Emperyalizme, Siyonizme ve Şovenizme Karşı Büyük Ortadoğu Barışı

Emperyalizmin, “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi” kapsamında, Ortadoğu’da giderek derinleştirdiği işgal süreci, İsrail’in Filistin ve Lübnan’a yönelik saldırılarıyla birlikte daha da boyutlanmış bulunuyor. ABD, Irak’a işgal sürecinde istediği düzeyde peşine takmakta zorlandığı Batının güçlü ülkelerini, Lübnan’a “Barış gücü” göndermek bahanesiyle, önemli ölçüde ikna etmiş görünüyor. Emperyalistler arası rekabet ve çıkar çatışmasının daha sonra bu süreci başka noktalara doğru evirme ihtimali varsa da, BM şemsiyesi altında Lübnan’a “barış gücü” göndermek konusunda varılan emperyalist konsensus, Ortadoğu ateşi içindeki dış parmakların sayısının düne göre artmış olduğunu gösteriyor. İsrail’in Filistin ve Lübnan’daki katliamlarına rağmen, asıl olarak İsrail’in “güvenliği”nin sağlanması görevine soyunan sözde “barış gücü”ne Türkiye’nin asker göndermesi konusundaki emperyalist dayatmalar da, düne göre daha yoğunlaşmış durumda. 1 Mart tezkeresinin Meclis’ten geçmemesi nedeniyle ABD’nin kendisine verdiği eski desteği çekme tehdidinde bulunduğu Başbakan Erdoğan ve AKP kurmayları asker gönderme konusundaki niyetlerini açıktan ifade ederken, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül de, bunun alt yapısını hazırlamak üzere, Ortadoğu’da bir dizi temaslarda bulundu.

Irak’a Türk askeri gönderilmesinin oylandığı ve reddedildiği 1 Mart tezkeresi sırasında, Irak’a asker göndermenin Türkiye’nin çıkarına olacağını savunan çevreler, Lübnan’a asker gönderme konusunda da aynı gönüllü işbirlikçilik tutumunu sürdürüyorlar. Devletin zirvesinde bir bölünmeye yol açan ve etkileri çeşitli kurumlar ile aydın kesimler arasında da görünen konu ise, yurtdışına asker göndermekten çok, nereye asker gönderileceği ile ilgili. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in, Lübnan’a asker gönderilmesini açıktan eleştirirken, asıl önemli olanın Türkiye’nin “kendi terörle mücadelesi” olduğuna vurgu yapmış olması, bunun tipik bir göstergesiydi. Bir yanıyla bakıldığında, Lübnan’a asker gönderilmesine karşı çıkan halk kesimlerinin, emek ve demokrasiden yana örgütlerin, aydınların talepleriyle çakışır gibi görünen bu tutum, “terörle mücadele” bahanesiyle Kandil’e operasyon düzenleme isteği ve Irak’ın kuzeyinde hak iddia etme gibi yönleri bakımından ise, bir barış politikası niteliği taşımaktan tamamen uzaktır.

Türkiye yönetenlerinin, kendi “terörle mücadele” programlarına açık destek verdiği oranda ABD’ye karşı Türkiye’de varolan tepkinin değişebileceğini sıkça söyledikleri biliniyor. Türkiye’de gerek sivil gerekse askeri erkin temsilcilerinin, Washington’da değişik tarihlerde yaptıkları ziyaretler sırasında bunu dillendirdikleri basına yansımıştı. Cumhurbaşkanı Sezer’in, hükümet ile ayrıştığı ve karşı karşıya geldiği nokta da, bu konudaki “pazarlık” konusunda hükümeti daha liberal görmesinden kaynaklanmaktadır. Kürt sorununu bir “terör sorunu”na indirgeme ve sorunun kaynağını sınır ötesine asker göndermekte görme konusunda AKP Hükümeti ile Sezer arasında temelde bir ayrışma bulunmuyor; ancak hükümetin, ABD’nin taleplerine yaklaşımda Sezer’e göre daha aceleci davranması, devletin zirvesindeki gerilimi artırıyor.

Bunun yansımaları başka alanlarda da görülebiliyor. Örneğin Cumhuriyet yazarı Mustafa Balbay, Cumhurbaşkanı Sezer’in hükümeti Lübnan’a asker göndermek konusundaki aceleciliği nedeniyle eleştirdiği konuşmasından daha önce yayımlanan “Kerkük’e Sus… Lübnan’a Koş… başlıklı yazısında, bu mantığın özelliklerini sergiliyor. Balbay şöyle diyor:

ABD’nin işgale girdiği yere, huzur girmez!

Kaldı ki, ABD, ne olursa olsun Irak’ta söz sahibi yapmayacağını Türkiye’ye baştan söylemişti. Şu anda Irak’ta, özellikle kuzeyinde meydana gelen gelişmelerin, ABD’nin kontrolü dışında geliştiğini düşünmek aptallık olur.

ABD, Türkiye’yi Irak üzerinden akla gelebilecek her türlü yöntemle rahatsız edip istediği noktaya getirme hedefini de güdüyor olabilir. Bunlar ayrı yazı konuları. Ancak, Kerkük’te Kürtlerin şehrin nüfusuyla oynamasına hiç ses çıkarmayan Türkiye’nin Lübnan’da rol için çırpınması akla mantığa sığmaz, sığsa sığsa AKP anlayışına sığar!” (Cumhuriyet, 22 Ağustos 2006)

Susurluk’un baş aktörlerinden Mehmet Ağar’ın “Sizce derin devlet nedir?” sorusuna verdiği şu yanıt, Balbay’ın yaklaşımı ile alt alta konularak değerlendirilebilir: “Türk devleti en son Musul ve Kerkük’ten geri çekildi. O günden sonra da bir daha geri çekilmeme iradesi teşekkül etti. Biz bu iradeye Derin Devlet diyoruz. Derin Devlet, devletin derinliklerinde değil, milletin şuurundadır.” (Milliyet, 15 Aralık 2002)

MHP’nin de dahil olduğu bir dizi siyasi gücün yaklaşımı da, “Türkiye Lübnan’dan önce Kandil’e asker göndermeli” biçiminde özetlenebilecek bir özelliğe sahip. CHP, DSP ve ANAP’ın, Lübnan asker gönderme konusunda hükümeti eleştiren Cumhurbaşkanı Sezer’in yaptığı kıyaslamalara destek verirken düştükleri nokta da aynı.

 

“DERİN BARIŞ”

Ortadoğu’da ABD’nin işgallerine ve İsrail’in Filistin ile Lübnan’a yönelik saldırılarına karşı çıkarak “barışı” savunanlar içinde de, bu eğilim küçümsenmeyecek bir ağırlığa sahip. Türkiye’nin iç barışını sağlamanın gereklerini göremeyen ve Kürt sorununu çözmenin yolunun sınır ötesi operasyondan geçtiğini savunanların, Lübnan’a asker göndermeyi bile, ancak böyle bir noktada uluslararası destek görme koşuluna bağlamaları, onların barış adına söyledikleri ve savunduklarını da boşa düşürmektedir. Türkiye’nin Kandil’e operasyon düzenlemesine, Kerkük’te irade sahibi olmasına destek verilmesi koşulunda Lübnan’a asker göndermekten çekinmeyecek olan bu kesimlerin barış anlayışları da “derin barış” anlayışıdır ve tamamen gerici bir içerik taşımaktadır.

Bu, cumhuriyet aydınlanmasının içinde doğup gelişen “cumhuriyet solculuğu”nun da temel açmazlarının başında gelmektedir. Cumhuriyet’in kuruluşunda Türklerle birlikte bedel ödemiş olan Kürtlerin taleplerine olumlu yaklaşmanın cumhuriyeti “böleceği” paranoyasından kurtulamayan bu tür solculuk, Türkiye’nin iç barışının önündeki en önemli engellerden de biridir.

Devletin zirvesinden, kendisini “sosyalist” olarak adlandıran yapılara kadar, geniş bir alanda etkisini sürdüren bu anlayışın sahipleri, tam da bu nedenle, hiçbir dönem tutarlı bir barış savunuculuğu yapamamaktadır.

Türkiye’de Kürt sorununun köklerinin PKK eylemi ile sınırlanamayacak kadar gerilere gittiği açıktır ve sorunun çözümünün kaynaklarını da “sınır ötesi”nde aramak yerine, Türkiye’deki yönetme tarzı ve egemenlik sisteminin köklerinde aramak gerekmektedir.

Genelkurmay Başkanlığı görevini Orgeneral Hilmi Özkök’ten devralan Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın, Kara Kuvvetleri Komutanlığı görevini devir teslim töreninde yaptığı açıklamalar, bu açıdan yeni bir sertlik dönemine daha girileceğinin işaretini vermektedir.

Türkiye’nin “üniter” yapısına yaptığı vurgu ve “özgürlük ve insan hakları ideallerinin arkasına saklanılmasına izin vermeyeceğiz”, “hesaplaşacağız” yollu açıklamaları, Büyükanıt döneminin, Kürt sorununun demokratik ve barışçıl çözümü yolundaki çabaların devletin “üniter” yapısına bir tehdit sayılacağını göstermektedir. Genelkurmay’ın bu yöndeki baskılaması “sağ” ve “sol” milliyetçilerin “kızıl elma” çizgisindeki ortaklıklarının zemini güçlendirirken, barışçıl çözümü savunanlar içindeki tutarlılıktan yoksul kesimleri de baskılayarak, muhtemelen daha sağa çekecek bir etki yapabilecektir.

Tam da bu nedenle, Lübnan’a asker göndermeye karşı Türkiye’de sokağa çıkarak tepki gösterenlerin, Türkiye’nin demokratikleştirilmesiyle Kürt sorununun demokratik ve halkçı tarzda çözümünü içselleştirmeleri yaşamsal bir önem taşımaktadır.

Türkiye’de ve Ortadoğu’da barışın tesisini savunmak, emperyalizme ve şovenizme karşı mücadeleyi birleştirmekten geçmektedir. Türkiye’de barışı savunmadan, Kürtlerin bu konudaki taleplerini anlamadan, Ortadoğu’da Filistin ve Lübnan halkını anlayabilmek, onların barış talebini tutarlı bir biçimde savunabilmek de mümkün değildir.

Aynı şekilde, Kürt sorununda barışı savunurken, Ortadoğu’nun diğer ezilen halklarının İsrail ve ABD’den gördükleri zulme gözlerini kapamak, kayıtsız ve tepkisiz kalmak da, Ortadoğu’da gerçek ve kalıcı bir barışın gerekleri açısından kabul edilemezdir. Kürt sorununun demokratik ve barışçıl tarzda çözümünü savunurken, Filistin ve Lübnan halkının verdiği mücadeleye de destek olmak, onunla dayanışma içinde bulunmak, emperyalizme karşı  direnişlerinde onları yalnız bırakmamak, tutarlı bir barış savunuculuğu bakımından vazgeçilemezdir.

 

BÜYÜK ORTADOĞU BARIŞI

Önceleri “Büyük Ortadoğu Projesi” (BOP) olarak adlandırılan ve bir süredir de “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi” (GOP) olarak anılan proje, ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki varlığını, bütün etnik ve mezhepsel çelişkilerden yararlanarak dayatması üzerine kuruludur. Ve bu projenin devamı da, bu çelişkilerin çözülmesine değil, sürekli canlı kalmasına/tutulmasına dayanmaktadır. Şii-Sunni, Arap-Kürt, Türk-Kürt, Türk-Arap gibi etnik ve mezhepsel karşı karşıya gelişler, bir yandan bu uluslara ve mezheplere mensup halkları güçsüz düşürürken, bir yandan da GOP’un etki alanına daha fazla itmektedir.

Tam da bu nedenle, Ortadoğu’da kalıcı bir barış, ancak, Ortadoğu’nun emekçi halklarının omuzlarında yükselebilir. Emperyalist dayatmalara karşı Ortadoğu’nun emekçi halklarının birliğine ve mücadelesine dayanacak olan böyle bir barış, emperyalistlerin halklar arasına nifak sormak, birine karşı diğerini yedeklemek ve harekete geçirmek üzerine kurulu hesaplarını da boşa çıkartacaktır.

Türkiye böylesi bir mücadele açısından, Ortadoğu’nun diğer ülkelerine kıyasla daha fazla olanağa sahip bir ülkedir. Türk ve Kürt emekçilerin ortak yaşam kültürü ve mücadele birliği konusundaki deneyimleri küçümsenmeyecek düzeydedir. Bunun yanında, Irak’ın işgali sırasında ABD’ye en mesafeli duran Kürtlerin Türkiye Kürtleri olduğu da bilinmektedir.

Bundan sonra önemli olan, bu tutumun, bir ileri aşamaya sıçrayarak, Ortadoğu halkları açısından örnek oluşturabilecek bir hatta dönüşebilmesidir.

Ortadoğu’da emperyalizmin ve Siyonizmin işgali derinleşirken, bu durum, emperyalizme ve Siyonizme karşı Ortadoğu halklarının öfke ve direniş ruhunu da kamçılamaktadır. Ancak açıktır ki, emperyalizme ve Siyonizme karşı direniş ruhu, bölgenin diğer gericiliklerine karşı mücadele ile de birleşmeden, ilerici ve demokratik bir içerik kazanamaz.

Türkiye’den Ortadoğu’nun diğer ülkelerine kadar uzanan geniş Ortadoğu coğrafyasında, bölgenin gerici diktatörlükleri, emperyalizmle birlikte halkların başının belası durumundadır ve barış mücadelelerinin önünde de ciddi bir tehdittir.

Sadece ABD ve İsrail’e karşı çıkıp, Türkiye’de Kürtlerin mücadelesine kayıtsız kalmak, nasıl ki barıştan yana demokratik bir tutum değilse, Kürt sorununun çözümü için Türkiye’nin gerici egemenleri ile mücadele edip, ABD ve İsrail’in Ortadoğu’nun diğer halklarını ezen tutumuna ve Türkiye’nin emperyalizme bu yönde destek vermesine kayıtsız kalmak da, bir o kadar kabul edilemezdir.

Ortadoğu’nun en güçlü ülkelerinden biri olan ve Ortadoğu’daki diğer komşu ülkelerini de etkileme potansiyeli bulunan Türkiye’de barış savunucuları, Lübnan’a asker göndermeyi engellemeye çalışırken, Kürt sorununun demokratik bir tarzda çözümü yolunda devrimci bir iradeyi ortaya koymak durumundadır. Emperyalizme boyun eğmeyen ve kendi temel sorunlarını çözmüş olan bir Türkiye, Ortadoğu’da komşu halkların emperyalizmden bağımsız mücadelesi konusunda da ciddi bir moral kaynağı olacaktır.

Belki bu, kısa vadede gerçekleşmeyecek bir hedef olarak görülebilir. Ancak bunun mücadelesini sürekli kılmak da, hem Türkiye’nin, hem de Ortadoğu’nun geleceği bakımından devrimci ve değiştirici bir çaba olacaktır. Dünya tarihi boyunca büyük dönüşümler, büyük devrimler, uzun mücadelelerin sonucu olmuştur. Dolayısıyla Ortadoğu’da halkların bayramı olacak büyük barışı kazanmanın yolu da, bu mücadelenin devrimci bir kararlılıkla sürdürülmesinden geçmektedir.

GOP İçin İkinci Hamle: Lübnan’a Saldırı

İsrail’in; bir askerinin HAMAS tarafından esir alınması üzerine, Filistin topraklarında başlattığı “asker kurtarma operasyonu”nu Filistin kentlerini ve ulaşım sistemini fiziki olarak yok etmeye, bakanlar ve milletvekillerini tutuklamaya kadar götürmesi bile; “İsrail’in bir asayiş operasyonu”, “ama biraz aşırı tepkiye kaçmış bir operasyon” ve en ileri noktada “orantısız güç kullanma” olarak değerlendirildi. Ama çok geçmeden, iki İsrail askerinin de Lübnan Hizbullah’ı tarafından esir alınması gündeme geldi ve bu kez İsrail, Lübnan’a karşı, askerlerini “kurtarma operasyonu” olduğunu iddia ettiği askeri bir harekat başlattı.

Kısa sürede bu askeri operasyon; bir savaşa dönüştü. Çünkü bu askeri harekat; İsrail hava kuvvetleri, topçuları ve zırhlı birliklerinin, Lübnan’a yönelik saldırılarını giderek koordineli bir biçimde artırdıkları bir işgal ve yok etme harekatına dönüştü. Lübnan’a yönelik saldırı bir aydan fazla (34 gün) sürdü ve İsrail, kaçırılan iki askerini kurtarmak dahil, amaçladığını ilan ettiği hedeflerin hiç birisine varamadan, saldırılarını durdurmak zorunda kaldı.

Gerek Filistin gerekse Lübnan’a yönelik İsrail saldırılarının görünen ilk özelliği; saldırıların bu iki ülkede de su ve akaryakıt depoları, elektrik santralleri, yiyecek ve ilaç depoları gibi insanların en hayati ihtiyaçlarını yok etmenin yanı sıra sivilleri kitle halinde öldürmeyi de amaçlamaktan çekinmeyen bir hareket olarak ortaya çıkmasıydı. Bu iki harekatın bir diğer özelliği de, yolları, köprüleri, hava alanlarını kullanılmaz hale getirerek kentleri birbirinden soyutlamak, Filistin ve Lübnan’ı fizik bakımdan parçalamaktı. Birbirleriyle bağlantısı koparılmış bölgelerde “ayrı kuralları” geçerli kılmak –bu, iki harekatın da amacı olarak gözlendi.

Öte yandan İsrail, Filistin’de bakanlar ve milletvekilleri ile seçilmiş belediye başkanları dahil yetkilileri tutuklarken, devlet binalarını da hedef alarak; aslında Filistin devletinin en temel fiziki dayanaklarını yok etmeyi amaçladı. Bir başka söyleşiyle, İsrail’in, Filistin’e saldırısıyla, baştan beri istemediği HAMAS hükümetini devirip Filistin devletini işlevsiz hale getirmeyi, bir kaosa sürüklemeyi amaçladığı, saldırının üstünden geçen süre uzadıkça daha iyi görülmeye başlandı.

 

İSRAİL SALDIRISI BİR ASAYİŞ OPERASYONU DEĞİLDİ

İsrail saldırısı, Filistin’de gerçekleştirdiği vahşi yıkım ve katliamlara karşın, burada kalsaydı, beş yıl önce Filistin’deki, Cenin’deki katliamın genişletilmiş bir hali; İsrail barbarlığının yeni bir örneği olarak görülebilirdi. Ancak harekatın Lübnan’a genişletilmesi ve Güney Lübnan halkının tümüyle bölgeden sürülerek mülteci durumuna getirilmesine varan bir saldırıya ve Güney Lübnan’ın köylerinde, kentlerinde taş üstünde taş bırakmamayı amaçlayan bir yıkma ve katletmeye dönüşmüş olması, İsrail’in; bir asayiş ve kendi güvenliği ile ilgili bir askeri operasyonu çok aşan, en azından bölgede güç dengelerini değiştirecek sonuçlar doğuracak bir askeri plana göre hareket ettiğini gösterdi. Bu askeri hareket içinde İsrail sivil halkı hedef alırken, aynı zamanda, kentler arasındaki ulaşımı da kesmiş, bombalanan bölgelere uluslararası yardımların (ekmek, ilaç ve öteki insani yardımların) iletilmesini de önleyerek, pis savaş yöntemlerinin hepsini devreye sokmuştur.

Sivilleri hedef alan saldırganlığının; sivil halkın, çocuk-yaşlı denmeden tepesine bomba yağdırılmasının yanı sıra İsrail; halkın açlığa, susuzluğa, ilaçsızlığa, elektriksizliğe, barınaksızlığa mahkum edilmesini de, “İsrail halkının güvenliği için gerekli, haklı ve meşru bir savunma eylemi” olarak göstermiştir. Lübnan’ın nüfusunun üçte birinden fazlasını oluşturan Güney Lübnan halkının ise “Lübnan halkı değil Hizbullah halkı” olduğunu öne sürerek, insanlık düşmanı eylemlerine haklılık kazandırmayı amaçlamıştır.

Bu girişimiyle ve bu girişimine gösterdiği gerekçelerle İsrail; askeri bakımdan yakın hedefini, Hizbullah’ı silahsızlandırmak ve böylece tasfiye etmek olarak ilan ediyordu. Bunu başarmak için de, öncelikle, Hizbullah’ın içinde barındığını iddia ettiği Güney Lübnan’daki sivil halkı bölgeden sürerse, Hizbullah’ın birkaç bin gerilla olarak ortada kalmasını sağlayacağını planlamıştı. Çünkü böylece İsrailli generaller; ağır silahlarla donatılmış, üstün eğitim ve savaş yeteneğine sahip İsrail ordusunun, hafif silahlı ve halktan tecrit olmuş birkaç bin kişiyi kolayca ezebileceğini düşünüyorlardı. Böylece İsrail hükümeti ve ordusu ilk askeri zaferini kazanacak, arkasından da yeni hedeflere yönelmek için maddi ve manevi bakımdan çok önemli avantajlar elde edecekti!

Lübnan’a yapılan İsrail saldırısı bir aydan fazla sürmüş; bin yüzden fazla sivil öldürülmüş, 750 bin-1 milyon arasında insan da sürgün edilmiştir. Şimdilik yapılan tahminler, Lübnan’ın 8 milyar dolarlık maddi kaybı olduğu doğrultusundadır.

Beyrut’un Güneyi başta olmak üzere, bölgedeki kentler tahrip edilmiş, rafineriler, su kaynakları bombalanmış, Akdeniz; Beyrut Limanı’ndaki rafinerinin akaryakıt depolarının bombalanması ve akaryakıtın limana akması nedeniyle tarihinin en büyük çevre kirliliği ile karşı karşıya kalmıştır. Kirliliğin Türkiye kıyılarını kapsaması da beklenmektedir.

Bu bir aylık savaşta; Filistin ve Lübnan’ın bütün sivil hizmet kaynakları tahrip edilmiştir.

Peki İsrail açısından durum nedir?

ABD ve Batılı emperyalistlerin şımarık çocuğu İsrail, bugüne kadar bölgede hep istediğinden fazlasını, önceden öngördüğünden çok daha kolay bir biçimde elde eden bir ülke olmaya alışmıştır. Ancak Lübnan’a saldırısı, İsrail’in istediği hedeflerin yakınına bile varamaması bir yana, beklediğinden çok daha pahalıya mal olmuştur. İsrail; giriştiği askeri harekatın en somut ve en yakın hedefi olarak belirlediği Hizbullah’ı silahsızlandırma amacını gerçekleştiremediği gibi, Hizbullah’ın halk indindeki itibarını güçlendiren (sadece Lübnan’da değil, tüm İslam dünyası içinde ve tüm emperyalizm karşıtı güçler nezdinde) bir sonuçla yüz yüze kalmıştır. Bu yüzdendir ki; bölgeye yerleştirilecek “barış gücü”ne asker vermek isteyen ülkeler, “Hizbullah’ın silahsızlandırılması”na yanaşmamaktadır. Bu, Hizbullah’la çatışmaktan çekindiklerinden olduğu kadar, aynı zamanda, Hizbullah’ın kazandığı meşruiyet nedeniyledir de. Dahası İsrail, aynı zamanda, askeri bakımdan büyük kayıplar vermiştir. Nitekim İsrail ordusu ve hükümeti; daha savaşın ilk günlerinde, “beklediklerinden daha büyük bir dirençle karşılaştıklarını” itiraf etmişlerdir.

Hayfa’nın, hatta Tel Aviv’in bile Hizbullah saldırılarının dışında kalamayacağının görülmesiyle, “Biz organize ve üstün askeri gücümüzle saldırır yok ederiz, Araplar ağlar, beddua eder” diye düşünen İsrail için, artık bu dönemin sona erdiği ortaya çıkmıştır.

Bu gelişme, Arap dünyasının İsrail’le mücadeleye bakışını değiştirmiştir. 7 Ağustos’ta Beyrut’ta toplanan Arap Birliği Dışişleri Bakanları toplantısında konuşan Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim: “Hizbullah güç dengesinin İsrail’den yana olduğu fikrine son verdi. Suriye İsrail’den gelecek her türlü saldırıya hazır ve hemen yanıt verecektir” değerlendirmesi yapmaktadır.

Beklediğinden daha sert, daha donanımlı ve daha savaşçı bir Hizbullah’la karşılaşan İsrail’in, Lübnan topraklarından Hizbullah’ı söküp atamak için giriştiği her hamlede, en seçkin “özel kuvvet” birlikleri, önce askeri, sonra da siyasi bakımdan ağır sonuçlar doğuracak kayıplar vermiştir. Öyle ki, İsrail; harekatı yöneten komutanlarını değiştirmek, Genelkurmay Başkan Yardımcısı Moşe Kampriski’yi askeri harekatın başına getirmek zorunda kalmıştır.

Ve 34 günlük çatışmalar sonrasında, İsrail hükümeti ve generalleri, BM’den yapılan alçak sesli bir “ateşkes”e kurtarıcı olarak sarılıp; çatışmaları durdurmuşlardır.

Bölgede çatışmaların durmasının hemen arkasından ise, bir yandan “zafer kazandık” diyen İsrail’in askeri ve sivil yetkilileri, öte yandan da bu harekatın başarısız sonuçlanmasına yol açan kararları alan yetkililer hakkında soruşturma açılması için harekete geçmişlerdir. Ancak hükümetin “askeri yetkililer hakkında soruşturma açması” da, İsrail’in uğradığı şoku karşılamaya yetmemiş görünmektedir. Binlerce “yedek asker”; imzaladıkları bir dilekçeyle askeri ve siyasi yetkileri suçlayarak, “savaşma isteklerin köreltildiğini” belirtip, buna neden olan askeri ve siyasi sorumluların cezalandırılmasını istemişlerdir.

 

ABD VE İSRAİL, GOP İÇİN YENİ BİR HAMLE OLARAK LÜBNAN’A SALDIRDI

Çatışmaların durması sonrasında, hem İsrail hem de Hizbullah kendilerinin zafer kazandığını ilan ederek kendi tarzlarında kutlamalar yaptılar.

Eğer İsrail’in amacı Filistin’in alt yapısını tahrip etmek, HAMAS hükümetine bir gözdağı vermek ya da Filistin topraklarına canının istediği zaman girip çıkacağını göstermek olsaydı, İsrail Filsitin’e girmekle bir zafer kazanmıştır!

Eğer İsrail Lübnan’a, “Hizbullah’ı içinizde barındırırsanız, ben de başınıza bombalar yağdırırım; evlerinizi, hastanelerinizi, su kaynaklarınızı, enerji sistemlerinizi yakar yıkarım” demekle sınırlı bir operasyon amaçlamış olsaydı, İsrail Lübnan’da zafer kazanmıştır!

Ya da Hizbullah; amacı İsrail’i Lübnan’dan püskürtmek ve onu geri çekilmeye zorlamak olsa, en azından şimdilik bir zafer kazanmıştır!

Ancak, kimin kazandığını, kazanılanın ne kadar olduğunu anlamak için, önce tarafların amaçlarının ne olduğuna bakmak ve özellikle de girişilen askeri harekatın amaç ve hedeflerini doğru belirlemek gerekmektedir. Bu yüzden de; asıl olarak, İsrail’in bölgede yarım yüzyıldır üslendiği misyon ve Filistin’de başlatılıp Lübnan’a yayılan saldırısının hangi büyük planla bağlantılı olduğunu anlamak gerekir. Çünkü, Hizbullah, sonuçta yerel bir güç olarak, kendisinin topraklarına yönelen bir saldırıya yanıt vermek durumunda kalmış bir güçtür. Dolayısıyla bölgede çatışan emperyalistlerin ve bölge gericiliklerinin planlarına doğrudan bağlı olmadan hareket etmesi nedeniyle, Hizbullah’ın eyleminin (direnişinin) yarattığı sonuçları da İsrail saldırısı ve bu saldırının yol açtığı gelişmeler belirlemiştir.

Şöyle ki, bu yazının giriş bölümünde belirtildiği gibi; İsrail; Filistin altyapısını çökerten, hükümet binalarını savaş uçaklarının, tankların saldırı hedefi yapan, yüzlerce sivilin öldürülmesi ve yaralanmasına yol açan, bakanları, milletvekillerini, belediye başkanlarını tutuklayıp İsrail’e götürmesine kadar genişleyen saldırın nedenini; “bir erin Filistinli militanlar tarafından kaçırılması” olarak göstermiştir. Dolayısıyla Filistin’e yönelik saldırı “bir asayiş sağlama operasyonu” olarak benimsetilmeye çalışılmıştır..

Lübnan’a yönelik ve yukarda belirtilen genişlikte, 34 gün süren askeri harekatın nedeni olarak da İsrail, Hizbullah’ın iki İsrail askerini kaçırmasını gerekçe olarak göstermiştir.

Ancak olup bitenlere daha geniş bir açıdan bakıldığında; İsrail’in giriştiği askeri harekatın aslında ne askerleri kurtarma ne de genel olarak bu iki ülkede İsrail karşıtı güçlere gözdağı verme amaçlı bir “asayiş operasyonu olmadığı” anlaşılmaktadır. Tam tersine, İsrail’in, ABD-İngiliz mihrakının Ortadoğu’yu yeniden şekillendirme amaçlı olarak öne sürdüğü “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi”yle bağlantılı bir askeri hamlenin uygulayıcı olduğu görülmektedir.

Bunun işaretleri şunlardır:

1-) Lübnan’a yönelik İsrail saldırısının bir-bir buçuk yıl önce planlandığı, bu planın ABD ve İngiltere tarafından da onaylandığı ortaya çıkmıştır. ABD’de yayınlanan San Francisco Chronicle gazetesine bilgi veren İsrail Bar-Ilan Üniversitesi’nden siyaset bilim profesörü Gerald Steinberg, “1948’den beri yaşanan İsrail savaşlarında, İsrail’in en hazırlıklı olduğu, buydu” diyor. Steinberg, “Bir anlamda savaş hazırlıkları Mayıs 2000’de, İsrail’in Güney Lübnan’dan çekilmesinden hemen sonra başladı. 2004 yılında, şu andaki askeri saldırı kampanyası çoktan planlanmıştı. Son iki yıl içinde ise, masa ve kağıt üzerinde simüle edildi ve mükemmelleştirildi” diye açıkladı. Bu açıklamalar ve bu planın 2004’te Bush ve Blair tarafından da onayladığı haberleri yalanlanmadı.

2-) Bu saldırının başlamasından birkaç gün sonra (21-22 Temmuz 2006’da) bölgeye gelen, Tel Aviv ve Beyrut’u ziyaret eden ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice; “Artık yeni bir Ortadoğu’dan söz etmenin zamanıdır” diyerek, girişilen saldırının GOP’la bağlantılı bir planı hayata geçirmek için başlatıldığını, bu hamle ile, amaçlarını açıkça itiraf etmekten çekinmeyecekleri ileri bir mevziye yerleşeceklerini bütün dünyaya ilan etmeyi amaçlamıştır.

3-) ABD ve İngiltere, BM’de İsrail’e karşı tüm tepkileri ve bir “ateşkes çağrısı” için yapılan tüm girişimleri, “İsrail önceden belirlenen amaçlarına varmadan bir ateşkesin anlamı yoktur” diyerek geri çevirmişlerdir. Böylece, bir kez daha, İsrail saldırısının Ortadoğu’ya yönelik kendi planlarının bir parçası olduğunu ifade etmişlerdir.

Şu açıkça görülmektedir ki, İsrail, kendi saldırganlığını savunmak için kendisine özgü nedenler öne sürse bile, gerçekte, Lübnan’a yönelik İsrail saldırısı, Irak’tan sonra, ABD-İngiltere bloğunun Ortadoğu’da “yeni bir düzen kurmak” adına geliştirdikleri, GOP’un gerçekleşmesi doğrultusunda atılmış ikinci büyük ve somut hamledir demek gerçeği ifade etmek olur. Dolayısıyla; sorunu İsrail’in bir “asayiş harekatı”na indirgemek, İsrail’in bataklıkta tüfekle sivrisinek avlayacak kadar pusulayı şaşırdığına inanmak anlamına gelir. Ki, böyle bir durum söz konusu değildir. Tam tersine, İsrail; ne yaptığını, nereye varmak istediğini bilerek yola çıkmıştır, ama o, Hizbullah’ı halkla bağlantısı olmayan, marjinal bir terör örgütü olarak görme gafletine düşmüştür. Dahası İsrail, en azından Irak’ın işgalinden beri Ortadoğu’da ve mazlum halklar arasında hızla büyüyen Amerikan-İsrail karşıtlığının maddi bir güce dönüşmesinin ağırlığı altında kalmıştır. İsrail’in ilk hedefi olan Hizbullah’ı yok etme (ya da silahsızlandırma) konusunda başarısızlığa uğraması, beklenmedik kayıplar vermesi, onu, dünya karşısında hem zalim hem de utanç verici bir askeri harekatın başarısız ülkesi durumuna düşürürken; aynı sonuçlar Hizbullah’ın zaferi olmuştur.

 

LÜBNAN’A SALDIRI BÖLGE ÜLKELERİNİ YENİ BİR SAFLAŞMAYA ZORLAMIŞTIR

Gelişmelere daha geniş bir açıdan bakıldığında, İsrail’in askeri harekatı ve Hizbullah’ın direnişinin, bölgede ve dünyada karşıt güçlerin mevzilenmesinde önemli bir aşamaya karşılık geldiğini göstermiştir.

Filistin’de HAMAS’ın seçimleri kazanması, Irak’ta işgalcilerin hedeflerine ulaşmak bir yana her gün durumlarının daha kötüye gitmesi ve Bush-Blair yönetimlerine karşı kendi ülkelerinde bile tepkilerin artan bir seyir izlemesi, İran ve Suriye üstündeki diplomatik ve ekonomik baskıların sonuç vermemesi gibi etkenlerin yanı sıra, petrol başta olmak üzere, dünya ekonomisinin kırılganlıkların artması ve ABD’nin saflarında oluşan “disiplinsizlikler”; ABD ve İngiltere’nin kendi saflarını ve cephe gerilerini sağlamlaştırmak için yeni bir hamle ya da hamleler yapmasını zorunlu kılıyordu. Lübnan’a saldırı, bu ihtiyacın bir “gereği” olarak ortaya çıktı.

Şöyle ki;

1-) ABD-İngiltere-İsrail bloğu, uluslararası planda, Lübnan’ı, Ortadoğu’ya müdahalenin yeni bir sıçrama tahtası olarak, yeniden yapılandırmayı amaçlamışlardır. Çünkü, “Hariri suikastı” sonrasında yaratılan kaos; Suriye askerlerinin Lübnan’dan çıkarılması ve Lübnan Hükümeti’nin Batı yanlısı bir hükümet olarak yeniden biçimlendirilmesi ile sonuçlanan gelişmeler, Lübnan’ın GOP’un bölgedeki bir “üssü” olarak kullanılmasına yetmemiştir. Bunu engelleyenin, Hizbullah’ın Lübnan’da kazandığı askeri ve siyasi otorite olduğunu görmüşlerdir.

2-) Lübnan’a müdahale eden İsrail ve arkasındaki güçler; Irak’ın işgalinden beri, bölgedeki güçler mevzilenmesinde, Lübnan’a bir müdahalenin, önce Suriye, sonra da İran’la karşı karşıya gelmek olduğunu biliyorlardı. (Lübnan’ı da bundan dolayı hedef seçmişlerdi zaten.) Bu yüzden, daha müdahalenin başından itibaren Hizbullah’a yöneltilen her suçlamayı, “Hizbullah’ın arkasında İran ve Suriye var. Onlar silahlandırıyor; onlar eğitiyor, İsrail’e onlar saldırtıyor” demeye kadar vardırmışlardır. Suriye ve İran da, Hizbullah’ı kendilerinin silahlandırıp eğittiğini reddetmişlerdir, ama “Hizbullah demek Lübnan halkı demektir” diyerek, Hizbullah’ın hedeflerin savunmuş, başarısı için onu destekleyeceklerini açıkça ilan etmişlerdir. ABD-İngiltere-İsrail bloğu ile İran ve Suriye, Hizbullah üstünden karşı karşıya gelmişlerdir.

3-) Bu saldırıyla, Arap-İslam dünyasındaki bölünme derinleştirilmiştir. İsrail saldırıları karşısında tam bir suskunluk gösteren Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’in sergilediği pasif tutum ülkesinde de tepkiyle karşılanmasına karşın, Mübarek; “Lübnan veya Hizbullah’ı korumak için Mısır’ın savaşa girmesi çağrısında bulunanlar, dış maceraların bittiğini anlamıyorlar” diyerek, İsrail’e destek anlamına gelen açıklamalar yapmıştı.

Bölgenin en Amerikancı yönetimlerinden birine sahip olan Suudi Arabistan, İsrail operasyonunun 3. gününde, krizden “Lübnan içindeki unsurların” sorumlu olduğunu belirterek, çatışmalardan dolayı sert bir dille Hizbullah ile ona destek veren İran’ı suçladı. Suudi yönetimi, İsrail’in Filistin’e saldırısında da HAMAS’ı suçlamış; “Karıştırdıkları gibi düzeltsinler” demişti. Bölgenin bir diğer Batı güdümlü ülkesi olan Ürdün’ün Kralı Abdullah’ın tepkisi ise, BM’nin bölgeye acilen müdahale etmesini istemekle sınırlı kaldı. Ama bu müdahale isteğinde, Kral’ın endişesi, Lübnan’da olanlar değil; Arap dünyasında “radikalizm”in gelişmesi tehlikesiydi! 4 Ağustos’ta gelişmelere değinen Kral Abdullah, bunu, “Bu saldırı sürerse ılımlılar zarar görecek. Hizbullah halkın gözünde bir kahraman düzeyine yükseldi. Bu süreç uzarsa, benim ülkemde de huzursuzluklar ortaya çıkabilir.” biçiminde ifade etti.

Arap ülkelerinin başlıcalarının bu tutumu; Arap Birliği’nin toplantısında da kendini gösterdi. İsrail’in Lübnan’a saldırısından 4 gün sonra, 18 ülkenin katılımıyla Mısır’ın Başkenti Kahire’de olağanüstü toplanan Arap Birliği Dışişleri Bakanları, konuyu BM’ye havale etti. Genel Sekreter Amr Musa’nın, sorunun Arap Birliği’nin sorunu olmasını isteyenlere yanıtı çok açıktı: “Biz dünyadan ayrı olamayız. Bu durumun çözüleceği merci BM’dir!” Arap Birliği’nin Beyrut toplantısından da, Lübnan Başbakanı’nın ağlayarak yardım istemesine karşın, hiçbir elle tutulur sonuç çıkmadı.

İslam Konferansı Örgütü (İKÖ)’nün durumu da, Arap Birliği ve Arap dünyasından daha iyi değildi. Savaşın başında bir türlü toplanamayan örgütün liderlerinin, sonunda, 3 Ağustos 2006’da Malezya’da yaptığı toplantı da, önemli Arap ülkelerinin liderlerinin katılmaması nedeniyle, sadece dokunaklı konuşmalar ve BM’ye aktif olma çağrısı yapılan bir toplantı olmayı aşamadı.

4-) “Büyükler”in Roma Konferansı da fiyaskoyla sonuçlandı. 2 Temmuz 2006’da, İtalya’nın başkenti Roma’da toplanan ve 14 ülkenin temsilcilerinin katıldığı konferans, ABD Dışişleri Bakanı Rice’ın İsrail’in ateşi kesmesine yönelik her öneriye karşı çıkması nedeniyle fiyaskoyla sonuçlandı. Konferans’ta ABD Lübnan’a NATO gücü gönderilmesi isterken, Fransa ve Rusya buna karşı çıktılar. Diğer bütün önerileri reddeden ABD, Konferans’tan herhangi bir karar çıkmasını da engelledi. Konferans’ın ertesi günü çıkan Lübnan’ın Es Sefir gazetesi, Roma Konferansı sonucunu, “ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, ateş etmeyi sürdürüyor ve Roma Konferansı’nı öldürdü” manşetini attı.

Avrupa basını Konferans’ın başarısızlığa uğramasından ABD’yi sorumlu tutarken, İsrail Adalet Bakanı Haim Ramon, toplantıyı, bu toplantıyla, Lübnan’daki operasyonlarını sürdürmek için gerekli izni aldıkları biçiminde yorumladı. Ramon, “Roma’da, Hizbullah Güney Lübnan’dan yok oluncaya ve silahsızlandırılana dek operasyonlarımızı sürdürmek için izin aldık” dedi. Roma Konferansı’nın başarısızlığa uğramasıyla, Avrupa ve ABD arasında bölge üstünde bir mücadele olduğu ve bundan sonra da olacağı Roma’da açıkça ortayı çıktı.

5-) Gerek Arap dünyasından, gerek İslam Konferans Örgütü’nden, gerekse Roma Konferansı’ndan İsrail’e “dur” diyebilecek bir karar çıkmamasının ana nedeni, ABD-İngiltere bloğunun, bu konferanslarla toplantılara katılan bütün ülkeler üstündeki baskıları ve giriştiği manevralardır.

ABD, Avrupa’ya ve İslam dünyasına; “Hizbullah teröründen yana mısın yoksa benden ve İsrail’den yana mı?” tutumunu dayattı. Ve savaşın sürdüğü 34 gün boyunca, ABD, bu saflaşma üstünden, İsrail’in en ağır silahlarla saldırılarını sürdürmesini sağlarken, çatışmaların durmasından sonra, kimlerle kimlere karşı mücadele edeceğini de netleştirmeye çalıştı. Ancak ortaya çıkan durumun ABD için parlak olduğu söylenemez. Çünkü, İsrail; kendisinden beklenen, Hizbullah’ı tecrit edip silahsızlandırma, en azından etkisizleştirme görevini yerine getirememiştir. Bu durumun, ABD’nin oluşturduğu cepheyi hayli hırpalayacağı anlaşılmaktadır. Çünkü Hizbullah, İsrail’e karşı savaşılamayacağı fikrini çok somut bir biçimde yıkmıştır. Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim, bunu; “Hizbullah güç dengesinin İsrail’den yana olduğu fikrine son verdi” diyerek belirtmiştir.

Lübnan’da Hizbullah’ın başardığı şey, sonuçta, saldıran İsrail’e karşı direnmek gibi, herhangi bir askeri çatışmada her an olabilecek sıradan bir iş gibi görünmektedir. Ama bu çatışma, varlığını ve meşruiyetini komşularına karşı askeri güç kullanma temeline oturtmuş bir devletle yapılmışsa; bu, “mahallenin kabadayısı”na, mahalleden “bir gariban”ın sokak ortasında, tüm öteki ondan çekinenler önünde kötek atması gibi önemli bir sonuç doğurmaktadır.

Dolayısıyla bu 34 günlük mücadelede, ABD ve İsrail tarafı hiç ummadıkları bir yenilgi alırken; İsrail’e karşı son 60 yıl içinde kazanılmış en küçük bir askeri başarı bile, Arap dünyası başta olmak üzere, tüm dünyada anti-Amerikan, anti-emperyalist güçler için moral kaynağı olmuştur. Amerikancılığı varlıklarının ve geleceklerinin dayanağı gören geleneksel Arap aristokrasisi ise şimdi daha umutsuzdur ve geleceğe daha büyük bir endişeyle bakar hale düşmüştür.

 

İSRAİL BU AŞAĞLANMAYI HAZMEDEBİLECEK Mİ?

Lübnan’da olanların, sadece Arap-İslam dünyasında değil, bütün dünyada ABD ve emperyalizme karşı güçlere moral veren, onları cesaretlendiren bir gelişme olduğunu söylemek abartı olamaz.

ABD’nin İsrail’in Lübnan’a saldırısı üstünden yarattığı baskıyla, önce Ortadoğu’da, sonra da dünya ölçüsünde dayattığı saflaşma ABD’nin yandaşları arasında bir kargaşaya yol açarken, karşıt safları sağlamlaştıran ve onlara güç veren sonuçlar doğurmuştur.

Peki ABD ve İsrail bunu hazmedebilecek mi?

İlk bakışta, İsrail; çatışmanın durması için BM karar almadan birkaç gün önce bile; “Henüz hedeflerimize varmadık. Hizbullah’ı silmeden durmayacağız” gerekçesini öne sürerek, “kara harekatını genişletme” kararı almıştı. Ama, bir kara harekatı için giriştiği daha ilk adımda savaşın en fazla zayiatını verince, ABD ve İsrail, BM’nin çağrı yapmasını bloke etmekten vaz geçtiler ve hızla BM’nin çatışmaların durdurulması çağrısına uyacaklarımı açıkladılar. Ve çatışmaların hemen sonrasında, bu savaşta başarısızlığın faturasının kesilmesi için soruşturma açıldı; ama ilk şaşkınlıktan sonra, İsrail’in ve ABD’nin, prestijlerini kurtarmak için yeni hamleler yapacakları ve bu yenilginin acısını çıkarmak için daha saldırgan ve daha çok güç kullanan saldırılarda bulunacaklarından kuşku duyulamaz. Çünkü, Lübnan’da Hizbullah’ın kazandığı başarı, sadece küçük (ama önemsiz değil) bir çarpışmaya özgüdür. Bu yüzden de, yenilmiş, acı veren yaralar almış, ama savaşma gücünü yitirmemiş saldırganın yeni saldırılar yapması, bugün, düne göre daha büyük bir ihtimaldir. Onun içindir ki, bugün bölge, düne göre, çatışmalara daha çok gebedir. Bu nedenle; çatışmaların durmasından sonra, herkes, her gün yeni çatışmalar beklemeye devam etmektedir. İsrail de, yeni bir saldırı için fırsat kolladığını her vesile ile belli etmekten geri durmamaktadır. Bu saldırlar, bir yandan Lübnan ve Filistin’de dolaysız askeri harekatlar biçiminde olabileceği gibi, Suriye ve İran’a yönelik ambargo ve baskıların artırılması, kuşatmanın sıkılaştırılması amaçlı çeşitli girişimler biçiminde de olabilecektir. Örneğin beş İran ve bir Suriye uçağının Türkiye tarafından inişe zorlanması ve aranması, bu kuşatmamın sıkılaştırılacağı, Türkiye ve öteki bazı ülkelerin de bu suça ortak edileceği ve bölge ülkelerinin arasındaki gerginliğin artırılması için çaba harcanacağının işaretlerindendir.

Aslında bu durum, İsrail’in de, öteki bölge ülkeleri gibi normal bir ülke olması için bir fırsattır. Ama bir yandan Siyonizm’in, öte yandan ABD’nin bölgedeki amaçlarıyla kendi varoluşunu bütünleştirmiş olan İsrail egemenleri için olup biteni hazmetmek güçtür. Çünkü; olup biteni kabul etmek, çıkarlarını zorla ve karşısındakini ezerek dayatmak değil, ama bölge halklarıyla uzlaşarak varlığını meşrulaştırmaya yönelmek, İsrail için normalleşmenin kapılarını açabilecek tek yoldur. Bu, aynı zamanda, bölgede barışın asgari şartıdır. Ancak yediği tokadın, İsrail’in aklını başına getirmek yerine, onu, intikam almaya yönelteceğinin işaretleri çok daha fazladır.

Bu yüzden de, şimdi bölge, düne göre provokasyonlara, yeni çatışmalara daha açık hale gelmiştir. Türkiye’nin ABD ve İsrail’le suç ortaklığı yapmak için, giderek İran, Suriye, Lübnan ve Filistin’e giden her geminin, her uçağın, her TIR’ın aranması, sonra bu ülkelere giden araçların sınırlandırılması, ticaret sınırlandırmaları vb. gibi konularda öne çıkarılmasına, bölge ülkeleri arasında gerginliklerin artması için diplomasi ve öteki alanlardan zorlamalar yapılacağına tanık olmamız sürpriz olmaz.

 

EMPERYALİST STRATEJİ İÇİN ‘YENİ’ SEÇENEK: SÜNNİ-Şİİ ÇATIŞMASI
ABD-İngiltere-İsrail bloğunun bölgede yeni saflaşmaları zorlarken; akıllarında –hem asıl niyetlerini perdelemek hem de sahte saflaşmalar üzerinden işlerini kolaylaştırmak üzere– bir Sünni-Şii çatışması olduğu ve böyle bir çatışmanın hazırlığı içinde olduklarının ipuçları da ortaya çıkmıştır.
Lübnan’daki sıcak gelişmelerin gündemin gerisine ittiği Irak’taki gelişmelerin hızla bir Sünni-Şii çatışmasına doğru seyretmesi, emperyalizmin stratejistlerinin geleneksel ama bir süredir geriye ittikleri bir seçeneklerini de öne çıkarmış bulunuyor.
Aslına bakılırsa, ABD’nin Irak’ı işgali sırasında emperyalist stratejistlerin önemli bir bölümü bu işgalin en çok İran’ın işine yarayacağını, çünkü İran’ın böylece, daha önce Saddam Hüseyin tarafından baskı altında tutulan, Irak’ın nüfusunun yüzde 65’ni oluşturan Şiiler üstündeki etkisini rahatça kullanarak Irak’ta egemen hale geleceğini öne sürmüşlerdi.
Ancak ABD yönetiminin Sünniler, Şiiler ve Kürtler’den oluşan “Amerikancı bir Irak” kurma amaçlı işgali, en azından geçtiğimiz üç yıl içinde başarıya ulaşmamıştır ve giderek de bu amacı gerçekleştirmeleri güçleşmektedir. Tersine, Irak’ta Şiilerden de Sünnilerden de beklediği desteği bulamayan ABD, kendi silahlı güçleriyle kontrol ettiği merkezi kentlerde  bile “asayişi” sağlayamayınca, bir Sünni-Şii çatışmasının önünü açacak bölünmeleri tahrik etmeye yönelmiştir. Son aylarda, Şiiler ve Sünniler arasındaki çatışmalarda ayda bin kişiden fazla insan ölmektedir. Öte yandan da hem Şiiler hem Sünniler ABD’ye karşı da direnmektedirler, ama gidişat, Irak’ın bir Sünni-Şii çatışması temelinde bölüneceği doğrultusundadır. Böylece 1991’de, Körfez Savaşında çizilen sınırlar, şimdi Irak’ın üçe bölünmesinin sınırları olarak biçimlenmektedir.
Öte yandan Lübnan’daki Şii Hizbullah’ın başarısının ardından, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri’nde önemli bir nüfus oluşturan Şiilerin de hareketlenmesi ve Amerikan egemenliğinin temellerini oluşturan ve petrol yataklarının üstüne oturmuş bu ülkelerde Şiilerin ayaklanmaları uzak bir ihtimal olmaktan çıkmıştır.
Bölgenin bütünü açısından bakıldığında; Şii İran, Nuseyri (Alevi) Suriye (Suriye’nin tercihinin İran’dan yana olduğu ortadadır), Şii Hizbullah ile varlığı İsrail-Amerikan planlarına karşı mücadele etmeye bağlanmış olan Filistin bir mihrak oluşturmaya yönelirken; politik tutumları Amerikancılık olan Sünni İslam devletleri; Mısır, Suudi Arabistan, Körfez Emirlikleri ve Ürdün, bölgedeki Amerikancı mihrakı biçimlendiren bir ittifak oluşturmaya yönelmişlerdir. Irak’taki gelişmelerle, Irak’ın da kendi iç bölünmüşlüğüne bağlı olarak ittifaklar içinde yan tutacağını beklemek gerekir.
Şu bir gerçek ki; ABD’nin –işgal ve egemenliğini gizlemek üzere– “Yeni Ortadoğu Düzeni”nin temeline koyduğu “Ilımlı İslam-Radikal İslam” karşıtlığı üstünden geliştirilen politikalar, ABD’nin, bölgeyi kendi istediği doğrultuda yeniden biçimlendireceği gücü bir araya getirmeye yetmemiştir. En azından, bu bölünme üstünden oluşturulacak bir Ortadoğu stratejisi çekiciliğini yitirmiştir. Bunun yerine; Ortadoğu’nun tarihsel gerçekleriyle sıkı bağlantı içinde bir Şii-Sünni karşıtlığı ve bu iki büyük gücün üstünden yaratılacak bir bölünmeyle, ABD, yeni bir saflaşma zorlamasına girişebilir. Emperyalist stratejistlere göre, ABD; Suriye ve İran’a karşı, sadece işbirlikçisi Arap-İslam hükümetlerine değil, Ortadoğu’nun geniş halk yığınlarına da bu bin 300 yıllık çatışmayı hatırlatıp yeniden alevlendirebilirse; Ortadoğu’ya kendi istediği düzeni vermek için yeni imkanlar yaratabilir.
Irak’tan Suudi Arabistan’a kadar geniş bir coğrafyada Şii İran’a karşı bir ittifak oluşturmak; bu ittifaka Sünni Türkiye’yi de katmak, ABD-İngiltere-İsrail eksenini bu geniş ittifakın üstüne oturmak için bir Şii-Sünni çatışmasını kışkırtmak, elbette ki, bugünkü kimi düşmanlıkları da dostluğa dönüştürmenin yolunu açacaktır. Bugün ABD’ye karşı en sert direnişi gösteren Irak’taki Sünnileri, Sünni/Vahabi El Kaide ve Taliban gibi örgütleri de yanına çekmeyi gerektirecektir. Bunun için, ABD’nin Saddam Hüseyin’le uzlaşması, El Kaide ve Taliban’la açıkça olamasa da eski ittifakını yenilemesi bile şaşırtıcı olmaz. Nitekim, Saddam’la bu doğrultuda kimi dolaylı görüşmeler yapıldığı da basına sızmaktadır.
Kısacası; emperyalist güçlerin bölgede bu tarihsel çelişki ile oynamaya yöneleceklerini gösteren tartışmaları ve belirtileri çoğalmıştır. Lübnan’daki başarısızlıkları, onların bu yönelişini daha da hızlandırabilecek etkenleri artırmıştır.

LÜBNAN SALDIRISI BM’YE KARŞI BİR OPERASYON OLARAK DA GELİŞTİ
LÜBNAN SALDIRISI TÜRKİYE’DE İSRAİLLEŞME HEVESLERİNİ KIŞKIRTTI

Lübnan’a saldırının, bir “yıldırım harekatı” olarak, amacına götürülerek bitirilememesi, bir yandan Roma Konferansı’nın, öte yandan da Arap Birliği ve İKÖ’nün topu BM’ye atması ile Lübnan saldırısı, BM’nin ne kadar acz içinde olduğunun bir kez daha ve çok dramatik bir biçimde ortaya çıkmasına neden olmuştur. BM’nin bölgedeki sivil görevlilerinin, BM’den yapılan uyarılara (İsrail, 6 saat içinde 10 kez, o bölgede BM görevlileri var diye uyarılmış) karşın İsrail tarafından öldürülmesi karşısında, BM Güvenlik Konseyi’nin, bu saldırıyı, ABD-İngiltere’nin vetosu nedeniyle kınayamaması, bir ateşkes çağrısı bile yapamaması, BM’nin  misyonunu ve varlığını da yeniden tartışılır hale getirmiştir. Daha önce de, Somali’den Bosna’ya, Kosova’ya kadar sayısız katliamlar karşısında, ABD’nin gönlü oluncaya kadar hiçbir müdahale yapmayan BM’nin rolünü tartışmaya açmıştır. Bu yüzdendir ki; Lübnan’a yapılan saldırı, bir yanıyla da, BM’ye karşı bir “operasyon” olarak gelişmiştir.

Çünkü ABD-İngiltere, uzunca bir zamandan beri, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan BM ve onun şahsında oluşturulan (saldırıya uğrayan bir ülkenin kendisini savunma hakkı dışında tüm savaş ilanlarını hukuk dışı sayan) uluslararası hukukun değiştirilmesini istemektedir. Sosyalist ve kapitalist olarak bölünmüş dünyanın güç dengeleri içinde oluşturulan bu hukukun artık geçerli olmaması gerektiğini düşünen ABD-İngiltere, yeni güç ilişkilerine göre, BM’nin ve onun üstüne oturduğu uluslararası hukukun değiştirilmesini dayatmaktadırlar. Kendisi açısından zararına olacak BM kararlarına aldırmayan ABD (Irak’ı BM’nin olumsuz kararına karşın işgal etti), BM’yi bloke ederek, işe yaramadığını göstermeye çalışmaktadır. Nitekim; son 15 yıl içinde BM’nin içine düştüğü açmazları öne çıkaran 2003 Ağustos’unda İstanbul’da toplanan Dünya Felsefe Kongresi’nde, Kongre’nin “duayeni” olarak öne çıkarılan ünlü Alman düşünür Jurgen Habermas’ın okuduğu sonuç bildirgesinde, bu sorun, Kongre’nin ana sorunu olarak nitelenmiş; BM’nin birçok uluslararası olayda başarısızlıklarına işaret edildikten sonra; “demokrasi ve özgürlüklere saygı geleneği olan” (!) birkaç devlete, dünya barışını tehdit eden öteki devletlere karşı savaş açma hakkı tanıması için uluslararası hukukun yeniden gözden geçirilmesi savunulmuştu.

ABD Lübnan’daki dayatmasıyla, BM’nin işe yaramazlığını bir kez daha teşhir etmiştir. Bundan sonra atacakları adımın da bu doğrultuda, “Yeni Dünya Düzeni”ne uygun “yeni bir BM” dayatması olması da beklenmelidir. Nitekim Yücel Sayman, 6 Ağustos tarihli Evrensel’deki yazısında şunları söylemektedir: “Öyleyse Batı demokrasilerinin o kibirli devletleri neden sessizler, hatta İsrail’i desteklerler? Sanırım emperyalist güçlerin belirledikleri küreselleşme siyasetini meşrulaştıracak yeni bir uluslararası örgütlenmenin ve onun hukukunun yaratılmaya başlandığı bir süreci yaşıyoruz.

 

İsrail’in Filistin ve Lübnan’da giriştiği saldırılar ve bölgede Amerikan karşıtlığın artması, Türkiye’yi yöneten güç odaklarını giderek daha çok zorluyor. Çünkü, bu güçler, bir yandan büyük Ortadoğu projesi ve “ikili anlaşmalar”la ABD ve İsrail’in bölgedeki stratejilerinin en sadık ve geleneksel müttefiki olma “sorumluluğu”nu taşırken, öte yandan da Türkiye halkının ABD ve İsrail’in bölgedeki saldırganlıklarına duyduğu tepkinin gazabına uğramanın korkusuyla İsrail’in katliamlarına karşı çıkmak (doğrusu, bu görüntüyü vermek) zorunda kalıyorlar.

Ancak bu iki yüzlü tutumla idare etmek, halka karşı takiyye yapmak giderek zorlaşıyor. Çünkü ortaya çıkan gelişmeler herkesi yeniden tavır alamaya, aldıkları tavrı da netleştirmeye zorluyor.

AKP Hükümeti’nin sözcüleri ve başbakan, konuşurken, bir tutum açıklarken, Türkiye halkının anti-Amerikan, anti-Siyonist tepkilerini hesaplayarak, konuşmalarının içine, İsrail’i eleştiren, Lübnan ve Filistin halkanı savunan, hatta HAMAS ve Hizbullah’ı bile meşru sayan cümleler koymak zorunda kalıyorlar. Ama öte yandan ABD ve İsrail’in tepkilerini çekmemek için de; dönüp, GOP’un içinde yer aldıklarını, ABD’nin bölge planlarınıan başarısı için çalıştıklarını eklemeyi ihmal etmiyorlar.

Ancak bütün bu “incelikler”ine rağmen, Türkiye, İsrail’in tepkisini çekmekten geri kalmadı. Lübnan’a ve Hizbullah’a silah ambargosunu Türkiye’nin deldiğini açıkça iddia eden İsrail’e karşı, ABD, “Hayır Türkiye öyle yapmadı, o, bu konuda üstüne düşeni yaptı” diye Türkiye’yi savunmak “zorunda” bile kaldı.

Filistin’e saldırıyla başlayıp, Lübnan’a saldırıyla bir savaş haline gelen İsrail saldırganlığı karşısında, geçtiğimiz 2 ay boyunca Türkiye’nin tutumu; geleneksel ittifakları ile halkın anti-Amerikan, anti-İsrail tepkisi arasında sıkışmaktan gelen bir “iki arada bir derede kalma” biçiminde olmuştur. Bu durumu aşmak için; AKP’den Genelkurmay’a, çeşitli sermaye partilerinden basına kadar ortak eğilimleri şöyledir:

1-) “Türkiye, PKK karşısında her gün ölüler verirken, başında yeterince büyük gaileler varken, bir de Lübnan’la uğraşamaz” gerekçesi arkasında Lübnan’a, Filistin’e açıkça destek veren ve İsrail ve ABD’nin Ortadoğu politikalarına karşı çıkan tutumlardan geri durmak gerekir. Bu çerçevede Lübnan’a asker gönderme konusu ABD ile Kuzey Irak ve PKK konusunda bir pazarlık konusu olmalı, ABD’nin atacağı adımlara göre, Lübnan’daki rolümüzü artırıp azaltmalıyız. (Bu görüş, CHP, Genelkurmay ve çeşitli milliyetçi çevrelerce savunulmaktadır, ama hükümet de bu tutumla çelişen bir noktada değildir.)

2-) Hizbullah (tabii HAMAS da) Şeriatçıdır; biz, “laik bir ülke” olarak, bu Şeriatçı güçlerle bir arada olmamalıyız. (Burada, AKP hükümetinin teorik olarak küçük itirazları olsa bile, pratikte, o da, bu tutuma katılır) Lübnan ve Filistin halkını desteklemek insani yardımlar biçiminde olmalıdır.

3-) Hizbullah ve HAMAS’ın ya da İran ve Suriye’nin Amerika ve İsrail’e açıkça karşı çıkan tutumuyla birleşmemeliyiz. Bizim tutumumuz, Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün gibi olmalı; HAMAS ve Hizbullah’ın aşırılıklarına karşı çıkarken, İran ve Suriye’nin Batı karşıtlığı ile de birleşiyor görünmemeye özen göstermeliyiz. Başka türlü davranmak, Amerika’nın bölge stratejisine karşı bir pozisyona düşmek, bizi Ortadoğu’da inisiyatif almaktan geri düşürür. Dahası, böyle bir politika, Suudi Arabistan ve öteki zengin Arap ülkelerinin Türkiye’ye “yatırımlar” yapmasını da engeller. Vb..

Türkiye’yi yöneten egemen güç odakları, bir yandan, yukarıda özetlenen gerekçelerle, ABD ve İsrail’e karşı çakan ülke ve mücadelelerden uzak dururken, öte yandan da, İsrail’in Lübnan’a saldırısı ve AB’nin bu saldırıya meşruiyet kazandırmak için öne sürdükleri “İsrail’in kendini savunmak için Hizbullah’ın üslendiği Lübnan’a saldırma hakkı vardır” iddiasına sarılarak; güncel durumdan, “Madem İsrail yapıyor, biz de Kuzey Irak’a girebilir, Kandil Dağı’nı bombalayabilir; kara birliklerini Irak topraklarına gönderebiliriz” sonucu çıkardılar. Bu faydacı, ilk bakışta pek uyanıkça görülen tez; Türkiye’nin İsrail’e karşı çıkarabileceği bütün dayanakları da ortadan kaldırıyordu. Onun içindir ki, AKP Hükümeti’nin sözcüleri ve Başbakan Erdoğan dokunaklı konuşmalar yaptılar, Lübnan’a bir miktar da ilaç ve gıda yardımı yapıldı, ama asıl olarak, İsrail’e karşı etkili olabilecek hiçbir ekonomik, siyasi-diplomatik girişimde bulunmadılar. Bu pasif tutumda, “İsrailleşme hevesleri”nin yükselmesinin etkileri olduğu da açıktır.

Önümüzdeki dönemin muhtemel gelişmeleri açısından bakıldığında; Türkiye’nin egemenleri açısından “iki arada bir derede” olmayı güçleştiren, manevra alanlarını daraltan etkinlerin giderek yükselmesi söz konusudur.

Bu güçlüklerden birisi, 55 yıldan beri ABD’nin müttefiki ve NATO üyesi olan Türkiye, son yıllarda laisizmin de aşırı öne çıkarılmasıyla baskılanan politikalarıyla, ABD-İngiltere-İsrail yörüngesinde hareket etmekte olmasıyla ilgilidir. Çeşitli güç odaklarından, konjönktürel olarak, bu çizgiyle çelişen kimi çıkışlar (Erbakan’ın İslam dünyasının liderliğine oynaması türünden) ya da halkın baskısıyla oluşan yönelişler (1 Mart Kararnamesi’nin reddi sonrasında oluşan durum) geçici ve rastlantısal olarak kalmaktadır. Dolayısıyla, bu geleneksel çizgiyle çelişen her yöneliş, ABD ve yanındaki güçler tarafından, hızla Türkiye’ye fatura edilmektedir. Bu yüzden de, ABD’nin (kuşkusuz İsrail’in de), stratejik ihtiyaçları bakımından, Türkiye’nin “idare eden bir noktada uzun süre kalması”na göz yummaları beklenmez.

Bölgedeki diğer önemli gelişme de, HAMAS ve Hizbullah’ın yükselişi, İran’ın “nükleer enerjini kullanılması” konusunda ABD ve AB’den gelen baskılara boyun eğmeyeceğini açıklayarak açık bir tutum almasıyla, bölgede emperyalist baskı ve müdahalelerin artacağına işaret eden gelişmelerdir. İran’a, Lübnan’a müdahale eder gibi müdahale edemeyecek olan ABD ve müttefiklerinin; burada, Türkiye’ye biçtiği rolü oynatmak için, Türkiye üstünde daha çok oynayacağını söyleyebiliriz. Özellikle de “Medeniyetler Savaşı” tezini, Ortadoğu’da “Ilımlı İslam-Radikal İslam” ayrımından, “Sünni-Şii çatışması”na doğru kaydıracak bir ABD’nin, Türkiye’yi Sünni cenahın liderliğine soyundurması sürpriz olmayacaktır. Burada, “Radikal İslam-Ilımlı İslam” ayırımına pek sıcak bakmayan AKP’nin, Sünni-Şii ayırımı üstünden bir saflaşmaya daha sıcak bakacağını gösteren işaretler de vardır. Çünkü; Irak’ın ABD tarafından işgali ve Türkiye’nin ABD’yi destekleyen tutumunun, AKP içindeki “tarikat mensubu” fraksiyonlar tarafından, “Şiiler’e Sünni Arapları ezmek için destek vermek” olarak yorumlandığı ve bu görüşün AKP içinde azımsanmayacak bir gücü olduğu bilinmektedir. Yine AKP içinde ve dışındaki dini çevreler içinde, Suriye’nin Nuseyri (Alevi) iktidarının Sünnileri ezdiği yönündeki görüşlerin yaygın olduğu ve Suriye’de bir Sünni ayaklanması konusunda ABD ile bu çevrelerin aynı görüşte olduğunu da biliyoruz. Bütün bunların ötesinde, Lübnan’a İsrail saldırısı karşısında, Türkiye, lafta İsrail’e karşı çıkarken, fiiliyatta İran ve Suriye uçaklarını Türkiye’ye inişe zorlayarak, bu ülkelere karşı dostça olmayan (İran bu tutumu hoş olmayan bir tutum olarak niteledi) bir tutumu benimsediğini göstermiştir.

 

ANTİ EMPERYALİZM VE DEMOKRASİ MÜCADELESİNİN İMKANLARI SON DERECE GENİŞLEMİŞTİR

Öte yandan, ABD’nin, Kuzey Irak’taki gelişmeleri ve PKK’yi Türkiye’nin İran’la karşı karşıya getirilmesi için bir pazarlık konusu yapması gayretleri de düşünüldüğünde, Türkiye’nin bölgede izleyeceği politikalar, bölgenin geleceği bakımından hayati önem kazanmaktadır.

Bütün bu nedenlerledir ki; Türkiye’de barış mücadelesi, Kürt sorununun demokratik bir biçimde çözümü, Türkiye’nin bölge halklarıyla, Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı temelinde birliği ve ABD ve İngiltere’nin bölgeye müdahalelerine karşı mücadele bir ve aynı mücadelenin değişik yönleridir ve süreç ilerledikçe, bu, daha çok böyle olacaktır. Ve elbette ki, bu rolün yerine gelebilmesi için; aralarında sürtüşüyor görünseler de ABD ve Türkiye’nin egemenlerinin politikaları etrafında birleşen egemen güç odaklarının değil, ama onlara karşı mücadele eden demokratik güçlerin, demokrasi isteyen Kürt ve Türk milliyetinden halkların ve Türkiye’nin her milliyetten emekçilerinin mücadelesinin yükseltilmesi; yığınların bu gerici politikaların karşısına dikilmesinde belirleyici olacaktır.

Çok açıktır ki; bölgeye müdahale eden ve egemenlik peşinde koşan emperyalist güçlerin ve Türkiye’nin her renkten egemen güçlerinin açmazı; bölge halklarının, Türkiye halkının ve emekçilerinin mücadelesinin ileri atılmasının olanaklarıdır. Ancak olanakların gerçek olabilmesi için, onların içinde bulunduğu açmazları kullanmak, emekçi sınıflar ve demokrasi mücadelesinin güçlerini birleştirmek, ekonomik, siyasi, ideolojik… hayatın bütün alanlarını kapsayan bir mücadelenin örgütlenmesi ve her somut durumu değerlendirerek, emekçi yığınları, halk güçlerini egemenlerin karşısına dikecek bir mücadele hattını kararlılıkla, cesaretle ve yaratıcı bir inisiyatifle hayata geçirmek gerekmektedir. Bu alanda bir adım atıldığında görülecektir ki; koşullar, dünyaya ve Türkiye’ye hükmedenlere sunduğu olanaklardan çok daha fazlasını bu sisteme karşı mücadele edenlere, anti-emperyalizm ve demokrasi mücadelesinin ilerletilmesinden yana olanlara, işçi sınıfına, kendi dünyasını kurmanın yolunu açma mücadelesi içinde olanlara sunmaktadır.

Bugün Türkiye’de “iki arada bir derede” manevra yaparak ayakta durmaya çalışan egemenlere karşı; İsrail’le ikili anlaşmaların iptal edilmesi, İsrail’e karşı diplomatik-siyasi bir tutum alınması, Lübnan ve Filistin’e saldırılarından dolayı İsrail’in cezalandırılması ve yaptığı tahribatın tazmin edilmesi, Ortadoğu’da barış ve halkların kardeşliği temelinde, tüm bölge ülkeleriyle dostluk, emperyalistlerin bölgeye müdahalesine karşı çıkma… talepleri etrafında bir mücadele, halk yığınlarının birleşmesi ve mücadeleye atılması için son derece önemli dayanaklar sunmaktadır.

Bizlerin görev ve sorumluluklarımızı yerine getirip getirmediğimizin ölçüsü de, bu hedeflere ulaşmayı esas edinen stratejimizden çıkan somut görevleri yerine getirmede göstereceğimiz başarı olacaktır.

Enternasyonal Dayanışma

20. Uluslararası Anti faşist – Anti emperyalist Gençlik Kampı, 28 Temmuz 5 Ağustos tarihleri arasında, Danimarka’nın başkenti Kopenhag yakınlarında, 16 ülkeden yaklaşık 300 gencin katılımıyla gerçekleştirildi.

Danimarka, Almanya, Brezilya, Ekvator, Meksika, Finlandiya, Hindistan, Türkiye, Fransa, İran, Irak, İngiltere, Avusturya, Kolombiya, Filistin ve İspanya’dan gençlik temsilcilerinin katıldığı kampta, emperyalist saldırganlık ve gençliğe düşen sorumluluk, tartışmaların ana gövdesini oluşturmaktaydı. Ülkelerdeki mücadele deneyimlerinin de aktarıldığı kamp sürecinde, birçok konunun ele alınıp değerlendirilmesi imkanı bulundu.

Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkiye kökenli yüzden fazla gencin yanı sıra Türkiye’den Emek Gençliği’nin 5 kişilik delegasyonla katıldığı 20. Uluslararası Gençlik Kampı birçok yönüyle ele alınıp değerlendirilebilir. Biz, bu yazıda kampta ortaya konulan konular üzerinden bizlerin üzerine düşen sorumluluğa vurgu yapacağız.

 

EMPERYALİST SALDIRGANLIK SINIR TANIMIYOR

Sosyalizmin yıkılmasının ardından dünyada nihai zafer kazandığını ilan eden kapitalizm, insanlık için tek doğru sistem olduğunu ve artık dünyanın daha adil bir yer olacağını ilan etmişti. Son 25 yıldır ideolojilerin öldüğünü propaganda eden burjuva ideologlar, küreselleşme sonucu bütün dünyaya eşitliğin, özgürlüğün, adaletin ve barışın egemen olacağını söylediler. Tarihe, günümüze ve 20. Uluslararası Anti faşist-Anti-emperyalist Gençlik Kampı’nda da ortaya konan aşağıdaki gelişmelere bakıldığında, bu propagandanın koca bir yalandan başka bir şey olmadığı görülecektir.

1- Dünya, emperyalist barbarlığın hız kazandığı bir dönemden geçmektedir. Kapitalist-emperyalist sistem bir yandan dünyayı kan gölüne çevirmek için girişimlerini sıklaştırırken, öte yandan işçi sınıfı ve emekçilerin yarattığı değerleri yağmalayarak, insanlığı açlığa, yoksulluğa, eğitimsizliğe, sağlıksızlığa mahkum etmenin uğraşını vermektedir. Kapitalist güç odakları tekeller ve çıkarlarının “tek gerçek değer” olduğu anlayışını egemen kılmaya yönelmiştir ve insanlığın tarihsel süreç içinde yarattığı tüm ilerici birikimleri yok etmek istemektedirler. Çoğu kez “demokrasi”, “özgürlük”, “adalet”, “küresel refah” kavramlarıyla, yeniden yapılandırma programları adı altında, sermayenin ihtiyaçlarına uygun düzenlemeler, hemen her yerde, gelişmiş kapitalist ülkeler ve bağımlı geri ülkelerde uygulamaya konuluyor. IMF ve DB eliyle ülkelerde uygulanan neo-liberal politikalarla ülkelerin ekonomileri büyük tekellerin istekleri doğrultusunda şekillendiriliyor, yer altı ve yerüstü kaynakları talan ediliyor. Halktan yana politika izleyen ya da yalnızca ABD gibi büyük emperyalist devletlerle tekellerin dümen suyuna girmeye direnen devlet başkanları ve hükümetlere karşı darbeler tezgahlanırken, birçok ülkede işbirlikçi iktidarlar başa getirilmektedir.

2- Emperyalizm, tekellerin hakimiyeti ve sermayenin gücünü arttırabilmesi için, çürümüş değerleriyle, işçi sınıfına ve mazlum halklara saldırıyor. Dünyanın en büyük emperyalist gücü olan ABD, 11 Eylül saldırılarını bahane ederek; kendi egemenlik alanını genişletmek ve enerji kaynaklarına sahip olabilmek için “Genişletilmiş Ortadoğu”yu yeniden şekillendirmek istemektedir. Afganistan işgaliyle başlatıp Irak işgaliyle sürdürdüğü askeri müdahaleleri diğer ülkelerde de uygulama peşindedir. ABD, terörizme karşı mücadele ettiği yalanıyla bölge halklarının kanını akıtmakta ve sahip oldukları tüm değerleri yağmalamaktadır.

İki askerinin esir alınmasını bahane ederek bir ayı aşkın bir süre Lübnan ve Filistin topraklarına bombalar yağdıran İsrail Siyonizmi, bu saldırılarda her ne kadar istediği sonucu alamamış olsa da, ABD’nin ortaya koyduğu GOP’da kendi üstüne düşeni kararlıca uygulayacağını göstermiştir. İsrail’in saldırıları sürerken, ABD Dışişleri Bakanı Rice, bu kanlı politikayı “yeni Ortadoğu’nun doğum sancıları” olarak tarif etmiş ve ateşkes için daha erken olduğunu belirterek, “daha büyük şiddete” ihtiyaç olduğunu söylemişti. Bölge halklarının kendilerini müdafaasını “terörizm” olarak lanetleyen ABD, İsrail’in saldırılarını “kendini müdafaa” olarak görüp, kendince meşrulaştırmıştır. GOP’un birer parçası olarak gelişen Afganistan ve Irak işgali, İsrail’in Lübnan’a saldırısıyla daha da genişletilerek, İran ve Suriye’ye yayılmak istenmektedir. Ortadoğu’nun yeraltı ve yerüstü kaynaklarını ele geçirmek, dünya halkları üzerinde egemenlik sağlamak için yürütülen bu emperyalist saldırganlık tüm insanlığı tehdit etmektedir.

3- ABD emperyalizmi kanlı bir politika izlerken, Avrupa sermayesi ve Avrupalı emperyalistler de boş durmuyor. ABD’nin ortaya koyduğu terör konseptine uygun olarak, AB ülkeleri, kendi ülkelerinde çoktan “Anti-Terör” yasalarını gündeme getirmişler, işçi ve emekçilerin ellerinde bulunan hakları bir bir budayan yasalar çıkartmaktadırlar. 90’lı yıllardan itibaren “sosyal devlet” anlayışını terk etmeye başlayan Avrupa burjuvazisi, uyguladığı politikalarla kazanılmış hakları geri almaktadır. Eğitim ve sağlık alanının hızla sermayeye terk edildiği AB’de işsiz ve yoksul sayısı hızla artıyor. ABD ile arasındaki çelişkiler artmakta olan AB, en başta dünya enerji kaynaklarına yönelik olarak gücünü arttırmak için yeni emperyalist stratejiler belirlemektedir.

4- Kapitalist-emperyalist sistemin tahrip ettiği alanların başında gençlik kesimleri yer alıyor. Gençliği tam bir belirsizliğe sürükleyen emperyalizm, milyonlarca genci işsizliğe, açlığa, yoksulluğa, eğitimsizliğe, sağlıksız yaşamaya ve ucuz işgücü olarak çalışmaya mahkum etmiştir. Kapitalizme ve burjuva gerici iktidarlara karşı örgütlenen gençlik hareketleri şiddetli bir şekilde bastırılmakta ve gençliğin örgütlenmesinin önüne her türlü tahrip edici araç konmaktadır. Toplumsal bir yaşam kurulabileceği fikrini yok etmek için devasa bir propaganda yürüten burjuvazi, bireysel kurtuluşu tek seçenek olarak sunmaktadır.

 

ANTİ EMPERYALİST MÜCADELE

20. Uluslararası Anti faşist – Anti emperyalist Gençlik Kampı’nın en önemli tartışma konuların başında emperyalizmin uygulamaları ve bunlara karşı mücadele yer alıyordu. Kampın temel amaçlarından bir tanesi, tek tek ülkelerde yürütülen anti-emperyalist mücadele deneyimlerinin paylaşılması ve önümüzdeki süreçte, azgınlaşan kapitalist-emperyalist sisteme karşı gençlik yığınlarının mücadeleye nasıl seferber edilebileceğini tartışmaktı.

Emperyalist tekeller ve uluslararası sermaye devasa bir mali, askeri ve propaganda gücüne sahip olsalar, işçi sınıfının örgütlerini önemli ölçüde tahrip etmiş ve halklar üzerinde kanlı işgal politikaları yürütüyor olsalar da, bu emperyalist saldırganlık ve yağmaya karşı mücadele de çeşitli biçimlerde sürmektedir. Doğru talepler etrafında örgütlendiği taktirde, halkların, işçilerin ve özellikle de gençliğin saldırgan politikalara karşı mücadele içinde yer alması kaçınılmazdır.

Başta Irak ve Filistin halkı olmak üzere, emperyalizmin ve neo-liberal politikaların baskısı altında olan halkların mücadelesi güçlenmekte ve kimi zaferler de kazanmaktadır. Irak direnişinin gün geçtikce profesyonel bir hal alması, işgal güçlerinin burada kontrolü sağlamada başarısız olması, yıllardan beri İsrail’in zulmü altında olan Filistin halkının haklı mücadelesinin bastırılamaması ve yine ABD’de hazırlanan senaryolar sonucu Lübnan’ı bombalayan İsrail’in buradan istediği sonucu alamaması, hayasız saldırganlığına tepki olarak dünyada anti-Amerikancılığın yükselmesi ABD’nin kendi çıkarları doğrultusunda yaratmak istediği “yeni Ortadoğu”yu oluşturmada dikensiz bir yolda olmadığını göstermektedir.

Başta Avrupa gençliği olmak üzere, Avrupalı işçi ve emekçiler de sermayenin saldırılarına karşı mücadele vermektedirler. Avrupa hükümetlerinin sosyal hakları budamaya ve eğitim, sağlık gibi alanları tamamen özelleştirmeye yönelik çıkardıkları yasalara karşı işçiler ve gençlik kesimleri kitlesel eylemler örgütlemektedirler. Çeşitli görüşme ve toplantılarda, tek tek ülkelerde burjuva hükümetler eliyle yürütülen politikalar ve bunlara karşı sürdürülen  mücadeleye ilişkin önemli deneyim alış-verişinde bulunulan kampta, ayrıca, yeni birçok tecrübe yaşandı. Bunların bazılarını şöyle aktarabiliriz:

a) İran Emek partisi temsilcisi Farzaneh Azad, ABD ve diğer emperyalist güçlerin Irak uyguladıkları senaryonun bir benzerini İran’da uygulamak istediklerini belirtti. Öte yandan, İranlı işçi ve emekçilerin ekonomik demokratik talepler için mücadelesine değindi. Ekonomik ve demokratik taleplerin anti emperyalist taleplerle birleştirilmesi gereğine değinen Azad, partisinin de çabalarının bu yönde olduğunu söyledi.

b) Kampa, Danimarka’da bir öğrenci örgütü olan PLS adına katılan Lars Grena, ülkesinde adaletsiz anti-demokratik eğitim sistemine yönelik muhalefet kimliği taşıyan öğrenci hareketinin güç kazandığını belirterek, hükümetin eğitimi sadece elit bir tabakaya mal etmeye çalışmasının önüne net bir tavırla çıkacaklarını vurguladı. Ülkede sosyal devlete karşı saldırıların farklı bir boyut kazandığını, özelleştirmenin hayatın her alanına yansıdığını anlatan Grena, Danimarka’da, geçtiğimiz yılın Mayıs ayında sosyal kısıtlamalara karşı yapılan 120 bin kişinin katıldığı eylemde, öğrencilerin ve sendikaların ilk defa bir arada yürüdüklerini, işçi, öğrenci ve yoksullara yönelik saldırı politikalarına dur diyeceklerini ifade etti.

c) AB’nin en güçlü ülkesi olan Almanya’da yeni neo-liberal saldırılar hızla uygulanma durumundadır. Buna paralel olarak, bu ülkede işsiz sayısının hızla arttığını belirten Alman delegasyonu, gündemde olan Hartz IV yasası ve öğrenim harçlarına yapılan zamların protestolarla karşılandığını belirttiler.

d) Fransa hükümetinin, Fransız gençliğine dayatmış olduğu İlk İş Sözleşmesi Yasası (CPE), işçi ve öğrenci sendikaları ve yığınlarının etkili mücadelesi sonucu çöpe gönderilmişti. Türkiye dahil birçok ülkede coşkuyla karşılanan bu mücadele deneyimi önemli dersler içermektedir.

31 Temmuz günü Fransa’dan uluslararası kampa katılan gençlik temsilcileri, Fransa hükümetinin saldırılarını ve Fransa gençliğiyle emekçilerinin bu saldırılara karşı mücadelesini konu alan bir toplantı gerçekleştirdi. Bu toplantı, tüm kamp katılımcıları tarafından ilgiyle izlendi. Fransız gençler yaptıkları sunumda, Fransa hükümetinin saldırı programının, aslında, Avrupa sermayesinin saldırılarının bir parçası olduğunu söylediler. CPE’ye karşı mücadele ederken sıfırdan başlamadıklarını, ’95 Fransa’sındaki mücadele deneyiminden, Avrupa Anayasasını reddeden Fransız emekçilerin tepkisinden yola çıktıklarını dile getirdiler.  Fransa’da gençliğin bütün katmanlarının CPE yasasına karşı kendi talepleri ile harekete geçtiğini; gençlerin orta öğrenim ve üniversitedeki örgüt, meclis ve sendikaları aracılığı ile  bütün gençliğin tepkisini örgütleyebildiklerini söyleyen temsilciler, mücadelenin bununla da kalmadığını, 12 işçi sendikanın CPE karşıtı gösterileri destekleyerek, bir anlamda işçilerle gençlik kitlelerinin ortak talepler için hükümetin politikalarına karşı alanlarda bulunduklarını ifade ettiler. Kısa sürede bu mücadele içerisinde gençlik kitlelerinin politikleştiğinin altını çizen gençler, dünya gençlerine önemli bir örnek oluşturdular.

e) AB’ye girdikten sonra ülkedeki işsizliğin % 20 oranında arttığını söyleyen İspanya temsilcisi Mattiya, bugün halkın, eğitim ve sağlık hakkı için mücadele vermekte olduğunu belirtti. İşsizler arasında %40’lık bir kesimin gençlerden oluştuğunu belirten Mattiya, İspanya hükümetinin Irak işgaline asker vermesi sonucunda önemli eylemler örgütleyen İspanya halkının baskıları sonucunda, hükümetin askerlerini Irak’tan çekmek zorunda kaldığını söyledi.

f) Kampa Meksika’dan katılan Florentino, Meksika’da son on iki yılda emperyalist baskılarda büyük bir artış gözlendiğini ve IMF, DB, WTO gibi organizasyonların tekellerin önlerini açacak reformların yapılması konusunda baskıcı tutum takındıklarını vurguluyordu. Meksika gençliğinin eylemlerde yavaş ama kalıcı bir şekilde yer almaya başladığına belirten  Florentino, gençliğin sorunları olarak, üniversitedeki yetersiz örgütlenme ve gençliğin sendikasızlığına değinerek, hedeflerinin, gençliğin mücadeleci yapıya sahip çıkmasını sağlamak ve tek cephe oluşturmak olduğunun altını çizdi.

g) Ekvator’da halkın %85-90 arasında yoksul olduğunu belirten Ekvator temsilcisi  Santiago, gençliğin %12’sinin öğrenim göremediğini ve gençlik kesimleri arasında işsizliğin yüksek olduğunu söyledi. ABD emperyalizmine bağımlı burjuva bir hükümetin işbaşında olduğunu söyleyen Santiago, anayasaya göre bütçeden eğitime %30 pay ayrılması gerekirken, hükümetin bu oranı %12’lere kadar düşürdüğünü belirtti. Eğitimi tamamen özelleştirmek isteyen hükümete karşı giriştikleri eylemlerin son zamanlardaki en önemlisini öğrenci kimliklerini elde etmek için yaşadıklarını söyleyen Santiago, ulaşımda ve kamu için düzenlenen etkinliklerde indirim sağlayan kimlikler için 2 yıl mücadele ettiklerini, birçok boykot ve işgalden sonra ancak bu hakkı elde edebildiklerini vurguladı. Lise öğrencileri arasında örgütlü olan ve 800 bin civarında üyesi olan FESE (Ekvator Lise Öğrencileri Federasyonu) üyesi olan Santiago, öğrencilerin sadece eğitim alanında değil, ülkenin diğer sorunlarında da harekete geçtiğini belirtti. Yolsuzluğa bulaşan ve burjuvazinin hizmetinde olan üç devlet başkanının düşürülmesinde işçi ve yoksul halkla beraber etkin bir rol alan öğrenciler ve FESE, ABD’nin dayatmış olduğu Serbest Ticaret Anlaşması’na karşı da güçlü eylemler örgütlemişler. Böyle giderse, şu an başta olan devlet başkanının da, görev süresi bitmeden sokak hareketiyle devrileceğini söylüyor, Santiago.

h) Venezuela’nın anti-Amerikancı ve demokratik bir süreci ilerletmesi, Kolombiya’nın 40 yıldır yenilmeyen bir silahlı mücadele sürdürmesi, Ekvator’da halkın OXY tekelini ülkeden defederek ve TLC’ni (Serbest Ticaret Anlaşması) imzalamayarak emperyalizmi yenilgiye uğratması, Küba devriminin 40 yıldır süren direnişi, kendi doğal kaynaklarını savunan Bolivya halkının başlatmış olduğu demokratik süreci ve Meksika halkının bir halk iradesi yaratılmasını savunan mücadelesinin de selamlandığı kampta, bu gelişmelerin desteklenmesi gerektiğine vurgu yapıldı.

j) Kampın gerçekleştiği süre içerisinde, İsrail Siyonizminin Lübnan ve Filistin halkına yönelik saldırısı devam ediyordu. Yıllardan beri emperyalizmin Ortadoğu’daki planlarına uygun hareket eden İsrail’in saldırgan tavrı tüm katılımcılar tarafından lanetlendi ve Filistin ve Lübnan halklarının mücadelesi selamlandı. Kampın üçüncü günü gerçekleşen “Filistin ve Direniş” konulu panele konuşmacı olarak katılan Filistinli gazeteci Naser Al Sehli, Filistin halkının İsrail’e karşı mücadelesinin uluslararası emperyalizme karşı mücadelenin bir parçası olduğunu vurguladı. Ayrıca kampın 5. günü, Danimarka’nın başkenti Kopenhag’da, Danimarka hükümetinin ABD yanlısı politikalarını protesto eden ve Ortadoğu’da direnen halkların mücadelesini selamlayan bir miting düzenlendi. Değişik dillerde birçok sloganın atıldığı miting, gençliğin enternasyonal dayanışma duygularını ifade ediyordu.

 

*      *       *

Emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine karşı kazanılan her zaferin tüm halkların ortak zaferi olarak görülmesi gerektiğinin vurgulandığı konuşmalarda, ortak düşman emperyalizme karşı mücadelenin güçlendirilmesi ve birleştirilmesi üzerinde sıkça duruldu. Kampa, Fransa CPE Karşıtı Platform adına katılan ve bir işçi olan Katja Steinhart’ın şu sözleri anlamlıydı: “CPE eylemlerinde mücadelenin neo-liberalizme karşı olduğunu kavradım. Burada ise, somut olarak, değişik ülkelerde yaşayan gençlerin taleplerinin ve mücadelelerinin bir olduğunu gördüm. Buradaki gençlere mücadele ederek kazanmanın mümkün olduğu mesajını getirmekten çok memnun oldum. Şu artık benim için açık: Dünyanın neresinde olursanız olun, kazanılmış bir mücadele herkesin zaferidir. Bu ise, benim bu yönde mücadeleye devam etme isteğimi daha da güçlendirdi.

 

ORTAK DÜŞMAN EMPERYALİZM

Sınırlarla birbirinden ayrılmış ülkeler farklı olsa da, kapitalist-emperyalist saldırganlığın halklar ve gençlik kitleleri üzerinde uyguladıkları politikaların benzerliği –hatta çoğu durumda aynı olduğu– açıkça görünen bir şey. Türkiye halkı ve gençliği de emperyalizm ve neo-liberal uygulamalardan kendi payına düşeni fazlasıyla almıştır. Emperyalist saldırganlığın açık hedefi konumda olan Türkiye, iş aşına gelen sermaye yanlısı hükümetler eliyle bir batağa doğru sürüklenmektedir. Tek başına hükümet olan AKP’nin çabalarıyla, bu süreç hızlandırılmıştır. İçerde halkı ve gençliği ezen bir politika izleyen AKP, dış politikada da ABD’nin bölgeye yönelik politika ve uygulamalarına eklemlenmiş durumdadır. Türkiye halkının yıllardan beri maruz kaldığı politika ve uygulamalar, dünya halklarının geri kalanının hedef olduklarıyla aynıdır. Dahası, emperyalizmin çıkarları doğrultusunda, Türkiye’de özel yöntemler de kullanılmaktadır. Buna karşın Türkiye halkı ve gençliğinin tarihi, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı yürütülen mücadele örnekleriyle doludur. Kurtuluş Savaşı’yla emperyalist devletleri ülkeden defetmeyi başaran Türk ve Kürt halkları, bugün de sermaye yanlısı ve işgalci politikalara karşı durmaktadır. Bu karşı duruşun fiili olarak istenilen boyutta olmamasının birçok nedeni vardır kuşkusuz.

Önümüzdeki dönem emperyalist saldırganlığın halklar üzerindeki baskısının arttığı bir süreç yaşayacağız. Hiç kuşkusuz buna karşı halk ve gençlik kitlelerinin seslerinin de daha fazla çıktığına tanık olunacaktır. Dünya halklarının ve gençliğinin, ortak düşmanları olan emperyalizme ve yerli işbirlikçilerinin iktidarlarına karşı mücadelesi hız kazanacaktır. Kapitalist-emperyalist barbarlığa karşı Türkiye halkı ve gençliğinin mücadelesinin örgütlenmesi, başta sınıf partisi ve onun gençliğine düşen bir sorumluluktur. Türkiye halkı ve gençliğinin mücadele tarihine bakıldığında, bu sorumluluğun yerine getirilmesi kaçınılmaz bir görev olduğu gibi, yeterli dinamik ve geleneklere sahip olduğu da bir gerçektir . Sınıf partisi ve gençliği, alanlarda halk ve gençlik kitlelerinin taleplerini gözeten ve onları bu talepler etrafında kendi saflarında örgütleyen bir çalışmayla bu sorumluluğunu yerine getirebilir. Bu mücadeleyi enternasyonal bir boyuta taşımak ve dünyadaki anti emperyalist hareketlerle dayanışma içinde olmak ayrı bir önemdedir. Bu birliktelik sağlandığı taktirde, halkların kurtuluşu hayal değildir. 20. Uluslararası Anti faşist – Anti emperyalist Gençlik Kampı, bu enternasyonal dayanışmayı geliştirme adına önemli bir deneyim olmuştur.

Emperyalizme ve Sermaye Saldırılarına Karşı Mücadele ve Gençlik

 

İsrail devleti 2 askerinin esir alınmasını bahane ederek önce Filistin-Gazze’ye, ardından da Lübnan’a saldırdı. Bütün dünyanın gözleri önünde gerçekleşen hava saldırılarında binlerce bomba kullanıldı. Siyonist İsrail ordusunun kara harekatı biçiminde devam eden saldırıları Güney Lübnan’ın işgaline dönüştü. ABD desteğini arkasına alan emperyalizmin şımarık tetikçisi İsrail, uluslararası anlaşmaları hiçe saydı. Birleşmiş Milletler örgütü ABD’nin Irak’a saldırısından bu yana yitirmiş olduğu yaptırım gücünü İsrail ve ABD karşısında yine gösteremedi. Ortadoğu’da terörist bir devlet olarak inşa edilen İsrail yaklaşık bir ay sonra ve ancak ABD’nin kendi ipini bağlamasıyla “ateşkes”e razı oldu.

İşgalin ve saldırının sonuçları oldukça ağırdı. 2000’e yakın sivil insan hayatını kaybetti. Bunların önemli bir bölümü çocuktu. Saldırı tam bir vahşet ve katliama dönüşmüştü. Binlerce insan sakat kalırken hastanelerde yaralılar nedeniyle yer kalmadı. Açlık, susuzlukla birlikte salgın hastalıklar ortaya çıkmaya başladı. İsrail yaptığı yıkımın ardından katliama böyle devam etmiş oluyordu. Bombalanan köprüler, yollar nedeniyle yardımlar yerine ulaşamıyor. Eğitim, sağlık, ulaşım, enerji ve diğer ana ihtiyaçlar karşılanamıyor. Güney Lübnan’da halk açlık ve yokluk içerisinde yeniden yaralarını sarmaya çalışıyor.

İsrail’in pervasız saldırısı sadece yıkım ve gözyaşıyla sonuçlanmadı. Bu saldırılara 34 gün boyunca direnen Lübnan halkı, farklı dinlerden, kökenlerden olmalarına karşın birleşik bir mücadele sergilediler. Hizbullah Lideri Seyyid Hassan Nasrallah’ın Evrensel gazetesine verdiği demeçte dile getirdiği gibi “emperyalizme karşı tek cephe” şiarı, Irak’taki gelişmelerin tersine Lübnan direşini içesinde hayat buldu. Hizbullah direşin merkezine otururken Lübnan’daki halkın, yurtseverlerin sevgisini kazandı.

 

Direnen gençlik Ortadoğu’nun geleceğidir

Ortadoğu gerçeği göstermektedir ki, emperyalist ve siyonist saldırılar halklara ölüm getirmekte, savaş tanrıları ise kurban olarak çocuk kelleleri istemektedir. İşgal ve bombardımanlarda çocuk ölümlerinin öne çıkması bunun delilidir. Fakat emperyalizme karşı duyulan öfke, mücadeleye atılma isteği, cesaret ve topraklarını savunmak için canını ortaya koyma kararlılığı da yine bu çocukların mücadelesinde resimleşmektedir. Ölüm kusan tanklara karşı taşlarla karşı duran, direniş saflarına çok küçük yaşlarda atılan çocuklar ve gençler, Filistin ve Lübnan halklarının geleceğinin temsilcileridir. Savaş makineleri karşısında direnen çocuklar ve gençler, emperyalizm ve siyonizm var oldukça, ezilen ve işgal altında tutulan halkların direnişinin de var olacağının birer işaretleridirler. Siyonist İsrail tüfeklerinin namlusundan çıkan ölüm mermilerinin çocukları ve gençleri seçmesinin bir nedeni de budur. Aslında kurşunlar direngen halkların geleceğine sıkılmaktadır.

Filistin’de, Lübnan’da halk direnişlerine büyük bir heyecanla atılan gençlik yığınları mücadelenin en ateşli merkezlerinde saf tutmaktadır. ABD işgali altında bulunan Irak’ta ise mezhep çatışmalarıyla ülke bir iç savaşa sürüklenmiştir. Ortadoğu halklarının zayıf noktalarından biri olarak kullanılan din ve mezhep çatışmalarında bomba yüklü gençler kardeş halkların birbirine kırdırıldığı bir çatışmanın aleti haline de getirilmektedir. Fakat Irak’ta da ABD askerlerine ve işgaline karşı büyük bir tepki ortaya çıkmaktadır. Irak, ABD askerleri ve Amerikan politikaları açısından da bir batağa saplanmışlığın ülkesi haline gelmiştir. ABD işgaline karşı direniş -4. yıla girerken- sürmektedir ve işgal altındaki Irak gençliği bu direnişin içerisinde en aktif biçimde yer almaktadır. Tehdit ve kuşatma altında tutulan İran ve Suriye halklarında da emperyalizme karşı nefret ve ortak mücadele isteği gelişmektedir. Emperyalizme karşı halk gösterilerinin gerçekleştiği bu ülkelerde başta üniversiteler olmak üzere gençlik, emperyalist işgal ve saldırı karşısındaki kararlılığını ortaya koymaktadır. ABD ve emperyalizme karşı olmak, siyonizmin saldırılarına karşı durmak, işgal altındaki topraklardaki mücadeleye destek vermek, birleşik bir mücadeleyi örmek yönündeki istek, bütün Ortadoğu topraklarında yaşayan halkları ve gençliği sararak büyümektedir.

Ortadoğu’dan gelen haberler, halkların ve gençliğin direnen Hizbullah lideri Nasrallah’a büyük sevgi gösterisi içinde olduğunu göstermektedir. Fakat evlerin duvarlarında Nasrallah, Che, Chavez ve Ahmedinejad fotoğrafları yan yana durmaktadır. Bu, emperyalizmden kurtulmak için emperyalizme karşı sadece ortak bir mücadelenin sonuç alınabileceğinin bir ifadesi olarak öne çıkmaktadır. Evrensel gazetesinin Nasrallah röportajında, Nasrallah’ın Deniz Gezmiş ve arkadaşları için sarfettiği sözler son derece anlamlıdır. Emperyalizme karşı mücadele eden Türkiye gençliği ve Filistin halkıyla dayanışma içinde olan gençlik önderlerine aradan uzun yıllar geçmesine karşın büyük sevgi duyulmaktadır.

Ortadoğu halkları ve Müslüman Arap gençlik Türkiye gençliğine ve halkına büyük sevgi duymaktadır ve mücadeleyi ortaklaştırma isteğindedir. Tersine Türkiye hükümetlerine ise, emperyalizmle birlik halinde geliştirilen işbirlikçi politikalar nedeniyle tepki duyulmaktadır.

 

İşbirlikçi politikalar Türkiye’yi maceraya sürüklüyor

İsrail’in Filistin ve Lübnan’daki insanlık dışı katliamları gerçekleştiği günlerde, AKP hükümeti ve Başbakan, halkın tepkisini de gözeterek bir yandan “üzüntülerini” belirtmekle yetinen bir politika izledi, öte yandan ABD ve İsrail ile ilişkilerini hız kaybettirmeden devam ettirdi. Gecikmeli de olsa Kızılay Lübnan’a gıda yüklü kamyonlar gönderirken, aynı anda İncirlik’ten çıkan “patlayıcı” yüklü TIR’lar Türk ve Amerikan askeri korumalarının eşliğinde İsrail’e silah ve bomba taşıyordu. İncirlik’ten kalkan TIR’lar önce Mersin Taşucu’ndaki limana uğruyor, oradan Kıbrıs Rum kesimine geçiyor ve nihayet İsrail’e ulaşıyordu. AKP Adana milletvekilleri bile bu duruma karşı çıkıyor ve açık denizlere açılan tır yüklü gemilerin nereye gideceğinin teminatını veremediklerini söylüyorlardı.

“Orantısız güç kullanılıyor” diye feveran eden Başbakan Erdoğan ucu açık ve kontrollü bir devlet terörünün uygulanmasının önünü açarken, İsrail’e yaptırım uygulama yönündeki seslere ise kulaklarını kapıyordu. %90’ı Amerikan politikalarına karşı olan Türkiye halkı, hükümetten açık bir tutum beklemekteydi. İsrail ile ikili antlaşmaların iptal edilmesi, tank modernizasyon antlaşmasının çöpe atılması, saldırıların açık olarak kınanması, İsrail’in savaş suçlusu ilan edilmesi, Lübnan halkının zararlarının İsrail tarafından karşılanması ve suçluların uluslararası mahkemelerde yargılanması, “barış gücüne” asker verilmemesi vb talepler, bu tutumun bir ifadesi olarak gündeme geldi. Fakat bu somut talepler AKP hükümeti tarafından görmezden gelindi, işbirlikçi tutum devam ediyor.

Ortadoğu’ya saldırıların ayak sesleri gelirken, dışişler bakanı Abdullah Gül ile ABD dışişleri bakanı Rice arasında “ortak vizyon” anlaşması imzalandı. ABD’nin Genişletilmiş Ortadoğu Projesi (GOP)’nin bölgedeki truva atı olmaya soyunan Türkiye, İsrail saldırıları karşısında da buna uygun bir pratik tutum aldı. AKP hükümeti aynı zamanda ortaya çıkan çatışma ve kaoslardan faydalanarak bölgede etkin bir yer tutmaya, yani yayılmacı bir maceracılığa da soyunmaktan geri durmadı. Zaten İsrail’in Lübnan’a saldırısı da ABD’nin GOP projesinden ayrı düşünülemezdi. Zira Rice “Yeni Ortadoğu’nun doğum sancıları”ndan bahsederken, aynı günlerde, ABD’nin kimi eyaletlerinde coğrafya kitapları tedavülden kaldırılıyordu.

 

Daha kitlesel bir gençlik mücadelesi için

İsrail saldırıyla birlikte Türkiye’de İsrail zulmüne ve ABD politikalarına karşı eylemler gerçekleşmeye başladı. Mitingler, gösteriler, yürüyüşler, imza toplama ve basın açıklamaları gibi bir çok eylem ve etkinlik türü aynı dönemde sokak ve meydanlarda boy vermeye başladı. Kuşkusuz ülke gençliği de bu saldırılara ve Türkiye’nin çekilmek istendiği politikalara karşı sessiz kalamazdı, kalmadı da.

Amerikancı politikalara ve İsrail siyonizmine tepkinin bu denli yoğun olduğu ülkemizde güçlü, kitlesel gençlik eylemlerinin geliştirilememiş olması ise, üzerinde düşünülmesi gereken bir gerçek olarak önümüzde durmaktadır. Bu nedenle, anti-emperyalist eylem ve örgütlenmelerin güç kazanmasını engelleyen ve hatta onları sekteye uğratan kimi eğilim ve alışkanlıkları ortaya sermek ihtiyaç durumundadır:

1- İsrail saldırısının eğitim ve öğretim kurumlarının tatil olduğu aylara denk gelmesi öğrenci gençlik yığınlarının anti-emperyalist gençlik hareketinin bileşeni olmasına olanak tanımadı. Hatırlanacağı gibi, ABD’nin Irak’a saldırısının olduğu dönemde savaş karşıtı mücadelede üniversiteler önemli bir yer tutmuş ve yıllar sonra ilk kitlesel üniversite boykotları bu dönemde gerçekleşmişti.

Elbette İsrail saldırısının ardından kent merkezlerindeki eylemlere gençler katıldılar. Ama bu gençler daha çok politik gençlerdi ve geniş gençlik yığınları eylem sürecine çekilemedi. Eğitim ve öğretim yılının açılacağı önümüzdeki günlerde, okullarda güçlü bir çalışma başlatmak, anti emperyalist gençlik mücadelesinin de toparlanmasına hizmet edecektir. Bu bakımdan, başta yükseköğrenim gençliği olmak üzere öğrenci gençliğin anti emperyalist mücadelede oynayacağı rol, gençlik mücadelesi içinde hala belirleyici bir konuma sahiptir.

2- Günlük işçi basınında Ortadoğu ülkelerinden birçok aydın, akademisyen ve öğrencinin röportajları çıkmıştır. Bu röportajlarda Türkiye üniversitelerindeki anti amerikan, anti emparyalist tutum ile birleşme isteği göze çarpmaktadır. Yine Türkiye’de okuyan ve kimi Ortadoğu ülkelerinden gelen gençlerin benzer içerikli demeçlerine ve yazılarına rastlamak mümkün. Bu açıklamaların, çağrıların sahibi gençler ve akademik çevreler ciddiyetle ele alındığında Ortadoğu ile kardeşlik bağlarını pekiştirmek, dayanışmayı daha ileriden sağlamak olanaklı hale gelebilir.

Üniversitelerin bölgedeki bu gelişmelere karşı toplumun karışısına bir fikir ve uyarıyla çıkmasının koşulları zorlanmalıdır. Zaten üniversitenin de gerçek rolü budur. Örneğin uluslararası ilişkiler ya da siyasal bilimler fakülteleri bu gelişmeleri nasıl değerlendirmektedir? Nasıl bir sonuç çıkarmaktadır ve topluma mesajı nedir? Üniversiteler arası kurul ya da her üniversitenin senatosu bu gelişmeleri nasıl değerlendirmekte, Ortadoğu halklarına ne demekte ve Türkiye halkına nasıl bir çağrı yapmaktadır? AKP hükümetinin dış politikadaki Amerikancı, GOP’çu yaklaşımı ne anlama gelmektedir? Bu sorular, üniversitenin rolünü ortaya çıkaracak çalışmanın kalkış noktalarının haline getirilebilir.

3- Kimi genç aktivistler emperyalizme karşı mücadelenin kimi çalışmalarda olduğu gibi rutin bir işmiş gibi ele alındığını ve bunun da bir heyecansızlığı beraberinde getirdiğini ifade ediyorlar. Bu durum elbette çalışmanın mekanik olarak ele alınması, darlaştırılması ile de ilgilidir ve örgüt çalışmasında çokça karşılaştığımız ve şikayet edilen bir durumdur. Gençlik verilen işi yapmakta ama onun ötesine geçip, çalışmayı yerelleştirememekte, zenginleştirememekte, ortaya konan taktik platforma kendi enerjisini ve özgünlüğünü katamamaktadır.

Türkiye gençliğinin emperyalizme karşı mücadelesinde güçlü bir geleneği ve kökleri vardır. Bu, ezilen mazlum hakları desteklemek ve onların kurtuluşunu gerçekleştirmek için elinden geleni yapmaktan geri durmamak, halkına bağlılık ve güçlü bir yurtseverlik duygusunu içerir. Gençlik örgütlerimiz ve tek tek Emek Gençleri daha yaratıcı, inisiyatifli ve daha kararlı bir biçimde mücadeleye sarılmalıdırlar.

4- Önümüzdeki dönem, emperyalizme karşı ve haklar için mücadelede gençlik yığınlarının eyleminin sokağa damgasını vuracağı bir dönem olmaya adaydır. Kısa bir süre önce gerçekleşen ve tüm dünyada yankılanan Fransız gençliğinin mücadelesi ve kazanımları Türkiye gençliği için de umut tazelemiş, öğretici olmuştur. Emperyalizme karşı olan, onun saldırılarından rahatsızlık duyan, öfkeli ve duyarlı kesimlere ulaşacak çağrılar yapmak, bunun araçlarını yaratmak bugünden hazırlık yapmamız gereken bir çalışma olmalıdır. Çalışmalar bu yönüyle yeniden ele alınmalı ve yenilenmelidir.

Yaz ayları boyunca gerçekleşen eylemlere bakıldığında çalışmanın yerelleşemediği, aşağıdan büyütülemediği görülecektir. Ya gençlik yığınları merkezi bir noktaya çağrılmakta ama gençleri merkeze taşıyacak çağrılar yapılmamakta ve mekanizmalar yaratılmamaktadır. Ya da bir gençlik grubu sadece tanıdığı sınırlı bir çevreyi bir yerdeki eyleme çağırmaktadır. Yapılacak eylemin saati, yeri, nedeni bütün bir semt halkını haberdar ederek ve bir heyecan uyandırarak ele alınmamaktadır. Bu bakımdan dar çevreci çalışma tarz ve alışkanlığından kurtulmak gerekmektedir. Çağrılarımızın olabildiğinde yaygın, etkili ve sarsıcı olmasına önem gösterilmelidir. Burada her gençlik kesimine ayrı, onların duygularına seslenen üslup ve biçimler bulmak önemlidir.

5- Yaz ayları boyunca emperyalist politikalara ve siyonist saldırılara karşı devrimci işçi partisinin ajitasyon faaliyetlerine etkin katılan Emek Gençliği yoksul emekçi gençlik kesimleriyle bağlarını geliştirme şahsına sahip olmuştur. Fakat temas edilen gençlik kesimleri içerisine kök salma ve onları örgütlemede aynı etkiye sahip olduğumuz söylenemez. Çalışmanın gezici ve gelip geçici olmasının engellenmesi daha çok yerelleşmeyi gerekli kılmaktadır. Yeni eğitim döneminin açılmasıyla birlikte yaz aylarında yoğunlaşan işçi gençlik çalışmasının, emekçi yoksul semt gençliğinin, işsiz genç kesimlerin bir kenara bırakılmamasına önem gösterilmelidir.

6- Emek Gençliği’nin içerisinde yer aldığı ajitasyon faaliyetleri içerisinde halkın iki temel soruna takıldığı göze çarpmaktadır; ‘laiklik’ ve ‘Kürt sorunu’. Bu iki sorun gençlik yığınlarının da hızla örgütlenmesi ve mücadeleye atılmasının önüne adeta set çekmektedir.

İsrail’i lanetleyen bildiler dağıtan Emek Gencine seslenen bir vatandaş “Filistin için iyi yapıyorsunuz ama şu ölen asker cenazeleri için de bir şeyler yapmayı düşünüyor musunuz?” diye soruyor. Bu soruyu üstelik provoke etme veya tahrik etmek için de değil, oldukça masum duygularla dile getiriyor. Başka bir örnekte ise bildiri dağıtırken sesli ajitasyon yapan başka bir genç aktiviste yine bir vatandaş “Biz de üzülüyoruz ama Araplar birleşmiyor, kendi ülkesini koruyamanların ülkesini biz nasıl koruyalım, onların niyeti şeriatı kurmak değil mi?” gibi kafa karışıklığını da yansıtan sözler sarf edebiliyor.

Ajitasyon çalışmalarına katılan birçok Emek Genci bu yazıyı okurken haklı olarak “bu durumla ben de karşılaşmıştım” diyecek. Çünkü bu örnekler istisna olmadığı gibi çok yaygın karşılaşılan örneklerdir. Bu durumda göstermektedir ki, halkın ve ülke gençliğinin kafası bu iki sorun üzerinden yıllardır karıştırılmış ve dumura uğratılmıştır. Amerikan ve İngiliz emperyalizminin yıllardır bölge üzerindeki emperyalist yayılmacı hedefleri doğrultusunda bölge halklarını din, mezhep milliyetler temelinde bölmeye ve kışkırtmaya çalıştığını anlatmamız gerekmektedir. Bölge zenginliklerinin ve doğal kaynaklarının kontrolünün ele geçirilmesi ve emperyalist yayılmacılığa karşı, kendi işbirlikçi yönetimlerine rağmen bölge halklarının emperyalizm karşıtı, bağımsızlık talepli mücadelelerinin ortaklaşmasından endişe duymanın, şeriatçı tehlikeden öte emperyalist yayılmacılığın kalıcılaşmasına, yağma ve talana hizmet etmek anlamına geleceğini anlatmamız zorunludur. İşte bu sorulara cevap olmadan, bu cevapların emperyalizme karşı mücadele ile olan bağını anlatmadan kitlesel bir gençlik mücadelesini geliştiremeyeceğimiz açıktır.

Yeni bir eğitim ve öğretim yılı açılırken ‘laiklik’ ve ‘Kürt sorunu’nun başta üniversiteler olmak üzere gençlik yığınları içinde ele alınıp tartışılması ve partimizin çözümünün ortaya konulması, hareketin zaaflarının aşılması için önemlidir. Zaten egemen güç odakları toplumun farklı kamplara bölünmesi ve çatışması için bu iki sorunu kullanmakta ve çoğu zaman çatışma alanı olarak da üniversiteleri seçmektedir.

 

ABD-İsrail askeri olmayacağız

İsrail’in Lübnan’a karşı tek taraflı olarak yürüttüğü saldırılarda “ateşkes”in dile getirilmesiyle birlikte bölgeye BM bünyesinde bir askeri barış gücünün gönderilmesi de gündeme getirildi. Ateşkes sonrası İsrail, Lübnan ve Filistin arasında mekik dokuyan Abdullah Gül, ABD’nin bir GOP temsilcisi gibi barış gücüne alan açmaya çalıştı. AKP hükümeti bölgedeki tepkileri yumuşatarak asker göndermenin yollarını ararken, içeride de “müslümanların korunması” propagandasını yaparak Türkiye halkının tepkisini yumuşatmaya çalıştı.

İlk etapta 15-20 bin kişilik bir BM askeri gücünün konuşlanacağı Lübnan’da tampon bir bölge yaratılacak ve Türkiye’de yaklaşık 1500-2000 asker gönderecek. Ortadoğu açısından da Türkiye’deki halkın duyguları bakımından da bu plan’ın öyle kolay tutmayacağı da bir gerçekliktir. Fakat emperyalizmin ve işbirlikçileri boş durmamaktadır. Bu plan hayata geçtiğinde Türkiye komşu Arap ülkeleriyle boğazlaşmanın eşiğine gelmiş olacak, Türk askerleri kardeş halkları baskı ve cendere altına almak için konuşlandırılacaktır. Türkiye gençliği savaşa, yıkıma ve kardeş halklara zulüm yapmak üzere Ortadoğu’ya sürülecektir. En iyi ihraç malımızın ordu olduğu propaganda edilirken egemen sınıflar aslında gençlik üzerinde bir pazarlığa da girmiş bulunmaktadırlar.

1 Mart tezkerisini püskürten, Irak’a asker göndermeyi engelleyen Türkiye halkı ve gençliği bu gerici planları da boşa çıkaracak, AKP’nin işbirlikçi yüzünü de açığa çıkaracaktır. Fakat bunun için bıkmadan, usanmadan güçlü bir aydınlatma, örgütlenme çabası içerisinde olmak ve güçlü sokak eylemlerinin gerçekleşmesini sağlamak gerekmektedir. Gençlik geleceğine sahip çıktığında, üzerinde dönen pazarlıkları kitle eylemlerinin gücüyle yırtıp attığında ancak bu planları boşa çıkarabilir.

Irak savaşı döneminde dile getirilen “amerikan askeri olmayacağız” sloganı bugün “ABD-İsrail askeri olmayacağız” sloganına dönüşmelidir. Okullar, semtler, işyerleri gençliğin bu slogan etrafında birleşip emperyalizme karşı mücadeleye atıldığı bir çalışmaya tanıklık etmelidir.

 

“Deniz olunmalı” ama nasıl?

Son günlerde “Deniz olunmalı” başlıkılı çokça mektup ve haber Evrensel gazetesinde yer almaktadır. Mitinglerde bu slogan haykırılmakta, afiş ve pankartlara da bu slogan yazılmaktadır. Elbette emperyalizme karşı mücadelenin Türkiye’deki en önemli simgesi olarak damgasını vurmuş bir isim olarak “Deniz olunmalı” isteği devrimci duyguları geliştiren olumlu bir durumdur.

Fakat işin çokca lafını edip gereğini yerine getirmeden ‘Deniz olunmalı” demek bir tehlikeye de işaret etmektedir. “Deniz olunmalıdır” diyen bunu kime söylemektedir? Söyleyenin kendisi Deniz olmak için ne yapmaktadır?

Son olarak Nasrallah’ın “yeni Denizler istiyoruz” biçiminde açıklamasının ardından kimi gençler arasında Lübnan’a gitmek ve Deniz gibi savaşmak biçiminde isteklerin olduğu dile getiriliyor.

68’li yılların gençlik mücadelesi yeniden okunmalı ve incelenmelidir. Görülecektir ki, gençlik önderleri parasız, demokratik, bilimsel, özerk üniversite talebinin içerisinden doğmuşlardır. Bu taleplerin en iyi ve kararlı örgütçüleridir Denizler. Bu talepler üzerine meydanlara dökülen onbinlerin önündedir onlar. Anti emperyalist ve anti faşist gençlik mücadelesi de kitle dayanağını bu talepler için yürütülen mücadeleden almıştır. Ve bu talepler artarak, aciliyetleri büyüyerek bugüne taşınmıştır. “Deniz olmak” öncelikle Türkiye’de okullardan, işyeri ve semtlerden başlayarak taleplerimiz için güçlü bir gençlik örgütlenmesi ve mücadelesi yaratmak için dava adamı olmaktır.

Türkiye’de anti emperyalist mücadele öncelikle gençliğin kitle eylemlerinde ortaya çıkmıştır. Üslerin kapatılması için gerçekleşen gençlik yürüyüşleri, Vietnam kasaplarına karşı gerçekleşen eylemler, Commer’in arabasının ODTÜ’de öğrenciler tarafından yakılması, 6. Filo askerlerinin Dolmabahçe’de binlerce öğrenci tarafından denize dökülmesi vs… Dolayısıyla “Deniz olunmalı” özlemi öncelikle ülke topraklarını işgal etmiş emperyalistler, üslere, işbirlikçilere karşı mücadeleyi en iyi biçimde örgütlemektir. Ülke topraklarımızı yol geçen hanına çeviren emperyalizmin temsilcilerine karşı kitlesel karşı koyuşları örgütlemektir. Filistin, Lübnan ve Ortadoğu halklarına karşı gösterilecek en büyük devrimci dayanışma eylemleri de buradan geçmektedir. İncirlik’ten çıkan tırlar İsrail’e bomba taşırken gençlik bunu engelleyecek bir mücadele dinamiği yakalamadan Lübnan’a gitmenin neresini tartışacaktır? Deniz Gezmiş ve arkadaşları bütün bu mücadele örneklerini sergileyerek Türkiye gençliğine bir mücadele mirası bırakmışlardır. Bu mirası en iyi şekilde sahiplenmek görevlerimize en sıkı şekilde sarılmaktan geçmektedir.

 

“Eğitim hakkımızı istiyoruz”

Yeni bir eğitim ve öğretim yılına girerken gençlik yığınları katmerleşen sorunlarıyla yeniden yüz yüze gelmektedir. Yüzbinlerce öğrenciye üniversitelerin kapıları kapatılmakta, özel dersaneler eğitimin temel unsuru haline gelmiştir. Sınav sistemi sürekli değiştirilerek öğrencilerin ve velilerin kafası karıştırılmaktadır. Eğitim iyice ayrıcalıklı hale gelmekte, eğitimde kategoriler oluşturularak öğrenciler ayrıştırılmaktadır. Yoksul öğrenciler için 13 yeni taşra üniversitesi açılırken zengin öğrenciler için açılan özel üniversitelerin sayısı artmaktadır.

Üniversitelerde harç uygulamasının ardından şimdi de kayıt parası uygulamasına geçilmektedir. Kaliteli öğretim üyeleri yüksek transfer ücretleri ödenenerek özel üniversitelere çekilmektedir. Üniversiteler önemli ölçüde özelleştirilmiş, bilim yuvalarında piyasa kuralları hakim hale gelmektedir. KPS sınavlarını geçemeyen onbinlerce mezun meslek dışı bırakılmaktadır. Sorunları çoğaltarak anlatmak mümkün. Sermaye sınıfları ve kapitalizm eğitim alanınında ve üniversitelerde bir hayli yol katetmişlerdir. Kısacası eğitim hakkı gençliğin ve halkın elinden alınmıştır.

Öğrenci gençliğin bu saldırılara karşı yürüttüğü mücadelenin çeşitli sorunları vardır ve bu başkaca bir yazının konusu olarak da değerlendirilmelidir. Fakat ortaya çıkan sonuç göstermektedir ki, gerek üniversitelerde gerekse eğitimin genelinde mücadeleler lokal ve parçalı olmayı aşamamaktadır. Eğitim alanlarının toplamına dönük ve topyekun, tek merkezden yürütülen bu saldırılara karşı parçalı karşı çıkışlar etkili olamamaktadır. Ayrıca bu saldırılardan sadece öğrenciler değil, veliler, bütün bir halk, öğretim üyeleri, araştırma görevlileri, eğitimciler de nasibini almaktadır. Saldırı aynı zamanda eğitim sisteminin temellerine yapılmakta ve yeni bir sistem inşa etmektedir.

Yeni öğretim ve eğitim yılına girerken eğitime dönük saldırılara karşı bütün kesimleri birleştirecek ve sınıflardan başlayarak sokağı hedefleyecek bir mücadele hattının ortaya çıkarılması emekçilerin, halk çocuklarının ve gençliğinin haklarını geri almasının önemli bir yolu olacaktır.

Çalışmaya daha okullardan açılmadan başlanması, çalışma tarzı, taleplerin formüle edilmesi, taktik platformun ortaya konması ve etkili sloganların öne sürülmesi bir hazırlık süreci olarak ele alınmalıdır.

Eğitim sorunları temelinde bütün kesimlerin biraraya getirildiği yaygın bir aydınlatma çalışması yürütülmeli ve başta büyük kentler olmak üzere ülkenin heryerinde büyük mitingleri de hedefleyecek kapsayıcılıkta bir çalışma örgütlenmelidir..

 

Sonuç olarak;

Kapitalizm, gençliğe verilecek hiçbir hak bırakmadığı gibi, emperyalizmle işbirliği yolunu seçmiş gerici iktidarlar yeni savaşlara ve yıkımlara gençliği alet etmek istemektedir. Her milliyetten Türkiye gençliği somut taleplerden yola çıkarak ve bütün kesimlerle birleşme yoluna girerek gençlik hareketinin temellerini yeniden inşa etmekle yüz yüzedir.

Parasız, bilimsel, demokratik eğitim talebi, iş ve gelecek talepleriyle emperyalizme karşı bağımsız ve demokratik bir ülke talebinin birleştiği bir mücadele dönemi yoksul ve ezilen gençlik yığınlarını beklemektedir. Gençliğin bu mücadeleyi örgütlemekten başka çıkar yolu yoktur. Ötesi geleceksizlik ve karanlık bir yarın demektir. Önümüzdeki dönem hareketli ve mücadeleye aday bir dönemdir. Emek Gençliği bu tarihsel sorumluluğun bilinciyle donanmalı ve mücadele ve örgütlenmede ön saflara atılmalıdır.

“Eğitim hakkımızı istiyoruz” talepli çalışmanın son derece etkili ve birleşik bir mücadele hattında yürütülmesi gerekmektedir.

Başta ÖTK, Öğrenci Birlikleri, kol ve klüpler olmak üzere gençlik örgütlerinin de içerisinde yer alacağı, Eğitim-sen, ÖED’nin de gireceği, öğrenci velileri ve işsiz bırakılan mağdur öğretmenlerin de yer alabileceği geniş bir mücadele platformunun örgütlenmesi gerekmektedir. Sonuç cümlesi olarak ifade edecek olursak; Parasız ve nitelikli bir eğitim için halk güçlerinin birleşik mücadelesinin örgütlenmesi olacaksa, bu mücadelenin çimentosu ise başta devrimci işçi partisi ve Emek Gençliği olacaktır.

 

Fındık Mitingi ve Köylü Hareketinin Potansiyeli

Ordu’da düzenlenen yüz bin kişilik fındık mitingi, miting sonrası 20 bin çiftçinin sahil yolunu saatlerce trafiğe kapatmasıyla birlikte ülke gündemine, popüler söyleyişle “bomba” gibi düştü. Türkiye’nin herhangi bir yerinde dile getirilen üretici tepkileri içinde Ordu mitingi, atıfta bulunulan örnek bir eylem olarak öne çıktı. Fındık mitingi, üreticinin bir anlık, gelip geçici bir öfkesi miydi? Bulutsuz havada çakan bir şimşek miydi?

Sorulara doğru cevap verilebilmesi ve ön açıcı doğru bir deneyim elde edilmesi için, eylem öncesi gelişmelerin ve ülke üreticisinin içinde bulunduğu durumun iyi değerlendirilmesi gerekir. Bunun yapılması halinde, bundan sonra olabilecekleri kestirebilmek, köylü öfkesini örgütlülüğe dönüştürme çabalarında öngörüyle hareket etmek kolaylaşacaktır. Siyasi iktidarlar tarafından 6.5 yıldır taviz verilmeksizin uygulanan IMF/Dünya Bankası programının tarımdaki sonuçları; çiftçilerin yoksullaşması, gelir bölüşümündeki eşitsizliğin artması ve istihdamdaki hızlı azalma olarak ortaya çıkıyor. Uygulanan programın bu sonuçları ortaya çıkaracağını öngörmek için kahin olmaya gerek yoktu. Söz konusu sonuçların doğacağına Özgürlük Dünyası’nın eski sayılarında defalarca dikkat çekilmişti. Bugün de geleceğin okunması zor değil!

 

TAHAMMÜL EDİLEMEYEN ÖZERKLİK
1 Haziran 2000’de çıkarılan Tarım Satış Kooperatif ve Birlikleri Yasası’yla, birlikler sözde ‘özerk’ hale getirildi. Ama ‘özerklik’ olmadığı, hükümetin Fiskobirlik’e yönelik müdahalesinin hiç eksik olmamasıyla defalarca kanıtlandı. Hükümet, hükümet olur olmaz, stoklarındaki fındığı, verdiği talimatla, Fiskobirlik’e, aldığı fiyattan sattırdı. Birkaç tüccarın önünü açarken, birliğin zararına hareket etti. Birlik yönetiminin, “özerk bir kuruluş” olduğunu söyleyerek, fiyat ve pazar politikasını kendisinin belirleyeceğini açıklaması, hükümet ile Fiskobirlik yönetimi arasındaki gerginliği artırdı.
ÖNCE TARİŞ SONRA DİĞER BİRLİKLER
GELİŞMELERİN GİTTİĞİ YÖN!
SONUÇ NİYETİNE

Fiskobirlik, 2003-2005 yılları arasında, fındık fiyatlarını yüksek açıkladı. Bu durum, ihracatçıların, AKP içinde etkisi olan fındık lobisi ve Fiskobirlik’e söz geçirememekten şikayetçi AKP üyelerinin öfkesini kabarttı. 2002 yılında fındığın tonunun ortalama ihraç fiyatı 2 bin 290 dolar iken, 2003 yılında 3 bin 750 dolar, 2004 yılında 10 bin 490 dolar oldu. 2005 ürünü fındıkların 6 bin dolardan alıcı bulması ve ülkeye büyük döviz girişi sağlaması da öfkeyi dindirmedi. Kontrol edemediği birliği ele geçirmek isteyen AKP hükümeti, bu yılın başında yapılan Fiskobirlik Genel Kurul seçimlerinde, birlik yönetimine karşı alternatif bir liste hazırladı. Hazırlanan karşı listenin AKP’ye ait olduğu, Başbakan Danışmanı Cüneyd Zapsu’nun “söz konusu girişimin hata” olduğu yönündeki söylemleriyle teyit edildi. Seçimde 420 genel kurul üyesinin sadece 103’ünün oyunu alabilen AKP’nin hazırladığı liste, seçimi kaybetti. Sonuç, hükümet ve birlik arasındaki iplerin iyice gerilmesine yol açtı.

AKP’nin bu yenilginin faturasını birlikten bu yıl çıkardığına kanıt olabilecek gelişmeler yaşandı. Bu yıl, Fiskobirlik, üreticiden 7 milyon taahhüdüyle aldığı fındığın parasının çoğunu ödeyemedi. Birliğin üreticiye borç ödeyebilmek için 13 bankaya yaptığı kredi başvurusu ise sonuçsuz kaldı. Bankaların kapılarını kapatma kararının, Fiskobirlik’in bilançolarına bakılarak verildiği açıklanmasına rağmen, ortada çelişkili bir durum söz konusu… Fiskobirlik’in deposunda 50 bin ton fındık var. Bu, 300 trilyon eder. Birliğin 630 bin dekar arazisi, 323 deposu, 3 anonim şirketi, alışveriş merkezleri var; tüm bunlar 1 katrilyon lira eder. Söz konusu mal varlığına karşılık bankaların tüketici kredisi verebilmek için birbiriyle yarıştığı bir ortamda, birliğe kredi verilmiyor. Bu durum, ancak hükümeti etkisi altına alan fındık lobisinin gücünün Fiskobirlik’e kredi verilmesini engellemesiyle açıklanabilir.

 

TÜRKİYE’NİN PETROLÜ OLABİLECEKKEN!

Hükümet, gelinen noktada, Fiskobirlik’i devre dışı bırakan bir karar aldı. Uzmanlık alanı olmamasına, hiçbir deneyim taşımamasına rağmen, Toprak Mahsulleri Ofisi’ni (TMO) fındık alımıyla görevlendirdi. Fındığa, fındık üreticisine düşmanca tutum sergilemeyi sürdürdü. Oysa fındık, Türkiye’nin petrolü sayılabilecek bir ürün. 1970 yılından bugüne 14 milyon ton fındık üretilmiş, bunun 13 milyon tonu ihraç edilmiş. Fındıkta dünya fiyatı yoktur. Türkiye fiyatı vardır. Çünkü dünyadaki fındık üretiminin yüzde 75’i Türkiye’de üretilmekte ve dünya fındık ticaretinin de yüzde 85’i Türkiye’nin elinde. 2004 fındık rekoltesinin düşük olması, Türkiye’nin fındığını 10 dolara ihraç edebileceği, 2 milyar dolarlık döviz girdisi sağlanabileceğini gösterdi. Henüz  Fiskobirlik’in elindeki 50 bin ton fındık satılmadığı halde, geçen yılki fındıktan 1 milyar 800 milyon dolarlık gelir elde edildi. Doğru politikalarla yıllık 2 milyar dolar gelir her zaman elde edilebilir. Aksi iddialar yersizdir.

İddialardan biri, “Fındık rekoltemiz fazla, fiyat yüksek olursa, fındık ihracatımız düşer. Ülkemizden başka ülkelerde fındık ekimi teşvik edilmiş olur” şeklindedir. Bu ve benzeri propagandalarla, fındık fiyatları sürekli düşük tutulmaya çalışılıyor. Oysa ne fındık rekoltesinin yoğunluğu ne de fındık fiyatlarının yüksek oluşu ihracat miktarını azaltmaz. Fındık ihracatı, tamamen çikolata tüketimine paralel bir seyir izler. Ne üretimle ne de fiyatla doğrudan bir ilgisi vardır. Çikolata sanayiinin talebini diğer fındık üreticisi ülkelerin, şu anki üretim miktarıyla, karşılayabilmesi mümkün değil. Başka ülkelerin fındık üretimine yönelmesi de söz konusu olamaz. Fındık üretimi en erken 5 ila 7 yıl sonra verim verir. Bu uzun sürenin dışında, ABD ve AB ülkelerinde fındık üretiminin pahalı olması, diğer üretici ülkelerin üretim miktarlarını artırmalarının önünde engel oluşturuyor. Ayrıca istatistikler, bir üretim artışının değil, başlıca fındık üreticisi ABD ve AB ülkelerinde fındık üretimin teşvik edilmemesi nedeniyle üretim düşüklüğünün yaşandığına işaret ediyor. Hemen belirtmek gerekir ki, çikolata sanayii açısından, diğer ülkelerin ürettiği fındığın, kalite bakımından, Türkiye’de üretileni yakalayabilmesi mümkün değil.

İhracatçılar Birliği verileri de, ihracatın fiyatla ilgili olmadığını gösteriyor. Fındıkta, 1992 yılında ihraç fiyatı 232 dolarken, ihraç edilen fındık 173 bin tonla sınırlı kalmış. Fakat 1993 yılında ihracat fiyatı 396 dolara çıkmasına rağmen, ihracat, bir önceki yıla göre 60 bin ton artmış. 1996/1997 yılında ise fiyat 453 dolara çıkarken, ihracat miktarı da 200 bin tonu aşmış. Yani, hem fiyat, hem de ihracat artıyor. En fazla ihracat 2002-2003 sezonunda yapılmasına rağmen, son 10 sezonda en az döviz kazanılan (594 milyon dolarla) yıl, bu dönem oldu. Çünkü 2002-2003 sezonunda fındık fiyatları düşük tutuldu.

Ülke fındığına yatırım yapan, Giresun’da tesis kuran, alan, işleyen, satan ve Almanya Hamburg Borsası sert kabuklu yemişler başkanı olan Mr. Thomas Haas Rıckertsen şöyle diyor: “Avrupa fındık sanayicisi, eğer fındıktan çıkmak veya kaçmak isterse, bu 15 yıl alır. Bu çok zor ve 15 yılda tarımda neler yaşanacağını kimse tahmin edemez. Bizim için fındığın bedelinin 7-8-9 milyon olmasının çok kıymeti yok. Bizim Türkiye’den beklediğimiz üç şey var. Birincisi kaliteli fındık, ikincisi paramızı verdiğimiz anda fındık bulmak, üçüncüsü ise bizimle iş yapan Türkiyeli  ihracatçıların kontratlarına sahip çıkmaları.” Fındık, Avrupalı çikolatacıların vazgeçilmezi. Bu şartlarda fındık Türkiye’nin petrolü olabilir. Ama bu kaynak değerlendirilmediği gibi, devletten darbe yiyor. Neden acaba?

Cevap AKP hükümetinin sarsılmaz savunucusu olduğu programda yatıyor. 2000’lerin başlarından bu yana tarımda –tüm destek sistemlerini kaldırmaya ve çiftçi örgütlerini adım adım tahrip etmeye dayanan– liberalleştirme politikası ağırlık kazandı. Uluslararası tarım şirketlerinin çıkarına olan bu politikaları teşvik etmede IMF/Dünya Bankası odaklı programlar kritik bir rol oynadı. TEKEL, TİGEM, gübre ve şeker fabrikaları gibi kamu kuruluşlarının özelleştirilmesi, birliklerin devre dışı bırakılması, bu gündemin ayrılmaz bir parçasıdır.

 

Tüccar ve ihracatçı karşısında üretici örgütü olarak Fiskobirlik, fındık fiyatını yüksek tutmaya çalışıyor. Ancak bunu gerçekleştirebilmesi için piyasada olması, başka bir ifade ile fındık alabilmesi gerekiyor. Fiskobirlik dengeleyici unsur olarak fındık alımı yapamadığı zaman, tüccar-ihracatçı karşısında örgütsüz kalan üretici, ürününü bu kesime ucuza satmak durumunda kalıyor. Tüccar ve ihracatçı, fiyatı sürekli aşağıya çekme çabasında. Yaşananlar bunun en güzel örneği. Fiskobirlik son üç yıldır piyasadan fındık alımı yapınca, fiyatlar yükseldi. Geçtiğimiz sezon piyasaya girip fındık alımı yaptığında, fındık fiyatı 7 YTL civarındaydı; fakat kaynak sıkıntısına düşüp borcunu ödeyemez hale geldiğinde, fiyatlar 2 YTL civarına geriledi. Fiskobirlik olmayınca üretici eziliyor. Çünkü üreticiyle alıcılar arasında bilgi ve finansman eşitsizliği var. Örgütsüz yüz binlerce üretici karşısında bir avuç alıcı, aralarında kolaylıkla anlaşarak, finansman gücü zayıf çiftçinin malını ucuz fiyatla satın alıyorlar.

Söz konusu durum tüm birlikler için geçerli, bu yolla birlikler tasfiye edilmek isteniyor. Ve bu sürece yeni gelinmedi. Tarım Satış Kooperatif ve Birlikleri Yasası sürecin ilk adımıydı. Yasa 2000 yılında yürürlüğe girdi. Yasanın amacı, “birlikleri özerk hale getirmek, birliklere yönelik devlet müdahalesini ortadan kaldırmak” olarak açıklandı. Tarım kooperatiflerine olan devlet müdahalelerinin kaldırılması, ilk başta kulağa çok hoş geliyordu. Çıkarılan yasa metni ve ana sözleşme hükümleri incelendiğinde, bu yasayı hoş karşılamak mümkün değildi. Çünkü yeni yasa, tarımsal kooperatifçilerin yıllardır özlemle bekledikleri türden bir düzenleme değildi. Niyeti ele veren düzenlemeler, henüz birinci maddeden başlıyordu. Bu maddeye göre, birlikler özerk hale gelecek ve mali yönden bağımsız olacaklardı. Mali yönden özerklik değil, bağımsızlık! Neden acaba? Birliklerin mali bakımdan bağımsız kılınmasını amaçlamak, bunların kendi kaderleriyle baş başa bırakılacaklarını peşinen ilan etmekti.

Sonraki maddelerde, kooperatif ve birliklerin fabrikalarının anonim şirket statüsünde kurulması ve işletilmesi zorunlu hale getiriliyordu. Faaliyetlerinin kooperatifçilik alanına doğru daraltılması, birlikleri işlevsizleştirmeye yönelik tasarımın bir parçası olmanın dışında bir anlam ifade etmiyordu.

Kooperatif ve birliklerin ne sanayi işletmeleri ne de ilk işleme tesisleri rehin ve hacze karşı korunmamıştı. Eski düzenlemede var olan koruma mekanizmaları kaldırılmış durumdaydı. Böylece, birliklerin sadece fabrikalarını değil ilk işleme tesislerini dahi ellerinden çıkarmalarının yolu açılmış olmakta; salt sanayi faaliyetlerini değil, ticari faaliyetlerini de sürdürememe riskiyle karşı karşıya bırakılmaktaydılar. Amacın bu olduğu belliydi. İstenen; sadece aracılık eden, depo işlevi gören bir birlikti. Anlayış buydu!.. Piyasayı dengelemeyen (dengeleyebilme gücü olmayan) bir kooperatif ve birlik sistemi… Amaç buydu!..

Zeytinde de birliğin devre dışı bırakılması için tüccarların lobi faaliyetleri başladı. 2 Ağustos günü, Ege İhracatçılar Birliği’nde, “2006/2007 zeytin ve zeytinyağı ihraç politikalarının belirlenmesi” gündemi ile olağanüstü bir toplantı yapıldı. Ege İhracatçılar Birliği, benzer bir “olağanüstü” toplantıyı, 2005/2006 kampanya dönemi öncesinde, “Zeytin ithalatının serbest bırakılması” gündemi ile geçen yıl Eylül ayında yapmıştı. Bu toplantı, ithalatın serbest bırakılmasını isteyen bir kısım zeytin tacirinin isteği ile yapılmış, ancak ithalat serbestisi isteği, üreticilerin, kooperatifleri TARİŞ’in ve diğer bir kısım zeytincilerin tepkileri nedeni ile reddedilmişti.

Mart ayından bu yana, çeşitli yayınlar ve toplantılarda, bir kısım zeytin taciri tarafından, bu sezon Türkiye zeytinyağı üretiminin 250 bin ton olacağı, zeytin ekim alanlarının genişlediği, bu nedenle üretimin artacağı, ürünün elde kalacağı, bu nedenle uluslararası pazarda rekabet edebilmek için tedbirler alınması, her türlü ithalat ve ihracatın serbest bırakılması vb. gerektiği yolunda söylemler yayılmaktaydı. Peki, şimdi Ege Zeytin ve Zeytinyağı İhracatçı Birlikleri olağanüstü genel kurulunun yapılma nedenleri nelerdir? Eylül 2005 toplantısı ile reddedilen zeytin ve zeytinyağı ithalatının serbest bırakılması ve rafinajlık yağın da dökme olarak ihracatının serbest bırakılması isteği tekrar neden gündeme getirildi?

AB üyeliği, üretimin arttığı, pazar kaybedildiği vb. gerekçelerinin tümü, yalnızca, bu ülkede yerle bir edilen tarımın son kalesi zeytin sektörü bakımından da, uluslararası tekellerin tedarikçisi bir ülke ve üreticileri haline getirilme isteğinin ağızda dolaştırılan baklalarıdır. Amaç; sektörü denetim altına almak, üreticiyi köleleştirmek, kooperatiflerini ortadan kaldırmak, yaygın üretimi gerçekleştiren küçük çaplı sanayiini yok etmek, yatırımlarını işlevsiz kılarak devre dışı bırakmaktır. Azim ve kararlılık ve fındıkta Zapsu olur da zeytinde olmaz mı “hayıflanması” ile yerine getirilmeye çalışılan; boşluk oluşmuş bir dönemde boşluğu doldurarak, “efendiler”in stratejisine uygun olarak verilen bu görevlerdir…

Ülkemiz zeytinyağının en büyük dökme ihracatçı firmasının sahipleri, basından da izlendiği üzere, İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nda yürütülen yolsuzluk operasyonu kapsamında tutuklanma kararı ile aranmaktadır. Ve şirket, borçluları tarafında haczedilmiş durumdadır. Kötü ünlü şirket hazır batmışken, yerine yeni vurguncu adayların olmaması düşünülemez. İşte bu “heyecan” içindeki iki firma, sektörün Zapsusu olmaya soyunmuş durumdalar. Peki bunlar kimdir? Gasparini, zeytinyağında dünyada tedarikçi en büyük firmalardan biridir. İtalyan firmasıdır. Yıllardan bu yana ülkeyi tedarikçi tutmak, kilosu bir dolara üreticinin elinden zeytinyağlarının alınmasını gerçekleştirmek, komisyon ve tatlı kârlarla kasalarını doldurmak için oyunun yeni bir versiyonu piyasaya sürülüyor.

Hedefte tüm birlikleri işlevsizleştirmek var.

 

Türkiye’nin, 2000’lerin başlarından bu yana, IMF ve Dünya Bankası’nın direktifleri doğrultusunda uyguladığı “Tarımsal Reform Programı”nın, Türkiye tarımsal yapısı üzerinde yarattığı sonuçlar, üreticilerin bugünkü öfkesini anlaşılır kılıyor. Ortaya çıkan sonuçların anlaşılabilmesi için, Dünya Bankası tarafından 9 Mart 2004 tarihinde yayımlanan “Türkiye’de Tarım Sektörü Destekleme Reformunun Etkilerine Bir Bakış” başlıklı raporun belli başlı başlıklarına bakmak bile yeterli.

Rapora göre:

* 2002-2003 “reform” döneminde gübre ve ilaç kullanımı yüzde 25-30 azalmıştır.

* Tarım kredisi faiz oranları negatiften pozitife dönmüştür.

* Kredi alan çiftçiler, borçlarını, tarımsal gelirdeki azalmalar ve yüksek reel faiz oranları nedeniyle ödeyememişlerdir.

* Doğrudan Gelir Desteği (DGD) programı, çiftçilerin uğradığı net gelir kaybının ancak yüzde 35-45’ini karşılayabilmiştir. DGD programından fiilen yararlanamayanlar için, bu durum dahi söz konusu değildir.

* Çiftçi, 450 bin hektar alanı ekmekten vazgeçmiştir. Bu alanın 300 bin hektarı, Orta Anadolu Bölgesi’nde bulunmaktadır.

* Türkiye, OECD ülkeleri arasında en düşük destekleme oranlarına sahip olan ülke haline gelmiştir.

Raporda yer alan bilgiler dışında, 2000-04 döneminde, tarımsal ürün alım fiyatları sürekli olarak enflasyonun altında tutulmuştur. 2000-04 ortalaması olarak TEFE’deki değişmenin yüzde 40’ı bulmasına karşın; aynı dönemde tarımsal ürün ortalama alım fiyatları artışı yüzde 28 düzeyinde tutulmuştur. Destekleme alımları karşılığında üreticilere yapılan ödemelerin tarımsal katma değer içindeki payı sürekli olarak geriletilmiştir. Şekerpancarı üretimi, 18.8 milyon tondan 13.5 milyon tona düşürülmüştür. Tütün üretimi yüzde 36, ekici sayısı yüzde 53 azalmıştır. Hayvancılıktaki erime devam etmektedir. Hayvan varlığındaki erime de devam etmiş; 1990-2005 yılları arasında, koyun sayısı 40.6 milyon baştan 25.3 milyon başa, sığır sayısı 11.4 milyon baştan 10.5 milyon başa gerilemiştir. Uygulanan politikalar, bölüşüm ilişkilerinin çiftçi/köylü aleyhine, yerli ya da yabancı mali sermaye lehine dönüşmesine yol açmıştır. Çiftçi hızlı bir şekilde yoksullaşıyor. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) yaptığı Yoksulluk Çalışması’na göre; Türkiye’de en yüksek yoksulluk kırsal kesimde yaşayanlar arasında gözleniyor. Kırsal kesimde tarımla uğraşanların 2002 yılında yüzde 36.8’i yoksul iken, bu sayı, 2004 yılında yüzde 42.3’e yükseldi. Tüm bunların neticesinde, 2000-2005 yılları arasında tarımdan kopanların sayısı 1.3 milyona ulaştı. Kısacası tarımda ekim alanları daralıyor, üretim ve istihdam düşüyor, ihracat geriliyor, ithalat artıyor, çiftçi yoksullaşıyor ve gelir dağılımı bozuluyor.

 

Bütün ürünlerde sorun yaşanıyor. Fındık üreticisi ise ürününü maliyetinin üzerinde satabilen şanslı çiftçilerden iken, artık onlar için de, bu şans ortadan kalkmış durumda. Öfke patlaması bundandır. Diğer üreticilerde de öfke birikmiş ve ara ara küçük eylemlerle olsa da patlamaktadır. Narenciye üreticilerinin Hatay Dörtyol’da yaptıkları son basın açıklaması şöyle bitmektedir: “Fındık üreticileri Ordu’da kapatacak bir yol bulduysa, biz de Çukurova’nın bir bölgesinde kapatacak bir yol bulabiliriz. Taleplerimize kulak verilmemesi halinde de kapatacağımızdan kimsenin şüphesi olmasın!

Bu öfkeyi bir potada toplayıp, doğru yola kanalize edebilmenin bir aracı olarak Tüm Üretici Köylüler Sendikası (Tüm Köy-Sen) ortada durmaktadır. Ordu’da, doğru zamanda, doğru şekilde yapılan küçük bir çalışmayla, binlerce kişi sendika pankartının arkasında alana gelmiştir. Bu durum, şimdilik bir öfke patlaması olarak duran köylü hareketinin, demokratik bir halk hareketinin parçası haline getirilebileceğinin de göstergesidir.

Tıkanan ve tasfiye edilen eski ilişki ve kurumların yerine halkın demokratik ilişkilerle ördüğü, üreticinin önceliklerini ve iradesini yansıtan kurumlar geçirilmelidir. Söz ve kararın çiftçilerde olduğu yapılar, sendikalar, kooperatifler, demokratik yollarla oluşmalıdır.

Türkiye tarımının girdiği sarmaldan kurtulabilmesi, çokuluslu tarım-gıda şirketlerinin çıkarlarını esas alan, onların ihtiyaç ve yönelimlerine göre hazırlanan sözde reform programlarının terk edilmesine bağlıdır. Tabii ki, tek başına terk etmek yeterli değildir, aynı zamanda, kendi çiftçisi ve insanının ihtiyaçlarına ve ülkenin özgül iklim ve toprak koşullarına göre oluşturulacak üretim odaklı bir tarım programının hayata geçirilmesi de gereklidir. Hedefi olan mücadele böylesi bir programa sahip olmalı ki, köylü hareketinin taşıdığı potansiyel doğru yola, protestoculuğun ötesinde doğru yola kanalize edilebilsin.

Sosyalist Teoride Bir İstismar Örneği “Çin Sosyalizmi”

Dergimizin Mart 2006 sayısında yayınlanan‚ “Çin Efsanesi ve gerçekler” başlıklı yazıda, Çin kapitalizminin ekonomik göstergeleri ele alındı. Yabancı sermayenin serbest bölgelere yoğun akışına ve ucuz işgücü ve hammadde sömürüsüne dayalı bir hızlı ‘kalkınma stratejisi’ izleyen Çin, gelinen yerde gelir dağılımını aşırı dengesizleştirerek; ülkede bir avuç milyarder  ve zengine karşılık, yüz milyonlarca yoksul ve işsiz kitle yarattı. Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne girişinden sonra daha da artan işsizlik ve yoksulluk sonucu, işçi ve köylü eylemleri de ivme kazanmış ve bu durum; hem yabancı sermayenin azami kârının gerçekleşmesinin, hem de Çin’in dışarıya bağımlı ekonomisinin sürgit devam edemeyeceğinin bir işareti olmuştu. Son dönemde, gelir dağılımındaki aşırı bozulmayı giderecek önlemler almaya ve yükselen işçi hareketini yatıştırmaya çalışan ÇKP bürokrasisi; ek olarak, enerji ve petrole duyulan aşırı gereksinim ve bu alanda dışa bağımlılığı gidermek gibi güçlüklerle de yüz yüzedir. Çin’in bu kırılgan hassas yapısı, onu, dış güçlerin manipülasyonuna da açık hale getirmektedir. Emperyalist büyük güçlerin bugün için Çin’de bir yönetim değişikliğini teşvik etmemelerinin nedeni, ortaya çıkacak bir kargaşada, ÇKP’nin mevcut otoriter aygıtının yerine ne konulabileceğinin bilinememesidir. Çünkü Çin’deki bir kargaşa ve kaos durumu, Çin’de cirit atan dünyanın en büyük 500 tekelini, sonuçta dünya kapitalist sistemini de bir krize sürükleme potansiyeli taşımaktadır. Bu koşulları ve handikapları bilinmesine karşın, yüksek rakamlı ekonomik verilerinden kalkarak, Çin’in, yakın dönem içinde ABD’nin yerini alacak bir süper güç olarak görülmesi, aslında, ABD’nin dünya hegemonyası planlarına bağlı olarak salınan, propagandif bir balondur. Çin, günümüzde çevresindeki komşu ülkelerle sınır uzlaşmazlıklarını gidererek, özellikle ASEAN ve ŞİÖ (Şanghay İşbirliği Örgütü) içindeki  ekonomik konumundan da yararlanarak, ilişkilerini geliştiren, Asya’da kendisini de kuşatan ABD yayılmasına yönelik çabalar içinde bulunan bölgesel bir güçtür, bunun ötesi değerlendirmeler ise, sadece kehanettir.

Durum yukarıda özetlendiği gibi olmasına karşın, gerek Çin yönetimi, gerekse ‘ÇKP’   güdümlü ve kendilerini halen sosyalist olarak adlandıran ve sosyalizmin aldığı “yenilgi” sonrası yörüngesini şaşıran bazı örgütler; Çin’in yönelimini‚ ‘Çin’e özgü sosyalizm’, ‘sosyalist meta ekonomisi’, ‘Sosyalist piyasa ekonomisi modeli’‚ ‘Çin’in NEP dönemi’ olarak  değerlendiriyor, onun “sosyalizm yolunda” ya da “sosyalist inşayı sürdüren bir ülke” olarak reklamını yapıyorlar. Bu yazıda konu edilecekler, işte aslı astarı olmayan bu tespitlerdir.

 

“ÇİN’E ÖZGÜ SOSYALİZM” DEMOGOJİ SİNİN TARİHİ ESKİDİR

1949’daki anti-emperyalist halk devrimi, Çin’i emperyalist ilişkiler ağının dışına çıkarmış, yarı-feodal yarı-sömürge yapıyı, savaş ağası feodallerin diktatörlüğünü yıkmış, köylülüğü toprak ve özgürlüğe kavuşturmuş ve Sovyetler Birliği’nin ekonomik desteğiyle de sosyalizme geçiş için uygun koşulları hazırlamıştı. Eleştirilerinin yanı sıra Stalin döneminde sosyalizmi savunuyor görünen Mao’nun liderliğindeki Çin, gerçekte Mao zamanında da bunun gereklerini; başta burjuvazi karşısındaki tavır olmak üzere, ekonomi, siyasi iktidar ve parti aygıtı cephesinde yerine getirmedi. Toprak ağaları, zengin köylülerle birlikte kooperatiflere davet edilmişti. Toprak reformu yapılmış ve toprak özel mülkiyet konusu olmaktan çıkmıştı; ancak kooperatiflerde üretim araçları özel mülk olarak kalıyor ve özel mülkiyetin süreç içinde de olsa kısıtlanıp giderilmesine yönelik bir tutum alınmıyordu. Sanayide burjuvazinin varlığının meşru sayılması ve sözde “ikna edilip” “sosyalizme kazanılması” yaklaşım ve olgusuyla birlikte, bunlar, kapitalizmi ve burjuvaziyi palazlandıran önemli dayanaklardı. Ayrıca küçük meta üretiminin varolması ve sınıf olarak tasfiye edilmemiş olan burjuvazinin bu türden kooperatiflere yönlendirilmesi, sadece onları güçlendirmeye yaramıştı. Ayrıca kapitalist unsur ve partiler üç üçte bir” Maocu ilkesi gereğince “demokratik halk iktidarı”na ortak edilmiş, yönetimde burjuvaziye de pay verilmişti. “Üç üçte bir” ilkesi, iktidarın üçte birinin komünistlere, üçte birinin solcu olmayan ilericilere, diğer üçte birinin de ne sağcı ne solcu olmayan ara kesimlere (ya da işçilere, küçük burjuvaziye ve burjuvaziye) verilmesi ve Mao’nun deyimiyle‚ “orta burjuvazinin kazanılması anlamına geliyordu.

Mao’nun işçi sınıfının ideolojik ve fiili örgütsel önderliğini göz ardı ederek, yönetimi ve partiyi burjuvaziyle paylaşması ve bunun teorisini yapması, sosyalizme geçişi zaafa uğrattığı gibi, ardıllarının kapitalist gidişi hızlandırarak, ülkeyi emperyalist sermayeyle bütünleştirmesi ve yağmaya açmasını da kolaylaştırdı. Mao’nun Çini; sosyalizmin inşasına girişmeyerek, kapitalist üretim ve değişim ilişkilerinde kökten bir değişikliği amaçlamadan, feodal ilişkileri kaldırarak ve asıl olarak bölüşümdeki bozukluğu düzelterek yoksulluktan kurtulmayı hedefledi. Ulusal bir kapitalizm iç dinamikler üzerinden gelişme durumundayken, Mao’nun ardılları tarafından, yabancı sermayeye açılma ve emperyalist kurumlara entegrasyon; aynı gerekçe ile “kalkınma ve yoksulluktan kurtulma” adına merkezi görev olarak alındı. Özellikle başta Deng Siao Ping’in Maocu teoriyi, yani “Çin’e özgü sosyalizm”i yeniden formüle ederek partinin çizgisi haline getirme çabasını; daha sonra  Dengci  Jiang Zemin’in, 16. Kongre’de‚ “üç sorumluluk ilkesi”ni parti tüzüğüne geçirtme ve  burjuvaların partideki konumlarını güçlendirme çabası izledi.

Gerek Mao’nun gerekse de ardıllarının dillerinden düşürmediği “Çin’e özgü sosyalizm”le aslında hedeflenen, modern ve güçlü bir kapitalist ülke olmaktı. Bugünkü ÇKP yönetiminin  izlediğini söylediği “Mao Zedung Düşüncesi”‚ “Çin’e özgü sosyalizm” yolu; iktidarda ekipler arasında el değiştirse de, ÇKP’nin tüm tarihi boyunca ortak olarak kullanılan bir edebiyat oldu.

Deng , “Kültür Devrimi” yıllarında, oportünist ve burjuva unsurlara karşı saldırının hedefi olmuş, görevlerinden alınmış, ama özeleştiri yaptığı için, Maocu “iki çizgi mücadelesi”nin “Yüz çiçek açsın yüz fikir tartışsın” anlayışı gereği “yıldızı söndürülmüş”, ama  parti saflarında tutulmuştu. Kültür Devrimi sonrasında ise, yıldızı yeniden parlamaya başlamış, Politbüro üyesi ve başbakan yardımcısı olmuştu. Deng, 8 Ocak 1976 yılında Çu En Lay’ın ölümünden sonra geliştirilen bir başka “anti revizyonist” parti içi temizliğin konusu olmuş, bütün görevlerinden uzaklaştırılmıştı. Deng’in yıldızının kalıcı olarak parlaması ise, 9 Eylül 1976 tarihinde Mao’nun ölümünden sonra gerçekleşti. Mao’nun dul eşi ve üç yandaşının “Dörtlü Çete” olarak damgalanarak parti yönetiminden tasfiye edilmesinden sonra,  partide ipler, tekrar ve kalıcı olarak, Deng Siao Ping’in eline geçti. Partiye, orduya ve ülkeye; Deng  damga vurmaya başladı. Mao henüz sağken, Çin, emperyalist Batı ile ilişkileri geliştirecek “reform” ve politikalarını yürürlüğe koymuştu. Hatta 1970’ler sonrasında “üç dünya teorisi” ile, Sovyet sosyal emperyalizmine karşı mücadele adına, “ikinci dünya” olarak adlandırılan Avrupalı emperyalistlerle ittifak savunuluyor, Rusya en tehlikeli süper devlet ilan edilerek, Rusya ve Varşova paktına karşı ABD ve NATO ile ittifak arayışları gündeme geliyordu. Çin, ABD ile 1979 yılında diplomatik ilişki kurmuştu. Deng’le birlikte‚ “köy komünleri” dağıtılmış, tarımda kolektivist uygulamalardan dönülmüş ve mülkiyeti kamuda olmak kaydıyla, tarım topraklarının kira yoluyla yeniden zengin köylülere devri uygulamasına geçilmişti. Sonuçta, Çin’in uyguladığı “özel sermayeyi devletin ortak yönetimi yoluyla sosyalizmle bütünleştirme” karma ekonomi politikası; tüm ülkeyi emperyalist-kapitalist zincirin önemli bir halkası haline getirdi.

ÇKP, artık Marksizm ve sosyalizm lafları ve alametlerini gerçekte açık biçimde kapitalizmi cilalamak ve kitleleri avutup yatıştırmak amacıyla kullanmaktadır. Bu amaçla, “Çin sosyalizmi”ni günün yeni koşullarına uyarlamak ve geliştirmek adına Marksizmi kendi kapitalist pratiklerine alet etmek üzere, her önemli dönemeçte yeniden revizyondan geçiriyorlar. Bu amaçla 2005 yılında sözde bir Marksizm-Leninizm Enstitüsü bile kurdular.

Çin Sosyal Bilimler Akademisi (CASS) ya da en üst düzeydeki Çin Think Tank”ine bağlı olarak Pekin’de kurulan bu Akademi’nin amacını anlamak için, ÇKP Merkez Komitesi Politbüro üyesi Liu Yunshan’ın Akademi’nin açılışında yaptığı konuşmaya bakmakta yarar var. Yunshan;

Akademinin, modern zamanlardaki sosyal ve ekonomik gelişmelerle bağlantılı olarak Marksist teoride, halen yeni katkıların yapılabileceği, ÇKP merkez komitesinin ideolojik inşaya büyük önem vererek, pratik sorunlar ve önemli teoriler üzerine yapılan araştırmaları ileriye ittiğini, Çinli teorisyenlerin en devasa teorik ve pratik sorunlarla kendi kendilerine  uğraşacaklarını, bilim adamlarının Deng Xiao Ping teorisi ve ‘üç sorumluluk düşüncesi’ üzerinde çalışmaya ve bunu bilimsel gelişme kavramı derin çalışmasında uygulamaya  şiddetle gereksinim duyduklarını, bilim adamalarının Marksizme sadık kaldığını, Marksist teoriyi Çin’in somut pratiğine halen en iyi şekilde uyguladıklarını” belirtti.(1)

Aslında Çin’deki bu tür “derinleştirme” çabaları yeni değil. Mao ve Deng sonrasında da “Marksizmi Çin gerçeğinde derinleştirme” işini Bilimler Akademisi üstlenmişti. Bilimler Akademisi, sürekli Dengciliği geliştirmeye çalıştı. Çin Sosyal Bilimler Akademisi “Marksizm Leninizm ve Mao Zedung Düşüncesi Enstitüsü”nde uzman olan Luo Wendong, Deng’in, 20 yıldan fazla süredir izlenen Çin’in hızlı ekonomik büyümesi için gerekli temeli ve ön koşulları hazırladığına dikkat  çekerek; “Çin’in sosyalist inşası mutlaka uzun dönemli bir temel olarak kalacağından, Deng’in teorisi de parlak bir fener ve ses olarak kalacak” diyordu.

Çin’de yeni kurulan bu Enstitü’nün önceli olan Çin Sosyal Bilimler Akademisi’nin, 2002 yılında, Ekim Devrimi’nin 85. yıldönümü nedeniyle düzenlediği sempozyuma dünyadan bilim adamları da davet edilmiş; Ekim Devrimi sonrası sosyalist uygulamalar, NEP’ten tekrar planlı ekonomiye geçiş ve Stalin dönemi, daha sonraki süreçle ilişkilendirilip mahkum edilerek, sistemin yıkılışının nedeni olarak gösterilmiş, revizyonistler aklanarak, Çin’in izlediği yol övülmüştü. Aslında bu akademi ve sempozyumun gündem başlıkları, onun Marksizmi hangi yönde revizyona tabi tuttuğunu ve “Çin yolu”nun ne olduğunu en iyi tarzda göstermektedir. Marksizmi sözde derinleştirmenin konu başlıklarından bazıları şunlardı: “Çin Marksizmi, onun evrimi ve başarısı için gerekli koşullar”, “Globalleşme ve Çin’e özgü sosyalizmin inşası”, “Dünya Sosyalist hareketindeki yeni değişim, Çin Karakterli Sosyalizmin yükselişi ve onun dünya sosyalist hareketindeki tarihsel konumu üzerine tartışma”, “21. yüzyılda sosyalizmin rönesansı ile üç temsil ilkesinin örtüşmesi üzerine”.(2)

 

“ÇİN SOSYALİZMİ”NİN DÖNÜM NOKTASI: DENG’İN DIŞA AÇILMA POLİTİKASI

VE “KAPİTALİST ÜLKELERİN BASİT BİR KOPYASI OLMAYAN SOSYALİZM”

Mao ve yandaşlarıyla Deng arasında, modernleşme ve kalkınmış bir ülke olmaya geçiş yönünden temel farklılık, Mao’nun emperyalizmi ve geri feodal ilişkileri tasfiyeye yönelik devrimci tutumu ayrı tutulur (Deng, emperyalizmle birleşmeyi esas alan tutum izledi) ve kapitalizm karşısındaki tutumları dikkate alınırsa, yönteme ilişkindi; ama bu, sonuçları itibariyle önemliydi. Mao, biçimsel olsa da, eşitlikçi, gelir dağılımında şehir ile kır arasındaki dengeleri gözeten sosyal güvencelerle, iç dinamiğe dayalı ulusal bir kalkınma modeli izler, yabancı sermaye ve emperyalistlerin ülkeye girmesi karşısında soğuk dururken; Deng, “dışa açılma” ve yabancı sermayenin ülkeye davet edilmesinin, gelir dağılımının bozulmasının, yeni bir kapitalist sınıfın yaratılmasının azgın ve kararlı bir sözcüsüydü.

Deng, Mao’nun ölümünden, yani 1979’dan sonra toplanan partinin 3. plenumunda, Çin’i‚ “sosyalist piyasa ekonomisi” denen hızlı vahşi kapitalistleşme kulvarına yöneltti. Batı’ya açılma reformlarıyla yabancı sermayeye cazip gelecek başka reformları uygulamaya başladı. Ona göre, ekonomik büyümeyi gerçekleştiriyorsa her şey mubahtı.

Kedi ister siyah olsun ister beyaz;  o, fare yakalıyorsa, iyi bir kedidir lafıyla tarihe geçen Deng’in, uzun olsa da bazı görüşlerine yer vermek; günümüzde Deng’in çizgisini izleyen  ÇKP yönetiminin yönelimini kavramak açısından yararlı olacaktır.

Her şeyi sosyalizmin ilk aşamasının gerçeklerinden hareket ederek yapmalıyız. Çin ekonomisini üç aşamada geliştiriyor. İki aşama bu yüzyıl içinde gerçekleşecek ve bu,  halkımızın yeterli yiyecek, giyecek ve rahat, konforlu yaşama erişeceği noktadır. Üçüncü aşama, gelişmiş ülkelere de liderlik yaptığımız, bizi, bir sonraki yüzyılın 30 ve 50’li yıllarına götürecek olan düzeye ulaştığımız aşamadır. Bunlar stratejik amaçlarımız ve yüce  tutkularımızdır. Dış dünyaya açılmaksızın ve reformları yerine getirmeksizin, bu büyük amaçları gerçekleştirmemiz olanaklı değildir. (…) Bütünüyle baştan aşağı kapitalist ülkelerin basit bir kopyası olmayacağız (abç). Burjuva liberalizasyona müsaade edemeyiz. Biz, Çin Komünist Partisi’nin liderliğinden vazgeçemeyiz. Komünist partisi olmaksızın, burada en azından kaos ve istikrarsızlık olabilir. Bu koşullar altında da herhangi bir gelişme mümkün olmaz. Biz felaket getiren‚ ‘kültür devrimi’ biçiminde ‘büyük demokrasi’li bazı deneyimlere sahip olduk. Ekonomik yapılanma reformlarımız; partinin liderliği altında ve düzenli bir yolla gerçekleşecek ve herhangi bir şekilde anarşiye izin vermeyeceğiz.

9. Parti Kongresi, Çin’deki aşamalardan olan sosyalizmin 1. aşamasını açıklayacak. Sosyalizmin kendisi, komünizmin birinci aşamasıdır. Ve Çin’de halen bu birinci aşamadayız ki, bu gelişmemiş bir aşamadır. Her şeyi bu gerçeklikten hareketle yapmalıyız ve her şeyi sürekli onunla planlamalıyız.”(3)

Bazı insanlar, Çin’in ideallerinin önemi üzerine vurgu yaptığımızdan bu yana, bunun Çin’in tekrardan kapılarını kapayacağı anlamına geldiğini düşünüyor. Bu gerçek değildir. Açıklık politikasının olumsuz etkilerinden gösterişsiz olarak sakınıyoruz ve onlara boş vermiyoruz. Yine de ilkemiz, kapanmak değil, açıklığı sürdürmektir. Gelecekte belki daha geniş olarak da açılabiliriz. Yurt dışındaki bazı yorumcular, Çin’in şimdiki politikasının, geri dönülemez olduğunu söylüyorlar. Bence de onlar haklıdırlar. (abç)(4)

Deng’in belirttiği ve altını çizdiği bu kapitalist gelişme yolu, sonraki ÇKP liderlerince de  esas alınan stratejik bir yönelim ve dayanak olmuştur ve bugün uygulanan da budur.

‘ADİL OLANIN ADALETSİZ OLACAĞI’ TEORİSİYLE GELİR DAĞILIMINDAKİ DENGESİZLİĞİN MEŞRULAŞTIRILMASI

Kırsal alandaki bazı insanların ve şehirlerin diğerlerinden daha hızlı bir şekilde zengin olmalarına izin verilmelidir. Öncelikli olarak zengin bazı kişilere ve bölgelere müsaade etmek; herkesin desteklediği yeni bir politikadır. Bu, eski politikalardan daha iyidir. Ben tarım alanında çok geniş topraklar için, sözleşmeli sorumluluk sistemini tercih ettim. Bu sistem daha geniş olarak da uygulanabilir. Özetle tüm alanlardaki çalışmalarımız, Çin karakterli bir sosyalizm inşasına yardım edebilir. Ve o, ulusal zenginliğe, insanların mutluluğuna ve refahına katkıda bulunup bulunmadığı kriteriyle yargılanabilir.” (abç)(5)

Eğer Deng’in belirttiği kriterlerle (ki bunlar katıksız kapitalist kriterlerdir) Çin’in geldiği yer, sözde “Çin Efsanesi”, gerçeklerin ışığı altında değerlendirildiğinde; işçi ve köylüleri acımasızca modern köleler olarak sömüren, onlardan sızdırılan artı-değerin önemli bölümünü  emperyalist büyük tekellere akıtan bir kapitalizm manzarası ortaya çıkmaktadır. Ulusal hasıla rakamları büyümüş, üretim artmış, ülkede yeni zengin milyarderler de türemiştir; ama bu zenginliğin biricik yaratıcısı işçi ve köylülerin durumu her geçen gün kötüye gitmiştir. Şehir nüfusunun araba ve ev sahibi olan, tatil, sağlık ve okul gibi imkanlardan sınırsız yararlanan  belli bir zümresi hariç, günde 1 Euro’luk gelirle geçinmeye çalışan (Dünya Bankası raporlarına göre, 350 milyon Çinli bunu da bulamıyor ve yoksulluk sınırı altında yaşıyor) ve ekmek kavgası içinde olan yüz milyonlarca yoksul Çinlinin yaşamı Çin’in gerçek tablosudur. Evsiz, ekmeksiz, okulsuz, sağlıksız, sosyal güvencesiz, işlerine gitmek için bazıları bisikleti ancak bulabilen, otomobili ise seyreden bu yığınlar, bilgisayar ve interneti de ancak sayıları iki milyon kadar olan internet kafelerde görebilmektedirler. Zaten kapitalizm geliştikçe, üretilen ürünlerin, uzaktan seyredilerek, yalanıp yutkunularak da olsa kitlelerin yaşamına girmesi; sistemin doğası gereği sayılmalıdır. Sen gelir dağılımı dengesizliğini bilinçli olarak yarat, bazı insanları zengin etmeyi savun, adaletsizliği en adil sistem olarak lanse et, sonra dön, “Bizim  Çin karakterli sosyalizmimizi, ulusal zenginliğe ve insanların refahına yaptığı katkıyla yargılayın” de! Sosyalizmin amacı, üretim araçları mülkiyetinin özel kişilerden  alınarak toplumsallaştırılması, işçi sınıfının iktidarıyla bunu güvenceye alması, bütün insanların (bazılarının ya da bir zümrenin değil) refah ve mutluluğunun sağlanması, sınıfsal farklılıkların sınıfların kendileriyle birlikte silinmesidir. Sosyalizm, salt bir üretim artırma ve kalkınma değil, üretimin ve üretici güçlerin gelişmesiyle üretim ilişkileri arasındaki uygunluğun her aşamada düzenlenmesi , toplumsal zenginlik ve refahın onu üreten emekçilere yansıtılması, ait olması demektir. Çin’in özellikle Deng’ten sonraki hedefi ve gelişimi, hedefleri bunlardan başka bir şey olamayacak olan sosyalizm doğrultusunda değil, aksine emeğin sömürüsü, yeni milyarderler yaratma ve sermaye birikimi yoluyla “modern kapitalist bir ülke” olarak diğer emperyalistlerin önüne geçmeye yönelikti.

Doğu sahiline dizilmiş büyük kentlerde (900 milyonun yaşadığı kırsal alanlar hariç)  yabancı sermayeye sağlanmış devasa olanaklar ve kölelik koşullarının bulunduğu serbest bölgelerdeki yoğun emek sömürüsü sayesinde, bu hedefin belli ölçülerde tutturulduğu söylenebilir. Ama kim, bu düpedüz kapitalist uygulamaları sosyalizm etiketi ile pazarlamaya, “piyasa ekonomisi”yle halvet olmuş haliyle bir “sosyalizm” olarak sunmaya ve savunmaya kalkışırsa, o, sosyalizmi gözden düşüren, işçilerin bugünkü sömürüsünü meşrulaştıran ve emperyalistlerin değirmenine su taşıyan bir globalizm yardakçısı olmaktan öteye gidemez.

 

ÇİN KAPİTALİZMİYLE SB’DEKİ NEP AYNI ŞEY MİDİR?

Çin’de kapitalizminin kat ettiği mesafeyi‚ “geçici bir geri adım” olarak görenler ve Ekim Devrimi sonrası uygulanan NEP dönemi politikalarıyla karıştırıp aynılaştıranlar da var.

Kaldı ki, Çinli teorisyenlerin kendileri bile, Sovyetler Birliği’ndeki NEP’in geçici oluşunu ve NEP’ten sosyalist planlı ekonomiye geçilmesini eleştirerek (kaldı ki, NEP’in kendisi de planlı ekonomiden bağışık bir şey değildi); Çin’in izlediği yol türünden sürekli bir kapitalizmi önererekserbest piyasa ekonomisi’ni savunmaktadırlar.

Çin yönetiminin uyguladığı kapitalist politikalar, Rusya’daki NEP dönemine özgü birkaç yıllık geçici uygulamalar mıdır? Rusya’da NEP’in (Yeni Ekonomik Politika) uygulandığı koşullar nasıldı, NEP’e niçin ihtiyaç duyuldu?

Her şeyden önce, NEP, sosyalizme geçişte “burjuva çıbanı,  yok etmek amacıyla olgunlaştırmayı hedefliyor”du.

Çin’de, devrimden sonra, 50 yılı aşkındır uygulanan politikanın sonuçları ise, bir avuç kapitalistin zenginleşmesi ve yüz milyonların yoksullaşması oldu.

Savaş komünizmi olarak bilinen, iç savaş döneminde Batılı emperyalistlerin desteğindeki Beyaz Ordu’nun Kızılordu tarafından yenilgiye uğratıldığı süreç, üretici güçlerin de yoğun tahribata uğradığı bir dönemdi. Düşman yenilmekle birlikte, yokluk ve kıtlıklar, dış kaynaklı kışkırtmaları hazırlıyordu. Kronştad kenti, bir ayaklanmayla karşı devrimcilerin eline geçiyor, ancak kızıl birliklerin cepheden karşı bir taarruzu sonucu geri alınıyordu. Bolşevik Parti MK’nde Troçkistler ve ‘sol komünistler’ karşı çıkmasına rağmen, hakim görüş; günün en önemli görevinin sanayii canlandırmak olduğu yönündeydi. İşçi sınıfını ve sendikaları bu işe çekmedikçe de sanayi canlanamazdı. Köylülüğün şehirlere gıda yardımı sağlamasına gereksinim vardı. Bu, savaş komünizmi dönemindeki gibi zoralımlarla artık yürümüyordu. Parti Kongresi, teslim yükümlülüğünden ayni vergiye geçişe yönelik olarak, Yeni Ekonomik Politika’ya NEP) geçiş için kararlar aldı. Artık, vergi tutarı ürün olarak alındıktan sonra kalan bütün ürün köylülerin tasarrufuna bırakılıyor, bu ürün fazlasıyla köylünün özgür ticaret yapması güvenceye kavuşuyordu. Lenin bu konuda verdiği raporda, ticaret özgürlüğünün ilk başta kapitalizmin belli bir ölçüde canlanmasına yol açacağını ve özel girişimcilerin işletme açmasına izin vermek gerekeceğini belirtiyordu. Ayrıca, ticaret özgürlüğü köylüler için bir teşvik etkeni olacak, onların emek üretkenliğini artıracak, bu temel üzerinde devlet sanayii restore edilecek ve özel sermayenin yerinden edileceği güç ve kaynak biriktirildikten sonra, güçlü bir sanayi –bu sosyalizmin ekonomik temelidir– yaratılabilecekti. Ondan sonra nihai saldırıya geçip, devlet kapitalizmiyle birlikte ülkede kapitalizmin kalıntıları da ortadan kaldırılacaktı. Aslında bu taktik, savaş komünizmi döneminde kapitalist unsurlara cepheden saldırmakta fazla ileri giden ve üssüyle bağlarını koparan “ordu”yu toparlamak için biraz geri çekmek ve yeniden saldırıya geçmek için kalenin kuşatılması anlamına geliyordu. Nitekim bu dönem kısa sürmüştü. 11. Parti Kongresi’nde Lenin, NEP’in yürürlüğe girmesinden bir yıl sonra, “geri çekilmenin sona erdiğini” açıkladı, “özel sermayeye karşı taarruza hazırlanın” şiarını attı. (6) Ardından Stalin birkaç yıl içinde NEP’in sona erdiğini açıkladı.

Kısa süreli olarak uygulanan ve hedefi burjuvaziyi ortadan kaldırmak ve sosyalizmi güçlendirmek olan, temel bazı üretim araçları toplumsallaştırılarak toprakların, bankalar ve dış ticaretin ulusallaştırıldığı, toprağın alım ve satımının yasaklandığı Rusya koşullarındaki uygulama ile özel teşebbüsün baştan beri serbest bırakıldığı ve “burjuvazinin sosyalizmle bütünleştirilmesi”nin amaçlandığı Çin’de, 50 yıldan uzun süredir, adım adım kapitalist reformları da  uygulayarak, var olan devlet mülkiyetini ve kitlelerin sosyal haklarını yabancı sermaye ve yerli kapitalistlere peşkeş çeken IMF reçeteleri benzeri tedbirlerle önü açılan kapitalizmi aynılaştırmak; alıklık ve teori bilmezliğin ötesinde, emekçileri bilinçli olarak kapitalizme yedeklemek, onların sosyalizme duydukları sempatiyi istismar etmek anlamına gelmektedir.

Bazı Çin hayranları, kapitalizmi sosyalizm olarak pazarlama işini, tekelci devlet kapitalizmi ile sosyalizmi aynılaştırmak üzerinden yapmaktadır. Çin’de mülkiyetin  çoğunluğunun halen kamuda olduğu örneği veriliyor. Türkiye Başbakanı Tansu Çiller de, bir dönem Türkiye’deki KİT özelleştirmeleri ve peşkeşlerini mazur göstermek, kitleleri anti-komünizm üzerinden partisine yedeklemek için‚”sosyalizmi yıkıyoruz” demişti. Bazılarının da, aynı özelleştirmeleri, yabancı sermayeye satışlar ve girilen ortaklıkları, serbest bölgelerdeki kolaylıkları ve işçi sömürüsünü, “mülkiyetin çoğu devlette ve toprak yabancılara satılmıyor”, yapılan “sosyalist inşa”dır, “sosyalizm kuruluyor” diyerek çarpıtması, “solu yedeklemeye çalışması” tarihin garip bir cilvesidir. Sosyalizm yıkıcısı ve sözde kurucusu  globalcilerin aynı “devlet mülkiyeti ölçütü”nü baz almakta birleşmeleri; sadece, onların aynı soydan sermayenin demagojik şarlatanları olduğunu gösterir.

Sosyalizm ile kapitalizmi ayıran ölçüt, üretim araçlarının devlette mi, yoksa bireylerde mi olduğu değildir. Sosyalizmin niteliğini belirleyen; üretim araçlarının kolektifleştirilmesi temelinde artı-değer sömürüsüne son verilmesi, burjuvazinin mülksüzleştirilmesi ve toplumsal üretimin kar amaçlı değil, ama emekçilerin çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi ve refahlarının durmaksızın artırılmasına yönelik olmasıdır. Devlet sektörünün olanaklarından yararlanarak kapitalizmi geliştirme politikası, tekelci devlet kapitalizmi uygulaması olarak da bilinir. Özel mülkiyet temelinde devletin de kapitalist gelişme doğrultusunda bir araç kullanıldığı ve artı-değer sömürüsüne katıldığı bu sistemi “piyasa sosyalizmi” olarak adlandırmak, işçi hareketi ve sosyalizmin tarihinde daima reformist ve revizyonislerin işi oldu. Ama ister uzun bir NEP  dönemi olarak, isterse sektörel bazda kamu sektörünün varlığı ve ağırlığı gösterilerek savunulsun, Çin kapitalizmini sosyalist etiket altında pazarlama çabası olgular tarafından boşa çıkarılmaktadır. Bugün Çin’de, son açıklanan rakamlara göre, satışları yönünden en büyük 500 şirketin 220’si, yani yarısından azı devlet sermayeli şirket konumundadır. Devlet sermayeli şirketlerde de önemli ölçülerde yabancı sermayenin varlığı ve ortaklıklar yoluyla   başka kapitalistlerin de hisse sahibi olduğu unutulmamalıdır. ( 7)

 

ÇİN’DE VE ÇKP’DE MUHALEFET VE İKTİDAR MÜCADELESİ VAR MI?

Bugün ÇKP içinde bir sınıf mücadelesi olduğu ve Leninist güçlerin partide egemenlik kuracağını iddia eden görüşler hala var olmaya devam etmektedir.

Kuşkusuz kapitalist yolda ilerlemeye karşı çıkışla ilgisiz olarak, Deng’in belirlediği “bu yüzyılın 30 ve 50’li yıllarında Çin’in süper bir güç olarak dünya kapitalizmine liderlik yapabilmesi” stratejik hedefi kapsamında izlenen sancılı yolun taktikleri konusunda farklı görüşler olabilir, olacaktır da..

ÇKP içinde, Mao’nun da açıkladığı gibi, çeşitli sınıfların temsilcileri ve hizip savaşları hep var olmuştur. Milyonlarca küçük burjuvanın parti bünyesinde olduğunu Mao da belirtiyordu. Hızla ilerlemiş olan dışa açılma ve vahşi kapitalistleşme sürecinde türeyen yeni zengin “genç” tabaka ÇKP bünyesinde bulunmakla birlikte, bunların konumuna resmiyet kazandırılması 16. Kongre’deüç temsil ilkesi”nin tüzüğe geçirilmesiyle gerçekleşti. Üç temsil ilkesi, önümüzdeki dönemde ÇKP’nin sorumluluklarını belirtmek anlamına da geliyordu. Bu formülasyona göre; “ÇKP, halkın çıkarlarını, ileri kültürünü ve ilerici üretici güçleri” temsil ediyormuş. 16. Kongre, bu ilkeleri tüzüğü geçirdi. Tüzükte ayrıca, “kılavuzun, Marksizm-Leninizm, Mao Zedung Düşüncesi, Den Siao Ping Düşüncesi ve üç temsil düşüncesi olduğu” da kaydedildi. Bu tüzük değişikliğiyle, kapitalistlerin ve kapitalist işletmelerin yöneticilerinin de partiye üye olmasının yolu resmi olarak açıldı. Açıkça söylenmese de, “ilerici üretici güçlerin temsili”nden kasıt , kapitalistlerin ÇKP’de ve onun organlarında görev alabilmesi  demekti.

Geçmişte Forbes dergisi, Çin’in en zengin 100 kişisinin dörtte birinin ÇKP üyesi  milyarderler olduğunu yazmıştı. Öldürülme korkusundan ötürü adı bilinmese ve fazla ön plana çıkmasalar da, bu zenginlerin profiliyle ilgili olarak, Çin yönetimi de bazen anketler yayınlamaktadır.

12  Ocak 2006’da, Sinomonitor’un, 12 büyük Çin kentinde, yeni zengin olan 10.000 kişiye yollayarak yaptırdığı Çin’in yeni zenginlerinin durumunu gösteren bir anketin sonuçlarını  Pekin Youth Daily yayınladı. Buna göre, 18-45 yaş dilimleri arasındaki bu yeni zengin tabaka, kendi içinde, tüketme eğilimleri ve kapasitesine göre üç katman ve %60’ı 1970 doğumlu. Araba zevkleri, finans ve turizm gibi tüketim eğilimleri farklı olan bu zenginlerin yıllık hane halkı gelirleri, 80.000 ile 8 milyon Yuan arasında (yani yaklaşık 10.000 ile 1 milyon ABD doları). En üsteki %4’lük dilimin yıllık hane halkı ortalama geliri ise, 400.000-1.000.000 Yuan arasında değişiyor. Ortadaki %15’lik kesim, 200.000-4000.000 Yuan; geri kalan %81’lik kesim ise 80.000-200.000 yuanlık gelire sahipler.

Bunlar, Çin’deki sınıfsal bölünmenin hızlandığını gösteren resmi veriler. Ayrıca hizmet sektörünün payının genişlemesi, şehirlerde küçük üretim, orta ölçekli işletmeler ve kayıt-dışı sektördeki istihdamın yoğunluğu (bunlar son zamanlarda istatistiklere de alınmaya başladı), ara sınıf ve tabakaların da gelişmeye başladığını göstermektedir. Ayrıca toplam 740 milyon işçinin 250 milyonu kentlerde, 490 milyonu kırsal alanda çalışmaktadır. Resmi olarak bildirilen 8.1 milyon şehir işsizliğine, birkaç yüz milyon da kırsal işsizlik eklenmelidir. Toplumsal sınıflar arasındaki çelişkilerin keskinleştiği Çin’de, bu çelişkilerin 69 milyon üyeye sahip ÇKP bünyesine, klikler arası çelişki ve çatışmalara, yönetime gelme plan ve hesaplarına yansımaması zaten eşyanın doğasına aykırı bir durum olur. Aslında‚ “üç temsil ilkesi”yle yeni zenginlerin, burjuvazinin partideki durumunun meşrulaştırılması olgusu, bu çelişki ve çatışmaların, giderek daha çok tekeller ve süper zenginler lehine çözüldüğünü göstermektedir.

Ama gerçek muhalefet, parti dışı muhalefet odağı olarak, tehlikeli bir biçimde gelişen ve bu nedenle olası bir patlamanın başlatıcısı olacağı gibi, kaos ya da devrim yolunu da açacak olan, kendiliğinden işçi eylemleridir. Ayrıca Falungong gibi dinsel motifli ama politik amaçlı, emperyalistlerin güdümünde geliştirilen ve yedekte tutulan muhalif hareketleri de unutmamak gerekir. Her şeyin kontrolünü tekelinde tutan bürokratik-otokratik ÇKP aygıtı; kendi bünyevi bozuşması sonucu bir zaafiyete düşmezse, ülkede bir otorite boşluğu şimdilik yaşanmayacaktır. ÇKP’nin yerini dolduracak alternatif örgütlü bir muhalif odağın ise kısa sürede serpilip gelişmesi olası görünmüyor. Bu nedenle, bazı Maocu partilerin ileri sürdüğü(8) Çin’de iktidara oynayan üç ayrı muhalefet odağı olduğu görüşü abartılı ve spekülatiftir.

Fakat, kapitalizmin bu azgın gelişme düzeyi ve gidişatıyla derin sınıfsal bölünmenin, farklı bir kültür ve düşünceleri besleyeceği ve Batının salt sermaye egemenliği ile yetinmeyeceği açık ve öngörülebilir bir şeydir. ÇKP yetkilileri, Gorbaçov sonrası Rusya’nın içine düştüğü durumdan ders almışa benziyor; bürokratik aygıta daha sıkı sarılıyor, kitlesel hareketlere karşı önceden ve çok yönlü önlemler geliştiriyor. Ama bunlara rağmen, ÇKP ve propagandif aygıtının, kapitalizme örtü olan “biçimsel sol” söylemini ve tek parti tekelini sürdürmesi de zor görünüyor. Yeniden bir halk devrimi olmadığı koşullarda, ÇKP,  ya bir bütün olarak sosyal demokrat partiye dönüşecek ve bunu ilan edecek ya da başka güçleri hazırlayarak  yerini onlara terk edecektir.

SONUÇ OLARAK

Çin’de olup bitenler ve Deng ve ardıllarının sınırsız “dışa açılma” politikasının Çin’i sürüklediği yer de çok açıktır. Kapitalizmin bugünkü gelişimi, yabancı sermayeye satılan işletmeler ve dünyanın üretim üssünü oluşturma konumuyla, serbest bölgelerde yapılan ülke üretimin %70’ine ve artı-değerin önemli bir bölümüne el koyan yabancı sermayenin varlığı ve sömürüsünün sosyalizmle bir alakası olabilir mi?

Çin’de, devrim sonrasında, elverişli iç ve dış koşullara karşın, devrimin sürekli kılınarak sosyalizme geçiş sağlanamamış, Mao’nun ölümünden sonra da, Deng tarafından kesintisiz bir hatla emperyalizme bağlanmıştı. Deng’in halefleri olan yeni yöneticiler tarafından ise, bu gidişat   hızlandırıldı. Kısacası, sosyalist bir sistemin bozuşması ya da yıkılışından dolayı kapitalizme bir geri dönüş olmadığı gibi, Çin, ilk önce NEP benzeri bir ekonomik gelişme dönemi izleyerek sosyalist inşanın önünü açan ve sosyalizme yönelen bir ülke konumunda da olmadı. Kendi deyimleriyle “%60 pazar ekonomisi olan Çin”i “sosyalist piyasa ekonomisi” olarak görmek; Gorbaçov sonrası yörüngeden çıkmış, sosyalizmden ve devrimden umudunu kesmiş bazı “sosyalist” partiler açısından, açıktır ki, bir can simidi olma özelliği  bile taşımamaktadır. Ve bugünden görünen ve anlaşılması gereken gerçek, Çin’de bir sosyalizmin, ancak ve ancak  yeni bir devrime bağlı olarak gündeme geleceğidir.

Dipnotlar

(1) Peoples Daily (Halkın Günlüğü)’den: Kurulan bu akademinin başkanlığını, “Deng Xiao Ping teorisi” konusunda uzman olan CASS Başkan yardımcısı Leng Roug yapmaktadır.

(2) Pravda (07.11.2002)

(3) Deng Siao Ping, Seçme Eserler, İtalyan Komünist Partisi liderleri Reto Zangheri ve Leonilde Jotti ile görüşmeden.

(4) Deng Siao Ping, Seçme Eserler, Japon Liberal Demokratik Parti Başkan Yardımcısı Sasumu Nikaido ile görüşmeden: “Reform, Çin’in ikinci devrimidir”, 28 Mart 1985.

(5) Deng Siao Ping, Seçme Eserler, Tarımdan sorumlu bölümler ile, Devlet Ekonomik Komisyonu, Devlet Planlama Komisyonu yöneticileriyle yapılan konuşmadan.

(6) Bolşevik Parti Tarihi, sf . 293, İnter Yayınları

(7) Peoples Daily ( 20 Ağustos 2006)

(8) Hindistan Komünist Partisi (Marksist-Leninist) Kızıl Bayrak’ın elektronik posta yayın organı Red Flag News’in 4 Aralık 2002 tarihli sayısında, Çin muhalefeti üzerine şunlar söyleniyor: “Önderliğin kapitalist yolcular tarafından ele geçirilmesinden sonra, Çin’de, birincisi bizzat kapitalist yola karşı, ikincisi, kapitalist yolu yavaşlatmak için ve üçüncüsü, Batı burjuva demokrasisini tamamen ve açıkça kucaklamak için üç mücadele biçiminin yürümekte olduğu bir sır değildir. 1989’daki Tienanmen Meydanı olayı, emperyalist güçlerin gizli ve açık desteğiyle bu üçüncü kesim tarafından düzenlenmişti. Birinci pozisyonu savunan muhalefet vahşice bastırılıyor ve dışarıda sesini duyurmasına izin verilmiyor.”

“Felsefeyi Savunmak”: Pozitivizm ve Pragmatizmin Gerici Niteliği ve Güncel Görevler

Pozitivizmin Etkisi ve Genel Özellikleri

Sınıf Mücadelesinde Felsefenin Yeri ve Önemi
Bilginin Niteliği, Olanakları ve Sınıf Karakteri
Başlıca Sonuçlar

 

Maurice Cornforth’un “Pozitivizme ve Pragmatizme Karşı Felsefeyi Savunmak” genel başlığını taşıyan ve “Evrensel Basım Yayın” tarafından yayına hazırlanan pozitivizm eleştirisi, işçi sınıfının teorik (ideolojik, felsefi, kültürel) mücadelesinin güncel ihtiyaçları bakımından son derece büyük bir önem taşıyor.

Eser, öncelikle felsefeyi, farklı sınıf çıkarlarını temsil eden değişik akımlarıyla tanımak açısından önemli bir kaynaktır.

Pozitivizm, işçi sınıfının ihtilalci hareketinin çok etkili olduğu bir dönemde, bunu “giderilmesi gereken sosyolojik bir olay” olarak gören burjuva tepkisinin ürünüdür ve bu bakımdan net bir sınıf karakteri göstermektedir. Türkiye’ye ise, “ilerici burjuva hareketi”nin felsefi-ideolojik öğesi olarak girmiştir. Avrupa’da gericileşen ve yıkılışını geciktirmeyi amaçlayan burjuvazinin felsefesi halinde yükselirken, Türkiye’de geç burjuvalaşmanın bir sonucu olarak “ilerici” bir kisve altında kendisini göstermesi üzerinde ayrıca durulması gereken bir özelliktir. Ne var ki, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışının ardından, cumhuriyetin kuruluş yıllarında ve günümüze kadar bu görünümünü korumuştur. Bugün ana çizgileriyle ve en tutucu yanlarıyla resmi egemen ideolojinin temel dayanağı olma özelliğini taşımaya devam etmektedir. Yine bütün dünyada olduğu gibi, ülkemizde de pozitivizm, akademik çevrelerde egemen felsefi görüş halindedir. Üstelik yalnızca bilimsel alanda değil, üniversite yönetimi anlayışında, hiyerarşik kuruluşunda, öğretim görevlileriyle öğrenciler arasındaki ilişkilerde de kendisini göstermektedir. Üniversitede öğrencileri ve öğretim üyelerini inançlarından, düşüncelerinden, hatta kıyafetlerinden dolayı fişlemek, ama bunun karşısında öğretim üyelerine “pozitivist kilise olarak üniversite” anlayışının dolaysız yansıması olan “cüppe” giydirmek, başörtülü kızları, resmi görüş dışında görüş ve inanç sahibi olanları  “sözde vatandaş” olarak görmek, hep bu görüşün sonuçları olarak karşımızdadır.

Bu bakımdan pozitivizm  eleştirisi, yalnızca felsefi-teorik bir uğraş olmaktan öte, genel olarak siyasal ve kültürel bütün alanlarda rejimle hesaplaşmanın önemli bir yanını oluşturmaktadır.

Pozitivizmin “bilimci” ve “radikal din karşıtı” görünümü, kimi çevrelerde onun “ilerici” bir akım olarak kabul edilmesine yol açmıştır. Cornforth’un gösterdiği gibi, bu görünüş aldatıcıdır. Temelleri ve toplumsal amaçları bakımından tartışmasız gerici-burjuva bir karaktere sahip olan pozitivizm içinde bunların özel bir anlamı ve işlevi vardır. Pozitivizm, kendisini bir din olarak ilan etmiş, başta kurucusu Auguste Comte olmak üzere, önde gelen pozitivistlerin hepsi birer “baş rahip” gibi kabul edilmiş, örgütlenme modeli olarak kilise örnek alınmıştır. “Bilimcilik” ise, bilimin din haline getirilmesinden ibaret metafizik ve bilimin doğasıyla uyuşmayan bir tutumdur. Onun gerici özünü örten etkileri dolayısıyla bu özellikler ayrıca ve önemle ele alınmalıdır. Pozitivizm, çoğu kez bu özellikleri üzerinden Marksizm’le eşitlenmekte, onun ilkel ve gerici tutumu aracılığıyla Marksizm’e de zarar verilmektedir. Cornforth’un eseri, Marksizm’i kulaktan dolma kalıplarla “öğrenen” ya da aynı kaynaklara dayanarak “eleştiren” herkes için öğretici olacaktır.

Bunun simetrik bir görüntüsü de, pozitivizm ile diyalektik materyalizm arasındaki uzlaşmaz farklılıkları görmeden, her ikisi arasında “tarafsız” kalınabileceğini sanan kimi aydınlar oluşturuyor. Cornforth, “Pozitivizmin bilime ve açık düşünceye olan yanıltıcı ilgisi nedeniyle cazibesine kapılan” bilimcilerden ve felsefecilerden söz ediyor. Bu günümüzün de önemli bir sorunudur. Özellikle diyalektik materyalizm hakkında ikinci elden ve akademik yöntem kitapçıklarının şablonlarına uyarlanmış tanımlardan ötesini bilmeyen –ama buralardan onu öğrenmiş olduğunu sanan- pek çok bilimci, kendi dallarında diyalektik materyalizmin ne işe yarayacağı sorusunu ciddi ciddi sorabiliyor. Cornforth’un eseri, bu soruyu içtenlikle yanıtlamak isteyenler için vazgeçilmez bir kaynak olacaktır.

Bu açıdan bilimcinin kendisine bir saf belirlemesi zorunluluğuyla karşılaşıyoruz. Bu, politikada ve sınıf mücadelesinin diğer alanlarında olduğu gibi, bilimde ve felsefede de  geçerlidir. Toplumsal ilerleme ve bilimsel bilginin geliştirilmesi, diyalektik materyalist bakış açısının geliştirilmesini gerektirmektedir. Günümüzde idealizmin en etkili biçimlerinden biri olan pozitivizme karşı bilinçli bir karşı duruşun ilk koşulu budur.

İkinci olarak, günümüzde sistematik düşüncenin bütün biçimlerini ve bu genel başlık altında toplanabilecek felsefeleri “büyük anlatılar” olarak niteleyerek dışlamaya çalışan postmodernizmin egemenliği koşullarında, kendi dayanaklarını güçlendirmek ve insanın tarihsel eyleminin yol açıcı bir gücü olarak işlevini sürdürmek zorunda olan diyalektik materyalizmi doğru ve kirlenmemiş biçimiyle yeniden öğrenmek açısından, Maurice Cornforth’un çalışması özenli bir incelemenin konusu olarak önümüzde duruyor. Bilindiği gibi postmodernizm çerçevesinde, “modernizm” genel başlığı altında toplanan pek çok akım ve felsefe ağır saldırıların hedefi haline getirilmiştir. Marksizm’i de kapsayan bu saldırıdan kuşkusuz pozitivizm de nasibini almıştır. Bu eleştirilerin ülkemizdeki sözcülerinin pek çoğu, Marksizm ile pozitivizmi aynı kefeye koymakta, hatta zaman zaman kasten aynılaştırmaktadırlar. Bunun karşısında Marksizm savunusu, pozitivist argümanlardan temizlenmiş ve kendi farklılığını tam olarak ortaya koymuş bir içerik taşımak zorundadır. Cornforth’un eseri, Marksizm’i diğer felsefi akımlar karşısındaki eleştirel konumuyla öğrenmek isteyenler için de doyurucu bir el kitabı özelliği taşımaktadır. Kitabın hemen bütün bölümlerinde eleştirinin temel dayanağı olarak Marksizm değişik yanlarıyla bir çok kez ele alınmakta, açıklanmaktadır. Fakat ilk bölümler, tümüyle diyalektik ve tarihsel materyalizmin anlatılmasına ayrılmış, pozitivizmin hangi açıdan eleştirildiği ayrıntılı olarak gösterilirken, bilim ve Marksizm arasındaki bağıntılar açıklanmış, tarihsel gelişme ile bilimsel gelişme arasındaki karşılıklı etkileşmeler incelenmiş ve örneklenmiştir.

Cornforth, eserin yazıldığı dönemin kültürel ve ideolojik niteliğini tanımlarken, felsefede bir yozlaşma sürecinin yaşanmasını karakteristik bir özellik olarak gösteriyor. Felsefenin toplumsal-kültürel süreçleri değerlendirmede bir ölçüt olarak kullanılması, gerek çağın özellikleri gerekse Cornforth’un bakış açısı bakımından önemlidir. “Felsefe alabildiğine uzmanlık gerektiren, halktan kopuk, soyut ve kısır, bilginin ilerlemesi değil sınırlılığı üzerine kurulu bir öğreti haline gelmiş; insanlığın kurtuluşunu amaçlayan değil, varolan toplumsal düzeni savunan bir güç olmuştur” diyor.

Aynı zamanda felsefenin ilerlemesi, dünyanın ve insanın onun içindeki yerinin anlaşılması anlamında her zaman insanlığın maddi koşullarına dayanmış ve ona hizmet etmiştir. Ancak Pozitivizmin çeşitli okulları, felsefeyi düşünce ve dil hakkında uzmanlık gerektiren soyut bir incelemeye indirgemiş, nesnel dünyanın bilgisi ve bunun genelleştirilmesi biçimindeki işlevini yadsımışlardır. Bu haliyle pozitivizm, kapitalizmin bunalımını yansıtır ve bütünüyle çürümüş bir toplumsal sisteme hizmet eder.

Kültürel ve entelektüel düzey bakımından tarihsel pek çok sorunu olan bizim gibi ülkelerde, böyle bir saptamanın “tercümesi” oldukça güçtür. Orada ve o dönemde, felsefe ve toplumsal hayat arasında dolaysız bir ilişkinin kurulabileceği bir ortam söz konusudur. Kuşkusuz büyük toplumsal ve düşünsel devrimleri yaşamış, bilimde ve sanatta kurucu ilkeleri koyabilme düzeyini yakalamış toplumlarda felsefenin özel ve ayrıcalıklı bir yeri vardır. Böylece, felsefedeki değişimler ve eğilimler, toplumsal hareketin nitelikleri hakkında açık işaretler verebilir. Bizde ise, kültürel düzeyde başka işaretler önem taşımakta, örneğin popüler kültür üzerine çok da felsefi olmayan tartışmalar öne çıkmaktadır. Bununla birlikte, Cornforth’un saptaması evrensel bir içerik taşımaktadır; geçerliliği dönemiyle ve Avrupa ile sınırlı değildir. Egemen düşüncel-kültürel eğilimler ve kurumlaşmış tutumlar, genel olarak sınıflar mücadelesinin gündelik hayat içinde çok fazla hissedilmeyen sonuçlarından birisidir. Cornforth’un kendi dönemindeki felsefeyi anlatırken dikkat çektiği bazı özellikleri, bilim, sanat ve edebiyatı da kapsayacak biçimde genelleştirebiliriz. “Halktan kopuk, soyut ve kısır, bilginin ilerlemesi değil, sınırlılığı üzerine kurulu bir öğreti” gibi özellikleri, sözünü ettiğimiz alanlarda da görebiliyoruz. Günümüz burjuva-emperyalist kültürünün yapısı ve etkisi bundan farklı değildir. Buradan, Cornforth’un pozitivist felsefeyi temel alarak söylediklerini, günümüz burjuva-emperyalist kültürün değerlendirilmesi ve eleştirilmesi için de bir kaynak ve dayanak olarak kullanabileceğimiz sonucunu elde ederiz.

Yazarın felsefe kavramına yüklediği anlam ve işlev göz önünde tutulduğunda, eserin bütünün yalnızca Pozitivizmin eleştirisiyle sınırlı kalmadığını fark etmek kolaylaşacaktır.

Cornforth, felsefeyi “dünyanın niteliğini, bizim onun içindeki yerimizi ve yazgımızı anlama çabası” olarak tanımlıyor. Gerçekten, ilk çağlardan başlayarak, felsefenin temel konusu ve değişmez ilgi odağı bu olmuştur. Farklı ve karşıt felsefe akımları, bu temel sorulara verdikleri cevaplarla düşünce tarihindeki yerlerini belirlemişlerdir.

Maurice Cornforth’un Türkçe’de ilk yayımlanan eseri, “İlkçağ Materyalistleri” adını taşımaktadır. (Sol Yayınları, 1963) Bu hacimce küçük kitapta Cornforth, Anaxagoras, Aneximandros, Thales gibi “doğa filozofları”nı, “ilk materyalstler” olarak tanımlayarak felsefe tarihine yeni gözle bakmıştır. Söz konusu filozoflar, geleneksel felsefe tarihlerinde “materyalistler” olarak değil, “doğa filozofları” ya da “doğacı filozoflar” olarak adlandırılırlar. Engels’in “felsefenin temel sorunu” olarak gördüğü “bilinç ve madde” ilişkisini, felsefi akımları sınıflandırmak için bir dayanak olarak kullandığını biliyoruz. Ona göre, bütün felsefe tarihinde iki ana akım vardır; İdealizm ve materyalizm. Ancak bu kıstas, bir sınıf bakış açısını gösterir ve genel kabul görmez. Cornforth da, felsefenin içeriğini tanımlarken ve akımları sınıflandırırken aynı sınıf bakış açısına uyar. “Dünyanın niteliği”, varlığın temelinin madde mi, yoksa düşünce (bilinç) mi olduğu hakkında bir yargının konusudur. “Bizim onun içindeki yerimiz” ise, insanın tarihsel bir varlık mı, yoksa ona öncel bir iradenin ürünü mü olduğu tartışmasında belirleyici bir önem taşımaktadır. “Yazgı” kavramı, bir yandan dinsel-inançsal değerler alanına, diğer yandan insanın tarihsel eyleminin sonuçlarına ilişkin iki karşıt anlam taşır ve yine idealizmle materyalizm arasındaki temel tartışma içinde bir yeri vardır. Cornforth, bu tanımıyla iki temel akımın ortak konularını birleştirmiştir. Ona göre, “felsefecilerin görevi daima bu anlayışı zenginleştirmek ve sonuçlarını genelleştirmek olmuştur.” Bu, kuşkusuz insanın düşünsel birikiminin bir zenginliğidir. Ne var ki, dünyada sosyalizm ve kapitalizmin karşıt iki sistem olarak var olduğu, proletarya ve burjuvazi arasındaki mücadelenin toplumsal hayatın bütün ilişkilerini belirlediği, emperyalizmle ezilen halklar arasındaki çelişmenin yeni bir dinamik olarak boy gösterdiği koşullarda, üstelik “Soğuk Savaş” gibi olağanüstü bir sınıf mücadelesi alanı açılmışken, felsefenin bunlardan bağımsız, her şey karşısında tarafsız bir “düşünen düşünce” alanı halinde kalması da olanaksızdı. O çok eski bölünme, şimdi sınıflar çatışmasının kaçınılmaz etkisiyle yeniden biçimlenmekte, felsefi akımların özellikleri de buna göre belirlenmektedir. Özellikle burjuva felsefe akımları, felsefeyi ulaşılamaz, halk hayatından ve kültüründen çok yüksekte, seçkin bir alan olarak sınırlayıp işlevsiz hale getirmektedir. Bu, felsefenin sınıf mücadelesinden de dışlanmaya çalışılması anlamına gelmektedir. Egemen düşüncenin bu çabasına karşılık, işçi ve emekçi halk katında da, felsefeyi aynı tarzda algılama, gereksiz ve “burjuvaziye özgü” bir etkinlik olarak görme eğilimi gelişmektedir. Fakat bu, burjuva felsefesinin zararlarından kaçmak, onun etkisinin dışında kalmak sonucunu vermiyor. Aksine, niteliğini bilmediği düşüncelere teslimiyet, kendi hayatına düşman düşünceleri içselleştirmek gibi denetlenemez sonuçlar doğuruyor. Cornforth, şöyle özetliyor: “Felsefenin içinde bulunduğu durum nedeniyle birçok insan felsefenin ne işe yaradığını sormakta ve ona gereksinmeleri olmadığı sonucuna varmaktadır. Ne var ki bunun tek bir anlamı vardır; o da, felsefi öğretileri en ufak kırıntılarına varıncaya kadar hiç sorgulamadan kabul etmektir. Buna değer vermediklerini sandıkları felsefecilerin öğretileri de dahildir. Bu felsefeciler, onlar bunu fark etmeden, kafalarının içine girerler. Çünkü felsefeyle hiç ilgilenmeseler de herkes ondan; onun okulda, basında, kilisede, radyoda veya sinemada karşılarına çıkan elden düşme türevlerinden etkilenir. Felsefeyi hor görmek, ona gereksinim olmadığını düşünmek, kapitalist felsefeyi eleştirmeden kabul etmek ve kullanmak demektir.”

Bunun karşısında, işçi sınıfının burjuva felsefesine ve onun dolaylı-dolaysız yansımalarına karşı donanımlı olması, sınıf mücadelesinin bir gereği olarak görünmektedir. Bunun biricik olanağı ise, Marksizm’de bulunmaktadır. “Marksizm’de felsefe, insanların dünyanın niteliğini ve kendilerinin onun içindeki yerlerini anlamaları ve böylece dünyayı değiştirip insan toplumunu dönüştürebilecek …bir konuma gelmeleri için onlara yardımcı olarak halkın ihtiyaçlarını karşılar”.

Bu yüzden Cornforth, kitabına “Felsefeyi Savunmak” adını vermiştir. Ona göre, felsefeyi savunmak, artık diyalektik materyalizmi savunmaktır. Gerekçe olarak, kapitalizmin yol açtığı sonuçları ve genel hedeflerini, insan hayatı ve kültürü karşısındaki yıkıcı etkilerini göstermektedir: “…kapitalizm hayatta kalmak için çırpınırken bütün insani değerlere saldırıyor ve biz onları savunmak durumundayız. Felsefeyi savunmak ve ilerletmek artık sosyalist felsefeyi, diğer bir deyişle diyalektik materyalizmi savunmaktır; tıpkı, gerçekten de genelde insanlık kültürünün savunulmasının artık sosyalist kültürün savunulması olması gibi.”

Cornforth’un saptamaları, günümüzden yaklaşık elli yıl öncesine aittir. Fakat genel tablo bugün de değişmemiş, daha da vahim bir hal almıştır.

Tıpkı varlığın temeli ve niteliği konusunda olduğu gibi, onun bilinebilmesinin olanakları ve sınırları sorunu da felsefenin ana konularından biridir. Bilgimizin kaynağı nedir, varlık hakkındaki bilgimiz nasıl ilerler ve toplumsal hareket ve değişim bakımından bu sorunun önemi nedir? Çok eski dinsel geleneklerle bağıntılı olan Hıristiyan felsefesinde, bu sorunun cevabı basit ve tekti: Varlığın kaynağı gibi onun bilgisinin kaynağı da maddeden ve insandan bağımsızdır. Bu kaynak, farklı idealist felsefe akımlarında, “idea”, “evrensel ruh”, “mutlak tin” gibi kavramlarla dile getirilir. Dindeki karşılıkları, “Tanrı”dır. Ne var ki, burjuvazinin devrimci çağında, aristokrasiye karşı mücadelenin bir parçası olarak materyalist felsefe akımları geliştikçe, kilise okullarının felsefi düşünceleri de şiddetle eleştirilmiş, diğer toplumsal, bilimsel gelişmelere de bağlı olarak bu kavramlar önemli ölçüde etkisini kaybetmiştir. Felsefede, sanatta, edebiyatta ve bilimde, insan aklına değer veren, deney ve gözleme dayalı düşünce akımları güç kazanmıştır. Ne var ki, idealizm, salt dinsel karakterini örten başka biçimler altında yeniden inşa edilmiştir.

Cornforth’un saptamasına göre, pozitivizm, bu niteliğini gözlerden saklamayı önemli ölçüde başarmış bir felsefedir. Pozitivistlerin kendi iddialarına göre bu felsefe, bilginin deneyimden geldiğini ve saf aklın ya da sezinin ışığında hiçbir şeyin bilinemeyeceğini savunan bir felsefedir. Ne var ki, Pozitivizmin temel ilkeleri, dünya hakkında hiçbir şey bilemeyeceğimiz sonucuna yol açmaktadır. Dolayısıyla, Pozitivizmin klasik materyalist akımlarla kurmaya çalıştığı köken bağı, yalnızca bir yanıltmacadır.

Cornforth, bu iddiayı deşifre etmek için, gözlem ve duyusal-veri kavramlarına yüklenen anlamları inceler. Bu kanaldan, Amerikan olguculuğu olarak da yorumlayabileceğimiz pragmatizmin çözümlemesine geçer.

Cornforth’a göre, pozitivist felsefe –mantıksal çözümleme, mantıksal görgücülük ve pragmatizm–, yüzlerce yıllık idealist felsefe geleneğinin tüm özelliklerini sürdürür.

“İdealizmin bütün türlerinin bir araya getirilmesi ve Birleşik Devletler’deki kozmopolit filozoflar tarafından durmadan geliştirilmesi onun en son aşamasını karakterize eder.” Pozitivist okulların karakteristik özelliği materyalizme karşı köklü düşmanlıklarıdır. Nesnel dünyanın varlığı ve bilinebilir oluşu materyalist diyalektik anlayışın temel dayanağıdır. Bu temel, doğal ve toplumsal gelişim sürecinin başlıca niteliklerinin genelleştirilmesini ifade eder. Böylece, doğanın ve toplumun hareket yasalarını anlamaya dönük bilimsel incelemelerin de temel dayanağıdır. Pozitivizm ise, ancak diyalektik olarak kavranabilecek hareket halindeki evrenin karşısına, mekanik, metafizik düşüncelerle  çıkar. Cornforth, eski idealist okulların özellikleriyle, ilkel materyalist görüşlerin bu karmaşasının bilimsel bir felsefe olarak ilan edilmesinin tümüyle geçirsiz bir iddia olduğunu gösterir.

Böylece, Pozitivizmin “bir tür materyalizm” olarak algılanması karşısında sağlam bir eleştirel temel kurar.

Pozitivizmle bilim arasındaki ilişkinin gösterildiği ya da göründüğü kadar olumlanacak bir ilişki olmadığını da kanıtlar.  “ ‘Bilimsel’ bir felsefe olma iddiasında bulunan pozitivist okullar, bilimsel yöntemleri ve bilimsel sonuçları bilimin bir aydınlanma ve ilerleme silahı olduğunu yadsıyacak şekilde yorumlarlar ve bilimi, bugünkü bilim karşıtı mitlere ve dogmalara karşı çıkamayacak şekilde güçsüz bırakırlar. Bilimleri çözümlediklerini ve yorumladıklarını iddia eden olgucular, yalnızca kısır skolastiğin yeni türlerini üretirler ve bilimi cehalet yanlısı bir vaaz haline getirirler.”

Bilindiği gibi, burjuvazinin “bilimci” görünüşü, tümüyle sınai üretimin ihtiyaçları doğrultusunda biçimlenmiş, doğrudan doğruya çıkara dayanan bir yöneliş niteliği göstermektedir. Ama bilim, aynı zamanda toplumsal değişmenin ve dönüşümün güçlerinden biri haline geldiğinde, burjuvazi bütün üretici güçler karşısındaki gerici tutumunu bilim karşısında da takınır. Kapitalizmin bir mülkiyet ilişkisi olarak kazandığı tutucu karakter, üretici güçlerin sürekli gelişen doğasıyla çelişir. Marx’a göre devrimin temel çelişmesini ifade eden bu uzlaşmaz durum, burjuva kanatta siyasal ve kültürel gericiliğe yol açar. Cornforth, bu çelişmenin pozitivist felsefeye yansıması üzerinde durur: “(pozitivistler), modern kapitalist toplumda bilimin bozulmasını ve çarpıtılmasını yansıtan bir bilim anlatısı üretirler… (Pozitivistler), bilimi, nesnel dünyanın bilgisini sağlamayan, yalnızca formüllerden ve gözlemlerle bağlantılı kurallardan oluşan bir şey olarak yorumladılar.”

Felsefe gibi, bilimin de toplumsal hayatın dışında özel ve seçkin bir ilgi alanı haline getiren, işlevsizleştiren bu tutum, günümüz kültür-bilim politikalarının burjuva karakterine uygundur. Neredeyse, dört yüz yıldır deney ve gözlem kavramları bilimin ayrılmaz parçası haline gelmişken, günümüz koşullarında bu kavramlara doğrudan karşı çıkan herhangi bir felsefenin ciddiye alınma olanağı yoktur. Bu yüzden, şimdi önemli olan kavramlara yüklenen pozitivist anlamlar aracılığıyla, bilimsel çalışmanın sonuçlarının felsefi olarak genelleştirilmesi yönündeki çabaları çarpık ve geri bir düzeyde tutmaktır. Pozitivizm, bu çabasında yalnız değildir. Bilimsel araştırmaların, deney ve gözlemlerin sonuçları üzerinden bilim dışı felsefi sonuçlara ulaşmanın örneklerine bugün, belki dünden de çok rastlanmaktadır. Bilimsel bilgi alanı, bu bakımdan yalnızca temel felsefi dayanaklar bakımından gericiliğin saldırısı altında olmakla kalmamakta, çarpıtılmış sonuçların yaygın propaganda malzemesi olarak kullanılmasıyla da yeniden katledilmektedir.

Böylece Cornforth’un eseri, yalnızca Pozitivizmin eleştirisiyle sınırlı kalmaz, aynı zamanda benzer ve bağıntılı diğer burjuva-gerici felsefelerin ve popüler hale gelmiş bayağı propaganda sloganlarının da tanınması ve eleştirisi için de işlev yüklenir.

Cornforth, eserini eleştiri sürecinde elde ettiği genel sonuçları özetleyerek bitiriyor.

Bunları yine günümüzün ihtiyaçları bakımından değerlendirmek ve işlevli kılmak gerekmektedir.

Cornforth’a göre, “pozitivizm, kapitalist toplumun entelektüel ve ahlaki çözülmesini yansıtır. İnsan aklının nesnel gerçekliği anlama gücünü yadsır ve dolayısıyla, gerçekte aklı ve bilimi terk eder. İnsan eyleminin ussal ve bilimsel bir temeli olabileceğini yadsır.”

“İnsan aklının nesnel gerçekliği anlama gücü”, yalnızca felsefi ve bilimsel bakımdan önemli bir kavram değildir. Sınıf mücadelesinin bütün biçimlerinde burjuva politik propaganda ve ajitasyonun ana hedeflerinden biri budur. Yaşadığımız dünyayı, gündelik ilişkileri, uluslararası olayları, devleti, kültür ve sanatı, geniş halk yığınlarının anlama gücünün dışında kalan “derin” olgular gibi göstermek, bütün bu ve benzeri alanlardaki halk müdahalesini engellemeye yöneliktir. “Bilme” yetisinin, yalnızca yüksek bilimsel eğitimle elde edilebilir olduğunu söylemek, eğitimsiz milyonlarca insanı sırf “cehaletlerinden” dolayı etkisiz ve güdülen bir konumda kalmaya mahkum etmek anlamına gelmektedir. Aklın ve bilimin tekel altında tutulmasının en dolaysız toplumsal sonucu, halk yığınlarının politik süreçlerden yalıtılması, güdülen ve yönetilen yığınlar olarak kalmasının güvence altına alınmasıdır.

Pozitivist felsefenin etkisi altında biçimlenen burjuva yönetim anlayışına göre “eğitimsizlik”, yönetilen ve sömürülen yığınların varlığının tek nedenidir. Bu propagandada, işçilerin sömürülmesinin nedeni onların eğitimsizliğidir; yoksulluk, hastalık, suça eğilim vs. cehaletten doğar! Kapitalist toplumsal ilişkilerin sonuçlarını, eğitimsiz insanların suçu gibi göstermekle, insan aklının ve bilimsel eyleminin “dünyayı bilmeye” yetmeyeceği iddiası arasında dolaysız bir ilişki vardır.

Cornforth, bu gerçekten hareketle şu sonuca da ulaşıyor: “… günümüz pozitivist öğretilerinin özü ve sonuçları bakımından bilime ve ilerlemeye bütünüyle düşman oldukları yargısına varmamız kaçınılmazdır. Bugün olgucu okullar, en çok Birleşik Devletler topraklarında büyüyüp serpiliyorlar; orada özellikle pragmatizm biçimi altında Amerikan emperyalizminin ideolojisinin bir parçası olarak etkili bir rol oynuyorlar.”

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑