1 Mayıs’a giderken…

Türkiye işçi sınıfı, ekonomik, sosyal ve siyasal planda işçilerin ve emekçi halkın yaşamını derinden etkileyen gelişmelerin yaşandığı bir dönemde 1 Mayıs’ı kutlamaya hazırlanıyor.
Yaklaşık 200 bin işçiyi kapsayan metal sektöründe TİS görüşmeleri patronların dayatmaları sonucu tıkanmış bulunuyor. Benzer bir durum Çaykur ve THY işletmelerinde yürüyen TİS görüşmelerinde de karşımıza çıkmakta. Yeni çıkarılan 6356 Sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu işçi hareketi ve sendikal hareketin birikmiş sorunlarını çözmek bir yana varolan sorunların yanına yenilerini eklemiş durumda. Düşük ücret dayatmaları, ağır çalışma koşulları ve çoğu sendikal örgütlenme nedeniyle gerçekleşen işçi kıyımına karşı gelişen direniş ve eylemlerin ardı arkası kesilmiyor.
Esnek çalışma ve taşeronlaştırmanın yaygınlaşması, iş güvencesi talebinin işçi hareketi ve sendikal hareketin mücadele gündeminin ilk sıralarına taşınmasını da beraberinde getirdi. Genel Maden İşçileri Sendikası’nın (GMİS) Zonguldak’ta taşeronlaştırmaya karşı düzenlediği mitingi, Sendikal Güçbirliği Platformu (SGBP)nin Lüleburgaz’da düzenlediği miting takip etti. Esnek çalışma ve taşeronlaşmanın yaygınlaşmasının bir sonucu da, işçi sağlığı ve iş güvenliği cephesinde karşımıza çıkıyor. İş kazaları/cinayetlerinde Türkiye dünyada ikinci, Avrupa’da ise ilk sırada bulunuyor. PTT’nin özelleştirilmesine ilişkin kanun tasarısı, iş kolunda örgütlü sendikaların çağrısıyla gerçekleşen grev sonrası, Meclis gündeminden düşürülerek, yeniden görüşülmek üzere Meclis alt komisyonuna geri gönderildi. PTT emekçilerinin bu eylemi, Hükümet’in 2013 yılına ilişkin özelleştirme planına denebilirse ilk darbeyi indirmiş durumda. Kamu emekçilerinin iş güvencesi ve özlük haklarını ortadan kaldırmayı hedefleyen yasa tasarısı Demokles’in kılıcı gibi kamu emekçilerinin başı üzerinde sallanmaya devam ediyor. Elektrik, doğalgaz ve akaryakıta (benzin-mazota) yapılan zamların otomatikman gıda başta olmak üzere temel tüketim maddelerine yansıması sonucu emekçilerin alım gücü eriyor, yoksulluk derinleşiyor.
İktisadi ve sosyal alanda bu gelişmeler yaşanırken, Kürt sorununda yeni bir görüşme ve müzakere süreci başlamış bulunuyor. A. Öcalan’ın Diyarbakır Newroz’unda okunan mesajı Kürt sorununda yeni bir döneme girildiğinin ilanı oldu.
Obama’nın hamiliğinde İsrail’in Türkiye’den özür dilemesiyle, Türkiye-İsrail ilişkilerindeki “hasar” onarıldı. Bu durumun bölgede (Ortadoğu) ne gibi yeni gelişmelere yol açacağı ise, İsrail Başbakanı Netanyahu’nun özür gerekçesi olarak Suriye’deki gelişmeleri göstermesinden belli olmaktadır. 2013 1 Mayıs çalışmalarına/kutlamalarına içeriğini veren özetle vurgulanan bu gelişmeler ve olgular olacaktır.

İŞÇİ HAREKETİ
Sermaye ve Hükümet’in bir bölümü yukarıda aktarılan saldırıları karşısında, işçi sınıfı ve sendikalar, hali hazırda saldırıları püskürtecek birleşik bir karşı koyuşu örgütleyebilmiş değil. Bu durumun yaşanmasında ve bunun bir sonucu olarak  saldırıların bu ölçüde pervasızlaşmasında sendika bürokrasisinin işbirlikçi tutumunun payının hayli büyük olduğunu belirtmek gerekir. Türk-İş ve DİSK’te olağanüstü kongrelerin gündeme gelmiş olmasının başlıca nedeni olarak da yine bu durumu görmek gerekir. Zonguldak ve Lüleburgaz Mitingleri, PTT emekçilerinin uyarı grevi işçi hareketi ve sendikal harekette sermaye ve Hükümet’in saldırıları karşısında birleşme ve ortak bir mücadele örgütleme eğilimlerinin güçlendiğine işaret eden gelişmeler olmakla birlikte, işçi hareketi ve sendikal hareket mevzi (işyeri-havza) mücadelelerle karakterize bir dönemden geçmektedir. Ücretlerin yükseltilmesi, ağır çalışma koşullarının düzeltilmesi, iş güvencesi, sendikal örgütlenme gibi taleplerle gerçekleşen grev, direniş ve eylemlerin önemli bir bölümü örgütsüz genç işçi kuşakları tarafından örgütlenirken, sendikal örgütlülüğün bulunduğu yerlerin çoğunda da sendika yönetimlerine rağmen işçiler eyleme geçmektedirler.
Bolu’da deri işçilerinin ayağa kalkması, Adana’da yüzlerce genç saya işçisinin hakları için eyleme geçmesi, Kayseri’de CEHA işçilerinin patronun tüm baskı ve sindirme girişimine rağmen örgütlülükte ısrar etmesi, Konya’da yüzlerce işçinin Petrol İş’te örgütlenmesi, Mersin Liman işçilerinin inatla örgütlenmeleri ve saldırılar karşısında tek yürek olmaları, Mersin soda-cam işçilerinin grevinin başarıyla sonuçlanması, Eskişehir’de büyük tekstil işletmeleri ile metal fabrikalarındaki örgütlenme girişimleri, Denizli ve Uşak gibi illerde patron saldırıları karşısında aylardır direnen işçiler, Samsun’da sendikal bürokrasinin engelleyemediği Eti Bakır işçilerinin grevleri, taşeron uygulamalarına karşı birçok ilde sağlık işçilerinin eylemleri, Trakya’da Daiyang işçilerinin grev kırıcılarına karşı direnişi, Çorum’da tekstil işçisi kadınların alacakları için iş durdurmaları, Dersim ve Elazığ’da taşeron işçilerinin örgütlenmesi, Zonguldak maden işçilerinin taşeronlaşmaya karşı yıllar sonra ayağa kalkmaları, İzmit ve Gebze’de sendikalaşma adına birçok işletmede yaşanan direnişler, eylemler, İstanbul’da İsmaco’da işten atmalara karşı direniş çadırının kurulması, Rimaks işçilerinin sendika bürokrasisine rağmen işe geri alınmalarıyla sonuçlanan direnişi, Yurtiçi Kargo ve DHL işçilerinin sendikal örgütlenmede ısrarı ve direnişleri, İzmir Billur Tuz, Savranoğlu, Schnider, Belediye işçilerinin mücadeleci bir çizgi üzerinden attıkları adımlar, Diyarbakır’da tuğla işçilerinin sendikalaşma çabaları, Antep tekstil işçilerinin 10 gün süren ve bir işyeri ile başlayıp 10 işyerini de içine alarak genişleyen binlerce işçinin katıldığı direnişi, Adıyaman’da valilik ve polis müdahalelerine rağmen sendikal haklarından vazgeçmeyen Güçlü Tekstil işçilerinin direnişi ve uzun yıllardır toplu sözleşmelerde satışa gelerek biriken öfkelerinin sendikal bürokrasiye de yönelerek patlaması sonucu başta Bursa’da olmak üzere BOSCH, RENAULT ve Arçelik işçilerinin yürüyüşler ve iş durdurmalar ile güçlerini göstermeleri… son bir yıldaki bu kategoriden sayabileceğimiz işçi eylemleridir. Bu eylemlerin, direnişlerin büyük ölçüde lokal kalması ve tüm toplum kesimlerini de içine alarak genişleyememesi, yukarıda değindiğimiz gibi işçi hareketinin en temel sorunudur.
Bu yüzdendir ki, sermaye ve Hükümet’in saldırıları karşısında birleşik bir mücadele hattına olan ihtiyaç ve bunun nasıl sağlanacağının fabrikalarda işçiler arasında tartışmaya açılması, 1 Mayıs çalışmalarının en temel yönlerinden birini oluşturmaktadır. Bu tartışılmalarda cevap bulması gereken sorunlardan biri de, diğer bütün sorunlara analık eden sendikaların –bürokrasinin tasallutundan kurtarılarak– mücadeleci temelde yeniden inşaası sorunudur.
Sınıf partisinin işçi hareketi ve sendikal hareketin gündemine çözüm bekleyen pratik bir sorun olarak getirdiği sendikaların mücadeleci temelde dönüşümü sorunu, bugün sınıfın en yakıcı sorunu durumundadır. İstanbul, İzmir, Adana, Gaziantep, Gebze, Bursa gibi başlıca sanayi merkezlerinde ileri işçiler ve mücadeleci sendikacılar tarafından örgütlenen İşçi Kurultayları’nın ana gündemlerinden birisini bu sorunun oluşturması, bu ihtiyacın sınıfın genç ve mücadeleci kesimleri tarafından benimsenip sahiplenildiğini göstermektedir.
İzmir, Adana, Eskişehir gibi illerde oluşan Sendikal Birlikler, bu çalışmaların giderek örgütsel bir temel kazanmaya doğru ilerlediğini göstermektedir. İşçi hareketi içindeki bu yönlü çalışmalar, sendika merkezlerini cesaretlendiren bir rol de oynamaktadır.
Türk-İş bünyesinde muhalefet odağı olarak tanımlanabilecek Sendikal Güç Birliği Platformu (SGBP) bu çerçevede değerlendirilebilir. SGBP, bir yandan tabandan gelişen bu dinamik çalışma ve oluşumlardan olumlu yönde etkilenmekte ve fakat diğer yandan geleneksel sendikal çizgiden köklü bir kopuşu gerçekleştiremediği için de işçiler nezdinde ilk ortaya çıktığı dönemde yarattığı etkiyi/beklentiyi giderek kaybetmektedir. Bu nedenle, 1 Mayıs 2013’te sermayenin saldırılarına karşı işçilerin birliğini sağlamak işinin sorumluluğu ne sendika bürokrasisine, ne de tereddütlerle “ilerlemek” isteyen SGBP’ye bırakılamaz; sorumluluk, öncelikle sendikal birlikler ve işçi kurultayları biçiminde birleşmiş ileri işçilere ve mücadeleci sendikacılara düşmektedir. Bu oluşumlar, işçi kitleleri arasında gerekli çalışmayı örgütledikleri oranda SGBP’nin de Türk-İş bürokrasisine karşı daha cesaretli tavır alabileceğini ve bu bağlamda 1 Mayıs kutlamalarında olumlu bir rol oynayacağını görmelidir.

BARIŞ VE DEMOKRASİ
Kürt sorununda başlayan yeni görüşme ve müzakere süreci barış ve demokrasi tartışmalarını da beraberinde getirdi. Egemenler Kürt sorununu çözümsüz bırakarak, bu çözümsüzlüğü, yıllar boyunca, işçi ve emekçileri bölmenin bir aracına dönüştürdü. Bu bakımdan, Kürt halkının yanı sıra, sorunun çözümsüz kalmasından en çok zararı işçi sınıfı gördü. Kürt sorunundan kaynaklanan baskı ve terör dolaysızca demokrasi ve özgürlükleri de baskı altına aldı. Kürt sorununun eşit haklar temelinde çözüme kavuşması, gerçek bir demokrasinin kurulmasının temel ön koşullarından biri durumundadır. Bu yüzden demokrasi ve özgürlüklere en çok ihtiyaç duyan sınıf olarak işçi sınıfı, Kürt sorununun çözümü için yeni görüşme ve müzakere sürecine müdahil olmak durumundadır. Sürece ilişkin sendikalardan yapılan açıklamalar, konuya duyarlı birkaç sendikayı dışta tutarsak, “akan kan duracaksa, çözülsün de nasıl çözülürse, çözülsün” noktasındadır. Bu edilgen ve aynı zamanda mevcut statüko karşısında  “tarafsız” yaklaşım işçi sınıfının tutumu olamaz. İşçi sınıfı tam hak eşitliğinin Kürt sorununun demokratik bir çözüme kavuşmasında mihenk taşı olduğu gerçeğinden hareketle, iradesini, sorunun demokratik halkçı tarzda çözümünden yana ortaya koymak durumundadır. Bu tutum Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkını savunmanın zorunlu bir gereğidir de, aynı zamanda. 1 Mayıs çalışmalarında ve alanlarda bu yalın gerçek güçlü bir biçimde ortaya konulduğu ölçüde, 2013 1 Mayıs’ı, barışa, demokrasiye ve halkların kardeşliğine ve kuşkusuz sosyalizmin önünün açılmasına hizmet eden bir gün olacaktır.
Denebilirse, 1 Mayıs’a giderken ülkemizde barış rüzgarları eserken, Ortadoğu’da ise tersine savaş bulutları kümelenmektedir. Savaş rüzgarları estirenlerin başında ise, Türkiye gerici egemenleri gelmektedir. İstanbul’da Türkiye’nin ev sahipliğinde düzenlenen toplantıyla Suriye muhalefetine “hükümet” kurdurulurken; muhaliflerin silahlandırılması, İngiltere, Fransa başta olmak üzere Batılı emperyalist güçler tarafından açıktan savunulmakta, hatta bir yandan silah sevkiyatına başlanmış bulunmaktadır. Ortadoğu’da verdiği hegemonya savaşında Rusya, Çin, İran karşısında kendi cephesindeki gevşemeleri giderecek hamleleri peş peşe yapan ABD, bu bağlamda, bölgedeki iki temel stratejik müttefiki durumundaki İsrail ve Türkiye arasındaki “sorunlar”ı İsrail’in Türkiye’den özür dilemesi suretiyle ortadan kaldırmış bulunuyor. İsrail Başbakanı Netanyahu, neden şimdi özür dilendiğine ilişkin soruya verdiği yanıtta temel gerekçe olarak Suriye’deki gelişmeleri göstermiştir. Bu yanıt, hiçbir yoruma yer bırakmayacak biçimde önümüzdeki günlerde İsrail ile Türkiye’nin el ele vererek bölgede oynayacağı gerici role işaret etmektedir. Bölgede asıl hedefin İran olduğu gerçeğinden hareket edersek, bu gelişmeyle birlikte İran’a yönelik kuşatma ve tehdidin her an bir vakıaya dönüşme ihtimali artmıştır. İsrail’in özür dilemesinin ardından Türkiye’yi ABD emperyalizminin savaş arabasına bağlayan iplerdeki gevşeme sıkılaştırılmış, mızrağın ucu biraz daha sivriltilmiştir. İsrail ile ilişkilerdeki yaşanan bu gelişme Türkiye egemenlerinin yeni Osmanlıcı damarlarını bir kere daha kabartmış, “bölgesel güç” olma hayallerini kışkırtan bir etkide bulunmuştur. Nitekim Erdoğan ve Davutoğlu ikilisi “özür” sonrası Suriye’ye ilişkin pes perdeden konuşmaya yeniden başlamışlardır. Savaş ağalarının ve silahların konuşmaya başladığı yerde demokrasi ve özgürlük taleplerinin bastırıldığını tarih defalarca kanıtlamıştır. Emperyalizm, demokrasinin inkarı olarak siyasi gericiliktir ve elinin uzandığı her yere bu gericiliği taşır. Nitekim, bölge gericilikleri, varlıklarının dayanağını ABD emperyalizmin Ortadoğu’da ki varlığından almaktadır. Emperyalizmin varlığı son bulmadan bölgede demokrasinin filizlenmesi neredeyse imkansız hale gelmiştir.
İşçi sınıfı, barış ve demokrasinin en tutarlı temsilcisi olarak, ABD emperyalizminin çıkarları uğruna ülkemizin gerici egemen sınıflar ve onun hükümeti (AKP Hükümeti) eliyle savaş bataklığına sürüklenmesine seyirci kalamaz. AKP Hükümeti’nin Ortadoğu’da izlediği dış politikanın ülkemizin ve halkımızın başına ne gibi belalar getireceği işçi ve emekçiler arasında iyi anlaşılmalı; işçi ve emekçiler savaşa karşı barış ve demokrasi bayraklarını 1 Mayıs alanlarında yükselterek, gericiliğe hak ettiği cevabı vermelidir.
İşçi sınıfı mücadelesinin siyasal alana genişlemesi zorunluluğu bu olgulara bakılarak daha iyi anlaşılabilir. Örneğin dış politikada, özellikle Suriye konusundaki açmazlar, ABD’nin ileri karakolu olmak için atılan adımlar ile ülkenin içinde bulunduğu iktisadi sıkıntılar arasındaki ilişki, içerde ve dışarıda savaşa harcanan paraların kimin cebinden çıktığı ve hükümetin buradaki sınıfsal tercihinin ne olduğu doğru bir biçimde anlatıldığında, işçi ve emekçilerin savaşa karşı barış ve demokrasinin kazanılması için mücadeleyi seçtikleri/seçecekleri bir sır olmasa gerek.

EZİLENLERİN İTTİFAKI
Çeyrek yüz yıldır uygulanan neoliberal politikalar, kapitalist sömürü ve yağma, işbaşına gelen burjuva hükümetleri, bir avuç tuzu kuru patron ve parababalarının dışındaki bütün sınıf ve kesimlere saldırmaya yöneltmiştir. Bu politikaları en gözü kara biçimde uygulayan hükümet, hakkını teslim edelim, AKP Hükümeti olmuştur. Yapısal uyum politikaları adı altında tarım göçertilirken, ekonominin uluslararası tekellerin yağmasına açılması küçük üretici, esnaf ve dükkan sahiplerini iflasa sürüklemiştir. Kentsel dönüşüm adı altında emekçilerin barınma hakları ellerinden alınırken, HES, nükleer santral yapımı, maden arama ve taş ocakları açma gibi nedenlerle yoksul köylülüğün üretim ve yaşam alanları kâr hırsı uğruna talan edilmektedir. Muhafazakar demokrat olduğunu her fırsatta vurgulayan AKP Hükümeti döneminde, kadın cinayetleri ve kadına yönelik şiddet oranlarında rekor artışlar olurken, kadınların işgücüne katılım oranları sürekli düşmekte, buna karşı kadın emeği üzerindeki sömürü artmaktadır. Eğitimin fiilen paralı hale gelmesi, zorunlu eğitime tabi olmasına karşın ilk ve ortaöğretim çağındaki onbinlerce çocuğu eğitim hakkından mahrum hale getirmiştir. Üniversiteler, binlerce liraya malolan dershane tedrisatından geçmeden girilemez hale gelmiş, üniversite, emekçi çocukları için bir hayal olmuştur. Genç nüfus arasındaki işsizlik oranları gerçek rakamlarla %30’lar seviyesindedir. Burjuva kapitalist sistem gençliği işsizlik ve eğitimsizliğe mahkum ederek geleceğini şimdiden ellerinden almaktadır. Eğitim ve bilim yuvalarına yönelen saldırılardan biri de, buraları halkın yararına olması gereken işlevinden arındırarak, tümüyle sermayenin hizmetine koşmak için devreye sokulmuştur. 4+4+4 yasası ve “YÖK reformu”, bu saldırıların en rafine örneklerini oluşturmaktadır. Siyasi iktidar, bu perva tanımaz saldırılara karşı en küçük bir muhalefete dahi tahammül göstermemektedir. İşçilerin, emekçilerin, gençliğin, kır ve kent yoksullarının, Kürt halkının hak arama eylemleri şiddetle bastırılırken, hükümeti eleştirdi diye köşe yazarları gazete patronları tarafından kapıya konuluyor, akademisyenler soruşturmalara uğratılıp kürsüleri ellerinden alınıyor. Bu tablo, bütün bu sınıf ve kesimleri geleceğini işçi sınıfıyla birleştirmeye yönelten olgu ve olayları somut biçimde ortaya koymaktadır. 1 Mayıs’ta işçi sınıfı bu sınıf ve kesimlerin taleplerini sahiplendiği oranda bu güçlerle birleşme ve buradan hareketle sermaye ve burjuva gericiliğe karşı tüm ezilen sınıf ve kesimlerin sözcülüğünü (önderliğini) yapma imkanına sahip olacaktır. İktisadi, sosyal ve siyasal planda iç ve dış tüm gelişmeler, işçi sınıfını bu rolünü oynamaya davet etmektedir. Sınıf bilinçli işçiler, mücadeleci sendikacılar 1 Mayıs çalışmalarını bu durumun farkında olarak örgütlediklerinde, 2013 1 Mayıs’ı tarihsel anlam ve özüne uygun olarak gerçekleşecektir.
İş, barış ve özgürlük için işçi sınıfının bütün emekçi katmanlar ve ezilen ulus ve mezhepler gibi bütün ezilen kategorilerle ittifakını sağlamak üzere daha fazla çaba bu 1 Mayıs’ın temel bir yönü olmalıdır.

Kürt sorununda “çözüm” tartışmaları ve Türk emekçilerinin tutumu

Kürt sorunu artık tüm toplum kesimlerinin gündemine girmiş bulunuyor. Kürt uluslaşmasının kaydettiği gelişme ve ulusal hak eşitliği için mücadelenin kazandığı boyutlar, Türkiye’nin son on yıllarının başlıca en önemli toplumsal-siyasal gerçekliklerinden birinin; Kürt sorununun, Türkiye’de devlet sınırları içinde yaşayan ya da Türkiyeli olup çeşitli nedenlerle ülke dışında bulunan hemen herkesin yaşamına, farklı düzey(ler)de, ama mutlaka bir biçimde girmesine yol açtı. Politika ve politik gelişmeler ile doğrudan ilişkili olanlar, konu üzerine fikirlerinin farklılığına göre aktif taraflar olarak mevzilenir ve kümelenirlerken; politikanın “uzağında duran”; politikaya ilgisiz olduğunu düşünen veya “ilgisiz davranan”ların “sakin suküneti”(!) de sarsılmaya başlandı. Resmi okulun, ilk ve orta eğitim kurumlarıyla üniversitelerin, egemen kültür-sanatın on yıllar boyunca yok saydığı Kürtler, Türklerden ayrı ve farklı ulusal özellikleriyle, farklı dilleriyle var olduklarını, kitlesel mücadeleyle, on binlerce ölü ve daha fazlası olan yaralı ve sakat kalışlarla, yerleri yurtlarından, toprakları ve ‘işlikleri’nden koparılmış olma pahasına kabul ettirdiler. Artık “yoklukları” değil, hakları; ne tür bir “statüde yaşayacakları” tartışılıyor. Sorunun “nasıl çözüleceği?” tartışması, kahvehane ve cafelerde oturup çay içen-oyun oynayan ‘kendi halindeki vatandaş’ların, gazete ve televizyonların, siyasi partilerin, siyaset-tarih-hukuk çevreleri ve meslek gruplarının alışageldikleri üzere, “terörle mücadele” ezberiyle geçiştirecekleri kadar dar, yavan ve etkisiz bir tartışma olma sınırlarını aşmış bulunuyor. Çoğunluk açısından, Kürt sorununa dair fikirler eski katılığını yitirdi. Sosyal-iktisadi ve politik gelişmeler, sorunu, gerçek “kimliği” ve kapsamıyla daha açık ve anlaşılır hale getirdi. İnkar ve asimilasyon politikasının etkisinde kalarak Kürt düşmanlığı yapan çevreler, eski etkinliklerini, tümüyle olmamakla birlikte önemli oranda yitirdiler. Kürt kökenli mevsimlik işçiler gittikleri bazı yerlerde hala ayrımcılığa tabi tutulmalarına ve yer yer saldırılara uğramalarına; askeri-siyasi şiddet ve baskının topraklarından koparıp Batı kentlerine sürdüğü Kürtler gittikleri yerlerde dışlanmaya çalışılmasına; Muğla, Adapazarı, Aydın, Rize ve Trabzon gibi bazı yerlerde, polis ve faşist-şoven karması çetelerin saldırılarına uğramalarına rağmen, Kürtlere ilişkin “Türk ruh hali” ciddi bir değişim geçirmektedir. Kürtlere karşı savaşarak ölme eğilimi zayıfladı, “Vatan sağolsun!” ezberi bozuldu. “Neden generallerin ve ülkeyi yöneten politikacılarla ülkenin en büyük zenginlerinin çocukları değil de bizim çocuklarımız gidip dağlarda ölüyor?” sorusunu soranların sayısı artmaya devam ediyor. “Teröre karşı savaşta 300 milyar doların harcandığı” açıklamaları, “bu para neden eğitim, sağlık, konut ihtiyaçlarının karşılanması ve sosyal güvenlik alanındaki iyileştirmeler için değil de, insanların katledilmesi, köylerin-ormanların bombalanması için kullanılıyor?” sorusunun daha fazla insan tarafından sorulmasına yol açıyor. İstikrarsızlık ve çatışmalar, ‘sıradan insanlar’ın çıkarlarına aykırılık gösteriyor. Göreli de olsa bir “güvenli olma” durumu söz konusu değil. Sosyal-iktisadi sorunlar ağırlaşıyor. Silahlı çatışmalardan ve istikrarsızlıktan rahatsızlık duyan çok sayıda kapitalist bulunuyor.

KOŞULLARIN DEĞİŞİMİ VE KİTLE MANİPÜLASYONUNU DARBELEYEN KÜRT DİRENİŞİ
Devletin ve hükümetlerin Kürt politikası, Kürt direnişini ezme, Kürt ulus hareketini baskı ve terörle suskunluğa itme, Kürtlerin ulusal hak eşitliği talebini; dil ve kültürü üzerindeki baskı ve yasakların kaldırılması istemini “terör” söyleminin karanlık amaçlarında boğmayı esas alıyordu. Aşiret ve sermaye ilişkilerinin yedeklenerek kullanılması buna eşlik etti. Bu politikanın “bölücülük” söylemi eşliğinde uygulanmasının asıl hedefi ise, Türk ulusundan kitlelerin yedeklenmesiydi.
Öncesi saklı tutulsa bile, son otuz yılın neredeyse her günü ve saatinde, ülkeyi yöneten egemen sınıfın her türden temsilcisinin, “bölücü terör” ve “bölücülüğe karşı mücadele” söylemiyle sürdürdüğü propaganda, ortada kargaşaya, şiddete, çatışmalara ve savaşa yol açan çok daha kapsamlı bir toplumsal sorunun bulunduğu fikrinin güç kazanmasını engelleyemedi. Devlet ve hükümet sözcüleri, generaller ve polis şefleri, sermaye partilerinin yöneticileri ve bunların tümünden daha atak davranan sermaye basın-yayın organlarındaki psikolojik savaş yürütücüleri, “bölücülük” propagandasını, PKK’nın 1984 Ağustos’unda giriştiği silahlı eylemlere ve silahlı eylem biçimlerinin süreç içinde güç ve yaygınlık kazanarak on yıllara yayılmasına dayandırmalarına rağmen, bu propaganda, Kürt emekçi kitlelerinin ulusal hak eşitliği-ulusal özgürlük talebiyle mücadelenin asıl gücü olmaya yol almalarından duyulan korku ve kaygının ürünüydü. Türk burjuvazisinin çeşitli kesimleriyle devlet ve hükümet(ler) açısından, “bölücülük tehdidi” üzerinden kitlelerin yedeklenmesi ihtiyacı, Kürt mücadelesinin boyutlanmasıyla birlikte artmasına rağmen, sorunun gerçekte ne olduğuyla ilgilenmeyenler ya da devlet-hükümet sözcülerinin söyledikleriyle yetinip, sorunu yalnızca “terör eylemleri” bağlantısında ve yüzeysel olarak görüp algılayanlar da dahil olmak üzere, Türk ve Türkleşmiş halk kitlelerinin büyük çoğunluğu, “güçlü devletimiz” ve “üç-beş çapulcu!”  düşüncesini sarsan gelişmelerle giderek daha fazla yüz yüze geldiler.
Burjuva propagandasının bilinçli şekilde kararttığı sorun, ne küçük çaplı silahlı eylemler ve karşı askeri-polisiye saldırılar çerçevesine sığıyordu, ne 1984 Ağustos eylemleriyle başlayan sürecin ortaya çıkardığı tümüyle yeni bir sorundu. Küçük çaplı değildi; giderek artan şekilde Kürt gençlerini ve emekçilerini saflarına çekerek genişliyor ve Kürdistan’ın hemen her tarafında halkın günlük yaşamının en etkili “olay”ına dönüşüyordu. Kürtleri yok sayıp yok etmek için asimilasyon ve baskıyı eksik etmeyen Türk burjuva hakim sınıf propagandasının aksine, esasen yeni de değildi.
Kendi özgünlüğü içinde ve ortaya çıktığı toplumsal-siyasal ve iktisadi koşullar açısından, elbette yeniliği vardı. Kürt topraklarında kapitalist üretim ilişkilerinin kaydettiği gelişmeye bağlı olarak, Kürt uluslaşmasının daha ileriden şekillenmesiyle ve güçlenen ulusal uyanışı dayanak alarak ortaya çıkmasıyla daha modern, daha emekçi ve daha demokratik karakterde bir Kürt başkaldırısı söz konusuydu. Ama diğer yandan, bu gelişme, içten içe yanan bir ateşin yeni yanıcı maddelerle buluşarak, patlayıcı ve yakıcı etkisini artırmasına benziyordu. Türk Kurtuluş Savaşı öncesinde, daha Osmanlı İmparatorluğu döneminde yaşanan ve çoğu büyük aşiretlerin feodal-dini liderleri tarafından yönetilen, “kendi topraklarımız bize ait, topraklarımızda kendimizi kendimiz yöneteceğiz” politikasında ifadesini bulan çok sayıda isyanın gerçekleştiğini, süreç içinde, ve bu “son isyan”ın sarsıcı etkileri sonucu, yalnızca ulusal uyanış içindeki Kürt kuşakları değil, Türklerin ve Türkleşmiş olanların küçümsenemez bir bölümü de öğrenmiş oldular. Kürtler de, tıpkı Türk, Arap, Arnavut ve Bulgarların; ya da öteki Avrupalı halkların ulus olarak şekillenme süreçlerinde yaşananlara benzer çeşitli girişimlerde bulunmuşlar, ancak bulundukları topraklarda kapitalizmin geç gelişmesinin de sonucu olarak, daha gelişkin durumdaki Türk, Fars ve Arap burjuvazisinin kurdukları ulusal devletlerde, ezilen ulus durumuna düşmüşler/düşürülmüşlerdi. Son yüzyılın çok sayıdaki Kürt isyanı, Kürtlerin bu durumlarını gönüllüce kabullenmediklerini ortaya koydu. Son on yılların “bölücü terör” tartışmalarına konu olan gelişme, bu kabullenmemenin yeni bir başkaldırıya dönüşmesini ifade ediyordu. Ulusal inkarı ve askeri-politik baskıyı onlarca yıl boyunca dolaysız olarak yaşayan Kürtler, bunu protesto ettiklerinde, şiddet dozu ve kapsamı artan saldırılarla köylerinden, topraklarından zorla çıkarıldılar. 3400 civarında köy ve mezranın boşaltıldığı Meclis Araştırma Komisyonu tutanaklarına yansıdı. Yüz binlerce Kürt emekçisi Batı’nın kentlerine; açlığın ve yoksulluğun, işsizliğin ve yoksunluğun girdabına sürüldüler. Küçük üretimleriyle geçinenleri topraklarından, büyük toprak sahiplerinin yanında çalışanları barınaklarından ve sosyal ilişkilerinden koparıldılar. Son otuz yılın tüm genç Kürt kuşakları “savaş çocukları” olarak büyüdü; önemli bir kesimi direnişin gücü oldular. Yalnızca yoksul ve topraksız köylüler değil, küçük üreticiler; hayvancılık yapanlar, küçük işletme sahipleri, ortaboy Kürt sermaye sahiplerinin önemlice bir kesimi  bu politika sonucu işlerini kaybedip, işşizlerin yanına itildiler. Ucuz işgücü olarak kapitalistlerin sömürü nesnesine dönüşmüşlerdi. Bazıları büyük çiftliklerde geçici tarım işçileri oldular; önemlice bir kesimi ise kentlerin kıyı semtlerinde sığınacak bir barınak, çocuklarına yedirecek ekmek derdiyle açmaza sürüklendiler. Kapitalist piyasada satabilecekleri emek güçlerinden başka bir şeyleri  olmamasına rağmen, bunun olanaklarını da bulamıyorlardı. Evlerinden kovulmuşlar, mülksüzleştirilmişler, yeni sosyal-ekonomik sorunların girdabına sürüklenmişlerdi. Gittikleri yerlerin yabancılarıydılar. Yıllarca bunun ruhsal sıkıntısını yaşadılar. Kürt kır ekonomisi tahrip edilirken, Kürt kentlerinde kapitalizmin “olağan gelişme koşulları”, devlet zoru ve askeri şiddetle parçalanıp rayından çıkarıldı. Emek-sermaye ilişkilerinin üzerine, bürokratik askeri aygıtın şiddeti karabasan gibi oturdu. Üretim ve ticaret darbe yedi; sınıf ilişkileri karartıldı/karardı.
Buna rağmen, Kürt direnişi giderek büyüdü ve kent ve kırın ezilenleri başta olmak üzere, yüz binlerce-milyonlarca Kürt, ulusal hak eşitliği ve özgürlük talebiyle mücadeleyi genişlettiler. Kürt direnişinin güçlenerek sürmesiyle, Kürt ulusal varlığının reddi üzerinden geliştirilen propagandanın inandırıcılığı sarsılmaya başladı. Daha önceleri, sorunun varlığından habersiz olanların sayıları giderek artan bir kesimi, Kürt başkaldırılarının tarihe yeni gelmediğini öğrendiler; Koçgiri, Ağrı-Zilan, Seyh Sait isyanlarının bilgisine ulaştı. AKP Hükümeti sözcülerinin ve Başbakanının, CHP ile politik düello mantığıyla ve dönemin Genelkurmay belgelerinden alıntılayarak on binlerin kırılıp-göçertildiğini Meclis’te açıklamasıyla, Dersim isyanı ve katliamı daha çok kişi tarafından bilinir hale geldi. Böylece,sadece çatışmaların, ölüm ve yaralanmaların, nüfus göçünün doğrudan tarafı olanlar değil; Türk emekçilerinin daha geniş kesimleri de, Kürt sorununun kaynaklık ettiği ve devletin kimi yöneticileri tarafından 29. Kürt isyanı olarak adlandırılan bu “son isyan”ın sarsıcı dalgalarının etkisi altında, gerçeklerin neler olduğunu merak ve öğrenme ihtiyacıyla birlikte, sorunla daha fazla ilgilenir oldular. Kürt gerçeğinin örtbas edilmesini esas alan hakim politikayı kuşkuyla karşılama egilimi gelişip güç kazandı; manipülasyonun kara perdesi yırtılmaya başladı.

MANİPÜLASYONUNUN İFLASI VE ÇÖZÜMSÜZLÜĞÜN DAYATTIĞI ÇÖZÜM İHTİYACI
Türkiye’de yaşayan herkesin “Türk olduğu”nun kabul edilmesi için onlarca yıl boyunca sürdürülen inkar ve asimilasyon politikasının verdiği ürünün, MHP-İP’in; Sözcü gazetesi ve Cumhuriyet’in kimi gelenekçi kalemleriyle CHP’nin devletçi üst bürokrasisinin politikalarında sürekli yeniden filiz vermesi şaşırtıcı değildi. 88 yıl boyunca “Kürt yok” anlayışını işleyen bir ideoloji ve politikanın, ne denli dayanaksız olursa olsun, toplumsal ölçekte etkisiz kalması düşünülemezdi. Türk burjuvazi, bütün bu dönem boyunca, “Kürtler ve Kürtçe diye bir şey yok” propagandasıyla, Kürtlerin ulusal kaderlerini tayin için mücadeleye atılmalarının önünü karartmaya çalışırken, diğer yandan, Kürt ulusal varlığının, denebilir ki, en fazla farkında olan  güç olarak, ulusal özgürlük isteminin bir daha gündeme gelmemesini sağlamak için şiddet politikalarını eksik etmedi. Kapitalizmin Kürt toprağındaki gelişmesine bağlı olarak, Kürtlerin ulus olarak şekillenmeleri hız kazanıp ulusal istemlerle mücadeleye yöneldikleri her durumda, “ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü”nün tehdit altında olduğu propagandasıyla Türk emekçilerini, sermaye çıkarlarına yedeklemeye çalıştı. Çağrı, “Türk milletinin bekası için” herkesin devletin ve hükümetlerinin ardı sıra saf tutmasınaydı ve “Kimseye verilecek bir tek çakıl taşı bile yok”tu! Kürt pazarını “başkasına kaptırmayacak”tı; güç, imha ve tehdit; slogan etkiliydi. “Ne mutlu Türküm!” demeyen herkes “hain!” olarak damgalanmalıydı. Böylece, bu politikanın “kurbanları” arasına Türk işçi ve emekçileri de alınmış oldular. Çocukları, Kürtlere karşı haksız savaşta ölür ya da yaralanırlarken, kendileri de askeri-siyasal politikanın doğrudan ya da dolaylı hedefine girdiler. “Bölünme” korkuluğu en çok onlara doğru sallandı; sosyal durumları ve ruh halleri bozuldu; eski konumları ve ilişkileri sarsıldı. “Bölücülüğe karşı mücadele” adına çağrıldıkları fedakarlık, daha fazla yoksullaşmalarına, işsiz kalmalarına ve sosyal-siyasal haklardan mahrumiyetlerine neden oldu, vb. vb..
On yıllar boyu tahkim ve techiz edilen Türk burjuva ulus görüşü, bütün toplum kesimlerini, Türk olma temelinde “birleştirme”yi esas alıyordu. “Bölücü terörün kökünü kazıma”; “bölücü hainleri son ferdine dek yok etme” söylemi, Türk kökenli emekçileri sermaye çıkarlarına yedeklemeyi, Kürtleri de, “Kürt dahi olmayan, dışarıdan gelen bölücü teröristler” olarak tanımlanan Kürt direnişçilerinden uzak tutmayı  hedefliyordu.  Ne var ki bu politika ve propagandası, hem rasyonel burjuva çıkarları ve aklıyla çatışma halindeydi, hem de başlıca Kürt gerçeği ve Kürt ulusal direnişi karşısında, dayanaksızlığa mahkumdu.
Türk milliyetçiliği ve şovenizmini temel alan bu politika, Türk çıkarlarını –ki burjuva çıkarları olarak ifadesini buluyor– koruma-savunma görünümü vermesine, bu görünümü, sermaye dışı emekçi kesimlerin yedeklenmesinde işlevli olmasına rağmen, bitmek bilmez istikrarsızlık, kaynakların ekonomi dışı alana akışı, bürokratik-asalak askeri-siyasal güçlerin tüm halk üzerindeki zorbalığının güç kazanması, pazar ilişkilerinin; üretim ve ticaretin zarar görmesi gibi nedenlerle, Türk burjuvazisinin çıkarları açısından da ciddi bir sorun oluşturuyordu. Çatışma ortamı tarımsal, ticari ve sınai işletmeciliği darbeleyip, “serbest girişim”e askeri barikat örme gibi bir işlev görüyordu. Sabancı’nın “yatırım yapmak istiyorum, ama istikrarlı ortam bulamadığım için yapamıyorum” sözlerinde ifadesini bulan kapitalist istek, kâr için kapitalist üretimin ihtiyacına işaret ediyordu. Burjuvazi adına büyük sermaye sözcülerinin bir kesimi, “sorunun çözümü” için hükümetlerin daha fazla çaba göstermelerini, askeri politikalarla yetinilemeyeceğini, ekonomik ve sosyal-siyasal çeşitli diğer önlemlerin geliştirilmesi gerektiğini, direnişin boyutlanması ve kitleselleşmesine paralel olarak, daha aktif şekilde seslendirmeye başlarlarken, bölünme tehlikesini ve pazar ve etki kaybını hareket noktası alıyorlardı. Bu kaygı, milyonlarcası mücadeleye atılmış bulunan bir ulusun hareketini askeri zor yoluyla “yok etme” olanaksızlığının görülmesi derecesinde, somut-pragmatik politikalara dönüştü. TÜSİAD yöneticilerini, “sorunun çözümünü ve barışın sağlanmasını” istemeye yönelten, dolaysız kapitalist çıkarlarıydı. MGK’da, “Türkiye Kürtlerle büyüyecek” sözlerinin, topluma duyurulacak şekilde edilmiş olması, hakim ulus burjuvazisinin, sisteminin “istikrarı”, ve bölgesel gelişmeleri kendi lehine etkilemek üzere güçlerini “derleme” ihtiyacıyla bağlıdır. Ülkeyi yönetenler, hala “Kürt sorunu yoktur”, ya da başbakanın ifade ettiği üzere “Kimse bana Kürt sorunu var dedirtemez” modunda olmalarına; Kürt sorununu, adını koyarak kabullenmemekte ayak diremelerine, “barış” söylemini “terörü sona erdirme” bağlamında sürdürmelerine ve en şoven sermaye güçleri-partileri-çevreleriyle şovenizmin etkisi altındaki kesimleri hoşnut edecek ‘argümanlar’ı öne çıkarmalarına karşın, bir çözüm zorunluluğunun farkındadırlar. Kürt ulusal direnişi, Kürtlerin eskisi gibi yönetilemeyeceği koşulların oluşmasını sağlamıştır. İçinde, Kürtlerin de yaşamakta oldukları bölge ülkelerindeki gelişmeler ve bunların dünyadaki daha kapsamlı ilişkiler ve gelişmelerle bağı, Türkiye Kürtlerinin bugüne dek olduğu türden, salt siyasal-askeri zor ve inkarcı baskıyla “idare edilmesi” olanaklarını ciddi oranda daraltmış, hatta denebilir ki ortadan kaldırmıştır. Ülke ve toprak bütünlüğü Kürtlerin yaşadıkları bölge ülkelerinin hemen hepsi yönünden bölünme ya da Kürtlerin ulusal hak eşitliklerinin tanınmasını ertelenemez şekilde aktüelleştirmiş, Irak fiili olarak bölünmüş, Suriye, dıştan koordineli saldırıların da etkisi altında bölünme tehdidiyle karşı karşıya gelmiştir. Türk burjuvazisi, bölgedeki güç mücadelelerinin tümüyle dışında kalmamak, dışına atılmamak açısından da içerde nispi bir istikrara ihtiyaç duymaktadır. Amerikan emperyalizminin stratejik çıkarları, bölünmemiş ve güçlü bir Türkiye’yi hala gereksinir durumdadır. O, özellikle İran ve Rusya’ya karşı yürüttüğü politikanın ihtiyaçları yönünden Kürt sorununun bir tür burjuva çözümünü yararlı görmektedir. Türkiye gericiliği ile Irak Kürdistanı yönetimi arasındaki ilişkilerin yeniden düzenlenmesinin yanı sıra, Türkiye’nin kendi içindeki Kürtlerle ilişkilerini, “nesnel gerçeklerin farkında olarak” yeniden düzenlenmesini de, Türk burjuvazisi ve devletinin altmış yıllık “sadakati”nden güç alarak, yararlı görmekte ve istemektedir. Özal’dan bugüne Türk devlet ve hükümet yöneticilerinin “arayışında oldukları” çözüm, bu iç ve dış gelişme ve etkenlerin ürünü olarak şekillenecektir. “Çözüm”ün, Kürt direnişi ve tüm milliyetlerden Türkiye işçi ve emekçileriyle ileri kesimlerinin engeli aşıldığı oranda, sermayenin çıkarlarına uygun şekilde, ve şoven gerici kesimlerin hırlamaları da hesaba katılarak, mümkün en geri düzeydeki “hak tanıma”yla sınırlı tutulması, hakim burjuvazi ve hükümetinin asıl tutumudur. Başbakan‘ın, “silahlarını bırakıp ülkenin dışına çıksınlar” diye çağrıda bulunduğu Kürt silahlı güçlerinin “dışarıdaki mekanları”nın savaş uçaklarınca bombalanmaya devam ediliyor olması, içeride askeri operasyonların sürdürülmesi, “ne kadar geriletebilirsek, o kadar az taviz veririz” mantığının ürünüdür.

KÜRTLERİN İSTEMLERİ; HÜKÜMETİN “ÇÖZÜMÜ” VE BURJUVA SİYASAL “KAMP”IN DURUMU
Kürtler, Türk ulusuyla anayasal-yasal hak eşitliğinin sağlandığı, Kürt dili ve kültürü üzerindeki baskı ve yasakların son bulduğu bir sosyal-siyasal ve kültürel ortamda, Türkiye’deki tüm ulus ve ulusal topluluklardan halk kitleleriyle birlikte yaşama isteklerini politik partileri ve toplumun her kademesindeki sözcüleri aracıyla, birçok kez, ve son olarak da “barış görüşmeleri” bağlantısında ilan ettiler. En acil gereklilikler, anayasal eşitlik, anadilin tüm kamusal alanda serbestçe kullanılımı ve eğitimi, “Avrupa Yerel Yönetimler Şartnamesi”nin kabulü şeklinde dile getirilmiştir. Kürt sorununun çözümünün –özellikle de demokratik şekilde çözümünün gerekliliklerini karşılayıp karşılayamamasından bağımsız olarak bu istemlerin karşılanmasıyla silahların “gömülmesi”–”susturulması”, Kürt-Türk çok geniş halk kesimlerinin istemi ve beklentisidir. Sözü edilen “barış”a konu ve sebep savaşın Kürt sorunu kaynaklı olduğu ve bu sorunun çözülürek çatışmaların sona erdirilmesinin ülke nüfusunun %70 civarındaki kesimi tarafından istendiği, “toplumsal algı ve beklenti” araştırmalarının ortaya koyduğu sonuçlar arasındadır. Burjuva partileri ve hükümet sözcülerinin “ülke bütünlüğü” üzerine sürdürdükleri propagandanın, “ülke bütünlüğü içinde tam demokrasi”/“demokratik bir Türkiye” istemi tarafından boşa çıkarılması karşısında, sermayenin kurnaz temsilcilerinin yeni manevralara baş vurmaları beklenmekle birlikte, “tam demokrasi ve bölünmezlik”; “özgür iradesiyle kendisini ülkeye bağlı hisseden herkesin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı” olarak tanımı, “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı”ndaki çekincelerin kaldırılması; “çatışmasızlık, silah bırakma, yeni anayasa ve normalleşme…” şeklinde formüle edilen istemler, Türk halkı arasında da herhangi infiale yol açmamış, aksine halkın küçümsenemez bir kesimi tarafından olumlu karşılanmıştır.
Türk burjuva siyaset “kampı” ise, denebilir ki, politik bir kargaşa içindedir. Burjuva çıkarlarının, Türkiye gericiliğinin bölge politikalarının ve Türkiye’nin “bölünmesi olasılığı”na karşı “önlemler”in ihtiyaç haline getirdiği bir burjuva çözümünü dahi reddeden ırkçı-şoven burjuva siyasetinin en ateşli temsilcisi MHP’nin, şovenist İP’nin ve CHP’nin geleneksel devletçi ve şovenist-ırkçı kesiminin, AKP’nin temsil ettiği ve esas olarak büyük sermayenin  desteğinde olan “çözüm”cü güçlerle arasındaki söylemsel düello giderek sertleşmektedir. Sermaye basınındaki psikolojik savaş unsurlarıyla MHP ve İP ve CHP’nin şovenist politikacıları : “çözüm süreci”, “barış süreci”, “silahların susması”-“terörün bitirilmesi(!)” söyleminin eşlik ettiği tartışmayı, “görüşmelerde dile getirilen talepler”e değil, “görüşme”nin kendisinin “kabul edilemezliği”(!)ne yoğunlaştırarak, Kürtlerin ulusal varlıklarını inkar politikasındaki ısrarlarını yeniden ortaya koydular.  AKP’yi ve hükümetini, A. Öcalan ile yapılan görüşmeler üzerinden “vatana ihanet” ile suçlayan MHP, devletin Kürt politikasının herhangi taviz verilmeksizin gaddarca sürdürülmesini savunurken, CHP’nin Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, “bin yıllık devlet aklının devreye girmesi”ni isteyerek, ve Kürt mücadelesinin kaçınılmaz kıldığı değişiklikleri dahi “kabul edilemez” saydıklarını ilan ederek, ırkçı-şoven barikatın çürümüş temellerini yeniden takviyede, en şoven kesimleri yalnız bırakmayacaklarını gösterdi. CHP yönetimi, “hiçbir etnik kimlik diğerinin önünde değil” söylemiyle “etnik kimliklerin eşitliği”ni savunur görünmekle birlikte, “devlet teröristle görüşmez” döngüsünde tutunmaya çalışmakta, geleneksel şovenist ulus politikalarının belirlediği yerleşik anlayışlarla, sözüm ona değişime ayak uydurmaya çalışmaktadır. AKP ise, hükümet partisi olması ve devletin ana kurumlarının yönetimini elinde tutmasının “sorumluluğu”nu taşımasıyla da bağlı bulunan, ancak esas olarak ülkede ve bölgedeki gelişmelerin Kürt sorununun eskisi gibi götürülemeyeceğini ortaya koymasından hareketle bazı değişiklikleri zorunlu görmektedir. Buna rağmen, “barış savaştan daha zordur. Biz zor olanı yapmaya aday bir iktidarız… Terör sorununu çözmek için, baldıran zehiri bile olsa içmeye hazırım” diyen başbakan dahil, devlet ve hükümetin resmi politikasında, Kürt sorunu hala “terör” ya da “bölücü terör” başlığıyla yer alıyor. AKP ve birkaç yıl önce, “Kürt sorunu benim de sorunumdur” diye ahkam kesen Başbakan Erdoğan, sorunu sürekli olarak “terörün sona erdirilmesi”-“silahların bırakılması” çerçevesinde ele almaktadır. Başbakan, “Kürt sorunu diye bir sorun tanımıyorum, Kürt sorunu yoktur, Kürt vatandaşlarımın sorunu vardır”; “millet tektir” kestirimleriyle sorunun ulusal karakterinin reddine geri dönmüştür ve tartışması yapılan “çözüm”ü, “asla taviz verilemeyecek” “terörün bitirilmesi” projesi olarak tanımlamaktadır.
Burjuva siyasal “kamp” ya da “cephe”nin, burjuva partiler “koalisyonu”nun kapitalist çıkar çatışması ve rant kavgalarına bağlanan bu bölünmüşlüğü, Kürt sorunu karşısında ve Kürtlerin ulusal kimliğinin kaçınılmazlaştırdığı ulusal hak eşitliğinin tanınmaması paydasında “birliği” engellememektedir. Kürtlerin Türk ulusuyla ulusal tam hak eşitliğinin reddi tümünün ortak paydasıdır. Kapitalist parti fraksiyonları halinde bölünmüş olmasına rağmen, burjuva politikası, yüz yıla yakın süredir ülkede yaşanan ulusal-etnik eşitsizlikler kaynaklı sosyal-siyasal sorunların, çatışma, isyan ve bunalımların sürdürülmesini esas olarak dışlamayan bir karaktere sahiptir.
Ancak, bu politik-ideolojik saldırı ve manevralar, uzun on yıllar boyunca Kürtlerin varolmadığı üzerinden yürütülen propagandayla etkilenmiş Türk halk kitlelerinin bir kesimi üzerinde tereddüte sürükleyici etkisine rağmen, eski işlevini artık göremektedir. “Akan kan”ın ve bağlı olarak ortaya çıkan sosyal-ekonomik, psikolojik ve kültürel tahribatın yorduğu ve önemli oranda umutsuzluğa sürüklediği kesimler de dahil olmak üzere, toplumun çok geniş kesimleri, A. Öcalan ile “çözüm görüşmeleri”ni “doğal” ve “gerekli” görmekte; bu görüşmelerde ortaya çıkan sonuçların, bizzatihi başbakan ve çeşitli devlet kurumları sözcülerince “terör örgütünün siyasi uzantıları” olarak suçlanarak Türk halk kitlelerine, “muhatap kabul edilemez” gösterilen BDP milletvekilleri eliyle “Kandil’deki PKK lider kadrosu”na iletilmesini ve cevabının da Türkiye’ye taşınmasını yadırgamamaktadırlar. Irkçı-şoven politik çevrelerin sürdürdükleri inkar ve imha politikasının sürdürülemezliği, artık daha fazla anlaşılır hale gelmiştir. On yıllardır bir arada yaşayan, aynı işyerinde birlikte çalışıp sermaye ve kendi kapitalist patronlarına karşı mücadelede birlikte yer alan Türk işçileriyle Kürt ve diğer milliyetlerden işçi ve emekçiler, “çözüm”ün, kendi birliklerinin sağlamlaşması ve devamı açısından da yararlı olacağı üzerinde birleşmekte; Kürtlerin taleplerinin “bölücü” olmayıp, “birlikte yaşama”nın nasıl mümkün hale getirilebileceğine odaklandığını düşünenler giderek artmaktadır. 88 yıl önce belirlenmiş ve zorla kabul ettirilmiş “birlik” kuralları temelinde “birlik”in sürdürülmesi olanağı esas olarak ortadan kalkmışken, bu tür engelleyici çabaların ömrünün uzun sürmesi beklenemez. Tarihsel gelişme ve toplumsal değişimi arkasından çekerek geriye götürme girişimlerinin, bizzatihi bu gelişmelerin kendisi tarafından boşa çıkarılması kaçınılmazdır.
Kürt siyasal-askeri hareketinin, “çözüm önerileri”nin “TBMM’nin onayıyla yürürlüğe girmesi” isteğinin, “halk iradesi ve parlamenter temsil” üzerine burjuva söylemini ne denli zora sokacağı ise, süreç içinde açıklık kazanacaktır.

TÜRK İŞÇİ VE EMEKÇİ(LER) KÜRT SORUNUNUN NERESİNDE?
Burjuva siyasal parti ve güçlerin bu politikaları, –çıkarılabilir başkaca sonuçlarının yanı sıra– Kürt sorununun iki ulustan ve tüm ulusal topluluk ve milliyetlerden emekçilerin yararına bir çözümü için etkin ve tutarlı bir mücadelenin, esas olarak Türk emekçi kesimlerinin, ileri Türk işçi ve emekçileriyle aydınları ve devrimci genç kuşağının sorunu ve sorumluluğu olduğunu da açıklıkla ortaya koymaktadır.
Devlet ve hükümet çevreleri tarafından “terörü bitirme” politikası kapsamına daraltılmaya çalışılan Kürt sorunuyla bağlı sosyal-politik gelişmelerin, ülkenin ve tüm toplumun gündemine daha yoğun olarak girdiği bir dönemde, Türk kökenli işçi ve emekçiler ile sendikal-mesleki ve demokratik kitle örgütlerinin tutumu, demokratik hak ve özgürlüklerin elde edilmesinin gerçekte ancak bu kesimlerin mücadelesiyle mümkün olabileceği gibi basit bir gerçek nedeniyle, bugün daha fazla önem kazanmıştır. Her seferinde büyük çaplı katliamlarla, binlerce, on binlerce insanın topraklarından zorla çıkarılıp sürgüne gönderilmesiyle bastırılmasına rağmen, Kürtleri ‘ikide bir’ isyana-kalkışmaya iten asıl nedenleri görmeksizin, Türk ya da Türkiye’de yaşayan işçi ve emekçilerin, ülke yöneticilerinin gerçekleştirileceğini vaaz ettikleri demokrasi, barış, huzur, güven ve refah konusunda, yalan ile gerçeği ayırt etmeleri zor olacaktır. Kürtlerin nasıl ve kiminle birlikte ya da ayrı mı yaşayacaklarına bizzat kendilerinin karar vermeleri önündeki her türden siyasal, askeri, hukuksal baskı ve engelin kaldırılması; sadece eşit, özgür ve gönüllü birlik için koşulların oluşturulması açısından değil, Kürt ve Türk emekçilerinin sermaye ve burjuva gericiliğine karşı sınıf birliğinin güç kazanması açısından da zorunluluk göstermektedir.
Türk işçi-emekçi hareketininin son on yıllardaki durumu bu bakımdan başlıca iki özelliğiyle belirginlik gösterdi. İlk olarak, hareketin şu önemli özelliğinin altı çizilmelidir: Tüm kışkırtıcı burjuva bölücü politikasına rağmen ve esasen “ayrıksı” görülmesi gereken kimi aykırı örneklerin dışında, Türk-Kürt ve diğer milliyetlerden işçi-emekçi kitleleri, Kürt-Türk ayrımı üzerinden birbirleriyle çatışmadan geri durdular, durabildiler. Onlar, yıllardır –on yıllardır– birçok mekanda bir arada yaşamakta ve işyeri, fabrika, atölye ve kurumda birlikte çalışmaktadırlar. Sermaye saldırıları karşısında ve kendi kapitalistleriyle mücadelelerinde doğal olarak birlikte oldular. Bu nesnel durum ve sınıfsal “içgüdü” ve birlikte hareket, Türk işçi ve emekçisinin, Kürtlerin ulusal tam hak eşitliği taleplerinin baskı ve inkarla bastırılması karşısındaki tutarlı mücadelesiyle daha da güçlenecektir.
Diğer yandan ve ikinci olarak, Kürt siyasal örgütlenmesinin yönetici kesimiyle devlet ve hükümet temsilcilerinin yürüttükleri “çözüm görüşmeleri”, çözüm beklentisini ve “nasıl çözülecek, neler yapılacak, Hükümet Kürtlerin taleplerini karşılayacak mı, ne kadarını karşılayacak?” sorularını siyaset gündeminin ön tarafına çekmişken, Türk işçi ve emekçileri henüz, sorunun aktif ve etkin tarafı olmayı, siyasal demokrasinin ülkemiz açısından en önemli maddelerinden biri olan ulusal hak eşitliğini en tam, en ileri boyutlarıyla savunarak, devrimci sınıf çıkarlarına uygun bir tutumu, belirgin biçimde ortaya koymuş değillerdir. Türk işçi-emekçi sınıflarının mevcut tutumu, devlet-hükümet politikasının ve ırkçı-şovenist partilerin ardı sıra yürüyüşe geçme şeklinde, halkın çıkarlarıyla tümüyle bağdaşmaz bir özellik göstermemekle birlikte, Kürt direnişi ve taleplerine yaklaşım yönünden yine de belirgin şekilde sorunlu ve zaaflıdır. Anımsanmalıdır: Kürt işçileri büyük kentlerin, bazı inşaat ve tekstil işletmeleriyle bazı semtlerinde veya fındık/tütün toplayıcılığına ucuz işgücü olarak katıldıkları bazı yörelerde  saldırıya uğradıklarında, ‘sol’ siyasi parti ve örgütlerin protestoları dışında, ileri kesimleri dahil olmak üzere Türk ve diğer milliyetlerden işçi ve emekçilerin ülke düzeyinde ya da bölgesel ölçekte olsun, bu saldırılara karşı sözü edilir bir tutumu; herhangi protesto eylemleri ortaya çıkmadı. Kürt öğrenciler, anadillerinde eğitim görmek istediklerini açıkladıkları ve bu yönde yazılı beyanda bulundukları için derdest edilip zindanlara doldurulduklarında, işçi ve emekçilerle sendikal kitle örgütlerinin protestoları görülmedi/örgütlenmedi. Türk işçiler ve diğer emekçiler, sendikal-mesleki  örgütlerini, Kürtlere karşı inkar, asimilasyon ve zorbaca bastırma politikalarının son bulması için tutum almaya, güçlü eylemlerle sınıf tutumunu ortaya koymaya zorlayıcı; sendika üst yönetimlerinin devlet ve hükümetler yanlısı politikalarını etkisizleştirici bir inisiyatif gösteremediler. Küçük siyasal grup örgütlenmelerinin –o da az sayıda olanlarının protestolarına katılanlar– dışındaki büyük işçi çoğunluğu, genellikle “sessizlik” içinde ve “bana dokunmasın!” tutumunda oldu. KESK gibi kamu emekçileri örgütlerinin kimi eylemleriyle, ülkenin ilerici aydınlarının zaman zaman bir araya gelerek yayımladıkları “demokratik çözüm” bildirgelerinde ifadesini bulan tutumları ve çeşitli diğer açıklamaları ve küçük çaplı bazı protestoları saklı tutulduğunda, “ekmek kavgası”yla siyasal demokrasinin talepleri ve onların en önemlilerinden biri olarak Kürt-Türk ulusal hak eşitliği arasındaki bağ, esas olarak görülemedi.
Bu “ilgisizlik” ya da ilgi zayıflığın en önemli nedeni, hareketin dönemsel olarak içinde bulunduğu durumundan kaynaklanıyordu. Türk işçi-emekçi hareketinin 1980 sonrası dönemdeki en belirgin özelliği, arada yükselişe işaret eden kimi genel ve birçok lokal direnişe rağmen, esas olarak içine itildiği parçalılık, dağınklık ve istikrarsızlığı aşma gücü gösterememiş olmasıdır. Sermaye partileri hareketin bu durumundan fazlasıyla yararlandılar. Politikalarını ve politik manevralarını daha kolay pratiğe geçirme imkanı buldular. Yürüttükleri propaganda etkili olabildi. Bu etki en açık haliyle ve en fazla Kürt direnişi karşısındaki tutuma yansıdı. Burjuva parti ve kurumların “vatana ihanet” ve “bölücü terör” propagandası, sendikal bürokrasinin, “sol örgüt”lerin bir kesiminin ve “sol”-liberal ve “Kemalist” kesimlerin şoven gerici tutumlarından da güç alarak, hareket üzerindeki etkili olabildi.
Sendikal üst bürokrasi sermaye ve devlet yedeğindeki politikasını kimi zaman “politika ve partiler üstü” tutum olarak açıklamasına rağmen, devlet ve hükümetlerin, sağlı-sollu sermaye partilerinin çizgisinden ayrılmadı. Hükümetlerin yedeğinde yer alarak, askeri çuntaların ve “sivil hükümetler”in Kürtleri zorla boyunduruk altında tutma ve ulusal hak mücadelelerini terörizm olarak suçlama politikalarının destekçisi oldular. TÜRK-İŞ ve HAK-İŞ konfederasyonlarının izledikleri çizgi ile, MHP-İşçi Partisi ve CHP’nin Türk şoveni yönetimlerinin açıkladıkları ve izledikleri politikalar birbirlerinden güç aldı, birbirini tamamlama işlevi gördü.
İşçi ve emekçilerin ekonomik, demokratik ve sosyal hak ve çıkarlarını savunma, üyelerini bu amaçlı olarak birlikte hareket için örgütleme iddiasındaki sendikalar, özellikle konfederasyon üst yönetimleri, 40 bini aşkın insanın yaşamını yitirmesine, tarım, hayvancılık ve sanayi üretiminin darbelenmesine, Kürt bölgesinde doğal yaşam alanlarının tahrip edilmesine neden olan devlet politikasını emekçilerin yaşamına ve sorunlarına dışsal sayarak, “sorun dışı kalma” ve  sürecin kendileri dışında ortaya çıkaracağı sonuçlar üzerinde herhangi sorumluluk üstlenmeden, hükümet ve sermaye politikalarına yedeklenme tutumunu sürdürdüler. Türk-İş, DİSK, Hak-İş yöneticileri, “Kürt sorunu”ndan söz etmiş olmalarına; “Sendikal Güç Birliği Platformu”nu oluşturan sendikaların (Belediye-İş, Basın-İş, Deri-İş, Hava-İş, Kristal-İş, Petrol-İş, Tek Gıda-İş, Tez Koop-İş, TÜMTİS ve TGS) Kürt sorununun “çözümsüz bırakılmasını” eleştiren açıklamalarına ve DİSK gibi bazılarının Kürt sorunu “rapor”ları yazarak, sorunun “barış, eşitlik ve demokrasi temelinde çözülmesi”ni isteyen açıklamalar yapmış olmalarına rağmen, sendika yönetimlerinin asıl tutumu, pasif izleyicilik şeklinde oldu. “Sınıfın örgütleri” olma iddiasında olan, etnik kimlik, dil ve kültür farklılıklarını sınıfın birliğinin önüne geçirmeme sorumluluğu bulunan sendikaların bu tutumu, sermaye ve devletinin politikalarına güç verdi. Sorunun çözülmemiş olması, sendikal örgütlenme ve mücadele alanında esaslı problemlerin nedeni olmasına; Kürt kökenli işçilerin büyük çoğunluğunu, ulusal baskıya karşı mücadele ufkunu aşamayacak bir tutuma sürüklemesine; Türk işçi ve emekçilerinin büyük çoğunluğunu, sermaye ve devlet politikalarına karşı mücadeleden geri tutmasına rağmen, sendika yönetimlerinin bu sorunun çözümü için tutarlı bir demokratik mücadeleden uzak durmaları, sermaye ve devlet politikalarına doğrudan ya da dolaylı destek olarak şekillendi.
DİSK’in, KESK’in ve “Sendikal Güçbirliği Platformu” sendikalarının soruna yaklaşımları ile TÜRK-İŞ ve HAK-İŞ’in tutumları arasındaki farklılık pratikte esas olarak ortaya konmadı/konamadı ve bu sendikal örgütler ikircikli tutumlarını aşamadılar. DİSK, Genel Kurullarında (9., 10., 11 ve 12.ci ve izleyen diğer), Kürt sorunun “aslında bir Türkiye sorunu”; “Türkiye’nin demokratikleşmesi sorunu” olduğu doğru olarak tespit edilip açıklanmış olmasına; “Herkesin dilini, kültürünü, inancını özgürce yaşayabileceği” ‘Türkiye Cumhuriyeti Yurttaşlığı’nı yasalaştıran anayasa değişikliği savunulmasına; eğitim kurumlarında Kürt dilinin kullanılması ve öğrenilmesinin önündeki engellerin kaldırılması talep edilmesine rağmen, bunun mücadelesinden geri duruldu. Demokrasi sorunu liberal burjuva demokrasisi sınırları içinde tarif edilerek, halkın her düzeydeki görevlileri kendisinin seçip görevden alacağı demokratik siyasal yapıdan uzak bir politika bunun yerine ikame edildi. Petrol-İş, Hava-İş,  Birleşik Metal İş gibi TÜRK-İŞ’e bağlı sendikaların yöneticileriyle DİSK yönetimi, “Barışçıl demokratik çözüm” için sendikaların “daha aktif olmaları” ihtiyacına işaret eden açıklamalarla yetindiler. “Çözüm görüşmeleri”ni, “ülke ve ülke halkları için önemli bir aşama” saydığını açıklayan KESK ise, diğerlerinden ayrışan tutumlarına rağmen, emekçilerin geniş kesimlerinin demokratik talepler etrafında mücadeleye çekilmesi için üzerine düşen sorumluluğu yeirne getirmedi.
TKP gibi “sol” partilerin, genel olarak ulusal kurtuluş için direnişleri, özel olarak Kürt ulusal mücadelesini emperyalizmin stratejik-taktik politikaları bağlamında ele alması ve çözümün “sosyalist olmayan biçimleri”ni kabul edilemez sayması, kimi küçük sol grupların görünürde sol, gerçekte sağ-reformist anlayışlarla kuyrukçu tutumları, bazı küçük burjuva ortayol örgütlerinin “sosyalist arılık” adına Kürt hareketine mesafeli duruşu, aydınlanmış-ileri toplum kesimleri içinde tereddütlü yaklaşımları besleyen etkenler arasındaydı.
Türk işçi ve emekçileri, hareketin dağınıklığı ve istikrarsızlığı; bilinç ve örgütlenme düzeyinin geriliği ve bunun sonuçlarından biri olarak burjuva politikasının yarattığı etki nedeniyle, TÜRK-İŞ, HAK-İŞ gibi sermaye yanlısı konfederasyonlar ile sendika üst bürokrasisinin devletçi barikatını yıkmak için gereken örgütlü mücadeleyi gerçekleştiremediler. Kürt ulusunun varlığının inkarını içeren ve on yıllardır yürütülen propagandanın da etkisi altında, Kürtlere karşı izlenen ayrımcı politikanın geçersiz hale getirilmesi için gereken tutumu alamadılar.
Bu aynı neden, Türk işçi-emekçi hareketinin ideolojik-pratik zaaflarla belirgin durumuyla sermayeye karşı mücadelenin ihtiyaçları arasındaki çelişkinin aşılmasını, hareketin bugünkü en önemli ihtiyacı haline getirmiştir. Sorunun, baskı, şiddet ve inkarla toplumun yaşamından ve gündeminden çıkarılmasının olanaksızlığını gören burjuva yönetici sınıf ve kurumların, aralarındaki “hır-gür”e rağmen, Kürt politik güçleriyle “hak-taviz savaşı”nı açık alana çektikleri bir dönemde, sınıf bilincine ulaşmış kesimleri başta olmak üzere, Türk işçi ve emekçileri, ülkenin ve halkın bugünü ve geleceğini, burjuva çıkar hesapları ve politikasına terkedemezler. Kapitalizm, rekabete ve kâr için pazar kavgalarına mahkum bir sistem olarak, ulusal çıkar çatışmalarını ve milliyetçi-şoven duygu ve düşünceleri üretmesine rağmen, ulusların tam hak eşitliğini de garanti eden demokratikleşme, bütün sınıf ve kesimler içinde en fazla işçi sınıfının ve diğer sömürülen emekçi kesimlerin yararına olacaktır. Türk ulusundan emekçiler, Kürtlerin Türklerle “eşit” tutulamayacağını vaaz eden şovenist propagandaya kayıtsız kalarak ya da bu politikayı onaylayarak, ulusların kendi kimlikleriyle, kendi dilleriyle özgür bir şekilde yaşamasını bazı uluslar için hak, başka bazıları için ise yok ve tanınamaz sayan burjuva kesimlerle “aynı tarafta” olmadıklarını göstermekle yüz yüze bulunuyorlar. Hangi ulusal kökenden olurlarsa olsunlar, ezen-ezilen ulus ilişkisinin olmadığı, ulusal endişe ve engellerin esas olarak ortadan kalktığı; her sınıf ve kesimin kendi öz çıplak çıkarlarıyla karşı karşıya geldiği koşullarda, işçi sınıfı ve emekçilerin sermayeye karşı sınıf mücadelesinde bir araya gelmelerinin olanakları genişleyecek, sınıf birliği güç kazanacaktır. Türk işçi ve emekçileri, Kürtlerin ulusal taleplerinin karşılanmasını ne kadar tutarlı demokratik bir mevzide ısrarla savunurlar ve bunun için mücadelede tüm milliyetlerden emekçilerin birliğini sağlamak üzere ne kadar insiyatifli davranırlarsa, kendilerinin ve diğer ulus ve ulusal topluluklardan sömürülenlerin sermayeden kurtuluşu için sorumluluklarına o kadar uygun davranmış olurlar. İşçi sınıfı ve emekçiler, “sorunun çözümü”-çözüm yöntemleri konusunda atıl durarak ya da pasif bir destekçi tutum içinde olarak demakratik hak eşitliği mücadelesine güç veremezler. Ülkenin ve tüm milliyetlerden halkının, ulusal ezme/ayrıcalıklar politikasının neden olduğu güvensizlik ve “yabancılaşma”yı aşması, bugün Kürt sorununda Kürtlerin ulusal taleplerinin en ileriden savunulması; ulusal tam hak eşitliği, anadilde eğitim ve Kürtçenin kamusal yaşamın tüm alanlarında serbestçe kullanılması, yasal-anayasal, hukuksal, kültürel her alanda tüm ayrımcı ve şovenist kural, anlayış ve uygulamanın kaldırılması için mücadeleye bağlanmıştır. Demokratikleşmenin en önemli konu başlıklarından birinin Kürtlerin ulusal-kolektif haklarının tanınması ve yasal-anayasal güvenceye bağlanması, siyaset yasaklarının kaldırılması, dil, kültür alanında tam bir serbesti, örgütlenme, söz basın-yayın özgürlüğü olarak şekillendiği ülkemizde, halkların eşit hak ve gönüllü birlik temelinde kardeşçe yaşayabilecekleri bir Türkiye’nin var edilmesi, herkes ve her kesimden önce Türk işçi ve emekçileriyle ileri kitlesinin hem sorumluluğudur, hem de yararınadır. İşçi sınıfı, sorunun demokratik çözümü için, Türk burjuva şovenizminin ve ulusal baskı politikasının yarattığı güvensizliğin yok edilmesinin taşıdığı önemi bilerek, halk yığınları içinde inisiyatifi ele aldığında, sermayeye karşı sömürülen ve ezilenlerin birliği güçlenecek, anti demokratik baskı sisteminin tasfiyesi kolaylaşacak; hükümet ve burjuva partilerinin manevra alanı daralacak, demokrasi ve sosyalizm için mücadele mevzi kazanacaktır.

*  *  *
İşçi ve emekçilerin sermayeye karşı birliği, ekonomik, sosyal ve siyasal taleplerini elde etme mücadelesinin başarısı ve bu mücadelenin sömürü ilişkilerinin tasfiyesine genişlemesinin olanağı ya da aynı anlama gelmek üzere koşulu, –ülkede birden fazla ulus ve ulusal toplulukların yaşaması gibi  bir “özgün” nedenle–, “etnik temelli kuşku ve bölünme” üzerinden barikat oluşturan yaklaşımların etkisiz kılınmasıdır. İşçi sınıfı ve emekçilerin sermaye egemenliğinden kurtuluşu için, burjuva politikası ve ideolojik kuşatmasının şovenizm dahil her türüyle etkisiz kılınması başlıca koşullardan biridir. Ulusal baskı ve ayrıcalıkların reddi olmaksızın, tüm milliyetlerden emekçilerin sınıf birliğinin örülemeyeceğini, herkesten önce en ileri işçi kitlesinin anlaması ve buna uygun bir tutumla, aktüel olanları başta olmak üzere, gelişmelere müdahale etmesi  gerekir. Bağımsız sınıf tutumu için bu zorunludur.

Kuvvetler ayrılığı ve Başkanlık sistemi

Önceki iki anayasa metninin askeri darbe dönemlerinden sonra kaleme alınmış olması nedeniyle, müstakbel anayasanın ilk “sivil” karakterli anayasa olacağı AKP Hükümeti tarafından ileri sürülüyor. “Sivil” sözcüğünün hakkını vererek içini dolduracak biçimde, toplumsal sınıf ve kesimler; emek ve demokrasi güçleri, sendika, meslek ve kitle örgütleri sürece dahil edilmeden, sadece mecliste grubu bulunan parti temsilcilerinin oluşturduğu komisyonda devam eden yazım süreci, doğal olarak hayli tartışmalı geçiyor. Erdoğan’ın anayasal bir prosedür haline getirmek üzere kuvvetler ayrılığı eleştirisine bağladığı başkanlık sistemi önerisi de, siyasi ortamdaki harareti artıran konu başlıklarından biri oldu.
Tayyip Erdoğan’ın, yeni anayasanın kritik noktalarını meydanlarda, partisinin grup toplantılarında, açılış ve konferanslarda, hatta yurtdışı gezilerinde yaptığı konuşmalarla fiilen şekillendirmeye çalışırken, kuvvetler ayrılığının varlığını, mevcut sistemin en çok aksayan yönlerinden biri olarak günah keçisi ilan etmesinin ve hemen ardından çözüm olarak başkanlık sistemine geçişi göstermesinin, zamanlama bakımından, hükümet icraatinin onu getirdiği nokta ile tutarlılık içinde olduğu söylenebilir. Daha önce Özal ve Demirel tarafından da telaffuz edilen başkanlık sistemi, ilk kez Erdoğan zamanında yüksek sesle talep edilebilir hale geldiyse, bu, siyasal konjonktür buna elverişli olduğu için oldu. Hükümet, başkanlık sistemini, Kürt ulusal hareketiyle barış için yapılan müzakere sürecinin pazarlık konularından biri olarak görüyor ve Başbakan’ın, komisyonda mutabakatla hazırlanamadığı taktirde, AKP tarafından yazılacağını ilan ettiği yeni anayasaya dahil olmasını istediği bu sisteme geçişi, ancak BDP’nin desteğiyle benimsetme hesabı yaptığı biliniyor.
Diğer yandan; AKP Hükümeti’nin yasama sürecine kazandırdığı bazı yeni teamüller var: Benzemez konularla ilgili yasa önerilerinin bir araya getirilip hepsinin birden tek celsede yasalaştırılması anlamına gelen “torba yasa çıkarma” pratiği ile yürütmenin Kanun Hükmünde Kararname çıkarma yetkisinin istisnailikten çıkarak vakayi adiyeden sayılmaya başlaması bunun en önemlilerinden. Bu yönetme alışkanlığı, Hükümeti, Anayasaya da neredeyse bir KHK muamelesi çekme noktasına getirdi ve Kürt sorununun çözümüyle, kuvvetler ayrılığının siyasi gelecekten tasfiyesi, başkanlık sistemine geçiş gibi köklü değişikliklerin “torba yasa” zihniyetiyle bir arada işleme sokulabileceği inancına zemin hazırladı.
Yasama organında çoğunluğa sahip hükümet partisinin bu pervasızlığı, başta Erdoğan’ın deyimiyle Meclis’te ana muhalefet partisi tarafından temsil edilen eski statüko savunucusu muhalefetin, diğer yandan da, başkanlık sisteminin Kürt siyasal hareketiyle bir alış-veriş konusu haline getirilmek istenmesi “kamuoyu”nun tepkisini yükseltiyor. Kuvvetler ayrılığı prensibinin yerine gündeme getirilen; yasama, yürütme ve yargının denetimini ve işleyişini neredeyse tek adama bırakan hükümet önerisi, bu ayrılığın demokrasinin (şüphesiz burjuva demokrasisinin) olmazsa olmazlarından biri olduğuna dair yüzyıl boyunca birikmiş kanıyı taşıyanlar için elbette kolay kabul edilebilir bir durum değil. Tam da bu yüzden, Başbakan, başkanlık sistemi konusunda “ben illa olacak demiyorum, tartışalım” içerikli konuşmalar yaparak, ama bu konuşmalar sırasında tartışma başlıklarını gündeme bizzat sokarak, amacına giden yolda suhuletle yürümeye devam ediyor.
Bir zamanlar, İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanı iken “emperyalizmin dikte ettiği bir şey” olarak tanımladığı başkanlık sistemine, belediye başkanlığı köprüsünün altından çok sular aktıktan sonra, Başbakan’ın “tartışılsın, illa da olacak diye bir şey yok”, “biz bu konuda çok ısrar etmiyoruz” “üzerine çalışıp Türk tipi başkanlık sistemini şekillendirelim” mealinde sözlerle kamuoyunu yönlendirmeye çalışmasında, Erdoğan’ın, yeniden aday olmasının düşünülmediği AKP iktidarının üçüncü döneminden sonra da, daha uzun süre iktidarda kalmakla ilgili kişisel tutkusunun rol oynadığını düşünen kesimler var. Ancak tarihi, iktisadi ve politik gerekliliklerle değil, akıl dışı hırslara sürüklenmiş figürlerin kişisel saplantısıyla açıklamak her zaman yanıltıcı olmuştur. Üstelik Erdoğan’ın “kuvvetler ayrılığı”nı eleştirerek, başkanlık sistemini niye istediğine dair açıklamaları, kişisel hırs eksenli eleştirileri boşa çıkarır ve somut, doğrudan doğruya kişisel olmayan gereksinimin kaynağını açıklıkla izah eder nitelikte. Başbakan Erdoğan, talebini gerekçelendirirken eleştirmenlerinin birçoğundan daha fazla sınıfsal çıkar ve aidiyet cümleleri kuruyor. Burhan Kuzu’nun, Erdoğan’ın talimatıyla, tartışmalara rehber olsun diye hazırladığı, epey bir yandaş yazarın da dersini oradan çalıştığı veya kopya çektiği Başkanlık Sistemi adlı kitap ve bunlara ek olarak hükümet mensuplarının açıklamaları, talebin kişisel değil, daha ziyade, sınıfsal hırslarla ilişkilendirilmesi gerektiğini gösteriyor zaten.
Örneğin, Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, Davos’ta şöyle konuşmuştu: “Doğrudan yabancı yatırım bizde dünya ortalamasına göre 2012’de daha fazla azaldı. Yargı başta olmak üzere daha yapısal adımlar atılması gerekiyor. İstenen imzalar yatırımcıyı uğraştırıyor, yeni önlemler gerekli. Yatırımcıyı Türkiye’de hâlâ çok üzmeye devam ediyoruz. Bürokrasi ve yargıdaki belirsizlik yatırımcıyı çok yıldırıyor. Bu konuda gerekirse radikal adımlar atmamız gerekiyor.”
Bir örnek de Başbakan’dan: “Sistem düzenli kurulmamış. Düzgün kurulmadığı içindir ki, umulmadık yerde, umulmadık şekilde bakıyorsunuz bürokrasi karşımıza dikiliyor. Bürokratik oligarşi karşınıza çıkıyor. Umulmadık yerde yargı ile karşı karşıya kalıyorsunuz. Yasama, yürütme, yargı bu ülkede öncelikle milletin menfaatini düşünmeli… Eğer benim yapacağım yatırımı bir kelimeden dolayı kalkar da 3 ay, 6 ay erteletirsen, bu 1 sene, 2 seneye giderse, o zaman bu ülkenin kaybının bedelini, asla ne tarihe hesabını verebilirsiniz, ne de bu toprağın altında yatanlara hesabını verebilirsiniz… Tüpraş’ın, Tekel’in, şeker fabrikalarının özelleştirilmesinde biliyorsunuz yargı devreye girdi. Kimi zaman iptal, kimi zaman geciktirmek suretiyle ağır bedel ödetti.”
Benzer içerikteki konuşmalara dair örnekler çoğaltılabilir. Bunların bazıları ilerleyen satırlarda yine referans olacaktır. Açıklamalar, Başbakan ve Hükümetinin, yasama, yürütme ve yargı ayrılığının özelleştirmeleri ve sermaye yatırımlarının hızını yavaşlattığı düşüncesiyle, yeni bir siyasal sistem arayışı içinde olduklarını gösteriyor. Bu arayış, Türkiye’nin içinde bulunduğu tarihsel konjonktürün ürünüdür. Ama buraya gelmeden önce, “kuvvetler ayrılığı”nın tarih sahnesine ilk çıktığı andan itibaren farklı sınıflar için ne anlama geldiğini, süreç içinde nasıl bir işlev gördüğünü hatırlamakta yarar var.

BURJUVAZİNİN CAN SİMİDİ: KUVVETLER AYRILIĞI
“Kuvvetler ayrılığı” kavramı, başka diğer kavramlara yapıldığı gibi, tarihin bir noktasında insanlığın önüne çıkan bir soruna ilişkin çözümün zihinde belirişi olarak değil de, onu ilk kez ifade eden üstün yetenekli düşünürlerin buluşu olarak tanımlanmaya çalışılırsa, düşünce tarihi, adres olarak, İngiliz felsefecisi Locke ve Fransız muadili Montesquieu’yu işaret edecektir.
Bu iki düşünürün, birinin İngiliz Devrimi’nin sonuçlarından yola çıkarak, diğerinin de gelmekte olan Fransız Devrimi’nin işaretlerini okuyarak ortaya attığı, aradan bunca yüzyıl geçtiği halde kendisini hâlâ tartıştıran “kuvvetler ayrılığı” tezi, bu tezin, onu kalıcı ve etkili kılan maddi bir zorunluluktan değil, iki düşünürün muhakeme yeteneğinin olumsal işleyişinden doğduğu düşünülüyorsa –ki bir düşüncenin ortaya çıkışını, sosyal ve siyasal bir bağlamda değil, düşüncelerin birbirini doğurduğu bir tarih çizgisi üzerinde tartışma eğilimi her zaman vardır–, o zaman Locke’un da, Montesquie’nun da birer ironi olmaktan başka şansı kalmayacaktır. Ama öyle olmamıştır; tarihin zorlu bir döneminde yükselen sınıf, kendisini, Locke ve Monsetquieu’nun düşünceleriyle ifade etmiş, bu iki düşünür çağlarının birikiminin taşıyıcısı olmuşlardır.
Başbakan’ın “başkanlık sistemi”ni tartışmaya açtığı andan itibaren sayısı artan akademik çalışmalar, “kuvvetler ayrılığı”nın tarihsel belirişine ilişkin, Locke’a ve Montesquie’ya doğal olarak referans veriyor. Ne var ki, ne Locke’un İngiliz Devrimi ne de Montesquieu’nun fikrinin Fransız Devrimi’nden sonraki Anayasaya kalıcı bir metin olarak yazılmasını mümkün kılan şartlar pek konuşulmuyor. Buradan rahatlıkla şu sonuç da çıkarılabilir: Eğer “kuvvetler ayrılığı”nı icat eden, tarihteki sınıflar mücadelesi değil de, Locke’un ve Montesquieu’nun  muhteşem zihni ise, iptal eden kişi neden hırslı Tayyip Erdoğan olmasın?!
Locke, İngiliz burjuvazisinin aristokrasiye karşı verdiği uzun mücadelenin ortasında; Magna Carta sözleşmesi ile, yerel aristokrasiyle merkezi hükümet arasındaki yetki ve egemenlik çatışması biçiminde beliren sınıf mücadelesinin sonuçlarının derlenip toparlanmasının ve bir düzene sokulmasının deneyimini belleğinde tutarak, kendi maddi gelişimini önüne çıkan engellerden nasıl temizleyeceği konusunda kafa yoran yeni sınıfın düşünürü olarak ortaya çıkmıştı. Locke, insanın doğa halindeki yaşamındaki ihtiyaçlarını tespit ediyor ve bu ihtiyaçların giderilmesi sürecinde ortaya çıkacak sorunların barış içinde nasıl çözülebileceğinin formülünü arıyordu. Bu ihtiyaçları tespit ederken başlıca kaygısı mülkiyetin korunmasıydı kuşkusuz; 7. Henry döneminde, manifaktür burjuvazisi koyun yünlerini tekstil manifaktüründe kullanabilsin diye, köylülerin topraklarından şiddet kullanılarak uzaklaştırıldığı bir tarihsel dönemden geçmiş olan İngiltere’de, el konulan mülkün el koyana ait olacağı fikri de Locke’undur. Dolayısıyla onun fikri, bir bakıma, büyük bir altüst oluşun yaşandığı çağda, filiyata ilişkin orada burada dağınık olarak beliren düşüncelerin sistematize edilmiş haliydi.
1640 Devrimi’nden sonra, bir yandan monarşik iktidara parlamenter bir biçim vererek yetkileri paylaşmaya çalışan, tekelleşme eğilimli ticaret burjuvazisi ile çıkarları onların gelişimiyle çatışan küçük toprak sahipleri arasındaki şiddetli çatışmalar, Locke’un önüne, doğa durumunda iken aslında barış içinde yaşayacak insanın, önlem alınmadığı için düştüğü bu durumdan nasıl çıkacağı ve çatışmanın değil ahengin hüküm sürdüğü bir dünyanın nasıl kurulacağı sorusunu getirip koymuştu. Bu soru, yükselişinin önüne engel çıkaran monarşi ile çatışan burjuvazinin çözmesi gereken bir sorundu aslında. Aynı soruyu başka türlü yanıtlayan Hobbes’a kalsa, çatışma ve çelişkilerin uyumluluk arayışıyla değil, kılıçla kontrol edilmesi gerekecekti. Locke, “Yasama”, “Yürütme” ve “Federalizm” gibi üç kuvvet tarif ederek, bunların birbirinden ayrı çalışmaları gerektiğini ilan ettiğinde, sadece İngiliz burjuvazisi değil, bu çözümü baş tacı edecek olan dünya burjuvazisi de yeni sistemini bulmuş oldu. Zira “kuvvetler ayrılığı”, hem eski ama tamamen iktidardan sürülememiş egemen sınıflar ile yeni sınıf arasındaki çatışmayı, hem yeni sınıfın farklı iktisadi çıkarlara sahip kesimlerini belirli bir denge içinde ve erki, hiçbir sınıfın tek başına kendi yararına kullanamayacağı, bir diğeriyle paylaşmak zorunda kalacağı biçimde örgütleyecek bir ilkeydi. İngiliz burjuvazisi, bu disiplin içinde palazlanıp gelişebildi. Sonraki zamanlarda da, Kıta Avrupası’nı, Fransa’dan başlayarak sarsan burjuva devrimler benzer ihtiyaçları ortaya çıkardılar; ve nihayet Marx’ın da dediği gibi, “Kraliyetin, aristokrasinin ve burjuvazinin birbirleriyle egemenlik mücadelesi verdiği, dolayısıyla egemenliğin bölünmüş olduğu bir devirdeki bir ülkede, kuvvetler ayrılığı öğretisi, egemen düşünce haline gel(di) ve ‘ölümsüz bir yasa’ olarak ifade edil”di.
Parlamento geleneği çok daha eskilere dayanan İngiliz burjuvazisinin yönetim aygıtı, Montesquieu’nun Fransası’ndan farklı olarak, bu sınıf monarşi ile çatışmasını bir giyotin darbesiyle taçlandıramadığı için, bugün parlamentonun şeklen hâlâ, Lordlar ve Avam Kamarası gibi iki ayrı sınıf statüsüne sahip temsilcilerden oluşan biçimi, “kuvvetler ayrılığı” ilkesini, bu ilkeyi güçlendirecek kurumlaşmalar oluşturarak, güvenceye aldı. Montesquieu, Locke’a küçük bir ayar çekerek, kuvvetleri, “Yasama”, “Yürütme” ve “Yargı” olarak tanımladı. 1789’dan başlayıp Paris proletaryasının 1871 Komün direnişine kadar süren Fransız burjuvazisinin iktidar mücadelesi, bu süre zarfında, arada aristokrasinin restorasyon dönemlerinin olduğu, Bonapartist güç biriktirme evrelerinden geçildiği, inişli çıkışlı ve oldukça kanlı bir seyir izlemişti. Fransız krallığına karşı burjuvazinin başını çektiği Devrim’in en büyük müttefiki olan işçiler ve köylüler için, kendi ideallerini en doğru, en temel ve aristokrasi dışındaki bütün sınıflar için geçerli ilan eden yeni sınıfın bayrağı altındaki her toplaşmanın büyük bir hezimetle sonuçlanmasından çok önce, Fransız Devrimi’nden yaklaşık yüz yıl önce doğmuş parlamenter ve hukukçu Montesquieu, kendisi bir aristokrat olduğu ve aslında çürümekte olan bu sınıfın iktidarını revizyona tabi tutarak kurtarmaya çalıştığı halde, tam da devrimin burjuva idealinin, yani burjuva saflarda toplanan herkesin ayaklanma zamanlarında sandığı şeyi, iktidarın herkesin olduğu zannını sonsuza kadar geçerli kılacak bir formülü öngörmüştü. Onun sezgileri, erkin erkle sınırlanabileceği, böylece, sınırlanmış bir aristokrasinin sınırlanmış bir burjuvazinin karşısında varlığını koruyabileceği noktasına getirmişti onu. Nihayet, 1789’da, Fransız İnsan Hakları Beyannamesi’ne “Yasama, Yürütme ve Yargı”nın ayrı kuvvetler olarak işletilmesi not düşüldüğünde, o zamanın aristokrasisi ile burjuvazinin sınıf ilişkilerini düzenlemeyi öngören ilke, kralın kellesinin giyotin sepetine düşmesinden itibaren, şimdi büyük vaatlerle harekete geçirdiği “ayak takımı” ile başbaşa kalan burjuvanın bundan sonraki dönemde de işine yarayacaktı.
Birbirlerine müdahale edebilen, birbirini sınırlayan ve frenleyebilen, “birinin kötüye kullanımını diğerinin engelleyebildiği” “üç güç”, böylece, iktidardan pay almaları, burjuvaziyle birlikte sahneye çıkmış olmalarına karşın her bakımdan ve her yöntemle engellenen emekçiler için, sular durulduktan çok sonra da, erkin veya devletin sınıflar üstü bir kurum olduğu hissiyatını üretmeye elverişli bulunacaktı. Montesquie, özgür bir toplumda özgür insanların kendi kendini yönetebileceğini, dolayısıyla yasama kuvvetinin halkta olması gerektiğini söylüyordu. Burjuvazi de, parlamentosunun varlık nedeninin bu olduğunu iddia ediyordu zaten. Alman İdeolojisi’nde Marx ve Engels şöyle anlatır: “Devrimci sınıf, daha başından itibaren, sırf, bir sınıfın karşısına çıktığı için, sınıf olarak değil bütün toplumun temsilcisi olarak sahneye çıkar; tek egemen sınıfın karşısında, toplumun tüm kütlesi görünümündedir.* Bunu yapabilmesinin nedeni, başlangıçta onun çıkarlarının toplumun geriye kalan bütün egemen-olmayan sınıfların çıkarlarına gerçekten de halen büyük ölçüde bağlı olması ve o güne kadarki mevcut koşulların baskısı altında henüz kendi çıkarlarını belli bir sınıfın özel çıkarı olarak geliştirememiş olmasıdır. Dolayısıyla, bu sınıfın zaferi, egemenliğe ulaşamayan sınıfın bireyleri açısından da, ama yalnızca onların egemen sınıf konumuna yükselmesine olanak sağladığı ölçüde yararlıdır. Fransız burjuvazisi aristokrasinin iktidarını yıktığında, pek çok proletere de, ama yalnızca birer burjuva haline geldikleri ölçüde proletaryanın üstünde bir konum elde etme olanağını yakalamış oldu. Bu yüzden, her yeni sınıf, kendi egemenliğini ancak önceki egemen sınıfınkinden daha geniş bir temele dayanarak kurabilir; ama buna karşılık, sonrasında, egemen olmayan sınıflarla yeni egemen olan sınıf arasındaki karşıtlık çok daha keskin ve derinlemesine bir gelişim gösterir…
“Belirli bir sınıfın egemenliğinin yalnızca belirli düşüncelerin egemenliği olduğuna dair bütün bu zevahir; genel olarak sınıf egemenliği toplumsal düzenin biçimi olmaktan çıktığı anda, yani özel bir çıkarı genel çıkar olarak ya da ‘genel olanı’ egemen olan olarak göstermeye gerek kalmadığı anda, elbette kendiliğin-den ortadan kalkar.”
Nitekim, Marx ve Engels’in Fransız Devrimi üzerinden “kuvvetler ayrılığı”nın tarihselliğine, egemen düşüncenin “özel bir çıkarı genel çıkar olarak ya da genel olanı egemen olan olarak göstermeye gerek kalmadığı anda kendiliğinden ortadan kalk”masına ilişkin söyledikleri, 1871 Paris Komünü sırasında pratik bir karşılık buldu. Paris proletaryası artık özel bir çıkarı genel bir çıkar olarak benimsemekten vaz geçtiği anda, aristokrasiyi devirirken birlikte yola çıktığı yeni egemen sınıfa karşı silahlarını doğrulttu ve Komün’ün kısa hayatı boyunca kendi sınıf iktidarının prototipini oracıkta oluşturdu. Bütün diğer sınıfların; burjuvazinin ve aristokrasi artıklarının, polisin, bürokrasinin ve askerin birleşip karşısına çıktığı Paris proletaryasının, Komün günlerinde ortaya çıkardığı bu prototip, “kuvvetler ayrılığı” ilkesine dayalı burjuva parlamentarizminin bir eleştirisini yaparak, 1917 Ekim Devrimi’nden sonraki Sovyet iktidarının da ilhamı olacaktı. Marx daha 1871’de şöyle yazıyordu: “Komün parlamenter bir örgüt değil, aynı zamanda hem yürütmeci hem de yasamacı etkin bir örgüt olmalıydı…”
Montesquie’nun “özgür bir toplumda yaşayan özgür insanlar kendi kendilerini yönetebilirler” öncülünden yola çıkıp vardığı, seçilmiş burjuva temsilcilerinden oluşan ve emekçilere hâlâ kendi iradesinin yansıması gibi görünmeye devam eden yasama organı kurgusu ile, Marx’ın Komün deneyimi ile ilgili saptaması ne kadar da farklıdır.
Lenin’in Komün ile ilgili yorumu ise şöyledir: “Komünün önemini oluşturan şey, burjuva devletin bürokratik, adli, askeri, polissel aygıtını tepeden tırnağa parçalamaya, yıkmaya ve onun yerine işçi yığınların yasama ve yürütme güçlerinin ayrılığını tanımayan özerk bir örgütünü geçirmeye girişmiş olmasıdır…”
Komün ve Sovyet örgütlenmeleri, burjuvazinin o zamana kadar alt sınıfları oyaladığı ve aşamalarından dışlandıkları halde karar alma süreçlerine katılıyormuş gibi hissetmelerini sağlayarak, onları, yönettikleri “kuvvetler ayrılığı”nı fiilen eleştirerek, bir diğerini dışlayan sömürücü sınıf mefhumunun reddi esasına dayalı kuvvetler birliği bayrağını yazılı ve yazısız anayasalarına çekmişlerdi.
İşçi sınıfı mücadelesinin şimdi unutulmuş evrelerine dair anılar, kuvvetler ayrılığı esasına dayanan parlamenter sistemin; burjuva iktidarının bu kadim biçiminin tek ve evrensel bir sistem olmadığını göstermesi bakımından önemlidir. İşçi sınıfı, Komün’de ve Ekim Devrimi’nden sonra, yerel Sovyet örgütlenmeleri temelinde, aşağıdan yukarı, bir sınıf olarak iktidarını örgütlerken, kuvvetler ayrılığını değil birliğini esas almıştır. Birkaç senede bir oy vererek, sözde kendisini temsil edecek vekilleri seçen, sonra da siyaset dışında kalmaya zorlanan emekçi kitleler için “özgür insanın özgür bir toplumda kendi kendini yöneteceği” bir düzen, burjuva demokrasisi sınırları içinde değil, topluluğun gönüllü olarak uyması gereken kuralların ve yasaların çıkarılmasını da o topluluğun işi olarak ele alan Sovyet örgütlenmesinde mümkün olabilmişti. Bu, bugünün koşullarında bir ütopya olarak görülebilir, ama böyle bir sistem tarihin yakın bir yerinde var olmuştur ve işçi sınıfının kapitalist toplumdan sonra kuracağı düzende yönetim aygıtının işleyiş koşullarına dair ilk tarihsel deneyi oluşturmuştur.
Yüzlerce yıllık monarşik iktidarların alaşağı edilmeye çalışıldığı sancılı ve uzun burjuva devrimleri çağında, kuvvetler ayrılığı ilkesi insanlık için önemli bir gelişim uğrağıydı. Henüz hiçbir sınıfın iktidarı tek başına almaya muktedir olamadığı o koşullarda, erkin erkle denetlenmesi anlayışı tarihsel bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştı ve sonraki dönemlerde de kapitalist demokrasi için önemli bir birikim yarattı. Burjuvazinin sınıf mücadelesi elbette sadece aristokrasinin devrilmesiyle sona ermemişti ve bir zamanlar bayrağının altına topladığı işçiler, diğer emekçiler ve köylüler bu yeni sınıfın iktidarına karşı mücadele etmeye başladıklarında, yani burjuvazi kendisini daha amansız ve sürekli bir sınıf mücadelesinin içinde bulduğunda da, kapitalist kurucu ataların bulduğu yöntem işe yarayacaktı. Daha doğrusu buna zorlanacaktı. Partilerinde, sendikalarında, kile örgütlerinde, kadın ve gençlik teşkilatlarında örgütlenen işçiler ve emekçiler, bu iktidarın pervasızlığa meyyal, diktatörlüğe dönüşebilme eğilimini her zaman denetlediler ve asıl dengeleyici ve frenleyici kuvvet, fabrikalarda, alanlarda ve toplu sözleşme masalarında belirdi. O zaman, burjuvazinin sınır aşmaya yönelen sapkın girişimleri karşısında, işçi sınıfının hukuki çerçeveyi zorlayıcı girişimleri sonuç vererek yasal metinlere kazanım olarak işlendikçe, yargı kurumunun özerk statüsünün ve hakem rolünün az çok, hiç değilse görünümde korunması, yasamanın da sokağın sesine itibar veriyormuş gibi davranması, burjuva demokrasisinin tamamlayıcıları arasına girdi.
Ne var ki, burjuva demokrasisi önünde sonunda bir sınıf iktidarıdır ve burjuvazi, kendi sınıf iktidarını, emekçi sınıfları siyasal karar alma ve temsil süreçlerinden dışlayıcı mekanizmaları güçlendirerek, güvenceye almaya çalışır. Bu sistemin yasaları, esasen büyük mülkiyet sahibi sınıfın çıkarlarını korumak, sermaye birikim ve dağılımının koşullarını rahatlatmak üzere oluşturulmuştur. Burjuva demokrasisi ülkelerinin yasalarında bulunan, emekçi sınıfların politik temsilcilerinin yer almasını engelleyici hükümler, seçim barajları ve aday olmayı sermaye sahibi olmayla dolaylı veya dolaysız yoldan ilişkilendiren ve açıkçası engelleyici maddeler, parlamentoları burjuva partilerinin temsilcilerinin, Lenin’in deyimiyle, “ahır”ı haline getirir. Bu sistemde, yurttaş, anayasaya ancak tek başına, bireyselliği halinde bir figür veya seçmen olarak konu edilir. Birkaç yılda bir yapılan seçimlerde kendisine özgür bir politik tercih yapma şansı tanındığı iddia edilse de, ona sadece, sınırlı sayıda ve hatta ABD’de olduğu gibi, programları tıpatıp aynı aynı iki partiden birini seçme özgürlüğü tanınmıştır. Yasama organı, böyle bir sistemde, emekçilerin oy verdikleri partiler ve vekiller aracılığıyla kanun yapma sürecine müdahil olduğu yanılsamasını üretmekten başka bir işe yaramaz. Politikanın bir meslek ve ancak ülkenin kaderi hakkında konuşabilecek kadar eğitimli, seçkin insanların işi olduğu öylesine yaygın bir inanç haline getirilmiş ve yönetim aygıtı o kadar parçalanarak uzman kurumlar toplamı haline gelmiştir ki, örgütlü olmayan alt sınıf mensubu seçmen için, siyaset, anlaşılmaz ve hikmeti kavranamaz bir uğraş mertebesine çekilmiştir. Burjuva demokrasisinin kurumları ve yasaları emekçi sınıfları dışlama ve etkisizleştirme mekanizması olarak çalışırken, bu büyük çarkın karşısında seçmenin kendisini çaresiz, başına çok kötü şeyler geldiğinde de bunlarla baş edemeyecek kadar güçsüz hissetmesi için her şey düşünülmüştür. Bu bakımdan kuvvetler ayrılığı, burjuvazinin emekçi sınıfların bu edilgin ve dışlanmış durumlarını realize edememeleri için işletilen bir mekanizma olmuştur daha çok. Ortaya çıkış koşullarından farklı olarak, burada artık bir sınıf iktidarını paylaşma ihtiyacından söz edilemez, daha çok, burjuvazinin başlangıçtaki rüyasının, kendi iktidarının bütün herkesin iktidarı olduğu yanılsamasına inanmış kitleleri yönetme rüyasının gerçekleştirilmesi için harcanan umutsuz çaba söz konusudur. Örgütlü emekçi sınıfların, hak mücadelesi veren kesimlerin kazanımlarını kısmi bir koruma altına almak zorunda bırakıldığında da, burjuvazinin, kuvvetler ayrılığı mitini yeniden üretmeye çalışması bir paradoks değildir. Tersine sınıf antagonizmasının öldürücü son darbeye dönüşmeden önce yönetilebilmesinin sanatı olarak hala elverişlidir. Bu bakımdan kuvvetler ayrılığı, örneğin geçen yüzyıl, burjuva demokrasili ülkelerde az çok uygulanabildiyse, bunu sınıflar mücadelesine borçludur.
Kuvvetler ayrılığının varlığı toplumda çatışan ve birbirini alt etmek zorunda olan sınıfların olmasına bağlı olduğu için, tam anlamıyla gerçekleşmesi ancak bir tahayyüldür ki, buna en çok yaklaştığı, burjuva sınıf iktidarının yıkılmasına ramak kala, son sınırlarına varılmış olacaktır. Tam da tarih sahnesine çıktığı sırada, kuvvetler ayrılığının, bir sınıf yalanını, egemen burjuva sınıfın çıkarının herkesin çıkarı olduğu yalanını meşrulaştırmak üzere Fransa’da devrim anayasasına yazıldığı anda, işçi sınıfı tarafından pratik, onun sözcüleri tarafından teorik eleştiriye maruz kalması önemlidir. Ancak eleştirinin de belirli tarihsel koşullar altında Komün ve Ekim Devrimi gibi proletaryanın kendi iktidar deneyimini evrenselleştirmek için ilk adımlarını attığı bir zamanda yapılmış olması da önemlidir.
Bugün kuvvetler ayrılığının iktidarda bulunan sınıfın sözcüsü Başbakan ve Hükümet tarafından eleştirilmesinin, kendi sınıf iktidarını kurmaya yürüyen işçi sınıfının pratik ve teorik eleştirisi ile hiçbir benzerliği olmadığı gibi, bu eleştirinin ardından gelen; yürütme organının parlamento dışından atanması, yasama organının kanun yapma yetkisinin kanun hükmünde kararnameler çıkarmak üzere başkana devredilmesi, yargı kurumunun yürütmenin bir uzantısı haline getirilmesi vb. olarak ayrıntılandırılan “Başkanlık Sistemi” önerisi, neoliberal burjuvazinin sınıf iktidarının güçlendirilmesine ilişkin bir taleptir.
AKP Hükümeti’nin temsil ettiği sınıf, zaten çoktan aşındırılmış kuvvetler ayrılığı uygulamasını kendi çıkarlarının gerçekleştirilebilmesi bakımından artık bir yük olarak görüyorsa, işçi sınıfının da, sınıfın geçmişteki deneyimlerini hatırlayarak, bugün için neyin kendi gelişimini kolaylaştıracağına, neyin kendi çıkarına uygun olacağına bakarak eleştirisini yenilemesinde yarar olacaktır.
Bu eleştirinin içeriğine gelmeden önce, Hükümet’in kuvvetler ayrılığı eleştirisinin ve bunu bağladığı “Başkanlık Sistemi” önerisinin hangi saiklerle gündeme getirildiğini tartışmakta yarar var.

KİŞİNİN İKTİDARI BURJUVAZİNİN DİKTATÖRLÜĞÜ
Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı AKP milletvekili Prof. Dr. Burhan Kuzu 2011’de basılan Başkanlık Sistemi adlı kitabında, başkanlık sistemini gerekçelendirirken, Türkiye’nin iktisadi ve siyasi ortamının koalisyon hükümetleriyle nasıl sık sık kesintiye uğradığını uzun uzun anlatıyor ve AKP Hükümeti dönemindeki istikrarın sonraki dönemlerde de başlıca amaç haline gelebilmesi için başkanlık sisteminin gerekli olduğunu yazıyor. Ona göre, yasama organının yer aldığı parlamento, bir yasa tasarısını gerçekleştirebilmek için iktidar ve muhalefet partilerinin bitmek bilmez tartışmalara sahne olduğu, miyadını yitirmiş bir kurum. Başbakan Erdoğan da, ünlü Konya konuşmasında  Kuzu’yu destekleyen şeyler söylemişti: “Şehir hastaneleri projesini 6 yıldır bürokratik oligarşi nedeniyle hâlâ hayata geçiremedik… Niye? Bürokratik oligarşi ve yargı. Ama dışarıdan bakanlar da zannediyor ki ‘Yav işte 326 milletvekiliniz var, 326 milletvekiliyle hala mı bahane?’ Ama işte bu kuvvetler ayrılığı denen var ya… O önünüze gelip engel olarak dikiliyor. Senin de bir oynama sahan var. Şimdi ana muhalefet partisi genel başkanının tek sığındığı bu zaten. ‘Yapın. Yaptınız da biz mi engel olduk?’ diye. Zaten yasama noktasında engel olabileceğin kadar engel oluyorsun. Bağırıyorlar, çağırıyorlar, 1 saatte bitecekse 2 saatte bitiyor. 1 günde bitecekse, 2 günde bitiyor. Onların zaman kaybının hesabını vermek gibi bir derdi yok. Çünkü onların sırtında küfe yok. Küfe bizim sırtımızda. Sorumluluk bizde, mesuliyet bizde…”
Yasa çıkarma sürecini mümkün olduğu kadar kısaltılmanın Hükümet’in ajandasındaki en kritik konulardan biri olduğu anlaşılıyor. Türk devletinin, AKP Hükümeti tarafından eleştirilen, 80’lerde kısmen revize edilmiş, ama şimdi yeterli görülmeyen eski ulus-devlet nizamnamesi, uluslararası tekellerin beklentilerine uygun olarak Anayasa maddelerinin değiştirilmesi suretiyle aslında defalarca esnetilmiş, çok sayıda yeni yasanın ve KHK’nın arka arkaya çıkarılması mümkün olmuştu. Buna rağmen Başbakan Erdoğan ve yakın adamlarının bürokrasi ve yargı sisteminin yapısal dönüşümüne ilişkin talebi, esasen, Türkiye’de ne kadar işlevli olduğu tartışılır “kuvvetler ayrılığı”nın tümüyle tasfiyesi anlamına gelmek üzere, yasama, yürütme, yargının vesayetinin hükümete devredilmesi sürecine henüz tam anlamıyla bir nokta konulamamış olduğunun ilanıdır. Halbuki şu örnekler bile, Başbakan’ın “bürokratik oligarşi”yi ve mevcut yargı kurumlarını nasıl baypas edebildiğinin, “kuvvetler birliği”ni nasıl hayata geçirdiğinin kanıtıdır: Hükümet 2012 yılında öngördüğü özelleştirme hedeflerinin büyük bir kısmını aştı  ve bürokratik bir engelle karşılaşmadı. Yargıya SİT yasasını ihlal ettiği gerekçesiyle taşınan ve inşaatına durdurulma kararı çıkan HES’lerle ilgili mevcut SİT yasası alelacele değiştirilerek işlevsizleştirildi ve böylece HES inşaatlarına karşı mahkemelerde davacı olan halkın talepleri görmezden gelindi. Oslo görüşmelerine katılan MİT Müsteşarı Hakan Fidan Fethullah Gülen Cemaati tarafından hedef alındığında, Başbakan, müsteşarını kayırmak için bir gecede MİT yasasını değiştirebildi. Taksim Meydanı’na kurulması tasarlanan Topçu Kışlası ile ilgili, İstanbul 2 No’lu Koruma Kurulu “olmaz” kararı verince, Erdoğan “üst kurul reddetmiş biz de reddi reddedeceğiz” diyerek, kararı bozduracağını söyleyebildi. Hükümet istediği sayıda “torba yasa”yı ve KHK’yı Meclis’ten geçirebildi… Denebilir ki, yasama organı, zaten çoktan beri AKP Hükümeti’nin kontrolü altına girmiştir. Buna rağmen Başbakan, hâlâ elini kolunu bağlayan bürokrasiden, yargı sistemindeki engelleyici mevzuattan ve yasama gücünün işleyişinden, yürütmenin istediği hıza sahip olmamasından şikâyetçi olabiliyor. Bu, bundan sonraki süreçte, dava edilen konularla ilgili yargı kararlarının veya yatırımcının bürokratik işleyişte herhangi bir “imza süreci”nin sebep olduğu dolayıma izin vermek istenmediğinin de işaretidir. “Türk tipi” başkanlık sistemi kapsamındaki, yasama gücünün de devredildiği “güçlü yürütme” önerisi, bu bakımdan yürütmenin doğrudan doğruya tekelci sermayenin acentesi olarak çalıştığı bir sistem öngörerek, icraat sürecindeki dolayımı ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. Böylece Hükümet, “yatırımcıyı üzmeden” sermaye birikiminin önündeki bütün yasal ve bürokratik pürüzleri temizleyecektir.
Şimdiye kadar yasama, yürütme ve yargı üzerinde ağırlıklı bir siyasal kontrol kurmuş olmasına; istediği yasayı çıkarabilmesine; “kuvvetler ayrılığı”ndan murad edilen denetleyicilik ve frenleyicilik işlevini, (elbette sonuçta “yürütme” genel kategorisine girecek olan) bu bilinen kuvvetlerin üstündeki veya dışındaki kuvvetlerin mevcut yasal işleyişe sığmayan gücü sayesinde akamete uğratılabilmiş olmasına rağmen, durum AKP Hükümeti için tatmin edici değilse, Erdoğan’ın, kişisel olarak, anayasal bir diktatörlük peşinde olduğunu söylemek de yanlış olmayacaktır. Ama daha önemlisi, AKP Hükümeti’nin, yüzünü, parlamentodaki sandalye çoğunluğu sayesinde güldürebildiği sermaye sahibi sınıf için, şimdi mümkün olan işleyişi, sonrası için de kalıcı kılacak koşulları yaratmaya çalışıyor olduğudur. Zaten onun için “yeni Anayasa”nın bir rejim değişikliğinin belgesi olacağı vurgulanıyor. Burjuva demokrasisinin bir cilvesi olarak, bugün var yarın yok hükümetlerin sırayla geçip gittiği bir düzenin, sermaye sahibi sınıfın uluslararası hedeflerini gerçekleştirebilmek için ihtiyaç duyduğu “sürekli siyasi istikrar”ın güvencesi olamayacağı, Ortadoğu’nun oynak dengeleri nedeniyle istikrarın her an bıçak sırtında duracağı düşünülürse, Türkiye burjuvazisinin siyasi temsilcisi Hükümet’in, oyalayıcı, karar alma sürecini zamana yayıcı, yargı kararlarının sil baştan geriye döndürücü “kuvvetler ayrılığı” ilkesinden şimdi neden yakındığı, niçin vaz geçmek istediği açıklık kazanır. AKP Hükümeti’nin geleceği vesayet altına alma çabası, tam da bu yüzden, Tayyip Erdoğan’ın nihayet başkan olarak siyaset sahnesine tek adam çivisini çakmak istemesinden çok daha derin bir vizyonla ilişkilidir ki, onun dini referanslar içeren demeçleri işaret edilerek, bir padişah olma yoluna girdiğinin söylenmesi, durumun karikatürize edilmesinden başka bir anlama gelmez.
Daha özelleştirmelerin hız kazandığı 90’lı yıllarda kurulan “Üst Kurullar” aracılığıyla, ekonomi, bürokrasinin denetiminden önemli ölçüde çıkarılarak, küçük “özyönetim” alanlarına ayrılmış, piyasanın işleyişi üzerindeki yasal kısıtlayıcılık bir ölçüde ortadan kaldırılmıştı. Ancak şimdiye kadar yapılan ve uluslararası sermayenin Türkiye’deki yatırım, pazar ve piyasa düzenlemelerinin siyasal denetimin dışına çıkarılarak tamamen teknik bir sürece indirgenmesi gibi konsept “çözümler”, bu ilişkinin kalıcı ve düzenli bir ilişki haline getirilmesi anlamına gelmedi. Bir bütün olarak tekelci sermayenin karar alma süreçlerine doğrudan müdahale ettiği, hatta bizzat bu rolü oynadığı, bu sınıfın iktisadi ve politik çıkarlarının hiçbir tartışmaya ve eleştirel bir müzakere sürecine takılmadan hayata geçtiği bir sistem, neoliberal piyasacılığın bir rüyası oldu. Türkiye’nin neresinde olursa olsun, sermaye hareketlerinin istikrarlı, değişmez ve esnek bir yayılımının sağlanması için gerekli idari ve siyasi dönüşümün gerçekleştirilmesi esasına dayalı bir sistemdi bu. Nihayet Başbakan’ın ya da “başkan”ın, sağlık hizmetlerini tamamen özelleştiren ve sağlık emekçilerini sermayeye kul köle eden dönüşüm paketini kavga dövüş yasama organından geçirdikten sonra, sıra uygulamaya geldiğinde, şehir hastanelerinin kurulabilmesi için yeni bir efor sarf etmek ve muhalefetle cebelleşmek zorunda kalmayacağı asude bir memleket isteniyordu.
AKP’nin iktidara geldiğinden bu yana devlet kurumlarını parça parça tabi tuttuğu yapısal dönüşümün, bu parçaların şimdi anlamlı bir biçimde birbirine iliştirileceği, her parçanın bir diğeri üzerinde sinerji yaratacağı büyük tabloyu çizmenin zamanı, burjuvazinin bu ihtiyacı duymasıyla geldi ve “kuvvetler ayrılığı” eleştirisiyle, “Başkanlık Sistemi” bu ihtiyacın kendisini ifade etme biçimi oldu.
Bu hırçın eleştirinin, Erdoğan’ın on yıllık iktidarı boyunca, Hükümet’in gerçekleştirdiği yapısal dönüşüm sürecine karşı çıkan “statükocu” direnişe karşı yapılan mücadelenin biriktirdiği üsluptan kaynaklandığı söylenebilir. Başbakan’ın savaş açtığı “eski statüko”, yani temel ekonomik birimlerin devlet mülkiyetinde olduğu eski tip, tekelci devlet kapitalizmi sisteminin işleyişinden rant sağlayan, ideolojik olarak da bu devletin kurucu kadrolarının fikriyatı olan Kemalizme sadık rejim destekçilerinden oluşur ve bu kadrolar ile yararlandıkları rant sistemi artık neoliberal bir sermaye birikiminin önünde engel oluşturmaktadır. Neoliberal burjuvazinin temsilcisi olarak AKP Hükümeti, artık miyadını doldurmuş ve kastlaşmış öncüllerine açtığı savaşta, şimdi geldiği nokta itibarıyla, bugün başta parlamento olmak üzere dönüşüme tabi tutulması istenen kurumlarda kopan, tekelci devlet kapitalizminin rantiye sınıflarının partileriyle temsil edilen siyasi grupların ideolojik vaveylasının arasında yol almayı, kestirme yollar bulmayı, ara sokakları dolanmayı tercih etmeyecek kadar sıkışmış, bu durumu ortadan kaldıracak kadar da kendisini güçlü hissetmektedir.
Onu bu güçlü hissettiği noktaya getiren ise, neoliberal iktisadi ve siyasi ihtiyaçlara uygun, daha konsolide, hızlı hareket eden kurumlarla kuşatılmış ve parçalanmamış bir devlet çekirdeğini yaratmasına, şimdiye kadar gerçekleştirilen hamleler sayesinde ramak kaldığını düşünüyor olmasıdır. İktidarının ikinci döneminden itibaren AKP, “eski statüko” savunucularının dayanak bulduğu askerin, yasama ve yürütme üzerindeki gölgesini, üst düzey komutanları darbe hazırlığı içinde oldukları ve Kürt savaşı boyunca paramiliter örgütlenmeleri yönetmiş, darbeci kesimlerle ilişkili kişilerin de Ergenekon adlı şer örgütüne dahil oldukları gerekçesiyle tutuklayarak silmeye çalışmış, ordunun inisiyatifini yürütme organının yetkisiyle değiştirmişti. Bundaki başlıca amacı, ABD’nin koordine ettiği Hükümet’in şirksiz ve engelsiz çalışabilir hale gelmesini sağlamak ve orduyu da bu sürece tabi kılmaktı. MGK örgütlenmesi sayesinde yasama ve yürütme gücünü zımnen ordu ile paylaşan hükümetin eli, Ergenekon tutuklamalarının sağladığı elverişli koşullarda askerle anlaşma zemini bularak rahatladı.
Üst yargı kurumlarında çıkarılan patırtının ardından 12 Eylül’de referanduma sunulan anayasa paketi ise, HSYK, Danıştay, Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay kadrolaşmasında ağırlıklı belirleyenin hükümet olduğu bir düzenlemeyi içeriyordu. Böylece, anayasa değişikliği sürecinin ilk adımında, yargı sistemine de önemlice bir ayar çekildi. Elbette bütün bunlar yapılırken “eski statüko” savunucusu ve bekçisi yargı kurumları ve mensupları ciddi bir hükümet ve medya eleştirisinden de geçirildi.
Hükümetin yargıyla derdi esas olarak şuydu: Yasama organının ve yürütmenin KHK çıkarma yetkisine dayanarak kanunlaştırdığı o kadar çok başlık yargı konusu haline geldi ki, yasaların çıkarılması o işlemin fiiliyatta başarıyla yürümesinin garantisi bir türlü olamıyordu. Kamu kurum ve kuruluşlarının özelleştirilmesiyle başlayan dalganın enerji ve arazi rantının paylaşılmasıyla sürüyor olması, hem mevzuatla hem de halkla, hükümeti sık sık karşı karşıya getirdi. Danıştay’ın HES projelerine ilişkin verdiği yürütmeyi durdurma kararları, özelleştirmelerin “yerindelik” ilkesine takılması, TOKİ’nin özelleştirilmesi talebinde bulunduğu hazine arazileriyle ilgili yine yürütmeyi durdurma kararları, kentsel dönüşümle açığa çıkan rantın sorunsuz elde edilmesinde yargı kurumlarının ayak bağı yaratan tutumları ve nihayet Erdoğan’ın yakındığı gibi şehir hastaneleri ve hastane birliklerinin parlamenter “müzakere”ye şimdilik feda edilmesi… Örnekler çoğaltılabilir, ama özetle söylenebilir ki, yargı sistemi, özellikle Danıştay örgütlenmesi, mevcut haliyle sermaye dolaşım hızını yavaşlatan, rantın dağıtım sürecini uzatan bürokratik bir rol oynamaktadır. Hükümeti ve Erdoğan’ı rahatsız eden de bu kurumların mevcut yapısının hız kesiyor olmasıdır. Bu yüzden, 12 Eylül 2010 Anayasa değişikliği paketinde yürütmeyi durdurma kararlarının gerekçeleri revizyondan geçirildi ve yargı kurumlarının kadrolarının nasıl oluşturulacağı hükümetin işine yarar biçimde belirlendi.
Ancak bu süreç henüz tamamlanmadı; yakın geçmişte ağırlıkla devletçi kapitalizminin egemenlerinin ihtiyaçlarına uygun şekillenmiş Danıştay; öteden beri birikmiş içtihada göre davranan Yargıtay ve bu kurumlarda çalışan yüksek yargı mensuplarının örgütü HSYK’nın artık tasfiye edilmesi gereken geçmiş bir sürecin zihniyetine uygun davranmasının sonu gelmiş değil. Diğer yandan yürütmeyi durdurma talebiyle mahkeme sürecine havale edilen özelleştirme konuları, davacı kesimler (yani halk); meslek odaları ve kitle örgütleri bakımından yargı kurumları, hâlâ görünüşte de olsa bir hakem rolü oynadığından meşru sayılan bir başvuru noktası olmaya devam ediyor. Başbakan’a da, “ülkemizde öyle olaylar yaşandı ki. Yargı yasamanın da yürütmenin de alanına girmiştir. Yargının yerindelik değerlendirmesi yapması doğru değildir. Biz hükümet olarak adım atıyoruz. Galataport’un satışı olayını yargı engelledi. Bizim yapmamızı engelleyen yasama maddesi yok” diye yakınmak düşüyor.
Ancak “başkanlık sistemi”yle ilgili Hükümet talebini sadece tekelci sermayenin bugünkü görünür iktisadi çıkarlarıyla açıklamak yeterli olmayacaktır. AKP Hükümeti, hem tekelci sermayenin bir sınıf olarak beklentilerini karşılamak, hem de ABD’nin Ortadoğu’daki siyasi dönüşüm planlarına harfiyen itaat etmek bakımından sınıfına hiçbir zaman ihanet etmedi. Emperyalist devletlerin epeydir gündemine aldığı Ortadoğu’nun dizaynı, muhtemel bir savaş ile de aciliyet kapsamına alınmışken, özel bir anlam da kazandı. Bir zamanlar Irak işgaline hazırlanan ABD, Türkiye’nin bir nakil ve harekât merkezi olmasını istemişti. Ama tezkere, önüne yığılmış yüz binlerce emekçi de imzalanmasını istemediği için parlamentodan geçememişti. AKP’nin onuncu yılında ise, Suriye ile ilgili tezkere, yasama ve yürütme organları artık epey bir terbiye edilmiş olduğu için, rahatlıkla çıkarılabildi. Türkiye’nin Suriye sınırına Patriot konuşlandırılacağını Başbakan basından öğrendiğinde, “bize böyle bir talep gelmedi” dedi, ama Patriotların, yerleştirileceği ülkenin talebi olması gerektiği sufle edildikten sonra, tükürdüğünü yalayarak, talepte bulunmak zorunda kaldı. Emperyalistler ne NATO askerlerinin sınıra yerleştirilmesi, ne de sınırın olası bir taarruz için hazırlanması sırasında bir sorun yaşadı; AKP’lileştirilmiş yargı mevzuat itirazında bulunmadı, yasama ve yürütme emperyalist direktifler doğrultusunda, hiçbir çatlak ses çıkmadan, çıksa da AKP’nin sandalye sayısıyla püskürtülerek, son derece uyumlu çalıştı. Vb.
Ancak Ortadoğu’nun yeniden yapılandırılmasının sürprizlere açık uzun bir süreç alacağı düşünülürse, AKP Hükümeti tarafından sağlanan her türlü kolaylığa alışan ve bu kolaylığı sonraki zamanlarda da garantiye almak için kurumsal kalıcılığa ihtiyaç duyan ABD’nin, Türkiye ile ilişkisinin bugünkü düzeyini konjonktürün sınırlayıcılığından kurtarıp yapısallaştırmak istediği de gündelik pratiğinden anlaşılabilir. Şu anda saflaşmaların yeniden kurulduğu, bir bozulup bir yeniden şekillendiği, ittifakların parçalanıp bir başka düzlemde tekrar inşa edildiği Ortadoğu’da ortaya çıkan her olasılığı hesap eden ABD ve Türkiye egemen sınıfları için kanun çıkarmanın gerektirdiği uzun parlamenter müzakere süreçlerinin, ağır çalışan yasal mekanizmaların tahammül edilecek bir yanı kalmadı.
Ortadoğu’da, bölgenin bütün enerji kaynaklarını ve bu enerjinin iletim hatlarını kontrol altında tutmak isteyen, yine bölgedeki ister savaş yoluyla ister hükümet darbeleriyle meydana gelecek olası altüst oluştan sonra ortaya çıkacak iri pastayı paylaşmak için sabırsızlanan emperyalistler için de ülkedeki her şeyin sadık bir siyasi figür tarafından kontrol altında tutulması, dikte edilen politikanın bürokratik labirentlerde zamana yayılmaması önemli görülüyor. “Kuvvetler ayrılığı”nın tasfiyesini ve “Başkanlık Sistemi” önerisini Hükümet böyle bir konjonktürde ortaya attı.
Hiçbir erk tarafından engellenemeyecek güçlü bir yürütme talebi, Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun yeniden yapılanma siyasetiyle çok yakından ilişkilidir. “Bakanlar Kurulu ve bu kurulun bağlı olduğu Başkan” bileşimi, tam da bu ihtiyaca uygun bir formülasyon olarak düşünülüyor. Başkan’ın doğrudan seçimle iş başına gelmesi ve Bakanlar Kurulunu oluşturacak, üyeleri Meclis’ten seçmek zorunda olmaması, teknokratik bir yönetim kastının oluşumunu mümkün kılıyor. Burhan Kuzu’nun “teknodemokrasi” olarak adlandırdığı böyle bir sistem; parlamenter düzende partilerinin grup kararlarına uymak zorunda olan vekil profilinin de revizyondan geçirilmesini, parti disiplininden azad edilmiş, bakanlar kurulu başkan tarafından atandığı için bakanlık beklentisi kalmayan vekillerin oylarının bin bir yöntem denenerek satın alınabileceği veya etkisizleştirilebileceği bir Meclis fikri üzerine inşa edilsin umuluyor. Teknodemokrasi burjuvazinin üst kurullarda tedrici olarak denediği, engelsiz ve yasal kısıtlamasız, muhalefetsiz ve kamuoyu baskısız kendi kendini yönetim biçiminin genelleştirilerek bir siyasal biçim haline getirilmesinden başka bir anlama da gelmiyor. Başkana kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi de veren AKP’nin kurguladığı başkanlık sistemi, siyasal çatışmaların alanı halindeki, sokaktaki tepkiyi ister istemez, belli bir ölçüde göze almak ve “popülizme yüz vermek” zorunda kalan mevcut yasama organının baypas edildiği, yürütmenin bütün yönetim sürecine hakim olduğu, sokaktaki emekçilerin sesinin camdan duvarlara çarpıp çarpıp döndüğü bir sistem demek.
Önerilen biçim, az çok ABD’deki başkanlık sisteminden kopyalandı. Dünyanın en demokratik ülkesi payesini kendi kendisine yapıştıran ABD’de de, Başkan kendi bakanlar kurulunu kendisi belirliyor. Ancak Senato ve Temsilciler Meclisi’nden oluşan Kongre’ye, yani yasama organına yasa teklifinde bulunma yetkisi yok. İstediği yasaları çıkartabilmek için, Başkan, yasama organıyla “iyi ilişkiler” kurmak zorunda. Bu iyi ilişkilerin anlamı da, Beyaz Saray’da lobi faaliyetleri yürüterek yasama ve yürütme arasında aracılık yapan, bir yasanın çıkması için gereken oy sayısını komite üyesi ve senatör satın alarak sağlamaya çalışan ABD kapitalizminin kirli kastı, “görünmez el”in sinsi ve iş bilir aktörleri tarafından kuşatılmaktan başka bir anlama gelmiyor. Amerikan parlamentosunda bir yasanın çıkarılması sırasında çıkan bütün gürültü dürüst siyasetçilerin akıllarına yatmayan konulara karşı tepkilerini ifade etme biçiminden çok, büyük tekellerin lobicileri arasındaki kıyasıya rekabetin çıkardığı patırtıdır. Güçlü bir kuvvetler ayrılığının başkanlık sistemiyle uyumlu olduğu tek yönetim biçiminin olduğu iddia edilen ABD’de de bu ayrılık görünüştedir.
Diğer yandan ABD sisteminin, Türkiye’deki kopyalanması gündeme geldiğinde asıl nazik noktayı oluşturacak olan şey, ABD sisteminin eyaletler biçiminde özerk siyasi bölgelere ayrılmış olması ve her eyaletin ayrı bir parlamentosunun, ayrı güvenlik gücünün ve ayrı bir bürokrasisinin olmasıdır. Hükümet yetkilileri her seferinde Türkiye’nin eyaletlere bölünmeyeceğini tekrarladılar ve başkanlığın Türk tipi bir sistem olacağını söylediler. Ne var ki, Hükümet’in önerdiği başkanlık sistemi, aslında idari bir yeniden yapılanmayı da öngörüyor. Yerel yönetimlerin, ekonomik kaynakların kullanımını bürokratik bir biçimde sınırlayan mevcut yapılanmasının gözden geçirilmesi anlamına gelecek olan, şimdiye kadar Kürtler’in “demokratik Özerklik” talebi için bir referans olabilir korkusuyla Türk devleti tarafından bütün metni imzalanmayan Avrupa Birliği Yerel Yönetimler Özerklik Şartı, neoliberal kapitalizmin uzun süredir üzerinde durduğu, hizmet sektörünün özelleştirilmesi esasına dayalı bir yönetme biçimi. “Türk tipi” başkanlık sistemiyle birlikte sık sık da gündeme getirilir oldu.
Belediyelerin merkezden akan para musluğunun azaltılarak kendi kendilerine yeter ekonomik birimler haline gelmesini öngören Şart’ın kimi direktifleri konusunda, Türkiye çoktan yol almaya başladı. Eninde sonunda yerel halkın vergilendirilmesi, belediye yönetimlerinin kaynak sağlamak için doğrudan doğruya tekellerin kapısını çalmak zorunda bırakılmaları, sermaye birikim merkezi haline gelmek ve tekellerin kendi bölgelerine yatırım yapabilmesi için gerekli şartları yerine getirmek amacıyla diğer yerel yönetimlerle rekabete girme kıstaslarını yerine getirmek; hizmet sunumunun artık halkın ihtiyaçları gözetilerek değil, sermayenin ihtiyaçlarını karşılamak üzere çeşitlendirilmesi ve çekici hale getirilmesi anlamına gelen kendi kendine yeterlilik beklentisine kapıyı ardına kadar açmak, hükümetin/hükümetlerin şimdiye kadar siyasi nedenlerle kaçındığı bir dayatma olsa da, ajandadaki ağırlığını ve güncelliğini koruyor.
Uzun süredir yerel yönetimler ekseninde tartışılan “yönetişim” modeli ise, kent meclislerinin işletilmesi, “sivil toplum kuruluşları”nın oluşturulması gibi aygıtlar eliyle, şimdilik halkın ideolojik hazırlığı mahiyetinde sürdürülüyor. Yerel yönetimlere doğrudan doğruya sermaye sınıfı mensuplarının veya “sivil toplum örgütleri”nin temsilcilerinin dahil olması ve ayrıca halkın, yerel karar alma süreçlerine katılıyormuş gibi hissedebileceği kimi mekanizmaların işletilmesi esasına dayalı “yönetişim”, esasen tekelci sermayeye, birikim yapmak üzere kök salmak istediği yereli, dilediğince dönüştürme imkanı sağlaması bakımından, uluslararası finans kurumları tarafından küresel demokrasinin kurumsal unsurlarından sayılıyor. Böyle bir sistemde de, merkezi yönetimin kuvvetler ayrılığıyla yönetilip yönetilmemesinin çok kıymeti harbiyesi yok.
Gerçekleşmesi uzun bir sürecin konusu olan AB Yerel Yönetimler Şartı, yasama ve yürütmenin Başkan’ın tekeline bırakıldığı neoliberal idari paket, elbette Türkiye’nin özgünlüklerinin ve hız sınırlayıcı siyaset geleneklerinin göz önünde bulundurulduğu bir siyaset düzleminde irdeleniyor. Daha Arap Ayaklanmaları zamanında IMF, DB gazıyla ülkeyi bölgenin lideri veya modeli olarak görmeye başlayan, ama bu liderlik ve modelliğin emperyalistler tarafından açıkça Mısır’a ihale edildiği gerçeğiyle burun buruna kalan AKP Hükümeti’nin, bir şansını da, Suriye sorununda koçbaşı rolünü oynamak üzere kendisini ortaya atarak, türlü türlü provokatif girişkenlik göstererek yakalamaya çalışsa da, daha yapılacak çok ev ödevi var! Kendisine değişik vesilelerle sık sık yapılan hatırlatmalar, Ortadoğu’nun, model neoliberal ülkesi olma konusundaki cevvalliğinin motivasyonu oldu. Bu dönüşümü sağlayabilmek için, büyük harfle yazılan Yürütmeyi yasamanın ve yargının dokunamayacağı bir pozisyona çekmek, kırmızı telefondan gelen direktifleri vakit kaybetmeden uygulayabileceği yapısal ve yasal dönüşümü gerçekleştirmek için de acele ediyor.
Tam da bu ihtiyaç yüzünden kuvvetler ayrılığı ilkesini eleştirmeye başlayan Erdoğan’ın arkasında, burjuva sınıfının bir bütün olarak, ortak çıkarlar ekseninde eskisine göre daha birleşik bir sınıf haline gelme eğilimi var. Bu sınıfın şimdiki veya müstakbel siyasi temsilcilerinin alt sınıfları şiddet dışında yollarla sakinleştirmek ve bu mekanizmayı halkın, herkesin devleti izlenimini yeniden yeniden üretmek üzere çalıştırmak gibi bir ihtiyacı da yok.
Peki, bu süreçte emekçilere ne olacak? Başkanlık sistemi önerisi, onu tamamlayan ve yukarıda kısaca anlatılan diğer süreçlerle birlikte değerlendirildiğinde, emekçi sınıflar için hiç hayırlı olmayacak bir yola girildiği söylenebilir. Burjuvazinin artık miyadını doldurmuş, ağırlıkla devletçi kapitalist birikim rejimi dönemine ait “sosyal devlet” veya “hukuk devleti” denilen siyasal yönetim biçiminin tasfiyesi, böyle bir rejim çerçevesinde uzun mücadelelerle elde edilmiş ve yasal güvenceleri sağlanmış kazanımların da tasfiyesine devam edileceği anlamına geliyor. Ama sadece bu değil, tasfiyelere karşı sınıfın alışık olduğu mücadele zeminini ve sistemin geleneksel ögeleri haline gelmiş elverişli mücadele araçlarını kullanabilme olanağının da ortadan kaldırılacağı bir dönemin sembolik işaretini oluşturuyor başkanlık sistemi.
Çoktan beri alt sınıflarla ilişkilerinde, onlara, yanlış kararların, emekçilere zarar veren uygulamaların kuvvetler ayrılığı esasıyla kurulmuş yönetim biçiminde mutlaka direkten döneceği mesajını yeniden yeniden üretme kaygısı duymuyor neoliberal burjuvazi. Devlet ile emekçi sınıflar arasında çıkan çatışmayı bir biçimde yatıştırarak “demokrasilerde çare tükenmez” inancını canlı tutan hakem kurumların korunmasını, bir yol tıkandığında bir başkasının zorlandığı böylece sınıf mücadelesinin yasal sınırlar içinde sönümlenmesinin kolaylaştığı mekanizmaları güçlendirmek gibi bir derdi de kalmadı. Kitlelerle devlet arasında tampon organlar yaratmaya, iletişim kanallarını oluşturmaya hiç ihtiyaç duymuyor; var olanları da gözden çıkarıyor. Bu demektir ki, sınıflar arasında ölümcül bir çatışma çıkmasın, çıkarsa kolaylıkla söndürülebilsin diye oluşturulmuş frenleyici ve denetleyici kurumlar artık gereksizleşti. Kitlelerin bu devletin herkesin adaletinden yararlandığı bir devlet olduğu, hiçbir sınıfa ait olmadığı fikrini üretmeye elverişli kurumsal yapılarla yaşamasına gerek yok. Burjuvazi, siyasal modelini, Türkiye’de Burhan Kuzu’nun deyimiyle iktidarın kişiselleşmesi , açıkçası diktatörlük olarak belirledi…
O halde, bu durum, emekçilere karşı açılan apaçık bir sınıf savaşıdır. Bu sınıf savaşını on yıldır görmezden getiren şey, Hükümet’in dini referansları bolca kullanarak, müminlere öte dünyada hayat parsellemesiydi. Yalancının mumunun yatsıya kadar bile yanamayacağı bir dönüşüm, Marx’ın dediği gibi, en dibe ininceye kadar biriktirmeye devam eden kitlelerin, sonra yükselmek için bu derinlikten güç alacaklarını düşünerek süreç iyimser okunabilir.
Kuvvetler ayrılığını bir ilke haline getirebilmek için, burjuvazi aristokrasiyi; işçi sınıfı da, buna ihtiyacı kalmadığı güne örgütlenmek için burjuvaziyi zorlamıştı. Daha ilk deneyiminde, işçi sınıfı, onu elverişsiz bir alet olarak bir köşeye attı ve kendi demokrasisini kurarak burjuva parlamentarizmiyle hesaplaştı.
Şu anda öyle görünüyor ki, kuvvetler ayrılığı, işçi sınıfının o günü hazırlamak için burjuvaziyi uygulamak zorunda bırakması gereken bir norm olmaya devam ediyor. Ama bu, basitçe, burjuva diktatörlüğünün bir siyasi biçimine göre diğerini tercih etmek anlamına gelmiyor. Kuvvetler ayrılığını Locke ve Montesquieu icat etmemişti; onu, tarih yazma sürecinde kozlarını henüz paylaşamamış sınıflar, kendilerine bir varlık ve iktidar alanı sağlamaya elverişli olduğu için hayata geçirmişlerdi. Dolayısıyla kuvvetler ayrılığının bundan sonraki akıbetini, bu kuvvetleri onun işine yarayacak biçimde yeni bir forma sokabileceği bir siyasal devrimi gerçekleştirmek için mücadele eden işçi sınıfının burjuvazinin karşısındaki mevzilenmesi ve bu mevzilenmelerin tarihsel bağlamı belirleyecektir.
Kağıt üzerindeki değişim hiçbir şeydir, aslolan sınıfın iktidar mücadelesidir.

“Ekonomik Nato” ya da ABD’nin yeniden yapılanması

Son iki aydır, dünya ekonomisinin çehresini değiştirebilecek yeni bir girişim tartışılıyor. “Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı” olarak adlandırılan bu girişimle, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile Avrupa Birliği (AB) arasında yeni bir “Serbest Ticaret Bölgesi”nin (Tafta) oluşturulması öngörülüyor.
Böylesi bir projenin AB’nin tam da bugünkü iç karartıcı günlerinde ne denli ferahlatıcı ve ufuk açıcı bir işlev göreceğini tahmin etmek zor olmasa gerek. Özellikle Alman basınındaki coşku dikkat çekmekte. Örneğin Almanya’nın önde gelen ekonomi gazetelerinden “Handelsblatt”, bu girişim karşısında adeta coşup “Batı Birleşik Devletleri”nden dem vurmaya başladı!
Bu “biraz daha farklı bir konjonktür programa”  özellikle Almanya’nın verdiği değerin boyutu şu olaydan da anlaşılabilir: Almanya Başbakanı Angela Merkel son Davos Zirvesi’nde, dünyanın en büyük 20 tekelinin CEO’suyla özel bir toplantı yapar. O toplantıda Merkel, “Transatlantik Serbest Ticaret Anlaşması’nın iki kıtada da yeni bir büyüme hamlesini” sağlayabileceğine dikkat çektikten sonra; “Hiçbir şeyi, ABD ve AB arasında bir Serbest Ticaret Anlaşması’ndan daha çok arzu etmiyoruz.” der. Bu tutkulu özlem, adını bilmediğimiz bir CEO tarafından aynen paylaşılır: “Bu anlaşmanın hızla gerçekleşmesi, Dünya Ticaret Örgütü’nde tıkanan görüşmeleri beklemekten çok daha iyi olacaktır”!
Almanya aslında 90’lı yılların ortalarından beri bu anlaşma için can atıyordu. Fakat ABD yönetimi, yakın zamana kadar pek sıcak bakmıyordu bu fikre; ilgili ABD yetkililerinin yanıtı genellikle “bu çok kompleks bir iş” oluyordu. Gelinen noktada ama, ABD fikrini değiştirmiş bulunuyor. Nitekim, geçtiğimiz Kasım ayında ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Washington’daki Brookings Enstitüsü’nde yaptığı konuşmasında, şu önemli açıklamada bulundu: “Ticaret bariyerlerini ortadan kaldıracak ve Atlantik’in iki tarafında da büyümeyi tetikleyecek kapsayıcı bir anlaşma üzerine AB ile olası müzakereleri tartışıyoruz.”
Clinton’un bu açıklamasının son derece yalın tercümesini ise, Washington Post gazetesinin köşe yazarı David Ignatius, “Clinton, ekonomik bir Nato’yu hedefliyor” saptamasıyla yaptı. Bu yorumun doğruluğunu, tam da eski NATO Genel Sekreteri Javiar Solana teyit etti: “Acele edelim: Batı’nın görece gerilemesine dair yapılan öngörü karşısında, ABD ve AB kendilerini daha çok ortaklığa, daha çok işbirliği ve refaha yükümlü kılmalıdırlar.”  Üstelik Solana’ya göre, bu konuda görüşmelerin bile başlaması, “AB’ne yeni bir anlam katacaktı”! Bu arada Alman Sanayi ve Ticaret Odası Başkanı Martin Wansleben de, kendisinden pek alışık olunmayan bir demeçle müdahil olup, “Eski demokrasilerin temsilcileri günümüz dünyasında birlikte hareket etmelidirler” dedi.
Derken; yeniden seçilen ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, Münih Güvenlik Konferansı öncesinde kendisiyle yapılan bir röportajda, ilk defa açık bir şekilde söz konusu projeyi desteklediklerini açıkladı. ABD’nin kendisini “Pasifik bir ulus” olarak tanımlamasının Avrupa’da doğurduğu kaygıların yersiz olduğunu, ABD’nin yüzününü Asya’ya dönmesinin Avrupa’ya sırt çevirmesi anlamına gelmediğini vurguladı. Gerçi Biden, “Serbest Ticaret Bölgesi” tanımı yerine, ABD ve AB arasında “kapsayıcı bir ticaret ve yatırım anlaşması” ifadesini tercih etmişti.  Daha pragmatist bir yol önermekteydi. “Önce hemen anlaşabileceğimiz konularda başlayalım” diyordu. Önemli olan zaten, gerekli “siyasi iradenin” ortaya konulmasıydı.
Ve aradan iki hafta bile geçmeden, bu “siyasi irade” en yetkili ağızdan tüm dünyaya duyuruldu. ABD Başkanı Barack Obama, ikinci döneminin ilk Ulusa Sesleniş konuşmasında, bugünün dünyasının ABD için sadece tehditler içermediği, aynı zamanda önemli fırsatlar da sunduğu bağlamında şunu açıkladı: “Amerikan ihracatını teşvik etmek, Amerikan işyerlerini güvence altına almak ve Asya’daki büyüyen pazarlarda eşit koşulları yaratmak için, Transpasifik Ortaklık (Trans-Pacific Partnership) üzerine yapılan müzakereleri sonuçlandırmak istiyoruz. Ve bu akşam buradan; kapsayıcı bir Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı üzerine AB ile görüşmelere başlayacağımızı duyurmak istiyorum – zira açıktır ki, Atlantik ötesi dürüst ve serbest ticaret, ABD’de milyonlarca dolgun ücretli iş sahasının muhafaza edilmesine hizmet etmektedir.”
Obama’nın bu konuşmasından iki gün sonra da, ABD Başkanı’nın AB’nin Komisyon ve Konsey Başkanları ile yaptıkları ortak bir açıklama basında yer aldı. Süddeutsche Zeitung’un “ABD ve AB safları sıklaştırıyorlar” manşetiyle duyurduğu habere  göre, taraflar; “ticaret ve yatırımlar üzerine Transatlantik bir anlaşma” hazırlayacak; iki yılda bitmesi öngörülen müzakerelere ise bu yaz başlanılacak…
Kısacası, gerek dünya ekonomisi, gerekse emperyalist devletler arası ilişkiler bakımından son derece önemli bir girişimle yüz yüzeyiz. Bu girişimin sonuçlanmasının ekonomik ve politik alanda neden olacağı tektonik kaymaları Başbakan Yardımcısı Ali Babacan da görmüş olmalı ki, geçtiğimiz günlerde Türkiye açısından şu uyarıyı yapma gereğini duydu: “Kuzey Amerika ile AB, iki dev ekonomik blok tek pazar haline geliyor. İki dev pazar birbirlerine açılıyor. Eğer bunu doğru yönetirsek, AB ve ABD ile siyasi ilişkilerimize çok katkıda bulunabilir, ama öyle bir noktaya gelebilir ki, hem AB hem ABD ile siyasi ilişkilerde mevcut durumdan geriye düşebiliriz.”

“EKONOMİK NATO” NE DEMEK?
Bu girişimin nedenlerine gelmeden önce, gerçekleşmesi durumunda ekonomik açıdan neyi ifade edeceğine çok kısa da olsa değinmek gerekir. Olası “Transatlantik Serbest Bölge”, dünya nüfusunun % 10’unun Dünya Gayri Safi Hasıla’nın % 50’ni üretmesi demektir. Ayrıca bu ‘Bölge’de “serbest ticaret” az çok tesis edildiğinde, ABD ve AB ekonomisinde % 1,5 oranında ek bir büyüme kaydedilecektir. Bazı ekonomistler bu girişimin ekonomik yararını parasal olarak yılda en az 200 milyar Euro olarak hesaplamaktadırlar.
AB Ticaret Komiseri Karel de Gucht’a göre, iki kıtanın şirketleri öngörülen serbest bölge içerisinde “yüzde 10 ila 20 arasında daha ucuza” üretebileceklerdir. Bu anlaşmayla birlikte, tek başına Almanya’nın ABD’ye ihracatının önümüzdeki 10-20 yıl zarfında, mevcut ihracatın yüzde 50’sini aşan bir oranda artması beklenmektedir.
“Serbest Ticaret Bölgesi” denildiğinde akla ilk gelen şey, haliyle gümrüktür. Ama burada işin ekonomik boyutu bakımından asıl önemli unsurun gümrükler konusu olmadığını belirtelim. Zaten mevcut gümrükler, iki kıta arasındaki ticaretin önünde şimdi de ciddi bir engel teşkil etmiyor (gümrükler, Transatlantik ticaretin ortalama olarak % 2 ila 3’ünü ancak buluyor; gümrüklerin kalkmasının sağlayacağı tasarruf yaklaşık 6,4 milyar dolar olarak hesaplanıyor). Bu girişim çerçevesinde daha önemli olan; sanayi standartları, gıda maddeleri yasaları, ihaleler kanunu vb. meselelerin ortaklaştırılması ya da farklılıkların karşılıklı olarak tanınmasıdır (örneğin gıda maddeleri; GDO konusunda ABD ile AB arasındaki farklılıklar ya da ette hormonlar vb. hususlar yeniden düzenlenmesi gerekecek; tarım sektörünün şimdilik anlaşmanın dışında tutulması bekleniyor).
Taraflar, bu alanda ortak kural ve düzenlemelere gidilmesinin, “ulusal egemenlik, kültür ve özel çıkarları” etkileyeceğini açıktan belirtiyorlar. Yine de ABD Ticaret Odası temsilcisi, bu tür düzenlemeleri olanaksız görmüyor: “Örneğin uçak sektöründe Boeing ve Airbus birbirlerinin standartlarını kabul ediyorlar. Uçak sektöründe mümkün olan, bebek gıdasında neden mümkün olmasın?” diye soruyor.
ABD ile AB arasında başta sanayi olmak üzere ekonomide ortak standartların belirlenmesi, oluşturulacak serbest ticaret bölgesinin ortak pazar niteliğine kavuşmasıyla da sınırlı bir olay olmadığı vurgulanmalıdır. Asıl önemli olan, bu standartların dünya ticareti açısından göreceği kural koyucu işlevdir. Hareket noktası şudur: “Batı hegemonyası dönemi sona doğru yaklaşsa da, ABD ve Avrupa hala dünya ekonomisine hükmetmektedir. Bu sürdüğü sürece, küreselleşmeye de kendi damgalarını vurabilirler: Dünyanın geri kalan kesimince, özellikle de henüz gelişmekte olan pazarlarda devralınacak standartları belirleyebilirler; elektronik otomobiller için dolum istasyonlarından akıllı telefonlarındaki manyetik dalgalara getirilecek üst sınırlara kadar.”
Johns Hopkins Üniversitesi’nden ekonomi profesörü Daniel Hamilton da burada amaçlananı çok net belirtiyor: “Bir Transatlantik Serbest Ticaret Bölgesi, başkalarının –diyelim ki Çin’in– dünyaya kendi standartlarını dayatmasını engelleyebilir; bu bölge, uluslararası norm ve standartların çekirdeğini oluşturabilir.”
Görüldüğü gibi, standartlar, “sınır gerisindeki ticari bariyerler” olarak, pazar hakimiyetini savunmanın en rafine araçlarından biri. Standartlar, son derece içiçe geçmiş bir dünya ekonomisinde, etkili bir himayeciliği, “küreselleşmiş ekonomi” modelini bozmaksızın gerçekleştirmenin giderek öne çıkan yöntemidir. Bu himayecilikte, “açık iç pazar”, koyulan standartlar üzerinden fiilen kapanacak ve böylelikle de bu devasa pazara sırtını dönemeyecek dünyaya da fiilen dayatılmış olacaktır.
“Serbest ticaret bölgesi”, doğası gereği, kendisi dışındaki ticarete yeni sınırlamalar getirmektedir. Bu nedenle, bu girişimin özellikle Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) tepkisini çekmesi anlaşılırdır. Neticede, ABD ve AB arasında kotarılmakta olan bu girişim, 2000’li yılların başından beri DTÖ çatısı altında sürdürülen ve sözüm ona dünya ticaretinin daha da liberalleştirilmesini öngören Doha görüşmelerinin de açıktan iflas ettiğinin bir göstergesidir. Bir DTÖ yöneticisinin tepkisi de bu gerçekliğe göre olmuştur: ‘Bu serbest pazar projesi esas olarak politik mahiyetlidir. ABD bir yerde kendi yandaşlarını topluyor. Yoksa en büyük serbest bölge projesi DTÖ’nün kendisidir zaten’! Mealen aktardığımız bu tepki pek de yanlış sayılmaz, tabii girişimin ekonomik mahiyetini de reddetmemek koşuluyla.
Kısacası; “Tafta”,  dünyanın iki en büyük ekonomik gücünden meydana gelecek devasa bir ekonomik blok oluşturma girişimidir; evet bir tür “Ekonomik NATO” kurma çabasıdır. Bu türden bir “yeni ekonomik ittifak”ı kurma girişiminin artık destek görmesinin nedeni genellikle, “eski sınai ülkelerinin, Çin’in yükselen ekonomik gücü karşısında geriye düşme” kaygısıyla açıklanmaktadır.  Bu açıklama doğru olmakla birlikte, neden bağlamında vurgulanması gereken şu gerçeği gölgeliyor yine de: Dünyanın en ileri kapitalist ülke ekonomilerinin bazıları krizde, bazıları adeta kronik durgunluk hastalığına kapılmış, bazıları ise ancak kısa süreli cılız canlılık belirtileri gösterebilecek bir mecalde; ama toplumsal bakımdan ise hemen hepsinde ciddi zorluklar söz konusu. Dolayısıyla, bu ülke ekonomileri, onlara adeta kan veren Çin gibi “yükselen” ve “gelişen pazarlara” rağmen bu durumdadır!
Öte yandan, iki kıta da ciddi bir krizle çalkalanmış durumdadır. Kuşkusuz Almanya, Avrupa kıtasında, yakın tarihinin en güçlü dönemini yaşamaktadır. Gelgelelim Avrupa, bugünün dünya ekonomisinde o eski tayin edici konumuna sahip değildir artık! ABD ise, hala dünyanın süper gücü olmakla birlikte, özellikle ekonomik gücünde ciddi aşınma ve açmazlarla yüz yüzedir; işleri, son çeyrek yüzyılda olduğu gibi götüremeyeceği gerçeğini görmektedir.
ABD, AB içinde bu projeden en azami faydayı Almanya’nın sağlayacağını biliyor. Bu projeye ‘evet’ demekle, AB üzerinden Almanya’yı değil, tersinden, Almanya üzerinden AB’yi yedeklemeyi umuyor. Zira şu açık: Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı, aynı zamanda AB içindeki denge ve çelişkiler açısından da bir test olacaktır. Örneğin bu ortaklığın Paris’te, Berlin’dekine benzer bir coşkuya yol açmamış olması bir sır değildir. Almanya ise, adeta bir tür ikinci AB’ne kavuşacağını umuyor; sermaye birikiminin, AB entegrasyonunda bugün karşılaştığı sınırları böylelikle aşacağını hesaplıyor; AB adına kurulan bir ortaklık üzerinden, tek başına AB ile ulaşamayacağı bir lige sıçramayı düşünüyor. Ne var ki, Almanya’nın bu proje bağlamında öngördüğü avantajları elde etmesi göründüğünden de daha zor. Yapılacak müzakerelerde AB’nin politik bir birlik olamayışını daha acı bir şekilde hissedecektir. ABD-AB arası müzakerelerde, özellikle kendi lehine olan konularda AB’yi razı etme, AB içi konsensüs sağlamaya benzemeyeceğini çok hızlı bir biçimde görecektir. AB’nin bu projeyle “yeni bir anlam kazanması” propagandası yeterli olmayacaktır.
Kuşkusuz bu proje, Almanya’nın Rusya karşısındaki pozisyonunu da güçlendirecektir. Almanya, şimdiye kadar olduğundan daha fazla ve çok daha iyi koşullarda Rusya pazarının kendisine açılacağını hesaplamaktadır. Rusya ile enerji paktını bozmayacaktır, ancak bu proje ile birlikte seçeneklerinin de arttığını ona hissettirecektir. Yeri gelmişken belirtelim ki, “kaya gazı ve petrol devrimi”ni  olanaklı kılan hidrolik kırma teknolojisi, dünya enerji sektöründe ciddi değişikliklere neden olmakta. Burada konumuzla ilgili şu boyutunu belirtelim sadece: ABD’nin bu teknolojiyi çok yaygın bir şekilde kullanması, en başta Rusya’nın doğalgazdaki konumunu, özellikle de AB ve Almanya karşısındaki tekel konumunu sarsmaktadır. Örneğin Londra’daki Avrupa Güvenlik Çalışmaları Merkezi’nin –CESS– enerji uzmanı Frank Umbach’a göre, “Avrupa Birliği’nin yeni doğalgaz politikaları Rusya’nın tekel konumunu yeniden şekillendirecek. Koşullar değişiyor ve Rusya bunlara uyum sağlamakta zorlanıyor. Rusya artık dünyanın en pahalı gazını satar hale geldi… Rusya’nın Avrupa üzerindeki etkisi değişiyor. Rusya daha marjinal bir konumda olacak. Avrupa siyasetinde oynadığı yeni rol, değişikliklere verdiği tepki ölçüsünde şekillenecek.”
Belli ki, ABD ile serbest pazar projesinde de ilerlendiği oranda, Rusya Almanya ile, en azından şimdilik, çok daha yakın bir işbirliğinin yollarını aramak isteyecektir.

ABD YENİDEN MEVZİLENİYOR
Belirtmek gerekir ki, anlaşıp anlaşamayacaklarından bağımsız olarak (konsensüsün iki yılda sağlanabileceği de tartışmalıdır), “küreselleşmenin yeni meydan okumalarına karşı” yeni bir blok oluşturma girişimi, ABD’nin bu sıralar içinde bulunduğu çok yönlü yeniden mevzilenmenin sadece bir boyutudur. Nitekim ABD, en azından mevcut üstünlüğünü korumak için, gerek ulusal ve gerekse uluslararası planda yeniden mevzilenmek zorundadır. ABD’nin özellikle ekonomik ve jeopolitik hegemonyasını tehdit eden faktörler gözle görülür bir biçimde artmaktadır. Dolayısıyla, muktedir olup olmayacağından bağımsız olarak, yeniden mevzilenmenin tam da bu konularda başlatılmış olması bir tesadüf değildir.
Obama yönetimi, Amerikan pragmatizminin ruhuna sadık bir şekilde önceliklerini belirlemiş bulunuyor. Altyapısı adeta sıradan bir kapitalist ülkenin altyapısını andıran, ülke içi sanayisi ve bunun istihdam ettiği emek gücü küçümsenemez boyutlarda gerileyen, başta kalifiye iş gücü olmak üzere eğitim alanındaki açıkları hızla artan, orta sınıfı gözler görülür bir şekilde eriyen, borç batağına saplanan bir ülkenin; süper güç konumunu korumak şöyle dursun, daha büyük ekonomik ve toplumsal sarsıntılara doğru yol aldığı açıktır (başka şeylerin yanı sıra, özellikle orta sınıftaki hızlı erime durdurulamadığında, büyük sosyal mücadelelerinin patlak vereceği bilinmektedir). ABD’nin son on yıllara damgasını vuran “ekonomik modeli”nin artık fazla bir geleceğinin olamayacağı son büyük ekonomik krizle birlikte oldukça net bir biçimde açığa çıkmıştır.
Obama’nın son Ulusa Sesleniş konuşmasını izleyen ya da okuyan herkes, mevcut ABD yönetiminin bu tehditleri gördüğü ve bunları bertaraf etmeyi öngören bir ekonomi politikayı belirlediğini kolaylıkla görecektir. Obama’nın yeniden seçilmesiyle şu çizgi baskın gelmiştir: Ülke içi sanayi yatırımları artırılacak; ülke sanayisine yatırım yapan tekellere özel teşvikler verilecek (ABD şirketlerinde “reshoring”, yani “operasyonlarını yurt dışına taşıyan şirketleri geri getirme işlemi”nin başladığı gözleniyor. Örneğin Google, General Electric, Caterpillar ve Ford Motor Company gibi ABD tekelleri, “operasyonlarının bir bölümünü ABD’ye geri getiriyorlar veya kapasitelerini ABD’de artırıyorlar.”) ; bir taraftan tüketimi artırmak üzere asgari ücret yükseltilirken, diğer taraftan göçmenler yasası değiştirilerek ülkedeki ucuz emek gücü arzı güvence altına alınacak; sanayi ar-ge yatırımları artırılacak, altyapı yenilenecek, eğitim alanına daha fazla kaynak aktarılacak vb. vb.. Bunlar, bütçe açığıyla ilgili tasarruf politikalarından vazgeçildiği anlamına gelmemekte; ikisi arasında uygun bir denge tutturulmaya çalışılacaktır (Yani; “ekonomide devletin uygun rolü”nün tekrar gündeme gelmesi; “piyasa ve devletin rolünün daha iyi balans edilmesiyle sosyal yapının yeniden inşa edilmesi”!).
ABD’nin AB ile ilgili yapmayı öngördüğü serbest ticaret anlaşmasını biraz da bu çerçevede görmek gerekir. ABD, bu anlaşmayla birlikte, Avrupa sermayesinin ülkede yapacağı yatırımlardan faydalanmayı düşünüyor – hem de yukarda genel hatlarını çizdiğimiz ekonomi politikanın kaynaklarından biri olarak. ABD, bu anlaşmayla kurulacak ilişkide, tabiri caizse, sınırları çok iyi çizilmiş bir ölçek ve sektörlerde Çin’leşmeyi de göze almaktadır. Unutmamak gerekir ki, ileri kapitalist ülkeler arasında uzun yıllardır reel ücretlerde en düşük düzey ABD’de!

YENİDEN MEVZİLENMENİN ULUSLARARASI NEDENLERİ
ABD’nin son 30 yılına damgasını vuran “ekonomi modeliyle” devam edemeyeceği ve bunun için sadece iç değil, dış politikası ve önceliklerinde de hızla yenilenmeye gitmesini gerektiren diğer bir olgu da, Çin başta olmak üzere Asya’nın artan önemidir. Dünya ekonomisi ve politikasının “çekim merkezi”nin giderek Asya’ya kaymakta olduğu bir sır değildir.
Amerikan Ulusal Güvenlik kuruluşu NSC’nin son raporuna göre, Amerika, Avrupa ve Japonya’nın dünya üretimindeki payı, çok da uzak olmayan bir gelecekte (2030’da) yüzde 50’nin altına düşecektir (bugün bu oran yüzde 56’dır).  ABD Başkan Yardımcısı Biden de, SZ ile 01.02.13 tarihinde yaptığı röportajda, Asya’nın bugün Dünya Gayri Safi Hasılası’nın % 25’ni ürettiği, fakat 2015’te bu oranın % 30’a çıkacağını belirtmekte.
Başka bir ifadeyle, ABD gidişatı görmekte ve şimdiden ona göre mevzilenmektedir. Nitekim, eski Dışişleri Bakanı Clinton, 2011’in sonunda kaleme aldığı bir makalede, “Amerika’nın Pasifik Yüzyılı”nı ilan etmiştir. Obama ve Biden çeşitli kereler ABD’nin “Pasifik bir ulus” ya da “Pasifik bir güç” olduğunu belirtmiş ve ABD’nin önümüzdeki on yıl içerisinde Asya-Pasifik bölgesinde, ekonomik, askeri, politik ve diplomatik “esaslı yatırımlar”da bulunacağını duyurmuşlardır. ABD’nin, eski savunma bakanın da ifade ettiği üzere, dış politikasında bir “dönemeç noktası”nda olduğu bilinmektedir. Eksenini Asya-Pasifik bölgesine kaydırmak üzere olduğu ve bu bölgede hızla “yeni bir mimari” inşa etmeye yöneldiği görülmektedir.
ABD’nin Asya-Pasifik bölgesinde son dönemde attığı şu adımlar yeterince açıklayıcıdır: Militarist ve milliyetçi söylemleri yeniden yüksek sesle dillendirmeye başlayan Japonya’yı, başta “pasifist anayasa”sını değiştirmek olmak üzere, daha aktif bir dış politika izlemesi konusunda cesaretlendirmek; Hindistan’ı kendi tarafında tutmak için ekonomik ve politik angajmanlarını yenilemek; her vesileyle Kuzey Kore’ye karşı Güney’in yanında durduğunun politik ve askeri hamlelerle altını çizmek, dahası Japonya ile Güney Kore arasındaki tarihsel sorunların aşılıp stratejik bir işbirliğin gelişmesi için özel bir çaba sergilemek; Avustralya ile yenilenen stratejik işbirliğinin bir gereği olarak Avustralya’nın Kuzeyindeki ABD üssünü başta müdahale kabiliyeti yüksek birliklerle genişletmek; giderek daha büyük oranda askeri birliklerini Atlantik’ten Pasifik bölgesine kaydırmak (ABD’nin deniz kuvvetleri şu anda Atlantik ile Pasifik arasında eşit dağılmış durumda, 2020’de yüzde 60’ı Pasifik’te konuşlandırılacak); İran’a karşı kurulan füze savunma sisteminin bir parçası olarak Akdeniz’deki savaş gemilerinde tesis edilmesi öngörülen füzelerin Alaska’ya kaydırma kararını almak ve genel olarak bu konuda Rusya ile yeni bir pazarlığa oturmak vb. vb..
Bu konuşlanma ve hamlelerin diğer önemli bir özelliği ise, Çin’in gerek hammadde ve enerji nakli bakımından, gerekse Avrupa’ya ihraç ettiği malları ulaştırmada kullandığı Malakka Boğazı’nın denetlenmesinin hedeflenmesidir.  Vietnam, Tayland, Singapur, Filipinler ve Endonezya ile askeri işbirliklerin yenilenmesi ya da yeni anlaşmalara gidilmesi askeri stratejik önemi büyük olan bu boğazın ve genel olarak Hint-Pasifik Bölgesi’nin denetimini amaçlamaktadır. Bugün Çin’in bu boğazı kullanması Hindistan ve ABD’nin karşı çıkmamasına bağlıdır (Güneydoğu Asya devletlerinin birliği ASEAN’ın tam da Çin’i güney ve güneydoğudan kuşatan bir bölgenin merkezini kapsaması tesadüf olmasa gerek).
Burada dikkat çekilmek istenen şey, ABD’nin hızla Çin ile savaşa hazırlandığı değildir elbette. Bu ihtimal ne mutlak, ne de çok yakın bir zamanın konusu olarak görünmektedir. ABD’nin Asya-Pasifik bölgesindeki hamle ve angajmanlarıyla öncelikle neyi elde etmeye çalıştığı Çin ile ilişkisinde görülebilir. Bu bakımdan, Biden’in belirtilen röportajda Çin hakkında yazdığı (röportaj sözlü yapılmamıştır) şeyler önem arz etmektedir. Biden, Çin’in yükselişinin “boş bir mekanda gerçekleşmediğini” vurguluyor ve bu yükselişi olanaklı kılan “uluslararası sisteme” dikkat çekiyor (bu sistemi ayakta tutanın da ABD olduğunu hatırlatarak!). Şöyle ki: “Çin’in büyümesi, açık ve şeffaf bir uluslararası ekonomik sistem tarafından sürekli beslendi. Çin’in büyümesi, aynı zamanda tüm uluslar için geçerli olan kurallara dayanmaktadır.” Ve devamında: “ABD bu uluslararası sistemi birlikte korudu ve bu sistem onlarca yıl Asya’nın dikkate değer ekonomik ilerlemesini olanaklı kıldı. Bu nedenle vurgulamaktayız ki, tüm taraflar, gerginlikleri artıracak ve ortak güvenlik ve refahımızı sarsacak eylemlerden kaçınmak zorundadırlar.”
Burada Çin’e verilen mesaj şudur: ‘Ekonomik büyüme ve potansiyeline güvenerek, sadece dünya sisteminde değil, bölgende dahi emperyal adımlar atmaya cüret etme! Dünyanın ikinci büyük ekonomik gücü olman, benimle hegemonyayı paylaşacak güç olacağın anlamına gelmez’! (Biden bu son hususu, “küresel güvenlik ve refaha katkı sunan”, “barışçıl ve sorumluk sahibi bir Çin’in” yükselişine itiraz gelmeyeceği şeklinde dile getirmekte!)
Başka bir deyişle, Asya-Pasifik bölgesinde Çin ile ABD arasındaki egemenlik kavgası başlamış bulunuyor. Çin, ekonomik konumuna uygun jeopolitik bir nüfuz alanını, en başta ve öncelikle bu bölgede tesis etmek istiyor. ABD ise bu hamleleri baştan boşa çıkartmaya çalışıyor. Ve bu çabalar, sadece kurulan yeni üslerle askeri kuşatma ve hazırlık olarak gerçekleşmiyor. ABD, Çin’i, etrafındaki Asya ülkeleriyle genişlettiği “serbest ticaret anlaşmaları”yla da kuşatıyor. ABD’nin Çin’i kuşatma ve ona karşı Asya-Pasifik bir cepheyi örme çabalarının ekonomik boyutlarından biri de, Çin’in dolardan kopmasını engellemektir. Çin’in dolar rezervleri, bu durumda her ikisi için bir tür sigortadır. ABD böylelikle Çin’i kendisine karşı alternatif uluslararası bir yönelimden baştan uzak tutmak istemektedir.
Kısacası, ABD’nin kendisini “Pasifik bir ulus” ve güç olarak tanımlaması, hem bölge ülkelerine ve hem de bütün emperyalist devletlere karşı yapılmış bir hegemonya ilanıdır. ABD için Çin, bugünkü aşamada, hem hegemonya çabasının konusu ve hem de aracıdır. Biden’in, “ABD’nin Çin ile ilişkisi, 21. yüzyılı şekillendirmede katkı sunacaktır” ifadesi de buna işaret etmektedir zaten.
Asya-Pasifik bölgesinde son yıllarda silah satışlarının olağanüstü artması, çok ciddi bir silahlanmanın gerçekleşmesi kuşkusuz hayra alamet değildir. Bu arada Çin de silahlanıyor elbette.  Bugünkü aşamada sorun şudur: ABD, Çin’i çok yönlü kuşatıp, ‘benim koyduğum kural ve sınırlar dışında hareket etmeyeceksin’ demekte. Dünya ekonomisi ve özelde de bölge ve Çin ekonomisindeki genel durum, Çin’in mevcut kural ve dengeler içinde hareket etmesi ve hazırlıklarını sürdürmesini şimdilik olanaksız kılmıyor. Fakat, dünya ekonomik krizinin daha sarsıcı bir biçimde nüksetmesi ya da bölgedeki dengelerin onun aleyhine değişmesi veya kendi ekonomik gelişmesindeki sorunların artması durumunda, şimdiden ‘restini görürüm!’ diyen ABD karşısında Çin ne yapacaktır? Çin’in, henüz değil ama, giderek yakınlaşan bir safhada yanıtlaması gereken soru bu olacağa benziyor. Çin’in bu soru kapıya dayanmaksızın, ne gibi karşı hamleler ve tedbirlere yöneleceğini ise yakında daha net göreceğiz. Bu olası adımlar arasında, Rusya ile, başta yeni enerji hatları olmak üzere, olduğundan daha derin ve çok yönlü bir işbirliğine yönelmesi şimdiden netleşmiş bulunmaktadır.

YENİDEN MEVZİLENMENİN ORTADOĞU’YA ETKİSİ
ABD’nin içinde bulunduğumuz yüzyılı “Pasifik yüzyılı” ilan edip “politikanın geleceğinin Asya’da belirleneceği”nden yola çıkmasının Ortadoğu açısından etkisine gelince… Görünen şu ki, jeopolitik konumunda esaslı bir değişim olmamakla birlikte Ortadoğu, ABD’nin güç ve nüfuz politikalarının ana odak noktası olma özelliğini yitirmekte ve giderek noktalarından biri haline gelmektedir.
Kuşkusuz, ABD’nin enerjide kendi kendine yeterliliğini son derece artıran gelişmeler , onun Ortadoğu’ya sırtını çevireceği anlamına gelmemektedir. Bunu pek çok nedenden ötürü yapamayacaktır: Petrol kaynaklarının merkezindeki gelişmeler, her şey bir tarafa, tek başına petrol fiyatları üzerinde yapacağı etki bakımından bile ABD’yi bu stratejik bölgeye ilgisiz bırakmayacaktır. Öte yandan, rakiplerinin bu kaynaklardan faydalanma olanaklarını –2035 yılında bölge petrolünün % 80’nin Asya’ya akacağı tahmin edilmekte– kısıtlama çabasından da vazgeçmeyeceği ortadadır.
Ancak; gerek enerjide sahip olduğu yeni olanaklar ve gerekse yeniden mevzilenmesinin diğer ekonomik ve jeopolitik gereklikleri, bölgenin kendisinin öneminde değil, ama ABD’nin bölgeyle ilişkisinde bir değişime yol açacak; onun bölgedeki varlığını bugüne kadar olduğundan çok daha esnek ve seçenekli kılacaktır. Örneğin Alman Federal Haberalma Örgütü BND, ABD’nin “dış ve güvenlik politikaları bakımından eylem özgürlüğünün” özellikle Ortadoğu’da oldukça artacağını öngörmekte. Başka bir ifadeyle, ABD bu bölgede ‘angajmanlarına devam edebilir ama, etmek zorunda değil artık’.
Elini olağanüstü rahatlatacak bu mevzii, Ortadoğu’da ABD’ye ekonomik açıdan sunduğu tasarruf olanaklarının yanı sıra , politik açıdan imaj tazeleme imkanlarını artıracak, jeopolitik bakımdan da yeni bir manevra kabiliyeti ve taktik esneklik kazandıracaktır.
Bununla birlikte, Ortadoğu, başta Çin olmak üzere diğer emperyalist güçler açısından çok daha önemli hale gelecektir. Özellikle Çin’in bölgeyle ilişkisi, ABD’ninkiyle giderek ters orantılı bir hale gelmektedir. Çin, Körfez’den petrol ithalatını artırmak zorunda. Bugün aldığı günlük üç milyon varil petrolün yediye çıkacağı hesaplanmakta. ABD’nin bugüne kadar Körfez’deki petrol ticaretinin güvenliğini sağlaması, Çin’in de işine gelmekteydi. Bunun, birçok nedenden ötürü, uzun bir süre böyle sürmeyeceğini Çin de bilmekte. Afrika boynuzunda “korsanlara karşı mücadeleye” aktif katılma konusunda Çin’in de artık kendini “sorumlu” hissetmesi bu öngörünün bir sonucudur. Dolayısıyla, ABD tarafından kendi bölgesinde baskılanacak ve giderek kuşatılacak bir Çin’in Ortadoğu ve Afrika’ya olan gereksinimi haliyle daha da artacaktır.
ABD’nin Ortadoğu’da giderek daha seçenekli ve esnek hareket edebileceği koşullara kavuşmasının diğer bir sonucu da, başta Fransız ve İngiliz emperyalizmi olmak üzere Avrupalıların bölgedeki inisiyatiflerini artıracak fırsatları öncesine göre çok daha fazla yakalayabilecek olmalarıdır. Kuşkusuz ABD, bu arada Avrupalıları, Ortadoğu’nun enerji kaynaklarına erişim ve nakil yollarını güvence altına almanın maliyetlerine de ortak etmeyi unutmayacak ve olası askeri müdahalelerinin de esasta NATO üzerinden gerçekleşmesini telkin edecektir.
Öte yandan; ABD’nin belirtilen yeniden mevzilenme hamleleri; hala kriz içinde debelenen Avrupa gerçeği; onun hemen yanı başında sayılabilecek Arap ülkelerindeki halk ayaklanmaları ve bu halk hareketlerinin zayıflıklarını etkin bir şekilde kendi nüfuz politikalarına tahvil etmeye çalışan emperyalist müdahaleler; Suriye’deki iç savaş, olası bölünme riskleri ve bunların komşu ülkelere yansımaları; Irak’ın her türlü olumsuz gelişmeye açık bıçak sırtı durumu; İran’ın etrafındaki çemberin olağanüstü daralması ve bu daralmanın İran’ın iç çelişkilerini giderek keskinleştirici etkileri vb.; bütün bu gelişmeler, tam da petrolün anavatanı Ortadoğu’da muazzam bir “jeopolitik sıkışma”nın yaşandığını gösteriyor aynı zamanda. Açıktır ki, bu sıkışmanın akla getirdiği olası “jeopolitik depremlere” son derece gebe bir bölgede yer alan bir Türkiye, artık Kürdistan sorunun dolaysız bir parçası haline gelmiş kendi Kürt sorununu şu ya da bu şekilde çözmeksizin, ne kendi emellerinde, ne de ABD emperyalizminin ona yüklediği misyonlarda başarılı olamayacaktır. Türkiye egemenleri Kürt ulusal hareketinin direnişini kıramayacağını kabul etmiş; dahası, tam da “jeopolitik depremler” riskinin arttığı bir süreçte bu gerçeği körü körüne reddetmenin, kendisini, Kürt sorunun teşkil ettiğinden çok daha büyük istikrarsızlık ve tehlikelere sürükleyeceğini görmüştür.
Bu bakımdan, Ortadoğu’da seçeneklerini ve manevra kabiliyetini artırma (ve dolayısıyla elini rahatlatma) çerçevesinde müttefiklerine daha fazla görev vermek isteyen ABD’nin, Türkiye’nin aynı zamanda “jeopolitik depremlere” hazırlanması mahiyeti taşıyan “çözüm süreci”ne destek vermesi (ya da doğrusu bu süreci yönlendirmesi) şaşırtıcı değildir. Bunun böyle olduğunun en güncel göstergesi, Newroz’da tam da “çözüm süreci” çerçevesinde önemli bir adımın atıldığı günlerde, İsrail’in Türkiye’den, ABD Başkanı’nın girişimi ve özel şahitliğiyle, “özür dilemesi” olmuştur (Burada Obama’nın, bu girişimle ilgili “liderlerin zamanlaması çok isabetli olmuştur” övgüsünü de hatırlamak gerekir!). İsrail, ABD’nin referansı (Obama’nın ikinci döneminin ilk ziyaretini İsrail’e yaparak, orada dost ve düşman duymak üzere ABD’nin İsrail’e dönük “ebedi ittifak” yeminini yenilemesi; yani ‘Ortadoğu politikam ne olursa olsun, bu ittifakım asla değişmeyecek’ demesi) ve ısrarıyla, Türkiye’ye, bölgedeki yeni meydan okumalarda daha ileriden bir işbirliği yapmayı teklif etmiş, Başbakan Erdoğan da “Türk halkı adına” (!) bu teklifi kabul etmiştir. Denebilir ki, ABD böylelikle, bölgeye ilişkin jeopolitik hazırlıklarında şimdiden önemli bir sinerji kaydetmiştir. Şöyle ki, bölgede işbirliklerine çok daha fazla ihtiyaç duyacağı bir dönemde, önde gelen müttefikleri arasındaki uyumsuzluğu giderecek adımların önünü açmıştır. Bu bağlamda, önümüzdeki dönemde Türkiye ve İsrail arasında, bugüne kadar olduğundan çok daha derin ve etkin bir işbirliğinin gelişeceğinden yola çıkılabilir.
Ortadoğu’daki güncel durumu karakterize eden, gerçekleşen kırılmaların seyrindeki belirsizliğin olağanüstü bir şekilde artmış olmasıdır. Kuşkusuz, Ortadoğu coğrafyası için kesin öngörülerde bulunmak zordur. Şu ama açıkça görülmekte: Yaşanan kırılmalardaki mevcut belirsizlik uzun süremez. Pek çok uluslararası ve bölgesel faktörün devrede olduğu bu coğrafyadaki kırılmalar, bir şekilde sonuçlanmayı zorlamaktadırlar. Bu sonuç zorlaması, bölge savaşıyla mı yoksa sıkışan güçlerin tavizleriyle mi gerçekleşir bilinemez henüz, ancak mevcut belirsizliğin şu ya da bu şekilde ortadan kalkması ihtimali kuvvetle artmaktadır. Sorun bir yerde de, Rusya, Çin ve İran gibi bölgede sıkışmakta olan güçlerin, ABD’nin uluslararası plandaki yeniden mevzilenme hamleleri karşısında, Ortadoğu’da kesin kapışmayı göze alıp almayacağına bağlıdır. Hem büyük emperyalist ülkeler arasındaki güç dengesi hem de gidişat, bu seçeneği onlar açısından pek elverişli kılmamaktadır.

*
Bilindiği gibi, bugün kapitalist dünya ekonomisindeki içiçe geçiş (“ekonomik entegrasyon”), tarihsel bakımdan en ileri noktasındadır.  Bu olgu günümüzde pek çok şeyi etkilemektedir; ama konumuz açısından burada vurgulanması gereken husus şudur: Özellikle Batı’nın ileri kapitalist ülke ekonomilerinin içiçe geçmesindeki düzey, emperyalist devletler arası çelişkileri halihazırda biçimlendiren momentlerin başında gelmektedir.
Emperyalist çelişkiler bakımından bugünün özelliği, emperyalist çıkarlardaki ayrışmanın ilerlemiş ya da çelişkilerin keskinleşmiş olmasından ziyade, bu çelişkilerin; “ekonomik entegrasyon”un tarihsel bakımdan en ileri olduğu bir aşamada keskinleşiyor olmasıdır. Karşı karşıya gelen emperyalist çıkarlar, bu somut zemin üzerinde politik ve askeri biçimlerini bulmak durumundadırlar. Bu olgu, en azından şu iki gelişmeye dikkat çekmeyi gerektirmekte: İlkin; bugün tam da çıkarları giderek daha fazla karşı karşıya gelen güçler, politik ve ekonomik bakımdan nispeten en çok içiçe geçmiş ülkeleri teşkil ediyorlar. İkincisi; bu zemin, hegemonya kavgasının, bu ülkelerin daha da “yakınlaşmasını” içererek sürdürülmesine neden oluyor. “Ekonomik entegrasyon”, kuşkusuz emperyalistler arası çelişki ve çatışmaları ortadan kaldırmıyor, kaldıramaz da; ancak şu aşamada, dünya ekonomisindeki bu ileri düzeydeki içiçeliği hemen dağıtıp ayrı ve karşıt saflaşmayı zorlaştırıyor.
Bu bağlamda, “kolektif emperyalizm”, “ulusüstü emperyalizm” vb. yüzeysel teorileri ya da “Batı Birleşik Devletleri” gibi ham hayalleri, ilk bakışta akla yatkın gösteren diğer bir özgün durum da şudur: Bilindiği gibi, sermayenin uluslararasılaşması, uluslararası işbölümünün derinleşmesi, kapitalist pazarların birbirlerine bağlanması vb. gelişmeler, kapitalizme içkin tarihsel eğilimlerdir. Gelgelelim, kapitalizmin bu nesnel tarihsel eğilimleri, geçtiğimiz yüzyılın özel politik koşullarından ötürü (kapitalizm ile sosyalizm arasındaki mücadele ve en ileri kapitalist ülkelerin bir kamp oluşturması), zamanıyla dünya ekonomisindeki nesnel ilişkilerin ve koşulların el verdiğinden ya da o zaman zorunlu kıldığından çok daha ileri bir noktada gelişebilecekleri bir çerçeveyi bulmuştur.
Öte yandan, sosyalizmin geçici yenilgisinin en derin tahribatları yine en ileri kapitalist ülkelerde olmuştur. İşçi hareketi ve işçi sınıfının mücadeleleri dibe vurmuştur. Bu olgu, her bir ülkede emperyalist sermayenin sınıf mücadeleleri bakımından elini rahatlatmıştır. Tekelci burjuvazi, böylelikle sermaye birikiminin önündeki sosyal ve politik engelleri kolaylıkla aşabilmiş, özellikle de emek gücünün fiyatını olabildiğince düşürebilmiş ve haliyle kapitalist üretim tarzının kaçınılmaz açmazlarından her defasında daha kolay sıyrılma olanaklarına kavuşmuştur. Bu imkanlar, “sosyalist kamp”ın çökmesi sonucu açılan devasa yeni pazarlar (Doğu Avrupa, SB ve Çin pazarları başta olmak üzere) olanağıyla birleşmiştir.
Açıktır ki, sosyalizmle mücadelenin eseri olan emperyalist kapitalist devletler arası görece ileri “ekonomik entegrasyon”, bu zemin ve imkanlar karşısında “küreselleşme” adı altında muazzam bir ivme kazanmıştır. Tersi zaten nasıl mümkün olabilirdi ki? O koşullarda hiçbir emperyalist devlet açısından, sağlanmış olunan “ekonomik entegrasyon” bugünden yarına dağıtılamazdı. Haliyle, kazanılan “yeni dünya”yı halihazırdaki kapitalist dünya ekonomisine entegre etmek, yani aralarındaki çıkar farklılıkları ve rekabetin daha da artmasına karşın, yeni pazarları mevcut “ekonomik entegrasyonun” bir parçası haline getirmek en realist ve ekonomik eğilimdi. Ve işte sosyalizmle mücadeleden devralınan bu tarihsel verili ekonomik zemin öylesine disipline edici bir olgudur ki, emperyalist çıkarlar olgunlaşıp aralarındaki rekabet arttıkça, “ekonomik entegrasyon” daha da derinleşmektedir!
Geçtiğimiz yüzyılın özgün politik tarihsel sürecinden devralınan bu durumun ilelebet sürmeyeceği ortadadır. Ama geleceğin karşıt kamplaşmalarının; mevcut birlikler ve ekonomik entegrasyon ilişkilerinin içinden doğarak şekil alacağı görülmelidir.
Kısacası, “kolektif emperyalizm” vb. yüzeysel teorilerin bütün mahareti; sonucu, neden olarak göstermekten ibarettir!

ABD, Afrika ve AFRICOM

ABD, geçen yılın Ocak ayında açıkladığı yeni savunma stratejisinin merkezine Asya-Pasifik’i koydu. 2011 yılında, dönemin Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, dış politika dergisi Foreign Policy’nin Kasım ‘11 sayısı için kaleme aldığı “Amerika’nın Pasifik Yüzyılı” adlı makalesinde de dış politikada strateji güncellemesinin ip uçlarını vermişti.

Yeni savunma doktrininde Asya’ya verilen önemi ABD Genelkurmay Başkanı Martin Dempsey, bir basın toplantısı sırasında şu sözlerle ifade etmişti: “Eğilimlerin tümü, yani demografik, jeopolitik, ekonomik ve askeri eğilimler, Pasifik’e meylediyor. Bu yüzden gelecekteki stratejik meselelerimiz büyük ölçüde Pasifik bölgesinden kaynaklanacak.”

ABD’nin yeni savunma stratejisini izah eden 8 sayfalık rapor, Bush döneminde ‘uluslararası terörizm’e karşı Güney Asya ve Ortadoğu merkezli bir strateji izlendiği tespitiyle başlıyor. Irak ve Afganistan’da ‘karşı ayaklanma’ ve istikrar operasyonlarının yürütüldüğü belirtilirken, artık büyük ve uzun süreli istikrar operasyonlarına teşebbüs edilmeyeceği ileri sürülüyor.

Stratejinin merkezinde Asya-Pasifik’in olmasındaki etkenlerden birisi “bölgedeki büyük yatırım olanakları” iken, diğeri, açık ki, Çin başta olmak üzere, ABD’nin hesaplarının dışında politika geliştirebilen güçlerin varlığı. Raporda; Çin Halk Cumhuriyeti’nin ABD ekonomisini ve güvenliğini etkileme potansiyeli bulunduğu kaydediliyor.

ABD’nin Asya Pasifik merkezli yeni stratejisi, Ortadoğu ve dünyanın diğer bölgelerinden vazgeçtiği anlamına gelmiyor. İran temel tehditlerden birisi… “Terörle mücadele” konsepti ve enerji güvenliği açısından Ortadoğu’daki gelişmeler de elbette ABD için vazgeçilmez önemde…

Peki, Afrika, ABD’nin Asya-Pasifik stratejisi ve kaynayan kazan Ortadoğu bağlamında nerede duruyor?

Üç başlıktan bahsedilebilir:

Birincisi; ABD’nin yeni güvenlik stratejisinin merkezine koyduğu Asya-Pasifik’in temel gücü Çin… Ve Çin, Asya’daki faaliyetlerinin yanı sıra Afrika, özellikle Sahra Altı Afrika ülkeleriyle hızlı bir biçimde ekonomik ve askeri ilişkilerini geliştiriyor. ABD’nin, Afrika’daki Çin ‘yayılmacılığı’na karşı eli kolu bağlı oturması beklenemez.

İkincisi; ABD’nin ithalata bağımlı petrol talebinin bugün için yüzde 16’sı Afrika’dan karşılanıyor. 2015’te bu oranın yüzde 25’e çıkarılması hedefleniyor. Ayrıca Afrika’nın yeni yatırımlar için müthiş kârlı ve gelecek vaat eden bir ‘ışık’ olduğu tespitleri, hem ABD Hükümeti hem de hükümetin çizgisindeki yayın organlarında yapılıyor.

Üçüncüsü; Afrika’da yatırım ve enerji güvenliğini tehdit eden (dönem dönem anti-Amerikancı olabilen) el-Kaide ve diğer radikal İslamcı güçlerle mücadele…

***

Dolayısıyla emperyalist çelişki ve mücadeleler bağlamında Afrika, dünyanın en stratejik merkezlerinden birisi olmaya aday… 15. yüzyıldan itibaren sömürgeciliğin, köleliğin ve zengin madenlerin coğrafyası, bolluk içinde kıtlığın kara kıtası Afrika; emperyalist güçlerin gündemlerinde yine ön sıralarda yer alıyor.

Dünya petrol rezervlerinin yüzde 10’unu, hidro enerji kaynaklarını, altın, elmas, kobalt, uranyum gibi değerli ve stratejik madenleri topraklarında barındıran Afrika; 2008 kapitalist krizi ve dünya siyasetinde emperyalist kamplaşmanın netleşmesiyle önemini giderek arttırıyor.

Çin’in Afrika’daki yoğun faaliyetleri, özellikle Sahra Altı Afrika ülkeleriyle kurduğu güçlü ticari bağlar, elde ettiği ekonomik imtiyazlar ve yatırımlar; ABD ve Fransa başta olmak üzere Batılı emperyalist güçlerin önüne Afrika konusunu daha da ciddi bir biçimde getiriyor. Kıtlık, açlık, iç savaş gündemleriyle emperyalist belgeliklerde “ikinci-üçüncü derecede” önemli bölge olan Afrika, çoktandır “birincil önemde” kabul ediliyor.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra emperyalist kapitalist dünyanın liderliğini ele alan ABD, Afrika’da sömürgeci bağları olan diğer emperyalist güçlere göre dezavantajlı bir konumdaydı. 1950’li yıllarda başlayıp 70’lere kadar devam eden ulusal kurtuluş savaşları da ABD’nin bölgedeki etkinliğini oldukça zorlaştırıyordu. Bağımsızlığını elde eden ülkelerde emperyalizme karşı öfke; ‘beyaz adam’a güvensizlik, Afrika’nın birliği ve bağımsızlığı ruhu ve inancı, emperyalizmin bölgedeki hesaplarını elbette bozuyordu. Ancak yine de galibiyetin tadını çıkararak, II. Savaş sonrasında bir yayılma ve hegemonya histerisine giren Amerikan emperyalizmi, hatta yerlerini almak üzere eski egemenlik alanlarından sürmeye giriştiği İngiltere, Fransa, Belçika gibi eski sömürgeci güçleri etkisizleştirmek üzere sömürgeciliğe karşı mücadeleleri bile destekler görüntü içinde –iktisadi, mali bağımlılığı öngörüp görünüşte siyasal bağımsızlığa göz yuman– “yeni sömürgecilik”i geliştirmeye yöneldi.

1980’lerden itibaren başlayan neoliberal yapısal dönüşüm dayatması ve Afrika’nın ‘küresel’ dünya ekonomisiyle birleşmesi projesi; kara kıtada yeniden ve hatta eski sömürgeci ilişkilerin de işin içine katıldığı emperyalist sömürü ve talanın önem kazanıp yükselişinin önünü açtı. İkinci önemde addedilen Afrika, en azından 2000’li yıllardan itibaren stratejik mücadelelerin başlıca alanlarından birisi oldu.

Sudan’ın bölünmesi ve ABD yanlısı Güney Sudan Cumhuriyeti’nin kurulması, Somali’deki ‘insani dram’ ve emperyalist müdahale, radikal İslamcı güçlere karşı ‘mücadele yarışı’ çelişen çıkarların konusu olarak gündeme geldi… Son olarak Fransa’nın ABD’nin de desteğiyle Mali’yi işgal etmesi, gözlerin yine Afrika’ya çevrilmesine neden oldu.

Afrika, 2008 Krizi’nden sonra yeni yatırım merkezleri arayan tekeller için ucuz işgücü ve ölçüsüz yağma olanaklarının sınırsız bulunduğu bir bölge olurken, yeni keşfedilen petrol ve doğal gaz rezervleriyle de dikkat çekiyor.

Amerika Birleşik Devletleri, 1999 yılından başlayarak günümüze değin Afrika’daki faaliyetlerini ciddi bir biçimde yoğunlaştırdı. ABD için 1990’larda “ikincil önemde”ki bu kıta, 2000’li yıllardan itibaren “birincil öneme” haiz bir bölge haline geldi. Amerikan şirketlerinin bölgede artan yatırımları ve uzun vadeli hesapları, bu birincil önemi daha da perçinliyor. Başta Çin olmak üzere, Fransa ve bölgenin diğer geleneksel sömürgecilerinin birbirini eze eze girdikleri rekabet, ABD’nin de bölgeye daha ciddi ve hızlı müdahalesini zorunlu kılıyor.

Afrika belki, Ortadoğu kadar emperyalist çelişkilerin henüz düğümlendiği bir bölge değil. Ancak bölgedeki yatırımlar ve askeri hareketlilik, kuzeyinde dünyanın gündemine oturan halk hareketleri, işgaller, güneyde yine halk hareketleriyle birlikte açlık ve yoksulluk, iç savaş ve dinsel çatışmalar; bölgenin önümüzdeki yıllarda stratejik hesapların göbeğinde olacağını, hatta şimdiden olduğunu gösteriyor.

AFRİKA VE ENERJİ KAYNAKLARI

Afrika’da 2 bin yıldır demir, bakır ve altın gibi madenler çıkarılıp işlenmektedir. Batı Afrika altınları, Afrikalı tüccarlar tarafından Sahra çölü boyun­ca taşınıp Avrupa ve Asya ülkelerine satılıyor, hatta kıyı bölgelerine taşınanlar Hindistan’a ihraç ediliyordu.

15. yüzyılda Portekizliler ve İspanyolların girişiyle birlikte, kara kıta, işgalcilere karşı direnen yerlilerin kanına boyandı. Sömürgeciler altın, elmas ve diğer madenlerin üretimini daha da geliştirirken, birçok yeni maden yatağı bulundu. Sömürgeci güçler, Afrika’dan köle kadar yeraltı zenginliklerini de yüzyıllarca çekip çıkardılar. 17. yüzyıldan itibaren İngiltere, Fransa, İtalya ve Hollanda, Afrika’nın özellikle kıyı bölgelerinde koloniler kurdular.

Dolayısıyla Afrika yeraltı zenginlikleri açısından hep önemli bir bölge oldu. Dünyadaki maden kaynaklarının yüzde 20’si bu kıtada. Stratejik olan ve nadir bulunan kıymetli madenler açısından, Afrika, dünyanın en zengin bölgelerinden biri. Yer kürenin hidroelektrik potansiyelinin yüzde 40’ına sahip olan Afrika, yeraltı su kaynakları bakımından da çok zengin bir bölge.

Dünyadaki elmasın yüzde 30’u ve koltanın yüzde 80’i Kongo’da. Koltan madeninden niyopyum ve tental üretiliyor. Bunlar cep telefonu, play station, bilgisayar ekranı gibi ileri teknoloji içeren ürünlerde kullanılıyor.

Kıtanın en gelişmiş madencilik bölgeleri Güney Afrika Cumhuriyeti, Zimbabve, Zambia ve Zaire’nin Katanga yöresidir. Bu bölgelerden çıkarılan çeşitli madenler arasında en önemlileri altın, elmas, bakır, platin, vanadyum, kobalt, uranyum, asbest ve kromdur.

***

Gelelim enerji kaynaklarına… Bütün spekülasyonlara rağmen petrol ve doğal gaz dünyanın en stratejik enerji kaynakları olmaya devam ediyor.

Son yıllarda petrol ve doğal gaz rezervleri bakımından Afrika’nın önemi artıyor. BP verilerine göre; dünya kanıtlanmış petrol rezervlerinin yüzde 9.6’sı Afrika kıtasındadır. Bu oran; Ortadoğu’nun yüzde 56.6’lık oranına göre önemsiz gibi gözükebilir, ama 2025 yılına kadar Afrika’nın petrol rezervlerinin yüzde 91 oranında artması bekleniyor. Bu petrol potansiyelinin emperyalist güçlerin dikkatini çekmemesi ise mümkün değil…

Afrika, petrol üretimi açısından, son 20 yılda giderek önemli bir havza haline geldi. Dünya petrol rezervlerinin dağılımında 1989 yılında Afrika kıtası yüzde 5.9’luk bir paya sahipken, bu oran, 1999’da yüzde 7.8’e, 2009 ise yüzde 9.6’ya yükseldi. Böylece Afrika’nın dünya petrol rezervleri içindeki yüzdelik payı, 20 yıl içinde yüzde 62 oranında artış gösterdi.

ABD’nin Afrika petrollerine ilişkin politikaları, 17 Mayıs 2001 tarihli Ulusal Enerji Politikasına (National Energy Policy) dayanmaktadır. Belge, ABD Başkanı Bush’un Başkan Yardımcısı Dick Cheney başkanlığında toplanan Ulusal Enerji Politikası Geliştirme Grubu’nun (National Energy Policy Development Group) hazırladığı bir rapordur. Raporda, ABD’nin artan petrol talebi karşısında Afrika’nın özel bir önem kazandığı ifade edilmektedir. Batı Afrika’daki petrol ve doğal gaz kaynaklarına dikkat çekilmekte, bu bölgede ABD’li şirketlerin yatırımlarının arttırılması gerektiğini belirtilmektedir.

Rapor, ABD’nin petrol ve enerji politikası açısından önemli bir belge oldu. Çeşitli bakanlıklar, Afrika’daki faaliyet ve çalışmalarını, ayrıca bütçelerini önemli ölçüde artırdı. Örneğin Libya gibi önemli bir petrol üreticisi ülke ile ‘eski’ problemler bir kenara bırakılmış, ‘yakın’ ilişkiler geliştirilmiştir. Dönemin Libya Lideri Kaddafi’nin 2003’te Lockerbie bombalamasında yaşamını yitirenlerin ailelerine tazminat ödemeyi kabul etmesi, 2004’te nükleer silahların yayılmasını sınırlama konulu anlaşmayı imzalaması ile Libya’nın ABD’ye yönelik adımları fazlasıyla karşılık buldu. ABD’de petrol şirketlerinin Libya’ya yatırım yapmasını engelleyen yasak kaldırıldı. Kuzey ve Güney Sudan’daki iç savaşın 2005 yılında durulmasıyla, bu bölgede de Amerikan şirketleri önemli yatırımlara girişti.

2005 yılında ABD’li şirketler, Afrika’da hammadde ve enerji sanayiine yaklaşık 15 milyar dolarlık bir yatırım gerçekleştirdi. Gine Körfezi’ndeki Amerikan yatırımı 2006 yılında 11 milyarı aşarken, bu rakam giderek büyüyor. Cezayir’in en büyük petrol üreticisi Amerikan Anadarko şirketidir. Mısır’da da büyük ABD yatırımları bulunmaktadır. Hess, Marathon ve ConocoPhillips Libya’da eski yatırımlarını güncellerken, Exxon Mobil, Occidental ve Chevron Libya’da yatırım yapma hazırlıkları içinde. Son 10 yıllık dönemde, Batı ve Orta Afrika’daki ABD petrol yatırımları 40 milyar doları aştı.

2004 yılında ABD petrol ithalatının yüzde 15’i Afrika’dan sağlanırken, 2006’da bu oran yüzde 22’ye yükseldi. ABD’nin kısa vadedeki hedefi ise, toplam petrol ithalatının dörtte birinin Afrika’dan karşılanmasıdır.

AFRİKA’DA BAĞIMSIZLIK – KISA BİR ÖZET

Emperyalist devletler arasında; Birinci Dünya Savaşı’nda fiili ve askeri güçle yapılan sömürge paylaşımının bir benzeri, 1885 yılında imzalanan Berlin Senedi ile yapılmıştır. Böylece Afrika’nın kıyılarında koloni ve sömürgeleri olan Batı devletleri ‘fiili işgal’ prensibini benimsedi. Buna göre; Afrika içlerine doğru ilerleyen ve buraları ilk işgal eden ülke, işgal ettiği bölgenin sahibi olacak ve diğer devletler tarafından tanınacaktı. ‘Fiili işgal’ prensibiyle Afrika’nın içlerine sömürgeci yayılma olağanüstü bir hız kazandı. O kadar ki; 1870’de Afrika’nın ancak onda biri sömürge iken, 1890’da ise, sömürge olmamış bölüm kıtanın ancak onda biri kadar kalmıştır. Afrika’nın çok büyük bir bölümü, İkinci Dünya Savaşı’na kadar, emperyalist devletlerin resmi sömürgesiydi.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Afrika’da halklar verdikleri ulusal kurtuluş mücadeleleriyle bağımsızlıklarını elde ettiler. 18-24 Nisan 1955 tarihleri arasında 29 Asya ve Afrika ülkesinin tertip ettiği Bandung Konferansı’nda, sömürgeler bağımsızlık isteklerini açıkça ilân ettiler. II. Dünya Sava­şı’ndan hemen sonra, özellikle Batı Afri­ka’da kongreler dönemi başlarken, 1958 yılından itibaren, kongreler yerini bağımsızlıkçı ulusal partilere bıraktı.

İngiltere-Fransa ortak egemenliği altındaki Sudan 1956 yılında bağımsızlığını kazandı. Savaştan yenik çıkan İtalyan sömürgeleri de bağımsızlıklarını elde etti. Altın Kıyısı, Gana adıyla Kwame Nkrumah’ın önderliğinde (1957) bağımsızlığını ilân etti.

İngiliz sömürgelerinden Nijerya 1960’ta, Sierra Leone 1961’de, Gambia da 1965’te bağımsızlığını kazandı. Batı ve Orta Afrika’da sömürgelerin bağımsızlıklarını kazanmalarından sonra; kıtanın güney ve doğu bölgelerindeki İngiliz sömürgelerinde takip edilen politika değişime uğramak zorunda kaldı. Orta Afrika’da beyazların hakimiyetini sürdürmek için kurulan Orta Afrika Federasyonu başarısızlığa uğradı. Uganda 1962’de, Kenya 1963’te ve Lalawi (Nyasaland) ile Zambiya (Kuzey Rodezya) 1964’te bağımsızlıklarına kavuştu. 1965’te de Güney Rodezya bağımsızlığını kazandı, ancak yönetim 1980 yılına kadar beyaz azınlığın elinde kaldı; 1980’de yönetim siyahlara geçti ve ülkenin adı Zimbabve olarak değiştirildi. 1966’da ise Botswana adını alan Bechuanaland ve Lesotho bağımsızlıklarını elde ettiler.

Sömürgelerini iki ayrı federasyon halinde örgütlemiş olan Fransa, bağımsızlık hareketlerinin gelişmesi üzerine, federasyon içinde nispi özerklik vermeyi denedi. Bu amaçla düzenlenen 1944 Brazavi (Brazza­ville) Konferansı; Fransa Birliği’ni (Uniön Française) oluşturmaya yönelikti. Ancak bu yapı içerisinde sınırlı özerklik verilmesi, sömürgeleri bağımsızlık ülküsünden vazgeçiremedi ve Fas ve Tunus bağımsızlıklarını kazandılar (1956). 1958’de Gine, Fransa Cumhurbaşkanı General De Gaulle’ün bazı alanlarda sömürgelere özerklik vererek kurduğu Fransız Ülkeler Topluluğu’na (La Communaule) girmeyi reddederek, bağımsızlığını ilân etti. Bu olayın arkasından, Fransa, iki yıl içinde Fransız Batı Afrikası ile Fransız Ekvatoral Afrikası’ndaki sömürgeleri olan Moritanya, Senegal, Yukarı Volta, Nijer, Kamerun, Çad, Gabon, Kongo, Orta Afrika Cumhuriyeti ve Madagaskar’ın bağımsızlığını tanımak zorunda kaldı. Bu tarihte, Fransa’nın elinde sömürge olarak yalnız Cezayir ile Fransız Somalisi kalmıştı ve bunlardan Cezayir, 1954’ten beri devam ettirdiği silahlı kurtuluş mücadelesini kazanarak 1962’de, Fransız Somalisi 1977 yılında Cibuti adıyla bağımsızlıklarını ilan etti.

Belçika’nın sömürgeleri Kongo (Zaire) 1960’da, Burundi ve Ruanda 1962’de bağımsızlıklarını kazandı. Sömürgelerinin bağımsızlığını en son tanıyan, Afrika’nın en eski sömürgeci devleti olan Portekiz’di. Angola ve Mozambik, Portekiz yönetimine karşı sürdürdükleri silahlı mücadele ile 1975’te bağımsızlık kazanırken; onların yanı sıra Sao Tome, Principe ve Gine Bissau da aynı tarihte bağımsızlıklarına kavuştular. İspanya’nın sömürgesi Rio Muni ile Fernando Fo ise, 1968’de Ekvator Ginesi adıyla bağımsız bir devlet oldu.

Bu bağımsızlık hareketleri iktidara geldikleri ülkelerde, sömürgeciliğe karşı antiemperyalist bir politika izlediler. Doğal kaynaklar üzerindeki emperyalist egemenliğe genel olarak son verildi. Pan-Afrika düşüncesiyle Afrika ülkeleri arasında sıkı bir birlik hatta birleşme önerilirken, sömürgeciliğin bütün bir mirasının reddedilmesi hedefleniyordu. Ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında sömürgeciliğin eski ve resmi biçimi, yerini, askeri işgalleri de kapsayan, ama ekonomik sömürü ağına dayanan yeni-sömürgeciliğe bıraktı.

Özellikle 1980’lerden sonra, Afrika ülkeleri büyük bir borç batağına saplandılar. Dünya Bankası ve IMF gibi emperyalist devletlerin güdümündeki kurumlar, bu ülkelerde neoliberal yapısal dönüşümler karşılığında kredi ve borç olanakları sağladılar. Ve 1980’lerde başlayan, 1990’lardan günümüze kadar devam eden bu yapısal dönüşüm, Afrika ülkelerindeki açlık, yoksulluk, yolsuzluk vb. problemleri bir kat daha arttırdı.

EMPERYALİST SÖMÜRÜ, EKONOMİK KRİZ VE AFRİKA

1960’lardan itibaren başka şeylerle birlikte sömürge valileri ve işgal orduları türünden kurumsal yapılarda ifadesini bulan açık sömürgeci bağları koparıp atan ve ulusal bağımsızlıklarını ilan eden Afrika halkları, sosyalizme olan özlemlerine rağmen, milliyetçi ve bağımsızlıkçı bir çizgiyi aşamadılar. Halkların ve hiç değilse belirli önderliklerinin emperyalizme, hatta kapitalizme öfkesi, bilimsel sosyalist bir programla birleşmedi… Sosyalizme ilerlemediler/ilerleyemediler… Buna rağmen devasa adımlar da attılar. Eğitimi yaygınlaştırdılar, sağlık sistemini geliştirdiler, halkın temel gereksinimlerini karşılamak üzere büyük kamusal tesisler kurdular. Emperyalist şirketlerin doğal kaynaklar üzerindeki egemenliğine belirli ülkelerde belirli ölçüde son verdiler. Dünyanın emperyalizm ve sosyal emperyalizm arasındaki bölünmüşlüğüne doğru bir cevap veremediler, ancak Afrika’nın ezilmişliğinin ve sömürgecilere öfkesinin pratik bir karşılığı olan Afrika Birliği Teşkilatı’nı (1963) kurdular. Tüm Afrika’yı ekonomik ve siyasal olarak birleştirmek istediler.

Ancak bağımsızlıkçı partilerin yönetimindeki Afrika ülkelerinde sömürgeci dönemden kalma gerilikler tam olarak aşılamadı. Sömürgeci ülkeler, egemenliklerini, kabile ve etnik kimliklerden birisine yönetimsel ayrıcalık sağlayarak kuruyorlardı. Dolayısıyla, bağımsızlık mücadelesine, dışlanan etnik kimlik ve kabilelerin katılımı daha yoğun oluyordu. Ulusal kurtuluş mücadeleleri sömürgecilere karşı tüm Afrikalıların birliğini hedeflese de, bağımsızlık sonrası devletlerde başka kabile ve etnik kimliklerin etkinliği daha yoğun oldu. Bu ayrıcalıklı durum, emperyalist güçlerin bitmek bilmez kışkırtma, siyasi, ekonomik ve askeri müdahaleleriyle birleşince, Afrika’da iç savaş ve katliamlar eksik olmadı.

***

Burjuvazinin sosyalizm ve işçi hareketinin baskısıyla kabul etmek durumunda kaldığı “sosyal devlet” uygulamalarından neoliberal programı dayatmaya geçişi, esas olarak 1973-74 kriziyledir. Ciddi bir neoliberal kırılmanın yaşandığı simgesel dönem ise, İngiltere’de Thecher’in,  ABD’de Reagean’ın iktidara geldiği 1979-80 yıllarıdır. Şili’de Pinochet darbesiyle büyük burjuvazi ve Friedmancı tedrisattan geçmiş tekelci neoliberallerin ekonomi yönetimini ellerini aldığı 1974 yılı yine simgesel tarihlerdendir.

1973-74 kapitalist krizi, ücretleri düşürmekten özelleştirmelere, çalışma yaşamında kazanılmış hakları ortadan kaldırmaktan sosyal hizmetlerin piyasalaştırılmasına kadar sermayenin kapsamlı bir saldırısına zemin hazırladı. Ancak bu programın doğrudan uygulanması, yukarıda simgesel denilen tarihlerde iktidar olan neoliberal hükümetlerle olmuştur. Program, işçi hareketi baskılanabildiği, hatta yenilebildiği ölçüde yaşama geçirilmiştir. 1984 İngiliz madenci grevinin yenilgisi, hem İngiltere hem de dünya için neoliberal dayatmalardaki cesareti arttırmıştır.

1980’lerde neredeyse bütün Afrika gırtlağına kadar borçluydu, üstüne üstük borca ‘muhtaç’tı. Bu ülkelere yardım etmeyi ‘görev bilen’ Dünya Bankası ve IMF’nin koşulu ise, neoliberal program çerçevesinde ekonominin tam bir dönüşümüydü. Tüm dünyada olduğu gibi, Afrika’nın da büyük bölümünde bu program uygulandı. Ve bu, Afrika için yeni bir sömürgeci yıkım oldu.

Afrika’da 1980’lerden itibaren tam gaz yaşama geçirilen neoliberal politikaların ve yapısal dönüşümlerin bilinen sonucu, yaygın bir yoksulluk, çalışma yaşamında vahşi kapitalizm koşullarının yeniden üretilmesi, tüm koruyucu sağlık ve sosyal güvenlik uygulamalarının gevşetilmesi, özelleştirmelerle kamu güvencesiyle iş güvencesinin ortadan kaldırılmasıyla sınırlı olmadı. Milyonlarca insanı somut bir biçimde açlıkla, açlıktan ölümlerle yüz yüze getirdi. Yüz binlerce insan toplama kamplarında bir tas çorbaya mahkum/muhtaç edildi. Dünya genelinde açlık tehlikesiyle karşı karşıya bulunan 900 milyon insanın 300 milyona yakını Afrika’da…

Gümrük duvarlarının kaldırılması ve kapıların yabancı yatırımlarına sonuna kadar açılması, sömürgeleştirme sürecinin yenilenmesinin başlangıcı ya da yeni sürecin hareket ettiricileri oldu. Yeni sömürgeci ilişkiler, neoliberal koşullarda yeniden yapılandırılmaktaydı. İç savaşlar ve istikrarsızlığa rağmen, zengin yeraltı ve yerüstü kaynaklarıyla, ucuzun da ucuzu işgücüyle emperyalist güçlerin gözü yine Afrika’daydı.

ABD ise, özellikle 2000’li yıllardan itibaren, petrol ve doğal gaz kaynaklarının ortaya çıkışı, özellikle Çin’in kıtadaki yoğun ekonomik ilişki ve faaliyetleri karşısında Afrika’daki faaliyet ve yatırımlarını yoğunlaştırma kararı aldı.

2008 kapitalist kriziyle birlikte ise, tekelci sermayenin sıkışmışlığı, yeni pazar, hammadde ve yatırım alanları arayışını daha da artırdı. Çin’in giderek yayılan egemenliği karşısında, Afrika, devasa zenginlikler içeren bir yatırım alanı olarak gündeme girdi.

Mısır ve Tunus’ta diktatörlere karşı ‘ulusal onur’, ekmek ve özgürlük talepleriyle ayaklanan halklar; diktatörleri devirmekle birlikte kendi iktidarlarını kuramadılar. Gericiliğin yeniden güç kazanmasıyla birlikte, emperyalizm ve tekelci sermaye, bu bölgelerde yatırımları ve sömürge ayrıcalıklarını daha da genişletme yarışına girdi.

Şimdi ise hedefte Sahra Altı Afrika denilen ve 53 Afrika ülkesinin 48’ini kapsayan bölge var. Burası, sermaye yatırımları açısından, bütün yağmaya rağmen nispeten bakir alanlar olarak tanımlanabilir. Afrika’daki sömürü potansiyelini değerlendiren bir sermayedarın açıklamaları bu açıdan çarpıcıdır:

“Sudan gibi petrol ve Nijerya gibi zengin doğal gaz rezervleri olan ülkelerle yine Sudan, Güney Afrika, Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Orta Afrika, Gine gibi altın başta olmak üzere önemli yer altı madenlerine sahip veya Uganda, Tanzanya, Sudan, Etiyopya, Burkina Faso gibi tarımsal üretim veya hayvancılıkta yatırım imkanları sunan ülkeler mevcut.

“Yaklaşık 130 milyonluk Doğu Afrika Birliği pazarı ile 390 milyonluk Doğu ve Güney Afrika Ortak Pazarı’na (COMESA) erişim imkanı sağlayan Kenya, ABD’nin AGOA (Afrika Büyüme ve Fırsatlar Yasası) kapsamında tekstil ve dokuma ürünlerini ABD pazarına gümrüksüz ihraç edebiliyor. Ülkede özellikle elektrik enerjisi tedariki, trafo imalat ve bakımı, kömür fabrikası kurulumu, kömür arama ve işletmesi, biyo-yakıt üretimi, tarımsal gıda ve içecek işleme, hayvancılık, gübre üretimi gibi alanlarda yatırım imkanları mevcut. İşçilik ücretleri ortalama 200 ABD Doları civarında. Gerekli tesis, makina, ekipman ve teknoloji transferi yapılarak, tekstil ve hazır giyim üretimi yapılabilir. Ayrıca, ülkede küçük ve büyükbaş hayvan bolluğundan dolayı, uygun fiyata ham deri temin edilip, Kenya’da işlenerek nihai mamul haline getirilip, diğer ülkelere ihraç edilebilir.”

Ünlü ‘girişimci’ Mark Mobius, geçtiğimiz günlerde, yatırımlarının yeni adresi olarak kara kıtayı işaret etti. Avro Bölgesi kriziyle ABD ve Alman tahvillerinden çıkmaya başlayan paranın gelişen ülke hisselerine ve özellikle Afrika’ya akacağını savunan Mobius, Afrika’nın önemli bir potansiyel barındırdığını söyledi. Mobius, ABD ve Alman tahvil piyasası başta olmak üzere, son dönemde yaşanan faiz yükselişinin, gelişen piyasalara ve Afrika’ya yarayacağını savundu. Mobius, gelişen piyasalar arasında öne çıkanların her zaman olduğu gibi BRIC ülkeleri olduğunu, ancak Afrika’da da çok büyük potansiyel bulunduğunu ifade etti. Mobius, “Gerçek gelecek bence Afrika’da. Dünyanın son 10 yılda en hızlı büyüyen 10 ekonomisine bakarsanız, 6’sının Afrika ülkesi olduğunu görürsünüz. Bunun size bir şeyler anlatıyor olması lazım” dedi.

Ünlü spekülatör George Soros da, Afrika’nın, yatırım yapmak için cazip bir pazar olduğunu söyledi. Soros, Oslo’da bir konferansta yaptığı konuşmada, Afrika’nın yatırım yapmak için ilginç bir pazar olduğunu ifade etti. Soros’a göre, Afrika, karamsar ekonomik ortamda ‘parlak bir ışık’.

Dolayısıyla; emperyalizm açısından, ekonomik kriz koşullarında yeni sömürü alanları için gözüne kestirdiği alanların başında Asya-Pasifik bölgesi ve hemen ardından Ortadoğu’yla birlikte Afrika gelmektedir. 21. yüzyılı Amerikan’ın Pasifik Yüzyılı ilan eden ABD, gözünü Ortadoğu ve Afrika’ya uzanan zenginliklerden çevirmiş de değildir. Özellikle Sahra Altı Afrika, Çin’in de müdahalesiyle, ABD için stratejik bir yatırım ve egemenlik alanı haline gelmiştir.

ABD’NİN AFRİKA ‘GÜVENLİK’ POLİTİKASI

Afrika’daki istikrarsızlık, iç savaş ve kitlesel açlık, emperyalist sömürünün sonucu olduğu kadar, bu sömürüyü hem koşullayan hem de sınırlayan faktörler…

Fransa, İngiltere ve ABD başta olmak üzere emperyalist güçler, bölgeye müdahalenin olanaklarını arttırmak için iç savaş ve çatışmaları destekledi. Afrika’nın kültürel ve kabile temelli farklılıklarının bir toplumsal statü farkı haline gelmesini teşvik ederek, bu çatışmaların artmasına neden oldu. Sömürge yönetimleri bir gruba yönetimsel ayrıcalıklar vererek, kabile temelli çatışmalara zemin hazırladı. Politik ihtiyaçlarına göre, bazen belirli kabile ve etnik grup bazen de diğerinden yana tavır aldılar. Böylece birliği dağılan Afrikalıları ve bölgeyi yönetmek, doğal kaynaklara el koymak, çeşitli tavizler ve olanaklara sahip olmak çok daha kolay oldu.

Bu kabilesel, etnik ve dinsel farklılıklar ve (işsizliğe, yoksulluğa ve sömürgeci egemenliğe karşı tepki biriktiren yığınları bir ölçüde yedeklemeyi başaran) radikal İslamcı güçler bu çatışmaları körükleyen faktörlerden bazıları… Sömürgeci devletlerle işbirliği halindeki Afrika yönetimlerinin halkın gözündeki meşruiyetsizliği farklı koşullarda farklı hareketlerin gelişimine olanak sağlıyor. İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu çürümüşlük sosyalizme de sempati duyan ulusal kurtuluş hareketlerine zemin sağlarken, günümüzde, yine zamanında bir biçimde emperyalizm tarafından üretilmiş olan radikal İslamcı güçlerin gelişmesine uygun koşulları yarattı.

Sonuç ise, son 30 yılda bitmek bilmeyen iç savaşlar, etnik temizlikler, kitlesel kırımlar, katliamlar, açlık, kıtlık ve sefalet…

Böyle bir kaotik durumsa, hem petrol ve enerji koridorunun güvenliği açısından hem de bölgede kârlı yatırımlar yapmanın koşullarını arayan tekelci sermaye açısından genel olarak istenir bir durum değil. Tabii, bu; rüşvet, yolsuzluk ve iç savaşın getirdiği her türlü gayri ahlaki olanağın tekelci sermaye tarafından kullanılmayacağı anlamına gelmiyor. Bölge yönetimlerine verilen rüşvetlerle enerji kaynakları ya da petrol, doğal gaz arama ayrıcalıkları elde edildiği biliniyor.

Böyle olsa bile, buraya yapılan yatırımların güvenliği, sömürü oranlarının düzenli bir biçimde arttırılması ve korunması için asgari bir istikrarın sağlanması, en azından askeri açıdan kontrolün takibi emperyalist güçler açısından kaçınılmazdır.

Örneğin petrol hırsızlığı, tesislere saldırılar, çıkan isyanlar 2003 yılında Nijerya’da petrol üretimini günlük 800 bin varil civarında etkilemiştir. Dolayısıyla bölgenin ‘güvenliği’ emperyalist güçler için özel bir önem taşımaktadır.

Bu çerçevede, ABD için Afrika’daki askeri kontrol ve güvenlik politikası iki alt başlıkta değerlendirilebilir:

Birincisi; 11 Eylül olayları sonrasında ABD Başkanı Bush’un yönetiminde dünya genelinde uygulanan “terörle mücadele” konsepti… Buna göre; Ortadoğu’da ‘terörü destekleyen’ devletler kadar ‘zayıf’ devletler de terörün gelişmesi için uygun ortamlar sağlamaktadır. Terörü destekleyen devletlere karşı uluslararası platformda ‘savaş’ açılırken, ‘zayıf’ devletlerin askeri açıdan güçlendirilmesi için onlara askeri ve ekonomik yardım yapılacaktır.

İkincisi; enerji bölgelerinin, geçiş yollarının ve ekonomik sömürü alanlarının güvenliğinin sağlanması… Afrika’da bu iki konsept birbiriyle iç içe geçmiştir.

Bu çerçevede, ABD 2002 Ulusal Güvenlik Strateji Raporu, Afrika’ya yönelik daha stratejik bir yaklaşımın zorunlu olduğunu vurgulamıştır. 2006 Ulusal Güvenlik Strateji Raporu ise, Afrika’ya yüksek öncelik vermiştir. Böylece Afrika Boynuzu (Somali, Etiyopya, Eritre, Cibuti), Sahra Çölü çevresi ve Gine Körfezi’nde ABD askeri varlığı arttırılmıştır. Bu bölgeler, ABD’nin enerji yatırımı ve iletimi açısından stratejik bölgelerdir.

2004 yılında Amerikan Kongresi tarafından görevlendirilen Afrika uzmanlarının katıldığı bir istişare toplantısında, terörle mücadele ve enerji güvenliği için 5 ana adım belirlenmiştir: Petrol ve global ticaret, kıyı güvenliği, silahlı çatışmalar, terörizm ve HIV/AIDS.

Petrol ve global ticaret açısından, ABD, özellikle Sahra altı Afrika’daki ekonomik ilişkilerini arttırma yolunda özel bir çaba göstermektedir. 1990 yılından bu yana bu bölgede ticaret 3 kat arttı. 2000 yılında, Clinton yönetimi, “Afrika Büyüme ve Fırsat Kanunu”nu kabul etmiştir. ABD’nin Afrika’dan ithalatının temel bölümünü enerji kaynakları oluşturmaktadır. Nijerya, ABD’ye en çok petrol ihraç eden beşinci ülkedir. Ancak Nijerya’da petrol boru hatlarına yönelik saldırılar bu akışı olumsuz etkilemekte, bu da petrol fiyatlarında dalgalanmaya neden olmaktadır. Bu yüzden, ABD’nin Afrika’daki askeri varlığının en önemli misyonu bu kaynakların güvenliğini sağlamaktır.

Kıyı güvenliği ABD açısından ayrıca önemlidir. Çünkü, Afrika petrollerinin ABD’ye taşınması ulusal güvenliğin önde gelen konularındandır. Gine ve Aden Körfezi, Batı Hint Okyanusu kıyılarındaki kaçakçılık ve korsanlık faaliyetleri enerji iletimini tehdit etmektedir. Açık denizlerdeki petrol tesislerine yönelik sabotaj tehditleri de bulunmaktadır. Bush yönetimi, bu kapsamda, “Kıyı Güvenliği İçin Ulusal Strateji”yi yayınlamıştır. Bu strateji çerçevesinde, ABD donanması, Gine Körfezi’nden Angola’ya kadar askeri devriye görevi yapmaktadır.

“Terörle mücadele” adına ise ‘zayıf’ devletler askeri açıdan ‘desteklenmekte’, bu yönetimlerle yakın ilişkiler kurmak bölgeye askeri olarak yerleşmenin aracı olarak kullanılmaktadır. Ancak ABD’nin ve diğer emperyalist devletlerin ‘güvenlik’ gerekçeli müdahaleleri, bölgede istikrarı sağlamak bir yana güvensizlik ve istikrarsızlığı daha da artıran bir işlev görmüştür.

AFRICOM

ABD’nin Afrika’ya yönelik siyasal ve askeri müdahale planları, 2008 yılına kurulan AFRICOM’la yeni bir boyut kazanmıştır.

Dünya genelinde ABD savunma tesislerinin ve operasyonlarının koordinasyonu, entegrasyonu ve idaresi, beş birleşik komutanlık tarafından yapılıyordu. Eylül 2008 tarihinde AFRICOM, ABD’nin altıncı birleşik komutanlığı olarak bu yapıya katıldı.

AFRICOM kurulmadan önce, Afrika, üç farklı komutanlığın idaresi altındaydı: Çad ve Orta Afrika Cumhuriyeti başta olmak üzere bazı Afrika ülkeleri Avrupa Komutanlığı’na (European Command: EUCOM), 8 Doğu Afrika ülkesi Merkez Komutanlık’a (Central Command: CENTCOM) ve Komor Adaları ve Madagaskar gibi ülkelerse Pasifik Komutanlığına (Pacific Command: PACOM) bağlıydı. Her biri de bu kıtayı, özellikle de Sahra altı Afrika’yı “ikinci hatta üçüncü derecede önemli alan” olarak görüyordu. Ancak, Afrika’nın “ABD stratejik planlamasında artık ikincil bölgede değil odağın merkezinde yer almasıyla birlikte”,  “Tüm Afrika’da odak birliği” sağlamak amacıyla, kıtada mevcut bulunan ve faaliyetteki (Mısır hariç) tüm ABD askerî tesislerinin ve operasyonların idaresini ele almak üzere AFRICOM kurulmuştur.

Merkezi Almanya’nın Stuttgart kentinde bulunan AFRICOM’un bünyesinde 4 bin asker, hedefinde ise 54 Afrika ülkesinden 53’ü bulunuyor. Mısır, İsrail nedeniyle Ortadoğu’dan sorumlu CENTCOM’un ilgi alanında.

AFRICOM’a temel olarak altı görev verilmiştir:

1. Terörizm ile mücadele,

2. Doğal kaynakları güvence altına alınması,

3. Silahlı mücadeleleri ve insani krizleri kontrol altına alma,

4. AIDS’in yayılmasını yavaşlatma,

5. Uluslararası suçları azaltma,

6. Çin’in artan nüfuzuna karşılık verme.

ABD’nin Afrika Birleşik Komutanlığı (Africa United Command: AFRICOM) alanında önde gelen uzmanlardan Daniel Volman, Obama yönetiminin Afrika’ya yönelik dış politikasını şöyle özetliyor: “1990’larda Bill Clinton’ın başlattığı ve 2001-2009 yılları arasında Başkan George W. Bush tarafından muazzam ölçüde arttırılan ABD askerî etkinliğini Afrika kıtasında genişletmek.”

Dış politika uzmanları Afrika’da artan ABD askerî odağının üç temel nedenini şöyle tanımlıyor: Kilit önem taşıyan doğal kaynak alanlarını korumak, Çin’in artan etkisine karşılık vermek ve “terörle savaş” adını verdikleri süreci devam ettirmek için stratejik bir yer kazanmak.

AFRICOM yöneticileri, “diyalog ve insani yardım” söylemleriyle, Afrika ülkelerini karargâhlarına ev sahipliği yapmaları için ikna etmek üzere 2007 yılında diplomatik bir kampanya yürüttü. Ancak tüm bu çabalarına rağmen, ülke halkları bunu hoşnutsuzlukla karşıladılar ve Liberya hariç tüm hedef ülkeler, yeni komutanlığın sınırları dâhilinde açılmasını reddetti. AFRICOM kampanyası çerçevesindeki “imaj sorunu” üzerine bir devlet görevlisi “kamuoyu ABD ile işbirliğine kesinlikle karşı. ABD’ye hiçbir şekilde güvenmiyorlar” açıklamasını yaptı.

Afrika Komutanlığı henüz ayrı bir komutanlık değil ama Pentagon bünyesinde 2007 yılında kurulan bir birim iken, Amerikalı yetkililer, Afrika’da üs kurma ve kıtaya asker gönderme planları olmadığını söylemişlerdi.

Buna rağmen, geçen süre içinde Çad, Etiyopya ve Seyşeller’de insansız hava araçları üsleri, Kenya’da da özel kuvvetler üssü kuruldu. Önümüzdeki dönemde Nijer’de de yeni bir insansız hava araçları üssü kurulacak.

ABD, Afrika’da 35 ülkeye yaymayı planladığı askeri varlığını, kıtadaki El Kaide oluşumları ile mücadele ile gerekçelendiriyor. ABD’nin önemli komutanlarından General David M. Rodriguez, Senato’ya verdiği raporda, El Kaide ve benzer tehditleri gerekçe göstererek, ABD’nin kıtada varlığını 15 kat daha arttırması gerektiğini savunmuştu.

ABD’nin, Afrika ülkelerinden Kenya, Cibuti, Etiyopya, Uganda, Orta Afrika Cumhuriyeti ve Güney Sudan’da askeri üsleri, Cezayir, Nijer, Moritanya, Çad, Nijerya, Mali, Burkina Faso, Fildişi Sahili ve Senegal’de de askeri birlikleri bulunuyor. ABD’nin, merkezi Almanya’da bulunan Afrika Komutanlığı’na (AFRICOM) bağlı bu ülkelerdeki faaliyetlerinde 5 binin üzerinde asker bulundurduğu ifade ediliyor.

ABD’nin, bir süre önce de Mali’de bütün Batı ve Kuzey Afrika ülkelerini gözetleyecek bir insansız hava araçları üssü kuracağı açıklanırken, Burkina Faso veya Nijer’in Mali sınırına kurulması düşünülen üssün amacı, bölgedeki tehditlerin izlenmesi ve anında yok edilmesi olarak ifade ediliyor.

Cibuti, ABD’nin Afrika’da en fazla asker bulundurduğu ülke konumunda. 2002’de, Cibuti’deki terkedilmiş bir askeri kampta gizli bir üs kurduğu ortaya çıkan ABD’nin burada 3 bin 200 askerinin görev yaptığı biliniyor.

ABD’nin, Cibuti’deki askeri üsten, sık sık füze taşıyabilen insansız hava araçlarıyla Somali, Yemen ve Etiyopya’da El-Kaide ve bu örgütle ilişkili gruplara operasyonlar düzenlediği tahmin ediliyor.

Ayrıca ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Victoria Nuland’ın da açıkladığı gibi; ABD yönetimi, Mali’de görev yapan Afrika ülkeleri ve Fransız askerlerinin masraflarının karşılanması için mali destek de sunuyor.

***

Emperyalizmin ‘insani yardım’ kılığında Afrika’ya askeri olarak yerleştiği biliniyor. Örneğin 2010’daki Haiti depreminde ABD’nin insani yardımları büyük bir Amerikan askeri birliği eşliğinde gitmiştir. Keza Somali’de 1992’den beri süren ‘insani’ yardım, Somali’deki açlığın başta gelen sebebi olduğu gibi, açık bir işgaldir.

Özetle ABD’nin, emperyalizmin, onların ‘sivil’ toplum örgütlerinin ‘insani’ yardımları (ki toplanan yardımların ancak yüzde 25’inin bölgeye ulaştırıldığı, diğerlerinin ‘bürokratik’ masraflara harcandığı biliniyor) bölgeye yerleşmesinin ‘insani’ yöntemlerinden birisidir.

ABD, giderek etkisini artıran Çin ve diğer emperyalist güçlerin Afrika üzerindeki paylaşım savaşları daha da şiddetlenecek gibi gözüküyor. Mali’de olduğu gibi, ‘terörist’ güçlere karşı mücadele de daha fazla gündeme gelecektir. Emperyalizmin ‘insani’ yardımlarıysa zaten eksik olmuyor. Ama Asya-Pasifik ve Ortadoğu’daki çekişmelerin bir parçası olarak, Afrika’nın emperyalist güçler arasındaki kapışmaların ve emperyalizme karşı mücadelenin yeni düğüm noktalarından birisi olacağını söylemek abartı olmayacaktır.

***

AFRICOM OPERASYONLARI

AFRICOM’un Afrika’daki program ve operasyonlarına dair bazı örnekler şöyle sıralanabilir:

Silah transferi ve eğitimi: AFRICOM, çeşitli programlar aracılığıyla, askerî eğitim ve ‘güvenlik’ eğitimi sağlamaktadır. Bu programlar arasında “Afrika Muhtemel Durum Harekâtları Eğitim ve Yardım” (Africa Contingency Operations Training and Assistance: ACOTA) ve “Uluslararası Askerî Öğretim ve Eğitim” (International Military Education and Training: IMET) programı yer almaktadır. Silahlar ve askerî/güvenlik donanımları, hükümetlere, “Yabancı Askeri Satışlar” (Foreign Military Sales: FMS), “Yabancı Askerî Finansman” (Foreign Military Financing: FMF) ve diğer programlar aracılığıyla aktarılmaktadır. Tek başına FMF için Obama Hükümeti bütçesinden Sahraaltı Afrika ülkelerine kaynak olarak ayrılan bütçe 8,2 milyon dolardan 25,5 milyon dolara çıkarılmıştır.

Psikolojik harekâtlar: Psikolojik harekâtlar, AFRICOM’un, ABD’nin stratejik amaçları doğrultusunda kamuoyunu biçimlendirmek için propaganda aracı olarak “medya olanaklarını” kullanmayı hedefleyen “bilgi operasyonları” aracılığıyla yürütülmektedir.

Direkt muharebe harekâtları: AFRICOM, kıta üzerinde direkt muharebe harekâtları yürütmektedir. Şu anda AFRICOM Komutanlığı’nın emrinde olan “Afrika Boynuzu Birleşik Müşterek Görev Kuvveti” (Combined Joined Task Force Horn of Africa: CJTF HOA) Somali’de yürüttüğü operasyonlarda, El Kaide ile bağlantılı olduğu iddiasıyla çok sayıda kişiyi öldürmüştür. Örneğin, Ağustos 2009’da Obama yönetimi, bir ABD özel güçleri operasyonuna yetki vermiş ve El Kaide üyesi olduğu iddia edilen Ali Saleh Nabhan’a Somali’de suikast düzenlenmiştir.

Askerî kamu girişimleri: AFRICOM’un şu anda yürütmekte bulunduğu askerî kamu girişimlerinden biri de HIV/AIDS programıdır. Programın amacı, Afrika askerî ve güvenlik güçleri arasındaki HIV/AIDS enfeksiyon oranlarının artmasını engellemektir. Bir diğer askerî kamu girişimi de, MEDFLAG programıdır. Bu programda, ABD Afrika Ordusu ve ABD Afrika Hava Kuvvetleri, Swaziland Savunma Güçleri’nin “karşı atak yeteneklerinin ve sivil ilk müdahale ekiplerinin işbirliği becerilerinin tatbikatını gerçekleştirmek” için kitle imha senaryoları oluşturmaktadır.

Askerî istihbarat: AFRICOM “bilgi toplamak, analiz etmek ve sentezlemek” için program ve operasyonlar yürütmektedir. İstihbarat programlarından biri AFRICOM’un “İstihbarat Güvenlik İşbirliği ve Angajmanı”dır (Intelligence Security Cooperation and Engagement: ISCE). Bu programın amacı “işbirlikçi yönetimler ve bölgesel kuruluşlarda sürdürülebilir askerî güç oluşturmaktır.” İstihbarat harekâtları, diğer harekâtların önemli bir parçasıdır. (Bu durum, tek bir programda bile birçok taktik yürütüldüğünü gözler önüne sermektedir.) Örneğin, hava radarı ve istihbarat toplama da, Afrika Sahil ve Sınır Güvenlik Programı’na (African Coastal and Border Security Program: ACBS) dahil edilmiştir. Bu sayede, özellikle petrol bakımından zengin Gine Körfezi gibi stratejik deniz yollarının, sınır ve sahil devriye operasyonları geliştirilmektedir.

‘Barışı koruma’ harekâtları: AFRICOM, ‘barışı koruma harekâtları’ için yerel güçlere eğitim vermektedir. Örneğin, “Afrika Muhtemel Durum Harekâtları Eğitim ve Yardım Programı” (African Contingency Operations Training Assistance: ACOTA) dahilinde Afrika askerî ve güvenlik güçlerine, barışı koruma girişiminin önemli bir bölümünü oluşturan kolluk, kontrgerilla ve konvansiyonel askerî operasyonları geliştirmek için eğitim verilmektedir. Özel askerî güçler (PMC), ACOTA’nın ve Küresel Barış Operasyonları Girişimi gibi (Global Peace Operations Initiative: GPOI) diğer barışı koruma operasyonlarının temel yapılarından biridir.

Barış dönemi muhtemel durum harekâtları: Deniz güvenlik operasyonları, ABD’nin Afrika’daki barış dönemi muhtemel durum harekâtlarından biridir. Örneğin, ABD gemileri zengin petrol yatakları bulunan Gine Körfezi kıyılarında hızla artan sayılarda konuşlanmaktadır. Bu harekâtların amaçlarından biri Shell, ExxonMobil ve ABD’nin toplam petrol ithalatının yüzde 10’unu karşılayan Nijerya’daki Nijerya Deltası bölgesinde faaliyet gösteren diğer çokuluslu petrol şirketlerinin petrol rafinelerine yapılan hırsızlık ve sabotaj girişimlerini önlemektir.

Karşı ayaklanma: AFRICOM’un programları sayesinde, düşman hükümetlere karşı başlatılan ayaklanma hareketlerini hemen silahlandırabilmekte, eğitmekte ve finansmanını sağlayabilmektedir. El Kaide ya da diğer terörist gruplarla bir bağlantısı olduğuna karar verilen (ya da ABD çıkarlarıyla uyuşmayan) tüm hükümetler karşı ayaklanmaya maruz kalabilir.

Terörle mücadele: AFRICOM, 1983 yılında ilk “teröre karşı savaş” döneminde kurulan “Terörle Mücadeleye Yardım Programı” (Anti Terorism Assistance Program: ATA) çerçevesinde çeşitli program ve operasyonlar yürütmektedir. Program dahilinde şunlar yer almaktadır:

– Trans Sahra Kalıcı Özgürlük Harekâtı (Operation Enduring Freedom Trans Sahara: OEF TS): “Teröristleri  kalabileceği güvenli noktaları” kontrol altına almak, ele geçirmek üzere özel harekât güçleri tarafından yürütülen bir programdır.

– Kenya Terörle Mücadele Polis Birliği (Kenyan Antiterorism Police Unit: KAPU)

– Doğu Afrika Terörle Mücadele Girişimi (The East Africa Counter Terrorism Initiative: EACTI)

Küresel Mühimmat ve Eğitim Programı: Pentagon’un, yabancı askerî, kolluk ve diğer güvenlik güçlerinin, yönetim gözetiminde “terörle mücadele” edebilmesi için malzeme ve eğitim temin etmesine olanak sağlamaktadır.

Hızlı intikal ve hareket kabiliyeti: Komutanlığın öncelikli hedeflerinden biri, ABD birliklerinin hızlı bir şekilde bulundukları yerden Pentagon’un emrettiği herhangi bir bölgeye hızlı bir şekilde geçebilmelerini sağlamak için tüm ulaşım ağı altyapısını geliştirmektir. Aslında, Havadan İntikal Komutanlığı Mart 2009’da, özellikle Afrika gibi “kilit bölgelere” ABD askerinin “küresel erişimini” sağlamak amacıyla “küresel bir ulaşım ağı stratejisi” sunan bir belge yayınlamıştır. Belgede AFRICOM’un, Afrika’da “önemli hareket kapasitesi” oluşturma konusunda kilit rol oynayabileceği ve Güney Amerika’daki ABD üslerinin “Afrika’ya doğru hareket alanı” oluşturma konusunda yardım edebileceği, böylece kıtanın “Afrika’ya gidecek ikmaller için bir kalkış noktası” olarak tasarlanabileceği belirtilmektedir.

Daniel Volman’a göre bu temel erişim anlaşmaları, ABD’nin “yerel askerî üslere ve diğer tesislere erişimine imkân sağlayacaktır. Böylece ABD güçleri buraları geçiş üssü ya da çarpışma, gözetim ya da diğer askerî harekâtlar için ileri harekât üssü olarak kullanabilecektir.” Bu antlaşmalara ek olarak, askerî personel, Afrika’daki ABD elçiliklerine gönderilmekte ve “her bir ülkede küçük AFRICOM karargâhları oluşturulmaktadır.” Ayrıca, Cibuti’de bulunan Lemonnier Kampındaki CJTF HOA üssü, AFRICOM’un “Afrika’daki temel harekât alanı” olarak tanımlanmakta ve kıtadaki fiili bir karargâh olarak genişlemektedir. Bu gelişmeler ışığında, (Liberya hariç) tüm Afrika ülkelerinin ev sahipliği yapmayı reddetmesi üzerine yeni komutanlığın resmî karargâhını Almanya’nın, Stuttgart kentinde tutma kararının, Afrika topraklarına doğrudan askerî erişim imkânını elde etme yolunda bir engel teşkil ettiği söylenemez.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑