İsrail’in; bir askerinin HAMAS tarafından esir alınması üzerine, Filistin topraklarında başlattığı “asker kurtarma operasyonu”nu Filistin kentlerini ve ulaşım sistemini fiziki olarak yok etmeye, bakanlar ve milletvekillerini tutuklamaya kadar götürmesi bile; “İsrail’in bir asayiş operasyonu”, “ama biraz aşırı tepkiye kaçmış bir operasyon” ve en ileri noktada “orantısız güç kullanma” olarak değerlendirildi. Ama çok geçmeden, iki İsrail askerinin de Lübnan Hizbullah’ı tarafından esir alınması gündeme geldi ve bu kez İsrail, Lübnan’a karşı, askerlerini “kurtarma operasyonu” olduğunu iddia ettiği askeri bir harekat başlattı.
Kısa sürede bu askeri operasyon; bir savaşa dönüştü. Çünkü bu askeri harekat; İsrail hava kuvvetleri, topçuları ve zırhlı birliklerinin, Lübnan’a yönelik saldırılarını giderek koordineli bir biçimde artırdıkları bir işgal ve yok etme harekatına dönüştü. Lübnan’a yönelik saldırı bir aydan fazla (34 gün) sürdü ve İsrail, kaçırılan iki askerini kurtarmak dahil, amaçladığını ilan ettiği hedeflerin hiç birisine varamadan, saldırılarını durdurmak zorunda kaldı.
Gerek Filistin gerekse Lübnan’a yönelik İsrail saldırılarının görünen ilk özelliği; saldırıların bu iki ülkede de su ve akaryakıt depoları, elektrik santralleri, yiyecek ve ilaç depoları gibi insanların en hayati ihtiyaçlarını yok etmenin yanı sıra sivilleri kitle halinde öldürmeyi de amaçlamaktan çekinmeyen bir hareket olarak ortaya çıkmasıydı. Bu iki harekatın bir diğer özelliği de, yolları, köprüleri, hava alanlarını kullanılmaz hale getirerek kentleri birbirinden soyutlamak, Filistin ve Lübnan’ı fizik bakımdan parçalamaktı. Birbirleriyle bağlantısı koparılmış bölgelerde “ayrı kuralları” geçerli kılmak –bu, iki harekatın da amacı olarak gözlendi.
Öte yandan İsrail, Filistin’de bakanlar ve milletvekilleri ile seçilmiş belediye başkanları dahil yetkilileri tutuklarken, devlet binalarını da hedef alarak; aslında Filistin devletinin en temel fiziki dayanaklarını yok etmeyi amaçladı. Bir başka söyleşiyle, İsrail’in, Filistin’e saldırısıyla, baştan beri istemediği HAMAS hükümetini devirip Filistin devletini işlevsiz hale getirmeyi, bir kaosa sürüklemeyi amaçladığı, saldırının üstünden geçen süre uzadıkça daha iyi görülmeye başlandı.
İSRAİL SALDIRISI BİR ASAYİŞ OPERASYONU DEĞİLDİ
İsrail saldırısı, Filistin’de gerçekleştirdiği vahşi yıkım ve katliamlara karşın, burada kalsaydı, beş yıl önce Filistin’deki, Cenin’deki katliamın genişletilmiş bir hali; İsrail barbarlığının yeni bir örneği olarak görülebilirdi. Ancak harekatın Lübnan’a genişletilmesi ve Güney Lübnan halkının tümüyle bölgeden sürülerek mülteci durumuna getirilmesine varan bir saldırıya ve Güney Lübnan’ın köylerinde, kentlerinde taş üstünde taş bırakmamayı amaçlayan bir yıkma ve katletmeye dönüşmüş olması, İsrail’in; bir asayiş ve kendi güvenliği ile ilgili bir askeri operasyonu çok aşan, en azından bölgede güç dengelerini değiştirecek sonuçlar doğuracak bir askeri plana göre hareket ettiğini gösterdi. Bu askeri hareket içinde İsrail sivil halkı hedef alırken, aynı zamanda, kentler arasındaki ulaşımı da kesmiş, bombalanan bölgelere uluslararası yardımların (ekmek, ilaç ve öteki insani yardımların) iletilmesini de önleyerek, pis savaş yöntemlerinin hepsini devreye sokmuştur.
Sivilleri hedef alan saldırganlığının; sivil halkın, çocuk-yaşlı denmeden tepesine bomba yağdırılmasının yanı sıra İsrail; halkın açlığa, susuzluğa, ilaçsızlığa, elektriksizliğe, barınaksızlığa mahkum edilmesini de, “İsrail halkının güvenliği için gerekli, haklı ve meşru bir savunma eylemi” olarak göstermiştir. Lübnan’ın nüfusunun üçte birinden fazlasını oluşturan Güney Lübnan halkının ise “Lübnan halkı değil Hizbullah halkı” olduğunu öne sürerek, insanlık düşmanı eylemlerine haklılık kazandırmayı amaçlamıştır.
Bu girişimiyle ve bu girişimine gösterdiği gerekçelerle İsrail; askeri bakımdan yakın hedefini, Hizbullah’ı silahsızlandırmak ve böylece tasfiye etmek olarak ilan ediyordu. Bunu başarmak için de, öncelikle, Hizbullah’ın içinde barındığını iddia ettiği Güney Lübnan’daki sivil halkı bölgeden sürerse, Hizbullah’ın birkaç bin gerilla olarak ortada kalmasını sağlayacağını planlamıştı. Çünkü böylece İsrailli generaller; ağır silahlarla donatılmış, üstün eğitim ve savaş yeteneğine sahip İsrail ordusunun, hafif silahlı ve halktan tecrit olmuş birkaç bin kişiyi kolayca ezebileceğini düşünüyorlardı. Böylece İsrail hükümeti ve ordusu ilk askeri zaferini kazanacak, arkasından da yeni hedeflere yönelmek için maddi ve manevi bakımdan çok önemli avantajlar elde edecekti!
Lübnan’a yapılan İsrail saldırısı bir aydan fazla sürmüş; bin yüzden fazla sivil öldürülmüş, 750 bin-1 milyon arasında insan da sürgün edilmiştir. Şimdilik yapılan tahminler, Lübnan’ın 8 milyar dolarlık maddi kaybı olduğu doğrultusundadır.
Beyrut’un Güneyi başta olmak üzere, bölgedeki kentler tahrip edilmiş, rafineriler, su kaynakları bombalanmış, Akdeniz; Beyrut Limanı’ndaki rafinerinin akaryakıt depolarının bombalanması ve akaryakıtın limana akması nedeniyle tarihinin en büyük çevre kirliliği ile karşı karşıya kalmıştır. Kirliliğin Türkiye kıyılarını kapsaması da beklenmektedir.
Bu bir aylık savaşta; Filistin ve Lübnan’ın bütün sivil hizmet kaynakları tahrip edilmiştir.
Peki İsrail açısından durum nedir?
ABD ve Batılı emperyalistlerin şımarık çocuğu İsrail, bugüne kadar bölgede hep istediğinden fazlasını, önceden öngördüğünden çok daha kolay bir biçimde elde eden bir ülke olmaya alışmıştır. Ancak Lübnan’a saldırısı, İsrail’in istediği hedeflerin yakınına bile varamaması bir yana, beklediğinden çok daha pahalıya mal olmuştur. İsrail; giriştiği askeri harekatın en somut ve en yakın hedefi olarak belirlediği Hizbullah’ı silahsızlandırma amacını gerçekleştiremediği gibi, Hizbullah’ın halk indindeki itibarını güçlendiren (sadece Lübnan’da değil, tüm İslam dünyası içinde ve tüm emperyalizm karşıtı güçler nezdinde) bir sonuçla yüz yüze kalmıştır. Bu yüzdendir ki; bölgeye yerleştirilecek “barış gücü”ne asker vermek isteyen ülkeler, “Hizbullah’ın silahsızlandırılması”na yanaşmamaktadır. Bu, Hizbullah’la çatışmaktan çekindiklerinden olduğu kadar, aynı zamanda, Hizbullah’ın kazandığı meşruiyet nedeniyledir de. Dahası İsrail, aynı zamanda, askeri bakımdan büyük kayıplar vermiştir. Nitekim İsrail ordusu ve hükümeti; daha savaşın ilk günlerinde, “beklediklerinden daha büyük bir dirençle karşılaştıklarını” itiraf etmişlerdir.
Hayfa’nın, hatta Tel Aviv’in bile Hizbullah saldırılarının dışında kalamayacağının görülmesiyle, “Biz organize ve üstün askeri gücümüzle saldırır yok ederiz, Araplar ağlar, beddua eder” diye düşünen İsrail için, artık bu dönemin sona erdiği ortaya çıkmıştır.
Bu gelişme, Arap dünyasının İsrail’le mücadeleye bakışını değiştirmiştir. 7 Ağustos’ta Beyrut’ta toplanan Arap Birliği Dışişleri Bakanları toplantısında konuşan Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim: “Hizbullah güç dengesinin İsrail’den yana olduğu fikrine son verdi. Suriye İsrail’den gelecek her türlü saldırıya hazır ve hemen yanıt verecektir” değerlendirmesi yapmaktadır.
Beklediğinden daha sert, daha donanımlı ve daha savaşçı bir Hizbullah’la karşılaşan İsrail’in, Lübnan topraklarından Hizbullah’ı söküp atamak için giriştiği her hamlede, en seçkin “özel kuvvet” birlikleri, önce askeri, sonra da siyasi bakımdan ağır sonuçlar doğuracak kayıplar vermiştir. Öyle ki, İsrail; harekatı yöneten komutanlarını değiştirmek, Genelkurmay Başkan Yardımcısı Moşe Kampriski’yi askeri harekatın başına getirmek zorunda kalmıştır.
Ve 34 günlük çatışmalar sonrasında, İsrail hükümeti ve generalleri, BM’den yapılan alçak sesli bir “ateşkes”e kurtarıcı olarak sarılıp; çatışmaları durdurmuşlardır.
Bölgede çatışmaların durmasının hemen arkasından ise, bir yandan “zafer kazandık” diyen İsrail’in askeri ve sivil yetkilileri, öte yandan da bu harekatın başarısız sonuçlanmasına yol açan kararları alan yetkililer hakkında soruşturma açılması için harekete geçmişlerdir. Ancak hükümetin “askeri yetkililer hakkında soruşturma açması” da, İsrail’in uğradığı şoku karşılamaya yetmemiş görünmektedir. Binlerce “yedek asker”; imzaladıkları bir dilekçeyle askeri ve siyasi yetkileri suçlayarak, “savaşma isteklerin köreltildiğini” belirtip, buna neden olan askeri ve siyasi sorumluların cezalandırılmasını istemişlerdir.
ABD VE İSRAİL, GOP İÇİN YENİ BİR HAMLE OLARAK LÜBNAN’A SALDIRDI
Çatışmaların durması sonrasında, hem İsrail hem de Hizbullah kendilerinin zafer kazandığını ilan ederek kendi tarzlarında kutlamalar yaptılar.
Eğer İsrail’in amacı Filistin’in alt yapısını tahrip etmek, HAMAS hükümetine bir gözdağı vermek ya da Filistin topraklarına canının istediği zaman girip çıkacağını göstermek olsaydı, İsrail Filsitin’e girmekle bir zafer kazanmıştır!
Eğer İsrail Lübnan’a, “Hizbullah’ı içinizde barındırırsanız, ben de başınıza bombalar yağdırırım; evlerinizi, hastanelerinizi, su kaynaklarınızı, enerji sistemlerinizi yakar yıkarım” demekle sınırlı bir operasyon amaçlamış olsaydı, İsrail Lübnan’da zafer kazanmıştır!
Ya da Hizbullah; amacı İsrail’i Lübnan’dan püskürtmek ve onu geri çekilmeye zorlamak olsa, en azından şimdilik bir zafer kazanmıştır!
Ancak, kimin kazandığını, kazanılanın ne kadar olduğunu anlamak için, önce tarafların amaçlarının ne olduğuna bakmak ve özellikle de girişilen askeri harekatın amaç ve hedeflerini doğru belirlemek gerekmektedir. Bu yüzden de; asıl olarak, İsrail’in bölgede yarım yüzyıldır üslendiği misyon ve Filistin’de başlatılıp Lübnan’a yayılan saldırısının hangi büyük planla bağlantılı olduğunu anlamak gerekir. Çünkü, Hizbullah, sonuçta yerel bir güç olarak, kendisinin topraklarına yönelen bir saldırıya yanıt vermek durumunda kalmış bir güçtür. Dolayısıyla bölgede çatışan emperyalistlerin ve bölge gericiliklerinin planlarına doğrudan bağlı olmadan hareket etmesi nedeniyle, Hizbullah’ın eyleminin (direnişinin) yarattığı sonuçları da İsrail saldırısı ve bu saldırının yol açtığı gelişmeler belirlemiştir.
Şöyle ki, bu yazının giriş bölümünde belirtildiği gibi; İsrail; Filistin altyapısını çökerten, hükümet binalarını savaş uçaklarının, tankların saldırı hedefi yapan, yüzlerce sivilin öldürülmesi ve yaralanmasına yol açan, bakanları, milletvekillerini, belediye başkanlarını tutuklayıp İsrail’e götürmesine kadar genişleyen saldırın nedenini; “bir erin Filistinli militanlar tarafından kaçırılması” olarak göstermiştir. Dolayısıyla Filistin’e yönelik saldırı “bir asayiş sağlama operasyonu” olarak benimsetilmeye çalışılmıştır..
Lübnan’a yönelik ve yukarda belirtilen genişlikte, 34 gün süren askeri harekatın nedeni olarak da İsrail, Hizbullah’ın iki İsrail askerini kaçırmasını gerekçe olarak göstermiştir.
Ancak olup bitenlere daha geniş bir açıdan bakıldığında; İsrail’in giriştiği askeri harekatın aslında ne askerleri kurtarma ne de genel olarak bu iki ülkede İsrail karşıtı güçlere gözdağı verme amaçlı bir “asayiş operasyonu olmadığı” anlaşılmaktadır. Tam tersine, İsrail’in, ABD-İngiliz mihrakının Ortadoğu’yu yeniden şekillendirme amaçlı olarak öne sürdüğü “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi”yle bağlantılı bir askeri hamlenin uygulayıcı olduğu görülmektedir.
Bunun işaretleri şunlardır:
1-) Lübnan’a yönelik İsrail saldırısının bir-bir buçuk yıl önce planlandığı, bu planın ABD ve İngiltere tarafından da onaylandığı ortaya çıkmıştır. ABD’de yayınlanan San Francisco Chronicle gazetesine bilgi veren İsrail Bar-Ilan Üniversitesi’nden siyaset bilim profesörü Gerald Steinberg, “1948’den beri yaşanan İsrail savaşlarında, İsrail’in en hazırlıklı olduğu, buydu” diyor. Steinberg, “Bir anlamda savaş hazırlıkları Mayıs 2000’de, İsrail’in Güney Lübnan’dan çekilmesinden hemen sonra başladı. 2004 yılında, şu andaki askeri saldırı kampanyası çoktan planlanmıştı. Son iki yıl içinde ise, masa ve kağıt üzerinde simüle edildi ve mükemmelleştirildi” diye açıkladı. Bu açıklamalar ve bu planın 2004’te Bush ve Blair tarafından da onayladığı haberleri yalanlanmadı.
2-) Bu saldırının başlamasından birkaç gün sonra (21-22 Temmuz 2006’da) bölgeye gelen, Tel Aviv ve Beyrut’u ziyaret eden ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice; “Artık yeni bir Ortadoğu’dan söz etmenin zamanıdır” diyerek, girişilen saldırının GOP’la bağlantılı bir planı hayata geçirmek için başlatıldığını, bu hamle ile, amaçlarını açıkça itiraf etmekten çekinmeyecekleri ileri bir mevziye yerleşeceklerini bütün dünyaya ilan etmeyi amaçlamıştır.
3-) ABD ve İngiltere, BM’de İsrail’e karşı tüm tepkileri ve bir “ateşkes çağrısı” için yapılan tüm girişimleri, “İsrail önceden belirlenen amaçlarına varmadan bir ateşkesin anlamı yoktur” diyerek geri çevirmişlerdir. Böylece, bir kez daha, İsrail saldırısının Ortadoğu’ya yönelik kendi planlarının bir parçası olduğunu ifade etmişlerdir.
Şu açıkça görülmektedir ki, İsrail, kendi saldırganlığını savunmak için kendisine özgü nedenler öne sürse bile, gerçekte, Lübnan’a yönelik İsrail saldırısı, Irak’tan sonra, ABD-İngiltere bloğunun Ortadoğu’da “yeni bir düzen kurmak” adına geliştirdikleri, GOP’un gerçekleşmesi doğrultusunda atılmış ikinci büyük ve somut hamledir demek gerçeği ifade etmek olur. Dolayısıyla; sorunu İsrail’in bir “asayiş harekatı”na indirgemek, İsrail’in bataklıkta tüfekle sivrisinek avlayacak kadar pusulayı şaşırdığına inanmak anlamına gelir. Ki, böyle bir durum söz konusu değildir. Tam tersine, İsrail; ne yaptığını, nereye varmak istediğini bilerek yola çıkmıştır, ama o, Hizbullah’ı halkla bağlantısı olmayan, marjinal bir terör örgütü olarak görme gafletine düşmüştür. Dahası İsrail, en azından Irak’ın işgalinden beri Ortadoğu’da ve mazlum halklar arasında hızla büyüyen Amerikan-İsrail karşıtlığının maddi bir güce dönüşmesinin ağırlığı altında kalmıştır. İsrail’in ilk hedefi olan Hizbullah’ı yok etme (ya da silahsızlandırma) konusunda başarısızlığa uğraması, beklenmedik kayıplar vermesi, onu, dünya karşısında hem zalim hem de utanç verici bir askeri harekatın başarısız ülkesi durumuna düşürürken; aynı sonuçlar Hizbullah’ın zaferi olmuştur.
LÜBNAN’A SALDIRI BÖLGE ÜLKELERİNİ YENİ BİR SAFLAŞMAYA ZORLAMIŞTIR
Gelişmelere daha geniş bir açıdan bakıldığında, İsrail’in askeri harekatı ve Hizbullah’ın direnişinin, bölgede ve dünyada karşıt güçlerin mevzilenmesinde önemli bir aşamaya karşılık geldiğini göstermiştir.
Filistin’de HAMAS’ın seçimleri kazanması, Irak’ta işgalcilerin hedeflerine ulaşmak bir yana her gün durumlarının daha kötüye gitmesi ve Bush-Blair yönetimlerine karşı kendi ülkelerinde bile tepkilerin artan bir seyir izlemesi, İran ve Suriye üstündeki diplomatik ve ekonomik baskıların sonuç vermemesi gibi etkenlerin yanı sıra, petrol başta olmak üzere, dünya ekonomisinin kırılganlıkların artması ve ABD’nin saflarında oluşan “disiplinsizlikler”; ABD ve İngiltere’nin kendi saflarını ve cephe gerilerini sağlamlaştırmak için yeni bir hamle ya da hamleler yapmasını zorunlu kılıyordu. Lübnan’a saldırı, bu ihtiyacın bir “gereği” olarak ortaya çıktı.
Şöyle ki;
1-) ABD-İngiltere-İsrail bloğu, uluslararası planda, Lübnan’ı, Ortadoğu’ya müdahalenin yeni bir sıçrama tahtası olarak, yeniden yapılandırmayı amaçlamışlardır. Çünkü, “Hariri suikastı” sonrasında yaratılan kaos; Suriye askerlerinin Lübnan’dan çıkarılması ve Lübnan Hükümeti’nin Batı yanlısı bir hükümet olarak yeniden biçimlendirilmesi ile sonuçlanan gelişmeler, Lübnan’ın GOP’un bölgedeki bir “üssü” olarak kullanılmasına yetmemiştir. Bunu engelleyenin, Hizbullah’ın Lübnan’da kazandığı askeri ve siyasi otorite olduğunu görmüşlerdir.
2-) Lübnan’a müdahale eden İsrail ve arkasındaki güçler; Irak’ın işgalinden beri, bölgedeki güçler mevzilenmesinde, Lübnan’a bir müdahalenin, önce Suriye, sonra da İran’la karşı karşıya gelmek olduğunu biliyorlardı. (Lübnan’ı da bundan dolayı hedef seçmişlerdi zaten.) Bu yüzden, daha müdahalenin başından itibaren Hizbullah’a yöneltilen her suçlamayı, “Hizbullah’ın arkasında İran ve Suriye var. Onlar silahlandırıyor; onlar eğitiyor, İsrail’e onlar saldırtıyor” demeye kadar vardırmışlardır. Suriye ve İran da, Hizbullah’ı kendilerinin silahlandırıp eğittiğini reddetmişlerdir, ama “Hizbullah demek Lübnan halkı demektir” diyerek, Hizbullah’ın hedeflerin savunmuş, başarısı için onu destekleyeceklerini açıkça ilan etmişlerdir. ABD-İngiltere-İsrail bloğu ile İran ve Suriye, Hizbullah üstünden karşı karşıya gelmişlerdir.
3-) Bu saldırıyla, Arap-İslam dünyasındaki bölünme derinleştirilmiştir. İsrail saldırıları karşısında tam bir suskunluk gösteren Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’in sergilediği pasif tutum ülkesinde de tepkiyle karşılanmasına karşın, Mübarek; “Lübnan veya Hizbullah’ı korumak için Mısır’ın savaşa girmesi çağrısında bulunanlar, dış maceraların bittiğini anlamıyorlar” diyerek, İsrail’e destek anlamına gelen açıklamalar yapmıştı.
Bölgenin en Amerikancı yönetimlerinden birine sahip olan Suudi Arabistan, İsrail operasyonunun 3. gününde, krizden “Lübnan içindeki unsurların” sorumlu olduğunu belirterek, çatışmalardan dolayı sert bir dille Hizbullah ile ona destek veren İran’ı suçladı. Suudi yönetimi, İsrail’in Filistin’e saldırısında da HAMAS’ı suçlamış; “Karıştırdıkları gibi düzeltsinler” demişti. Bölgenin bir diğer Batı güdümlü ülkesi olan Ürdün’ün Kralı Abdullah’ın tepkisi ise, BM’nin bölgeye acilen müdahale etmesini istemekle sınırlı kaldı. Ama bu müdahale isteğinde, Kral’ın endişesi, Lübnan’da olanlar değil; Arap dünyasında “radikalizm”in gelişmesi tehlikesiydi! 4 Ağustos’ta gelişmelere değinen Kral Abdullah, bunu, “Bu saldırı sürerse ılımlılar zarar görecek. Hizbullah halkın gözünde bir kahraman düzeyine yükseldi. Bu süreç uzarsa, benim ülkemde de huzursuzluklar ortaya çıkabilir.” biçiminde ifade etti.
Arap ülkelerinin başlıcalarının bu tutumu; Arap Birliği’nin toplantısında da kendini gösterdi. İsrail’in Lübnan’a saldırısından 4 gün sonra, 18 ülkenin katılımıyla Mısır’ın Başkenti Kahire’de olağanüstü toplanan Arap Birliği Dışişleri Bakanları, konuyu BM’ye havale etti. Genel Sekreter Amr Musa’nın, sorunun Arap Birliği’nin sorunu olmasını isteyenlere yanıtı çok açıktı: “Biz dünyadan ayrı olamayız. Bu durumun çözüleceği merci BM’dir!” Arap Birliği’nin Beyrut toplantısından da, Lübnan Başbakanı’nın ağlayarak yardım istemesine karşın, hiçbir elle tutulur sonuç çıkmadı.
İslam Konferansı Örgütü (İKÖ)’nün durumu da, Arap Birliği ve Arap dünyasından daha iyi değildi. Savaşın başında bir türlü toplanamayan örgütün liderlerinin, sonunda, 3 Ağustos 2006’da Malezya’da yaptığı toplantı da, önemli Arap ülkelerinin liderlerinin katılmaması nedeniyle, sadece dokunaklı konuşmalar ve BM’ye aktif olma çağrısı yapılan bir toplantı olmayı aşamadı.
4-) “Büyükler”in Roma Konferansı da fiyaskoyla sonuçlandı. 2 Temmuz 2006’da, İtalya’nın başkenti Roma’da toplanan ve 14 ülkenin temsilcilerinin katıldığı konferans, ABD Dışişleri Bakanı Rice’ın İsrail’in ateşi kesmesine yönelik her öneriye karşı çıkması nedeniyle fiyaskoyla sonuçlandı. Konferans’ta ABD Lübnan’a NATO gücü gönderilmesi isterken, Fransa ve Rusya buna karşı çıktılar. Diğer bütün önerileri reddeden ABD, Konferans’tan herhangi bir karar çıkmasını da engelledi. Konferans’ın ertesi günü çıkan Lübnan’ın Es Sefir gazetesi, Roma Konferansı sonucunu, “ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, ateş etmeyi sürdürüyor ve Roma Konferansı’nı öldürdü” manşetini attı.
Avrupa basını Konferans’ın başarısızlığa uğramasından ABD’yi sorumlu tutarken, İsrail Adalet Bakanı Haim Ramon, toplantıyı, bu toplantıyla, Lübnan’daki operasyonlarını sürdürmek için gerekli izni aldıkları biçiminde yorumladı. Ramon, “Roma’da, Hizbullah Güney Lübnan’dan yok oluncaya ve silahsızlandırılana dek operasyonlarımızı sürdürmek için izin aldık” dedi. Roma Konferansı’nın başarısızlığa uğramasıyla, Avrupa ve ABD arasında bölge üstünde bir mücadele olduğu ve bundan sonra da olacağı Roma’da açıkça ortayı çıktı.
5-) Gerek Arap dünyasından, gerek İslam Konferans Örgütü’nden, gerekse Roma Konferansı’ndan İsrail’e “dur” diyebilecek bir karar çıkmamasının ana nedeni, ABD-İngiltere bloğunun, bu konferanslarla toplantılara katılan bütün ülkeler üstündeki baskıları ve giriştiği manevralardır.
ABD, Avrupa’ya ve İslam dünyasına; “Hizbullah teröründen yana mısın yoksa benden ve İsrail’den yana mı?” tutumunu dayattı. Ve savaşın sürdüğü 34 gün boyunca, ABD, bu saflaşma üstünden, İsrail’in en ağır silahlarla saldırılarını sürdürmesini sağlarken, çatışmaların durmasından sonra, kimlerle kimlere karşı mücadele edeceğini de netleştirmeye çalıştı. Ancak ortaya çıkan durumun ABD için parlak olduğu söylenemez. Çünkü, İsrail; kendisinden beklenen, Hizbullah’ı tecrit edip silahsızlandırma, en azından etkisizleştirme görevini yerine getirememiştir. Bu durumun, ABD’nin oluşturduğu cepheyi hayli hırpalayacağı anlaşılmaktadır. Çünkü Hizbullah, İsrail’e karşı savaşılamayacağı fikrini çok somut bir biçimde yıkmıştır. Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim, bunu; “Hizbullah güç dengesinin İsrail’den yana olduğu fikrine son verdi” diyerek belirtmiştir.
Lübnan’da Hizbullah’ın başardığı şey, sonuçta, saldıran İsrail’e karşı direnmek gibi, herhangi bir askeri çatışmada her an olabilecek sıradan bir iş gibi görünmektedir. Ama bu çatışma, varlığını ve meşruiyetini komşularına karşı askeri güç kullanma temeline oturtmuş bir devletle yapılmışsa; bu, “mahallenin kabadayısı”na, mahalleden “bir gariban”ın sokak ortasında, tüm öteki ondan çekinenler önünde kötek atması gibi önemli bir sonuç doğurmaktadır.
Dolayısıyla bu 34 günlük mücadelede, ABD ve İsrail tarafı hiç ummadıkları bir yenilgi alırken; İsrail’e karşı son 60 yıl içinde kazanılmış en küçük bir askeri başarı bile, Arap dünyası başta olmak üzere, tüm dünyada anti-Amerikan, anti-emperyalist güçler için moral kaynağı olmuştur. Amerikancılığı varlıklarının ve geleceklerinin dayanağı gören geleneksel Arap aristokrasisi ise şimdi daha umutsuzdur ve geleceğe daha büyük bir endişeyle bakar hale düşmüştür.
İSRAİL BU AŞAĞLANMAYI HAZMEDEBİLECEK Mİ?
Lübnan’da olanların, sadece Arap-İslam dünyasında değil, bütün dünyada ABD ve emperyalizme karşı güçlere moral veren, onları cesaretlendiren bir gelişme olduğunu söylemek abartı olamaz.
ABD’nin İsrail’in Lübnan’a saldırısı üstünden yarattığı baskıyla, önce Ortadoğu’da, sonra da dünya ölçüsünde dayattığı saflaşma ABD’nin yandaşları arasında bir kargaşaya yol açarken, karşıt safları sağlamlaştıran ve onlara güç veren sonuçlar doğurmuştur.
Peki ABD ve İsrail bunu hazmedebilecek mi?
İlk bakışta, İsrail; çatışmanın durması için BM karar almadan birkaç gün önce bile; “Henüz hedeflerimize varmadık. Hizbullah’ı silmeden durmayacağız” gerekçesini öne sürerek, “kara harekatını genişletme” kararı almıştı. Ama, bir kara harekatı için giriştiği daha ilk adımda savaşın en fazla zayiatını verince, ABD ve İsrail, BM’nin çağrı yapmasını bloke etmekten vaz geçtiler ve hızla BM’nin çatışmaların durdurulması çağrısına uyacaklarımı açıkladılar. Ve çatışmaların hemen sonrasında, bu savaşta başarısızlığın faturasının kesilmesi için soruşturma açıldı; ama ilk şaşkınlıktan sonra, İsrail’in ve ABD’nin, prestijlerini kurtarmak için yeni hamleler yapacakları ve bu yenilginin acısını çıkarmak için daha saldırgan ve daha çok güç kullanan saldırılarda bulunacaklarından kuşku duyulamaz. Çünkü, Lübnan’da Hizbullah’ın kazandığı başarı, sadece küçük (ama önemsiz değil) bir çarpışmaya özgüdür. Bu yüzden de, yenilmiş, acı veren yaralar almış, ama savaşma gücünü yitirmemiş saldırganın yeni saldırılar yapması, bugün, düne göre daha büyük bir ihtimaldir. Onun içindir ki, bugün bölge, düne göre, çatışmalara daha çok gebedir. Bu nedenle; çatışmaların durmasından sonra, herkes, her gün yeni çatışmalar beklemeye devam etmektedir. İsrail de, yeni bir saldırı için fırsat kolladığını her vesile ile belli etmekten geri durmamaktadır. Bu saldırlar, bir yandan Lübnan ve Filistin’de dolaysız askeri harekatlar biçiminde olabileceği gibi, Suriye ve İran’a yönelik ambargo ve baskıların artırılması, kuşatmanın sıkılaştırılması amaçlı çeşitli girişimler biçiminde de olabilecektir. Örneğin beş İran ve bir Suriye uçağının Türkiye tarafından inişe zorlanması ve aranması, bu kuşatmamın sıkılaştırılacağı, Türkiye ve öteki bazı ülkelerin de bu suça ortak edileceği ve bölge ülkelerinin arasındaki gerginliğin artırılması için çaba harcanacağının işaretlerindendir.
Aslında bu durum, İsrail’in de, öteki bölge ülkeleri gibi normal bir ülke olması için bir fırsattır. Ama bir yandan Siyonizm’in, öte yandan ABD’nin bölgedeki amaçlarıyla kendi varoluşunu bütünleştirmiş olan İsrail egemenleri için olup biteni hazmetmek güçtür. Çünkü; olup biteni kabul etmek, çıkarlarını zorla ve karşısındakini ezerek dayatmak değil, ama bölge halklarıyla uzlaşarak varlığını meşrulaştırmaya yönelmek, İsrail için normalleşmenin kapılarını açabilecek tek yoldur. Bu, aynı zamanda, bölgede barışın asgari şartıdır. Ancak yediği tokadın, İsrail’in aklını başına getirmek yerine, onu, intikam almaya yönelteceğinin işaretleri çok daha fazladır.
Bu yüzden de, şimdi bölge, düne göre provokasyonlara, yeni çatışmalara daha açık hale gelmiştir. Türkiye’nin ABD ve İsrail’le suç ortaklığı yapmak için, giderek İran, Suriye, Lübnan ve Filistin’e giden her geminin, her uçağın, her TIR’ın aranması, sonra bu ülkelere giden araçların sınırlandırılması, ticaret sınırlandırmaları vb. gibi konularda öne çıkarılmasına, bölge ülkeleri arasında gerginliklerin artması için diplomasi ve öteki alanlardan zorlamalar yapılacağına tanık olmamız sürpriz olmaz.
EMPERYALİST STRATEJİ İÇİN ‘YENİ’ SEÇENEK: SÜNNİ-Şİİ ÇATIŞMASI
ABD-İngiltere-İsrail bloğunun bölgede yeni saflaşmaları zorlarken; akıllarında –hem asıl niyetlerini perdelemek hem de sahte saflaşmalar üzerinden işlerini kolaylaştırmak üzere– bir Sünni-Şii çatışması olduğu ve böyle bir çatışmanın hazırlığı içinde olduklarının ipuçları da ortaya çıkmıştır.
Lübnan’daki sıcak gelişmelerin gündemin gerisine ittiği Irak’taki gelişmelerin hızla bir Sünni-Şii çatışmasına doğru seyretmesi, emperyalizmin stratejistlerinin geleneksel ama bir süredir geriye ittikleri bir seçeneklerini de öne çıkarmış bulunuyor.
Aslına bakılırsa, ABD’nin Irak’ı işgali sırasında emperyalist stratejistlerin önemli bir bölümü bu işgalin en çok İran’ın işine yarayacağını, çünkü İran’ın böylece, daha önce Saddam Hüseyin tarafından baskı altında tutulan, Irak’ın nüfusunun yüzde 65’ni oluşturan Şiiler üstündeki etkisini rahatça kullanarak Irak’ta egemen hale geleceğini öne sürmüşlerdi.
Ancak ABD yönetiminin Sünniler, Şiiler ve Kürtler’den oluşan “Amerikancı bir Irak” kurma amaçlı işgali, en azından geçtiğimiz üç yıl içinde başarıya ulaşmamıştır ve giderek de bu amacı gerçekleştirmeleri güçleşmektedir. Tersine, Irak’ta Şiilerden de Sünnilerden de beklediği desteği bulamayan ABD, kendi silahlı güçleriyle kontrol ettiği merkezi kentlerde bile “asayişi” sağlayamayınca, bir Sünni-Şii çatışmasının önünü açacak bölünmeleri tahrik etmeye yönelmiştir. Son aylarda, Şiiler ve Sünniler arasındaki çatışmalarda ayda bin kişiden fazla insan ölmektedir. Öte yandan da hem Şiiler hem Sünniler ABD’ye karşı da direnmektedirler, ama gidişat, Irak’ın bir Sünni-Şii çatışması temelinde bölüneceği doğrultusundadır. Böylece 1991’de, Körfez Savaşında çizilen sınırlar, şimdi Irak’ın üçe bölünmesinin sınırları olarak biçimlenmektedir.
Öte yandan Lübnan’daki Şii Hizbullah’ın başarısının ardından, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri’nde önemli bir nüfus oluşturan Şiilerin de hareketlenmesi ve Amerikan egemenliğinin temellerini oluşturan ve petrol yataklarının üstüne oturmuş bu ülkelerde Şiilerin ayaklanmaları uzak bir ihtimal olmaktan çıkmıştır.
Bölgenin bütünü açısından bakıldığında; Şii İran, Nuseyri (Alevi) Suriye (Suriye’nin tercihinin İran’dan yana olduğu ortadadır), Şii Hizbullah ile varlığı İsrail-Amerikan planlarına karşı mücadele etmeye bağlanmış olan Filistin bir mihrak oluşturmaya yönelirken; politik tutumları Amerikancılık olan Sünni İslam devletleri; Mısır, Suudi Arabistan, Körfez Emirlikleri ve Ürdün, bölgedeki Amerikancı mihrakı biçimlendiren bir ittifak oluşturmaya yönelmişlerdir. Irak’taki gelişmelerle, Irak’ın da kendi iç bölünmüşlüğüne bağlı olarak ittifaklar içinde yan tutacağını beklemek gerekir.
Şu bir gerçek ki; ABD’nin –işgal ve egemenliğini gizlemek üzere– “Yeni Ortadoğu Düzeni”nin temeline koyduğu “Ilımlı İslam-Radikal İslam” karşıtlığı üstünden geliştirilen politikalar, ABD’nin, bölgeyi kendi istediği doğrultuda yeniden biçimlendireceği gücü bir araya getirmeye yetmemiştir. En azından, bu bölünme üstünden oluşturulacak bir Ortadoğu stratejisi çekiciliğini yitirmiştir. Bunun yerine; Ortadoğu’nun tarihsel gerçekleriyle sıkı bağlantı içinde bir Şii-Sünni karşıtlığı ve bu iki büyük gücün üstünden yaratılacak bir bölünmeyle, ABD, yeni bir saflaşma zorlamasına girişebilir. Emperyalist stratejistlere göre, ABD; Suriye ve İran’a karşı, sadece işbirlikçisi Arap-İslam hükümetlerine değil, Ortadoğu’nun geniş halk yığınlarına da bu bin 300 yıllık çatışmayı hatırlatıp yeniden alevlendirebilirse; Ortadoğu’ya kendi istediği düzeni vermek için yeni imkanlar yaratabilir.
Irak’tan Suudi Arabistan’a kadar geniş bir coğrafyada Şii İran’a karşı bir ittifak oluşturmak; bu ittifaka Sünni Türkiye’yi de katmak, ABD-İngiltere-İsrail eksenini bu geniş ittifakın üstüne oturmak için bir Şii-Sünni çatışmasını kışkırtmak, elbette ki, bugünkü kimi düşmanlıkları da dostluğa dönüştürmenin yolunu açacaktır. Bugün ABD’ye karşı en sert direnişi gösteren Irak’taki Sünnileri, Sünni/Vahabi El Kaide ve Taliban gibi örgütleri de yanına çekmeyi gerektirecektir. Bunun için, ABD’nin Saddam Hüseyin’le uzlaşması, El Kaide ve Taliban’la açıkça olamasa da eski ittifakını yenilemesi bile şaşırtıcı olmaz. Nitekim, Saddam’la bu doğrultuda kimi dolaylı görüşmeler yapıldığı da basına sızmaktadır.
Kısacası; emperyalist güçlerin bölgede bu tarihsel çelişki ile oynamaya yöneleceklerini gösteren tartışmaları ve belirtileri çoğalmıştır. Lübnan’daki başarısızlıkları, onların bu yönelişini daha da hızlandırabilecek etkenleri artırmıştır.
LÜBNAN SALDIRISI BM’YE KARŞI BİR OPERASYON OLARAK DA GELİŞTİ
LÜBNAN SALDIRISI TÜRKİYE’DE İSRAİLLEŞME HEVESLERİNİ KIŞKIRTTI
Lübnan’a saldırının, bir “yıldırım harekatı” olarak, amacına götürülerek bitirilememesi, bir yandan Roma Konferansı’nın, öte yandan da Arap Birliği ve İKÖ’nün topu BM’ye atması ile Lübnan saldırısı, BM’nin ne kadar acz içinde olduğunun bir kez daha ve çok dramatik bir biçimde ortaya çıkmasına neden olmuştur. BM’nin bölgedeki sivil görevlilerinin, BM’den yapılan uyarılara (İsrail, 6 saat içinde 10 kez, o bölgede BM görevlileri var diye uyarılmış) karşın İsrail tarafından öldürülmesi karşısında, BM Güvenlik Konseyi’nin, bu saldırıyı, ABD-İngiltere’nin vetosu nedeniyle kınayamaması, bir ateşkes çağrısı bile yapamaması, BM’nin misyonunu ve varlığını da yeniden tartışılır hale getirmiştir. Daha önce de, Somali’den Bosna’ya, Kosova’ya kadar sayısız katliamlar karşısında, ABD’nin gönlü oluncaya kadar hiçbir müdahale yapmayan BM’nin rolünü tartışmaya açmıştır. Bu yüzdendir ki; Lübnan’a yapılan saldırı, bir yanıyla da, BM’ye karşı bir “operasyon” olarak gelişmiştir.
Çünkü ABD-İngiltere, uzunca bir zamandan beri, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan BM ve onun şahsında oluşturulan (saldırıya uğrayan bir ülkenin kendisini savunma hakkı dışında tüm savaş ilanlarını hukuk dışı sayan) uluslararası hukukun değiştirilmesini istemektedir. Sosyalist ve kapitalist olarak bölünmüş dünyanın güç dengeleri içinde oluşturulan bu hukukun artık geçerli olmaması gerektiğini düşünen ABD-İngiltere, yeni güç ilişkilerine göre, BM’nin ve onun üstüne oturduğu uluslararası hukukun değiştirilmesini dayatmaktadırlar. Kendisi açısından zararına olacak BM kararlarına aldırmayan ABD (Irak’ı BM’nin olumsuz kararına karşın işgal etti), BM’yi bloke ederek, işe yaramadığını göstermeye çalışmaktadır. Nitekim; son 15 yıl içinde BM’nin içine düştüğü açmazları öne çıkaran 2003 Ağustos’unda İstanbul’da toplanan Dünya Felsefe Kongresi’nde, Kongre’nin “duayeni” olarak öne çıkarılan ünlü Alman düşünür Jurgen Habermas’ın okuduğu sonuç bildirgesinde, bu sorun, Kongre’nin ana sorunu olarak nitelenmiş; BM’nin birçok uluslararası olayda başarısızlıklarına işaret edildikten sonra; “demokrasi ve özgürlüklere saygı geleneği olan” (!) birkaç devlete, dünya barışını tehdit eden öteki devletlere karşı savaş açma hakkı tanıması için uluslararası hukukun yeniden gözden geçirilmesi savunulmuştu.
ABD Lübnan’daki dayatmasıyla, BM’nin işe yaramazlığını bir kez daha teşhir etmiştir. Bundan sonra atacakları adımın da bu doğrultuda, “Yeni Dünya Düzeni”ne uygun “yeni bir BM” dayatması olması da beklenmelidir. Nitekim Yücel Sayman, 6 Ağustos tarihli Evrensel’deki yazısında şunları söylemektedir: “Öyleyse Batı demokrasilerinin o kibirli devletleri neden sessizler, hatta İsrail’i desteklerler? Sanırım emperyalist güçlerin belirledikleri küreselleşme siyasetini meşrulaştıracak yeni bir uluslararası örgütlenmenin ve onun hukukunun yaratılmaya başlandığı bir süreci yaşıyoruz.”
İsrail’in Filistin ve Lübnan’da giriştiği saldırılar ve bölgede Amerikan karşıtlığın artması, Türkiye’yi yöneten güç odaklarını giderek daha çok zorluyor. Çünkü, bu güçler, bir yandan büyük Ortadoğu projesi ve “ikili anlaşmalar”la ABD ve İsrail’in bölgedeki stratejilerinin en sadık ve geleneksel müttefiki olma “sorumluluğu”nu taşırken, öte yandan da Türkiye halkının ABD ve İsrail’in bölgedeki saldırganlıklarına duyduğu tepkinin gazabına uğramanın korkusuyla İsrail’in katliamlarına karşı çıkmak (doğrusu, bu görüntüyü vermek) zorunda kalıyorlar.
Ancak bu iki yüzlü tutumla idare etmek, halka karşı takiyye yapmak giderek zorlaşıyor. Çünkü ortaya çıkan gelişmeler herkesi yeniden tavır alamaya, aldıkları tavrı da netleştirmeye zorluyor.
AKP Hükümeti’nin sözcüleri ve başbakan, konuşurken, bir tutum açıklarken, Türkiye halkının anti-Amerikan, anti-Siyonist tepkilerini hesaplayarak, konuşmalarının içine, İsrail’i eleştiren, Lübnan ve Filistin halkanı savunan, hatta HAMAS ve Hizbullah’ı bile meşru sayan cümleler koymak zorunda kalıyorlar. Ama öte yandan ABD ve İsrail’in tepkilerini çekmemek için de; dönüp, GOP’un içinde yer aldıklarını, ABD’nin bölge planlarınıan başarısı için çalıştıklarını eklemeyi ihmal etmiyorlar.
Ancak bütün bu “incelikler”ine rağmen, Türkiye, İsrail’in tepkisini çekmekten geri kalmadı. Lübnan’a ve Hizbullah’a silah ambargosunu Türkiye’nin deldiğini açıkça iddia eden İsrail’e karşı, ABD, “Hayır Türkiye öyle yapmadı, o, bu konuda üstüne düşeni yaptı” diye Türkiye’yi savunmak “zorunda” bile kaldı.
Filistin’e saldırıyla başlayıp, Lübnan’a saldırıyla bir savaş haline gelen İsrail saldırganlığı karşısında, geçtiğimiz 2 ay boyunca Türkiye’nin tutumu; geleneksel ittifakları ile halkın anti-Amerikan, anti-İsrail tepkisi arasında sıkışmaktan gelen bir “iki arada bir derede kalma” biçiminde olmuştur. Bu durumu aşmak için; AKP’den Genelkurmay’a, çeşitli sermaye partilerinden basına kadar ortak eğilimleri şöyledir:
1-) “Türkiye, PKK karşısında her gün ölüler verirken, başında yeterince büyük gaileler varken, bir de Lübnan’la uğraşamaz” gerekçesi arkasında Lübnan’a, Filistin’e açıkça destek veren ve İsrail ve ABD’nin Ortadoğu politikalarına karşı çıkan tutumlardan geri durmak gerekir. Bu çerçevede Lübnan’a asker gönderme konusu ABD ile Kuzey Irak ve PKK konusunda bir pazarlık konusu olmalı, ABD’nin atacağı adımlara göre, Lübnan’daki rolümüzü artırıp azaltmalıyız. (Bu görüş, CHP, Genelkurmay ve çeşitli milliyetçi çevrelerce savunulmaktadır, ama hükümet de bu tutumla çelişen bir noktada değildir.)
2-) Hizbullah (tabii HAMAS da) Şeriatçıdır; biz, “laik bir ülke” olarak, bu Şeriatçı güçlerle bir arada olmamalıyız. (Burada, AKP hükümetinin teorik olarak küçük itirazları olsa bile, pratikte, o da, bu tutuma katılır) Lübnan ve Filistin halkını desteklemek insani yardımlar biçiminde olmalıdır.
3-) Hizbullah ve HAMAS’ın ya da İran ve Suriye’nin Amerika ve İsrail’e açıkça karşı çıkan tutumuyla birleşmemeliyiz. Bizim tutumumuz, Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün gibi olmalı; HAMAS ve Hizbullah’ın aşırılıklarına karşı çıkarken, İran ve Suriye’nin Batı karşıtlığı ile de birleşiyor görünmemeye özen göstermeliyiz. Başka türlü davranmak, Amerika’nın bölge stratejisine karşı bir pozisyona düşmek, bizi Ortadoğu’da inisiyatif almaktan geri düşürür. Dahası, böyle bir politika, Suudi Arabistan ve öteki zengin Arap ülkelerinin Türkiye’ye “yatırımlar” yapmasını da engeller. Vb..
Türkiye’yi yöneten egemen güç odakları, bir yandan, yukarıda özetlenen gerekçelerle, ABD ve İsrail’e karşı çakan ülke ve mücadelelerden uzak dururken, öte yandan da, İsrail’in Lübnan’a saldırısı ve AB’nin bu saldırıya meşruiyet kazandırmak için öne sürdükleri “İsrail’in kendini savunmak için Hizbullah’ın üslendiği Lübnan’a saldırma hakkı vardır” iddiasına sarılarak; güncel durumdan, “Madem İsrail yapıyor, biz de Kuzey Irak’a girebilir, Kandil Dağı’nı bombalayabilir; kara birliklerini Irak topraklarına gönderebiliriz” sonucu çıkardılar. Bu faydacı, ilk bakışta pek uyanıkça görülen tez; Türkiye’nin İsrail’e karşı çıkarabileceği bütün dayanakları da ortadan kaldırıyordu. Onun içindir ki, AKP Hükümeti’nin sözcüleri ve Başbakan Erdoğan dokunaklı konuşmalar yaptılar, Lübnan’a bir miktar da ilaç ve gıda yardımı yapıldı, ama asıl olarak, İsrail’e karşı etkili olabilecek hiçbir ekonomik, siyasi-diplomatik girişimde bulunmadılar. Bu pasif tutumda, “İsrailleşme hevesleri”nin yükselmesinin etkileri olduğu da açıktır.
Önümüzdeki dönemin muhtemel gelişmeleri açısından bakıldığında; Türkiye’nin egemenleri açısından “iki arada bir derede” olmayı güçleştiren, manevra alanlarını daraltan etkinlerin giderek yükselmesi söz konusudur.
Bu güçlüklerden birisi, 55 yıldan beri ABD’nin müttefiki ve NATO üyesi olan Türkiye, son yıllarda laisizmin de aşırı öne çıkarılmasıyla baskılanan politikalarıyla, ABD-İngiltere-İsrail yörüngesinde hareket etmekte olmasıyla ilgilidir. Çeşitli güç odaklarından, konjönktürel olarak, bu çizgiyle çelişen kimi çıkışlar (Erbakan’ın İslam dünyasının liderliğine oynaması türünden) ya da halkın baskısıyla oluşan yönelişler (1 Mart Kararnamesi’nin reddi sonrasında oluşan durum) geçici ve rastlantısal olarak kalmaktadır. Dolayısıyla, bu geleneksel çizgiyle çelişen her yöneliş, ABD ve yanındaki güçler tarafından, hızla Türkiye’ye fatura edilmektedir. Bu yüzden de, ABD’nin (kuşkusuz İsrail’in de), stratejik ihtiyaçları bakımından, Türkiye’nin “idare eden bir noktada uzun süre kalması”na göz yummaları beklenmez.
Bölgedeki diğer önemli gelişme de, HAMAS ve Hizbullah’ın yükselişi, İran’ın “nükleer enerjini kullanılması” konusunda ABD ve AB’den gelen baskılara boyun eğmeyeceğini açıklayarak açık bir tutum almasıyla, bölgede emperyalist baskı ve müdahalelerin artacağına işaret eden gelişmelerdir. İran’a, Lübnan’a müdahale eder gibi müdahale edemeyecek olan ABD ve müttefiklerinin; burada, Türkiye’ye biçtiği rolü oynatmak için, Türkiye üstünde daha çok oynayacağını söyleyebiliriz. Özellikle de “Medeniyetler Savaşı” tezini, Ortadoğu’da “Ilımlı İslam-Radikal İslam” ayrımından, “Sünni-Şii çatışması”na doğru kaydıracak bir ABD’nin, Türkiye’yi Sünni cenahın liderliğine soyundurması sürpriz olmayacaktır. Burada, “Radikal İslam-Ilımlı İslam” ayırımına pek sıcak bakmayan AKP’nin, Sünni-Şii ayırımı üstünden bir saflaşmaya daha sıcak bakacağını gösteren işaretler de vardır. Çünkü; Irak’ın ABD tarafından işgali ve Türkiye’nin ABD’yi destekleyen tutumunun, AKP içindeki “tarikat mensubu” fraksiyonlar tarafından, “Şiiler’e Sünni Arapları ezmek için destek vermek” olarak yorumlandığı ve bu görüşün AKP içinde azımsanmayacak bir gücü olduğu bilinmektedir. Yine AKP içinde ve dışındaki dini çevreler içinde, Suriye’nin Nuseyri (Alevi) iktidarının Sünnileri ezdiği yönündeki görüşlerin yaygın olduğu ve Suriye’de bir Sünni ayaklanması konusunda ABD ile bu çevrelerin aynı görüşte olduğunu da biliyoruz. Bütün bunların ötesinde, Lübnan’a İsrail saldırısı karşısında, Türkiye, lafta İsrail’e karşı çıkarken, fiiliyatta İran ve Suriye uçaklarını Türkiye’ye inişe zorlayarak, bu ülkelere karşı dostça olmayan (İran bu tutumu hoş olmayan bir tutum olarak niteledi) bir tutumu benimsediğini göstermiştir.
ANTİ EMPERYALİZM VE DEMOKRASİ MÜCADELESİNİN İMKANLARI SON DERECE GENİŞLEMİŞTİR
Öte yandan, ABD’nin, Kuzey Irak’taki gelişmeleri ve PKK’yi Türkiye’nin İran’la karşı karşıya getirilmesi için bir pazarlık konusu yapması gayretleri de düşünüldüğünde, Türkiye’nin bölgede izleyeceği politikalar, bölgenin geleceği bakımından hayati önem kazanmaktadır.
Bütün bu nedenlerledir ki; Türkiye’de barış mücadelesi, Kürt sorununun demokratik bir biçimde çözümü, Türkiye’nin bölge halklarıyla, Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı temelinde birliği ve ABD ve İngiltere’nin bölgeye müdahalelerine karşı mücadele bir ve aynı mücadelenin değişik yönleridir ve süreç ilerledikçe, bu, daha çok böyle olacaktır. Ve elbette ki, bu rolün yerine gelebilmesi için; aralarında sürtüşüyor görünseler de ABD ve Türkiye’nin egemenlerinin politikaları etrafında birleşen egemen güç odaklarının değil, ama onlara karşı mücadele eden demokratik güçlerin, demokrasi isteyen Kürt ve Türk milliyetinden halkların ve Türkiye’nin her milliyetten emekçilerinin mücadelesinin yükseltilmesi; yığınların bu gerici politikaların karşısına dikilmesinde belirleyici olacaktır.
Çok açıktır ki; bölgeye müdahale eden ve egemenlik peşinde koşan emperyalist güçlerin ve Türkiye’nin her renkten egemen güçlerinin açmazı; bölge halklarının, Türkiye halkının ve emekçilerinin mücadelesinin ileri atılmasının olanaklarıdır. Ancak olanakların gerçek olabilmesi için, onların içinde bulunduğu açmazları kullanmak, emekçi sınıflar ve demokrasi mücadelesinin güçlerini birleştirmek, ekonomik, siyasi, ideolojik… hayatın bütün alanlarını kapsayan bir mücadelenin örgütlenmesi ve her somut durumu değerlendirerek, emekçi yığınları, halk güçlerini egemenlerin karşısına dikecek bir mücadele hattını kararlılıkla, cesaretle ve yaratıcı bir inisiyatifle hayata geçirmek gerekmektedir. Bu alanda bir adım atıldığında görülecektir ki; koşullar, dünyaya ve Türkiye’ye hükmedenlere sunduğu olanaklardan çok daha fazlasını bu sisteme karşı mücadele edenlere, anti-emperyalizm ve demokrasi mücadelesinin ilerletilmesinden yana olanlara, işçi sınıfına, kendi dünyasını kurmanın yolunu açma mücadelesi içinde olanlara sunmaktadır.
Bugün Türkiye’de “iki arada bir derede” manevra yaparak ayakta durmaya çalışan egemenlere karşı; İsrail’le ikili anlaşmaların iptal edilmesi, İsrail’e karşı diplomatik-siyasi bir tutum alınması, Lübnan ve Filistin’e saldırılarından dolayı İsrail’in cezalandırılması ve yaptığı tahribatın tazmin edilmesi, Ortadoğu’da barış ve halkların kardeşliği temelinde, tüm bölge ülkeleriyle dostluk, emperyalistlerin bölgeye müdahalesine karşı çıkma… talepleri etrafında bir mücadele, halk yığınlarının birleşmesi ve mücadeleye atılması için son derece önemli dayanaklar sunmaktadır.
Bizlerin görev ve sorumluluklarımızı yerine getirip getirmediğimizin ölçüsü de, bu hedeflere ulaşmayı esas edinen stratejimizden çıkan somut görevleri yerine getirmede göstereceğimiz başarı olacaktır.