Emperyalizme, Siyonizme ve Şovenizme Karşı Büyük Ortadoğu Barışı

Emperyalizmin, “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi” kapsamında, Ortadoğu’da giderek derinleştirdiği işgal süreci, İsrail’in Filistin ve Lübnan’a yönelik saldırılarıyla birlikte daha da boyutlanmış bulunuyor. ABD, Irak’a işgal sürecinde istediği düzeyde peşine takmakta zorlandığı Batının güçlü ülkelerini, Lübnan’a “Barış gücü” göndermek bahanesiyle, önemli ölçüde ikna etmiş görünüyor. Emperyalistler arası rekabet ve çıkar çatışmasının daha sonra bu süreci başka noktalara doğru evirme ihtimali varsa da, BM şemsiyesi altında Lübnan’a “barış gücü” göndermek konusunda varılan emperyalist konsensus, Ortadoğu ateşi içindeki dış parmakların sayısının düne göre artmış olduğunu gösteriyor. İsrail’in Filistin ve Lübnan’daki katliamlarına rağmen, asıl olarak İsrail’in “güvenliği”nin sağlanması görevine soyunan sözde “barış gücü”ne Türkiye’nin asker göndermesi konusundaki emperyalist dayatmalar da, düne göre daha yoğunlaşmış durumda. 1 Mart tezkeresinin Meclis’ten geçmemesi nedeniyle ABD’nin kendisine verdiği eski desteği çekme tehdidinde bulunduğu Başbakan Erdoğan ve AKP kurmayları asker gönderme konusundaki niyetlerini açıktan ifade ederken, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül de, bunun alt yapısını hazırlamak üzere, Ortadoğu’da bir dizi temaslarda bulundu.

Irak’a Türk askeri gönderilmesinin oylandığı ve reddedildiği 1 Mart tezkeresi sırasında, Irak’a asker göndermenin Türkiye’nin çıkarına olacağını savunan çevreler, Lübnan’a asker gönderme konusunda da aynı gönüllü işbirlikçilik tutumunu sürdürüyorlar. Devletin zirvesinde bir bölünmeye yol açan ve etkileri çeşitli kurumlar ile aydın kesimler arasında da görünen konu ise, yurtdışına asker göndermekten çok, nereye asker gönderileceği ile ilgili. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in, Lübnan’a asker gönderilmesini açıktan eleştirirken, asıl önemli olanın Türkiye’nin “kendi terörle mücadelesi” olduğuna vurgu yapmış olması, bunun tipik bir göstergesiydi. Bir yanıyla bakıldığında, Lübnan’a asker gönderilmesine karşı çıkan halk kesimlerinin, emek ve demokrasiden yana örgütlerin, aydınların talepleriyle çakışır gibi görünen bu tutum, “terörle mücadele” bahanesiyle Kandil’e operasyon düzenleme isteği ve Irak’ın kuzeyinde hak iddia etme gibi yönleri bakımından ise, bir barış politikası niteliği taşımaktan tamamen uzaktır.

Türkiye yönetenlerinin, kendi “terörle mücadele” programlarına açık destek verdiği oranda ABD’ye karşı Türkiye’de varolan tepkinin değişebileceğini sıkça söyledikleri biliniyor. Türkiye’de gerek sivil gerekse askeri erkin temsilcilerinin, Washington’da değişik tarihlerde yaptıkları ziyaretler sırasında bunu dillendirdikleri basına yansımıştı. Cumhurbaşkanı Sezer’in, hükümet ile ayrıştığı ve karşı karşıya geldiği nokta da, bu konudaki “pazarlık” konusunda hükümeti daha liberal görmesinden kaynaklanmaktadır. Kürt sorununu bir “terör sorunu”na indirgeme ve sorunun kaynağını sınır ötesine asker göndermekte görme konusunda AKP Hükümeti ile Sezer arasında temelde bir ayrışma bulunmuyor; ancak hükümetin, ABD’nin taleplerine yaklaşımda Sezer’e göre daha aceleci davranması, devletin zirvesindeki gerilimi artırıyor.

Bunun yansımaları başka alanlarda da görülebiliyor. Örneğin Cumhuriyet yazarı Mustafa Balbay, Cumhurbaşkanı Sezer’in hükümeti Lübnan’a asker göndermek konusundaki aceleciliği nedeniyle eleştirdiği konuşmasından daha önce yayımlanan “Kerkük’e Sus… Lübnan’a Koş… başlıklı yazısında, bu mantığın özelliklerini sergiliyor. Balbay şöyle diyor:

ABD’nin işgale girdiği yere, huzur girmez!

Kaldı ki, ABD, ne olursa olsun Irak’ta söz sahibi yapmayacağını Türkiye’ye baştan söylemişti. Şu anda Irak’ta, özellikle kuzeyinde meydana gelen gelişmelerin, ABD’nin kontrolü dışında geliştiğini düşünmek aptallık olur.

ABD, Türkiye’yi Irak üzerinden akla gelebilecek her türlü yöntemle rahatsız edip istediği noktaya getirme hedefini de güdüyor olabilir. Bunlar ayrı yazı konuları. Ancak, Kerkük’te Kürtlerin şehrin nüfusuyla oynamasına hiç ses çıkarmayan Türkiye’nin Lübnan’da rol için çırpınması akla mantığa sığmaz, sığsa sığsa AKP anlayışına sığar!” (Cumhuriyet, 22 Ağustos 2006)

Susurluk’un baş aktörlerinden Mehmet Ağar’ın “Sizce derin devlet nedir?” sorusuna verdiği şu yanıt, Balbay’ın yaklaşımı ile alt alta konularak değerlendirilebilir: “Türk devleti en son Musul ve Kerkük’ten geri çekildi. O günden sonra da bir daha geri çekilmeme iradesi teşekkül etti. Biz bu iradeye Derin Devlet diyoruz. Derin Devlet, devletin derinliklerinde değil, milletin şuurundadır.” (Milliyet, 15 Aralık 2002)

MHP’nin de dahil olduğu bir dizi siyasi gücün yaklaşımı da, “Türkiye Lübnan’dan önce Kandil’e asker göndermeli” biçiminde özetlenebilecek bir özelliğe sahip. CHP, DSP ve ANAP’ın, Lübnan asker gönderme konusunda hükümeti eleştiren Cumhurbaşkanı Sezer’in yaptığı kıyaslamalara destek verirken düştükleri nokta da aynı.

 

“DERİN BARIŞ”

Ortadoğu’da ABD’nin işgallerine ve İsrail’in Filistin ile Lübnan’a yönelik saldırılarına karşı çıkarak “barışı” savunanlar içinde de, bu eğilim küçümsenmeyecek bir ağırlığa sahip. Türkiye’nin iç barışını sağlamanın gereklerini göremeyen ve Kürt sorununu çözmenin yolunun sınır ötesi operasyondan geçtiğini savunanların, Lübnan’a asker göndermeyi bile, ancak böyle bir noktada uluslararası destek görme koşuluna bağlamaları, onların barış adına söyledikleri ve savunduklarını da boşa düşürmektedir. Türkiye’nin Kandil’e operasyon düzenlemesine, Kerkük’te irade sahibi olmasına destek verilmesi koşulunda Lübnan’a asker göndermekten çekinmeyecek olan bu kesimlerin barış anlayışları da “derin barış” anlayışıdır ve tamamen gerici bir içerik taşımaktadır.

Bu, cumhuriyet aydınlanmasının içinde doğup gelişen “cumhuriyet solculuğu”nun da temel açmazlarının başında gelmektedir. Cumhuriyet’in kuruluşunda Türklerle birlikte bedel ödemiş olan Kürtlerin taleplerine olumlu yaklaşmanın cumhuriyeti “böleceği” paranoyasından kurtulamayan bu tür solculuk, Türkiye’nin iç barışının önündeki en önemli engellerden de biridir.

Devletin zirvesinden, kendisini “sosyalist” olarak adlandıran yapılara kadar, geniş bir alanda etkisini sürdüren bu anlayışın sahipleri, tam da bu nedenle, hiçbir dönem tutarlı bir barış savunuculuğu yapamamaktadır.

Türkiye’de Kürt sorununun köklerinin PKK eylemi ile sınırlanamayacak kadar gerilere gittiği açıktır ve sorunun çözümünün kaynaklarını da “sınır ötesi”nde aramak yerine, Türkiye’deki yönetme tarzı ve egemenlik sisteminin köklerinde aramak gerekmektedir.

Genelkurmay Başkanlığı görevini Orgeneral Hilmi Özkök’ten devralan Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın, Kara Kuvvetleri Komutanlığı görevini devir teslim töreninde yaptığı açıklamalar, bu açıdan yeni bir sertlik dönemine daha girileceğinin işaretini vermektedir.

Türkiye’nin “üniter” yapısına yaptığı vurgu ve “özgürlük ve insan hakları ideallerinin arkasına saklanılmasına izin vermeyeceğiz”, “hesaplaşacağız” yollu açıklamaları, Büyükanıt döneminin, Kürt sorununun demokratik ve barışçıl çözümü yolundaki çabaların devletin “üniter” yapısına bir tehdit sayılacağını göstermektedir. Genelkurmay’ın bu yöndeki baskılaması “sağ” ve “sol” milliyetçilerin “kızıl elma” çizgisindeki ortaklıklarının zemini güçlendirirken, barışçıl çözümü savunanlar içindeki tutarlılıktan yoksul kesimleri de baskılayarak, muhtemelen daha sağa çekecek bir etki yapabilecektir.

Tam da bu nedenle, Lübnan’a asker göndermeye karşı Türkiye’de sokağa çıkarak tepki gösterenlerin, Türkiye’nin demokratikleştirilmesiyle Kürt sorununun demokratik ve halkçı tarzda çözümünü içselleştirmeleri yaşamsal bir önem taşımaktadır.

Türkiye’de ve Ortadoğu’da barışın tesisini savunmak, emperyalizme ve şovenizme karşı mücadeleyi birleştirmekten geçmektedir. Türkiye’de barışı savunmadan, Kürtlerin bu konudaki taleplerini anlamadan, Ortadoğu’da Filistin ve Lübnan halkını anlayabilmek, onların barış talebini tutarlı bir biçimde savunabilmek de mümkün değildir.

Aynı şekilde, Kürt sorununda barışı savunurken, Ortadoğu’nun diğer ezilen halklarının İsrail ve ABD’den gördükleri zulme gözlerini kapamak, kayıtsız ve tepkisiz kalmak da, Ortadoğu’da gerçek ve kalıcı bir barışın gerekleri açısından kabul edilemezdir. Kürt sorununun demokratik ve barışçıl tarzda çözümünü savunurken, Filistin ve Lübnan halkının verdiği mücadeleye de destek olmak, onunla dayanışma içinde bulunmak, emperyalizme karşı  direnişlerinde onları yalnız bırakmamak, tutarlı bir barış savunuculuğu bakımından vazgeçilemezdir.

 

BÜYÜK ORTADOĞU BARIŞI

Önceleri “Büyük Ortadoğu Projesi” (BOP) olarak adlandırılan ve bir süredir de “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi” (GOP) olarak anılan proje, ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki varlığını, bütün etnik ve mezhepsel çelişkilerden yararlanarak dayatması üzerine kuruludur. Ve bu projenin devamı da, bu çelişkilerin çözülmesine değil, sürekli canlı kalmasına/tutulmasına dayanmaktadır. Şii-Sunni, Arap-Kürt, Türk-Kürt, Türk-Arap gibi etnik ve mezhepsel karşı karşıya gelişler, bir yandan bu uluslara ve mezheplere mensup halkları güçsüz düşürürken, bir yandan da GOP’un etki alanına daha fazla itmektedir.

Tam da bu nedenle, Ortadoğu’da kalıcı bir barış, ancak, Ortadoğu’nun emekçi halklarının omuzlarında yükselebilir. Emperyalist dayatmalara karşı Ortadoğu’nun emekçi halklarının birliğine ve mücadelesine dayanacak olan böyle bir barış, emperyalistlerin halklar arasına nifak sormak, birine karşı diğerini yedeklemek ve harekete geçirmek üzerine kurulu hesaplarını da boşa çıkartacaktır.

Türkiye böylesi bir mücadele açısından, Ortadoğu’nun diğer ülkelerine kıyasla daha fazla olanağa sahip bir ülkedir. Türk ve Kürt emekçilerin ortak yaşam kültürü ve mücadele birliği konusundaki deneyimleri küçümsenmeyecek düzeydedir. Bunun yanında, Irak’ın işgali sırasında ABD’ye en mesafeli duran Kürtlerin Türkiye Kürtleri olduğu da bilinmektedir.

Bundan sonra önemli olan, bu tutumun, bir ileri aşamaya sıçrayarak, Ortadoğu halkları açısından örnek oluşturabilecek bir hatta dönüşebilmesidir.

Ortadoğu’da emperyalizmin ve Siyonizmin işgali derinleşirken, bu durum, emperyalizme ve Siyonizme karşı Ortadoğu halklarının öfke ve direniş ruhunu da kamçılamaktadır. Ancak açıktır ki, emperyalizme ve Siyonizme karşı direniş ruhu, bölgenin diğer gericiliklerine karşı mücadele ile de birleşmeden, ilerici ve demokratik bir içerik kazanamaz.

Türkiye’den Ortadoğu’nun diğer ülkelerine kadar uzanan geniş Ortadoğu coğrafyasında, bölgenin gerici diktatörlükleri, emperyalizmle birlikte halkların başının belası durumundadır ve barış mücadelelerinin önünde de ciddi bir tehdittir.

Sadece ABD ve İsrail’e karşı çıkıp, Türkiye’de Kürtlerin mücadelesine kayıtsız kalmak, nasıl ki barıştan yana demokratik bir tutum değilse, Kürt sorununun çözümü için Türkiye’nin gerici egemenleri ile mücadele edip, ABD ve İsrail’in Ortadoğu’nun diğer halklarını ezen tutumuna ve Türkiye’nin emperyalizme bu yönde destek vermesine kayıtsız kalmak da, bir o kadar kabul edilemezdir.

Ortadoğu’nun en güçlü ülkelerinden biri olan ve Ortadoğu’daki diğer komşu ülkelerini de etkileme potansiyeli bulunan Türkiye’de barış savunucuları, Lübnan’a asker göndermeyi engellemeye çalışırken, Kürt sorununun demokratik bir tarzda çözümü yolunda devrimci bir iradeyi ortaya koymak durumundadır. Emperyalizme boyun eğmeyen ve kendi temel sorunlarını çözmüş olan bir Türkiye, Ortadoğu’da komşu halkların emperyalizmden bağımsız mücadelesi konusunda da ciddi bir moral kaynağı olacaktır.

Belki bu, kısa vadede gerçekleşmeyecek bir hedef olarak görülebilir. Ancak bunun mücadelesini sürekli kılmak da, hem Türkiye’nin, hem de Ortadoğu’nun geleceği bakımından devrimci ve değiştirici bir çaba olacaktır. Dünya tarihi boyunca büyük dönüşümler, büyük devrimler, uzun mücadelelerin sonucu olmuştur. Dolayısıyla Ortadoğu’da halkların bayramı olacak büyük barışı kazanmanın yolu da, bu mücadelenin devrimci bir kararlılıkla sürdürülmesinden geçmektedir.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑