Grev ve İşçi Hareketi

Sendikalar, işçilerin aralarındaki rekabete son vererek, ortak sınıf çıkarları etrafında bir araya gelmeleri ve patronlara karşı birlikte mücadeleye girişmelerinin yanında, işçi sınıfının siyasal mücadelesi içindeki yerlerinden dolayı hep önemli kurumlar olmuşlardır. Birbiriyle rekabet eden, bölünmüş işçilerin patronlara karşı mücadele etmeleri genellikle yenilgiye yol açtığından, işçilerin dayanışmasının en somut göstergesi olan sendikaların, işçi sınıfının ekonomik ve siyasal etkinliği açısından, emek ile sermaye arasındaki sınıf kavgasının en önemli araçlarından birisi olarak ortaya çıktığı görülür.

Sermaye ile ücretli emek arasındaki ilişkinin en belirgin özelliklerinden birisi, sermayenin işçi ve emekçi sınıfları bir yandan ortak çıkarlar etrafında birleşmeye zorlarken, diğer yandan aralarındaki rekabeti arttırarak, sınıf içi bölünmeyi körüklemesidir. Sermayenin işçi sınıfı ve sendikalar üzerindeki egemenliğinin özellikle son elli yılda artmış olması, sınıflar arasındaki güç dengesini sermaye lehine değiştirerek, bir anlamda işçi sınıfı mücadelesinin dayandığı sendikal-siyasal zeminin altını oymuştur. Bu koşullarda, sendikal bürokrasinin de etkisiyle, sendikaların, sadece üyelerinin ayrıcalıklarını korumak temelinde “sınırlı” bir mücadeleyi benimsemesi sınıf içindeki bölünmeleri keskinleştirmiş ve sendikal hareketin pek çok noktada tıkanmasına yol açarak, sendikaların üyelerine yabancılaşması gibi pek çok sorunun ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Tarihsel süreç içinde işçilerin kendi kölelik koşullarına tepkiden doğan hareketlere baktığımızda, bunların ister bireysel ister kolektif olsun, “suç işleme” ve bedel ödeme temelinde oluştuklarını görmek mümkündür. Kapitalizmin ilk yıllarında yoğun olarak görülen makine kırıcılığı işsizliğe karşı, grevler ağır çalışma koşullarına ve ücretlerin yetersizliğine karşı yapılmıştır. Sendikaların ortaya çıkması ile birlikte, önceleri dağınık olarak gerçekleşen grev ve direnişlerin yerini, çok daha örgütlü, çok daha geniş kitleleri kapsayan ve çok daha uzun süreli grevler, işçi eylemleri almaya başlamıştır. Özellikle işçi sınıfının siyasal örgütlenme çabalarının, yoğun baskı ve yasaklarla karşılaştığı ülkelerde yaşanan grevler, dönem dönem siyasal amaçlı olarak yapılmış, yaşanan grevler sonucunda işçilere çok ağır cezalar verilmiştir. Bu cezalandırmalar sonucunda ABD’li işçiler asılmış, Alman işçilerinin kulakları kesilmiş, Rusya’da işçiler kurşuna dizilirken, Fransa’da grevci işçiler giyotin cezası ile cezalandırılmıştır. Ancak bu ağır cezalar bile işçileri mücadeleden ve grev yapmaktan yıldırmaya yetmemiştir.

Grevler, kapitalizmin ilk yıllarında, ağır ve tehlikeli çalışma koşullarına, çok uzun iş sürelerine, ücretlerin ödenmemesine, yoksulluğa karşı bir ayaklanma biçiminde; aktif ya da pasif şiddete karşı, yer yer şiddeti de içeren biçimlerde yapılmış ve sonuçları itibarıyla oldukça yaygın ve etkili bir eylem biçimi olarak tarihteki yerini almıştır. İşçi sınıfının zengin mücadele tarihi, işçi hareketinin mücadele araçlarının çok sayıda ve değişik biçimlerde ortaya çıktığını göstermektedir. Grevler, bu anlamda sınıf mücadelesinin en önemli ve en etkili mücadele biçimlerinin başında gelmektedir.

Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu adlı yapıtında, İngiliz işçilerin grev mücadelelerine önemli bir yer vererek, İngiliz işçilerinin bir sınıf olarak birleşmesinde, bir mücadele aracı olarak grevi kullanmalarına dikkat çekmekte ve “grevler işçilerin artık kaçınılmaz halde büyük çatışmaya hazırlandıkları bir savaş okuludur” ifadesiyle, grevlerin sınıf mücadelesi açısından ne kadar önemli olduğunu vurgulamaktadır. Lenin ise, grevin işçi sınıfının kurtuluşu için mücadele ettiği yollardan birisi olduğunu, ancak tek yol olmadığını özellikle belirterek, eğer işçiler mücadelenin diğer yollarına da gereken önemi vermezlerse, işçi sınıfının gelişimini ve başarılarını yavaşlatmış olacakları uyarısı yapar.

İlk grevler yapıldığı zaman ortada herhangi bir yasal düzenleme bulunmamaktadır. Bu nedenle, grevlerle ilgili olarak çıkan ilk yasalar, grev hakkının kullanılışını düzenleyen değil, yasaklayan ya da sınırlayan yasalar olmuştur. Fakat bu yasaklar sürecinde, işçi sınıfı, zorlu mücadelelerle kanunsuz grevler yaparak ve bunun çetin sonuçlarına katlanarak, bazen işini, herhangi bir organını, hatta canını kaybederek grevin yasal bir hak olarak kazanılmasını sağlamıştır.

Genel olarak ifade edilen nedenlerden dolayı, sermaye sahiplerini grev kadar korkutan çok az eylem biçimi olduğu söylenebilir. Sermayeyi korkutan, şüphesiz sadece yapılan grev nedeniyle sömürü çarklarının bir süreliğine durması değildir. Bunun da ötesinde, asıl korku, sermayenin, işçiler ve sahibi olduğu üretim araçları üzerindeki otoritesinin, egemenliğinin sarsılmasıdır. Sermaye egemenliğinin sarsıldığı noktada işçilerin ve işçi sınıfının gücü ortaya çıkmakta ve bu anlamda işçi sınıfı, kapitalistlerin sınıf iktidarını tehdit edebilen devrimci bir sınıf olarak sermayenin korkularını arttırmaktadır.

19. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’da yaygınlaşan işçi eylemleri, grevi, sınıf hareketinin temel ve ayrılmaz bir parçası haline getirmiştir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde, genel anlamıyla grev hakkı yasal bir nitelik ve kapitalizmin nihai hedeflerini tehdit etmemesi şartıyla kurumsal bir işleyiş kazanmıştır.

Türkiye’de ise, grevler bir hak olmaktan çok, yapılması son derece ağır şartlara bağlanmış bir sendikal eylem türü olarak gelişmiştir. 82 yıllık Cumhuriyet tarihinin ancak son 40 yılında; o da, askeri darbeler ile sıkıyönetimler dışında, kısıtlı Anayasal ve yasal bir hak olarak, hukuk sistemi içinde kalarak uygulanmıştır. Grevler, son 40 yıllık dönemde 8 yıl fiili olarak yasaklanmış, sendikal hakların dışına çıkarılmıştır. Türkiye’de, ancak 32 yıllık dönemde, yasal grev uygulamaları son derece sınırlı bir şekilde gerçekleşebilmiştir. Grevin yapılması öncesinde uzlaşma kurumunun devreye girmesi ve grevlerin Bakanlar Kurulu tarafından “milli güvenlik” gerekçesiyle ertelenebilmesi[1], Türkiye’de yasal grevlerin bile ne kadar ciddi tehdit olarak algılandığının görülmesi açısından önemlidir.

SENDİKALAR VE GREV HAREKETLERİNİN BUGÜNKÜ DURUMU

1990’lı yılların ortalarından itibaren, Avrupa işçi hareketinde görülen canlanma eğilimleri, geleneksel sendikal yapıları ve bu yapılar üzerindeki egemenliliğini koruyan sendikal bürokrasiyi kısmen de olsa etkilemiştir. İngiltere’de, geçtiğimiz yıllarda yapılan sendika seçimlerinde, yaklaşık 70 sendikanın bağlı olduğu Sendikalar Kongresi (TUC) bürokrasisi ve İşçi Partisi’nin emek karşıtı politikalarına tepki olarak, altı büyük sendika yönetimlerine mücadeleci sendikacılığı savunan sendikacılar seçilmiştir. TUC bürokrasisi ve İşçi Partisi’nin tüm çabalarına rağmen mücadeleden yana sendikacıların desteklenmiş olması, İngiltere gibi sendikal bürokrasinin güçlü olduğu bir ülkede sendikal hareketin yeniden canlanmasının ipuçlarını vermektedir.[2] Hatta İşçi Partisi’nin kuruluşunda önemli bir rol oynayan Demiryolu İşçileri Sendikası (RMT), İngiliz İşçi Partisi’nin emek karşıtı politikalarını artık desteklemeyeceğini ilan etmiş ve bu partiye olan ekonomik-siyasal desteğini çekmiştir. Bu durum, aynı zamanda, TUC içindeki bazı sendikaları benzer bir tavır almaya zorlamaktadır. Ancak bu tavrın, olumlu olmakla birlikte, en azından henüz sınıf sendikacılığı çizgisinden uzak olduğunu belirtmek gerekir.

İngiltere’de yaşanan ve sendikal bürokrasinin az-çok yara almasına neden olan gelişmeler, sendikal bürokrasinin güçlü olduğu Almanya, Fransa gibi ülkelere benzer düzeyde taşamamıştır. Son yıllarda, özellikle sendikal bürokrasinin güçlü olduğu Fransa ve Almanya gibi ülkelerde, bir önceki döneme nazaran belirgin bir canlılık yaşanmaktadır. İşçi sınıfının kazanılmış haklarına yönelik saldırıların artmasına paralel olarak artan işçi eylemleri, işçileri ve sendikaları harekete geçirmiş olsa ve yönetimlerinde değişikliklerle bazı sendikaların konfederasyonlarda merkezilenmiş bürokrasi ile aralarında çelişme ve farklılıklar gelişse de, Almanya’da DGB, Fransa’da CGT ve benzerleri gibi büyük ve önemli konfederasyonları kontrolü altında tutan sendikal bürokrasinin etkisi hala kırılamamıştır. Mücadeleci sendikacılığa eğilim, henüz esas olarak tabanda, işçiler arasında mayalanmakta, ve ilk elde, bir dizi, tabanda gelişmekte olan neoliberal saldırganlık ve uygulamalara karşı mücadeleci tutumdan etkilenmeye ve buradan baskılanmaya en yakın sendika şubesinde görülmektedir.

İşten atmalara, sosyal hakların kısıtlanmasına karşı, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden işçiler, sendikaları, sendika bürokrasisini zorlayarak, kitlesel tepkilerini yükseltmeye başlamışlardır. Bu tepkiler, bir anlamda, yaklaşık elli yıldır uyuyan bir devin yavaş yavaş uyanmasını sağlamış ve geçtiğimiz dönemde, Almanya, Fransa, İngiltere, İspanya ve İtalya başta olmak üzere, pek çok Avrupa ülkesi, sermayenin saldırılarına karşı kitlesel, güçlü işçi eylemleri ve grevlerle sarsılmıştır.

Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde hayata geçirilmeye çalışılan saldırılara karşı, işçiler ve çeşitli düzey ve ölçülerde sendikaların gelişme ve yükselme belirtileri gösteren karşı koyuşları söz konusudur. Her ne kadar bu eylemlerin bir sürekliliği olmasa da, son yıllarda yoğunlaşan grevler, genel grevler, kapitalizme ve emperyalizme karşı gösterilen, ama sendikal bürokrasinin etkisinden kurtulamamış olan işçi sınıfının –belirli sendikaların tutumlarına da yansıyan– tepkisi niteliğindedir. Kapitalizmin sınırsız saldırganlığına karşı yapılan kitlesel işçi eylemleri, önümüzdeki dönemde sınıf mücadelesine, geçmiş yıllarda olduğu gibi, yine işçi sınıfının damgasını vurmasına tanık olunacağının işaretlerini vermektedir.

Avrupa ülkelerinde gerçekleştirilen kitlesel eylemlerin, istikrarsızlığına rağmen gittikçe yaygınlaşması, büyük sendika merkezleri olmasa da, yerel anlamda pek çok sendika şubesinin öncülük ettiği yerel platformların yaygınlaşması; bir süredir tartışılan sendikaları mücadeleci bir çizgiye çekme çabalarını güçlendirmektedir. Nitekim bu çabaların bir göstergesi olarak, sınıf mücadelesinin yükseldiği ülkelerdeki sendikalaşma oranlarında yaşanan gerilemenin durakladığı ve çok güçlü olmasa da, bazı ülkelerde sendikalaşma oranlarının artmaya başladığı görülmektedir.

Almanya, İngiltere, Fransa, İspanya, İtalya, Portekiz ve Yunanistan gibi gelişmişlik düzeyleri birbirinden farklı ülkelerde, tıpkı sendikaların ilk yıllarında olduğu gibi, işçi hareketinin yeniden tabandan örgütlenme çalışmaları hızlanmıştır. Örneğin İspanya’da, Fransa’da olduğu gibi, “işyeri sendikacılığını” andıran “komite” tipi örgütlenmeler bulunmaktadır. Bu komitelerin, geçmişte, kapitalistler tarafından sendikal örgütlülüğü tehdit amacıyla kullanıldığı bilinmektedir. Ancak zaman içinde sendikalar bu komiteleri dönüştürerek, sendikalaşma oranlarını artırabilme yönünde önemli adımlar atmışlardır.[3]

Dünyanın çeşitli bölgelerinde sendikaların, sendikal hareketin ciddi canlanma belirtileri gösterdiği son yıllarda, gerek Türkiye’de, gerekse diğer çeşitli ülkelerde sendikal mücadele biçimleri içinde önemli bir yer edinen grev uygulamalarının azalması dikkat çekmektedir. Dünyanın çeşitli ülkelerinde ciddi işçi eylemleri ve genel grevler yaşanmasına karşın, genel anlamda yapılan grev sayıları ve grevde geçen işgünü açısından ortaya çıkan tablo iç açıcı değildir. Yine tüm dünya çapında işçi sayısı belirgin bir şekilde artarken, sendikalı işçi sayılarında, birkaç ülkeyi dışarıda bırakırsak, hala ciddi gerilemelerin yaşandığı görülmektedir.

Tablo 1- Uzlaşmazlık Nedeni ile Çalışılmayan Günler,

(1,000 İşçi Başına Sanayi ve Hizmet Sektörü)

(1993-2002)

 

Yılık Ort. 1993-1997

Yıllık Ort. 1998-2002

Yıllık Ort. 1993-2002

1993-97 den 1998-2002’ye değişim (%)

Avusturya

2

1

1

-50

Belçika

27

Danimarka

49

299

177

510

Finlandiya

174

54

110

-69

Fransa

98

Almanya

8

3

5

-63

İrlanda

82

73

77

-11

İtalya

152

110

131

-28

Luksemburg

12

Hollanda

27

12

19

-56

Portekiz

23

20

22

-13

İspanya

283

221

248

-22

İsveç

54

5

29

-91

İngiltere

25

23

24

-8

AB ortalaması*

70

59

64

-16

Japonya

2

1

1

-50

ABD

42

47

45

12

OECD ortalaması**

56

49

52

-13

* Yunanistan , Belçika, Fransa ve Lüksemburg hariç, ** Belçika, Fransa, Luksemburg ve Türkiye hariç.

Kaynak: Labour Market Trends, UK Office for National Statistics, April 2004, (http://www.eiro.eurofound.eu.int/2005/02/feature/tn0502102f.html) ILO ve OECD verileri.

Sendikal örgütlenmeyi ve grev sayılarını olumsuz yönde etkileyen etkenlerin başında kapitalist devletin, sosyalizmin etkisiyle girmiş olduğu üretim ve hizmet alanlarından çekilmeye başlaması, başka bir ifade ile özelleştirme uygulamalarının yaygınlaşması olmuştur. Özelleştirme ile birlikte, toplam istihdam içinde önemli bir yere sahip olan ve sendikalı çalışanların birçok ülkede çoğunluğunu oluşturan kamu işletmelerinde önemli ölçüde istihdam azalması yaşanmıştır. Böylece, hem işsizlik nedeniyle yedek işçi ordusu artmış, hem de sendikalar önemli oranda üye kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlardır.

İşsizlik oranlarının dünya çapında artmasının en önemli sonucu, büyüyen işsiz sayısının çalışanlar için temel tehdit haline gelmesi olmuştur. Avrupa’da yerli işçilerin ucuz işgücü olarak görülen göçmen işçilere karşı tutumlarının sertleşmesi, pek çok sendikanın istihdam güvencesi için toplu sözleşmelerde işverenler tarafından gündeme getirilen “sıfır zam” önerilerini kabul etmeleri vb. birçok neden, grev uygulamalarına sendikaların daha az başvurmalarını beraberinde getirmiştir. Bu durumun en somut göstergesi, dünyanın çeşitli ülkelerinde uzlaşmazlık nedeniyle çalışılmayan günlerin sanayi ve hizmetler sektöründe ciddi oranlarda azalmasıdır.

1993-1997 yılları ile 1998-2002 yılları arasında çeşitli ülkelerde uzlaşmazlık nedeniyle çalışılmayan günlerin yıllık ortalamasına bakıldığında, ciddi anlamda azalmaların yaşandığı görülebilir. Uzlaşmazlık nedeniyle çalışılmayan günlerde Avrupa Birliği (-16 %) ve OECD ortalaması (-13 %) birbirine yakın oranda azalmışken, Japonya’da görülen % 50’lik azalma dikkat çekicidir. Ancak asıl ilginç gelişme, ABD’de, uzlaşmazlık nedeniyle çalışılmayan günlerin yıllık bazda % 12 artmış olmasıdır. Bu artış, ABD’de 1990’lı yılların ortalarından itibaren canlanmaya başlayan sendikal hareket açısından olumlu bir gelişme olarak değerlendirilebilir.

TÜRKİYE’DEKİ DURUM VE SENDİKA BÜROKRASİSİNİN TUTUMU

Avrupa ölçeğinde değerlendirildiğinde, geçtiğimiz on-on beş yıllık süreçte, özellikle sendikalı işçilerin eylemliliklerinde görülen artışın grev uygulamalarında paralel bir yükselme yaratmadığı gözlenmektedir. Grevde geçen işgünü sayısının on yıl öncesiyle kıyaslandığında belirgin bir şekilde gerilemiş olması, sendikalara çöreklenen sendikal bürokrasinin de çabalarıyla, işçi hareketinin bugünü ve geleceğine yönelik karamsar yorumların artmasını beraberinde getirmiştir. Bu durum, yıllar boyunca sermayenin kabusu olan grev uygulamalarının artık sendikalar tarafından bile benimsenmediği yorumlarında yükselişe neden olmuştur.

Uzun yıllar sendikal harekette yaşanan parçalanmışlık ve genel durgunluğun işçi örgütlerinde ve sendikalı işçiler üzerinde yarattığı olumsuz yansımaların bu süreçteki etkisi yadsınamaz. Diğer taraftan, artan işsizlik oranlarına bağlı olarak, işçiler arasındaki rekabetin yeniden yoğunlaşması; birlik, dayanışma ve mücadele örgütleri olan sendikalara yönelik ilgiyi genel anlamda olumsuz etkilemiştir. Tüm bu gelişmelerin yanı sıra, azımsanmayacak kadar çok sayıda sendikanın, işçilerin çıkarlarını savunmaktan çok, işverenler ve hükümetlerle “iyi geçinmeye” çalışmaları, bu olumsuz tabloyu netleştirmiştir.

Türkiye açısından baktığımızda ise, Avrupa’da yaşanan sürecin bir benzerinin yaşandığı söylenebilir. Türkiye’de, bugün, düne göre daha az grev yaşanmasını çeşitli nedenlerle açıklamak mümkündür. Burada öncelikle, sendikaların geçmiş yıllara göre daha az grev yapmasının, Türkiye’de yaşanan genel ekonomik ve siyasal gelişmelerden bağımsız olarak ortaya çıkmadığını belirtmek gerekir. Bu anlamda, bugün grev hareketlerinde görülen gerilemenin nedenlerini, sendikaların dışından ve sendikalardan kaynaklanan nedenler şeklinde ikiye ayırmak mümkündür. Kuşkusuz bu iki neden, birbirini sürekli olarak etkilemekte ve beslemektedir.

Türkiye’de işçi ve kamu emekçileri sendikalarında görülen genel eğilim, sendikaların içinde bulundukları koşulları ve her gün yaşadıkları sorunları belirleyen etkenlerin, çoğunlukla sendikalar dışından kaynaklandığına olan yaygın inançtır. Türkiye sendikal hareketi içinde uzun süredir yer edinen bu anlayış, gerekçelerini “küreselleşme”, “neoliberalizm”, “kapitalizmin kendisini yenilemesi”, “ekonomik krizler”, “işsizlik ve yoksulluğun artması” vb. ifadeler ile açıklamaya çalışmakta ve böylece sorunun kaynağını kendi konumlarının dışında göstermektedir. “Küreselleşme” sürecinin sendikaları gereksiz hale getirdiği, “kapitalizmin artık değiştiği” yorumları yapılarak, sendikaların da bu değişime uygun şekilde “yeniden tanımlanması” gerektiği iddiaları, son yıllarda pek çok platformda bizzat sendika yöneticileri tarafından savunulmaktadır. Daha çok sendika bürokrasisinin etkisiyle gündeme getirilen bu iddialara paralel olarak, özellikle “solcu” sendikacılar tarafından savunulan, yaşanan ekonomik krizlerin geniş kitlelerin işçileşmesini değil, “yeni yoksullar sınıfı” yarattığı, bu nedenle, artık sendikaların, sınıf örgütü değil, toplumun diğer kesimlerini de kapsaması gereken birer “kitle örgütü” olarak kendilerini tanımlaması gerektiği gibi kafa karıştırıcı söylemler yaygınlaşmıştır.

Kuşkusuz ekonomik krizlerin yarattığı milyonlarca işsizin varlığı, çalışan işçiler için ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. Ancak burada sorun, çalışan işçilerden daha az ücrete çalışabilecek milyonlarca işsizin varlığı değil, hükümet ve patronların, bu durumu fırsat bilerek, talepleri için mücadele eden kitlelere, “beğenmezseniz çekip gidersiniz” gibi tehditlerle yaklaşması ve hem çalışan işçileri hem de sendikaları bir anlamda köşeye sıkıştırmasıdır.

İstisnaları bir tarafa bırakırsak, genel olarak sendikal harekette yaşanan durgunluğu, grev silahının geçmişe göre daha az kullanılmasını, sadece ekonomik krizler ve artan işsizlik oranları gibi dışsal nedenlerle açıklamak mümkün değildir. Sendikal hareketin büyüyüp yaygınlaşması, geniş işçi ve emekçi kesimlerini tek bir çatı altında bir araya getirerek mücadeleye çekmesi için, dış etkenlerin yanında, sendikalardan kaynaklanan, sendikal bürokrasi ile mücadeleci işçiler ve sendikacılar arasındaki güç ilişkileri ve çelişkilerle ilişkili sorunlar ve yaklaşımların da hesaba katılması gerekir.

Tablo 2 – Türkiye’de 1996-2004 Arasında Yaşanan Grevler

ve Kaybolan İşgünü Sayısı

YILLAR

SEKTÖR

GREV SAYISI

İŞYERİ SAYISI

GREVE KATILAN İŞÇİ SAYISI

KAYBOLAN İŞGÜNÜ SAYISI

1996

Kamu

7

26

3.434

79.251

Özel

31

32

2.027

195.071

TOPLAM

38

58

5.461

274.322

1997

Kamu

3

16

3.362

60.061

Özel

34

41

3.683

121.852

TOPLAM

37

57

7.045

181.913

1998

Kamu

7

40

4.111

60.035

Özel

37

78

7.371

222.603

TOPLAM

44

118

11.482

282.638

1999

Kamu

2

3

67

1.917

Özel

32

53

3.196

227.908

TOPLAM

34

56

3.263

229.825

2000

Kamu

19

187

11.879

132.990

Özel

33

46

6.826

235.485

TOPLAM

52

233

18.705

368.475

2001

Kamu

4

14

737

18.617

Özel

31

52

9.174

267.398

TOPLAM

35

66

9.911

286.015

2002

Kamu

8

37

2.735

15.450

Özel

19

25

1.883

28.435

TOPLAM

27

62

4.618

43.885

2003

Kamu

2

3

8

184

Özel

21

27

1.527

144.588

TOPLAM

23

30

1.535

144.772

2004

Kamu

1

3

283

1.981

Özel

29

44

3.274

91.180

TOPLAM

30

47

3.557

93.161

Dönem dönem bazı sendika ve konfederasyon yöneticilerinin, hükümetin işçilerin çalışma ve yaşama koşullarını daha da kötüleştirmeye yönelik yapmak istediği değişikliklere karşı, “işçinin hakkını yedirmeyiz”, “bu değişiklik bizim için genel grev sebebidir” gibi “sert çıkışlar” yapması, geçtiğimiz yıllarda pek çok kez yaşanmış ve bir tiyatro oyunu gibi, pek çok çoğumuzun hafızasında yer etmiştir. Ama aynı sendika yöneticilerinin, iş eylem ya da grev yapmaya gelince, “işçi hazır değil”, “taban sorunlarına duyarsız”, “hükümetle diyalog çabalarımızı sürdüreceğiz” gibi yaklaşımlar sergilediği de pek çok kez görülmüştür.

Sendikal bürokrasinin geleneksel manevraları olarak görebileceğimiz bu tür yaklaşımların özellikle son yıllarda yaygınlaşması, işçiler içindeki mücadele azmini köreltmenin yanında, sendikal hareketin güçlü bir çıkış yapmasını da engellemiştir. Sendikal hareketin gelişimini olumsuz etkileyen bu tavrın en somut sonucu, sendikaların en temel hak arama ve mücadele aracı olan grev hakkının kullanılmasında görülen isteksizlik, en iyimser ifade ile çekimserlik olmuştur. Öyle ki, sadece son beş yılda yapılan grev sayısında görülen azalma bile, işçi sınıfı için grevi ve grev yapmayı neredeyse bir nostalji haline getirmiştir.

Grev sayılarının azalmasını sadece sendikalara ya da sendikal hareketin yaşadığı sorunlara bağlamak elbette mümkün değildir. Ancak bugün gelinen noktada, sendikaların ve sendikacıların çeşitli gerekçelerle grevi en son başvurulması gereken bir mücadele aracı olarak görme eğilimleri, grev yapma ve grevin işçiler için taşıdığı önemin gittikçe azalıyormuş gibi görünmesi, bugün yaşanan “grevsizlik durumunu” açıklamaktadır.

(Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı İstatistikleri, 2005)

Çalışma Bakanlığı’nın istatistiklerine bakıldığında, kamuda ve özel işletmelerde yaşanan grev uygulamalarında görülen en belirgin özellik, grev uygulamalarının çoğunlukla özel işletmelerde gerçekleşmiş olmasıdır. ’89 Bahar Eylemleri’ne öncülük eden, ’90’lı yılların başında işçi sendika hareketinin canlılığında önemli bir rolü olan kamu işçilerinin özellikle özelleştirme uygulamalarının yoğunlaştığı son yıllarda çok az grev yapmış olması, sendika bürokrasisinin işçi eylemleri üzerinde gittikçe artan etkisinin görülmesi açısından önemlidir. Sendikaların öncesine göre daha az grev yapmasının bir diğer nedeni olarak, 2001 krizi ve sonuçları gösterilebilir. Nitekim krizden bir yıl sonrasında, kamuda 8, özel sektörde ise 19 grev yapılmıştır.

Kuşkusuz bugün, düne göre daha az grev yapılması, grevde geçen işgünü sayısının azalması, sendikal hareketin ve genel olarak da sınıf hareketinin günümüzde grevi nasıl algıladığı ve anlamlandırdığı ile ilgili bir sorundur. Ancak burada dikkatlerden kaçmaması gereken iki temel nokta bulunmaktadır. Birinci nokta, geçmiş deneyimlerinden dersler çıkaran sendika bürokrasisinin, özellikle tabanın rahatsız olduğu dönemlerde, sık sık “greve gideriz” benzeri çıkışlar yaparak biriken öfkenin üzerine su serpmesidir. Ancak bu ve benzeri söylemlerin hemen arkasından gelen “sosyal diyalog” çabaları ya da “sorunu masada çözmek istiyoruz” yaklaşımları[4], sendikal mücadele tarihi içinde sendikal bürokrasinin oynadığı rolün kavranması açısından ders verici deneyimlerdir. Böylece sendikal bürokrasi, işçilerin talepleri ile bu talepleri gerçekleştirmek için başvurmak istediği mücadele biçimleri arasındaki doğrudan ilişkiyi dolaylı hale getirmiş, sendikal hareketi kendi çıkarları çerçevesinde yönlendirerek, kendisi ve sistem için tehlike olmasını engelleyebilmiştir.

İkinci nokta, bugün dünyanın pek çok bölgesinde “kazanılmış haklara” yönelik saldırıların artmasına karşın, özellikle sendikalı işçilerin ancak “bıçak kemiğe dayanınca” harekete geçmeye başlamasıdır. Geçtiğimiz dönemde yaşanan Paşabahçe, SEKA, TÜPRAŞ ve TEKEL işçilerinin direnişleri bu duruma örnek olarak verilebilir. İşçilerin tek tek aralarındaki rekabete son vererek kurdukları sendikaları aracılığıyla gerçekleştirdikleri pek çok eylem, söz konusu işletmeler ya özelleştirme kapsamına alınınca başlamış ya da özelleştirme aşamasına gelinmesinin ardından eylemlilikler yaygınlaşmıştır. Bu tespit, farklı işletmelerde ve fabrikalarda direnişe geçen işçilerin birbiri ile dayanışma içinde olmaları için yaptıkları eylem ve etkinliklerinin önemini elbette azaltmamaktadır. Üstelik son olarak SEKA’da ve TEKEL fabrikalarında başlayan ve ardından diğer kamu işletmelerine yayılan ve yaygınlaşan sınıf dayanışması örnekleri, bu durumun yavaş yavaş değişmeye başladığının işaretlerini vermeye başlamıştır.

SENDİKALAR VE GREVLER ÖNEMİNİ KORUYOR

Sendikal hareketin gelişim süreci içinde ortaya çıkan çeşitli örgütlenme ve mücadele biçimleri, sadece mücadele alanlarındaki farklılıktan değil, hedeflerde ve bu hedeflere ulaşmak için kullanılan araçların çeşitliliğinden doğmaktadır. Bu anlamda, ister ekonomik ister siyasal nedenlerle olsun, oluşturulan her mücadele aracının, işçi hareketini birleştirmek ve kapitalistlere karşı mücadeleye çekmeyi amaçladığı açıktır. Söz konusu mücadele araç ve biçimleri içinde en eski ve en etkili olanları sendikalar ve grevler olmuştur.

Sendika ve grev hareketleri, güçlü yükseliş gösterdiği dönemlerde, işçi sınıfı ve diğer sömürülen sınıfların siyasallaşmasını sağlamıştır. Grevin etkili bir hak alma aracı olmasının yanında, işçi hareketinin siyasallaşması açısından da taşıdığı büyük önem, tartışmasız bir doğru olarak kabul edilir. Lenin, işçilerin siyasallaşabilmesi için grevlerden tüm işçi sınıfının mücadelesine geçmeleri gerektiğini pek çok kez vurgulamıştır. “İşçiler, zaten yaptıkları gibi tek tek grevlerden, çalışan bütün insanların kuruluşu için tüm işçi sınıfının mücadelesine geçebilir ve geçmelidirler.” (Sendikalar Üzerine, sf. 169)

Sendikal mücadele tarihinde önemli bir geçmişe sahip olan grev uygulamalarının, sendikalar tarafından her geçen yıl daha az “tercih” edilmesi, grevin sınıf mücadelesi içindeki yerini ve önemini kuşkusuz azaltmamıştır. Ancak gerek dünyada, gerekse Türkiye’de yaşanan ve her geçen gün artan “grevsizlik durumu”, sermayenin ve işbirlikçi sendika bürokrasisinin grev karşısındaki tutumunda da herhangi bir değişiklik yaratmamıştır. Başından beri sendikaların ve grev hareketlerinin gelişip yaygınlaşmasından ve kendi iktidarını tehdit etmesinden çekinen burjuvazi, işçi sınıfının içinde yarattığı işçi aristokrasisi ve sendika bürokrasisini yanına çekerek, kendi çıkarlarını sendikalara empoze etme noktasında önemli kazanımlar elde etmiştir.

Sermaye sınıfı, mevcut iktidarını sürdürmek ve sınıf egemenliğinin sürekliliğini sağlamak için işçi sınıfını her zaman denetimi altında tutmuş ve bunun için bütün imkanlarını seferber etmiştir. Bunu yaparken, kendisine benzeyen diğer ülkelerin sermaye sınıfının deneyimlerinden yararlanmayı ihmal etmediği görülür. Burjuvazi, Türkiye topraklarında kendi gelişimini sonradan sağlamış olsa bile, varlığını neyin tehdit edebileceğinin tarihsel olarak hep farkında olmuştur. Kendi örgütlülük bilincini hiçbir zaman kaybetmemiş, bu nedenle de işçi sınıfının kendi denetim alanı dışındaki örgütlenme deneyimlerinden yararlanmasını şu veya bu biçimde engellemeye çalışmıştır.

Son elli yılda yaşananlar, sendikaların, sendika bürokrasisinin de etkisiyle, sınıf örgütü olma özelliğinden hızla uzaklaşarak, sırf ‘sosyal ortaklık’, ‘sosyal diyalog’ adına uzlaşmacı ve ihanetçi bir çizgide konumlanmasını beraberinde getirmiştir. Devlet, hükümetler ve patronlar ile uzlaşmayı temel politika edinen, sermayenin çıkarları kadar emeğin de çıkarlarının savunulabileceğini iddia eden “sınıflar arası işbirliği” çizgisi, sendikal hareketin son elli yılına damgasını vurmuştur. Pek çok Avrupa ülkesinde 200 yılı aşkın bir geçmişe ve milyonlarca üyeye sahip olan sendika ve konfederasyonlar, işçi sınıfına ihanet etmenin bedelini uzun yıllar içten içe çürüyerek ödemiştir.

Tarih boyunca işçileri uysallaştırmak ve kapitalistler için bir tehdit haline gelmelerini engellemek için benimsenen en yaygın yol, onların örgütlerini ve mücadele araçlarını zayıflatıp, etkisizleştirmek olmuştur. Çünkü, ücretlerin mümkün olduğunca düşük tutulması için öncelikle işçilerin denetim altına alınması gerekir. Bunun en kolay yolu ise, en yaygın ve en kitlesel işçi örgütleri olan sendikaları zayıflatmak, grev uygulamalarının azalmasını sağlayarak, sendikaları ve işçi hareketini etkisizleştirmektir.

SONUÇ

Türkiye’de, 1980 darbesi ile birlikte, sermaye, işçi sınıfının geçmiş mücadele birikimini yok etmek için inanılmaz bir saldırıya geçmiş, sendikal haklar işçi sınıfının elinden teker teker alınmış, ücretler düşürülmüş, çalışma koşulları ağırlaşmış, yasal olmasına rağmen grev yapmak neredeyse imkansız hale gelmiştir. 1980 sonrası dönemde gerçekleştirilebilen her grev sonrasında, işçi sınıfının siyasallaşan öncü üyeleri fiziki olarak tasfiye edilmiş, mücadele birikimlerini daha sonraki kuşaklara taşıması önemli ölçüde engellenmiştir.

Genel olarak emeğin ekonomik ve siyasal olarak baskı altında tutulduğu bu dönemle birlikte benimsenen ekonomik ve sosyal politikalar sonucunda, kapitalistler, fabrikalarını sanayi şehirlerinin gelişmesi ve genişlemesiyle beraber başka kentlere taşımış, hatta bu süreç sonucunda Gebze, Çorlu, Çerkezköy gibi yeni sanayi kentleri oluşturulmaya başlanmıştır. Yeni sanayi kentlerinde, daha önce belli kurallar ve sınırlı da olsa belli bir çalışma düzeni ile çalışan işçiler yerine, daha genç, deneyimsiz, her türlü güvenceden yoksun, esnek, kuralsız ve düşük ücret alan işçiler çalıştırılmaya başlanmıştır.

Özellikle 1980 sonrasında gelişen tekstil, turizm ve inşaat sektörleri Türkiye işçi sınıfını sayısal olarak ciddi şekilde genişletmesinin yanında, başta tekstil ve konfeksiyon fabrikaları olmak üzere çok sayıda fabrika yoksul yerleşim birimlerine yakın yerlere kurularak, çok sayıda “ucuz işgücü” mekanları oluşturulmuştur.

Sermaye sınıfı bu dönemde, işçi sınıfı içinde herhangi bir dayanışma duygusunun öne çıkmaması için bireyciliği ön plana çıkarmıştır. İşçi sınıfına yönelik ideolojik bombardımanda sürekli olarak “herkesin kendi bacağından asılacağını” işlemiş, beraber çalıştığı işçi arkadaşı işten atıldığında kendisinin atılmamayı becerdiği için sevinmesi gerektiğini düşündürmeye çalışmıştır. Bütün bu korkular, son yaşanan 2001 krizi ile büyük ölçüde gerçeğe dönüşmüş, sermaye sınıfının son yirmi yıldır gerçekleştirdiği ideolojik bombardımanla oluşturmaya başladığı atmosfer etkisini yavaş yavaş yitirmeye başlamıştır.

İşçi sınıfının yeni kuşaklarını eylemsizliğe itmek amacıyla atılan tüm adımlara rağmen, özellikle genç işçiler tarafından yapılan eylemler, başarılı ya da başarısızlıkla sonuçlanan grev örnekleri, geleceğe umutla bakabilmek açısından önemlidir. 1996 yılında Ünaldı’da 20 bin işçinin katıldığı sendika, sigorta, sekiz saat işgünü mücadelesi, yakın geçmişte Uşak dokuma işçileri, Çorum kiremit işçileri, Akyıl işçileri, Serna Seral işçileri ve daha adını sayamadığımız binlerce genç işçi tarafından sürdürülmektedir.

Sendikal mücadelenin kendisi gibi, sendikalardaki mücadele de (sendikal bürokrasisine ve işçi aristokrasisine karşı mücadele), kendi başına özel bir amaç değil; sermaye ve saldırılarına karşı mücadelenin ortaklaştırılması, birleşik bir sınıf hareketinin yaratılması için önemli bir araçtır. Çünkü sendikal mücadele, sınıf mücadelesi geliştikçe büyüyebilir, genişleyebilir. Dolayısıyla asıl olan, işçi ve emekçilerin ve onlarla birlikte mücadele eden sınıftan yana, mücadeleci ileri sendikacı, temsilci ve üye kitlesinin mücadele olanaklarının çoğalması ve saldırılara karşı birleşik mücadele yolunun genişlemesidir. Sendikaları mücadeleci birer sınıf örgütü haline getirmek, emekçileri birleştirerek sermayeye karşı mücadeleye çekmek ancak bu şekilde sağlanabilir.

İçinden geçmekte olduğumuz dönemde sermaye saldırılarının mı, yoksa işçi sınıfı mücadelesinin mi başarılı olacağı sorunu, sınıfların karşılıklı olarak birbirinin silahlarını etkisizleştirme yeteneği gösterip gösteremeyeceğine bağlıdır. Başka bir ifade ile, sınıf mücadelesi sorunu; sermayenin sendikaları, sınıf hareketini kontrol altında tutma ve sınırlama aracı olarak kullanabilmesinin önlenmesi ve gerçek birer mücadele örgütlerine dönüştürülmesinin başarılıp başarılamayacağı noktasında düğümlenmektedir. Öte yandan tarih, işçi sınıfının avantajlarını (birlik olma, örgütlü mücadele yeteneği vb.) asgari düzeyde dahi olsa değerlendirebildiğinde, sermaye saldırılarını geriletme, sendikaları ve sendikal mücadeleyi büyük ölçüde siyasal alana doğru genişletme olanaklarını yaratabildiğinin örnekleriyle doludur. Bugün için, önemli olan bu örnekleri çoğaltmak ve geçmişten alınan mücadele deneyimlerini arttırarak bugünkü kuşaklara aktarmaktır.

 

Yararlanılan Kaynaklar:

 

1- Friedrich ENGELS, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu, çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yayınları, 1997, Ankara.

2- Karl MARX, Friedrich ENGELS, V.İ. LENİN, Sendikalar Üzerine, çev: Engin Karaoğlu, Bilim Yayınları, 1975, İstanbul.

3- Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı İstatistikleri, www.calisma.gov.tr, 2005.

4- Eğitim Sen, Sendikal Örgütlenme Üzerine, Eğitim Sen Yayını, Mart 2004, Ankara.

5- EIRO Web Sitesi, http://www.eiro.eurofound.eu.int/ (9 Şubat 2006)

6- Labour Market Trends, UK Office for National Statistics, 2004.

http://www.eiro.eurofound.eu.int/2005/02/feature/tn0502102f.html


[1] Geçtiğimiz yıllarda cam işkolu ve lastik işkolunda çalışan işçilerin grevleri pek çok kez “milli güvenlik” gerekçesiyle yasaklanmıştır. Cam ya da lastik üretimi olmayınca ihracatın azalacağı, ihracat azalınca ülke gelirinin gerileyeceği, bunun da “dış düşmanlar”ın Türkiye’ye saldırması için fırsatlar yaratacağı, dolayısıyla “milli güvenlik” açısından bu grevlerin yapılmasının sakıncalı olduğu gibi komik gerekçeler, yasal grevlerin bile yasaklanabilmesi için yeterli görülmüştür.

[2] TUC’un içinde önemli bir güce sahip olan ve yaptıkları grevlerle adlarından sık sık söz ettiren bu sendikalar şunlardır: Demiryolu İşçileri Sendikası (RMT), İtfaiyeciler Sendikası (FBU), İletişim İşçileri Sendikası (CWU), Kamu İşçileri Sendikası (UNISON), Tren Sürücüleri Sendikası (ASLEF) ve Kamu ve Ticari Servis İşçileri Sendikası (PCS).

[3] OECD ülkeleri içinde, 1985 yılından bu yana, sendika üye sayısı sürekli artan iki ülkeden birisi Hollanda, diğeri İspanya’dır. İspanya’da, sendika üye sayısı, yavaş ama sürekli artmaktadır. İspanya’da 2000 yılı itibariyle %15 oranda sendikalaşma yoğunluğu bulunmaktadır. Sonraki yıllarda bu oran artış göstermekle birlikte, İspanya türü “işbirliğine dayalı” endüstri ilişkilerinin olduğu ülkelerde, bu oran, önemli bir büyüklüğü ifade etmektedir.

 

[4] Son yıllarda Türk-İş’in kamu işçilerinin toplusözleşme görüşmelerinde, talepler üzerinden belirlenen bir mücadeleden çok “masa başında çözüm” yönündeki eğilim ve açıklamaları bu duruma örnek olarak verilebilir.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑