oyunu olarak değil, ama diktatörlükler bir kez çatırdayıp merkez oyuncuları zorbalıklarını sürdürmelerine rağmen, egemenliklerini sürdüremez olunca oynarlar: “Demokrasi” falan derler, Müslüman Kardeşlerin yolunu açarlar, bilirler ki örgütlülükleriyle, ortaya konacak sandıktan onlar çıkacaklardır.
Bu nedenle ahı gitmiş vahı kalmış “eski adamları” olan diktatörlerde israr etmez ve oligarşik diktatörlükleri kurtarmaya bakarlar, eskilerin yenilerle değişmesiyle eski düzenin sürmesini garanti altına almaya yönelirler. Çünkü kapitalist tekelci egemenlikten ibaret eski düzen, sadece Mübarekler ve etraflarının düzeni değil, aynı zamanda, kendi egemenliklerinin de zeminidir. Ufak-tefek değişiklikler ve başlıca iktidar ipini –kuşkusuz başta Amerikalı emperyalistlerle birlikte ya da doğrusu onların desteğiyle– ellerinde tutanların değişmesiyle, emperyalizmin güdümündeki aynı tekelci kapitalist düzen ve ilişkiler sürecektir.
İşçi sınıfı ve emekçi yığınların gücü, kafa açıklığı ve örgütlülüğü bu “oyunu” bozmaya yetmez. Hem Müslüman Kardeşler fazlasıyla örgütlü ve güçlüdürler, hem de emperyalistler de “oyun” boldur. Amerikalılar, “oyun” olsun diye devrim yapmazlar ya da devrim yapacak kadar oyunbaz değillerdir, ama “oyun”larını bin Ali’yle Mübarek’i deviren halk ayaklanmalarının hemen ardından, devrimi karşı devrime dönüştürmek üzere sahneye koymaya girişirler. Amerikalılar, örneğin Mısır halkı ayağa kalkmış ve Mübarek diktatörlüğünü çalışamaz hale gelmeye zorlarken, Washington’da olan Genelkurmay Başkanı Enam’ı ordunun destekçi tutum almaması ve Mübarek’e kefil olmamasına, “tarafsızlık”a ikna eder ve Mısır Ordusu’na bu taktiği uygulatırlar. Çünkü Mübarek’in orduyu da önde gelen şefleriyle birlikte beraberinde tarihin çöplüğüne sürükleyip götürmesi tehlikesini sezmiş, ayağa kalkan halkın isyanında bu gücü görmüş ve orduya manevrayı reva görmüşlerdir. Çünkü bu aynı ordu, onlara “yeni iktidar”a geçiş döneminde gerekli olacaktır. Hayır, asıl Ihvan’a karşı değil, onların da son bir rötuşten geçerek yeterince ehlileşmiş ve iktidar teslim edilir hale geldiklerinin test edilmesi gerekmektedir, ordu bu işi de görecektir ve bu nedenle yara-bere içinde kalmamalı, perestijini lafını geçirecek kadar az-çok korumalıdır; ancak, ordunun, asıl, Mübarek’in devrilmesini yeterli görmeyip devrimi sürdürme yanlısı tutumlar geliştirebilecek sömürülen yığınlara ve muhtemel radikalizmleri karşısında sömürelenler ve arkalarındaki emperyalistler ve egemenliklerinin sürdürülmesi açısından gerekli olduğunu bilen bilmektedir.
Yüksek Askeri Konsey’in en yüksek iktidar organı olarak egemenlik dönemi kısa sürer, ancak halkın yatıştırılmasında az iş yapmaz. Devrimin hızının kesilmesi ve devrilen diktkatörlüğün kurumları ve dayanaklarının korunması, halkın örgütlenmesinin önünün kesilmesi için Konsey küçümsenmez tutumlar geliştirir ve sonra ordu olağan görevine sarılırken yerini Müslüman Kardeşlere bırakır.
Mübarek’in son başbakanı Ahmet Şefik’le geçtiğimiz Haziran’da başkanlık seçiminin ikinci turunda yarışan M. Mursi, küçük bir oy farkıyla seçimi kazandığında Mısır’ın geleceğinin belli olduğu sanılmış, en fazla, Müslüman Kardeşlerle Mübarek’in Savunma Bakanı Tantavi’nin başkanlığındaki Yüksek Askeri Konsey arasında sorunlar yaşanıp sürtüşmeler olabileceği beklenmişti.
Bunlar oldu ve Müslüman Kardeşlerle Yüksek Askeri Konsey arasındaki güç (iktidar) oyununda Mursi Konsey’in başta Tantavi ve Enam olmak üzere askeri şeflerini görevlerinden alarak emekliye ayırdı. Anayasa Mahkemesi olarak da çalışan Yüksek Mahkeme’yi etkisizleştirdi, Başsavcı’yı görevinden alarak yerine kendi adamını atadı. O da askeri şeflerle ve eski düzenin kalıntılarıyla hesaplaştığı sanısıyla hareket etmekteydi ki, devrim kendisini yeniden hatırlattı. Durmamıştı, tümüyle geri çekilmemişti, taze kuvvetlerle yeni bir atılıma girişti.
M. Mursi, yeni anayasanın yapımı sürecinde, Mübarek kalıntılarını hedefleyerek, ama asıl olarak kendi iktidarını sağlamlaştırma yönelimiyle iki yanlış yaptı. Birincisi, anayasa kabul edilinceye kadar kendisini ve Anayasa hazırlama komisyonunu hukuk üstü ilan eden bir süper-kararname imzaladı ki, bununla, yeni-Mübarek bile değil, ama yeni-Firavun olarak nitelendirilmesinin önünü açtı ki, bu suçlama da tuttu. İkinci hatasıysa, muhalif üyeler çekilmesine karşın Anayasa komisyonununun işletilmesi ve yeni anayasanın yapılmasında ısrar etmesiydi. Yeni anayasa iktidarını onaylamak üzere gerekliydi, ama, bunca kişiyi ve asıl olarak halkı karşısına alma pahasına değil.
Gerçi yeni anayasanın ilk turda %50’yi, ikinci turdaysa 60 biraz aşan oranlarla halk tarafından kabul gördüğü açıklandı, ancak, tüm demagojik tevatüre karşın keferandum kimseyi ikna etmedi. Türkiye’ye yansıması da Mısır’da iki gerici mihrak olduğuna ilişkin görüntüsüyle olan referandum, gösterilmeye çalışıldığından farklı olarak üç ana akım arasında cereyan etti. Birincisi Müslüman Kardeşler’di. İkincisi Amerikancı liberaller olan eski Uluslararası Atom Ajansı Başkanı M. Baradey ve benzerlerinin cephesi. Ve ücüncüsü de, 6 Nisan Hareketi’nin de aralarında olduğu solcu sosyalizan, aşağı sınıf ve tabakalarının sözcülüğünü üstlenenlerin oluşturduğu cephe. Referandumda ilki “evet”, ikincisi “hayır” tutumu alırken, üçüncü cephe “boykot” tutumu aldı ki, bu tutum halmk tarafından küçümsenmez bir kabul gördü. İlk tura katılım %40’a yaklaşırken, ikinci tura katılım oranı %32’de kaldı. Bu Mısır’da devrimin ciddi taraftarının bulunduğu anlamına gelir ki, devrim taraftarları, asıl olarak, kendileri, referandum sürecinde Tahrir başta olmak üzere Kahire ve diğer büyük kentlerin başlıca alanlarını sürekli doldurarak da gösterdiler. Yüz binler, milyonlar sokakları on gün boyunca hiç boşaltmadılar. Üstelik, meydanları doldurmakla yetirmeyip iki kez Mursi’nin Başkanlık Sarayı’nı kuşattılar ki, birincisinde Mursi ancak İskenderiye ve Suez gibi kentlere yayılan gösteriler sırasında çok sayıda Müslüman Kardeş bürosu ve kurduğu partinin ofisleri yakıldı.
Benzer gelişmeler Mısırla sınırlı kalmadı, Tunus’ta da görüldü. Orada devrim taraftarları daha iyi örgütlüydüler ve ülkenin üçüncü gücünü oluşturan çok sayıda parti ve örgütün katıldığı bir cephe olarak örgütlüydüler. Mısır’da da olduğu gibi, sendikalarda örgütlüydüler. Bu sendikalardan biri olan Genel İşçi Sendikaları’na yönelik bir saldırıyı genel grev ilanıyla karşıladılar ve hükümetin geri adım atmasını sağladılar. Tunus Müslüman Kardeşleri’nin şefi Gannuşi Sidi Bouzid’de Muhammed Bouazizi’nin anısına düzenlenen gösteride yuhalandı ve bırakıp gitmek zorunda kaldı.
Gannuşi’nin başgösten olaylar karşısındaki açıklaması devrime ve genel gidişata dair açıklayıcığıyla öğreticiydi. Gannuşi “enkaz devraldıkılarını” anlatarak başladığı açıklamasını “ekonomiyi sıfırın altıyla devraldık. Biraz toparladık, birkaç puan iyileştirdik, ama hala sıfır altında olduğumuzu söylemeliyim” diye sürdürdü.
Msır ve Tunus’a ve tüm Arap ayaklanmalarına din eksenli yorumlarla yaklaşma, laik-şeriatçı saflaşması üzerinden değerlendirmeler yapma yaygın tutumdur ve “ilericilik” “gericilik” tartışmaları da içinde olmak üzere, “Arap Baharı” sürecinde hemen tüm olup biten buradan analiz edilip anlaşılmaya, buradan tutumlar geliştirilmeye çalışılmıştır. Oysa gerçek Gannuşi’nin kendini ele veren açıklamasında gizlidir. Kahire’de yarım milyondan fazla bir nüfusa sahip olan ve “ölüler kenti” olarak anılan mezarlıklarda yaşayan en yoksullar, başkanlık seçimlerinde kendilerini “geçmişten, geçmişin zulmü ve yoksulluğuyla açlığından kurtaracağı” duygusuyla Mursi’ye oy vermişler ve referandum sürecinde de Mursi’nin sarayını kuşatmışlardır!
Devrim, ne laiklik ne de şeriatçılık türü gerekçelerle patlamıştır! Açlığa varan sonuçlarıyla işsizlik ve yoksulluk ve bunları yaratan tekelci kapitalizmle katmerleştiricisi neoliberal politüika ve uygulamalar ve tümünün dayatıcı zorbalık – işte devrimin başlıca hareket ettiricileri. Ve Mısır söz konusu olduğunda 25 Mart Devrimi’nin ardından iki yıla yakın zaman geçmesine karşın durumlarında hiçbir düzelme olmayan sömürülen yığınlar, üstelik Mursi, kararnameleriyle yeni zorba olarak kendini ele verdiğinde, devrimi sürdürmeye girişmişlerdir.
Bitmemiştir ve daha biteceğe de benzememektedir. Çünkü bütün mücadeleleri içinde sömürülen yığınlar yeniden ve yeniden güçlerini ve yaptıklarıyla yapmadıklarını sınavdan geçirmek üzere deneysahibi olmakta ve herbir deneylerinde örgütlülük ve bilinçlilik durumlarını geliştirip az-çok yükseltmektedirler. Şüphesiz kendiliğinden Marksizme ve kendi kendilerini kurtaracak kafa açıklığı ve bağımsız örgütlülüğe varacak değillerdir. Ama her geçen gün bağımsız bir sınıf örgütlülüğü tarafından kucaklanıp seferber edilmeye daha yatkın ve yakın hale geldiklerinden emin olabiliriz. Tabii ki devrimci bir sınıf partisi ihtiyacı kesindir. Tunus’un sahip olduğu bu etken Mısır için de acil ihtiyaç durumundadır.
Ama kesindir ki Tunus ve Mısır’da ve geri kalan Arap ülkelerinde hiç kimse oyun oynamamaktadır!
Son söz olarak, eklenmelidir ki, Suriye’deki de, bir “oyun” değil, ama on binlerce cana ve neredeyse bütün bir Suriye’nin yakılıp yıkılmasına neden olan kanlı bir hesaplaşmayken, bu ülkede “Amerikan oyunu” kapsamına girebilecek bir komplo ve emperyalist müdahale gerçektir. Başlangıçta Suriye’de de ayağa kalkan ve hak talep eden halklar ve hareketinin yarattığı ortamı fırsatı ganimet bilerek değerlendiren Batılı ve özellikle Amerikalı emperyalistler, en başta yeni-Osmanlı özlemiyle dolu Türk-İslam sentezci AKP eliyle Türkiye’yi memur ederek bu ülkenin üzerine çullandılar. Doğrudan dışarıdan müadahaleyle ve özellikle Katar ve Suudiler tarafından desteklenen Türkiye aracılmığıyla örgütlemeye giriştikleri silahlı çetelerle rejimi yıpratmaya yöneldiler. Halk muhalefeti hızla önce ikinci plana düştü ve giderek yerini rejimle çatışan silahlı çeteler ve hesaplaşmalarına bıraktı.
Suriye’de evet, bir “oyun”, rejimi devirip kendi yandaşı bir rejim kurmaya yönelik bir “Amerikan oyunu”, bir tezgah ya da komplosu sahneye konmuştur. Ve eğer oyun denecekse, oyun Suriye’den ibaret de değildir. Büyüktür. Dünya ölçeğindedir. Bir yanda yanına İngiltere ve Fransa’sıyla Batıyı almış Amerikan emperyalizmi, karşıda Rusya ve Çin safa girmektedirler. Almanya, Hindistan gibi büyük devletler kendi seçimlerini yapacaklardır, belirli eğilimleri bulunmaktadır. Suriye, dünya egemenliği yolunda mevzilerini güçlendirip mesafe almak bakımından Amerika ve Batılılar bakımından bir menzildir. Sırada İran vardır. Emperyalist kamplaşmadan birini ya da diğerini tutmanın devrimle ve devrimcilikle bağdaşmazlığı kesin olduğu kadar, Amerikan emperyalizmi başta olmak üzere, Batılıların hedeflerine koydukları Suriye’ye –ve ardından İran’a– yönelik emperyalist müdahalede rol alan Türkiye dahil bütün gerici güçlere ve komplolarına karşı olduğumuzu söylemek bile gereksizdir.
Ancak Suriye ile ne Mısır ne de Tunus’ta olanlar birbirine karıştırılabilir. Soruyla bitirelim. Her üç ülkede de “Amerikan oyun” oynanıyorsa, Mısır ve Tunus’un Esad’ı kimdir, bu iki ülkede iktidarda olan ve Amerikancı darbelere maruz kalan hangi Amerikan karşıtı rejimdir? Ve ikincisi, Tunus ve Mısır’da, Suriye’nin silahlı çeteler olarak Selefiler ve Al Nusra gibi El Kaide çeteleriyle birlikte örütlenmiş İhvan’ı (Müslüman Kardeşleri) zaten iktidara katılmış değil midir? Kim kimdir? Kim kime karşı “Amerikan oyununu”nun aktörlüğünü üstlenmiştir?
Geçelim ve geçerken şu “oyun” edebiyatını bir yana bırakalım!

Üniversite A.Ş.

Eğitim alanının bir ‘ticari sektör’ haline dönüştürülmesi senelerdir yaşanan bir süreç olup, bugüne kadar yükseköğretim dışındaki eğitim kurumlarında daha görünür biçimde gerçekleştirilmiştir. Özellikle 1985 sonrası yapılan hukuksal düzenlemeler ile özel okullar devletçe teşvik edilirken (Uygun, 2003: 115), günümüzde doğrudan finansal destek yoluyla özel sermayenin eğitim alanında daha etkin hale gelmesi hedeflenmektedir.
Kapitalist büyümenin ’80 sonrası ihtiyaçlarına paralel olarak gelişen bu sürecin üniversitelere yansıması ise akademik eğitim ve araştırma faaliyetlerinin amaç ve niteliklerinin dramatik biçimde deforme edilmesiyle başlamış, vakıf üniversitelerinin yaygınlaşması ile gelişmiş ve üniversitelerin “başarısının” girişimcilik endeksindeki sıralamalara göre belirlendiği bugünkü hali almıştır. Bununla beraber, yakın gelecek için tasarlanan ise, sermayenin üniversite yönetim kurullarında doğrudan temsil edildiği bir yapılanma ile idari dönüşümün tamamlanmasıdır.
1980 sonrasından günümüze tedrici olarak ilerleyen bu süreç, yeni YÖK yasası çalışmaları çerçevesinde artık son safhasına ulaşmış ve üniversitelerin kurumsal, mali ve idari boyutlarıyla topyekûn piyasanın amaç ve işleyişine adapte edilmesi resmi devlet politikası halini almış ve daha görünür bir nitelik kazanmıştır. Dolayısıyla YÖK’e ilişkin “eski” ve “yeni” politikalar birbirini ikame etmeyip, tamamlar bir nitelik taşımaktadır. Aradaki tek fark ise, YÖK yasalarına egemen olan ruhun bugün artık üsluba da yansımış olmasıdır. Bu yanıyla yeni yasa tasarısı; özü, amacı ve ilkeleri yanında kullandığı dil itibarıyla da ticari bir işletmenin vizyon- misyon bildirimi niteliğindedir.
Sermaye üniversiteye nüfuz ettiği ölçüde bilimsel çalışma piyasa denetimine açılacağından akademik faaliyetin toplumcu niteliği aşınır. Araştırma faaliyetinin, konu seçiminden seçilen konunun işleniş biçimine kadar piyasa müdahalesine açık hale getirildiği bir yapıda, amacı ve işlevi de; sermaye ideolojisinin ihtiyaçlarına “bilimsel” geçerlilik kazandırmakla sınırlı olacaktır.
Nitekim yeni tasarıda “…araştırmacı, uzman, diğer personel ve öğrencileri yapacakları bilimsel çalışmalar itibarıyla ticarî değeri yüksek konulara yönlendirme” amacı açıkça düzenlenmiştir (m. 33). Bu amaçla, üniversitelerin “Bilgi Lisanslama Ofisi” kurabileceği belirtilmektedir. Kazançları kurumlar vergisinden müstesna anonim şirket statüsünde kurulacak bu ofislerin diğer görevleri arasında ise, üretilen bilgilerin ticari açıdan değerlendirilebilmesi ve ticari değeri olan bilgilerin pazarlanması gibi faaliyetler sıralanmaktadır (m. 33). Dolayısıyla yeni tasarı, anonim şirketlerin üniversite kurabilmeleri yanında (m. 29), mevcut üniversitelerin de aynı statüde şirketleşebilmelerinin önünü açmaktadır.
Tasarıdaki bu maddeler; “akademik faaliyet ödeneği” (m. 43), “sözleşmeli proje araştırmacısı istihdamı” (m.40), yükseköğretim kurumlarını belli aralıklarla kurumsal dış değerlendirmeye tabi kılan “kalite güvence sistemi” (m.47) gibi düzenlemelerle birlikte değerlendirildiğinde ise, tasarlanan “akademik” işleyiş ve akademisyenlerin akıbeti de netleşmektedir. Piyasa ihtiyaçları doğrultusunda ticari getirisi yüksek projeler üretenler, kâra katkı sağladıkları ölçüde ücretlendirilecektir. Bu yapıda eğitim faaliyetinin işlevi de emek-gücü yetiştirmekle sınırlandırılmıştır.
Sermayenin üniversiteyi denetleme ihtiyacı kapitalizmin gelişim seyrine bağlı olarak şekillenmektedir. “Bilgi” kullanımı bir sanayi girdisine dönüştüğü ölçüde bilimsel bilgiyi burjuvazinin hizmetine sokan üniversite-sanayi işbirliği uygulamaları yaygınlaşmakta ve teknopark projeleri her geçen gün artmaktadır. Buralarda görev alan öğretim üyelerinin ise, araştırma sonuçlarını ticarileştirebilmeleri amacıyla, şirket kurabilmelerinin önü açılmaktadır. Çünkü üniversiteler “girişimcilik” yetkinliğine göre sıralanmakta ve akademisyenlerin teknoparklarda ortak veya sahip oldukları faal firma sayısı “Girişimci ve Yenilikçi Üniversite Endeksi”nde üst sıralara çıkabilmenin önemli göstergeleri arasında yer almaktadır.
İlk defa bu sene hazırlanan üniversitelerarası girişimcilik endeksinin bundan böyle her yıl açıklanacağı belirtilmiş ve gelecek yıldan itibaren üniversite tercihlerinden önce kamuoyu ile paylaşılacağına dikkat çekilmiştir. Bu açıklama, “tercih edilen üniversite” olabilmenin resmi standartlarını ortaya koyduğu kadar akademik ve toplumsal algıyı şekillendirme çabası bakımından da oldukça dikkat çekicidir.
Başlıca amacı özel sektörün rekabet gücünü artırmak olan bu “işbirliği” modeli, sermayeye kaynak transferi yanında bir dizi finansal kolaylık da sağlamaktadır. Aynı “işbirliği” nin toplumdaki karşılığı ise, örneğin tıp fakültesi öncülüğünde gerçekleştirilen bir dizi bilimsel buluştan yararlanamamak* veya sanayi üretiminin halk sağlığı üzerindeki etkilerinin toplumdan saklanması biçiminde tezahür edecektir.
Sosyal bilimler alanında farklı düşüncelerin üretimi bakımından adeta “dilsizleşmiş” bir ortam sözkonusudur. Bu çerçevede üretilen bilginin “mutlak doğru” ve “yansız” olduğu yolunda yaratılan algı ise kapitalizmin bilgi üretimi üzerindeki hakimiyetini özenle gizlemeye yöneliktir (Güngen vd., 2010:6).
Oysa akademik özgürlük, en az devlet kadar, sermayeden de bağımsız ve tüm egemen güçlere karşı aynı ölçüde güvence altında olmayı gerektirmektedir. Ollman’ın da (2001) belirttiği gibi; bir üniversite üst yönetiminin çoğunlukla generallerden oluşması oradaki eğitimin amacı ve niteliği bakımından ne kadar zihin açıcı ise işadamlarının bulunması da aynı ölçüde açıklayıcı olacaktır. Bu yanıyla, yeni taslakta da sıkça yer alan “özerklik” vurgusu, akademik özgürlük yolunda bir demokratik kazanım değil, devletin sosyal işlevinin tümüyle tasfiye edildiğini gösteren bir parola niteliği taşımaktadır.
Yeni YÖK taslağı; nasıl, ne zaman ve hangi hükümleri muhafaza ederek yasalaşacağından ziyade devletin sınıf kimliğini ve resmi ideolojinin sınıfsal niteliğini açıkça ilan etmesi bakımından büyük önem taşımaktadır. Bu yanıyla da, ilk bakışta “malumun ilamı” diye değerlendirilebilir. Ancak şu da bir gerçek ki; “malum” bugüne kadar hiç bu kadar pervasızca ilam edil(e)memiştir!

Kaynakça
Güngen A. R., F. Ercan, Ö. Tezçek, Biçer, Y. Özgün (2010): Emek ve Siyaset, Dipnot Yayınları, Ankara, s. 6
Ollman, B. (2001): “Akademik Baskının İdeolojisi Olarak Akademik Özgürlük İdeali: Amerikan Usulü”, Praksis(4), 2001, s. 110- 125
Tokyay, M., T. Timur, F. Başkaya, F. Ercan (2006): Eğitimin Ticarileşmesi ve Üniversiteler, http://van.imo.org.tr/resimler/dosya_ekler/1fb95f18eb5c297_ek.pdf
Uygun, S. (2003): “Türkiye’de Dünden Bugüne Özel Okullara Bir Bakış (Gelişim ve Etkileri)”, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, C: 36, S:1-2, s. 107- 120

AKP’nin resmi tarihi

Arif Koşar
İsmail Afacan

Başbakan Erdoğan’ın Kanuni Sultan Süleyman dönemindeki harem ilişkilerinin anlatıldığı Muhteşem Yüzyıl dizisini ‘kınama’sıyla tarih tartışmaları yeniden uç verdi. Kütahya’da havaalanı açılışında konuşan Erdoğan “Aktif bir dış politika”nın gerekçeleri açıklarken “Ecdadımızın at sırtında gittiği her yere biz de gideriz, ilgileniriz” demişti. Harem ‘keyfi’ yapan, saray entrikaları içinde oynatılan, bir eli yağda bir eli balda yaşayan bir ecdadın ise ‘Atı izinde’ gitmeyi zorlaştıracağını bilen Erdoğan, kendi tarihsel argümanını güçlü kılmak adına Muhteşem Yüzyıl dizisini hedefe koymuştu: “Ama bunlar televizyon ekranındaki ecdadımızı zannediyorum o Muhteşem Yüzyıl belgeselindeki gibi tanıyorlar. Bizim öyle bir ecdadımız yok. Biz öyle bir Kanuni, öyle bir Sultan Süleyman tanımadık. Onun ömrünün 30 yılı at sırtında geçti. Sarayda, o gördüğünüz dizilerdeki gibi geçmedi. Bunu çok iyi bilmemiz, anlamamız lazım. Ben o dizilerin yönetmenlerini de o televizyonların sahiplerini de milletimin huzurunda kınıyorum. Bu konuda da ilgilileri uyarmamıza rağmen yargının da gerekli kararı vermesini bekliyoruz. Böyle bir anlayış olamaz. Bu milletin değerleriyle oynayanlara milletçe gereken dersin, cevabın hukuk içinde verilmesi gerekir.”
Bırakalım kendisini, ecdadı diye ilan ettiği padişahların eleştirilmesine  bile tahammül edemez hale gelen Başbakan Erdoğan’ın, her tarihsel eleştiriyi AKP’nin yeni-Osmanlıcı siyasal çizgisinin muhatabı kabul ettiği de görülüyor.
Bütün bu Muhteşem Yüzyıl tartışmalarının ötesinde AKP, bir süredir, zaman zaman tarihsel atıflar içeren ancak esasen siyasal ve güncel olan ‘eleştirileri’ni ‘yeni bir tarihyazımı’ çabasıyla da birleştiriyor. M. Kemal’in Nutuk’undan başlayarak günümüze kadar gelen ve çeşitli vesilelerle güncellenen resmi tarih, yeni bir güncellenme ihtiyacıyla karşı karşıya. Çünkü AKP’nin ve onun temsil ettiği güçlerin dönemsel iktisadi ve siyasal çıkarlarıyla, resmi tarihin  karikatürize edilmiş biçimde hortlayan  eski tez ve söylemleri arasında küçümsenmeyecek bir çelişki var.
Tam da bu nedenle, AKP’ye karşı kimi tamamen milliyetçi-gerici kimi de laiklik kaygısıyla verilen tepkiler resmi tarihin argümanlarından yararlanabiliyor. 10 Kasımda Anıtkabir’e yapılan yürüyüşte, AKP’ye karşı Atatürk maskeli tepkiler bunun küçük bir örneği.
Resmi tarihin hem ilk biçimi hem de günümüzdeki formatını AKP’nin beğenmediği, siyasal ihtiyaçlarına uygun bir dönüşüm istediği biliniyor. AKP’nin bu isteği de resmi tarihin baştan sona bir dönüşümü talebi değildir. Resmi tarih paradigmasının bir bütün olarak ortadan kaldırılması da söz konusu değildir. Çünkü bugün ‘resmi tarih’ ile ifade edilen eklektik bütün, kimi AKP muhaliflerinin savunageldiği 1930’ların resmi tarihinden de farklıdır. Bu, belki hiçbir kesim tarafından açıkça kabul edilmemiş ama özellikle 12 Eylül darbesinden sonra bir biçimde etkili kılınmış, İslami ve Osmanlıcı geçmişi de kabullenen bir resmi tarihtir. Ancak AKP, resmi tarihin ilk biçime karşı olduğu gibi, güncellenmiş halinin de yeniden reforme edilmesini istemektedir. Dolayısıyla günümüzün ‘resmi tarihi’ de AKP’nin iktidar gücü ve olanaklarıyla güncellemeye başladığı resmi tarihtir. Ve bu özelliğiyle AKP’nin dışında ve ondan bağımsız değildir. Derin Tarih dergisi de bu sürecin bir parçasıdır.
***
Tarihin yeninden yazımı sermaye ve onun iktidar partisi AKP için oldukça önemli. Çünkü tarih raflardaki kitap, arşivlerdeki belge ya da zihinlerdeki anılardan ibaret bir ‘bilgi yığını’ değildir. Böyle olsaydı, tarih, bakılacak, incelenecek, en ileri noktada dersler çıkarılacak bir belgelik olurdu.
Tarih; geçmişin bir birikimi olmakla birlikte kendi içinde bugünü ve geleceği de barındırır. Gelecekten ve bugünden bağımsız bir ‘tarih’ kavramsal olarak da pratik olarak da mümkün değildir. Ve tersidir… Çünkü, gelecek olan geçmişin bağrında olgunlaşmış, bugün filizlenmiş olandır. Yani gelecek ve geçmiş, dolayısıyla bugün, tek bir olgunun yaşamsal sürecidir. Her olgu da, bugünkü durumunda, geçmişin birikimini ve geleceğin tohumunu içinde barındırır. Hiçbir şey zamanın dışında olmadığı gibi bugün de geçmişten, gelecek de tarihten bağımsız değildir.
Geleceğin sahibi olmak isteyen, kendi sömürü düzenini bilinçli ya da bilinçsiz korumak üzere tarihi yazanlar/yazdıranlar, geçmişi kendi ihtiyaçları doğrultusunda yorumlamış ve yeniden üretmişlerdir. Geçmişin değerlendirilmesi de sadece geçmişe, olmuş olana dair değildir. Problem de geçmiş hakkında entelektüel bir tartışma ya da polemik hiç değildir. Egemenlerin tarih yazımı; süregiden düzeni alternatifsiz ve kaçınılmaz bir düzen olarak meşrulaştırmayı, kendi geleceğini garanti altına alabilmeyi, kısa ve orta vadeli ihtiyaçları doğrultusunda ideolojik yaşamı yeniden üretebilmeyi amaçlamaktadır.
Dolayısıyla her siyasal iktidar, tarihin kimi bölüntülerini ya da tarihsel olgu ve olayları kendi güncel-siyasal ihtiyaçları çerçevesinde kullanır. Politika ve politikasının meşruiyetini tarihsel ‘gerekçelerle’ temellendirerek, güçlü ve etkin kılmaya çalışır.
AKP de neredeyse her tartışma ve polemikte, bu ‘tarihsel yöntemi’ kullandı. İktidara geldiği günden bugüne mevcut düzeni ‘bürokratik oligarşi’ olarak tanımlayarak aslında ‘derin’ bir tarihsel tartışmayı da başlatmıştı. Ancak ilk çarpıcı tarih polemiği Dersim katliamı konusunda yaşandı. Başbakan’ın Kürt sorununa ilişkin ‘Analar artık ağlamasın’ çıkışı karşısında CHP Milletvekili Onur Öymen’in Dersim atıfı tartışmayı başlattı. “Dersim’de analar ağladı, gerekirse analar ağlar” diyerek ‘terörle mücadele’ çağrısı yapan Öymen, AKP’ye yeniden ‘demokrasi’ havarisi kesilme olanağı sağlamıştı. Oysa AKP’nin Kürt sorununda, bahsi geçen dönemde kısa süreli bir açılım ama esas olarak PKK’yi etkisizleştirme ve ‘terörle mücadele’ konsepti pratikte pek de farklı değildi. En azından vardığı sonuç böyleydi. Öymen’in Dersim katliamını savunan yaklaşımı karşısında AKP, CHP’yi ve savunageldiği tarihsel zemini eleştirmek için bu olanağı sonunda kadar kullandı.
CHP’nin ‘tarihi’ bilindik, resmi tarihti. Bu tarih; toplumun sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış kitle olarak tarifi, Kürt halkının varlığının reddi, devlet dini olarak Sunni İslam’ın dayatılması ve ‘milli’ kadronun çağdaş reformlarına dayanıyordu. Türklük ve Türklüğe dayanan millilik, Osmanlı’nın eleştirisini öngörüyor, hatta tarihsel kökenler Osmanlı öncesinden çıkarılıyordu . Ders kitaplarında yakın dönem tarihi bu tezler temelinde şekillendiriliyordu. Ancak 80 yıllık bu tarih anlayışı, Türkiye’nin kangren olmuş tarihsel sorunları (Kürt sorunu ve laisizm), dünya ve Ortadoğu’daki dengeler açısından işlevselliğini yitirmişti. CHP’li Öymen’in ‘gafı’ sonrasında AKP’nin başlattığı tarihsel tartışmalar, Dersim katliamına dair İnönü imzalı belgelerle yapılan şovlar; hem bir siyasal ihtiyacı hem de AKP’yi de aşan bir ideolojik/tarihsel yeniden yapılanmayı ifade ediyordu.

AKP’NİN TARİHİ YENİDEN YAZMA NEDENLERİ
AKP’nin yeni bir tarihyazımı başka bir ifadeyle resmi tarihi AKP’nin ihtiyaçları doğrultusunda güncelleme çabasından yukarıda söz edildi. Bunda üç temel etkenden bahsedilebilir:
Birincisi; uluslararası gelişmeler ve dengeler açısından Türkiye’ye biçilen yeni roller ve Türkiye egemenlerinin bu yeni ‘görevler’ karşısında yeniden konumlanması. Emperyalizmin Ortadoğu’yu yeniden şekillendirme planları, ABD’nin etkinliğini sağlama/artırma, enerji kaynakları ve iletim hatları üzerindeki kontrolünü koruma ve genişletme stratejisi çerçevesinde Türkiye’ye daha ilerden ‘görevler’ düşmüştür. ABD’nin Irak ve Afganistan işgalinde Türkiye’nin bazen açık bazen üstü kapalı desteği, ABD için oldukça önemliydi. Müslüman nüfusun ağırlıkta olduğu bir coğrafyada, ABD’nin kadim dostu İsrail’in oynayacağı rol elbette sınırlıydı. Türkiye; işte bu ortamda, ABD’nin Ortadoğu’ya müdahalesinde önemli araç-ülkelerinden birisiydi.
Genişletilmiş Ortadoğu Projesinde Başbakan Erdoğan’ın eş başkanı olması, İsrail’le yaşanan “One Minute” krizi, AKP’nin yeni Osmanlıcı söylemleri, birbirinden bağımsız gibi gözükse de bütün bunlar ABD stratejisiyle bağlantılı. Osmanlı halifeliği, Arap ülkelerindeki tarihsel geçmiş, buradan yola çıkarak Türkiye’nin Ortadoğu’daki Müslüman ülkelere ‘abilik’ iddiası, bir model ülke olarak Türkiye’nin ABD için önemini arttırıyor. Dolayısıyla yeni-Osmanlıcı iddia ve hedefler, tamamıyla ABD stratejisiyle uyum içerisindedir.
Türkiye sermayesinin ‘sınır ötesi’ hayalleriyle örtüşen ABD stratejisi, AKP’nin yeni Osmanlıcı bir politika izlemesine de zemin hazırladı. Yeni Osmanlıcılık projesinde, milliyetçi olmaktan çok İslami motiflerle süslenmiş ama milliyetçilerin ‘hayal’leriyle de ortaklaşan kimi iddialar yer alıyordu. Örneğin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik kitabında da ifade ettiği, Musul ve Kerkük üzerindeki Osmanlı’dan kalma iddialar ve MİT’in 2007 yılında ifade ettiği ‘aktif dış politika’ konsepti, Türkiye’nin ABD stratejisinde daha aktif bir rol oynayacağını taahhüt ediyordu.
‘Resmi tarih’in ‘Yurtta sulh cihanda sulh’ ilkesi bağımsızlık savaşı vermiş ve bu savaşta Kürtlerin desteğini almış bir siyasal önderliğin 1920’li yıllardaki ruh halini, hatta siyasal öngörüsünü yansıtıyordu. Ancak ‘yurtta sulh’ ancak Kürtlerin kendi haklarını talep etmemesiyle mümkündü, dolayısıyla gerçekliği söz konusu olamazdı, olmadı da. ‘Cihanda sulh’ ise emperyalizme karşı savaşmış ve en azından kısa vadede iyi ilişkilere sahip olmayan, diğer yandan hızla bu ilişkileri geliştirmek üzere çabalayan bir ülkenin gerçekçi bir politikası olabilirdi. Dolayısıyla 1920’li ve 30’lu yıllar Türkiye’si ve sonrasındaki yıllarda Türkiye kendi dışındaki olay ve olguların bir biçimde dışında kalmaya çalıştı. İkinci Dünya Savaşına katılmaktan imtina etti. Elbette ‘cihanda sulh’ yaklaşımı emperyalizmle sıcak ilişkiler kurmayı, giderek güçlenen Sovyet düşmanlığını, çevre ülkelerde ve dünyadaki gelişmeler karşısında emperyalist projelerin onaylayıcılığını ve taşeronluğunu inkar etmiyordu. Ancak en azından resmiyette, bir ölçüde de olsa fiiliyatta ‘Cihanda sulh’ ilkesi ‘para’ ediyordu. Bugünse AKP’nin dış politikası açısından tam tersi bir durum söz konusudur. Teröre karşı savaş konsepti içerisinde nerede emperyal savaş ve işgal varsa AKP Hükümeti onun içinde ve dahilinde olma çabasındadır. Bunun adıysa ‘cihanda sulh’ değil aktif dış politika ve (Turgut Özal’la da hatırlanan) ‘fırsatları’ değerlendirme politikasıdır. Bu politika resmi tarihin, daha Osmanlıcı bir temelde yenilenmesini öngörmektedir.
İkincisi; Türkiye’nin kangrenleşmiş sorunları karşısında resmi tarih anlayışının iflas etmiş olmasıdır. Örneğin Kürt sorunu… Kürt ulusal hareketinin yaygınlığı ve etkisi karşısında artık ‘Kürt diye bir şey yoktur’, ‘Kürtler, karda yürürken kart kurt sesi çıkaran Türklerdir’ diyen resmi tarih anlayışının geçerliliği olmadığı gün gibi ortadadır. Dolayısıyla sermaye ve AKP açısından böyle bir tarih anlayışı, Kürtleri ikna edemeyeceği gibi Türkleri de ikna edemez duruma gelmektedir. AKP de Kürt halkının meşru mücadelesiyle bir yandan Kürtlerin varlığını kabul etmekte, ancak temel haklarını tanımamaktadır. ‘İnkar ve imha’ politikasının yerini adeta ‘Varlığını kabul ederek imha’ almaktadır.
Kürt halkının bazı talepleri karşılanacaksa Kürtler istediği için değil AKP istediği için karşılanacaktır. Hükümet, taleplerin karşılanmasıyla Kürt hareketinin daha da güçleneceğini düşünmekte, bu nedenle ‘hakları tanımak’ yerine bazı cılız ve uygulama olanağı düşük ve göstermelik reformlar yapmaktadır. Diğer yandan AKP dini argümanlarla Kürtleri, en azından bir bölümünü kazanmaya  çalışmaktadır. Kürt sorununu çözmek üzere gündeme gelen ‘Mele projesi’, bölgede din adamlarını kullanarak Kürtleri, ulusal hareketten uzaklaştırma çabaları da bilinmektedir. Dolayısıyla AKP’nin Kürt sorunundaki genel yaklaşımı, resmi tarih tezinin Kürtlerin varlığını inkar eden eski biçiminin güncellenmesini zorunlu kılmaktadır. Güncellenme “birleştirici çimento olarak din” ve “Osmanlı kardeşliği” temelinde olmaktadır. Bu nedenle resmi tarihin daha Osmanlıcı ve İslamcı bir çerçevede yenilenmesi gerekmektedir.
Üçüncüsü; yukarıda ifade edilen iç ve dış gelişmeler çerçevesinde yaşanan ekonomik, siyasal ve sosyal dönüşümün kalıcılaştırılması ve yeni ‘düzen’in sağlamlaştırılması ihtiyacıdır. Özelleştirmeler, emperyalizme ve tekelci sermayeye sonuna kadar bağımlılık, köylü nüfusunun neredeyse yüzde 40 oranında azaltılarak hızlı bir kentleşme, orduyu ve militarist araçları ele geçirme, dinin günlük yaşamdaki ağırlığının artırılması vb. AKP’nin propagandasına göre, Cumhuriyet rejimi, AKP’ye kadar, asker-sivil bir zümrenin halk üzerindeki diktatörlüğü olmuş, ‘bürokratik oligarşi’  yönetimin iplerini elinde tutmuştur. İşte AKP hükümeti, halkın tercihi ve inisiyatifi ele alması, Cumhuriyet tarihi boyunca egemen olmuş elitist tabakanın alaşağı edilmesini sağlama misyonunu üstlenmişti.
Bu iddialar baştan sonra tarihsel atıf ve eleştirilerle doluydu. En başta güncel siyasette AKP’nin karşı karşıya geldiği CHP’nin mahkum edilmesi, diğer yandan da bütünsel bir dönüşümün tarihsel olarak meşrulaştırılması amaçlanıyordu. Yani yeni ‘düzen’ kurulurken, ‘eski düzen’in mahkum edilmesi, resmi tarihin de eleştirisini gerektiriyordu. Bu eleştiri temelinde; ‘bürokratik yargı’ 12 Eylül referandumuyla AKP’lileştirildi, yeni politik ihtiyaçları kavramayan askeri ve sivil bürokrasi Ergenekon, Balyoz gibi davalarla tasfiye edildi, eğitim sistemi yeniden biçimlendirildi, bir bütün olarak devlet kademelerinde yoğun bir kadrolaşma süreci işletildi. Daha da uzatılabilir ancak bu kadarı konumuz açısından yeterlidir…
Böyle bir dönüşüme yığınların ikna edilmesi ve AKP’nin kendi meşruiyet zeminini genişletmesi; resmi tarihin eleştirisi ve güncellenmesini zorunlu kılıyordu.
Bu doğrultusunda, liberal İslamcı tarih algısının teşvik edilmesi için AKP her fırsatı değerlendirdi. CHP’yi eleştirmek adına tek parti döneminde ‘İl başkanlarının vali olduğu’ hatırlatmasının yapılması, demir ağlar göndermesi, İsmet İnönü’nün ders kitaplarından çıkarılması, İttihatçılık, 27 Mayıs, 12 Eylül’e karşı kampanyalar bazı örnekler olarak sıralanabilir.
Bir yandan bu tartışmalar yürütülürken bir yandan da kendi rol modelleri de birey protipi olarak sunuldu. Son kongresinde Başbakan’ın Türklerin Anadolu’ya girişinin bininci yılını (2071) gençliğe hedef, Alpaslan’ı da örnek olarak göstermesi, Fetih 1453 filminin kampanyalarla desteklenmesi, mağdur padişah olarak II. Abdulhamit’in gösterilmesi, Yavuz Sultan Selim döneminin Kürt devlet adamı İdris-i Bitlis, Alevileri katleden Yavuz Sultan Selim’in Suud Efendi’si, Bülent Arınç’ın Mehmet Akif Ersoy’un Asım’ını gençliğe model olarak sunulması, Necip Fazıl atıfları; liberal dinci tarih yaklaşımının örnekleriydi.
Bu üç faktöre bir ek daha yapmak gerekiyor. Resmi tarih yazımının gözden geçirilmesi Türkiye ve AKP Hükümetine özgü bir durum değil. 90’lı yılların başından bu yana yeni bir tarih yazımının paradigmaları tartışılıyor. Burjuva liberal yaklaşımla geçmişin devrimleri, ayaklanmaları, işçi sınıfının mücadelesi, kazanımları ve antiemperyalist mücadeleler önemsizleştirilmek isteniyor. Tarihte ikincil ve belirleyici olmayan olaylar üzerinden ‘ihmal edilmiş’ kimlikleri ele alarak bugünkü sınıf dışı kimlik politikalarına tarihsel gerekçe oluşturmak; çeşitli kurumların geçmiş ideolojilerin kurgu ve inşası olduğu söylenerek kurumların oluşumundaki ‘idealizm’e vurgu yapmak suretiyle bugünkü subjektivizme alan açmak hedefleniyor… 1908 devrimi, İttihat ve Terakki, 1 Mayıs 1977’ye dair tartışmalar da göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye’deki değişimin uluslararası çaptaki bu tarih yazımı operasyonuyla bağlantılı olduğu söylenebilir.
Hem iç ve dış etkenler hem de AKP’nin bu çerçevedeki siyasal ihtiyaçları, ideolojik alanda bir yeniden yapılanmayı ve resmi tarihin güncellenmesini koşulluyordu. Bu ihtiyaç, Derin Tarih’i doğuran arka plan olarak özetlenebilir. Sadece genel olarak ortamın etkisinden de öte, hükümetin liberal tarih yazımının aktörlerinden birisi olarak bu dergiyi teşvik ettiği, desteklediği hatta kurduğu da söylenebilir. Hükümete yakınlığı gizli saklı olmayan, alenen hükümetin yayın organı gibi çalışan Yeni Şafak gazetesinin sahibi Albayrak grubu Derin Tarih dergisinin de sahibidir. Hükümet ve belediyelerin desteğiyle dört bir yanda afişleri, tanıtımları, reklamları yapılmaktadır. İlk sayısını yayınlamasının ardından Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, “Derin Tarih’i okumaya başladıktan sonra biz gerçek tarihi de tanımaya, bilmeye başlayacağız” demiştir.
Nisan ayında ilk sayısı yayınlanan Derin Tarih dergisi, şimdiye kadar çıkan 9 sayısında AKP’nin çizgiyi siyasal hattın tarihsel meşrulaştırılması misyonunu üslendi. ‘Kazım Karabekir açıklıyor: 19 Nisan 1919’da Trabzon’a çıktım’ başlıklı, iddialı bir dosya konusuyla yayın hayatına başladı. Mayıs sayısında ‘Adnan Menderes’in son mesajı: Halkımız insan olduğunu bizle hatırladı’ başlıklı bir dosya hazırladı. Temmuz sayısında, ‘Lozan’da kim kazandı?’ sorusuyla İnönü eleştirisi temelinde bir yayıncılık yaptı. Ağustos sayısında ise Suriye krizlerini konu edindi. Kasım sayısında Dersim katliamı tartışmalarını kapağına taşıdı.

KAZIM KARABEKİR TARTIŞMASI
İlk sayısında dikkat çeken bir başlangıç yaptı Derin Tarih. ‘Kazım Karabekir açıklıyor: 19 Nisan 1919’da Trabzon’a çıktım’ dosyasıyla resmi tarihin 19 Mayıs, Samsun ve Mustafa Kemal vurgusuna eleştirel bir gönderme yapıyordu. İddia şuydu: Kazım Karabekir, Mustafa Kemal’den önce Anadolu’ya ayak basmıştı. Doğu Anadolu’da ulusal kurtuluş mücadelesini başlatan, örgütleyen, Mustafa Kemal’i öne çıkaran ve destekleyen Kazım Karabekir’di. Karabekir, Mustafa Kemal’le yaşadığı fikirsel ayrılıklar sonucu, Mustafa Kemal ve İsmet İnönü tarafından saf dışı bırakılmış, koğuşturmaya uğramış, bir muhalif olarak baskı görmüştü.
Derginin genel yayın yönetmeni Mustafa Armağan’ın bu iddiaları nasıl savunduğuna şöyle bir bakalım: “Kazım Karabekir Paşa yakın tarihimizin kırılma noktalarından birinde yaşamış, I. Dünya Savaşının Kafkaslardaki son zaferine imza atmış, 19 Nisan 1919’da Trabzon’a çıkarak İstiklal Savaşını başlatmış ve milli mücadelenin ilk zaferini armağan etmiş bir kahraman. … Anadolu’da milli mücadele ateşini yakan ve başarıya ulaştıran en önemli figürlerden birisi olmasına rağmen nedense ders kitaplarında kendisine ancak bir iki cümle yer verilir. Bunun da sebebi resmi tarihe boyun eğmeyen ve mücadelesini idam sehpasının önüne kadar sürdüren nadir, cesur yüreklerden biri olmasıdır.” (Armağan, Derin Tarih, Sayı:1, sf. 49)
İddia ‘çarpıcı’… Armağan, Kurtuluş Savaşındaki ‘kişisel’ önderlik tartışmalarında Kazım Karabekir’in resmi tarih tarafından görmezden gelindiğini söylüyor. Doğru ve söylediğinde haklı. Ancak resmi tarihin M. Kemal ve K. Karabekir’e dair eleştirilecek yanı yalnızca bu mudur?
Önce bir alt başlık: Kurtuluş savaşı, başka bir deyişle emperyalizme karşı ulusun mücadelesi, ne Mustafa Kemal’in 19 Mayısta Samsun’a ayak basmasıyla ne de Kazım Karabekir’in 19 Nisan’da Trabzon’a çıkmasıyla başlamıştır. Bu kişilerin ayakları bahsigeçen topraklara henüz değmemişken, hatta bu isimler Padişah’ın emrindeki Osmanlı subaylarıyken Anadolu ve Trakya’da ulusal kurtuluş savaşının ateşi yakılmıştı. İzmir, Hatay, Adana, Maraş, Antep’te halkın kendiliğinden örgütlenmesiyle işgalcilere karşı yerel direniş odakları hızla kurulmuştu . Memleketin dört bir yanında çeşitli direniş cemiyetleri ve silahlı gruplar işgalcilere karşı savaşmaya başlamıştı. Özetle, bir halkın, emperyalizme karşı kurtuluş savaşının başlamasını, ‘kutsal bir öndere’ mal etmek, tarihi baştan sona çarpıtmak anlamına gelir. Dolayısıyla kurtuluş savaşı ne Mustafa Kemal’in ne de Derin Tarih’in iddia ve ısrar ettiği üzere Kazım Karabekir’in eseridir.
Ama yine de şu soru ortada duruyor: Kurtuluş savaşının önderi kimdir?
Evet, bu, biraz da resmi tarih ve yöntem olarak onunla uzlaşan ‘derin’ tarihin dayattığı bir tartışmadır. Çünkü önderlik sorunu, esas olarak bir sosyal harekete hangi sınıf/grubun yön verdiğiyle ilgili bir meseledir. Ulusal kurtuluş savaşı, emperyalizme karşı bağımsızlık talebi itibarıyla çeşitli sınıf ve katmanlar arasında ittifakı öngören bir mücadeleydi. Sorun da, bu ittifak halindeki sınıf ve gruplardan hangisinin bu mücadelenin hedeflerine, içeriğine ve hatta sonrasına yön vereceğiyle ilgilidir. Kurtuluş savaşı, özgünlükleri, hedefleri, önder kadrosunun özellikleri ve sonrasıyla, ulusal burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin sınıfsal rengini verdiği bir hareketti. Bu hareketin, ülkenin çeşitli yörelerindeki dağınık direniş odaklarını birleştiren önder kadrosu da elbette söz konusuydu. Bunu başaran da Mustafa Kemal, Kazım Karabekir, Fevzi Çakmak, Ali Fuat Cebesoy, Fethi Okyar ve daha birçok kişinin yer aldığı önder kadrolardır. Kurtuluş savaşının önderliğinden bahsedilecekse, bu isimlerin sayılması kaçınılmazdır. Bu isimler içerisinde Mustafa Kemal’in daha fazla öne çıktığı, etki ve ağırlığının daha fazla olduğu söylenebilir. Ancak, Kurtuluş Savaşı süresince Mustafa Kemal’in kararları da dahil birçok konu gerek önder grup arasında, gerekse de TBMM’de ayrıntılı ve şiddetli biçimlerde tartışılmıştır. Sonuç olarak, Birinci Mecliste Mustafa Kemal Başkomutanlık yetkisini almasıyla başlayan, Cumhuriyetin ilanı sonrasındaki yetkileri, konumu, rakiplerinin tasfiyesi, sonrasında da resmi tarihin yazılmasıyla devam eden süreçte, Atatürk Kurtuluş savaşının tek ve ‘ulu önder’i haline getirilmiştir. Derin Tarih’in yaptığı ise aynı tarihsel kurgunun Kazım Karabekir için yapılmasını talep etmektir.
Armağan tam da bunu işaret ederek, “Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın Nutuk’una başlarken kullandığı ‘19 Mayıs 1919’da Samsuna çıktım’ ifadesine meydan okur. Demek ki yakın tarihimizi, ‘tarih yazan’ bir figür olarak Kazım Karabekir Paşa’nın kaleminden okusaydık, bugün bambaşka bir inkilap tarihi karşılayacaktı bizi” diyor.
Öyle midir gerçekten?
Evet, Karabekir’in ‘Nutuk’u, M. Kemal’in nutkundan farklı olacaktır. Örneğin Karabekir’in yazınında M. Kemal eleştirisi olacaktır. Eğer, M. Kemal’in Nutuk’u gibi olacaksa da K. Karabekir övgüsü geniş bir biçimde yer alacaktı. Milli davanın önder kadrolarına ihanet edildiği, M. Kemal’in diktatörlük hevesleri içinde olduğu yazılacaktı. Ancak ‘hikaye’ yine ‘saray’ın içinde kalacaktı. Yani Derin Tarihin yöntemi de tıpkı resmi tarihinki gibi, seçkinlerin ve yönetenlerin irade ve eylemlerine, onlar arasındaki çekişmelere odaklanmaktadır.
M. Kemal’in Nutuk’undaki felsefi temel ile Kazım Karabekir’in yaklaşımı arasında bütünsel bir fark yoktur. Karabekir de  iyi bir ittihatçıydı. 1908 ihtilali sırasında yüzbaşı ve dönemin tipik bir subayıydı. İttihat ve Terakkici pozitivizm, Karabekir ve kurtuluş savaşının diğer önder kadrolarının yaklaşım ve felsefesinin özünü oluşturuyordu. Düzenin ‘öncü’ bir kadro tarafından sağlanması, çeşitli reformlar yoluyla düzen içinde ilerleme ve eğitime özel bir vurgu. İlerlemenin öncüsü halk, halkın mücadelesi vb. değil ‘pozitif’ kadrolardı… Karabekir’in de genel siyasal yaklaşımı bu çerçeve içindeydi. Alman ordu geleneğine hayranlık tıpkı diğerlerinde olduğu gibi Karabekir’de de bakiydi.
Karabekir’in farklılıkları yok mudur? Elbette vardır… Bunlar bireysel farklılıktan çok kurtuluş savaşının önder kadroları içindeki bölünmeye dair farklılıklardır. Örneğin Cumhuriyetin ilan edilmesi ve saltanatın kaldırılması, bu kadrolar içinde bir bölünmeye yol açmıştır. Karabekir de cumhuriyetin ilanına en azından zamanlama olarak muhalefet edenlerdendir.
Konumuz açısından burası başka bir tartışmadır. Ancak gerek Mustafa Kemal’in ulusalcı ve laikçi yaklaşımının (tekke ve zaviyeleri kapayan, latin alfabesini kabul eden, şapka inkılabını yapan, balolar düzenleyen vb.) gerek de resmi tarihin temel dayanaklarının AKP’nin bugünkü yeni siyasal ihtiyaçlarını tam anlamıyla karşılayamayacağı açıktır. AKP’nin kapitalizm ve onun temel değerleriyle problemi yoktur. Ancak ılımlı İslamcı ve yeni Osmanlıcı politikanın daha muhafazakar, ‘radikal’ bir cumhuriyetçilik yerine Arap dünyasında hak ve görev vurgusu yapan daha Osmanlıcı simge ve figürlere ihtiyaç duyduğu, siyasal polemikleri açısından İsmet İnönü’yü hedefe koyduğu düşünüldüğünde Karabekir’in daha fazla öne çıkması da kaçınılmazdır.
Resmi tarihle karşı karşıya gelen AKP’nin ve onun sözü Derin Tarih’in Mustafa Kemal yerine, özellikle İsmet İnönü yerine Kazım Karabekir’i öne çıkarması, en azından ‘tek ve ulu önder’ imajını yıkacak biçimde Karabekir’i gündeme getirmesi, bahsettiğimiz çerçeve içerisinde oldukça mantıklı ve anlamlıdır.

ADNAN MENDERES VE DARBE ÖRNEKLERİ
Derin Tarih’in, tarihi ‘aydınlatma’ iddiasının önemli bir parçası da darbelerdir. Buna göre; darbeler, resmi tarihin muhafaza etmeyi amaçladığı İttihatçı zihniyetin, demokratik gelişmelere müdahalesidir. Derin Tarih’in kurgusunda; elitist, İttihatçı, darbeci –ve sınıfsal kimliği kesinlikle olmayan- asker-sivil zümre, toplumu, halkın müdahalesi olmaksızın gönlünce yönetmek istemektedir. Eğer halk, çeşitli biçimlerde buna müdahale etmek isterse, hele kendi temsilcileri ile iktidarı seçme şansına sahip olursa, işte bu İttihatçı zümre darbeler yoluyla demokrasiyi rafa kaldırmaktadır.
Derin Tarih ve AKP, darbelere güncel siyasal ihtiyaçları gereği de karşı çıkmaktadır. Çünkü ordunun siyasal yaşamdaki geleneksel konumu ve yeni dönemin siyasal ihtiyaçlarını algılayamaması nedeniyle AKP, darbe girişimlerinin muhatabı olmuştur. 27 Mayıs darbesi ise, en azından görünüşte, siyasal geleneğinin bir parçası olarak ilan ettiği Demokrat Partiye karşı yapılmıştır. 12 Eylül ve 12 Mart’a karşı çıkışı ise tamamen taktiksel ve pragmatiktir. Halkın bu dönemde gördüğü baskı ve zulüm nedeniyle, halkı yedeklemek üzere gündem edilmektedir.
Diğer yandan darbeler, resmi tarihin uzantısı olarak kabul edilen Atatürkçülük iddialarıyla yapılmıştır. Bu nedenle AKP, ‘darbe eleştirisi’ni aynı zamanda CHP eleştirisine dönüştürmektedir.
Ancak, Derin Tarih’in gerek Adnan Menderes’e gerek de darbelere yaklaşımı tamamen gericidir. Dinci tarihyazımı ile liberal yaklaşımın kesiştiği alanlardan birisidir. Çünkü bu yaklaşımda da halk, emekçiler, sosyal hareketler ve tepkiler yoktur. Sadece seçkinler vardır. Cumhuriyet elitlerinin (asker-sivil zümre), yine halkın seçtiği siyasal önderleri silah yoluyla iktidardan indirmesi vardır. Derin Tarih, evet, darbelerin halka karşı yapıldığını kabul ediyor. Ama, Derin Tarih’in halkı, Adnan Menderes’i sevenler ve Demokrat Partiye oy verenlerdir. Kitlelerin tarihteki varlığı da oy vermekten ibarettir. Tarih de işte bu iki seçkin zümre arasındaki mücadelenin seyridir. Bir taraf İttihatçı, darbeci, elitist, halka tepeden bakan bürokrasi, diğer ‘tarafsa halkın içinde çıkmış’, onun değerlerini paylaşan demokratlar…
Cumhuriyetin ilk yılları; işte bu İttihatçı zihniyetle demokrasi yanlılarının mücadelesi ve İttihatçı zihniyetin zaferine sahne olmuştu. Demokrat Partinin seçim başarısı ise demokratların zaferiydi. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, hatta 28 Şubat, Balyoz, 27 Nisan… Hepsi İttihatçı zihniyetin toplumu yönetme hayallerinin ürünüydü. Yani 1908 yılında fiilen iktidar olan İttihat ve Terakki Cemiyetinin, ‘komplocu’, ‘komitacı’ ve ‘silahlı’ yönetim pratiği ve algısı 100 yıldır bir biçimde devam ediyordu. İşte tarih, bu zihniyete karşı demokratların –esas olarak da demokrat seçkinlerin- verdiği mücadele ile yazılıyordu.
Derin Tarihin karikatürü bu! Ama yalnız değil… ‘Koca’ bir liberal sol ve sağ da yanında… İyi ile kötünün mücadelesi gibi! Darbeye maruz kaldığına göre iyi olan da kaçınılmaz olarak, yasakçı, emperyalizm işbirlikçisi, emek ve emek örgütlerinin düşmanı Adnan Menderes oluyor…
Tarihin bu biçimde iki ‘zihniyet’ arasındaki mücadeleye indirgenmesi, toplumdaki sınıfsal çıkar ve uygulamaları göz ardı etmesi, en fazla burjuva çoğulculuğu çerçevesinde görüş farklılıklarını görmesi, burjuva liberalizminin ve onun tarihyazımının bir sonucu.

DERİN TARİH RESMİLEŞECEK Mİ?
Derin Tarih dergisinin, resmi tarihin bazı tabularına karşı çıktığı hatta alaya aldığı söylenebilir. Ancak bu, AKP’nin resmi tarihte köklü bir değişimi hedeflediği anlamına gelmez. Derginin, sermaye ve AKP açısından pratik işlevi, güncel siyasal gelişmelere tarihsel meşruiyet sağlamaktır. Bu nedenle dergi alabildiğine Osmanlı ve İslamcılık övgüsü yapmaktadır. Elbette, AKP açısından sınırları aşan iddialar da dergide yer almaktadır. Derin Tarih dergisi sonuçta bir dergidir. Resmi tarihin yenilenmesinde baş aktör değil bir araç, ama görülen o ki, önemli misyon biçilmiş bir araçtır. Ancak tek araç da değildir.
Dolayısıyla dergide yazan her iddia ve açıklama, resmi tarihin yeni biçimi olarak görülmemelidir. Örneğin resmi tarih AKP’nin ihtiyaçları temelinde güncellenirken Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Atatürk yerine Kazım Karabekir olmayacaktır… Lozan bir teslimiyet belgesi olarak kabul edilmeyecektir. Diğer yandan Osmanlı vurgusu artacaktır. Osmanlı’da dinin rolü özel bir önemle ifade edilecektir. Cumhuriyetin ilk dönemi baskıcı ve seçkinci elitlerin yönetimi olacak, 27 Mayıs darbesi ittihatçı güçlerin demokrasiye müdahalesi olarak tanımlanacak, tarih de asker-sivil elit zümreyle demokratların mücadelesine indirgenecektir.
Yani Derin Tarih dergisiyle resmi tarihin bir uzlaşma aralığı olacaktır. Bu uzlaşmayı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan gayet usturuplu bir biçimde özetlemektedir: “İttihat ve Terakki zihniyeti Gazi Mustafa Kemal’in de bizzat karşı çıktığı ve mücadele ettiği bir zihniyettir. Gazi Mustafa Kemal’in müsamaha göstermediği bu zihniyet, ne yazık ki vefatının ardından yeniden hayat bulmuş, yeniden iktidar fırsatı bulmuş ve Türkiye’ye ağır faturalar ödetmeye devam etmiştir. İşte Dersim, bu ağır faturalardan biridir. Beyler, biz burada 150 yıllık köhne bir zihniyetle mücadele ediyoruz. … Biz Dersim’den hatta onun çok daha öncesinden başlayan, bugüne kadar da devam eden bugün de varlığını sürdüren jakoben, seçkinci, elitist bir zihniyete dikkatleri çektik.”
Yani Atatürk hem ölçülü bir biçimde eleştirilecek, hem de sert eleştirilerin hedefi olmaktan kurtarılacaktı. Azıcık dövülecek biraz da pışpışlanacaktı. Esas hedefse CHP, İsmet İnönü ve AKP’nin kendisini mirasçıları olarak gördüğü Demokrat Partinin ve ANAP’ın muhalifleriydi.
Resmi tarihin güncellenmesinde tek araç da Derin Tarih dergisi değildir. (tekrar olmuş)AKP’nin siyasal propagandasında kullandığı tarihsel tartışmalar bir yana günlük gazeteler de tarihsel ideolojinin yeniden üretilmesinde adeta ‘özel görev’ almışçasına çalışmaktadırlar. Birçok gazete ismi sayılabilir. Ancak birisi üzerinde özel olarak durulmayı hak etmektedir.
Star gazetesi belirli aralıklarla, 1950 yılında yayına başlayan Büyükdoğu dergisinin eski sayılarını, orijinal formunda ücretsiz olarak vermektedir. Büyükdoğu dergisi, Derin Tarih dergisinin daha ‘cesur’ bir öncülü olarak görülebilir.
Büyükdoğu Dergisinin 34. sayısında, Atatürk bazen ismiyle bazen de ismi verilmeksizin ama kime söylendiği anlaşılır kılınarak sert bir şekilde eleştirilmekte, hatta hakaret edilmektedir. Derginin 34. sayısında Prof. Ş. Ü. İsimli yazar, Bedi-üz-Zaman Said-ül-Nursi’nin hayatını kaleme almıştır. Yazıda Said-Ül-Nursi’nin, M. Kemal’in davetiyle Ankara geldiği, gelir gelmez de namaz kılınması için beyanname çıkardığı belirtilmektedir.
“Gizli niyetlerini henüz o devirde saklayanlar, bundan soğuk bir duş intıbaı aldılar.
Bir gün, Riyaset Divanında Meclis Reisiyle (ilk Cumhur Reisi ) fikir taati ederken aralarında şöyle bir muhavere geçer:
Meclis Reisi – Sizin gibi kahraman bir hoca, tam aradığımız insandır. Bu yüzden sizi, yüksek fikirlerinizden faydalanmak için davet ettik. Fakat siz gelir gelmez, namaza dair beyannameler neşrederek aramıza ihtilaf düşürdünüz.
Bedi-üz-Zaman’ın mukabalesi, gayet kat’i ve sert oldu:
– Namaz kılmayan haindir! Hainin hükmü merduttur!
Böylece Said-ül-Nursi, artık insanları ve davaları iç yüzüyle sezmeye başladığı için, Ankara’da muhitini bulamadı, Van’a gitti.” (Yakındoğu Dergisi, 1950, Sayı: 34)
Dergi de açık ve sert bir üslupla M. Kemal eleştirisi vardır.
Dedektif X Bir rumuzlu ‘İbret, Gayret!’ başlıklı yazıda ise M. Kemal’in Birinci Meclisteki Mebus Ali Şükrü’yü ve sonrasında onun katilini de öldürttüğü ifade edilmektedir:
“Şehit Ali Şükrü’yü, arkasında boynuna ip geçirtmek, hemen sağ kolunu kırdırmak ve başına bir balta indirmek suretiyle öldürten şahış, bu işte alet olarak Giresun’lu Topal Osman’ı kullanmış; peşinden de aynı derecede korkunç bir tertiple bedbaht aletine ölümü tattırmıştır. Hile ve tertip dehasına bakın siz! ”
Sadece İslamcı tarihyazımı değil sol liberaller de AKP’nin resmi tarihi yenileme çabalarına katkı sunmaktan imtina etmiyor. Büyük kısmı AKP’yi ‘askeri vesayete’ karşı desteklemiş, 12 Eylül referandumunda ‘yetmez ama evet’ demiş, CHP’ye ve sözde vesayetçi güçlere karşı AKP’nin yanında saf tutmuştur.
Ki, Derin Tarih, önemli temel tezlerinde liberal tarihyazımın yöntemlerini, onun tarihi demokratlar ve ‘ittihatçı gelenek’ arasındaki mücadeleye indirgeyen metodunu kullanmaktadır. AKP’nin dile getirdiği ‘Bürokratik oligarşi’, ‘Asker-sivil elitist zümre’ gibi kavramlar esas olarak sol liberallerin cephaneliğindendir.
Bu konuda örnekler epeyce uzatılabilir. Ancak konuyu dağıtmamak adına ‘örnek’ bir çabadan bahsetmekle yetinilecektir: Murat Belge’nin ‘Militarist Modernleşme’ kitabı… Öncelikle Belge’nin kitabı neden yazdığına bir bakalım:
“Bunun gizlisi saklısı yok, ordunun bu yerine [siyasete müdahalesine] karşı demokratik mücadeleye omuz vermek için yazdım bu kitabı”. (Belge, 2011:25)
Kimi kastediyor: Elbette AKP’yi ve orduya karşı daha doğrusu ordunun yönetimini tamamen ele geçirmek için verdiği mücadeleyi… Belge için önemliydi Uludere’yi bombalama iradesinin Genel Kurmay yerine sivil iktidarda olması!
Belge, kitabında, Türkiye’de modernleşmenin Almanya ve Japonya gibi militarist tarzda gerçekleştiğini, Türkiye tarihinin de militarist, Jakoben, ittihatçı gelenekle demokrasi yanlıları arasındaki mücadeleyle şekillendiğini ifade ediyor. Yukarıda yapılan Başbakan Erdoğan alıntısıyla benzerlik çarpıcı… Rastlantı olmasa gerek!

TARİHYAZIMINA DAİR BİRKAÇ NOT
Tarihyazımı, geçmişin belge, gözlem, anı, iletişim vb. yollarla ulaşılabilen bilgilerinin belirli bir bütünlük içerisinde yeniden üretilmesini öngörür. Her nevi tarihyazımı, kendi yöntemi uyarınca mevcut bilgiler ve verileri bir biçimde sistematize eder. Sonuç tarihin kendisi değil doğal olarak onun yazımıdır. Dolayısıyla, yazım ile kendisi arasında mutlaka farklılıklar olacaktır, kaçınılmazdır.
Tarihyazımı, özellikle 20. yüzyılın başlarında işte bu ‘tarihsel doğru’ kavramını tartışmıştır. Pozitivist-neopozitivist (Ayer, Popper, Hempel) ve bağımsız tarih (idealist, mutlak görelilikçi) kuramcıları arasındaki tartışma da esasen ‘tarihsel doğru’ kavramına kilitleniyordu. Ancak, buradaki tartışma konusu ‘tarihsel doğru’ değil. ‘Tarihsel doğru’ elbette bilinebilir, doğru ve bilimsel bir yöntem ve çaba ile kavranabilir. Aksi, açık bir bilinemezcilik, belirsiz ve mutlak bir görelilik olurdu ki, mantıksal uzantısı yaşamda hiçbir şeyin bilinemeyeceğidir.
Makalemiz açısından tartışmamız ‘tarihsel doğru’nun nasıl ortaya çıkarılabileceğine dairdir. Tarih nasıl yazılmalıdır?
Esasen tarihyazımının kendisi de tarihseldir ve geçmişten günümüze, tanrıların yeryüzündeki icraatlarından, belirli bir toplumsal çevre içerisindeki gerçek insanların faaliyetlerinin incelenmesine kadar önemli bir evrim geçirmiştir. Örneğin ilk tarihçilerden sayılabilecek Homeros’un bir ‘kahramanlık destanı’ olan İlyada’sı tamamen soyluların tarihidir. Olay örgüsünde köylülerin, zanaatkarların hatta tüccarların etkisi ya çok azdır ya da hiç yoktur. Homeros, İlyada’da soyluların dünyasının dışına çıkmamış, sıradan insanların yaşamı ve içinde bulundukları toplumsal düzenden bahsetmemiştir. Elbette, buna dair küçük atıflar vardır ancak bu da soylular ve tanrıların eylem, düşünce ve ihtiraslarından çıkarılabilmektedir.
19. yüzyılın ünlü tarihçisi ve ‘modern tarih biliminin babası’ olarak kabul edilen Leopold von Ranke de, tarihin egemenler açısından yazılması düsturuna bağlı kalmıştır. Ranke’nin, geçmişi yargılamak değil onu “nasıl ise öyle rapor etmek” gerektiğine dair sözü, burjuva tarihyazımında önemli bir yere sahiptir. Ranke’nin tarihteki her olgunun ardında Tanrının hikmeti ve buyruğunu araması bir yana; onun tarihi, devlet adamları, diplomasi ve savaşların tarihiydi.
İşte bu yöntem, geçmişten bugüne tarihyazımında egemen metodoloji olagelmiştir. Ancak 19. yüzyılda, kapitalizmin özellikle Avrupa topraklarında serpiliş gelişmesiyle işçi hareketi güçleniyor, 1831 Lyon işçilerinin ayaklanması, özellikle 1848-49 devrimleri Avrupa’yı boydan boya sarıyordu. Ve 1871 Paris Komünü… Bütün bunlar tarih yazımında şimdiye kadar etkisiz görülen, olay ve olgular karşısında en fazla büyük güçlerin ve hükümdarların ‘nesne’si olabilen kitlelerin görülmesini, en azından kolaylaştırıyordu. Hem toplumsal hayatın şekillenmesinde (Çartist hareket, genel oy hakkı, yaygın eğitim, ekonomik ve sosyal hakların kazanılması) hem de yönetenlerin politikalarının belirlemesinde kitlelerin etkinliğini arttırıyordu. Bugün de ister ‘demokratik’ ister açık bir gericilik olsun; her egemen sınıf ve siyasal iktidar kitlelerin gelenek, eğilim, talep ve tepkilerini bir biçimde hesaba katmak zorundadır. Çünkü kitleler vardır… Onlarsız yazılan tarihin de bilimsel olması mümkün değildir.
Tarih kitlelerin, başka bir deyişle sınıf mücadeleleri tarihidir. Hükümdarın ya da bugün için siyasi iktidarın karar ve önerileri de, bütün özgünlükleri ve ‘irade beyanı’yla birlikte, hem içinde yaşanılan toplumsal düzenin hem de egemenler ve sınıflar arası mücadelenin etkisi altındadır. Tarihyazımı da, geçmişin büyük karar ve olaylarını sadece, karara imza atan kişinin iradesinden ibaret birer belgeye dönüştürdüğü oranda, kronolojik bir belgelik olmanın ötesine geçemez. Bu belgeler, birer ‘veri’ olarak kabul edilebilir ki, bunların arkasında ekonomik, sosyal, siyasal ve hatta (bireyin tarihteki rolü çerçevesinde) bireylerin rolü görülmeden, bu doku açığa çıkarılmadan bunlar basit birer ‘istatistik’ olmanın ötesine geçemez.
Bu açıdan, Türkiye’nin 1927 yılında yapılan sayımlara göre nüfusunun 13 milyon 648 bin olduğu bilgisi nasıl ki, 1927 Türkiye’sinin ekonomik, sosyal ve siyasal koşulları hakkında en ufak bir bilgi bile vermiyorsa, dönemin iktidarının 1928 yılındaki ‘Harf Devrimi’ olarak isimlendirilen Latin alfabesine geçiş kararı; M. Kemal’in birey olarak icraatına indirgenmesi de o ölçüde bilgiden yoksundur. Bu uygulama ne ifade ediyordu, hangi amaçla ve kime karşı yapılmıştı? Hangi felsefe ve siyasi anlayışın parçasıydı. Ekonomik ilişkiler açısından bir anlamı var mıydı? Demokratik ya da otoriter olsun ‘modern bir toplum’ kurma fikrinin neresinde yer alıyordu. Laiklikle ilişkisi neydi, Türkiye’de ‘laiklik’ uygulaması nasıldı? İşte bütün bu bağlantılar olmadan tek başına ‘Harf Devrimi’ kişisel bir başarının ötesine geçmeyecek bir biçimde algılanmaya mahkumdur.
***
Bilimsel bir tarih anlayışının (tarihte diyalektik yöntemin kullanılması) üç temel özelliğinden bahsedilebilir:
Birincisi; bugün olduğu gibi geçmişteki her olgu tarihseldir; kendisinden öncesi ve sonrasıyla birlikte zamansal bir bütünlük içerisinde değerlendirilmeli, bağlantılar özenle ve doğru kurulmalıdır.
İkincisi; her olay ve olgu ve belirli bir ekonomik ve sosyal gerçeklik ve çevre koşullarında meydana gelir. Dolayısıyla olay ve olgunun içinde bulunduğu koşulları, onun en azından önemli görülen bütün bağlantıları ve bu bağıntılar içerisinde temel olanı/olanları değerlendirmek gerekir. Çünkü hiçbir olay ve olgu yoktur ki, çevresiyle etkileşim ve bağlantı halinde olmasın. Bu etki ve ‘bağımlılık’ olmadan tek başına, soyut bir olgudan bahsetmek mümkün olmadığı gibi gerçekliği de yoktur. Olsa olsa düşünce sürecinde kullanılabilecek bir soyutlamadır.
Üçüncüsü, ilk iki belirlemenin kaçınılmaz bir sonucudur. Toplumsal yaşamdaki her olgu karşıt güçlerin, son tahlilde karşıt sınıflar (ve bazen ara sınıflar bazen de egemen sınıflar) arasındaki mücadele ve müdahalesinin etkisi altındadır. Bu sermayenin faşist bir diktatörlükle siyasal iktidarı biçimlendirdiği ülkelerde de, genel seçimlerin yapıldığı ve bazı hakların bir ölçüde kullanılabildiği (burjuva) demokratik ülkelerde de geçerlidir.

RESMİ TARİH VE DERİN TARİHİN AYNILIĞI VE FARKI
Tarihin kişi ya da iktidarlar, yahut görünürdeki iktidar talipleri arasındaki mücadele ve kavgaya indirgenmesinin; tarihin kanlı canlı aktörü olan milyonlarca emekçiyi görmezden geldiği ifade edilmişti.
Burjuvazinin farklı dönemlerdeki özgün ihtiyaçlarını karşılamak açısından resmi tarih ve AKP’nin yaklaşımı arasında ciddi bir fark olmadığı söylenebilir. Ancak bu tespit, iki tarih yazımının sınıfsal içeriği anlamında bir soyutlamadır. Günümüz somut-siyasal tartışma ve mücadelelere gelindiğinde, kimi ortak özellikleri ve farklılıkları olduğu da aşikardır.
Resmi tarih anlayışı, özellikle ulusal kurtuluş savaşının ilerici özelliklerinin hızla tasfiye edildiği, burjuva diktatörlüğünün tüm kurumlarıyla statükolaşma sürecinde ilerlediği bir dönemde, 1930’lu yıllarda inşa edilmeye başlamıştır. Sınıfsız kaynaşmış kitle retoriği başlangıçtaki egemen argüman olmakla birlikte, çeşitli toplumsal gerilim ve tepkiler sonucu sınıf varlığı kabul edilmek durumunda kalınmıştır. Dolayısıyla resmi tarih ‘milli çıkarlar’, Kürtlerin inkarı, laikçilik, ordunun özel yeri, ‘modern’ simgesel ve kültürel değerler, bunların tamamını bünyesinde barındıran bir Atatürkçülük, gerektiğinde ise onun daha sekter bir yorumu olarak Kemalizme dayandı. Ancak Atatürkçülüğün içeriği hiçbir zaman sabit olmadı ve iktidarlar tarafından ihtiyaca göre yeniden biçimlendirildi. 1990’lı yıllardan itibaren ama özellikle yukarıda bahsi geçen iç ve dış faktörlerin etkisiyle, 2000’li yıllarda ‘eski’ resmi tarih burjuvazi açısından miadını doldurdu. Temel argümanları açısından kabul edilemez hale geldi. Burjuvazinin, eğer bu biçimde kategorize edilecekse sadece ‘islami’ kesimi açısından değil bir bütün olarak sermaye sınıfı açısından kullanım süresini tamamlandı.
Amerikan çıkarlarına daha ileriden bir bağımlılık, 2007 MİT raporunda ifade edilen ‘yurtta sulh cihanda sulh’ yerine ‘aktif dış politika’ ve ‘sınırların dışında çıkarları kollama’ yaklaşımı, Kürt sorununun geldiği aşamada ‘inkar etmeden imha’ komsepti, kitleleri yedeklemek açısından dini değerlerin daha yaygın kullanımı gibi güncel siyasal ihtiyaçlar; ve bu ihtiyaçların içinde formüle edilebileceği kültürel değerler ve tarihsel olgular; liberal dinci bir tarihyazımının temelleri oldu.
Elbette, liberal dinci tarih yazımı ve bu yaklaşımın resmi tarih ile karşı karşıya gelmesi AKP ile başlamadı. Ancak entelektüel düzeyde varlığından bahsedilebilecek Derin Tarihçilik, ancak AKP döneminde resmi tarihle ‘eşit’, hatta onu ‘aşan’/’aşmaya yeltenen’ ve onu güncelleme göreviyle biçimlenen bir fikirsel güç olarak ortaya çıktı. AKP ve arkasındaki güçlerin ihtiyaçları çerçevesinde resmi tarihin uygun biçim ve çeşitli uzlaşmalarla evrileceği yönü gösterdiği söylenebilir.
Eğer ayrı ayrı soyutlanacaksa; iki tarih yaklaşımı da yukarıda ifade edilen tarihte bilimsel yöntemin üç temel ilkesiyle çelişmektedir.
İlk olarak tarihi bireylerin, önemli adamların, yöneticilerin ve onların kararlarının tarihi olarak algılamaktadırlar. Resmi tarihin milli şefe ve onun “çağın ötesindeki öngörülerine” dayalı tarih yazımı, derin tarihte yine milli şefe dayalı ama bu sefer eleştirel ve daha dinci ‘önder’lerin rolü eklenerek ifade ediliyor. Yine sınıf mücadelesi, ideolojilerin sınıfsal niteliği, ekonomik ve siyasal politikaların toplumsal sınıflarla ilişkileri, onların ihtiyaç, talep ve eğilimleri tarihin açıklanmasında yer bulmuyor. Varsa yoksa milli şefin ‘üstün dehası’ ya da ‘otoriter eğilimleri’…
İkincisi; ekonomik, sosyal, siyasal ve uluslararası gelişmeler iki tarih yaklaşımında da ya tamamen ya da büyük ölçüde göz ardı edilmiştir. Yahut bir olgu abartılarak diğer olguların etkisi yok sayılmıştır. Örneğin resmi tarihte; devletçilik, Atatürk’ün ‘müthiş öngörüsü’nün sonucudur. Dünya genelinde yaygınlaşmadan önce M. Kemal, derin bir sezgi ile örnek bir ekonomik model ortaya koymuştur. Ne kapitalizmdir, ne sosyalizmdir. Elbette, resmi tarih Kadro dergisinin çizgisinde değildir ama ekonomi politikalarının milli ve özgün olduğu konusunda onunla uzlaşmaktadır.
Derin tarih de, devletçi politikaları esas olarak ‘Cumhuriyetin yönetici elitleri’nin–başta M. Kemal olmak üzere- iradesiyle açıklamaktadır. Yönetici elitin pozitivist yaklaşımının sonucudur.
Oysa, bu ekonomi politikalar ilk bakışta görülebileceği üzere dönemin ekonomik ve sosyal özellikleriyle yakından ilişkilidir. İşgal sonucu adeta yıkılmış bir ülkede toparlanma ve düzen tesisinin devletin ekonomiye müdahalesi olmadan sağlanması mümkün değildir. 1923 İzmir İktisat Kongresinde de sermaye grupları devlet müdahale ve desteğinin şart olduğunu deklare etmişlerdir. Dolayısıyla devletin yatırımları, gümrük korumacılığı, sermayeyi güçlendirme ve yeni sermaye grupları yaratma politikası kaynaşmış-kitle edebiyatıyla ya da ‘yönetici elitler’in kendinden menkul iradesiyle açıklanamaz.
Ki, 1929 Büyük İktisadi Buhranı sonrasında, üretimi ve tüketimi büyük darbe almış bir ülkede devletin ekonomiye müdahalesi de kaçınılmazdır. Kriz sürecinde her ülkede olan da budur. Krize karşı ilk tepki devletin ekonomiye müdahalesi olmuş, sonrasında daha sistematik ve ‘kalıcı’ müdahaleler yapılmıştır. İç faktörler kadar uluslararası konjonktür de devletçiliği koşullamaktadır. Ayrıca SSCB’nin büyük başarısı karşısında ‘devletin ekonomiye müdahalesi’ ve planlama olgusunun prestiji de oldukça yüksektir. Resmi tarihin ve onun ‘derin’ halinin tarihyazımı yönteminde esas kurgu ‘büyük kişiler’e ve ‘yönetici elitler’e odaklı olduğundan siyasal, ekonomik ve uluslararası etkenler yalnızca manzara öğelerine indirgenmektedir.
Dolayısıyla dönemin tarihsel (zamansal) sürekliliği (savaştan çıkılmış olması, burjuvazinin zayıflığı vb.) ile bütünselliği ve bağlantılılığı (ekonomik ve sosyal faktörler) içiçedir. Klasik anlamıyla resmi tarih de ‘derin’ ve güncellenmiş hali de bu olgu ve etkenler göz ardı etmektedir. Çünkü ikisi de tarihin sermayenin dönemsel siyasal ihtiyaçları temelinde yazımını esas almıştır, almaktadır. Bilimsellik ve ciddiyet beklemekse mümkün değildir.

İşçi sınıfı ve “ezilenler”; sınıf ve “kimlik” politikaları

1980’li-90’lı yıllar ve sonrasında, özellikle postyapısalcılık-postmodernizm adı altında, çok sayıda “yeni teorisyen” tarafından yaygınlaştırılan görüşlerin bir özelliği de,  yaygın ve genel bir adlandırmayla “kimlik politikaları” olarak ifade edilen ve ırk-ulus kimliği, kadın kimliği; “ezilenler”in ve “ötekileştirilenler”in hakları ve mücadelesi; çevre sorunu gibi sorunlardan hareketle, işçi sınıfının devrimci sınıf rolünü ve materyalist tarih anlayışını ya tümüyle reddetmek ya da büyük oranda çarpıtmaktı. “Sınıf-ırk ve toplumsal cinsiyet arasındaki karmaşık ilişkileri” ve “kesişim noktaları”nı tespit etmek iddiasını da taşıyan, çevreciliğin, feminizmin, ulusal-ırksal eşitçiliğin, kültürün, eşcinsel haklarının öne çıkarıldığı bu yeni “tarih yazımı” teorilerinin hemen tümü, Marksist sınıf teorisine saldırı için hayli uğraştılar.
1982 yılında Ranajit Guha’nın yönetiminde, Türkçe karşılığı, “Madun Çalışmaları: Güney Asya Tarih ve Toplumuna Dair Metinler” olan bir başlık altında yayınlanan yazı ve makalelere sonraki süreçte yenileri eklendi. Gerekçe, “görülmek, hesaba katılmak istenmeyen, ama mücadeleleriyle kendilerini dayatan” çeşitli ve farklı “kimlik grupları”nın “görünür kılınması” idi. “Maduniyet” teorilerinden referansla, “itilenler”in-”ötekileştirilenler”in-”ezilenler”in durumu Türkiye’de de, bazı üniversiteler bünyesinde ve akademik çevrelerde, sosyal bilimlerin popüler uğraş alanlarından biri haline getirildi. Foucault’çu “söylemin gücü” tezi ve Antony Gramsci’nin İtalyan zindanlarında yazdığı “Hapishane Defterleri”nde, hegemonya altındaki kesimleri ifade etmek üzere kullandığı “subaltern”(tabi olanlar)-”sessizler” ve benzeri kavramlaştırmaları, bu yazar ve akademisyenlerin esin kaynakları arasındaydı. Buna göre, köylüler, “deklase” kesimler, etnik-milliyetçi gruplar, “çevreciler”, işçi sınıfıyla aynı “kategori”de tarih yapıcı, “özne olamayan özneler”di. Hegemonya altındaki söz konusu  grupların sadece özgünlükleri  değil, “özerk”likleri de hesaba katılmalıydı.
“Yapısal kategoriler”in birbirleriyle ilişkili olsalar bile, sonuçta “özerk oldukları”nı ileri sürerlerken, ağırlığın ve önemin ilişkiye değil “özerklik”e verilmesini öneriyorlardı. . Althusserci “tahakküm içinde yapılaşma” anlayışından hareketle, etnik-ulusal bölünmelerin tarihsel olarak belirlenen ekonomik-sosyal koşullar içinde ortaya çıkmış ve kökleşmiş olmaktan çok, toplumsal-kültürel olarak inşa edildiklerini söylüyorlardı. 1970’lerde Birmingham Üniversitesi (İngiltere) bünyesinde oluşturulan “Çağdaş Kültürel Çalışmalar Merkezi”nden Stuart Hall (New Left Reviev’in ilk editörü), örneğin İngiltere’deki siyah nüfusun durumundan hareketle, ırkçılığın, siyah işçilerin bütün deneyimini şekillendirdiği gibi, beyaz işçilerin deneyimini de şekillendirdiğini belirtiyordu. Çalışmayı yürütenlerin büyük çoğunluğu, “indirgeyeci ve belirlenimci” olarak niteledikleri Marksist sınıf teorisi ve tarih anlayışını, “temsil alanı dışındaki” bu “madun” halklar ve grupların durumuna ilgisiz, hatta “dışsal kalmış” olmakla; “dar ve mekanist altyapı-üstyapı kavrayışına sahip” ve “devlet iktidarının büyüsüne kapılmak”la suçluyorlardı. Onlara göre, Marksizm, oluşturucu ögeler ve kategorilerden birine ötekilerden daha fazla rol biçerek, kapitalist gelişmeyi “Avrupa merkezli” irdeleyerek, bu “özgül” kimlik durumlarına gereken önemi vermemişti. İşçi sınıfının üretim içindeki rolü, ileri sürüldüğü üzere onu merkezi önemde bir konuma getirmiyordu ve o da nihayetinde diğer ezilen toplumsal gruplardan biriydi.
Maduniyet tezlerini bir araya getiren ve yorumlayan Dennis Dworkin, örneğin şöyle yazıyordu: “Eğer deneyimin öteki boyutları-bölge, din, milliyetçilik, etnisite, mekan, yaş vd(diğerleri)-denkleme eklenirse, sınıf potansiyeli toplumsal, kültürel ve tarihsel karmaşıklığın katıksız ağırlığı tarafından küçücük hale getirilir.” (Sınıf Mücadeleleri, sf. 322) Dworkin, “Sınıfın öldüğü”ne ilişkin açıklama ve iddiaları “oldukça abartılı” buluyor, “ancak açıklayıcı bir kavram olarak sınıfın statüsü ciddi ve belki de geri dönülemez bir biçimde azalmıştır” kestiriminde bulunmaktan da geri kalmıyor (a.g.e.s.359), işçi sınıfının potansiyel olarak “hayati bir rol oynama”ya devam ettiğini, “kültürü, siyaseti, kimliği ve tarihi çok daha karmaşık ve gelişmiş bir biçimde kavramak için düşünsel bir açılım” sağladığını, ancak, sınıf anlatısının artık birleştirici olma özelliğinde olmadığını belirtiyordu.  Ulus-sınıf ve ‘toplumsal cinsiyet’ sorunlarının birbirleriyle ilişkili-‘dolanık’ olduğunu belirterek, Marksizme “yakın durdukları” iddiasında olanları dahil hemen hepsinin,  işçi sınıfı bilinci ve eyleminin güncel konjönktürel geriliğini kalkış noktası alarak, proletaryanın antikapitalist mücadelenin merkezindeki sınıf olarak tanımlanmış olmasına itirazları vardı. Chakrabarty örneğin, “Marx’la birlikte tartışıyoruz, ona karşı değil” diyor, sınıf mücadelesi ve militanlığınının salt “eski zamana dair olmadığı”ndan sözediyor, “Madun tarihi”nin Marksizm olmaksızın temelsiz kalacağını belirtiyor,  ama ardından da,  “Sermaye anlatısı içinden sürekli olarak bize insan olmanın başka yollarını, emek kabiliyetinin taşıyıcısı olmaktan fazlası olduğunu hatırlatan” Madun öznelerin durumunu gerekçe edinip postmodernizme yöneliyordu. Guha, üretim ilişkileri içindeki konumlarından değil, sınıf ve tabakaların, “madunlar”ın, “alt sırada”nlığından hareket ediyordu. Tanımı, “elit olmayanlar”ın eş konumu savına yakındı. David Arnold, işçileri, köylüleri, zanaatkarları, tarım işçilerini, diğer “alt kesimler”i birleştiren “bir örtü” olarak Madunluktan söz ediyordu, vb.
“Büyük anlatılar” karşıtlığıyla etiketli bu yeni liberal, postmodernist-yapıbozumcu teorilerin toplumsal sorunları ele alışını belirleyen, “tekil özne”ler-bireyler, alt kimlikler, alt kültürler, azınlıklar, “madunlar” vb. idi. Kapitalizm ise, ancak bunlarla bağlantısı kapsamında, ve esas olarak siyasal ve kültürel etkileriyle sorgulanıyordu. Marksist teoriyi, bu çok çeşitli toplumsal ve mesleki topluluk ve statü gruplarının, kültürel ve cinsel kimliklerin sorunlarına ve hak mücadelesine “önem vermemek”; onların “değiştirici potansiyel enerjisini görmemek” ya da tüm bu ezilen kesimlerin sorunlarıyla sınıf sorunu arasında kurduğu ilişki üzerinden onları geri plana atıp “önemsizleştirmek”le suçlayan bu tezlerin, –bugün artık parıltıları önemli oranda dökülmüştür– bir özelliği de “her birinin başka bir telden çalınmış olması”dır. Buna karşın, ortak paydası, “sınıf olmayan ve sınıf tarafından içerilmeyen” söz konusu “kimlik grupları”na, “sınıfla eş” ya da “aynı derecede önemli” rol biçmektir. Diğer yandan bu tez ve teoriler, üretimin ve üretim araçlarının devasa gelişimi ve üretimin uluslararası örgütlenmesini, bilim ve teknikteki; ulaşım ve iletişimdeki muazzam ilerlemeyi işçi sınıfının sınıfsal özelliklerini  “artık geçersizleştirdiği” iddiasındadırlar. Bunu ileri sürerken ama, kendileri bir tek sınıf oluşturmayan, ama farklı sınıf ve tabakalardan insanları ya içeren(ulus ve kadın) ya da şu veya bu talep etrafında-nesnel durumları yönünden ancak geçiçi biraraya gelebilen “ezilen ve ötekileştirilen”lerin nasıl oluyorda bu “aynı akıbet”te uğratmadığını(!) açıklamaktan da kaçınıyorlar. İşçi sınıfı mücdelesinin geçici gerileyişi-düşük düzeyi ve örgütlü gücünün zayıflığı, sınıf inkarcı teorilerin malzemesi olurken, toplumsal cinsiyet ve ulusal-etnik kimlik, çoğulluk ve çoğunluk temelli bu teori(ler), kültür-sanat alanından sosyal bilimlere kadar hemen her alanda, özellikle akademi çevrelerinde ve liberal sağ ve sol aydın-yazar çevreleri içinde destek bulabildiler.

SORUN NEREDE?
“Farklı kimlikler”in, “toplumsal gruplar”ın, “madunlar”ın durumu, sorunları ve hakları adına geliştirilen tezlerin sorunlu oluşlarının nedeni, bu kesimlerin karşı karşıya bulundukları baskıdan sözedilmiş olması ve durumlarının düzeltilmesi istemi değildir. Baskı gören ve sömürülen her toplumsal kesimin, sınıf ve tabakanın, azınlıkların, ezilen ulus ve cinslerin sorunları ve taleplerinin ortaya konması, bunların kapsamının ve aralarındaki ilişkilerin açıklığa kavuşturulması, çözüm yollarının araştırılması ve bunun için mücadele yöntemlerinin geliştirilmesi sadece gerekli değil, zorunludur da. Bu toplum kesimlerinin baskıdan kurtuluşları için mücadele ise, sadece onların değil, işçi sınıfının da sorunudur. (İşçi sınıfı, kendisi ve diğer tüm baskı görüp ezilen durumdaki kesimlerin kurtuluşları için mücadele etmeksizin kapitalizme karşı mücadeleyi zafere ulaştıramaz.) Siyah ırkın ABD,  Güney Afrika ve İngiltere’de karşılaştığı ırkçı ayrımcılığa karşı mücadele meşru ve zorunlu idi. (Bu ayrımcılık bugün de özellikle ABD ve İngiltere gibi, sözümona demokrasinin “beşiği” sayılan ülkelerde dahi ortadan kalkmış değildir.) Beyaz ırkın üstünlüğü anlayışı toplumun tüm yaşam alanlarına yayılmışken, siyahlar beyazlarla aynı ortamları, ulaşım araçlarını, okulları paylaşamaz, yurttaş haklarından yararlanamazlarken, siyahi mücadelenin olması ve siyahi örgütlerin ortaya çıkması (Atlanta’da siyahların 1970’li yıllarda kurdukları bir “komünist partisi” bile olmuştu) değil, olmayışı paradoks olurdu. Irkçı ideoloji düşünsel imgelem ve üretime nüfuz ediyordu. Bu etkinin alanına beyaz ırktan işçi ve emekçilerle orta sınıf kesimlerinden insanların da girdiği somut bir durumdu. Biyolojik farklılığı ideolojik-kültürel ve politik ayrımcılık ve farklılığın temeli haline getiren ırkçılık öylesine güçlü bir anlayış haline getirilmişti ki, gelir düzeyi nispeten iyi olan beyaz tenli işçiler de ideolojik etki alanına girmişlerdi. İrlandalı beyaz göçmenlerin siyahi emekçilerle birlikte mücadeleye katılma yerine “beyazlığı” üstünlük sayan tutumla hareket ettikleri, bilinen bir gerçektir. Beyaz ırktan olmak, avantajlı farklılık nedeniydi. David Roediger, beyaz işçilerin, kendilerini siyahi emekçilerden ve köle olanlardan ayırmalarına rağmen, işçi konumlarına işaret ederken, somut bir durumdan söz etmişti. “Subaltern Studies” başlığı altında görüşlerini yayımlayan ve Dipesh Chakrabarty, Partha Chatterjee ve  Ranajit Guha gibi tarihçi ve sosyal bilimci akademisyenler, özellikle Güney Asyalı halkların sömürge bağımlılığına alınmaları ve buna karşı direnişlerinden; sömürgecilerin, sömürgeleştirdikleri halkları yok gösterip onları tarihsiz bırakmaya çalışmalarından söz ederlerken, haklı bir konumda duruyorlardı. Sömürgelikten kurtulan ülkelerin “postkolonyal” durumuyla ilişkin analizler yapan Giyatri Cahkravorty Spivak, “madun özne”nin, “sömürgeci üretim bağlamında” tarihsiz bırakıldığını; bu halkların tarihini esas belirleyenin sömürgeci miras olduğunu, Batı merkezli tarihçiliğin buna uygun düştüğünü söylerken; Edward Said, Batılı ideoloğ ve akademisyenlerin “Doğu”ya bakışlarının “oryantalist” olduğu; Doğulu özneyi “ideolojik olarak inşa etme”yi esas aldıkları; Şark’ın farklılıklarını görmek istemediklerini belirtirken; Chakrabarty, tarihsel pratiğin, Avrupa deneyimini yansıtan “varsayımlara zincirlendiği”; bunun bütün diğer halkların tarihinin “kuramsal öznesi” olarak alınıp, onlar üzerindeki egemenliğin sürmesine hizmet ettiği iddiasında bulunurken, elbette belirli dayanaklara sahiptiler.
Bize gelirsek, 80 yılı aşkın süre Kürt ulusal varlığını inkar eden Türk tarih tezine karşı çıkış, Kürtlere yönelik baskıyı ret tutumu ve bu yöndeki görüşler yerinde, gerekli ve zorunludur. Kürtlerin ya da örneğin Filistinlilerin, baskıdan kurtuluş ve kendi kaderlerini belirleme hakları için mücadele, sınıf bilinçli proletarya başta olmak üzere tüm ilerici-devrimci-demokrat  güçlerin göreviydi ve öyle olmaya devam ediyor. ABD ve NATO kuvvetlerinin işgali altındaki veya askeri müdahaleleriyle karşı karşıya olan ülke(ler) halklarının, bu saldırgan ve yağmacı güçleri söküp atmaları için mücadeleleri meşrudur.  Ya da örneğin, Kürtlerin ulusal baskı ve ayrımcılığa karşı mücadelelerinde, Türk işçi ve emekçilerinin yeterli desteğine sahip olmamasının eleştiri konusu yapılması ve bu durumun nasıl değişebileceği üzerinde düşünülmesi, salt bu nedenle yanlış görülemez.
Kadının, ataerkil toplumdan bu yana tabi tutulduğu baskının gündem yapılması ve kadın-erkek eşitsizliğinin son bulması için mücadelenin tarihsel, sosyal ve siyasal karakteriyle ilericiliğinden de kuşku duyulamaz. Kadın cinsinin içinde tutulduğu baskı, eşitsizlik ve sömürü ilişkilerine feminist itirazın tutarsızlığı ve saptırıcılığı, bu itiraz nedeniyle değil, eşitsizlik, baskı ve sömürünün kapitalist kaynağına saldırmaya değil, iki cins arasındaki eşitsiz ilişkiye öncelik vermesi nedeniyledir.
Doğanın kapitalist tahribini sorun yapmak, yaşam alanları ve kaynaklarının korunmasını savunmak, toprakların, havanın, kara ve deniz sularının zehirlenmesine karşı çıkmak, ormanların ve endemik bitkilerin yok edilmesine direnmek günümüzün en önemli sorunlarından biridir.
Sorun, bu “kimlik grupları”nın durumu “sorunsal”laştırılırken”, kapitalist üretim sistemiyle bağı söz konusu edilse dahi, bunun işçi sınıfının sermaye ile ilişkisinin karakterinin muğlaklaştırılmasının ve toplumsal tarihih mekanist-idealist yorumunun gerekçesi edinilmiş olmasıdır.

SENTEZCİ-REDCİ TEORİLERİN İKTİSADİ-SOSYAL VE SİYASAL KOŞULLARI
Sınıf mücadelesi teorisini, ulus-etnik köken-ırk-milliyet –ve kadın– sorununu “yalnızca ekonomik çıkar ve çelişkilerin bir ürünü” derekesine indirgemekle eleştiren ideolojik yaklaşımın 1980-90’lı yıllarda ve uluslararası alanda popülerlik kazanması tesadüfi bir gelişme değildi. Bu doğrultudaki görüş(ler), açıklıkla ifade ediliyor olsun-olmasın, Sovyetler Birliği ve “Doğu Bloku”ndaki biçimsel sosyalist görünümlerin de silindiği, dağılmanın hız kazanıp kapitalist emperyalizme yeniden entegrasyonun gerçekleştiği bir “yeni dünya gerçekliği” koşullarında, en gelişmiş kapitalist ülkeler işçi sınıfı hareketinin de geriye düşüp eski komünist partilerin güç kaybı ve Marksist materyalizmden, sınıf mücadelesi esasına dayalı toplumsal tarih görüşünden vazgeçmeye yöneldikleri bir zaman diliminin kültürel-ideolojik ve politik “iklim”inden ilham aldılar. Buna, burada ancak çok özet olarak belirtebileceğimiz başka etkenler ve olgular da eklenmiştir.
İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllarda, kapitalist emperyalist sistem ile sosyalist Sovyetler Birliği arasındaki –buna Doğu’nun ‘Halk Cumhuriyetleri’ ülkeleri de dahildi– uluslararası alanda süren çok yanlı mücadele (bir aralar “soğuk savaş” olarak da adlandırılıyordu), aslında kapitalizm-sosyalizm savaşı olarak, ikinci savaşın başka biçimlerle sürmesi anlamına da geliyordu. ABD’nin başını çektiği ve Batı Almanya ile Japonya’nın yağmalanması dahil kapitalist “kamp”ın tüm olanaklarını, bir yandan kendi işçi sınıfları ve halk kitlelerine karşı, diğer yanda sosyalizmin her alandaki kazanımlarını yıkıma sürüklemek ve CIA arşivlerinden basına yansıdığı üzere “komünizmin tabutuna çivi çakmak” için seferber eden emperyalistler, demokrasi söylemine ağırlık vermekten iktisadi-sosyal iyileştirmelere kadar, karşı atağa geçtiler. Nazi faşizminin kapitalist gaddarlığı ve kan dökücülüğünün dünya halkları arasında yarattığı tepkiyi sömüren İngiliz ve Amerikan yönetimleri ve sermayesi “demokrasicilik” entrikalarıyla halkları etkilemeye çalışırlarken, antikomünist propagandayı  “totalitarizm”-“antidemokratizm” suçlamalarıyla haklı göstermeye ve taraftar toplamaya çalıştılar. Sosyalizmin, tüm dış kuşatmaya ve içten yıkıcı ve kapitalist yanlısı faaliyetlere rağmen kazandığı zafer ve kaydettiği büyük iktisadi-sosyal ilerleme, faşizmin yenilgiye uğratılmasında belirleyici savaşın Sovyetler Birliği tarafından verilmesinin yarattığı prestijle birlikte Batı işçi sınıfı ve halklarının olduğu kadar, Asya’dan Afrika’ya çok sayıdaki ülkede demokratik ilerici hareketin ve halk devrimlerinin gelişmesinde de moral güç kaynağı olmuştu. Bu durdurulmalıydı! Ekonomide hamle yapılmalı, sosyal ve siyasal alanda, sosyalizmin kazandırdıklarının mücadeleyi teşvik eden ve hızlandırıcı rol oynayan etkisi kırılmalıydı. İkiyüzlü uygulamalara hız verildi. 1945-65 yılları, –bazı kapitalist ülkeler açısından bu süre  sonraki yıllara kadar uzatılabilir– kapitalizmin hızlı gelişme yılları oldu. “Refah” söylemi yaygınlaştırıldı. İşçi mücadelesinin önünü kesmek üzere sosyal ve ekonomik iyileştirmelere gidildi. Almanya ve Japonya onarıldı. Demokrasi için denilerek Kore’ye asker çıkarıldı. NATO’nun sınırları genişletildi. Marshall Planı çerçevisinde Türkiye ve Yunanistan dahil çeşitli ülkeler sermaye ihracıyla ve ikili anlaşmalarla bir tür yeni sömürge haline getirildi vb. vb.. Bütün bunlar, kapitalist gericiliğin tüm güçleri ve olanaklarının sosyalizme ve Sovyetler Birliği’ne karşı seferber edilmesi anlamına da geliyordu. İşçi sınıfı ve devrimci partilerini etkisizletirmek ve sosyalizmin etki alanının genişlemesine set çekmek için seferber olundu.
Stalin’in ölmesi ve Kruşçev ekibinin, önceden hazırlıklarını yaptıkları ve henüz tümüyle ortadan kalkması mümkün olmamış ve olması o günün koşullarında mümkün de olmayan çeşitli çelişkilerin üzerine oturarak, ekonomik reformlarla kapitalizme alan açmaları, Batılı emperyalistlere, “çivi çakmak” amacıyla balyozlarını indirme olanağını da yaratmış oldu. Çekoslovakya ve Macaristan müdahaleleri, Batı’da ve Doğu’da antisosyalizmin bayraktarlığını yapanlara yeni bir pencere açtı. Komünist partileri ve devrimci saflarda karışıklıkların baş göstermesi ve Batı ülkelerinin güçlü kitle partilerinin aynı süreçte reformist-sağ ve uzlaşıcı çizgiye doğru kaymaları, tekelci gericiliğe ve emperyalist şeflere, arayıp da bulamadıkları fırsatları yaratmış oldu.  İşçi ve halk hareketi giderek gerilemeye, sosyalizme güven azalmaya başladı. Eski sosyalist partilerin saflarındaki dağılmalar arttı. Örgütlü işçi-emekçi hareketi güç kaybetmeye başladı. Margret Thatcher ve Ronald Reagan yönetimindeki İngiliz ve Amerikan saldırılarıyla başlayıp bütün kapitalist ülkelerde uygulamaya sokulan ekonomik-sosyal politikalarla işçi ve diğer emekçilerin hareketine büyük darbeler vuruldu. Sovyetler Birliği’nde yaşanan toplumsal çöküş, “Birlik”in dağılması ve emperyalist kapitalist sistemle açıktan birleşme, güvensizlik ve moral deformasyonu etkisiyle birlikte diğer önemli etkendi.
İşçi hareketinin uluslararası alanda geriye düşüşü ve sosyalizmin, inşa edilmekte olduğu/edildiği ülke(ler)de kapitalizmin uluslararası saldırılarıyla yenilgiye uğratılmış olması, Marksist sınıf teorisi ve materyalist tarih görüşüne itirazcı-retçi teorilerin yeniden piyasa yapmasının sosyal koşullarını ve siyasal ortamını hazırlamış oldular. Post modernist teorilerden ilhamla “kimlikçi” yazar ve akademisyenler, ekonominin uluslararasılaşması ve “küreselleşme”den, çıkarılması gereken sonuçları değil, çıkarılmaması gereken sonuçları çıkardılar. Üretim daha fazla toplumsallaşırken, üretim araçları, pazarlar, hammadde kaynakları ve ürün stokları giderek daha az sayıdaki büyük tekel ve mali sermaye kodamanlarının denetimi ve mülkiyetine girerken, yoksul ile zengin arasındaki uçurum bütün kapitalist ülkelerde daha fazla büyür ve örneğin kapitalizmin jandarması ABD’de toplam servetin %60’na nüfusun yüzde biri sahip iken, nüfusun geri kalan %99’u, ancak servetin yüzde kırkına sahip iken, kapitalizm tüm dünyada hakim hale gelmiş ve yüz milyonlarca emekçi üretim araçlarından ve topraktan arındırılarak Çin-Hindistan-Pakistan-Bangladeş-Endonezya-Türkiye-İran gibi ülkelerde işçi sınıfının saflarına katılmış iken, işçi sınıfının “tarihsel özne sıfatını kaybettiği” iddiasıyla, sözüm ona tamamlayıcı teoriler ve alternatif politikaların inşaasına girişildi. Cesaret aldıkları şey, işçi sınıfı hareketi ve sosyalist hareketin konjonktürel zayıflığıydı.  Ama, “ilgi çekici” olmalı, Marx ve Marksizm-Leninizm günümüzde yeniden daha fazla ilgi konusu olmaya başlamıştır ve burjuva liberalleri dahi “Marx geri mi geliyor?” tartışması yürütüyorlar.

ELEŞTİRİCİLERİN YANITLAMAKTAN KAÇINDIKLARI TEMEL SORU
“Maduniyet”çi akademisyen ve yazarların, Marx’ın sınıf teorisi ve tarih anlayışının, hem Avrupa merkezli, “Batı dışı halkların tarihine yabancı” olduğu; hem de “ötekiler”i; “alt kimlikleri”, ezilen ulusları, kadın cinsini ve çevre sorunlarını “dışladığı” iddiası, ancak kapitalist gelişmenin tarihsel seyri ve iktisadi-toplumsal gelişme sürecine dair Marksist belirlemeler göz önüne  getirilerek, doğru yere oturtulabilir ve dayanaksızlığı görülebilir.
Marx ve Engels, kapitalizmi özel bir irdelemeye tabi tutar(lar)ken, onun,  değişmez görünen ne varsa değişime sürüklediğini, ulusal sınırları aşarak uluslararasılaşmaya doğru evrildiğini, bilim ve teknik gelişmelerin ve makinenin muazzam yetkinleştirilmesinin kapitalist kâr için –ve rekabette ileri gitmek– kaçınılmazlık gösterdiğini, kapitalistlerin kadın ve çocuk emeğini giderek artan ölçüde üretime çektiklerini, büyük şirketlerin eve iş verme dahil her yola baş vurduğunu, bütün bunların ama ancak emekgücü sömürüsüyle mümkün olduğunu ortaya koydular.  Marx, kapitalist ilişkinin her biçimini ve yol açtığı sonuçları ortaya koyarken, bu sürecin bir taraftan makinenin gelişmesiyle işin daha az sayıdaki işçiyle yapılmasının mümkün hale gelmesi sonucu daha fazla işçinin işsizliğe (yedek ve ucuz işgücü ordusu) itilmesine, diğer yandan yeni ürün ihtiyaçlarının, üretim sektörlerinin kaçınılmazlığıyla işsizlerin bir bölümünün  bu alanlarda istihdamını mümkün hale getireceğini belirtiyor; büro işçilerinin, hizmet işkolunda çalışanların, ulaşım ve ticari işlerde çalışanların durumunu tek tek irdeleyerek artıdeğer üretimini açıklığa kavuşturyor ve emekçilerin sermaye ve tek tek kapitalistler ile ilişkilerinin niteliğini açıklıyordu. Bu kapsamlı çalışmanın sonuçlarıyla ilişkin konuşurken, Josep Weydemeyer’e 5 Mart 1852 tarihli mektubunda, Marx’ın, “benim yeni olarak tanıtladığım şey” diye, gönül zenginliğiyle özetlediği şuydu: “1) sınıfların varlığının ancak üretimin gelişmesindeki belirli tarihi aşamalar ile sıkı ilişki içerisinde bulunduğu, 2) sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne varacağı, 3)bu diktatörlüğün kendisinin de sadece, bütün sınıfların ortadan kalkmasını ve sınıfsız topluma geçişten ibaret bulunduğu gerçeğidir.”
Bu tanıtlama, kapitalist üretim sisteminin temel karakteri ve çelişkisinin emek-sermaye ilişkisi tarafından belirlendiğinin, –ciltler dolusu örneklerin teorik genel soyutlamasıyla– ortaya konmasını da içeriyordu. Kapitalist gelişme, bir yanda emekgücünü satarak yaşamını sürdürme durumundaki işçi(ler)i, diğer yanında, emekgücünü, ona “karşılık” olarak ödediği ücretten daha fazla bir değer yaratması için burjuvaları zorunlu, kaçınılamaz bir ilişki içinde karşı karşıya getiriyor; diğer kesimleri, ellerindeki üretim araçlarını ya da küçük işletmelerini kaybederek, büyük kesimleri açısından işçi sınıfının saflarına doğru iterken, emek gücüne duyulan ihtiyaç, proletaryanın saflarının büyümesini sağlıyor, bu da, bu uzlaşmaz karşıt sınıfları çatışmaya sürüklüyordu. Marx, bu mücadelenin zorunlu olarak işçi sınıfı diktatörlüğüne –artık eski tür devlet olmayacak olan devletine– ve bütün sınıfların ortadan kalkmasına varacağını söylerken, bunun iktisadi-toplumsal ön koşullarının neler olabileceğini de ortaya koymuştu.
“Kimlik” teorisyenleri ve yazarlarının genel olarak üzerinden atlamayı işe yarar saydıkları soru, Marx ve Engels’in ve Marksist-Leninist teorinin, kapitalizmin, kapitalist üretim içindeki bu iki temel sınıfı arasındaki ilişkinin nasıl değiştiği ve onu “diğer kimlik grupları”yla aynı konuma getirdiğidir. Buradaki “Nasıl?” sorusu temel önemdedir. Çünkü, ilişkinin muhtevası-içeriği yönünden, “hizmet iş kolu büyüdü, sanayi işçilerinin sayısı azaldı, esnek çalışma yaygınlaştı, Marx’ın sınıf teorisi bunları açıklamakta artık yetersiz kalır” yönündeki ya da benzer iddiaların spekülasyondan öte bir değeri bulunmuyor. Kanıtlanacaksa eğer, artıdeğer üretiminin kapitalizmin temel kaynağı-varlık koşulu olmadığı kanıtlanmalıdır. Örneğin işçisiz kapitalizm var mıdır? Veya, sadece “söylemin gücü”yle, “ideolojik-politik-kültürel inşa” ile kapitalist ya da başka iktisadi temeli var kılmak mümkün müdür? Bu birbiriyle bağlantılı soruya/sorulara, bir bölümü Marksizme açıktan karşı, diğerleri sözüm ona katkı yapıp teoriyi geliştirme ve eksiklerini tamamlama iddiasındaki teorisyenlerin verdiği yanıt(lar)ın içerikten ziyade biçime ilişkin olduğu biliniyor. Kanıt olarak ileri sürülenler, en genelde, kapitalist gelişmenin işin ve üretimin sınırlarının uluslararasılaşması, bilim ve teknikteki gelişmeler, iletişim ve ulaşım tekniğindeki ilerlemeler, yeni üretim araçları, sahaları ve kollarının ortaya çıkması, esnek çalışma biçimlerinin yaygınlaşması, hizmet işkolunun büyümesi, işçinin işin yürütülmesine ortak edilmesi vb.’dir. Bütün bu gelişmelerin gerçeğe tekabül ettiği ve fakat işçi ile kapitalist; emek ile sermaye arasındaki ilişkinin karakterini değiştirmediğini biz söylüyoruz, eleştiriciler reddediyorlar. Bu iddialar, Birikim dergisi yazarları ve Foucaultçu akademisyenlerle tartışmalarımızı içeren daha önceki birkaç makalede ele alınmıştı.

KAPİTALİZMİN ‘ÖZEL ÜRÜNÜ’ OLARAK İŞÇİ SINIFI, FARK NEREDE?
Kapitalizm, “genel olarak topraktan ve bütün üretim araçlarından arınmış”, “varlığını ancak emek gücünü satarak koruyabilen” emekçi olarak işçinin, kapitalist tarafından artıdeğer üretimi yoluyla sömürüldüğü bir sistemdir.
Kapitalist gelişme sürecini ele alırken Marx, Kapital’in Birinci Cildi’nde, “…Emek sürecinin, gitgide daima büyen kooperatif şekli, bilimin bilinçli teknik uygulanması, toprağın yöntemli bir biçimde işlenmesi, emek araçlarının ancak ortaklaşa kulllanılabilir emek araçlarına dönüştürülmesi, bütün emek araçlarının bileşik toplumsal emeğin üretim araçları olarak kullanılmasıyla sağlanan tasarruf, bütün insanların dünya pazarları ağına sokulması ve böylece kapitalist rejimin uluslararası bir nitelik kazanması, bu merkezileşme ya da birçok kapitalistin birkaç kapitalist tarafından  mülksüzleştirilmesi ile el ele gider” diye yazıyor ve devamında şunları söylüyordu. “Bu dönüşüm sürecinin bütün avantajlarını sömüren ve tekellerine alan büyük sermaye sahiplerinin sayılarındaki sürekli azalmayla birlikte, sefalet, baskı, kölelik, soysuzlaşma, sömürü de alabildiğine artar; ama gene bununla birlikte, sayıları sürekli artan, kapitalist üretim sürecinin kendi mekanizması ile eğitilen, birleştirilen ve örgütlenen işçi sınıfının başkaldırmaları da genişler, yaygınlaşır. Sermaye tekeli, kendisiyle birlikte ve kendi egemenliği altında fışkırıp boy atan üretim tarzının ayakbağı olur. Üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması, en sonunda, bunların kapitalist kabuklarıyla bağdaşamadıkları bir noktaya ulaşır. Böylece kabuk parçalanır. Kapitalist özel mülkiyetin çanı çalmıştır. Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilirler.”
Ekonomik toplumsal hareketin gelişim süreci Marx’ı doğruladı. Kapitalizm, İngiltere’de en gelişmiş biçimi görülmek üzere önce Batı Avrupa ülkelerinde gelişti. Ancak, Marx’ın işaret ettiği üzere uluslararası bir sisteme doğru, bir dünya pazarına doğru, bütün geri halkları-ulusları da içine çekerek, genişledi. Kapitalist üretimin doğası gereği, hem daha fazla kâr için, hem de rekabette üstün gelmek üzere, kapitalistler bilim ve tekniği üretime uygularlarken, en gelişkin olanları, yani kapitalist pazarda ve piyasada en büyük pay sahibi olanları başta olmak üzere, aralarında kıyasıya bir rekabete giriştiler. Kapitalizm üretim araçlarında ve yöntemlerinde “devrim yapmadan” gelişimini ve varlığını sürdüremezdi. Bu, yeni ürünlerin, üretim sektörlerinin ve üretim araçlarının geliştirilmesi ihtiyacını doğuruyordu. Üretimin ve üretim araçlarının geliştirilmesi ihtiyacı, üretici güçlerin gelişmesini de kaçınılmaz kılıyordu. Ancak, daha fazla artıdeğer üretmek için makinenin geliştirilmesinin sonuçlarından biri de işçilerin işsizliğe itilmesiydi. Makinenin artan yetkinleşmesi ve kullanım sahasının genişlemesi “yedek emek ordusu”nu büyütürken, “sermayenin son derece büyük bir hızla üretimi genişletmesine” de yol açıyordu. (Lenin) Üretimin ve verimliliğin artırılması hedefi sömürüyü daha katmerli hale getirdi. Meta ve sermaye hareketinin gelişmesi, toplumun başlıcaları proletarya ve burjuvazi olmak üzere çeşitli sınıf ve tabakalara ayırmaktaydı. Köylülük çözülüyor, küçük üreticiler üretim araçlarından kopuyor, önemli bir bölümü ücretli emekçilerin safına katılırken, bir bölümü işsizliğe itiliyordu. Ucuz emek ihtiyacı, kadın ve çocuk emeğinin artan oranda üretime çekilmesini sağladı. Birçok kapitalist birkaç kapitalist tarafından mülksüzleştiriliyor, giderek sayıları azalan büyük kapitalistlerin gücü ve etkinlik alanı artıyordu. Meta ve sermaye hareketinin bu gelişimi ve ulusal sınırları aşarak, eski köylü ülkeleri ve toplumları kapitalist pazara dahil etmesiyle, yüz milyonlarca yeni emekçi ücretli emek gücü durumuna dönüşüyordu.
Üretim ve sermaye artışı, pazar arayışını ve pazarlar için kıyasıya rekabeti kaçınılmaz kılıyordu. İçeride halk kitlelerine, dışarıda başka halklara baskı yoğunlaştı. Burjuvazinin kendi pazarına hakim olma mücadelesi, ulusal devletlerin ortaya çıkışına yol açtı. Batı Avrupa çok sayıda ulusal devlet şekillenirken, bunların diğer halklara baskısı arttı. Birden fazla ulusun ve ulusal toplulukların yaşadığı, ve kapitalist gelişme bakımından daha geride bulunan merkezi feodal imparatorluklar ise, kapitalizmin tekelci kapitalist aşamaya evrildiği bir dönemde baş gösteren ulusal başkaldırılarla parçalanmaya başladılar. Üretimin ve sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesiyle tekellere doğru gelişme ve mali sermaye egemenliğine geçildi. Mali sermayenin asalak karakteri  belirginleşti; kupon kesme, hisse senedi işlemleri, kredi ve borçlandırma oyunları, borsa manevralarıyla rant geliri arttı ve giderek devasa boyutlara ulaştı. Bu durum, üretimin riskleri ve zorluklarıyla uğraşmaktansa, rantiyeciliğe yönelişi kışkırttı. Tekelci kapitalizm, başka özelliklerinin yanı sıra, doğrudan işgallerle ya da sermaye ihracı aracıyla ulusların ve ülkelerin bağımlı hale getirilmesi, bu halkların kaynaklarının yağmalanması, vesayet altına alınmaları ve işbirlikçi sınıfların yönetiminde denetlenmeleri demekti. Az sayıdaki emperyalist büyük gücün dünyanın diğer topraklarını ve halklarını mali, iktisadi ve politik denetiminin bu gerici karakteri, uluslararası mali sermaye ve tekellerin baskısı, ezilen bağımlı ulusların emperyalistlere karşı mücadelesi ve direnişine yol açmazlık edemezdi. 20.yüzyıl, özellikle ikinci yarısına kadar olan dönemde daha yoğun olmak üzere, antiemperyalist ulusal kurtuluş mücadelelerine sahne oldu.
İşçi sınıfının safları uluslararası alanda ve tek tek ülkelerde giderek genişledi. Kapitalizm, toprak, işletme, arazi, para, makine, fabrika sahibi, ya da emeğiyle geçinen kent ve kır emekçisi ve yoksullarının saflarında farklılaşmaları, “dağılma”yı kaçınılmaz kılıyordu. İşçi sınıfı ise, bölge, üretim sektörü, etnik köken, dinsel-mezhepsel inanç farklılıklarına, vasıflı vasıfsız oluşuna; kadrolu ya da taşeron ‘statüsü’ne karşın, büyüklü küçüklü işyerlerinde biraraya gelmekteydi. Üretim toplumsallaşırken, üretimin kapitalist biçimi ve üretim araçlarının özel kapitalist mülkiyeti, proletarya-burjuvazi çelişkisini belirginleştirip keskinleştiriyordu. Sosyalizmin maddi ön koşulları olgunlaştı; düşüşler ve yükselişler, bunalımlar ve zaferlerle iç içe bu gelişme seyri içinde işçi sınıfının mücadele deneyimi ve örgütlenme pratiği zenginleşti. Artık temel sorun, iktisadi-toplumsal ve tarihi gelişmenin, insan soyunun gerçekten insanca yaşaması yönünde nasıl ileri gidebileceğiydi.
Kapitalizm bunun nasıl olabileceğini, hangi güçlerle kime karşı nasıl başarılabileceğinin koşullarına ve olanaklarına işaret ettiği gibi, kendi tasfiyesinin kaçınılmazlığını da aslında bizzat kendisi ortaya koydu. Artıdeğer sömürüsünün kaynaklık ettiği mülkiyet biçimleri ve ilişkileri tasfiye edilmeli; onun üzerinde yükselen aygıt yıkılmalı ve sömürünün, sömürüye dayanan sınıf farklılıklarının olmadığı bir yeni toplumsal sistem kurulmalıdır. Kapitalist üretim ilişkilerinin üretimin toplumsal karakteriyle bağdaşmayan özel mülkiyetçi karakterine son verilmeli; üretim araçlarının kolektif toplumsal mülkiyete dönüştürülerek toplumsal üretime uyumlu kılınmasının yolu bir toplumsal devrim ile açılmalıdır. Özel mülkiyet biçimlerinin üretici güçlerin uyumlu ve özgürce gelişmesini engelleyici işlevi de böylece son bulacaktır. Bunu gerçekleştirebilecek olan ise, ancak kendisi de üretim araçları mülkiyetinden arındırılmış olan, ve üretim içinde biraraya gelişiyle dolaysız bağlı olarak örgütlenmeye yatkınlığı, aynı talepler ile kolektif  davranış göstermesi vb. özellikleri ve avantajlarıyla proletaryadır. Toplumsal üretimi gerçekleştirirken safları büyüyen ve bir araya gelerek birleşen bir sınıf olarak o, üretim araçlarını toplumsallaştırarak gelişmenin önünü de açacaktır. Bu devrimci değişim, baskı ve ezmenin sömürüye ve sınıfsal farklılıklara ve çelişkilere dayanan tüm biçimlerinin ortadan kaldırılmasının/kalkmasının toplumsal iktisadi ve siyasal koşullarını var edecektir.

PROLETER SINIF MÜCADELESİ; BASKI VE SÖMÜRÜNÜN HER TÜRÜYLE MÜCADELE
Proleter sınıf mücadelesinin esas hedefi, sömürü sistemi ve sınıf farklılıklarının ortadan kaldırılmasıdır. Ücretli emek sömürüsünün tüm biçimlerinin ve onu var eden ilişkilerin son bulmasının koşuludur bu. Proyetaryanın bu mücadelesi, sadece kendi sınıfının kurtuluşunu değil, tüm baskı altındakilerin, tüm ezilenlerin, kadınların, ezilen halkların toplumsal kurtuluşunu, doğanın kapitalist tahribinin son bulmasını ve tüm zenginliklerin ve olanakların insanın zihni ve fiziki gelişimi ve yaşam koşullarının daha fazla iyileştirilmesi için kullanılmasını içerir ve hedefler. Sınıf bilinci, tüm bu kesimlerin kendi aralarındaki ve devletle olan ilişkileriyle birlikte, kendiyle kapitalist sistem ve burjuvazi arasındaki ilişkilerin karakterinin, pratik mücadelenin deneyimi içinde kavranmasını ifade eder. Bu mücadele pratiğinde toplumsal hareketin yasalarının bilgisini de edinecektir. Dünyada ve ülkemizde, şovenizmin etkisi dışına çıkmayı başaran ve burjuva uzlaşmacılığını reddeden işçilerin tutumu, buna uygun olagelmiştir. “Sosyalist” etiketli bazı parti ve örgütlerin saflarındaki işçilerin farklı tutumları ise, bu parti ve örgütlerin uzlaşıcı-reformist, sol ya da sosyal şoven politikalarıyla bağlıdır. İşçi sınıfının iktidar olduğu sosyalizm koşullarında ise, kadın sorunu ve ezilen uluslar sorunu, kadın-erkek eşitliğinin toplumsal iktisadi koşulları ve temelinin var edilerek baskı ve ayrımı ortaya çıkaran etkenlerin yok edilmesi yönünde büyük mesafe kaydedilmiş, ezilen ulus ve azınlıklara kendi iradeleriyle belirledikleri yaşam biçiminin sağlanması için yardım edilmiş, ulusal ayrımcı uygulamalara son verilmiş; sınıf farklılıkları ve sömürü ilişkilerinin tümüyle son bulması için can bedeli mücadele yürütülmüştür. Bu gelişmelerin temel dayanağını, üretim araçlarının kolektif toplumsal mülkiyete alınarak üretim biçimi ve ilişkileriyle üretici güçler arasındaki ilişkinin uyumlu hale getirilmesi oluşturmuştur.
Emek-sermaye çelişkisinin, etnik ve ulusal özellikler ile sınıfsal özelliklerin bire bir örtüşmemesini de koşullaması; ulusun, işçi sınıfını, emekçi köylülüğü ve kent ve kır yoksullarının yanı sıra burjuvazi ve toprak sahiplerini de kapsaması; tersinden işçi sınıfının bu ötekileri kapsamaması, işçi sınıfının diğer emekçilerin sermayeye karşı mücadelesini sahiplenip desteklerken, burjuva-büyük toprak sahibi kesimlere karşı uzlaşmaz mücadele yürürtmesinin ya da yürütme zorunluluğunun maddi temelini oluşturur. O ayrıca, kendi sınıfının ulusal ve uluslararası ölçekteki taleplerinin savunusuyla sınırlı bir mücadeleyle yetinmemeli, kendini “salt kendici” sınırlara kapatmamalıdır. Onun mücadelesi, ezilen ve sömürülen, baskıya tabi tutulan ve zorla boyun eğdirilmek istenen tüm emekçilerin, tüm halkların, tüm ezilenlerin, “ötekileştirilen-dışlanan” diye tarif edilen her kesimin yanında olmakla, daha geniş kapsamlı bir mücadele olarak gelişmelidir. Marksist devrimcilik, eğer karşıtlık kavramıyla bağı açısından tanımlanırsa, baskı ve sömürü karşıtlığıdır. Ancak bu karşıtlık, amaçsız, hedefsiz, herhangi ezilen ve baskı gören kesimin hareketinin neyi hedeflediği ve hangi sınıf ve güçlere hizmet ettiği, toplumsal bakımdan geriye çekişi mi, ileri doğru gidişi mi önüne aldığı gibi çok çeşitli unsurları dikkate almayan bir karşıtlık değildir, olamaz. İşçi sınıfı ve devrimci partileri örneğin Ortaçağ gericiliğine meyl eden bir hareketi destekleyemez, emperyalizmin kuklalığını yapacak, onu güçlendirecek bir hareketin yanında safa giremezler. Bu tür hareketlerin sürüklediği halk kesimlerini uyarmaya, dost ve düşmanlarını doğru belirlemelerine yardımcı olmaya çalışır; sermaye ve gericiliğin her tür saldırısına ise, cepheden karşı çıkarlar. Marksizm’i ve devrimci sınıf partilerini, burjuva şovenizminin etki alanına giren çeşitli küçük burjuva, liberal-sol ara akımlar ve sosyal şöven partilerin kendilerini “sosyalist” ya da “işçi partisi”-“örgütü”nden ayrıştıran önemli bir özelliktir bu.
Uluslar sorununu esas alarak söylersek, Marksizm, örneğin her bir ulusal hareketi ve ulusal kurtuluş mücadelesini, bu hareket ve mücadelesinin ‘kendi özgünlüğü’yle ele almış;  gericiliği zayıflatan, demokratik devrimci gelişmeye katkı sağlayan ve sağlayacak olan hareketleri desteklerken, gericiliğin bir tür karakolu ve dayanağı görevi görecek olan ve emekçi kitlelerin talep ve çıkarlarına darbe vuracak gelişmelerin karşısında ise, işçi ve emekçi kitleleri uyarma sorumluluğuyla hareket etmiştir. Marks ve Engels, örneğin Çarlığın ileri karakolu işlevi yüklenmiş olan Çek ve Güney Slavları hareketine karşı çıkarlarken, Polonyalıların hareketini, bu hareket gericiliği zayıflatacağı için desteklemişlerdir. Engels, 1882 tarihli, Kautsky’e mektubunda, Avrupalı nüfusun yerleştiği Kanada, Avusturalya gibi ülkelerin bağımsız hale geleceğinden söz ederken, Portekiz, İspanya gibi ülkeler tarafından boyun eğdirilmiş Hindistan, Cezayir gibi ülkelerin “hızla bağımsızlığa ulaştırılmaları” için proletaryanın mücadelesinin önemine işaret etmişti. Lenin, Stalin, Enver Hoca ve öteki gerçek Marksistler, ezilen uluslar sorununu aynı “ilkesel tutum”la ele almışlardır. Bu ilke, “hiçbir ulusal ayrıcalık ve hiçbir ulusal eşitsizliği tanımamak, bunlara göz yummamak” (Lenin) olarak ifade edilebilir.(abç)
Sınıf bilincine ulaşmış işçiler, “ulusçuluk” politikasının ezen ve ezilen uluslar açısından farklı özelliklerini dikkate alırlar ve ezilen ulus hareketininin baskıdan kurtuluşu hedeflemesiyle hakim ulus burjuvazisinin, ulusal boyunduruk altında tutulan ulusların hareketini bastırmaya yönelik şovenist ve ayrımcı politikaları karşısında farklı tutum geliştirirler. Bilinçli proletarya, herhangi ezilen ulusun, zorla içinde tutulduğu bir “birlik”ten ayrılıp kendi siyasal devletini kurması dahil, geleceğini istediği gibi belirlemesini, onun hakkı sayar. Bu hakkın somut kullanımının işçi sınıfı ve emekçi halkların mücadelesine karşıt olmaması ve emperyalist gericiliği güçlendirilmemesi için, ideolojik mücadele yürütür  ve ezilen ulusun işçi ve emekçi kesimlerinin sınıf uyanıklığıyla tutum almaları için çaba gösterir. Güncel bir durum açısından söylenirse, örneğin Irak Kürt hareketi ile Türkiye Kürt hareketinin farklı gelişim seyrini ve yönlendirici politikalarını dikkate almayan bir tutum doğru olmayacaktır. İlki, ABD ile işbirliğine giren bir yönetici kesimin liderliğinde şekillenirken, ikincisi, emperyalist sömürgeciliğe ve Amerikan dayatmalarına karşı uyanık, ülkenin, devrimci-demokratik ve sosyalist  hareketle –kimi sorunlara rağmen– esas olarak bir biçimde ilişkili olan bir siyasal yönetim tarafından sürdürülmektedir. Türkiye Kürt ulusal mücadelesinin en önemli özelliklerinden biri de, ezen ulus burjuva gericiliğine karşı mücadele hattında ilerlerken, emperyalizmin ‘amiral gemisi’ ABD gericiliğine de güç vermemesidir.
İşçi sınıfının, üretim araçları mülkiyetinden yoksunluğu ve yaşamını ancak emek gücünü satarak sürdürebilmesi, ayrıca irili-ufaklı kapitalist işletmelerde bir araya gelmiş olması, bunun, günümüzde çok sayıdaki kapitalist ülkede gerçekleştiği üzere farklı uluslardan ve ulusal topluluklardan emekçilerin biraradalığı olarak da yaşanıyor olması, baskı ve sömürünün her çeşidine karşı mücadelesinin dayanağını oluşturan bir durumdur. Sınıf pratiğinin genel olarak buna uygunluk gösterip göstermemesinden bağımsız olarak, ulusal ayrımcı politikaların, ulusal baskının ve kadın-erkek eşitsizliğinin  olmaması için mücadele, proletaryanın sorunu ve sorumluluğudur. En geri düzeydeki ilişkileri içinde dahi işçiler, hakları için ‘kendi kapitalistleri’ne karşı mücadeleye yönelebiliyorlar. Bu ‘kendi kapitalistleri’ de, “bunlar benim ulusumun ögeleridir, bunlara saldırmayayım, haklarını vereyim, ücretlerini artırıp sendikalı yapayım, hatta istedikleri siyasi örgütlenmede yer almalarına engel olmayayım” diye “ulusçu” değil, polis ve asker gücüyle, yasa ve yasadışı zor yöntemleriyle karşılarına dikilip, onlara tümüyle sınıfçı bir tutum alıyorlar. Basit gibi görünen bu gerçek, milliyetçi ideolojiler ile sınıf politikası arasındaki nitelik farkını açıklayıcıdır. Kürt sorunu karşısında ya yeterince duyarlı olmayan ya da burjuva ideolojik etki sonucu Kürtlerin ulusal hakları için mücadelesini “bölücü” gören Türk ulusundan ve diğer milliyetlerden işçilerin, sorun kendileriyle patronları-kapitalistler-ve hükümet arasındaki, iktisadi-sosyal ve kimi politik sorunlar olduğunda, mücadeleye yönelmekten geri kalmamaları, bir diğer örnek olarak gösterilebilir. Ezilen ulusun işçi ve emekçilerinin ulusal bağımsızlık ve kendi kaderini tayin için mücadelesinin, kendi sınıflarının örgütlenme  özgürlüğü ve kendi çıkarları için mücadele serbestisinden soyut olarak alınamayacağı, sorunun önemli diğer yanıdır. Sınıf hareketi ve mücadelesine buradan bakarak, onun “ulus bünyesinde bölücü rol oynadığını, bundan ötürü de ret edilmesi gerektiğini” ileri süren anlayışlar olmuştur. Bu anlayışlar, ilk bakışta doğru gibi görünseler bile, tarihsel olarak ve politik-ideolojik karakteriyle gerici özellik gösterirler. Ezilen ulusun işçi ve emekçileri, uluslarının baskıdan kurtuluşları için doğrudan mücadelenin içinde yer alarak, bu mücadelenin tutarlı demokratik doğrultuda ilerlemesi ve başarıya ulaşması için çaba göstermekle, ezen ulusların sınıf bilinçli işçileri ise, ezilen ulusun siyasal devletini kurması da dahil ulusal kaderini tayin hakkını savunarak, onun baskıyla boyunduruk altına alınmasına karşı çıkarak, sorumluluklarını yerine getirmiş olurlar. Ezen ulus(lar) işçi sınıfı ve emekçi kitlelerinin, burjuva gericiliği tarafından ideolojik-politik-kültürel etkiyle, ezilen ulusun baskıdan kurtuluş ve özgür ve eşit haklara sahip olarak yaşama taleplerine ilgisiz tutulmaları ya da şoven etki sonucu bir bölümüyle karşı tutum almaları, hiç kuşkusuz kendileri aleyhine ve burjuvazi yararına sonuçlara  yol açmıştır ve açacaktır. Diğer yandan, ezilen ulus emekçileri, özellikle de onların ileri kesimleri, uluslarının diğerleriyle eşitlik hakkı için mücadele ederlerken, ulusal baskı ve ayrıcalıklar politikasının kapitalist temelini açık ve yeterince göremezler ise eğer, sınıf hareketine katılmaları sorunlu, tereddütlü olabilir. Bu tür zaaflı ve yanlış tutumlar ancak sınıf mücadelesi pratiği içinde, baskı ve sömürünün kapitalist kaynağı ile ortadan kaldırılmasının yolu açıklıkla kavrandığı ölçüde değişecektir.

HAREKETİN DİYALEKTİĞİ ve GÜNCEL SINIF MÜCADELESİNİN GÖSTERDİĞİ
Toplumsal kategorilere ilişkin sözü edilebilir tek kesinlik, herşeyin hareket ve değişim halinde olduğudur. Hiçbir iktisadi toplumsal sistem ve hiçbir toplumsal sınıf, tabaka, kategori mutlak sabit ve değişmez değildir. Önemli olan ise, bu değişimin kapsamı, niteliği, yani insanın insan gibi yaşamasına olanak sağlayacak; kimsenin kimseyi sömürmediği ve ayrıcalıklı ekonomik durumlardan yararlanarak baskı altında tutmadığı bir tarihsel evreye doğru olmasıdır.
Kapitalizm, yukarıda değinildiği üzere, bunun maddi koşullarını yaratmıştır. Kapitalizm, yalnızca serbest rekabetçi döneminde değil, tekelci döneminde de, halkların kaynaklarının talanı ve üretici güçlerin belirli tahribine yol açmakla birlikte gelişmesini sürdürmüş, emperyalist ‘klasik’ kapitalist ülkelerde, bu ülkelerin dışarıya sermaye ihracı kendi ülkelerindeki gelişmeyi bir miktar yavaşlatsa dahi, genel olarak gelişme devam etmiş ve sömürgelerle bağımlı ülkelerin kapitalist çarka dahil edilmesiyle uluslararası sistem özelliği daha fazla belirginleşmiştir. Bunun bir diğer anlamı, sosyalizmin maddi teknik temeli ve sosyal sınıf dayanağının daha ileri düzeyde olgunlaşmış olmasıdır. Yüz milyonlarca Avrupalı ve Amerikalı işçiye, kapitalizmin esas olarak emperyalizm koşullarında geliştiği Hindistan, Çin, Türkiye, Brezilya gibi ülkelerin yüz milyonlarca işçi ve emekçisi eklenmiş ve bu durum, kapitalistler ile işçi sınıfının uluslararası alandaki mücadelesinin nesnel olarak daha da yaygınlaşmasını sağlamıştır. Açlık, yoksulluk ve sefaletin arttığı ve savaş tehlikesinin büyüdüğü günümüz koşullarında, işçiler ve işsiz yığınlarıyla, kent ve kırların sömürülen ve baskı altındaki diğer ezilen kesimlerinin uluslararası sermayeye, emperyalist gericiliğe ve onun işbirlikçiliğini de yapan kapitalist ülkelerin yönetici sınıf ve güçlerine karşı mücadelesi, şu ya da bu biçimde, ama kaçınılmazlıkla yeni bir yükselişe doğru evrilecektir.
Somut durumda ise, işçi-ve emekçilerin tekelci gericilik ve burjuvaziye karşı mücadelesi, ülkeden ülkeye değişmekle, arada bir genel eylemler olmakla birlikte, henüz esas olarak düşük bir düzeyde seyretmektedir. İşçi ve emekçiler, bir dönemler etkili mücadelelerinin sonucu olarak elde ettikleri haklarını büyük oranda kaybetmişlerdir. Bu elbette, “sınıfın ölümü”nü vaaz edenlerin ileri sürdükleri üzere, kaçınılmaz bir durum değildir. Hareketin bugünkü dağınıklığı ve geriliğinin nedeni, işçi sınıfıyla burjuvazi arasındaki çelişkilerin yumuşaması ya da ortadan kalkması ve dolayısıyla mücadelesizlik  koşullarının ortaya çıkması değil; hareketin dağınıklığı, güçlü sınıf örgütlerine sahip olmaması ve sermaye işbirlikçisi sendikal bürokrasi tarafından mücadeleden geri tutulması ya da engellenmesi ve burjuva ideolojik etkinin işçi ve diğer ezilenlerin saflarındaki etkinliğidir. Konjönktürel etkenler nedeniyle örgütlenme düzeyi ve birleşmiş bir sınıf halinde hareket etmesi ciddi olarak sorunludur.  Ancak, bu durumu, burjuvazi ve hükümetleriyle işgünü, iş koşulları, sosyal haklar, örgütlenme, politik uygulamaların emekçilerin durumunu dikkate alması vb. istemler etrafında mücadeleye girişmediğinin göstergesi olarak alınamaz. Herhangi kapitalist ülkede, kapitalistler ile hükümetlerinin, işçilerin durumunu, tutumunu, politik girişkenliklerini ya da yanılmışlıklarını dikkate almaksızın ekonomi politikalar belirleyip uyguladıklarını söylemek, gerçeğe aykırı düşer. Ücretli emekgücü ile kapitalistler arasındaki “gelir farkı” uçurumu; kâr ile ücretler arasındaki devasa açık, daha ucuza maletmenin esas olarak daha ucuz işgücüyle sağlanması, bunun için de daha az sayıdaki işçiyle daha fazla üretimi esas alan; makinenin daha fazla mükemmeleştirilmesiyle nisbi artıdeğer, işgünün uzatılmasıyla mutlak artıdeğer üretiminin artırılmasını esas alan uygulamalar, sosyal hak yoksunluğu ve siyasal baskı – bütün bunlar işçileri, şu ya da bu ülkede, şu ya da bu işletme bazında ya da Yunanistan, İspanya, Portekiz, İngiltere, İtalya gibi ülkelerde birçok kez görüldüğü üzere, genel direniş ve grevlere yöneltmektedir. 14 Kasım 2012’de bu ülkelerde gerçekleştirilen genel grev ve eylemler,  Belçika, Almanya gibi ülkelerin işçileri tarafından dayanışma eylemleriyle desteklendi. Yunan emekçileri 27 kez genel greve gittiler. Fransa’da birkaç yıl önce öğrencilerle işçilerin eylem birliği gerçekleşti. Türkiye’de, özelleştirme  ve esnek çalışmanın dayatılmasına, ücretler, işgünü, sendikal örgütlenme, iş “kazaları” gibi sorunlar etrafında, küçük ve orta boy işletmelerde olanları daha fazla sayıda olmak üzere birçok eylem yapılıyor. Bu mücadeleler içinde, farklı uluslardan ve çeşitli din ve mezhepleri benimseyen işçi ve emekçiler, kapitalistler ile hükümetlerine karşı birlikte mücadele ediyorlar. Buna, henüz çok ileri örnekleri ortaya çıkmamış olmasına karşın, uluslararası dayanışma örnekleri de ekleniyor. TEKEL işçilerinin 78 günlük, Çemen Tekstil işçilerinin 74 günlük direnişlerinde farklı ulusal-etnik kökenli işçilerin birlikte hareketi en yakın örnekler arasındadır. Buna, Opel işyerlerinden bazılarının kapatılmasına karşı, çeşitli ülkelerdeki işçilerin dayanışmasını ve yine Türkiye’de taşıma işçilerine yönelik saldırılara karşı başlatılan direnişe verilen uluslararası destek eklenebilir. Bu direniş ortaklığı ve destekler, “ulusal özgünlük” merkezli değil, asıl olarak sınıfsal kimlik ve ‘özgünlük’ merkezlidir. Hareketin bu ‘gerçeği’, mücadelenin bugünkü geri düzeyinden ya da yukarıda belirtildiği üzere işin ve üretimin, bilim ve teknikteki gelişmelerden yararlanılarak daha geniş alanlara/ülkelere ‘dağıtılmış’ olması, esnek çalışma biçimlerinin yaygınlaştırılması, hizmet işkolunun büyümesi ve genişlemesi gibi nedenlerden hareketle, sınıfın devrimci rolünü inkara yönelen ya da önemsiz gösteren teorisyenler ile teorilerini de, esasen mahkum etmektedir.
Buna rağmen, işçi sınıfının enternasyonalist mücadelesinin merkezinde yer aldığı sınıf mücüadelesi teorisine her türden saldırının; işçi sınıfının “öldüğü”; mücadelesinin “bir kez daha geri gelmemek üzere tarihe karıştığı” yönlü savların ya da kültürel-ekolojik-cinsiyetçi sözde yeniden inşa teorileriyle girişilen reddin esas olarak tüm ezilenlere zarar verdiği, saflarındaki dağınıklık ve “inançsızlık”a güç kattığı, sonuçlarıyla burjuva sağ gerici-muhafazakar ve liberal teori ve politikaları güçlendirdiği, somut bir gerçektir. Bu inkar ve saldırı teorileri, ‘klasik kapitalist ülkeler’ başta olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde “yeni sağ”ın gelişimini tetiklemiş, ırkçılık ve milliyetçilik politikalarına güç vermiştir. Sınıf mücadelesini “merkezsizleştiren”; işçi sınıfının konumu ve eylemini (”failliği” de deniyor) bu çok sayıdaki parçalı “kimlikler”den biriyle aynılaştıran görüşlerin, zenginlik-yoksulluk uçurumunun büyüdüğü bir döneme denk gelmesi, bir tür paradoks oluşturmakla birlikte, uluslararası sermayenin yoğun saldırıları altındaki işçi mücadelesinin geriye düşüşü, buna eşlik eden sağ liberal ve muhafazakar politikaların güç kazanması, toplumsal tarihi ve sınıf mücadelesini salt konjönktürel değişim ve gelişmelerle “ölçüye vuran”lara, sığınacak bir liman oluşturmuş; ret ve inkar teorileri, “yapısökümcülük” ve “postmodernizm” adına ileri sürülen bulamaç yığını, genç kuşakları, mücadeleye kuşkuyla yaklaşmaya yöneltirken, işçi ve emekçilerin ileri kesimlerinin saflarında daınıklığa yol açmış ve bu da şovenist, milliyetçi, ve diğer burjuva teori ve akımların güç kazanmasına yardımcı olmuştur. Sermaye devletleri, özellikle de devlet sınırları içinde birden fazla ulusun ve çeşitli ulusal toplulukların bulunduğu ülkelerin hakim gericiliği, “toplumsal panik” ortamı yaratarak, ülkenin ve “ulusun” bölünmesi tehlikesini öne çıkararak, her türden emekçi mücadelesini, bu sözde ortak tehditle savuşturmaya yönelir, böylece ezilen ulus ve azınlıkların baskıyla susturulmasına “halk desteği”ni sağlamaya çalışırlarken; sınıf karşıtı ve sınıfın saflarında kargaşa yaratma işlevi gören teorilerden güç almıştır. Bu gerici rol, ezilen ulus işçi ve emekçilerinin, birleşik sınıf hareketine katılmaları açısından da, tereddüt etkeni olmuştur. Yine, ulusal baskıya hedef olan ezilen ulus ve azınlıklardan işçilerin, bu baskıya ve ulusal ayrıcalıklara duydukları öfke nedeniyle, işçi sınıfının burjuvaziye ve mali sermayeye karşı mücadelesine “düşük düzeydeki ilgisi”nden söz edilebilir. Özellikle ezen ulus işçi ve emekçilerinin, ezilen ulusun kurtuluş isteği ve eşitlik talepleri karşısında, kendi burjuva devletinin politikalarına karşı mücadeleden uzak duruşu ya da hayırhah bir tutum alması, ezilen ulus emekçilerinin saflarında bu tür bir tutuma neden olabilmektedir.
Hareketin bugünkü durumu, açık olmalıdır ki, işçi ve emekçilerin mücadele deneyimlerini bir sınıf kültürü oluşturmak da dahil, içinde bulundukları koşulları değiştirmenin dayanaklarından biri olarak kullanabilme yetenekleriyle doğrudan bağlıdır. İşçiler, bütün toplum kesimlerinin, tüm sınıfların birbirleriyle şöyle ya da böyle ilişki içinde olmakla kalmadıkları, bu ilişkinin, burjuvazinin iktisadi, kültürel, ideolojik ve politik hakimiyeti altında şekillendiği koşullarda mücadele ediyorlar. Bu koşullarda, işçi sınıfı kültürü, ancak “ulusal” toplumsal koşullar içinde, bizattihi kendi sınıfının ve diğer emekçilerin geçmişten o güne mücadelelerinden devralınan ile uluslararası alanda süren sınıf mücadelesi deneyimlerinden çıkarılan sonuşlar üzerinden oluştururulabilir. Sınıf mücadelesinin şu ya da bu ülkedeki gelişme süreci; yükseliş ve geriye düşüşü ile sınıf deneyimi, yalnızca sınıfın örgütlenme düzeyine değil, ulusal-kültürel-dinsel ve ‘ananevi’ etkenlere de bağlı olarak şekillenir. Bundandır ki, burjuva ideolojisinin etkisi kırıldığı ölçüde, kapitalistlere karşı iktisadi-sosyal talepler için mücadeleyle sınırlı kalmayan ve siyasal demokrasinin talepleri mücadelesiyle birleşen, örneğin ulusal baskıya karşı çıkışı içeren bir tutum, ancak mümkün olabilmektedir.

ETNİSİST-FEMİNİST “MADUNİYET”Çİ  İTİRAZIN AÇMAZI
Marksizm’i “sınıf indirgemeci”- “çizgisel ilerlemeci” ya da “determinist” olmakla suçlayan teorisyenler ile “Maduniyet” tezlerini geliştiren akademisyen ve yazarlarının gündeme getirdikleri eleştiriler, modern burjuva toplumu ve kapitalist üretim sisteminin materyalist tahliline, örtülü ya da açık bir itirazı içeriyor. “Farklı toplumsal kimliklerin durumu”nun; onların karşıkarşıya oldukları baskı ve buna karşı direnişlerinin “göz ardı edildiği” vaazı, kapitalist üretim sisteminin olgusal gerçekleri ve iktisadi ilişkilerinin önemli oranda gözardı edilmesinden kaynaklanıyor.
Bu yazar ve akademisyenler, kuşkusuz maddi üretim koşullarından, ekonomik ilişkilerden söz ediyorlar. Bunu yaparlarken ama, değişen koşullar gerekçesine sığınarak, ezme-ezilme ilişkisinin, üzerinde gerçekleştiği ekonomik temel çok da önemli değilmiş ya da önemli olmaktan çıkmış gibi, daha çok politik-kültürel ve ideolojik inşanın “belirleyici”liğinden söz ederek, ilkini koşullayıcı etken olmaktan çıkarıyorlar. Sermaye-emek ilişkisinin gelişmiş kapitalist-emperyalist ülkeler ile kapitalist gelişme yönünden daha geride bulunan ülkeler açısından farklı özellikte olduğunu ileri sürenleri ise, işçi sınıfının üretim araçlarıyla ilişkisinin bu ikinci tip ülkelerde, emek gücünü satarak yaşamını sürdürme durumunu değiştirerek onu ezilen ve baskı gören diğer “madun gruplar”la aynı konuma getirdiğini kanıtlayacak bir “keramet” göstermiş değiller. Emperyalistlerin, bağımlı ve sömürge  ülkeleri mali yükümlülüklerle, kredi ve borç faizleriyle, mali sermaye çıkarına ikili ve çok yönlü anlaşmalarla, doğrudan yatırımlar durumunda vergi indirimi ve diğer çeşitli alanlarda kolaylıklardan yararlanarak, işbirlikçi sınıflar aracıyla ya da doğrudan yağmalamaları, sermaye-emek ilişkisinin içeriğini değiştirmez. Ranajit Guha, Hindistan’daki kapitalist gelişme ile İngiliz sömürgeciliği arasındaki ilişkiden hareketle, biri ‘dış kapitalist’, diğeri Hindu kapitalist olmak üzere, “sömürünün iki farklı biçimi”nden söz ederken, örneğin işçi ile kapitalist arasındaki ilişkinin niteliğinin bu iki farklı ülke ‘tipi’nde farklı olup olmadığını belirsiz bırıkmaktadır. Bağımlılık ilişkilerinin, sömürülen ve baskı altındaki sınıf ve kesimlerin mücadele taktikleri ve somut hedefleri yönünden farklılık gösteren itifaklara olanak sağlayacağı doğrudur. Ancak, emperyalist ülkelerin ve uluslararası tekellerin bağımlı-geri ülkelere yönelik iktisadi-sosyal ve politik baskısının hedefindeki  sınıf ve kesimlerde, farklı karakterde tepkilere yol açması ve onları mücadeleye yöneltmesi ile, emperyalist ülkelerdeki işçi ve emekçilere yönelik baskı ve sömürünün harekete geçirdiği ya da geçireceği kesimler arasında farklılıklar olmakla birlikte, kapitalist ilişki söz konusu olduğunda, onun özü, emek sermaye ilişkisi tarafından belirlenir ve bu da “iç” ya “dış” kapitalist olmasına bağlı olarak değişmez.
Kimlik”çi eleştiricilerin bir kısmı, işçi sınıfının saflarındaki bölünmeleri; etnik, bölgesel, sektörel ayrımları işaret ederek ve sanayi işçilerinin klasik kapitalist ülkelerde (Batı Avrupa ve ABD) azaldığı ve hizmet işkolunun büyümesiyle kapitalizme karşı mücadelenin odağında yer almaktan çıktıklarını ileri sürerek, proletaryanın sınıf mücadelesinin kolektif öznesi olma özelliğinin değiştiğini vaaz ederken, “yapısökümcü”, sözde postmodernist teorisyenlerin spekülasyonlarını tekrarlamış oluyorlar.  Kapitalist toplumsallaşma, evet, aynı zamanda bir parçalanmışlıktır. Farklı sınıflara bölünmenin yanı sıra, her bir sınıf, nedenleri ve etkenleri farklı olmala birlikte bir iç bölünmeye de uğramaktadır. Ancak kapitalizmin en önemli özelliği, üretim araçlarıyla ilişkinin karakteri tarafından belirlenir. Üretim araçları mülkiyetinden arındırılmış olan ve yaşamlarını ancak emek gücünü satarak sürdürebilecek olan işçilerin bir sınıf olarak oluşmalarının maddi koşulları ve zemini, her şeyden önce üretim sürecindeki bu konumlarıyla ilişkilidir. Bu işçileri, toplumun öteki ezilen ve diğer kesimlerinden ayırıcı özelliğidir. Üretim araçlarına sahip olanlar, işçileri sevdikleri, acıdıkları için ya da “insaniyetleri” nedeniyle değil, kâr elde etmek için, artıdeğer üretemi için çalıştırıyorlar. Bu, dün de böyleydi, bugün de böyle. Ne işçinin ürettiği ürüne, ancak ona bir ödemede bulunarak sahip olabilmesi ya da satın alacak gelire sahip değilse eğer, ihtiyaçlarını karşılayamaması durumu, ne de kapitalizmin binlerce, on binlerce, milyonlarca, bugün dünya ölçeğinde milyarlarca (yaklaşık 3,5 milyar) işçiyi üretim sürecine çekip sömürmeden varlığını sürdüremezliği koşulları ortadan kalkmıştır. İşsizlerin sayısı çalışan işçi sayısından fazla değil. Robot teknolojisi, insansız üretim vb. üzerine söylenenler de, kapitalizmin emekgücü sömürüsüne dayanan bir sistem olduğu gerçeğini değiştirmiyor. İnsan emek gücünü, aklı ve bedenini tümüyle gereksiz kılan bir üretim ve ekonomik-toplumsal sistem olası değil ya da en azından bilimin ve insan aklı ve yaratısının bugünkü ve yakın gelecekteki  düzeyi açısından böyle bir iddia temelsiz ve saçma kalır.
Kapitalizm, bugün de, bundan sonra da ancak emek gücü sömürüsünü gerçekleştirerek varlığını sürdürebilir. İçsel çelişkileri ise bugün daha da olgunlaşmış bulunuyor. Bu, ama aynı zamanda, toplumsal değişim ve yeni toplumsal sistemi kurmanın sosyal dayanağının da oluşmasıdır. Bu özellik diğer kimlik gruplarının hiçbiri için söz konusu edilemez. Kuşkusuz bütün ‘tikel’likler birbirleriyle ilişkilidirler. Aralarında geçişler mümkündür. İşçi sınıfı, yazının bundan önceki bölümlerinde ele alındığı üzere, salt kendi sınıf sorunlarıyla değil, ama toplumun tüm öteki ezilen ve baskı altında tutulan kesimlerinin, “kimlik grupları”nın da baskı ve sömürüden kurtulmaları için mücadelesinde bu ilişkili olma durumunu gözetir, dikkate alır ve mümkün en geniş emekçi kesimlerininin birliğini sağlamak için çaba gösterir. Sınıf bilinci ve sınıf mücadelesi bunları hem gereksinir hem de kapsar. Bütünü-‘total olan’ı görerek parçaya-tikele yaklaşır ve irdeler, oradan yeniden bütüne doğru evrilir. Bunu gözardı eden postmodernist-yapıbozumcu, etnisist-kültürcü ve feminist teorilerin, her bir tikel alanı savunma adına, kapitalist sistemin tümel sorgulanmasından uzak kalışı ya da duruşu kaçınılmazdır.
“Ezilen toplumsal grup, ulus, cins” vb.’nin sorunlarının Marksizm’in “ilgi alanı dışında kaldığı” iddiası bu bakımdan herhangi geçerliliğe sahip değildir ve gerçek dışıdır. Bu iddia, Marksist “anlatı”yı tahrif etme pahasına, doğrulanmak istenmiştir. İşçi sınıfının kapitalist üretim içindeki rolüne, antikapitalist mücadelede, onu diğerlerinden ayırt eden temel özelliği olarak işaret edilmiş olması ve kapitalizmin “Batı Avrupa” esas alınarak tahlil edilmesi gerekçesine dayandırılmasıyla, bu iddia, daha baştan sorunlu ve tutarsızdır. Feminizm, ulusçuluk, çevrecilik sorunlarından birini öne çıkaranlar, iddialarının aksine, tüm “ezilenlerin sorunları”ndan değil, bir kesimin; ezilen ulusun ya da cinsin sorunlarıyla sınırlı bir görüşten hareket ederken, ‘kısımcı’-‘tikelci’dirler. Bu yazar, akademisyenler, çoğunluğu yönünden, toplumsal gelişmenin tarihsel sürecini; kapitalist emperyalist sistemi, toplumsal sınıfların iktisadi varlık koşullarını;  sermaye, toprak sahipliği, ücretli emek, devlet, dış ticaret ve dünya pazarı ilişkilerini mekanik ve idealist yöntemle analiz ederlerken, dikkatten kaçırdıkları önemli noktalardan biri, işçi sınıfının kapitalist üretim içindeki özel konumu ve önemidir. Bu durumu, onu tüm diğer ezilen grup ve kesimlerden farklı kılmaktadır. Orta ve küçük köylü, küçük esnaf, küçük işletme sahibi vb. başta olmak üzere çeşitli kesimler tekelci ve emperyalist baskı altında olmaları nedeniyle ezilen durumdadırlar. Ama hiçbiri işçilerin konumunda değildir. “Madunlar”ın köylülüğü örneğin sürekli parçalanmaktadır. Saflarından proletaryaya ve kent yoksullarına doğru nüfus sirkulasyonu geçerlidir, üstelik buna mahkumdur. Küçük burjuvazi, küçük işletmeci, küçük üretici için istikrarlı bir iktisadi-sosyal konum mümkün olamamaktadır. Burjuvazinin bir kesimi, daha güçlü olanların baskısı ve rekabeti karşısında dayanamayarak iflasa sürüklenmektedir. Baskı altındaki uluslar tüm bu kesimleri içermeleriyle birden fazla sınıf arasında eninde sonunda kaçınılmaz hale gelen çelişkilerle maluldür.
Kapitalist iktisadi-toplumsal ilişkilerin –19.yüzyılın ilk yarısında– “Avrupa merkezli” irdelenmesine getirilen itirazın da tutarlı bir dayanağı yoktur. Yoktur, çünkü  Marx’ın ekonomi politik teorisi, burjuva toplumunun teorik tahlilini esas alır. Bunun için, Marx’ın kapitalizmi tahlil etmeyi, İngiltere ve öteki Batı Avrupa ülkelerini esas alarak yapması, kapitalizmi en gelişmiş biçimleriyle ele alması, bu üretim sisteminin özelliklerinin ortaya konması açısından salt gerekli değil, toplumsal gelişmenin diyalektiğinin ‘serimlenmesi’ açısından zorunluydu da. Holanda, İngiltere ve Fransa, dünya ticaretinde başı çekiyorlardı ve İngiltere, modern burjuva toplumun o dönemdeki gelişmesinin en yüksek düzeyine çıkmıştı. 17. Yüzyıl İngiliz Burjuva Devrimi ve kapitalist gelişme sürecinin, 18. Yüzyılın son çeyreğinde gerçekleşen büyük Fransız Burjuva Devrimi’nin ve 19. Yüzyıl Alman toplumsal değişiminin “anavatanı” Avrupa; özellikle de Batı Avrupa idi. Feodalizmden kapitalizme evrilen toplumsal süreci ve kapitalist toplumun gerçeğini irdelemeyi esas alan bir teorinin bu gelişmeleri, bu tarihsel gelişme sürecini; İngiliz kapitalizmi başta olmak üzere Avrupa ülkeleri kapitalizminin somut olgularını; toplumsal sınıfların ilişkilerini; Avrupa uluslarının birbirleriyle ve dünyanın öteki bölgelerindeki/kıtalarındaki uluslarla ilişkilerini ‘dikkat merkezine alması’ doğal, gerekli ve kaçınılmaması gereken bir durumdu.  Marksizm’i, “Avrupa merkezli” ve “Batı dışı toplumların tarihine ilgisiz” sayanların göz kapadıkları, bu tarihsel-toplumsal ve iktisadi gerçeklerdir. Kapitalizm ve burjuva toplumunun temel özellikleri, o zaman hala esas olarak birer köylü ülkesi durumundaki ülkeler hareket noktası alınarak ortaya konamazdı.
Kapitalizm, Avrupa merkezli  ortaya çıkmıştır, ama dünya kapitalist sistemine doğru gelişmiş ve genişlemiştir.  Serbest rekabetçi döneminde, burjuvazinin kendi pazarına hakim olması amacıyla başını çektiği ulusal hareketlerin ulusal devletlerin kurulmasıyla sonuçlanırken, tekelci kapitalizm koşullarında, o ulusal baskı ve ayrımcılığın ve her tür antidemokratizlin esas kaynağı haline gelmiştir. Emperyalist sömürgecilik ve ulusal ezme politikasına karşı mücadele artık esas olarak işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluş sorununa bağlanmıştır. Emperyalizm çünkü, başka niteliksel özelliklerinin yanı sıra, az sayıdaki gelişmiş büyük kapitalist ülkenin dünyanın diğer uluslarını ezmesi sistemidir. Bu ilişki, ezilen ve sömürge bağımlılığı koşullarında tutulan ulusların kaynaklarının ezen ulus mali sermayesi ve egemen sınıfı yararına yağmalanması; ve bu yağmadan bir pay ile işçi aristokrasisinin satın alınmasıyla, ezilen ulusların kurtuluş savaşları karşısında sosyal şovenizme kitle tabanı oluşturma gibi gerici bir diğer sonuç da doğurmuştur. Marksizm-Leninizm ve Marksistler, Avrupa dışı halkların ve tüm ezilenlerin bu sömürü ve baskı sisteminden kurtuluşlarının yol ve yöntemlerini ortaya koymakla kalmamış, “baskı altındaki gruplar”ın hareketinin somut durumunu göz önünde tutarak, bunun mücadelesini de yürütmüştür. Etnisist, feminist ve ekolojist eleştiriler, sınıf bilinçli işçilerin ezilen “diğer kimlik grupları” ve kesimler ile onların sorunlarına yaklaşımını ve devrimci Marksist tutumu çarpıtmışlardır.
Sınıfların ve çeşitli diğer toplulukların yaşam biçimi ve iktisadi-sosyal-ve siyasal konumlarının farklılığı, aralarındaki çelişki, çatışma ve savaşların da kaynağını oluşturur. Kuşkusuz, ezilmenin her türüne karşı mücadele, baskıya tabi tutulan kesimlerin baskıdan kurtulmaları ve ulusal hak eşitliği, kadın-erkek eşitliği, dini-mezhepsel farklılıkların insanlar arasında baskı nedeni olmaması için mücadele zorunludur. Bu bakımdan “azınlıklar”ın, “farklı kimlik grupları”nın, ezilen cins ve ulusların, ya da örneğin farklı ülkelere iktisadi ve siyasi nedenlerle göç etmiş olan emekçilerin, ayrımcı politikalara karşı mücadelesi, salt bu kesimler açısından değil, işçi sınıfı ve politik-sendikal örgütleri için de gerekli ve görevleri içindedir. Ancak bu mücadele, şu ya da bu kesimin çektiği acılar, siyasal, hukuksal baskı ve eşitsizlikler, kaynaklandıkları iktisadi ilişkiler ve üretim sisteminden koparılarak  temelli çözüme ulaştırılamaz.
İşçi sınıfı ile burjuvazi; üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyetiyle toplumsal üretici güçler arasındaki çelişme, kapitalist toplumun temel çelişkisidir. Baskı ve sömürü ilişkilerinden kurtuluşun “anahtarı” bu çelişkinin çözüme kavuş(turul)masındadır. Kapitalizm onu yıkıma götüren maddi temel ile yıkıcı sınıfsal güçlerini bizzat kendisi oluşturur. Bu güç, üretim içindeki varlığının özel konumu ve kolektif örgütlenme ve hareket kabiliyetiyle işçi sınıfından başkası değildir. İşçi sınıfının kapitalist üretim sistemi içindeki konumu; kapitalizm tarafından diğer sınıf ve kesimler sürekli bölünür-parçalanır ve farklı sınıflara doğru; esas olarak da işçi sınıfı ve burjuvaziye doğru itilirken, emek gücü sömürüsüne ihtiyacından ötürü işçilerin işletmelerde, fabrika ve atölyelerde, günümüzde daha da açıklık kazandığı üzere evlerin duvarları içine dek uzanan bir sömürü ağı içinde bir araya getirilmesiyle dolaysızca bağlıdır. Ulus örneğin, farklı sınıf ve tabakalarıyla kapitalizmin ürünü olmakla kalmaz, kapitalist ilişkilerle de bağdaşır. Burjuvazi, hem ulusunun bir sınıfı-hakim gücü hem de üretim araçlarının sahibidir. Buna rağmen, sınıf bilincine ulaşmış işçi ve emekçiler ile devrimci sınıf partileri, Marksizmin, “somut koşulların somut tahlili” yöntemini izleyerek ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunmak, bunun için baskının her türüne karşı savaşmaktan geri durmamışlardır.
Kadın, ezilen cins olarak ulusun unsurları arasındadır, ezilen cins olarak mülk sahibi kesimlerin çeşitli tabakalarından kadınları da kapsar. Ancak, toplumsal üretim içindeki durumuyla birlikte daha çok sömürülüp ezilen esas olarak işçi-emekçi kadındır. Bundandır ki, kadın sorunu esas olarak emekçi kadın sorunudur ve proletarya, bu cins sadece “insanlığın yarısını oluşturduğu”ndan değil, ezilen, emekçi ve proleter olması nedeniyle de kadının kurtuluşunu, mücadele hedef ve amaçlarıyla birleştirmiştir. Feminist hareketler, “erkek özne”yi(!), siyah ırkın ideologları “beyazlığı” sorun edinirken, aksini iddia etmelerine karşın, aslında yerelliğin-parçalı varlığın ötesine geçmiyorlar. Sistem ve iktidar ilişikleri merkeze alınmadan, iktidar oluşunu sömürücü sınıf olmasına borçlu ezen gücün sınıfsal konumu ve özelliği gözetilmeden, tarihsel toplumsal eşitsizliklerin esas kaynağı açığa çıkarılmadan, cinslerden birini sorumlu tutmak ve sanki kimse daha önce kadın-erkek eşitsizliği ve kadın üzerindeki baskıdan ya da ırkçı-ulusal ezme politikalarıyla buna karşı mücadelenin gerekliliği-zorunluluğundan söz etmemiş gibi, bunları “sosyal bilimlerde çığır açıcı yeni perspektifler” olarak ilan etmek, başka şeylerin yanı sıra, bu alandaki mücadelenin inkarını da içermektedir.
Sınıf hareketinin geri düzeyde bulunduğu, örgütlenmesi ve mücadelesinin sınıf bilinçli tutumuyla uygunluk göstermediği bugünkü koşullarda, baskın olan burjuvazi ve  ideolojisidir. Kitlelerin büyük çoğunluğu, burjuva ideolojisinin etkisinden kurtulmuş, zaaflı ve yanlış “sınıf tutumu”nu terk etmiş olmaktan henüz uzaktır. İşçi sınıfının sömürülen ve ezilen bir sınıf olarak baskı ve sömürünün her türüne karşı mücadele sorumluluğuyla buna aykırı tutumları arasındaki bu çelişkinin giderilmesi, hem bir pratik deneyim sorunudur hem de sınıf bilincinin gelişmesi için daha fazla çabayı gereksinmektedir. Daha aile ortamından başlanarak okulda, sistemin toplumsal kurumları ve ekonomik olanakları kullanılarak, edebiyat-sanat yapılarıyla, basın-yayın organları ve sinema ve televizyon aracıyla gerçekleştirilen burjuva ideolojik-kültürel ve politik “angaje ediş”in etkisizleştirilmesi için, ideolojik ve kültürel, politik ve iktisadi ve yaşamın tüm alanlarında kesintisiz ve kararlı bir mücadele yürütülmelidir.
Sınıfın ‘dağınıklığı’-parçalılığı, bölünmüşlüğünden söz eden ya da “sanayi işçileri” dışındaki emekçi-ücretli kesimlerin Marksist teoride “önemsiz görüldüğü” ezberini yinelemekte sakınca görmeyen “kimlik”çi-kültürcü akademisyenler, etnik-ulusal ‘topluluklar’ın sınıfsal ve “cinsel” bölünmüşlüğü, kadın ve erkek yoksulların ve sömürülenlerin farklı cinslere mensubiyetinin aynı sınıf içinde biraraya gelmelerine engel olamazlığı; ulusal kültürlerin ortak öğelerin yanısıra farklı sınıf kültürlerinin ortaya çıkıp gelişmesine engel teşkil etmeyeceği gerçeğini, bulutlu havada, sislerin ardına üflemeye çalışmışlardır. Ama gerçek, özellikle de maddi ise, hem sisleri dağıtıcı işleve sahiptir, hem de sisler dağıldığında, olan çıplaklığı-gerçekliğiyle ortaya çıkma gücüne. Bu yazar ve akademisyenlerin görüşlerinin bir özelliği de, konjönktürel gelişmeleri ve anın olgularını esas alıp, tikel olanı genel yerine ikameye çalışması, bunun teorisini yapmaya yönelmesidir.

Sunu ve İçindekiler 237

Özgürlük Dünyası Ocak 2013 Sayısı (237) Çıktı!

İÇİNDEKİLER

İşçi sınıfı ve ‘ezilenler’, sınıf ve ‘kimlik’ politikaları
Yusuf Akdağ

AKP’nin resmi tarihi
Arif Koşar-İsmail Afacan

Üniversite A.Ş.
Nilgün Tunçcan Ongan

“Amerikan oyunu” ne durumda?
Kadir Yalçın

Ortadoğu’dan Uzakdoğu’ya emperyalist paylaşım planları
Yücel Özdemir

Enerji kimin için?

Yusuf Gürsucu

SUNU
Bir yılı daha geride bırakıyoruz. 2012, Ortadoğu’da emperyalist planlar ve savaş bataklığına Türkiye’nin ‘çoşkulu’ bir biçimde atıldığı bir yıl olarak da tanımlanabilir. Türkiye’nin “Suriye’de mezhep diktatörlüğü var, Irak’ta Şii hükümet Sünnilere zulmediyor” diye bu ülkelerin iç işlerine müdahale etmesi ve Şii ve Nusayri (Arap Alevi)  yönetimlerin olduğu ülkelerle ilişkilerini ciddi biçimde sorunlu hale getirmesi, giderek bölgede yönetimi Sünni ve Şii olan ülkelerin ayrı saflarda cepheleşmesi, emperyalizmin bölgeye müdahale stratejisinin adım adım hayata geçirildiği anlamına gelmektedir.
Özellikle Arabistan, Katar, Bahreyn gibi petrol zengini ülkelerin milyarlarca dolarlık savaş uçağı, füze sistemleri almaya girişmiş olmaları; Türkiye’ye patriotlar yerleştirilmesi ve savaş sanayiinin “NATO görevlerini” ya da komşu ülkelerdeki gerilimi ve iç çatışmaları bahane ederek silah üretimini ve silahlanmayı teşvik etmesi; ABD, Fransa, İngiltere, Almanya ve Rusya’nın İran, Suriye ve Irak gibi ülkelere (Türkiye’ye bile) yeni silahlar satmak için girişimlerini artırması bölgedeki silahlanmanın düzeyinin bir işareti olarak görülebilir.
Bu elbette bölgede savaş (bölgesel ve daha uzun vadede dünya savaşı) etkenlerinin yükseldiği, halkların birbirini boğazlaması için etnik ve mezhep savaşlarının sahnelenmesi için koşulların hızla olgunlaştırıldığı anlamına gelmektedir.
Bu durum savaş karşıtı bir mücadeleyi, barış mücadelesini, bölge ülkelerinin demokratikleşmesi için özgürlüklerin geliştirilmesi mücadelesini acil görev haline getirmektedir. Yine bölge ülkeleri arasındaki çatışmaların zeminini ortadan kaldırmak üzere halkların kendi kaderlerini tayin hakkına saygının öne çıkarılması, ülkeler ve halklar arasındaki ilişkilerde barışın egemen olmasına çalışılması, birer birer ülkelerde halkların kardeşliği mücadelesi aynı derecede önemli bir görevdir.
Emperyalist planlar ve bu planların bölge ülkelerindeki suç ortağı yönetimlerin, halkları birbirine boğazlatma politikalarının ve işçi sınıfının sömürüsünü sınırsız biçimde artırmak için giriştikleri saldırıların püskürtülmesi, barış ve demokrasi mücadelesinin bir bileşeni olabildiği ölçüde, mücadele zemini genişleyecek ve geniş yığınları kapsaması mümkün olacaktır. Arap isyanlarında açıkça görüldü ki, halklar “iş, ekmek ve özgürlük” istemektedir. Tunus’ta ve Mısır’da Müslüman Kardeşler’in de eski rejim yanlılarının da halkın, işçilerin taleplerini yerine getiremeyeceği ortaya çıkmış; Müslüman Kardeşler’in de geçen kısa süre içinde maskeleri düşmüştür.
Türkiye’de AKP Hükümeti de arkasındaki oy gücünü hâlâ korumasına karşın, ülkenin başlıca sorunlarını çözememesinin krizini derinden hissetmeye başlamıştır. Dolayısıyla Türkiye bölge ülkelerinde emperyalist müdahalenin dayanağı haline geldikçe halklar indinde itibar kaybetmektedir.
Barış, emperyalist müdahalelere ve savaş kışkırtmalarına karşı mücadele, demokrasi ve özgürlük mücadelesi, halkların iş ve ekmek talebiyle birleşerek ilerlemeye aday bir mücadele potansiyeli taşımaktadır.
2013’ün bölgedeki barış ve demokrasi güçlerinin daha büyük bir güçle mücadeleye atıldıkları, ülkemiz ve dünyada sosyalizm mücadelesinin daha da güçlendiği bir yıl olması dileği ile…

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑