Son iki aydır, dünya ekonomisinin çehresini değiştirebilecek yeni bir girişim tartışılıyor. “Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı” olarak adlandırılan bu girişimle, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile Avrupa Birliği (AB) arasında yeni bir “Serbest Ticaret Bölgesi”nin (Tafta) oluşturulması öngörülüyor.
Böylesi bir projenin AB’nin tam da bugünkü iç karartıcı günlerinde ne denli ferahlatıcı ve ufuk açıcı bir işlev göreceğini tahmin etmek zor olmasa gerek. Özellikle Alman basınındaki coşku dikkat çekmekte. Örneğin Almanya’nın önde gelen ekonomi gazetelerinden “Handelsblatt”, bu girişim karşısında adeta coşup “Batı Birleşik Devletleri”nden dem vurmaya başladı!
Bu “biraz daha farklı bir konjonktür programa” özellikle Almanya’nın verdiği değerin boyutu şu olaydan da anlaşılabilir: Almanya Başbakanı Angela Merkel son Davos Zirvesi’nde, dünyanın en büyük 20 tekelinin CEO’suyla özel bir toplantı yapar. O toplantıda Merkel, “Transatlantik Serbest Ticaret Anlaşması’nın iki kıtada da yeni bir büyüme hamlesini” sağlayabileceğine dikkat çektikten sonra; “Hiçbir şeyi, ABD ve AB arasında bir Serbest Ticaret Anlaşması’ndan daha çok arzu etmiyoruz.” der. Bu tutkulu özlem, adını bilmediğimiz bir CEO tarafından aynen paylaşılır: “Bu anlaşmanın hızla gerçekleşmesi, Dünya Ticaret Örgütü’nde tıkanan görüşmeleri beklemekten çok daha iyi olacaktır”!
Almanya aslında 90’lı yılların ortalarından beri bu anlaşma için can atıyordu. Fakat ABD yönetimi, yakın zamana kadar pek sıcak bakmıyordu bu fikre; ilgili ABD yetkililerinin yanıtı genellikle “bu çok kompleks bir iş” oluyordu. Gelinen noktada ama, ABD fikrini değiştirmiş bulunuyor. Nitekim, geçtiğimiz Kasım ayında ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Washington’daki Brookings Enstitüsü’nde yaptığı konuşmasında, şu önemli açıklamada bulundu: “Ticaret bariyerlerini ortadan kaldıracak ve Atlantik’in iki tarafında da büyümeyi tetikleyecek kapsayıcı bir anlaşma üzerine AB ile olası müzakereleri tartışıyoruz.”
Clinton’un bu açıklamasının son derece yalın tercümesini ise, Washington Post gazetesinin köşe yazarı David Ignatius, “Clinton, ekonomik bir Nato’yu hedefliyor” saptamasıyla yaptı. Bu yorumun doğruluğunu, tam da eski NATO Genel Sekreteri Javiar Solana teyit etti: “Acele edelim: Batı’nın görece gerilemesine dair yapılan öngörü karşısında, ABD ve AB kendilerini daha çok ortaklığa, daha çok işbirliği ve refaha yükümlü kılmalıdırlar.” Üstelik Solana’ya göre, bu konuda görüşmelerin bile başlaması, “AB’ne yeni bir anlam katacaktı”! Bu arada Alman Sanayi ve Ticaret Odası Başkanı Martin Wansleben de, kendisinden pek alışık olunmayan bir demeçle müdahil olup, “Eski demokrasilerin temsilcileri günümüz dünyasında birlikte hareket etmelidirler” dedi.
Derken; yeniden seçilen ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, Münih Güvenlik Konferansı öncesinde kendisiyle yapılan bir röportajda, ilk defa açık bir şekilde söz konusu projeyi desteklediklerini açıkladı. ABD’nin kendisini “Pasifik bir ulus” olarak tanımlamasının Avrupa’da doğurduğu kaygıların yersiz olduğunu, ABD’nin yüzününü Asya’ya dönmesinin Avrupa’ya sırt çevirmesi anlamına gelmediğini vurguladı. Gerçi Biden, “Serbest Ticaret Bölgesi” tanımı yerine, ABD ve AB arasında “kapsayıcı bir ticaret ve yatırım anlaşması” ifadesini tercih etmişti. Daha pragmatist bir yol önermekteydi. “Önce hemen anlaşabileceğimiz konularda başlayalım” diyordu. Önemli olan zaten, gerekli “siyasi iradenin” ortaya konulmasıydı.
Ve aradan iki hafta bile geçmeden, bu “siyasi irade” en yetkili ağızdan tüm dünyaya duyuruldu. ABD Başkanı Barack Obama, ikinci döneminin ilk Ulusa Sesleniş konuşmasında, bugünün dünyasının ABD için sadece tehditler içermediği, aynı zamanda önemli fırsatlar da sunduğu bağlamında şunu açıkladı: “Amerikan ihracatını teşvik etmek, Amerikan işyerlerini güvence altına almak ve Asya’daki büyüyen pazarlarda eşit koşulları yaratmak için, Transpasifik Ortaklık (Trans-Pacific Partnership) üzerine yapılan müzakereleri sonuçlandırmak istiyoruz. Ve bu akşam buradan; kapsayıcı bir Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı üzerine AB ile görüşmelere başlayacağımızı duyurmak istiyorum – zira açıktır ki, Atlantik ötesi dürüst ve serbest ticaret, ABD’de milyonlarca dolgun ücretli iş sahasının muhafaza edilmesine hizmet etmektedir.”
Obama’nın bu konuşmasından iki gün sonra da, ABD Başkanı’nın AB’nin Komisyon ve Konsey Başkanları ile yaptıkları ortak bir açıklama basında yer aldı. Süddeutsche Zeitung’un “ABD ve AB safları sıklaştırıyorlar” manşetiyle duyurduğu habere göre, taraflar; “ticaret ve yatırımlar üzerine Transatlantik bir anlaşma” hazırlayacak; iki yılda bitmesi öngörülen müzakerelere ise bu yaz başlanılacak…
Kısacası, gerek dünya ekonomisi, gerekse emperyalist devletler arası ilişkiler bakımından son derece önemli bir girişimle yüz yüzeyiz. Bu girişimin sonuçlanmasının ekonomik ve politik alanda neden olacağı tektonik kaymaları Başbakan Yardımcısı Ali Babacan da görmüş olmalı ki, geçtiğimiz günlerde Türkiye açısından şu uyarıyı yapma gereğini duydu: “Kuzey Amerika ile AB, iki dev ekonomik blok tek pazar haline geliyor. İki dev pazar birbirlerine açılıyor. Eğer bunu doğru yönetirsek, AB ve ABD ile siyasi ilişkilerimize çok katkıda bulunabilir, ama öyle bir noktaya gelebilir ki, hem AB hem ABD ile siyasi ilişkilerde mevcut durumdan geriye düşebiliriz.”
“EKONOMİK NATO” NE DEMEK?
Bu girişimin nedenlerine gelmeden önce, gerçekleşmesi durumunda ekonomik açıdan neyi ifade edeceğine çok kısa da olsa değinmek gerekir. Olası “Transatlantik Serbest Bölge”, dünya nüfusunun % 10’unun Dünya Gayri Safi Hasıla’nın % 50’ni üretmesi demektir. Ayrıca bu ‘Bölge’de “serbest ticaret” az çok tesis edildiğinde, ABD ve AB ekonomisinde % 1,5 oranında ek bir büyüme kaydedilecektir. Bazı ekonomistler bu girişimin ekonomik yararını parasal olarak yılda en az 200 milyar Euro olarak hesaplamaktadırlar.
AB Ticaret Komiseri Karel de Gucht’a göre, iki kıtanın şirketleri öngörülen serbest bölge içerisinde “yüzde 10 ila 20 arasında daha ucuza” üretebileceklerdir. Bu anlaşmayla birlikte, tek başına Almanya’nın ABD’ye ihracatının önümüzdeki 10-20 yıl zarfında, mevcut ihracatın yüzde 50’sini aşan bir oranda artması beklenmektedir.
“Serbest Ticaret Bölgesi” denildiğinde akla ilk gelen şey, haliyle gümrüktür. Ama burada işin ekonomik boyutu bakımından asıl önemli unsurun gümrükler konusu olmadığını belirtelim. Zaten mevcut gümrükler, iki kıta arasındaki ticaretin önünde şimdi de ciddi bir engel teşkil etmiyor (gümrükler, Transatlantik ticaretin ortalama olarak % 2 ila 3’ünü ancak buluyor; gümrüklerin kalkmasının sağlayacağı tasarruf yaklaşık 6,4 milyar dolar olarak hesaplanıyor). Bu girişim çerçevesinde daha önemli olan; sanayi standartları, gıda maddeleri yasaları, ihaleler kanunu vb. meselelerin ortaklaştırılması ya da farklılıkların karşılıklı olarak tanınmasıdır (örneğin gıda maddeleri; GDO konusunda ABD ile AB arasındaki farklılıklar ya da ette hormonlar vb. hususlar yeniden düzenlenmesi gerekecek; tarım sektörünün şimdilik anlaşmanın dışında tutulması bekleniyor).
Taraflar, bu alanda ortak kural ve düzenlemelere gidilmesinin, “ulusal egemenlik, kültür ve özel çıkarları” etkileyeceğini açıktan belirtiyorlar. Yine de ABD Ticaret Odası temsilcisi, bu tür düzenlemeleri olanaksız görmüyor: “Örneğin uçak sektöründe Boeing ve Airbus birbirlerinin standartlarını kabul ediyorlar. Uçak sektöründe mümkün olan, bebek gıdasında neden mümkün olmasın?” diye soruyor.
ABD ile AB arasında başta sanayi olmak üzere ekonomide ortak standartların belirlenmesi, oluşturulacak serbest ticaret bölgesinin ortak pazar niteliğine kavuşmasıyla da sınırlı bir olay olmadığı vurgulanmalıdır. Asıl önemli olan, bu standartların dünya ticareti açısından göreceği kural koyucu işlevdir. Hareket noktası şudur: “Batı hegemonyası dönemi sona doğru yaklaşsa da, ABD ve Avrupa hala dünya ekonomisine hükmetmektedir. Bu sürdüğü sürece, küreselleşmeye de kendi damgalarını vurabilirler: Dünyanın geri kalan kesimince, özellikle de henüz gelişmekte olan pazarlarda devralınacak standartları belirleyebilirler; elektronik otomobiller için dolum istasyonlarından akıllı telefonlarındaki manyetik dalgalara getirilecek üst sınırlara kadar.”
Johns Hopkins Üniversitesi’nden ekonomi profesörü Daniel Hamilton da burada amaçlananı çok net belirtiyor: “Bir Transatlantik Serbest Ticaret Bölgesi, başkalarının –diyelim ki Çin’in– dünyaya kendi standartlarını dayatmasını engelleyebilir; bu bölge, uluslararası norm ve standartların çekirdeğini oluşturabilir.”
Görüldüğü gibi, standartlar, “sınır gerisindeki ticari bariyerler” olarak, pazar hakimiyetini savunmanın en rafine araçlarından biri. Standartlar, son derece içiçe geçmiş bir dünya ekonomisinde, etkili bir himayeciliği, “küreselleşmiş ekonomi” modelini bozmaksızın gerçekleştirmenin giderek öne çıkan yöntemidir. Bu himayecilikte, “açık iç pazar”, koyulan standartlar üzerinden fiilen kapanacak ve böylelikle de bu devasa pazara sırtını dönemeyecek dünyaya da fiilen dayatılmış olacaktır.
“Serbest ticaret bölgesi”, doğası gereği, kendisi dışındaki ticarete yeni sınırlamalar getirmektedir. Bu nedenle, bu girişimin özellikle Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) tepkisini çekmesi anlaşılırdır. Neticede, ABD ve AB arasında kotarılmakta olan bu girişim, 2000’li yılların başından beri DTÖ çatısı altında sürdürülen ve sözüm ona dünya ticaretinin daha da liberalleştirilmesini öngören Doha görüşmelerinin de açıktan iflas ettiğinin bir göstergesidir. Bir DTÖ yöneticisinin tepkisi de bu gerçekliğe göre olmuştur: ‘Bu serbest pazar projesi esas olarak politik mahiyetlidir. ABD bir yerde kendi yandaşlarını topluyor. Yoksa en büyük serbest bölge projesi DTÖ’nün kendisidir zaten’! Mealen aktardığımız bu tepki pek de yanlış sayılmaz, tabii girişimin ekonomik mahiyetini de reddetmemek koşuluyla.
Kısacası; “Tafta”, dünyanın iki en büyük ekonomik gücünden meydana gelecek devasa bir ekonomik blok oluşturma girişimidir; evet bir tür “Ekonomik NATO” kurma çabasıdır. Bu türden bir “yeni ekonomik ittifak”ı kurma girişiminin artık destek görmesinin nedeni genellikle, “eski sınai ülkelerinin, Çin’in yükselen ekonomik gücü karşısında geriye düşme” kaygısıyla açıklanmaktadır. Bu açıklama doğru olmakla birlikte, neden bağlamında vurgulanması gereken şu gerçeği gölgeliyor yine de: Dünyanın en ileri kapitalist ülke ekonomilerinin bazıları krizde, bazıları adeta kronik durgunluk hastalığına kapılmış, bazıları ise ancak kısa süreli cılız canlılık belirtileri gösterebilecek bir mecalde; ama toplumsal bakımdan ise hemen hepsinde ciddi zorluklar söz konusu. Dolayısıyla, bu ülke ekonomileri, onlara adeta kan veren Çin gibi “yükselen” ve “gelişen pazarlara” rağmen bu durumdadır!
Öte yandan, iki kıta da ciddi bir krizle çalkalanmış durumdadır. Kuşkusuz Almanya, Avrupa kıtasında, yakın tarihinin en güçlü dönemini yaşamaktadır. Gelgelelim Avrupa, bugünün dünya ekonomisinde o eski tayin edici konumuna sahip değildir artık! ABD ise, hala dünyanın süper gücü olmakla birlikte, özellikle ekonomik gücünde ciddi aşınma ve açmazlarla yüz yüzedir; işleri, son çeyrek yüzyılda olduğu gibi götüremeyeceği gerçeğini görmektedir.
ABD, AB içinde bu projeden en azami faydayı Almanya’nın sağlayacağını biliyor. Bu projeye ‘evet’ demekle, AB üzerinden Almanya’yı değil, tersinden, Almanya üzerinden AB’yi yedeklemeyi umuyor. Zira şu açık: Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı, aynı zamanda AB içindeki denge ve çelişkiler açısından da bir test olacaktır. Örneğin bu ortaklığın Paris’te, Berlin’dekine benzer bir coşkuya yol açmamış olması bir sır değildir. Almanya ise, adeta bir tür ikinci AB’ne kavuşacağını umuyor; sermaye birikiminin, AB entegrasyonunda bugün karşılaştığı sınırları böylelikle aşacağını hesaplıyor; AB adına kurulan bir ortaklık üzerinden, tek başına AB ile ulaşamayacağı bir lige sıçramayı düşünüyor. Ne var ki, Almanya’nın bu proje bağlamında öngördüğü avantajları elde etmesi göründüğünden de daha zor. Yapılacak müzakerelerde AB’nin politik bir birlik olamayışını daha acı bir şekilde hissedecektir. ABD-AB arası müzakerelerde, özellikle kendi lehine olan konularda AB’yi razı etme, AB içi konsensüs sağlamaya benzemeyeceğini çok hızlı bir biçimde görecektir. AB’nin bu projeyle “yeni bir anlam kazanması” propagandası yeterli olmayacaktır.
Kuşkusuz bu proje, Almanya’nın Rusya karşısındaki pozisyonunu da güçlendirecektir. Almanya, şimdiye kadar olduğundan daha fazla ve çok daha iyi koşullarda Rusya pazarının kendisine açılacağını hesaplamaktadır. Rusya ile enerji paktını bozmayacaktır, ancak bu proje ile birlikte seçeneklerinin de arttığını ona hissettirecektir. Yeri gelmişken belirtelim ki, “kaya gazı ve petrol devrimi”ni olanaklı kılan hidrolik kırma teknolojisi, dünya enerji sektöründe ciddi değişikliklere neden olmakta. Burada konumuzla ilgili şu boyutunu belirtelim sadece: ABD’nin bu teknolojiyi çok yaygın bir şekilde kullanması, en başta Rusya’nın doğalgazdaki konumunu, özellikle de AB ve Almanya karşısındaki tekel konumunu sarsmaktadır. Örneğin Londra’daki Avrupa Güvenlik Çalışmaları Merkezi’nin –CESS– enerji uzmanı Frank Umbach’a göre, “Avrupa Birliği’nin yeni doğalgaz politikaları Rusya’nın tekel konumunu yeniden şekillendirecek. Koşullar değişiyor ve Rusya bunlara uyum sağlamakta zorlanıyor. Rusya artık dünyanın en pahalı gazını satar hale geldi… Rusya’nın Avrupa üzerindeki etkisi değişiyor. Rusya daha marjinal bir konumda olacak. Avrupa siyasetinde oynadığı yeni rol, değişikliklere verdiği tepki ölçüsünde şekillenecek.”
Belli ki, ABD ile serbest pazar projesinde de ilerlendiği oranda, Rusya Almanya ile, en azından şimdilik, çok daha yakın bir işbirliğinin yollarını aramak isteyecektir.
ABD YENİDEN MEVZİLENİYOR
Belirtmek gerekir ki, anlaşıp anlaşamayacaklarından bağımsız olarak (konsensüsün iki yılda sağlanabileceği de tartışmalıdır), “küreselleşmenin yeni meydan okumalarına karşı” yeni bir blok oluşturma girişimi, ABD’nin bu sıralar içinde bulunduğu çok yönlü yeniden mevzilenmenin sadece bir boyutudur. Nitekim ABD, en azından mevcut üstünlüğünü korumak için, gerek ulusal ve gerekse uluslararası planda yeniden mevzilenmek zorundadır. ABD’nin özellikle ekonomik ve jeopolitik hegemonyasını tehdit eden faktörler gözle görülür bir biçimde artmaktadır. Dolayısıyla, muktedir olup olmayacağından bağımsız olarak, yeniden mevzilenmenin tam da bu konularda başlatılmış olması bir tesadüf değildir.
Obama yönetimi, Amerikan pragmatizminin ruhuna sadık bir şekilde önceliklerini belirlemiş bulunuyor. Altyapısı adeta sıradan bir kapitalist ülkenin altyapısını andıran, ülke içi sanayisi ve bunun istihdam ettiği emek gücü küçümsenemez boyutlarda gerileyen, başta kalifiye iş gücü olmak üzere eğitim alanındaki açıkları hızla artan, orta sınıfı gözler görülür bir şekilde eriyen, borç batağına saplanan bir ülkenin; süper güç konumunu korumak şöyle dursun, daha büyük ekonomik ve toplumsal sarsıntılara doğru yol aldığı açıktır (başka şeylerin yanı sıra, özellikle orta sınıftaki hızlı erime durdurulamadığında, büyük sosyal mücadelelerinin patlak vereceği bilinmektedir). ABD’nin son on yıllara damgasını vuran “ekonomik modeli”nin artık fazla bir geleceğinin olamayacağı son büyük ekonomik krizle birlikte oldukça net bir biçimde açığa çıkmıştır.
Obama’nın son Ulusa Sesleniş konuşmasını izleyen ya da okuyan herkes, mevcut ABD yönetiminin bu tehditleri gördüğü ve bunları bertaraf etmeyi öngören bir ekonomi politikayı belirlediğini kolaylıkla görecektir. Obama’nın yeniden seçilmesiyle şu çizgi baskın gelmiştir: Ülke içi sanayi yatırımları artırılacak; ülke sanayisine yatırım yapan tekellere özel teşvikler verilecek (ABD şirketlerinde “reshoring”, yani “operasyonlarını yurt dışına taşıyan şirketleri geri getirme işlemi”nin başladığı gözleniyor. Örneğin Google, General Electric, Caterpillar ve Ford Motor Company gibi ABD tekelleri, “operasyonlarının bir bölümünü ABD’ye geri getiriyorlar veya kapasitelerini ABD’de artırıyorlar.”) ; bir taraftan tüketimi artırmak üzere asgari ücret yükseltilirken, diğer taraftan göçmenler yasası değiştirilerek ülkedeki ucuz emek gücü arzı güvence altına alınacak; sanayi ar-ge yatırımları artırılacak, altyapı yenilenecek, eğitim alanına daha fazla kaynak aktarılacak vb. vb.. Bunlar, bütçe açığıyla ilgili tasarruf politikalarından vazgeçildiği anlamına gelmemekte; ikisi arasında uygun bir denge tutturulmaya çalışılacaktır (Yani; “ekonomide devletin uygun rolü”nün tekrar gündeme gelmesi; “piyasa ve devletin rolünün daha iyi balans edilmesiyle sosyal yapının yeniden inşa edilmesi”!).
ABD’nin AB ile ilgili yapmayı öngördüğü serbest ticaret anlaşmasını biraz da bu çerçevede görmek gerekir. ABD, bu anlaşmayla birlikte, Avrupa sermayesinin ülkede yapacağı yatırımlardan faydalanmayı düşünüyor – hem de yukarda genel hatlarını çizdiğimiz ekonomi politikanın kaynaklarından biri olarak. ABD, bu anlaşmayla kurulacak ilişkide, tabiri caizse, sınırları çok iyi çizilmiş bir ölçek ve sektörlerde Çin’leşmeyi de göze almaktadır. Unutmamak gerekir ki, ileri kapitalist ülkeler arasında uzun yıllardır reel ücretlerde en düşük düzey ABD’de!
YENİDEN MEVZİLENMENİN ULUSLARARASI NEDENLERİ
ABD’nin son 30 yılına damgasını vuran “ekonomi modeliyle” devam edemeyeceği ve bunun için sadece iç değil, dış politikası ve önceliklerinde de hızla yenilenmeye gitmesini gerektiren diğer bir olgu da, Çin başta olmak üzere Asya’nın artan önemidir. Dünya ekonomisi ve politikasının “çekim merkezi”nin giderek Asya’ya kaymakta olduğu bir sır değildir.
Amerikan Ulusal Güvenlik kuruluşu NSC’nin son raporuna göre, Amerika, Avrupa ve Japonya’nın dünya üretimindeki payı, çok da uzak olmayan bir gelecekte (2030’da) yüzde 50’nin altına düşecektir (bugün bu oran yüzde 56’dır). ABD Başkan Yardımcısı Biden de, SZ ile 01.02.13 tarihinde yaptığı röportajda, Asya’nın bugün Dünya Gayri Safi Hasılası’nın % 25’ni ürettiği, fakat 2015’te bu oranın % 30’a çıkacağını belirtmekte.
Başka bir ifadeyle, ABD gidişatı görmekte ve şimdiden ona göre mevzilenmektedir. Nitekim, eski Dışişleri Bakanı Clinton, 2011’in sonunda kaleme aldığı bir makalede, “Amerika’nın Pasifik Yüzyılı”nı ilan etmiştir. Obama ve Biden çeşitli kereler ABD’nin “Pasifik bir ulus” ya da “Pasifik bir güç” olduğunu belirtmiş ve ABD’nin önümüzdeki on yıl içerisinde Asya-Pasifik bölgesinde, ekonomik, askeri, politik ve diplomatik “esaslı yatırımlar”da bulunacağını duyurmuşlardır. ABD’nin, eski savunma bakanın da ifade ettiği üzere, dış politikasında bir “dönemeç noktası”nda olduğu bilinmektedir. Eksenini Asya-Pasifik bölgesine kaydırmak üzere olduğu ve bu bölgede hızla “yeni bir mimari” inşa etmeye yöneldiği görülmektedir.
ABD’nin Asya-Pasifik bölgesinde son dönemde attığı şu adımlar yeterince açıklayıcıdır: Militarist ve milliyetçi söylemleri yeniden yüksek sesle dillendirmeye başlayan Japonya’yı, başta “pasifist anayasa”sını değiştirmek olmak üzere, daha aktif bir dış politika izlemesi konusunda cesaretlendirmek; Hindistan’ı kendi tarafında tutmak için ekonomik ve politik angajmanlarını yenilemek; her vesileyle Kuzey Kore’ye karşı Güney’in yanında durduğunun politik ve askeri hamlelerle altını çizmek, dahası Japonya ile Güney Kore arasındaki tarihsel sorunların aşılıp stratejik bir işbirliğin gelişmesi için özel bir çaba sergilemek; Avustralya ile yenilenen stratejik işbirliğinin bir gereği olarak Avustralya’nın Kuzeyindeki ABD üssünü başta müdahale kabiliyeti yüksek birliklerle genişletmek; giderek daha büyük oranda askeri birliklerini Atlantik’ten Pasifik bölgesine kaydırmak (ABD’nin deniz kuvvetleri şu anda Atlantik ile Pasifik arasında eşit dağılmış durumda, 2020’de yüzde 60’ı Pasifik’te konuşlandırılacak); İran’a karşı kurulan füze savunma sisteminin bir parçası olarak Akdeniz’deki savaş gemilerinde tesis edilmesi öngörülen füzelerin Alaska’ya kaydırma kararını almak ve genel olarak bu konuda Rusya ile yeni bir pazarlığa oturmak vb. vb..
Bu konuşlanma ve hamlelerin diğer önemli bir özelliği ise, Çin’in gerek hammadde ve enerji nakli bakımından, gerekse Avrupa’ya ihraç ettiği malları ulaştırmada kullandığı Malakka Boğazı’nın denetlenmesinin hedeflenmesidir. Vietnam, Tayland, Singapur, Filipinler ve Endonezya ile askeri işbirliklerin yenilenmesi ya da yeni anlaşmalara gidilmesi askeri stratejik önemi büyük olan bu boğazın ve genel olarak Hint-Pasifik Bölgesi’nin denetimini amaçlamaktadır. Bugün Çin’in bu boğazı kullanması Hindistan ve ABD’nin karşı çıkmamasına bağlıdır (Güneydoğu Asya devletlerinin birliği ASEAN’ın tam da Çin’i güney ve güneydoğudan kuşatan bir bölgenin merkezini kapsaması tesadüf olmasa gerek).
Burada dikkat çekilmek istenen şey, ABD’nin hızla Çin ile savaşa hazırlandığı değildir elbette. Bu ihtimal ne mutlak, ne de çok yakın bir zamanın konusu olarak görünmektedir. ABD’nin Asya-Pasifik bölgesindeki hamle ve angajmanlarıyla öncelikle neyi elde etmeye çalıştığı Çin ile ilişkisinde görülebilir. Bu bakımdan, Biden’in belirtilen röportajda Çin hakkında yazdığı (röportaj sözlü yapılmamıştır) şeyler önem arz etmektedir. Biden, Çin’in yükselişinin “boş bir mekanda gerçekleşmediğini” vurguluyor ve bu yükselişi olanaklı kılan “uluslararası sisteme” dikkat çekiyor (bu sistemi ayakta tutanın da ABD olduğunu hatırlatarak!). Şöyle ki: “Çin’in büyümesi, açık ve şeffaf bir uluslararası ekonomik sistem tarafından sürekli beslendi. Çin’in büyümesi, aynı zamanda tüm uluslar için geçerli olan kurallara dayanmaktadır.” Ve devamında: “ABD bu uluslararası sistemi birlikte korudu ve bu sistem onlarca yıl Asya’nın dikkate değer ekonomik ilerlemesini olanaklı kıldı. Bu nedenle vurgulamaktayız ki, tüm taraflar, gerginlikleri artıracak ve ortak güvenlik ve refahımızı sarsacak eylemlerden kaçınmak zorundadırlar.”
Burada Çin’e verilen mesaj şudur: ‘Ekonomik büyüme ve potansiyeline güvenerek, sadece dünya sisteminde değil, bölgende dahi emperyal adımlar atmaya cüret etme! Dünyanın ikinci büyük ekonomik gücü olman, benimle hegemonyayı paylaşacak güç olacağın anlamına gelmez’! (Biden bu son hususu, “küresel güvenlik ve refaha katkı sunan”, “barışçıl ve sorumluk sahibi bir Çin’in” yükselişine itiraz gelmeyeceği şeklinde dile getirmekte!)
Başka bir deyişle, Asya-Pasifik bölgesinde Çin ile ABD arasındaki egemenlik kavgası başlamış bulunuyor. Çin, ekonomik konumuna uygun jeopolitik bir nüfuz alanını, en başta ve öncelikle bu bölgede tesis etmek istiyor. ABD ise bu hamleleri baştan boşa çıkartmaya çalışıyor. Ve bu çabalar, sadece kurulan yeni üslerle askeri kuşatma ve hazırlık olarak gerçekleşmiyor. ABD, Çin’i, etrafındaki Asya ülkeleriyle genişlettiği “serbest ticaret anlaşmaları”yla da kuşatıyor. ABD’nin Çin’i kuşatma ve ona karşı Asya-Pasifik bir cepheyi örme çabalarının ekonomik boyutlarından biri de, Çin’in dolardan kopmasını engellemektir. Çin’in dolar rezervleri, bu durumda her ikisi için bir tür sigortadır. ABD böylelikle Çin’i kendisine karşı alternatif uluslararası bir yönelimden baştan uzak tutmak istemektedir.
Kısacası, ABD’nin kendisini “Pasifik bir ulus” ve güç olarak tanımlaması, hem bölge ülkelerine ve hem de bütün emperyalist devletlere karşı yapılmış bir hegemonya ilanıdır. ABD için Çin, bugünkü aşamada, hem hegemonya çabasının konusu ve hem de aracıdır. Biden’in, “ABD’nin Çin ile ilişkisi, 21. yüzyılı şekillendirmede katkı sunacaktır” ifadesi de buna işaret etmektedir zaten.
Asya-Pasifik bölgesinde son yıllarda silah satışlarının olağanüstü artması, çok ciddi bir silahlanmanın gerçekleşmesi kuşkusuz hayra alamet değildir. Bu arada Çin de silahlanıyor elbette. Bugünkü aşamada sorun şudur: ABD, Çin’i çok yönlü kuşatıp, ‘benim koyduğum kural ve sınırlar dışında hareket etmeyeceksin’ demekte. Dünya ekonomisi ve özelde de bölge ve Çin ekonomisindeki genel durum, Çin’in mevcut kural ve dengeler içinde hareket etmesi ve hazırlıklarını sürdürmesini şimdilik olanaksız kılmıyor. Fakat, dünya ekonomik krizinin daha sarsıcı bir biçimde nüksetmesi ya da bölgedeki dengelerin onun aleyhine değişmesi veya kendi ekonomik gelişmesindeki sorunların artması durumunda, şimdiden ‘restini görürüm!’ diyen ABD karşısında Çin ne yapacaktır? Çin’in, henüz değil ama, giderek yakınlaşan bir safhada yanıtlaması gereken soru bu olacağa benziyor. Çin’in bu soru kapıya dayanmaksızın, ne gibi karşı hamleler ve tedbirlere yöneleceğini ise yakında daha net göreceğiz. Bu olası adımlar arasında, Rusya ile, başta yeni enerji hatları olmak üzere, olduğundan daha derin ve çok yönlü bir işbirliğine yönelmesi şimdiden netleşmiş bulunmaktadır.
YENİDEN MEVZİLENMENİN ORTADOĞU’YA ETKİSİ
ABD’nin içinde bulunduğumuz yüzyılı “Pasifik yüzyılı” ilan edip “politikanın geleceğinin Asya’da belirleneceği”nden yola çıkmasının Ortadoğu açısından etkisine gelince… Görünen şu ki, jeopolitik konumunda esaslı bir değişim olmamakla birlikte Ortadoğu, ABD’nin güç ve nüfuz politikalarının ana odak noktası olma özelliğini yitirmekte ve giderek noktalarından biri haline gelmektedir.
Kuşkusuz, ABD’nin enerjide kendi kendine yeterliliğini son derece artıran gelişmeler , onun Ortadoğu’ya sırtını çevireceği anlamına gelmemektedir. Bunu pek çok nedenden ötürü yapamayacaktır: Petrol kaynaklarının merkezindeki gelişmeler, her şey bir tarafa, tek başına petrol fiyatları üzerinde yapacağı etki bakımından bile ABD’yi bu stratejik bölgeye ilgisiz bırakmayacaktır. Öte yandan, rakiplerinin bu kaynaklardan faydalanma olanaklarını –2035 yılında bölge petrolünün % 80’nin Asya’ya akacağı tahmin edilmekte– kısıtlama çabasından da vazgeçmeyeceği ortadadır.
Ancak; gerek enerjide sahip olduğu yeni olanaklar ve gerekse yeniden mevzilenmesinin diğer ekonomik ve jeopolitik gereklikleri, bölgenin kendisinin öneminde değil, ama ABD’nin bölgeyle ilişkisinde bir değişime yol açacak; onun bölgedeki varlığını bugüne kadar olduğundan çok daha esnek ve seçenekli kılacaktır. Örneğin Alman Federal Haberalma Örgütü BND, ABD’nin “dış ve güvenlik politikaları bakımından eylem özgürlüğünün” özellikle Ortadoğu’da oldukça artacağını öngörmekte. Başka bir ifadeyle, ABD bu bölgede ‘angajmanlarına devam edebilir ama, etmek zorunda değil artık’.
Elini olağanüstü rahatlatacak bu mevzii, Ortadoğu’da ABD’ye ekonomik açıdan sunduğu tasarruf olanaklarının yanı sıra , politik açıdan imaj tazeleme imkanlarını artıracak, jeopolitik bakımdan da yeni bir manevra kabiliyeti ve taktik esneklik kazandıracaktır.
Bununla birlikte, Ortadoğu, başta Çin olmak üzere diğer emperyalist güçler açısından çok daha önemli hale gelecektir. Özellikle Çin’in bölgeyle ilişkisi, ABD’ninkiyle giderek ters orantılı bir hale gelmektedir. Çin, Körfez’den petrol ithalatını artırmak zorunda. Bugün aldığı günlük üç milyon varil petrolün yediye çıkacağı hesaplanmakta. ABD’nin bugüne kadar Körfez’deki petrol ticaretinin güvenliğini sağlaması, Çin’in de işine gelmekteydi. Bunun, birçok nedenden ötürü, uzun bir süre böyle sürmeyeceğini Çin de bilmekte. Afrika boynuzunda “korsanlara karşı mücadeleye” aktif katılma konusunda Çin’in de artık kendini “sorumlu” hissetmesi bu öngörünün bir sonucudur. Dolayısıyla, ABD tarafından kendi bölgesinde baskılanacak ve giderek kuşatılacak bir Çin’in Ortadoğu ve Afrika’ya olan gereksinimi haliyle daha da artacaktır.
ABD’nin Ortadoğu’da giderek daha seçenekli ve esnek hareket edebileceği koşullara kavuşmasının diğer bir sonucu da, başta Fransız ve İngiliz emperyalizmi olmak üzere Avrupalıların bölgedeki inisiyatiflerini artıracak fırsatları öncesine göre çok daha fazla yakalayabilecek olmalarıdır. Kuşkusuz ABD, bu arada Avrupalıları, Ortadoğu’nun enerji kaynaklarına erişim ve nakil yollarını güvence altına almanın maliyetlerine de ortak etmeyi unutmayacak ve olası askeri müdahalelerinin de esasta NATO üzerinden gerçekleşmesini telkin edecektir.
Öte yandan; ABD’nin belirtilen yeniden mevzilenme hamleleri; hala kriz içinde debelenen Avrupa gerçeği; onun hemen yanı başında sayılabilecek Arap ülkelerindeki halk ayaklanmaları ve bu halk hareketlerinin zayıflıklarını etkin bir şekilde kendi nüfuz politikalarına tahvil etmeye çalışan emperyalist müdahaleler; Suriye’deki iç savaş, olası bölünme riskleri ve bunların komşu ülkelere yansımaları; Irak’ın her türlü olumsuz gelişmeye açık bıçak sırtı durumu; İran’ın etrafındaki çemberin olağanüstü daralması ve bu daralmanın İran’ın iç çelişkilerini giderek keskinleştirici etkileri vb.; bütün bu gelişmeler, tam da petrolün anavatanı Ortadoğu’da muazzam bir “jeopolitik sıkışma”nın yaşandığını gösteriyor aynı zamanda. Açıktır ki, bu sıkışmanın akla getirdiği olası “jeopolitik depremlere” son derece gebe bir bölgede yer alan bir Türkiye, artık Kürdistan sorunun dolaysız bir parçası haline gelmiş kendi Kürt sorununu şu ya da bu şekilde çözmeksizin, ne kendi emellerinde, ne de ABD emperyalizminin ona yüklediği misyonlarda başarılı olamayacaktır. Türkiye egemenleri Kürt ulusal hareketinin direnişini kıramayacağını kabul etmiş; dahası, tam da “jeopolitik depremler” riskinin arttığı bir süreçte bu gerçeği körü körüne reddetmenin, kendisini, Kürt sorunun teşkil ettiğinden çok daha büyük istikrarsızlık ve tehlikelere sürükleyeceğini görmüştür.
Bu bakımdan, Ortadoğu’da seçeneklerini ve manevra kabiliyetini artırma (ve dolayısıyla elini rahatlatma) çerçevesinde müttefiklerine daha fazla görev vermek isteyen ABD’nin, Türkiye’nin aynı zamanda “jeopolitik depremlere” hazırlanması mahiyeti taşıyan “çözüm süreci”ne destek vermesi (ya da doğrusu bu süreci yönlendirmesi) şaşırtıcı değildir. Bunun böyle olduğunun en güncel göstergesi, Newroz’da tam da “çözüm süreci” çerçevesinde önemli bir adımın atıldığı günlerde, İsrail’in Türkiye’den, ABD Başkanı’nın girişimi ve özel şahitliğiyle, “özür dilemesi” olmuştur (Burada Obama’nın, bu girişimle ilgili “liderlerin zamanlaması çok isabetli olmuştur” övgüsünü de hatırlamak gerekir!). İsrail, ABD’nin referansı (Obama’nın ikinci döneminin ilk ziyaretini İsrail’e yaparak, orada dost ve düşman duymak üzere ABD’nin İsrail’e dönük “ebedi ittifak” yeminini yenilemesi; yani ‘Ortadoğu politikam ne olursa olsun, bu ittifakım asla değişmeyecek’ demesi) ve ısrarıyla, Türkiye’ye, bölgedeki yeni meydan okumalarda daha ileriden bir işbirliği yapmayı teklif etmiş, Başbakan Erdoğan da “Türk halkı adına” (!) bu teklifi kabul etmiştir. Denebilir ki, ABD böylelikle, bölgeye ilişkin jeopolitik hazırlıklarında şimdiden önemli bir sinerji kaydetmiştir. Şöyle ki, bölgede işbirliklerine çok daha fazla ihtiyaç duyacağı bir dönemde, önde gelen müttefikleri arasındaki uyumsuzluğu giderecek adımların önünü açmıştır. Bu bağlamda, önümüzdeki dönemde Türkiye ve İsrail arasında, bugüne kadar olduğundan çok daha derin ve etkin bir işbirliğinin gelişeceğinden yola çıkılabilir.
Ortadoğu’daki güncel durumu karakterize eden, gerçekleşen kırılmaların seyrindeki belirsizliğin olağanüstü bir şekilde artmış olmasıdır. Kuşkusuz, Ortadoğu coğrafyası için kesin öngörülerde bulunmak zordur. Şu ama açıkça görülmekte: Yaşanan kırılmalardaki mevcut belirsizlik uzun süremez. Pek çok uluslararası ve bölgesel faktörün devrede olduğu bu coğrafyadaki kırılmalar, bir şekilde sonuçlanmayı zorlamaktadırlar. Bu sonuç zorlaması, bölge savaşıyla mı yoksa sıkışan güçlerin tavizleriyle mi gerçekleşir bilinemez henüz, ancak mevcut belirsizliğin şu ya da bu şekilde ortadan kalkması ihtimali kuvvetle artmaktadır. Sorun bir yerde de, Rusya, Çin ve İran gibi bölgede sıkışmakta olan güçlerin, ABD’nin uluslararası plandaki yeniden mevzilenme hamleleri karşısında, Ortadoğu’da kesin kapışmayı göze alıp almayacağına bağlıdır. Hem büyük emperyalist ülkeler arasındaki güç dengesi hem de gidişat, bu seçeneği onlar açısından pek elverişli kılmamaktadır.
*
Bilindiği gibi, bugün kapitalist dünya ekonomisindeki içiçe geçiş (“ekonomik entegrasyon”), tarihsel bakımdan en ileri noktasındadır. Bu olgu günümüzde pek çok şeyi etkilemektedir; ama konumuz açısından burada vurgulanması gereken husus şudur: Özellikle Batı’nın ileri kapitalist ülke ekonomilerinin içiçe geçmesindeki düzey, emperyalist devletler arası çelişkileri halihazırda biçimlendiren momentlerin başında gelmektedir.
Emperyalist çelişkiler bakımından bugünün özelliği, emperyalist çıkarlardaki ayrışmanın ilerlemiş ya da çelişkilerin keskinleşmiş olmasından ziyade, bu çelişkilerin; “ekonomik entegrasyon”un tarihsel bakımdan en ileri olduğu bir aşamada keskinleşiyor olmasıdır. Karşı karşıya gelen emperyalist çıkarlar, bu somut zemin üzerinde politik ve askeri biçimlerini bulmak durumundadırlar. Bu olgu, en azından şu iki gelişmeye dikkat çekmeyi gerektirmekte: İlkin; bugün tam da çıkarları giderek daha fazla karşı karşıya gelen güçler, politik ve ekonomik bakımdan nispeten en çok içiçe geçmiş ülkeleri teşkil ediyorlar. İkincisi; bu zemin, hegemonya kavgasının, bu ülkelerin daha da “yakınlaşmasını” içererek sürdürülmesine neden oluyor. “Ekonomik entegrasyon”, kuşkusuz emperyalistler arası çelişki ve çatışmaları ortadan kaldırmıyor, kaldıramaz da; ancak şu aşamada, dünya ekonomisindeki bu ileri düzeydeki içiçeliği hemen dağıtıp ayrı ve karşıt saflaşmayı zorlaştırıyor.
Bu bağlamda, “kolektif emperyalizm”, “ulusüstü emperyalizm” vb. yüzeysel teorileri ya da “Batı Birleşik Devletleri” gibi ham hayalleri, ilk bakışta akla yatkın gösteren diğer bir özgün durum da şudur: Bilindiği gibi, sermayenin uluslararasılaşması, uluslararası işbölümünün derinleşmesi, kapitalist pazarların birbirlerine bağlanması vb. gelişmeler, kapitalizme içkin tarihsel eğilimlerdir. Gelgelelim, kapitalizmin bu nesnel tarihsel eğilimleri, geçtiğimiz yüzyılın özel politik koşullarından ötürü (kapitalizm ile sosyalizm arasındaki mücadele ve en ileri kapitalist ülkelerin bir kamp oluşturması), zamanıyla dünya ekonomisindeki nesnel ilişkilerin ve koşulların el verdiğinden ya da o zaman zorunlu kıldığından çok daha ileri bir noktada gelişebilecekleri bir çerçeveyi bulmuştur.
Öte yandan, sosyalizmin geçici yenilgisinin en derin tahribatları yine en ileri kapitalist ülkelerde olmuştur. İşçi hareketi ve işçi sınıfının mücadeleleri dibe vurmuştur. Bu olgu, her bir ülkede emperyalist sermayenin sınıf mücadeleleri bakımından elini rahatlatmıştır. Tekelci burjuvazi, böylelikle sermaye birikiminin önündeki sosyal ve politik engelleri kolaylıkla aşabilmiş, özellikle de emek gücünün fiyatını olabildiğince düşürebilmiş ve haliyle kapitalist üretim tarzının kaçınılmaz açmazlarından her defasında daha kolay sıyrılma olanaklarına kavuşmuştur. Bu imkanlar, “sosyalist kamp”ın çökmesi sonucu açılan devasa yeni pazarlar (Doğu Avrupa, SB ve Çin pazarları başta olmak üzere) olanağıyla birleşmiştir.
Açıktır ki, sosyalizmle mücadelenin eseri olan emperyalist kapitalist devletler arası görece ileri “ekonomik entegrasyon”, bu zemin ve imkanlar karşısında “küreselleşme” adı altında muazzam bir ivme kazanmıştır. Tersi zaten nasıl mümkün olabilirdi ki? O koşullarda hiçbir emperyalist devlet açısından, sağlanmış olunan “ekonomik entegrasyon” bugünden yarına dağıtılamazdı. Haliyle, kazanılan “yeni dünya”yı halihazırdaki kapitalist dünya ekonomisine entegre etmek, yani aralarındaki çıkar farklılıkları ve rekabetin daha da artmasına karşın, yeni pazarları mevcut “ekonomik entegrasyonun” bir parçası haline getirmek en realist ve ekonomik eğilimdi. Ve işte sosyalizmle mücadeleden devralınan bu tarihsel verili ekonomik zemin öylesine disipline edici bir olgudur ki, emperyalist çıkarlar olgunlaşıp aralarındaki rekabet arttıkça, “ekonomik entegrasyon” daha da derinleşmektedir!
Geçtiğimiz yüzyılın özgün politik tarihsel sürecinden devralınan bu durumun ilelebet sürmeyeceği ortadadır. Ama geleceğin karşıt kamplaşmalarının; mevcut birlikler ve ekonomik entegrasyon ilişkilerinin içinden doğarak şekil alacağı görülmelidir.
Kısacası, “kolektif emperyalizm” vb. yüzeysel teorilerin bütün mahareti; sonucu, neden olarak göstermekten ibarettir!