Ekonomi ne durumda?

Türkiye ekonomisinin iyi olduğuna ve sürekli olarak iyiye gitmekte olduğuna ilişkin öncelikle hükümet çevrelerinden körüklenen yaygın bir kanı bulunuyor. Onlara göre artık yeni krizler de söz konusu değildir. Bunun aksini iddia eden çevreler bulunsa da, şimdilik bunların eleştiri ve uyarıları, ekonominin “parlak performansı”nın gölgesinde kalıyor. Bu durum, ekonominin dikkatli bir eleştiriden geçirilmesini zorunlu kılıyor. İlk elde de hükümet ve sermaye çevrelerinin kanıtlarını incelemek gerekiyor.

Ekonominin iyi olduğu ve daha da iyiye doğru gittiğini ileri süren Hükümet çevreleri ve onu destekleyen ekonomistlerin, bu “iyileşmeye” kanıt olarak ileri sürdükleri nedenler hangileridir? Bu nedenlerin başlıcalarının şunlar olduğunu görüyoruz: “Türkiye Ekonomisi sürekli olarak büyümektedir, ihracat artışında rekorlar kırılmaktadır, enflasyon düşmüştür, dış açıklar ve cari açık olsa da, bu açıklar ‘finanse edilebilir’ durumdadır, endişeye gerek yoktur, borçlar artmamaktadır vb.”

Türkiye Ekonomisi’ne yüzeysel bir bakış, ileri sürülen bu kanıtların doğru olduğu kanısını uyandırmaktadır. Ekonomi büyümekte, enflasyon düşmekte, ihracatta rekorlar kırılmaktadır vb.. Yüzeyde görünenler bunlardır. Ancak bu “kanıtlara” az çok derinlikli bir bakış, önümüze farklı bir tablo getirmekte, buradaki çizgiler ekonominin zayıflıklarını ortaya koymakta ve ekonominin daha da iyiye gideceği yönündeki iddiaları çürütmektedir. Ancak burada hemen vurgulamak gerekir ki, bu yazının amacı her türlü peşin hükmün ötesinde, ekonomideki mevcut durumu gerçek boyutları ile ortaya koymak, zayıflıklarına işaret etmek olacaktır. Ekonomi bugün bir kriz içerisinde değildir. Yeni bir krizin ne zaman ve hangi olayla patlak vereceği ise elbette bugünden bilinemez. Ama ekonomiye dikkatli bir bakış, derinlerde yeni bir krizin unsurlarının biriktiğini de göstermektedir.

Burada bir hatırlatma yapmak gerekiyor: ekonominin iyiliği veya kötülüğü hangi sınıfın penceresinden bakıldığı ile ilişkili bir durumdur. Sermaye ve temsilcileri için genel olarak “çarklar dönmekteyse” yukarıdaki gelişmeler oluyorsa ekonomi iyidir. Bazı sorunlara ilişkin endişeler dile getirilebilir, ancak bu endişe ve eleştirilerin sermayenin yararına olduğundan kuşku duyulamaz. İşçi ve emekçi sınıfların cephesinden bakıldığında ise görülen, ekonomik ve sosyal sıkıntıların büyümekte olduğudur. Dikkat edilirse ekonominin iyiliğine ilişkin “kanıtların” içerisinde zaten halkın durumunun iyi olduğuna ilişkin güçlü bir iddia bulunmamaktadır. Ekonomik “iyileşme” bu sınıflara yansımamaktadır. Kapitalizm koşullarında sermaye sınıfının işçi ve emekçi sınıfların durumunu düzeltmek diye özel bir çabası olmadığı için, bu durum normal sayılmalıdır. Kapitalizmin savunucuları için, ekonomi iyi gidiyorsa, bunun sonuçlarından er veya geç çalışanlar yararlanacaktır vb. Ama ekonomiye ilişkin iki farklı tutumun olması, elbette ekonominin objektif bir eleştiriye tabi tutulmasının önünde engel değildir. Ekonominin nesnel gerçekleri vardır ve bunlar olası gelişmelere ışık tutar. Bunu yapmak emekçi sınıflar açısından da önem taşımaktadır. Çünkü işçi ve emekçi sınıfların geleceğe yönelik davranışlarının belirlenmesinde, mevcut ekonomik durumun tüm yönleri ile anlaşılmasının büyük önemi bulunmaktadır.

Şimdi konuya girebiliriz.

Büyüme ve üretim

Türkiye Ekonomisi 2004 yılında yüzde 8.9 oranında büyüdü. 2005 yılı için büyüme oranı ise yüzde 5.8’dir. Genel olarak 1995-2004 dönemine bir göz atılacak olursa, Türkiye ekonomisinin yıllık ortalama yüzde 4 büyüdüğü görülmektedir. 1999 ve 2001 krizleri dışta tutulduğunda ise büyüme yüzde 7’dir. Ekonominin büyüme, durgunluk ve krizler içerisinde ilerleyeceği dikkate alındığında –ki gerçek durum da budur– yıllık ortalama yüzde 5 civarında bir büyümenin gerçekleşeceği varsayılabilir (veriler Tüik istatistiklerinden, Tüsiad raporlarından, BSP araştırmalarından ve günlük gazetelerden alınmıştır). Nüfus artışı dikkate –ortalama yıllık yüzde 1.5 dolaylarındadır– alındığında bu büyümenin gerçekte daha küçük olacağı görülebilir. Bu durum göz önünde tutulduğunda, bugün çok abartılan ekonomideki büyümenin, geçmiş dönemlerin büyüme performansından farklı olmadığı ortaya çıkar.

Kriz yılının ardından 2002 büyümesi 7.8, 2003 büyümesi 5.9, 2004 büyümesi 9.8’dir. 2005 yılı büyümesi ise yüzde 5.8’dir ve büyümedeki yavaşlama dikkat çekicidir. Burada belirtmek gerekir ki, 1980-1999 yılları arasındaki büyüme, 2000-2004 dönemine göre daha büyüktür. 2002’den bu yana milli gelirin yaklaşık yüzde 40 oranında arttığı görülmektedir. 2002’de 181.7 milyar dolar olan –krizden çıkış yılı olduğu dikkate alınmalı– milli gelir, 03’te 238.9, 04’te ise 283 milyar dolar olmuştur. Bu süre içerisinde milli gelirin yaklaşık yüzde 40 arttığı görülmektedir. Burada dikkati çeken önemli nokta ise bu dönemde TL’nin kazandığı değerdir. TL 2001 Mart’ına göre Mart 04’e gelindiğinde yüzde 40 dolaylarında değer kazanmıştır. Bu oranın da son dört yılın milli gelir artışına denk düştüğü görülmektedir! Son açıklanan rakamlara göre 2005 yılı için milli gelir yaklaşık 340 milyar dolardır. Kriz yıllarında TL’nin değer kaybını “bir gecede yoksullaştık” diye açıklayanlar, TL’nin kazandığı değerle milli gelir artışı arasındaki ilişkiyi pek görmek istememektedirler.

Bir ekonomide büyümeden veya küçülmeden söz ediliyorsa, doğal olarak üretime, özellikle de imalat sanayiine bakmak gerekir. Çünkü imalat sanayii büyümenin lokomotifi durumundadır. Bu lokomotifin ilerleyebilmesi için sabit sermaye yatırımları –makine, teçhizat vb– büyük önem kazanmaktadır. 2004 yılına kadar sabit sermaye yatırımlarında ciddi artışların olmadığı görülmektedir. Örneğin 2004 yılındaki sabit sermaye yatırımları 1998 yılının gerisindedir. Ulusal tasarrufların GSMH oranı 98’de yüzde 23 iken, bu oran 04’te yüzde 22 olmuştur. Sabit sermaye yatırımlarında artma eğilimi bulunmaktadır. Bu artma 2005 yılı için daha belirgindir. Ancak bu artmanın, bazı ekonomistlerin işaret ettiği gibi, önemli kesiminin eskiyen ve kriz yıllarında değersizleşen makine ve teçhizatın yerine konmasından kaynaklandığı görülmektedir. Bütün bunların ötesinde üretim ve imalat sanayii önemli bir zaafı bünyesinde barındırmaktadır. Bu zaaf üretimin ara ve yarı-mamul maddelerin ithalatına olan bağımlılığıdır. Türkiye ekonomisinin üretiminin canlandığı, büyümenin gerçekleştiği yıllarının, aynı zamanda ithalatın büyük oranda arttığı yıllar olması tesadüfi değildir.

Ara ve yarı-mamul maddelerin ithalatına ödenen miktar, hemen hemen ülkenin ihracatına –76 milyar dolar dolayında– eşit durumdadır! Bu durum dış ticaret açığını ve dolayısıyla bununla ilişkili olan cari açığı sürekli olarak artıran temel bir etkendir. Bu yapı, üretimin dışa bağımlılığının en somut göstergesi durumundadır. Mali ve parasal krizler gibi kendisini açığa vuran, sıcak para girişini hızlandıran ve krizleri tetikleyen de “reel ekonomideki” bu yapıdır. Öncesi bir yana 2001 yılından itibaren ara malları ithalatının, toplam ithalat içerisindeki oranı her yıl ortalama yüzde 70 olarak görülmektedir. Sermaye malları için bu oran yüzde 17, tüketim malları içinse yüzde 11’dir. Zaman zaman dillendirilen “halkımız lüks tüketime yöneldi, ithalatımız patladı” propagandalarının bir masaldan ibaret olduğunun açık bir kanıtıdır bu.

Aşağıda bu konuda yapılmış bir araştırmadan alınan bir tablo bulunuyor. Ekonomi Politikaları Araştırma Enstitüsü Direktörü Güven Sak’ın yazısından alınan bu tablo, içerisinde bazı önemli eksiklikler bulunmasına rağmen kesin bir fikir vermektedir.


Burada imalat sanayiinin ihtiyaç duyduğu ana metallere ilişkin bir veri bulunmamaktadır. Kimyasal madde ithalatı ile birlikte ana metallerin ithalatı, genel ithalatın içerisinde en önemli oranı tutmaktadır. İmalat sanayiinde üretimi sürdürmek üzere, her sektörün ne kadar ara malı ithalatına gereksinme duyduğunu ortaya koyan ayrıntılı araştırmalar bulunmamaktadır ve en son yapılan araştırma 1998 yılına aittir! 2005 yılına ait bazı rakamlar ilk 11 ayda imalat sanayiinin ithalatının 84 milyar dolara ulaştığını göstermektedir. (Tüsiad verileri) Bu artışın yüzde 39’u metal ve kimyasal maddeler –tekstil ve giyimde kullanılmaktadır– ithalatından oluşmaktadır. Bu tablo genel olarak kanıtlamaktadır ki, ihracat artacaksa, ithalat ondan daha fazla artmak zorundadır! Ekonomiyi içine çeken tehlikeli bir girdaptır bu.

Bu durumun çıkmazını gören bazı ekonomistler “üretimin yapısının değişmesinin zorunluluğundan” söz etmektedirler. Bunlar fiyatları sürekli düşen emek yoğun ihraç mallarından, fiyatları düşmeyen ya da “yüksek teknoloji yoğun” ihraç mallarının üretimine yönelme gereğini ileri sürmektedirler. Ancak burası zurnanın zırt dediği yerdir. Bunun anlamı Türkiye’nin gelişmiş bir sanayi ülkesi olmasıdır. Emperyalizme bağımlı bir ülkenin, bu bağımlılık ilişkisine son vermeden gelişmiş bir sanayi ülkesine dönüşmesi görülmemiştir. Sıkça verilen Güney Kore örneği özel bazı koşulların –komünizmle mücadelede özel konum ve destek vb gibi– ürünüdür ve son zamanlarda Güney Kore ekonomisinin zayıflıkları da daha belirgin bir biçimde ortaya çıkmaktadır.

Türkiye ekonomisi emperyalizme bağımlılığının faturasını, başka şeylerin yanısıra ihraç ettiği malların değerinin düşmesi ile de ödemektedir. Emperyalist ülkeler sadece ucuz işgücü ile üretim yapmayı dayatmamakta, aynı zamanda üretilen malları ucuza ithal ederek, faturayı tüm ülke halkına kesmektedir. Dış açıktaki, dış borçlardaki büyüme ile bu faturayı tüm ülke halkı ödemektedir.

TL’nin değerlenmesi bazı hesaplamalarda “avantajlı” olarak görülürken, özellikle ihracata yönelik sektörler bu durumdan oldukça rahatsız olmakta, ihraç ettikleri ürünlerin sürekli olarak değerinin düştüğünden yakınmaktadırlar. Ancak hükümetin eline tutuşturulan programın IMF programı olduğunu, döviz ve finans politikalarının da bunun önemli bir unsuru olduğunu göz önünde tutmak gerekir.

Büyüme ve üretime ilişkin ortaya çıkan bu genel tablo, Türkiye Ekonomisi’nin hangi temeller üzerinde yükseldiğini açıkça ortaya koymaktadır. Bu temeller yumuşak bir zemin üzerinde yükselmektedir ve dayanakları oldukça zayıftır. Dolayısıyla gelecek krizlerin nedenlerini içerisinde taşımaktadır. İmalat sanayiine ücretler ve verimlik bölümünde yeniden döneceğiz.

Enflasyon, Borçlar Ve Sıcak Para

Hükümetin ve hükümeti destekleyen çevrelerin ekonominin iyiye gittiğine ve temellerinin sağlam olduğuna ilişkin diğer kanıtları enflasyondaki düşüştür. Enflasyonda gerçekten de bir düşme bulunmaktadır. Uzun yıllar yüksek enflasyonla yaşayan bir ülke açısından, bu düşüş elbette görmezden gelinemez. Ama hemen hemen aklı başında olan herkes kabul edecektir ki, yüksek enflasyonlu dönem daha fazla devam edemezdi. Enflasyon yukarıdaki temel zaaflara sahip Türkiye ekonomisi için olağan sayılabilecek sınırlara gelmiştir. Ama buna rağmen Türkiye Avrupa’nın en yüksek enflasyon oranına sahip ülkesidir ve sağlıklı bir ekonomi için kabul edilemeyecek düzeydedir. 2005 yılı enflasyonu yüzde 8 olarak gerçekleşmiştir.

Enflasyonun yakın geçmişteki oranlarına bakıldığında durum şudur: 1993-2002 arasında enflasyon ortalaması yüzde 70.4’tür. Enflasyon 2003 yılında yüzde 13.4, 2004 yılında 9.3 olmuştur. Geçmiş yüksek enflasyon oranlarına bakılarak bugünkü durum başarı olarak kabul edilmektedir. Soyut olarak düşünüldüğünde bu bir başarı gibi gözükmektedir. Ama fatura bütünüyle emekçi halka çıkarılmıştır. Yüksek enflasyon döneminin faturasını emekçi halk yoksullaşarak ödemişti. Şimdi enflasyonun nispeten düşmesinin bedelini yine ve daha fazla yoksullaşarak emekçi halk ödemektedir.

Ayrıca enflasyondaki düşmede en temel etkeni reel kurdaki düşmenin oynadığını Tusiad gibi sermaye çevreleri de kabul etmektedir. Sıkı para politikaları enflasyonu aşağı çekmiş, ancak başarı pamuk ipliğine bağlanmıştır.

Açıklara gelince: Cari işlemler 2001 de 3.4 milyar dolar fazla vermektedir. Bu durum 05’te ise 23 milyar doları geçen bir açığa dönüşmüş durumdadır. Bu ise milli gelirin yaklaşık yüzde 6’sına tekabül etmektedir. Türkiye’nin borçları ise AKP’nin hükümet olduğu 2002 yılından bu yana sürekli olarak artmıştır. 2002 Aralık ayında toplam kamu net borç stoku (brüt) 257.3 milyar YTL’dir. Bu rakam 2003 Aralık ayında 297.4 milyar YTL’ye, 2004 Aralık ayında 332.1 Milyar YTL’ye, 2005 Mart’ı itibariyle 341.8 milyar YTL’ye (veriler Hazine Müsteşarlığı’nın Bakanlar Kurulu’na sunumundan -4 Temmuz 2005- alınmıştır) ulaşmıştır. 2006 Şubat’ı itibariyle bu rakam 350 milyar YTL’yi aşmış durumdadır.

Dış borçlardaki artışta ise durum şöyledir: 2002’de toplam dış borç stoku 130.3 milyar dolar, 2003’te 145.8 milyar dolar, 2004’te 161.8 milyar dolar, 2005’te ise yaklaşık 160 milyar dolar olmuştur. Türkiye’nin toplam borçları ise –iç ve dış– 350 milyar doları aşmış durumdadır. Bu borçlar düzenli olarak artmaktadır. Hükümet dış borçların milli gelire oranının düşmüş olduğunu ileri sürmektedir. Gerçekte bu oranda bir düşme bulunmaktadır. Ancak dış borçlar mutlak büyüklük olarak artmakta, başka bir ifade ile boçlanma eğrisi aynı eğilimde yükselmekte, ama milli gelirdeki artış dolayısıyla bu borçların milli gelire oranı düşmektedir. Bu da bu konudaki yanılgıları beslemektedir. Hükümet “Derviş programını” uygulamaktadır ve bu programın en büyük özelliklerinden birisi bütçede faiz dışı fazla elde etmektir. Borç ödemede hükümetin bulabildiği tek yol budur ve bütçe düzenli olarak yüzde 6.5 dolayında faiz dışı fazla vermektedir. Bu durum ekonominin borç ödemeye göre yönetildiğinin somut kanıtlarından birisidir.

Borç ödemelerinin yanısıra, bu borçların faizleri de ciddi bir yük oluşturmaktadır. 2001 yılında bütçe içindeki faiz giderleri GSMH’nin 23,3 olmuştu. 2004 yılında bu oran 13,2 oldu. Bu oran 2005’te ise yüzde 9,6 oldu. 2001 yılında bütçeden faiz giderlerine ayrılan pay yüzde 51 olmuştu. 2005 bütçesinde bu pay yaklaşık yüzde 31,9 oldu. 2006 yılı için tahmin edilen oransa yüzde 29,4. Bunların oldukça ciddi oranlar olduğu görülmektedir. Bütçenin büyüklüğüne göre oranlar düşmekte, ama ödenen miktarlarda kayda değer düşüşler olmamaktadır. Araştırmalar göstermektedir ki: Türkiye son 20 yılda 390 milyar dolar iç ve dış borç faizi ödemiştir. Anapara ve faiz ödemelerinin toplam miktarı ise 1 trilyon 236 milyar dolardır. Ülkenin anapara ve faiz ödemeleri ile ciddi biçimde yağmalandığı açıkça görülmektedir.

Ülkenin mevcut borçları ve ana para ve faiz ödemelerinde dövize duyulan sürekli ihtiyaç, üretimin mevcut yapısındaki zayıflıkla birleşince –ara mallara ve yarı işlenmiş maddelere duyulan ihtiyaç ve bunun dış ticaret açığını yükseltmesi– sıcak para girişini hızlandırmakta, bu da ülkenin mali krizlere sürüklenme riskini artırmaktadır.

“Sıcak para” girişi ekonominin diğer temel problemlerinden birisidir. Spekülatif sermaye OECD ülkelerinde yıllık ortalama yüzde 4-5 faiz elde ederken, bu oran Türkiye’de yıllık yüzde 35 ile 45 arasında değişmektedir. Hatta bazı durumlarda yatırılan paranın üçte ikisi kadar “vurgun yapmak” olanaklıdır. Yıllara göre spekülatif finansal getiri oranları şöyledir: 2001 yılı için yüzde 7.0, 2002 yılı için yüzde 31.8, 2003 yılı için yüzde 45.3, 2004 yılı için bu oran yüzde 33.3’tür (Bkz.Yeldan). Bugünlerde sıcak paranın 65 milyar dolara yaklaştığı tahmin edilmektedir. Açıkça görülmektedir ki, AKP Hükümeti yılları spekülatif kazanç için “tatlı yıllar” olmuştur.

Aşağıdaki tablo Haziran 2005 itibariyle sıcak para miktarını göstermektedir.

Bazı iktisatçılar “bu döviz bolluğunun” ithalat hacmini genişletip, dış ticaret ve cari işlemler açığını artırdığından söz etmektedirler. Ancak bu, aradaki ilişkinin ters kurulmasıdır. Gerçek durumu, üretimin ithalata zorunlu bağımlılığı ve bu durumun “sıcak para” girişini tetiklemesi ile açıklamak daha gerçekçi gözükmektedir. Dövize olan ihtiyaç, spekülatif hareketleri de hızlandırmaktadır. Ancak bir kriz anında bu durum kendisini TL’deki değersizleşme, “döviz bunalımı”, ya da mali bunalım olarak açığa vurmaktadır. Oysa bunalımın kaynakları reel sektördedir. Bu tespit elbette günümüzde mali alanda patlayan krizlerin de olabileceği gerçeğini reddetmek anlamına gelmemektedir.

Ücretler ve İşçi Sınıfının Durumu

Yapılan araştırmalar son dört, beş yılda reel ücretlerde düşme olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu durum Tüsiad tarafından da kabul edilmekte ve reel ücretlerin düşmesi, diğer ekonomilerle “rekabet edebilmenin” kolaylaşması olarak değerlendirilmektedir. Sermaye işçi sınıfının ücretlerini en geri düzeye çekme eğilimindedir ve sürekli olarak sınıfın yaşam ve çalışma koşullarını daha da zorlaştırmanın, sosyal haklarını gaspetmenin adımlarını atmak istemektedir. Bu durumun ücretler alanındaki rakamsal ifadesi şöyledir. 2004’te imalat sanayiinde ücretler yaklaşık olarak kamu kesiminde reel olarak yüzde 4.2, özelde ise yüzde 4.5 oranında artmıştır. Bu durum ilk bakışta bir terslik gibi görünmektedir. Ancak yanıltıcıdır.

2000-2004 arasında imalat sanayiinde reel ücretler kamuda yüzde 12.2, özel sektörde ise yüzde 17.1 oranında gerilemiştir. Buna karşılık verimlilik ortalama yüzde 25.9 artmıştır. Bağımsız Sosyal Bilimciler’in yaptığı bir araştırma, reel ücretlerin 1997 seviyesine gelmediğini göstermektedir. Tüsiad araştırmaları da bu durumu başka bir açıdan doğrulamaktadır.

Bunun anlamı nedir? Üretim artmakta, buna karşın birim maliyetteki emek karşılığı düşmektedir. Bunun tek bir anlamı bulunmaktadır: artı-değer sömürüsü artmış, sömürü oranı yükselmiştir. Son 4 yılda özel sektörde yetersiz de olsa yapılan makine, techizat yatırımı verimliliği artırırken, nispi artı-değer sömürüsünü de yoğunlaştırmıştır. Ama sermaye sadece nispi artı-değer sömürüsünü yoğunlaştırmakla kalmamış, artı değer sömürüsünün en vahşi yöntemlerinden birisi olan “mutlak artı-değer sömürüsü” de devreye sokmuştur. Çünkü araştırmalar açıkça ortaya koymaktadır ki işçilerin çalışma saatleri artmış, işsizliğin sürekli yükselmesine karşın, çalışan işçilerin sırtından tatlı kârlar vurulmuştur. Çalışma saatlerindeki bu artışlar şöyledir, 2002’de yüzde 1.4, 03’te yüzde 2, 04’te ise bu artış yüzde 1.9’dur. Vergi toplamaya ilişkin sıkça yapılan bir benzetme ile durumu ifade edecek olursak, sermaye “kümesteki kazları yolmuş” ama kümese ne yeni kazlar koymuş, ne de kazların beslenmesi için yemi artırmıştır, aksine azaltmıştır! Kazların işçiler olduğunu söylemeye sanırız ayrıca bir gerek bulunmuyor.

Aşağıda kullanacağımız verileri Tüsiad’ın “2006 Yılına Girerken Türkiye Ekonomisi” adlı çalışmasından derledik. Sermayeye göre durum şudur; 1990 yılı baz alınarak yapılan hesaplamalara göre 1972’de işçi başına 12.8 YTL olan katma değer, 2003’te 26.3 YTL’ye çıkmıştır. Bu yaklaşık iki kat bir artışı göstermektedir. Tüsiad raporunda bu artışın hangi yılda kesin bir sıçramaya dönüştüğü açıkça vurgulanmıyorsa da, yapılan atıflardan bunun 12 Eylül 1980 sonrası olduğu açıkça anlaşılıyor. Yani o dönemki TİSK Başkanı Halit Narin’in “biraz da biz gülelim” sözlerinin somut karşılığı durumundadır bu rakamlar. Yine Tüsiad verilerini kullanarak devam edecek olursak, 2005 yılında özel imalat sanayiinde, bir birimlik üretim için ödenen reel ücreti gösteren –birim reel ücret endeksi– yılın ilk üç aylık döneminde –yani ilk 9 ay– geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 2.6 oranında gerilemiştir. Çalışan endeksi temel alınarak yapılan hesaplamalar, 2000 yılı için 90.3, 2003 için 87.0, olağanüstü büyüme yılı olan 2004 için ise 91.4’tür! Birim başına daha az işçi çalıştırıldığının bir başka kanıtıdır bu.

Yine aynı dönemde çalışılan saat başına verimlilik yüzde 4.8 artarken, saat başına reel ücret sadece yüzde 2.2 artmıştır! Bu da artı-değer sömürüsünün artmasının bir başka biçimde ifade edilmesidir.

Asgari ücret ise “sefalet ücreti” olmaya devam etmiştir. Bugün asgari ücret 380.46 YTL’dir. Yani asgari ücretle çalışan bir işçi açlık sınırının altında –açlık sınırı 4 kişilik bir aile için 563.20 YTL’dir. TÜİK– bir ücret almaktadır. Asgari ücret 4 kişilik bir ailenin gıda, barınma, sağlık, bakım vb gereksinmelerini sadece 6.2 gün karşılayabilmektedir. İşçilerin önemli bir oranının asgari ücretle çalıştığı dikkate alındığında, ki SSK’ya kayıtlı işçilerin üçte ikisi asgari ücretle çalışmaktadır, “ekonominin iyiliğinin” kimler için olduğu açıkça ortaya çıkar.

Yoksulluk, işsizlik ve gelir dağılımı

Türkiye dünyada gelir dağılımının en bozuk olduğu ülkelerden birisidir. Araştırmalar nüfusun en üstteki yüzde yirmilik kesiminin milli gelirin yaklaşık yarısına el koyduğunu –2002’de yüzde 50.1– göstermektedir. Nüfusun yüzde 20’lik dilimlere bölünmesi ile elde edilen bu bölüşüm rakamları, diğer yüzde 20’lik kesimler için üstten alta doğru sıralarsak şöyledir: en üst yüzde 20’lik dilim, milli gelirin yüzde 50.1’ini almaktadır. Dördüncü yüzde 20, 20.8’ini, üçüncü yüzde yirmi yüzde 14’ünü, ikinci yüzde 20, 9.8’ini, beşinci yüzde yirmi, yani en yoksul kesim ise yüzde 5.3’ünü almaktadır. Türkiye nüfusunun yaklaşık 75 milyon olduğunu göz önüne alacak olursak, her yüzde 20’lik dilime yaklaşık 15 milyon kişi düşmektedir. Dikkatli bir bakış en üstteki yüzde yirmilik bölümün 15 milyona tekabül etmediğini, gerçekte bu yüzde 50.1’i çok daha dar bir (belki bir kaç milyon) kesimin cebe indirdiğini görebilir. Açıkçası bu yüzde yirmilik dilimler durumun vehametini yumuşatmaktadır.

Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) açıkladığı son araştırmalara göre Türkiye’de, 2004 yılında, yaklaşık 909 bin kişi açlık sınırının, 18 milyon kişi ise yoksulluk sınırının altında bulunuyor. TÜİK’e göre 2003 yılında yüzde 1,29 olarak tahmin edilen, açlık sınırının altında yaşayan fert oranı, 2004 yılında değişmedi. Başta sendika çevreleri olmak üzere, bazı ekonomistler açıklanan bu rakamları “iyileştirilerek düzeltilmiş” bulmakta, gerçek durumun daha ağır olduğunu ortaya koymaktadırlar. Türkiye’de yaklaşık 20 milyon kişi yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır.

Son yapılan araştırmalar her dört kişiden birinin yoksul olduğunu ortaya koymaktadır. Kırda yoksulluk yüzde 40’a çıkmakta –kırda yaşayan 27 milyondan, 11 milyonu yoksul–, bu oran şehirlerde yüzde 17 olmaktadır. Hükümetin 2002’den beri uyguladığı ekonomi politikaları yoksulluğu artırmakta, açlığı ciddi bir sorun olarak ülke gündemine getirmektedir. Diğer taraftan en adaletsiz vergi sistemi olarak kabul edilen dolaylı vergi türünde görülen artış dikkat çekicidir. 2005’te toplanan vergilerin yüzde 70’i dolaylı vergilerden elde edilmiştir (dolaylı vergi özellikle günlük tüketim maddelerinden alınmaktadır ve bu Koç, Sabancı vb.nin, işçi Ahmet’le ekmeğe, sigaraya vb. aynı oranda vergi vermesi anlamını taşımaktadır). Bu arada Koçların, Sabancıların doğrudan ödedikleri gelir vergilerinin de işçilerin sırtından ödendiğini hatırlatalım.

İşsizlik ülkenin diğer temel problemlerinden birisidir. Son yıllarda resmi olarak açıklanan istatistiki veriler, ülkede işsizliğin yüzde 10 ve biraz üzerinde olduğunu ortaya koymaktadır. Ancak ekonomi ile ilgilenen ciddi çevreler, mevcut hesaplama yöntemleri ile dahi bu oranın yüzde 20’nin altında olmadığını ileri sürmektedirler ve bu konuda genel bir anlayış birliği bulunmaktadır. Mevsimlik oynamalar, kırsal kesimdeki gizli işsizlik vb. dikkate alındığında bu rakam yüzde 40’lara ulaşmaktadır.

2004’ün sonuna göre 15 yaş üstü sivil işgücü 50.2 milyon kişidir. Çalışanların genel sayısında 2002’de 110 bin, 2003’te 207 bin kişilik bir daralma olmuş, ekonominin rekor büyüme yılında 564 bin kişilik bir artış görülmüştür. Ancak bu dönemde 15 yaş üstü nüfus 1 milyon artmıştır. Türkiye’de işgücüne katılma oranı yüzde 48 gibi oldukça düşük bir rakamdır. Ortaya çıkan veriler kanıtlamaktadır ki, ekonominin büyüdüğü dönemlerde de işsiz sayısı azalmamaktadır. Çalışanlar endeksi 2000 yılı için 90.3, 2003 yılı için 87.0, 2004 yılı için 91.4 olmuştur (tam istihdam 100 kabul edilmiştir).

İşsizlik, yoksulluğun derinleşmesi toplumun sosyal dokusunda da derin yaralar açmaktadır. İntiharlar, cinnet geçirmeler, soygun ve kap-kaç olaylarının artması bu ekonomik temel üzerinde yükselmektedir. Son zamanlarda ciddi olarak gündeme gelen kredi kartları sorunu da aynı probleme işaret etmektedir.

Sonuç

Burada Türkiye Ekonomisi’nin genel durumunu kalın çizgileri ile ortaya koymaya çalıştık. Ortaya çıkan tablo, ekonominin görünen yüzünün gerisinde derin çatlakların ve çukurların oluştuğunu göstermektedir. Deyim uygun olursa, ekonomi “bıçak sırtındadır”. Hükümetin ve onu destekleyen sermaye çevrelerinin sürekli pembe hayaller yaymasına karşın, ekonominin gerçek durumu budur. Son verilerin de gösterdiği gibi büyüme yavaşlamış, üretimde kapasite kullanma oranı yüzde 75’lere gerilemiştir.

Bir yandan işçi sınıfının ve emekçi halkın sırtından, pamuk ipliğine bağlı dengelerin üzerinden tatlı kârlar vurulmakta, diğer taraftan işsizlik, yoksulluk ve sömürü artmaktadır. Ekonomi işçi ve emekçi halka gelecek için herhangi bir umut vaat etmediği gibi, egemen sınıfları rahatlatacak, derin bir nefes aldıracak bir düzeyi de tutturamamaktadır.

Öte yandan emperyalizme bağımlı böyle bir ekonominin krizlere açık olduğu da kabul edilmelidir. Ancak bu kriz ekonominin pamuk ipliğine bağlı “iç dengelerinin” bozulması sonucu gündeme gelebileceği gibi, emperyalist ülkelerle sürdürülen ilişkilerin sonucu olarak, şu ya da bu politik veya ekonomik olayın ardından da patlak verebilir. Krizin patlak verip vermeyeceğinden bağımsız olarak, mevcut tablonun işçi ve emekçilerin mücadelesini körüklemesi doğaldır. Önümüzdeki dönem, sermaye ile emeğin daha sert mücadelelere gireceğinin açık belirtileri ile doludur.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑