Önceki iki anayasa metninin askeri darbe dönemlerinden sonra kaleme alınmış olması nedeniyle, müstakbel anayasanın ilk “sivil” karakterli anayasa olacağı AKP Hükümeti tarafından ileri sürülüyor. “Sivil” sözcüğünün hakkını vererek içini dolduracak biçimde, toplumsal sınıf ve kesimler; emek ve demokrasi güçleri, sendika, meslek ve kitle örgütleri sürece dahil edilmeden, sadece mecliste grubu bulunan parti temsilcilerinin oluşturduğu komisyonda devam eden yazım süreci, doğal olarak hayli tartışmalı geçiyor. Erdoğan’ın anayasal bir prosedür haline getirmek üzere kuvvetler ayrılığı eleştirisine bağladığı başkanlık sistemi önerisi de, siyasi ortamdaki harareti artıran konu başlıklarından biri oldu.
Tayyip Erdoğan’ın, yeni anayasanın kritik noktalarını meydanlarda, partisinin grup toplantılarında, açılış ve konferanslarda, hatta yurtdışı gezilerinde yaptığı konuşmalarla fiilen şekillendirmeye çalışırken, kuvvetler ayrılığının varlığını, mevcut sistemin en çok aksayan yönlerinden biri olarak günah keçisi ilan etmesinin ve hemen ardından çözüm olarak başkanlık sistemine geçişi göstermesinin, zamanlama bakımından, hükümet icraatinin onu getirdiği nokta ile tutarlılık içinde olduğu söylenebilir. Daha önce Özal ve Demirel tarafından da telaffuz edilen başkanlık sistemi, ilk kez Erdoğan zamanında yüksek sesle talep edilebilir hale geldiyse, bu, siyasal konjonktür buna elverişli olduğu için oldu. Hükümet, başkanlık sistemini, Kürt ulusal hareketiyle barış için yapılan müzakere sürecinin pazarlık konularından biri olarak görüyor ve Başbakan’ın, komisyonda mutabakatla hazırlanamadığı taktirde, AKP tarafından yazılacağını ilan ettiği yeni anayasaya dahil olmasını istediği bu sisteme geçişi, ancak BDP’nin desteğiyle benimsetme hesabı yaptığı biliniyor.
Diğer yandan; AKP Hükümeti’nin yasama sürecine kazandırdığı bazı yeni teamüller var: Benzemez konularla ilgili yasa önerilerinin bir araya getirilip hepsinin birden tek celsede yasalaştırılması anlamına gelen “torba yasa çıkarma” pratiği ile yürütmenin Kanun Hükmünde Kararname çıkarma yetkisinin istisnailikten çıkarak vakayi adiyeden sayılmaya başlaması bunun en önemlilerinden. Bu yönetme alışkanlığı, Hükümeti, Anayasaya da neredeyse bir KHK muamelesi çekme noktasına getirdi ve Kürt sorununun çözümüyle, kuvvetler ayrılığının siyasi gelecekten tasfiyesi, başkanlık sistemine geçiş gibi köklü değişikliklerin “torba yasa” zihniyetiyle bir arada işleme sokulabileceği inancına zemin hazırladı.
Yasama organında çoğunluğa sahip hükümet partisinin bu pervasızlığı, başta Erdoğan’ın deyimiyle Meclis’te ana muhalefet partisi tarafından temsil edilen eski statüko savunucusu muhalefetin, diğer yandan da, başkanlık sisteminin Kürt siyasal hareketiyle bir alış-veriş konusu haline getirilmek istenmesi “kamuoyu”nun tepkisini yükseltiyor. Kuvvetler ayrılığı prensibinin yerine gündeme getirilen; yasama, yürütme ve yargının denetimini ve işleyişini neredeyse tek adama bırakan hükümet önerisi, bu ayrılığın demokrasinin (şüphesiz burjuva demokrasisinin) olmazsa olmazlarından biri olduğuna dair yüzyıl boyunca birikmiş kanıyı taşıyanlar için elbette kolay kabul edilebilir bir durum değil. Tam da bu yüzden, Başbakan, başkanlık sistemi konusunda “ben illa olacak demiyorum, tartışalım” içerikli konuşmalar yaparak, ama bu konuşmalar sırasında tartışma başlıklarını gündeme bizzat sokarak, amacına giden yolda suhuletle yürümeye devam ediyor.
Bir zamanlar, İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanı iken “emperyalizmin dikte ettiği bir şey” olarak tanımladığı başkanlık sistemine, belediye başkanlığı köprüsünün altından çok sular aktıktan sonra, Başbakan’ın “tartışılsın, illa da olacak diye bir şey yok”, “biz bu konuda çok ısrar etmiyoruz” “üzerine çalışıp Türk tipi başkanlık sistemini şekillendirelim” mealinde sözlerle kamuoyunu yönlendirmeye çalışmasında, Erdoğan’ın, yeniden aday olmasının düşünülmediği AKP iktidarının üçüncü döneminden sonra da, daha uzun süre iktidarda kalmakla ilgili kişisel tutkusunun rol oynadığını düşünen kesimler var. Ancak tarihi, iktisadi ve politik gerekliliklerle değil, akıl dışı hırslara sürüklenmiş figürlerin kişisel saplantısıyla açıklamak her zaman yanıltıcı olmuştur. Üstelik Erdoğan’ın “kuvvetler ayrılığı”nı eleştirerek, başkanlık sistemini niye istediğine dair açıklamaları, kişisel hırs eksenli eleştirileri boşa çıkarır ve somut, doğrudan doğruya kişisel olmayan gereksinimin kaynağını açıklıkla izah eder nitelikte. Başbakan Erdoğan, talebini gerekçelendirirken eleştirmenlerinin birçoğundan daha fazla sınıfsal çıkar ve aidiyet cümleleri kuruyor. Burhan Kuzu’nun, Erdoğan’ın talimatıyla, tartışmalara rehber olsun diye hazırladığı, epey bir yandaş yazarın da dersini oradan çalıştığı veya kopya çektiği Başkanlık Sistemi adlı kitap ve bunlara ek olarak hükümet mensuplarının açıklamaları, talebin kişisel değil, daha ziyade, sınıfsal hırslarla ilişkilendirilmesi gerektiğini gösteriyor zaten.
Örneğin, Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, Davos’ta şöyle konuşmuştu: “Doğrudan yabancı yatırım bizde dünya ortalamasına göre 2012’de daha fazla azaldı. Yargı başta olmak üzere daha yapısal adımlar atılması gerekiyor. İstenen imzalar yatırımcıyı uğraştırıyor, yeni önlemler gerekli. Yatırımcıyı Türkiye’de hâlâ çok üzmeye devam ediyoruz. Bürokrasi ve yargıdaki belirsizlik yatırımcıyı çok yıldırıyor. Bu konuda gerekirse radikal adımlar atmamız gerekiyor.”
Bir örnek de Başbakan’dan: “Sistem düzenli kurulmamış. Düzgün kurulmadığı içindir ki, umulmadık yerde, umulmadık şekilde bakıyorsunuz bürokrasi karşımıza dikiliyor. Bürokratik oligarşi karşınıza çıkıyor. Umulmadık yerde yargı ile karşı karşıya kalıyorsunuz. Yasama, yürütme, yargı bu ülkede öncelikle milletin menfaatini düşünmeli… Eğer benim yapacağım yatırımı bir kelimeden dolayı kalkar da 3 ay, 6 ay erteletirsen, bu 1 sene, 2 seneye giderse, o zaman bu ülkenin kaybının bedelini, asla ne tarihe hesabını verebilirsiniz, ne de bu toprağın altında yatanlara hesabını verebilirsiniz… Tüpraş’ın, Tekel’in, şeker fabrikalarının özelleştirilmesinde biliyorsunuz yargı devreye girdi. Kimi zaman iptal, kimi zaman geciktirmek suretiyle ağır bedel ödetti.”
Benzer içerikteki konuşmalara dair örnekler çoğaltılabilir. Bunların bazıları ilerleyen satırlarda yine referans olacaktır. Açıklamalar, Başbakan ve Hükümetinin, yasama, yürütme ve yargı ayrılığının özelleştirmeleri ve sermaye yatırımlarının hızını yavaşlattığı düşüncesiyle, yeni bir siyasal sistem arayışı içinde olduklarını gösteriyor. Bu arayış, Türkiye’nin içinde bulunduğu tarihsel konjonktürün ürünüdür. Ama buraya gelmeden önce, “kuvvetler ayrılığı”nın tarih sahnesine ilk çıktığı andan itibaren farklı sınıflar için ne anlama geldiğini, süreç içinde nasıl bir işlev gördüğünü hatırlamakta yarar var.
BURJUVAZİNİN CAN SİMİDİ: KUVVETLER AYRILIĞI
“Kuvvetler ayrılığı” kavramı, başka diğer kavramlara yapıldığı gibi, tarihin bir noktasında insanlığın önüne çıkan bir soruna ilişkin çözümün zihinde belirişi olarak değil de, onu ilk kez ifade eden üstün yetenekli düşünürlerin buluşu olarak tanımlanmaya çalışılırsa, düşünce tarihi, adres olarak, İngiliz felsefecisi Locke ve Fransız muadili Montesquieu’yu işaret edecektir.
Bu iki düşünürün, birinin İngiliz Devrimi’nin sonuçlarından yola çıkarak, diğerinin de gelmekte olan Fransız Devrimi’nin işaretlerini okuyarak ortaya attığı, aradan bunca yüzyıl geçtiği halde kendisini hâlâ tartıştıran “kuvvetler ayrılığı” tezi, bu tezin, onu kalıcı ve etkili kılan maddi bir zorunluluktan değil, iki düşünürün muhakeme yeteneğinin olumsal işleyişinden doğduğu düşünülüyorsa –ki bir düşüncenin ortaya çıkışını, sosyal ve siyasal bir bağlamda değil, düşüncelerin birbirini doğurduğu bir tarih çizgisi üzerinde tartışma eğilimi her zaman vardır–, o zaman Locke’un da, Montesquie’nun da birer ironi olmaktan başka şansı kalmayacaktır. Ama öyle olmamıştır; tarihin zorlu bir döneminde yükselen sınıf, kendisini, Locke ve Monsetquieu’nun düşünceleriyle ifade etmiş, bu iki düşünür çağlarının birikiminin taşıyıcısı olmuşlardır.
Başbakan’ın “başkanlık sistemi”ni tartışmaya açtığı andan itibaren sayısı artan akademik çalışmalar, “kuvvetler ayrılığı”nın tarihsel belirişine ilişkin, Locke’a ve Montesquie’ya doğal olarak referans veriyor. Ne var ki, ne Locke’un İngiliz Devrimi ne de Montesquieu’nun fikrinin Fransız Devrimi’nden sonraki Anayasaya kalıcı bir metin olarak yazılmasını mümkün kılan şartlar pek konuşulmuyor. Buradan rahatlıkla şu sonuç da çıkarılabilir: Eğer “kuvvetler ayrılığı”nı icat eden, tarihteki sınıflar mücadelesi değil de, Locke’un ve Montesquieu’nun muhteşem zihni ise, iptal eden kişi neden hırslı Tayyip Erdoğan olmasın?!
Locke, İngiliz burjuvazisinin aristokrasiye karşı verdiği uzun mücadelenin ortasında; Magna Carta sözleşmesi ile, yerel aristokrasiyle merkezi hükümet arasındaki yetki ve egemenlik çatışması biçiminde beliren sınıf mücadelesinin sonuçlarının derlenip toparlanmasının ve bir düzene sokulmasının deneyimini belleğinde tutarak, kendi maddi gelişimini önüne çıkan engellerden nasıl temizleyeceği konusunda kafa yoran yeni sınıfın düşünürü olarak ortaya çıkmıştı. Locke, insanın doğa halindeki yaşamındaki ihtiyaçlarını tespit ediyor ve bu ihtiyaçların giderilmesi sürecinde ortaya çıkacak sorunların barış içinde nasıl çözülebileceğinin formülünü arıyordu. Bu ihtiyaçları tespit ederken başlıca kaygısı mülkiyetin korunmasıydı kuşkusuz; 7. Henry döneminde, manifaktür burjuvazisi koyun yünlerini tekstil manifaktüründe kullanabilsin diye, köylülerin topraklarından şiddet kullanılarak uzaklaştırıldığı bir tarihsel dönemden geçmiş olan İngiltere’de, el konulan mülkün el koyana ait olacağı fikri de Locke’undur. Dolayısıyla onun fikri, bir bakıma, büyük bir altüst oluşun yaşandığı çağda, filiyata ilişkin orada burada dağınık olarak beliren düşüncelerin sistematize edilmiş haliydi.
1640 Devrimi’nden sonra, bir yandan monarşik iktidara parlamenter bir biçim vererek yetkileri paylaşmaya çalışan, tekelleşme eğilimli ticaret burjuvazisi ile çıkarları onların gelişimiyle çatışan küçük toprak sahipleri arasındaki şiddetli çatışmalar, Locke’un önüne, doğa durumunda iken aslında barış içinde yaşayacak insanın, önlem alınmadığı için düştüğü bu durumdan nasıl çıkacağı ve çatışmanın değil ahengin hüküm sürdüğü bir dünyanın nasıl kurulacağı sorusunu getirip koymuştu. Bu soru, yükselişinin önüne engel çıkaran monarşi ile çatışan burjuvazinin çözmesi gereken bir sorundu aslında. Aynı soruyu başka türlü yanıtlayan Hobbes’a kalsa, çatışma ve çelişkilerin uyumluluk arayışıyla değil, kılıçla kontrol edilmesi gerekecekti. Locke, “Yasama”, “Yürütme” ve “Federalizm” gibi üç kuvvet tarif ederek, bunların birbirinden ayrı çalışmaları gerektiğini ilan ettiğinde, sadece İngiliz burjuvazisi değil, bu çözümü baş tacı edecek olan dünya burjuvazisi de yeni sistemini bulmuş oldu. Zira “kuvvetler ayrılığı”, hem eski ama tamamen iktidardan sürülememiş egemen sınıflar ile yeni sınıf arasındaki çatışmayı, hem yeni sınıfın farklı iktisadi çıkarlara sahip kesimlerini belirli bir denge içinde ve erki, hiçbir sınıfın tek başına kendi yararına kullanamayacağı, bir diğeriyle paylaşmak zorunda kalacağı biçimde örgütleyecek bir ilkeydi. İngiliz burjuvazisi, bu disiplin içinde palazlanıp gelişebildi. Sonraki zamanlarda da, Kıta Avrupası’nı, Fransa’dan başlayarak sarsan burjuva devrimler benzer ihtiyaçları ortaya çıkardılar; ve nihayet Marx’ın da dediği gibi, “Kraliyetin, aristokrasinin ve burjuvazinin birbirleriyle egemenlik mücadelesi verdiği, dolayısıyla egemenliğin bölünmüş olduğu bir devirdeki bir ülkede, kuvvetler ayrılığı öğretisi, egemen düşünce haline gel(di) ve ‘ölümsüz bir yasa’ olarak ifade edil”di.
Parlamento geleneği çok daha eskilere dayanan İngiliz burjuvazisinin yönetim aygıtı, Montesquieu’nun Fransası’ndan farklı olarak, bu sınıf monarşi ile çatışmasını bir giyotin darbesiyle taçlandıramadığı için, bugün parlamentonun şeklen hâlâ, Lordlar ve Avam Kamarası gibi iki ayrı sınıf statüsüne sahip temsilcilerden oluşan biçimi, “kuvvetler ayrılığı” ilkesini, bu ilkeyi güçlendirecek kurumlaşmalar oluşturarak, güvenceye aldı. Montesquieu, Locke’a küçük bir ayar çekerek, kuvvetleri, “Yasama”, “Yürütme” ve “Yargı” olarak tanımladı. 1789’dan başlayıp Paris proletaryasının 1871 Komün direnişine kadar süren Fransız burjuvazisinin iktidar mücadelesi, bu süre zarfında, arada aristokrasinin restorasyon dönemlerinin olduğu, Bonapartist güç biriktirme evrelerinden geçildiği, inişli çıkışlı ve oldukça kanlı bir seyir izlemişti. Fransız krallığına karşı burjuvazinin başını çektiği Devrim’in en büyük müttefiki olan işçiler ve köylüler için, kendi ideallerini en doğru, en temel ve aristokrasi dışındaki bütün sınıflar için geçerli ilan eden yeni sınıfın bayrağı altındaki her toplaşmanın büyük bir hezimetle sonuçlanmasından çok önce, Fransız Devrimi’nden yaklaşık yüz yıl önce doğmuş parlamenter ve hukukçu Montesquieu, kendisi bir aristokrat olduğu ve aslında çürümekte olan bu sınıfın iktidarını revizyona tabi tutarak kurtarmaya çalıştığı halde, tam da devrimin burjuva idealinin, yani burjuva saflarda toplanan herkesin ayaklanma zamanlarında sandığı şeyi, iktidarın herkesin olduğu zannını sonsuza kadar geçerli kılacak bir formülü öngörmüştü. Onun sezgileri, erkin erkle sınırlanabileceği, böylece, sınırlanmış bir aristokrasinin sınırlanmış bir burjuvazinin karşısında varlığını koruyabileceği noktasına getirmişti onu. Nihayet, 1789’da, Fransız İnsan Hakları Beyannamesi’ne “Yasama, Yürütme ve Yargı”nın ayrı kuvvetler olarak işletilmesi not düşüldüğünde, o zamanın aristokrasisi ile burjuvazinin sınıf ilişkilerini düzenlemeyi öngören ilke, kralın kellesinin giyotin sepetine düşmesinden itibaren, şimdi büyük vaatlerle harekete geçirdiği “ayak takımı” ile başbaşa kalan burjuvanın bundan sonraki dönemde de işine yarayacaktı.
Birbirlerine müdahale edebilen, birbirini sınırlayan ve frenleyebilen, “birinin kötüye kullanımını diğerinin engelleyebildiği” “üç güç”, böylece, iktidardan pay almaları, burjuvaziyle birlikte sahneye çıkmış olmalarına karşın her bakımdan ve her yöntemle engellenen emekçiler için, sular durulduktan çok sonra da, erkin veya devletin sınıflar üstü bir kurum olduğu hissiyatını üretmeye elverişli bulunacaktı. Montesquie, özgür bir toplumda özgür insanların kendi kendini yönetebileceğini, dolayısıyla yasama kuvvetinin halkta olması gerektiğini söylüyordu. Burjuvazi de, parlamentosunun varlık nedeninin bu olduğunu iddia ediyordu zaten. Alman İdeolojisi’nde Marx ve Engels şöyle anlatır: “Devrimci sınıf, daha başından itibaren, sırf, bir sınıfın karşısına çıktığı için, sınıf olarak değil bütün toplumun temsilcisi olarak sahneye çıkar; tek egemen sınıfın karşısında, toplumun tüm kütlesi görünümündedir.* Bunu yapabilmesinin nedeni, başlangıçta onun çıkarlarının toplumun geriye kalan bütün egemen-olmayan sınıfların çıkarlarına gerçekten de halen büyük ölçüde bağlı olması ve o güne kadarki mevcut koşulların baskısı altında henüz kendi çıkarlarını belli bir sınıfın özel çıkarı olarak geliştirememiş olmasıdır. Dolayısıyla, bu sınıfın zaferi, egemenliğe ulaşamayan sınıfın bireyleri açısından da, ama yalnızca onların egemen sınıf konumuna yükselmesine olanak sağladığı ölçüde yararlıdır. Fransız burjuvazisi aristokrasinin iktidarını yıktığında, pek çok proletere de, ama yalnızca birer burjuva haline geldikleri ölçüde proletaryanın üstünde bir konum elde etme olanağını yakalamış oldu. Bu yüzden, her yeni sınıf, kendi egemenliğini ancak önceki egemen sınıfınkinden daha geniş bir temele dayanarak kurabilir; ama buna karşılık, sonrasında, egemen olmayan sınıflarla yeni egemen olan sınıf arasındaki karşıtlık çok daha keskin ve derinlemesine bir gelişim gösterir…
“Belirli bir sınıfın egemenliğinin yalnızca belirli düşüncelerin egemenliği olduğuna dair bütün bu zevahir; genel olarak sınıf egemenliği toplumsal düzenin biçimi olmaktan çıktığı anda, yani özel bir çıkarı genel çıkar olarak ya da ‘genel olanı’ egemen olan olarak göstermeye gerek kalmadığı anda, elbette kendiliğin-den ortadan kalkar.”
Nitekim, Marx ve Engels’in Fransız Devrimi üzerinden “kuvvetler ayrılığı”nın tarihselliğine, egemen düşüncenin “özel bir çıkarı genel çıkar olarak ya da genel olanı egemen olan olarak göstermeye gerek kalmadığı anda kendiliğinden ortadan kalk”masına ilişkin söyledikleri, 1871 Paris Komünü sırasında pratik bir karşılık buldu. Paris proletaryası artık özel bir çıkarı genel bir çıkar olarak benimsemekten vaz geçtiği anda, aristokrasiyi devirirken birlikte yola çıktığı yeni egemen sınıfa karşı silahlarını doğrulttu ve Komün’ün kısa hayatı boyunca kendi sınıf iktidarının prototipini oracıkta oluşturdu. Bütün diğer sınıfların; burjuvazinin ve aristokrasi artıklarının, polisin, bürokrasinin ve askerin birleşip karşısına çıktığı Paris proletaryasının, Komün günlerinde ortaya çıkardığı bu prototip, “kuvvetler ayrılığı” ilkesine dayalı burjuva parlamentarizminin bir eleştirisini yaparak, 1917 Ekim Devrimi’nden sonraki Sovyet iktidarının da ilhamı olacaktı. Marx daha 1871’de şöyle yazıyordu: “Komün parlamenter bir örgüt değil, aynı zamanda hem yürütmeci hem de yasamacı etkin bir örgüt olmalıydı…”
Montesquie’nun “özgür bir toplumda yaşayan özgür insanlar kendi kendilerini yönetebilirler” öncülünden yola çıkıp vardığı, seçilmiş burjuva temsilcilerinden oluşan ve emekçilere hâlâ kendi iradesinin yansıması gibi görünmeye devam eden yasama organı kurgusu ile, Marx’ın Komün deneyimi ile ilgili saptaması ne kadar da farklıdır.
Lenin’in Komün ile ilgili yorumu ise şöyledir: “Komünün önemini oluşturan şey, burjuva devletin bürokratik, adli, askeri, polissel aygıtını tepeden tırnağa parçalamaya, yıkmaya ve onun yerine işçi yığınların yasama ve yürütme güçlerinin ayrılığını tanımayan özerk bir örgütünü geçirmeye girişmiş olmasıdır…”
Komün ve Sovyet örgütlenmeleri, burjuvazinin o zamana kadar alt sınıfları oyaladığı ve aşamalarından dışlandıkları halde karar alma süreçlerine katılıyormuş gibi hissetmelerini sağlayarak, onları, yönettikleri “kuvvetler ayrılığı”nı fiilen eleştirerek, bir diğerini dışlayan sömürücü sınıf mefhumunun reddi esasına dayalı kuvvetler birliği bayrağını yazılı ve yazısız anayasalarına çekmişlerdi.
İşçi sınıfı mücadelesinin şimdi unutulmuş evrelerine dair anılar, kuvvetler ayrılığı esasına dayanan parlamenter sistemin; burjuva iktidarının bu kadim biçiminin tek ve evrensel bir sistem olmadığını göstermesi bakımından önemlidir. İşçi sınıfı, Komün’de ve Ekim Devrimi’nden sonra, yerel Sovyet örgütlenmeleri temelinde, aşağıdan yukarı, bir sınıf olarak iktidarını örgütlerken, kuvvetler ayrılığını değil birliğini esas almıştır. Birkaç senede bir oy vererek, sözde kendisini temsil edecek vekilleri seçen, sonra da siyaset dışında kalmaya zorlanan emekçi kitleler için “özgür insanın özgür bir toplumda kendi kendini yöneteceği” bir düzen, burjuva demokrasisi sınırları içinde değil, topluluğun gönüllü olarak uyması gereken kuralların ve yasaların çıkarılmasını da o topluluğun işi olarak ele alan Sovyet örgütlenmesinde mümkün olabilmişti. Bu, bugünün koşullarında bir ütopya olarak görülebilir, ama böyle bir sistem tarihin yakın bir yerinde var olmuştur ve işçi sınıfının kapitalist toplumdan sonra kuracağı düzende yönetim aygıtının işleyiş koşullarına dair ilk tarihsel deneyi oluşturmuştur.
Yüzlerce yıllık monarşik iktidarların alaşağı edilmeye çalışıldığı sancılı ve uzun burjuva devrimleri çağında, kuvvetler ayrılığı ilkesi insanlık için önemli bir gelişim uğrağıydı. Henüz hiçbir sınıfın iktidarı tek başına almaya muktedir olamadığı o koşullarda, erkin erkle denetlenmesi anlayışı tarihsel bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştı ve sonraki dönemlerde de kapitalist demokrasi için önemli bir birikim yarattı. Burjuvazinin sınıf mücadelesi elbette sadece aristokrasinin devrilmesiyle sona ermemişti ve bir zamanlar bayrağının altına topladığı işçiler, diğer emekçiler ve köylüler bu yeni sınıfın iktidarına karşı mücadele etmeye başladıklarında, yani burjuvazi kendisini daha amansız ve sürekli bir sınıf mücadelesinin içinde bulduğunda da, kapitalist kurucu ataların bulduğu yöntem işe yarayacaktı. Daha doğrusu buna zorlanacaktı. Partilerinde, sendikalarında, kile örgütlerinde, kadın ve gençlik teşkilatlarında örgütlenen işçiler ve emekçiler, bu iktidarın pervasızlığa meyyal, diktatörlüğe dönüşebilme eğilimini her zaman denetlediler ve asıl dengeleyici ve frenleyici kuvvet, fabrikalarda, alanlarda ve toplu sözleşme masalarında belirdi. O zaman, burjuvazinin sınır aşmaya yönelen sapkın girişimleri karşısında, işçi sınıfının hukuki çerçeveyi zorlayıcı girişimleri sonuç vererek yasal metinlere kazanım olarak işlendikçe, yargı kurumunun özerk statüsünün ve hakem rolünün az çok, hiç değilse görünümde korunması, yasamanın da sokağın sesine itibar veriyormuş gibi davranması, burjuva demokrasisinin tamamlayıcıları arasına girdi.
Ne var ki, burjuva demokrasisi önünde sonunda bir sınıf iktidarıdır ve burjuvazi, kendi sınıf iktidarını, emekçi sınıfları siyasal karar alma ve temsil süreçlerinden dışlayıcı mekanizmaları güçlendirerek, güvenceye almaya çalışır. Bu sistemin yasaları, esasen büyük mülkiyet sahibi sınıfın çıkarlarını korumak, sermaye birikim ve dağılımının koşullarını rahatlatmak üzere oluşturulmuştur. Burjuva demokrasisi ülkelerinin yasalarında bulunan, emekçi sınıfların politik temsilcilerinin yer almasını engelleyici hükümler, seçim barajları ve aday olmayı sermaye sahibi olmayla dolaylı veya dolaysız yoldan ilişkilendiren ve açıkçası engelleyici maddeler, parlamentoları burjuva partilerinin temsilcilerinin, Lenin’in deyimiyle, “ahır”ı haline getirir. Bu sistemde, yurttaş, anayasaya ancak tek başına, bireyselliği halinde bir figür veya seçmen olarak konu edilir. Birkaç yılda bir yapılan seçimlerde kendisine özgür bir politik tercih yapma şansı tanındığı iddia edilse de, ona sadece, sınırlı sayıda ve hatta ABD’de olduğu gibi, programları tıpatıp aynı aynı iki partiden birini seçme özgürlüğü tanınmıştır. Yasama organı, böyle bir sistemde, emekçilerin oy verdikleri partiler ve vekiller aracılığıyla kanun yapma sürecine müdahil olduğu yanılsamasını üretmekten başka bir işe yaramaz. Politikanın bir meslek ve ancak ülkenin kaderi hakkında konuşabilecek kadar eğitimli, seçkin insanların işi olduğu öylesine yaygın bir inanç haline getirilmiş ve yönetim aygıtı o kadar parçalanarak uzman kurumlar toplamı haline gelmiştir ki, örgütlü olmayan alt sınıf mensubu seçmen için, siyaset, anlaşılmaz ve hikmeti kavranamaz bir uğraş mertebesine çekilmiştir. Burjuva demokrasisinin kurumları ve yasaları emekçi sınıfları dışlama ve etkisizleştirme mekanizması olarak çalışırken, bu büyük çarkın karşısında seçmenin kendisini çaresiz, başına çok kötü şeyler geldiğinde de bunlarla baş edemeyecek kadar güçsüz hissetmesi için her şey düşünülmüştür. Bu bakımdan kuvvetler ayrılığı, burjuvazinin emekçi sınıfların bu edilgin ve dışlanmış durumlarını realize edememeleri için işletilen bir mekanizma olmuştur daha çok. Ortaya çıkış koşullarından farklı olarak, burada artık bir sınıf iktidarını paylaşma ihtiyacından söz edilemez, daha çok, burjuvazinin başlangıçtaki rüyasının, kendi iktidarının bütün herkesin iktidarı olduğu yanılsamasına inanmış kitleleri yönetme rüyasının gerçekleştirilmesi için harcanan umutsuz çaba söz konusudur. Örgütlü emekçi sınıfların, hak mücadelesi veren kesimlerin kazanımlarını kısmi bir koruma altına almak zorunda bırakıldığında da, burjuvazinin, kuvvetler ayrılığı mitini yeniden üretmeye çalışması bir paradoks değildir. Tersine sınıf antagonizmasının öldürücü son darbeye dönüşmeden önce yönetilebilmesinin sanatı olarak hala elverişlidir. Bu bakımdan kuvvetler ayrılığı, örneğin geçen yüzyıl, burjuva demokrasili ülkelerde az çok uygulanabildiyse, bunu sınıflar mücadelesine borçludur.
Kuvvetler ayrılığının varlığı toplumda çatışan ve birbirini alt etmek zorunda olan sınıfların olmasına bağlı olduğu için, tam anlamıyla gerçekleşmesi ancak bir tahayyüldür ki, buna en çok yaklaştığı, burjuva sınıf iktidarının yıkılmasına ramak kala, son sınırlarına varılmış olacaktır. Tam da tarih sahnesine çıktığı sırada, kuvvetler ayrılığının, bir sınıf yalanını, egemen burjuva sınıfın çıkarının herkesin çıkarı olduğu yalanını meşrulaştırmak üzere Fransa’da devrim anayasasına yazıldığı anda, işçi sınıfı tarafından pratik, onun sözcüleri tarafından teorik eleştiriye maruz kalması önemlidir. Ancak eleştirinin de belirli tarihsel koşullar altında Komün ve Ekim Devrimi gibi proletaryanın kendi iktidar deneyimini evrenselleştirmek için ilk adımlarını attığı bir zamanda yapılmış olması da önemlidir.
Bugün kuvvetler ayrılığının iktidarda bulunan sınıfın sözcüsü Başbakan ve Hükümet tarafından eleştirilmesinin, kendi sınıf iktidarını kurmaya yürüyen işçi sınıfının pratik ve teorik eleştirisi ile hiçbir benzerliği olmadığı gibi, bu eleştirinin ardından gelen; yürütme organının parlamento dışından atanması, yasama organının kanun yapma yetkisinin kanun hükmünde kararnameler çıkarmak üzere başkana devredilmesi, yargı kurumunun yürütmenin bir uzantısı haline getirilmesi vb. olarak ayrıntılandırılan “Başkanlık Sistemi” önerisi, neoliberal burjuvazinin sınıf iktidarının güçlendirilmesine ilişkin bir taleptir.
AKP Hükümeti’nin temsil ettiği sınıf, zaten çoktan aşındırılmış kuvvetler ayrılığı uygulamasını kendi çıkarlarının gerçekleştirilebilmesi bakımından artık bir yük olarak görüyorsa, işçi sınıfının da, sınıfın geçmişteki deneyimlerini hatırlayarak, bugün için neyin kendi gelişimini kolaylaştıracağına, neyin kendi çıkarına uygun olacağına bakarak eleştirisini yenilemesinde yarar olacaktır.
Bu eleştirinin içeriğine gelmeden önce, Hükümet’in kuvvetler ayrılığı eleştirisinin ve bunu bağladığı “Başkanlık Sistemi” önerisinin hangi saiklerle gündeme getirildiğini tartışmakta yarar var.
KİŞİNİN İKTİDARI BURJUVAZİNİN DİKTATÖRLÜĞÜ
Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı AKP milletvekili Prof. Dr. Burhan Kuzu 2011’de basılan Başkanlık Sistemi adlı kitabında, başkanlık sistemini gerekçelendirirken, Türkiye’nin iktisadi ve siyasi ortamının koalisyon hükümetleriyle nasıl sık sık kesintiye uğradığını uzun uzun anlatıyor ve AKP Hükümeti dönemindeki istikrarın sonraki dönemlerde de başlıca amaç haline gelebilmesi için başkanlık sisteminin gerekli olduğunu yazıyor. Ona göre, yasama organının yer aldığı parlamento, bir yasa tasarısını gerçekleştirebilmek için iktidar ve muhalefet partilerinin bitmek bilmez tartışmalara sahne olduğu, miyadını yitirmiş bir kurum. Başbakan Erdoğan da, ünlü Konya konuşmasında Kuzu’yu destekleyen şeyler söylemişti: “Şehir hastaneleri projesini 6 yıldır bürokratik oligarşi nedeniyle hâlâ hayata geçiremedik… Niye? Bürokratik oligarşi ve yargı. Ama dışarıdan bakanlar da zannediyor ki ‘Yav işte 326 milletvekiliniz var, 326 milletvekiliyle hala mı bahane?’ Ama işte bu kuvvetler ayrılığı denen var ya… O önünüze gelip engel olarak dikiliyor. Senin de bir oynama sahan var. Şimdi ana muhalefet partisi genel başkanının tek sığındığı bu zaten. ‘Yapın. Yaptınız da biz mi engel olduk?’ diye. Zaten yasama noktasında engel olabileceğin kadar engel oluyorsun. Bağırıyorlar, çağırıyorlar, 1 saatte bitecekse 2 saatte bitiyor. 1 günde bitecekse, 2 günde bitiyor. Onların zaman kaybının hesabını vermek gibi bir derdi yok. Çünkü onların sırtında küfe yok. Küfe bizim sırtımızda. Sorumluluk bizde, mesuliyet bizde…”
Yasa çıkarma sürecini mümkün olduğu kadar kısaltılmanın Hükümet’in ajandasındaki en kritik konulardan biri olduğu anlaşılıyor. Türk devletinin, AKP Hükümeti tarafından eleştirilen, 80’lerde kısmen revize edilmiş, ama şimdi yeterli görülmeyen eski ulus-devlet nizamnamesi, uluslararası tekellerin beklentilerine uygun olarak Anayasa maddelerinin değiştirilmesi suretiyle aslında defalarca esnetilmiş, çok sayıda yeni yasanın ve KHK’nın arka arkaya çıkarılması mümkün olmuştu. Buna rağmen Başbakan Erdoğan ve yakın adamlarının bürokrasi ve yargı sisteminin yapısal dönüşümüne ilişkin talebi, esasen, Türkiye’de ne kadar işlevli olduğu tartışılır “kuvvetler ayrılığı”nın tümüyle tasfiyesi anlamına gelmek üzere, yasama, yürütme, yargının vesayetinin hükümete devredilmesi sürecine henüz tam anlamıyla bir nokta konulamamış olduğunun ilanıdır. Halbuki şu örnekler bile, Başbakan’ın “bürokratik oligarşi”yi ve mevcut yargı kurumlarını nasıl baypas edebildiğinin, “kuvvetler birliği”ni nasıl hayata geçirdiğinin kanıtıdır: Hükümet 2012 yılında öngördüğü özelleştirme hedeflerinin büyük bir kısmını aştı ve bürokratik bir engelle karşılaşmadı. Yargıya SİT yasasını ihlal ettiği gerekçesiyle taşınan ve inşaatına durdurulma kararı çıkan HES’lerle ilgili mevcut SİT yasası alelacele değiştirilerek işlevsizleştirildi ve böylece HES inşaatlarına karşı mahkemelerde davacı olan halkın talepleri görmezden gelindi. Oslo görüşmelerine katılan MİT Müsteşarı Hakan Fidan Fethullah Gülen Cemaati tarafından hedef alındığında, Başbakan, müsteşarını kayırmak için bir gecede MİT yasasını değiştirebildi. Taksim Meydanı’na kurulması tasarlanan Topçu Kışlası ile ilgili, İstanbul 2 No’lu Koruma Kurulu “olmaz” kararı verince, Erdoğan “üst kurul reddetmiş biz de reddi reddedeceğiz” diyerek, kararı bozduracağını söyleyebildi. Hükümet istediği sayıda “torba yasa”yı ve KHK’yı Meclis’ten geçirebildi… Denebilir ki, yasama organı, zaten çoktan beri AKP Hükümeti’nin kontrolü altına girmiştir. Buna rağmen Başbakan, hâlâ elini kolunu bağlayan bürokrasiden, yargı sistemindeki engelleyici mevzuattan ve yasama gücünün işleyişinden, yürütmenin istediği hıza sahip olmamasından şikâyetçi olabiliyor. Bu, bundan sonraki süreçte, dava edilen konularla ilgili yargı kararlarının veya yatırımcının bürokratik işleyişte herhangi bir “imza süreci”nin sebep olduğu dolayıma izin vermek istenmediğinin de işaretidir. “Türk tipi” başkanlık sistemi kapsamındaki, yasama gücünün de devredildiği “güçlü yürütme” önerisi, bu bakımdan yürütmenin doğrudan doğruya tekelci sermayenin acentesi olarak çalıştığı bir sistem öngörerek, icraat sürecindeki dolayımı ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. Böylece Hükümet, “yatırımcıyı üzmeden” sermaye birikiminin önündeki bütün yasal ve bürokratik pürüzleri temizleyecektir.
Şimdiye kadar yasama, yürütme ve yargı üzerinde ağırlıklı bir siyasal kontrol kurmuş olmasına; istediği yasayı çıkarabilmesine; “kuvvetler ayrılığı”ndan murad edilen denetleyicilik ve frenleyicilik işlevini, (elbette sonuçta “yürütme” genel kategorisine girecek olan) bu bilinen kuvvetlerin üstündeki veya dışındaki kuvvetlerin mevcut yasal işleyişe sığmayan gücü sayesinde akamete uğratılabilmiş olmasına rağmen, durum AKP Hükümeti için tatmin edici değilse, Erdoğan’ın, kişisel olarak, anayasal bir diktatörlük peşinde olduğunu söylemek de yanlış olmayacaktır. Ama daha önemlisi, AKP Hükümeti’nin, yüzünü, parlamentodaki sandalye çoğunluğu sayesinde güldürebildiği sermaye sahibi sınıf için, şimdi mümkün olan işleyişi, sonrası için de kalıcı kılacak koşulları yaratmaya çalışıyor olduğudur. Zaten onun için “yeni Anayasa”nın bir rejim değişikliğinin belgesi olacağı vurgulanıyor. Burjuva demokrasisinin bir cilvesi olarak, bugün var yarın yok hükümetlerin sırayla geçip gittiği bir düzenin, sermaye sahibi sınıfın uluslararası hedeflerini gerçekleştirebilmek için ihtiyaç duyduğu “sürekli siyasi istikrar”ın güvencesi olamayacağı, Ortadoğu’nun oynak dengeleri nedeniyle istikrarın her an bıçak sırtında duracağı düşünülürse, Türkiye burjuvazisinin siyasi temsilcisi Hükümet’in, oyalayıcı, karar alma sürecini zamana yayıcı, yargı kararlarının sil baştan geriye döndürücü “kuvvetler ayrılığı” ilkesinden şimdi neden yakındığı, niçin vaz geçmek istediği açıklık kazanır. AKP Hükümeti’nin geleceği vesayet altına alma çabası, tam da bu yüzden, Tayyip Erdoğan’ın nihayet başkan olarak siyaset sahnesine tek adam çivisini çakmak istemesinden çok daha derin bir vizyonla ilişkilidir ki, onun dini referanslar içeren demeçleri işaret edilerek, bir padişah olma yoluna girdiğinin söylenmesi, durumun karikatürize edilmesinden başka bir anlama gelmez.
Daha özelleştirmelerin hız kazandığı 90’lı yıllarda kurulan “Üst Kurullar” aracılığıyla, ekonomi, bürokrasinin denetiminden önemli ölçüde çıkarılarak, küçük “özyönetim” alanlarına ayrılmış, piyasanın işleyişi üzerindeki yasal kısıtlayıcılık bir ölçüde ortadan kaldırılmıştı. Ancak şimdiye kadar yapılan ve uluslararası sermayenin Türkiye’deki yatırım, pazar ve piyasa düzenlemelerinin siyasal denetimin dışına çıkarılarak tamamen teknik bir sürece indirgenmesi gibi konsept “çözümler”, bu ilişkinin kalıcı ve düzenli bir ilişki haline getirilmesi anlamına gelmedi. Bir bütün olarak tekelci sermayenin karar alma süreçlerine doğrudan müdahale ettiği, hatta bizzat bu rolü oynadığı, bu sınıfın iktisadi ve politik çıkarlarının hiçbir tartışmaya ve eleştirel bir müzakere sürecine takılmadan hayata geçtiği bir sistem, neoliberal piyasacılığın bir rüyası oldu. Türkiye’nin neresinde olursa olsun, sermaye hareketlerinin istikrarlı, değişmez ve esnek bir yayılımının sağlanması için gerekli idari ve siyasi dönüşümün gerçekleştirilmesi esasına dayalı bir sistemdi bu. Nihayet Başbakan’ın ya da “başkan”ın, sağlık hizmetlerini tamamen özelleştiren ve sağlık emekçilerini sermayeye kul köle eden dönüşüm paketini kavga dövüş yasama organından geçirdikten sonra, sıra uygulamaya geldiğinde, şehir hastanelerinin kurulabilmesi için yeni bir efor sarf etmek ve muhalefetle cebelleşmek zorunda kalmayacağı asude bir memleket isteniyordu.
AKP’nin iktidara geldiğinden bu yana devlet kurumlarını parça parça tabi tuttuğu yapısal dönüşümün, bu parçaların şimdi anlamlı bir biçimde birbirine iliştirileceği, her parçanın bir diğeri üzerinde sinerji yaratacağı büyük tabloyu çizmenin zamanı, burjuvazinin bu ihtiyacı duymasıyla geldi ve “kuvvetler ayrılığı” eleştirisiyle, “Başkanlık Sistemi” bu ihtiyacın kendisini ifade etme biçimi oldu.
Bu hırçın eleştirinin, Erdoğan’ın on yıllık iktidarı boyunca, Hükümet’in gerçekleştirdiği yapısal dönüşüm sürecine karşı çıkan “statükocu” direnişe karşı yapılan mücadelenin biriktirdiği üsluptan kaynaklandığı söylenebilir. Başbakan’ın savaş açtığı “eski statüko”, yani temel ekonomik birimlerin devlet mülkiyetinde olduğu eski tip, tekelci devlet kapitalizmi sisteminin işleyişinden rant sağlayan, ideolojik olarak da bu devletin kurucu kadrolarının fikriyatı olan Kemalizme sadık rejim destekçilerinden oluşur ve bu kadrolar ile yararlandıkları rant sistemi artık neoliberal bir sermaye birikiminin önünde engel oluşturmaktadır. Neoliberal burjuvazinin temsilcisi olarak AKP Hükümeti, artık miyadını doldurmuş ve kastlaşmış öncüllerine açtığı savaşta, şimdi geldiği nokta itibarıyla, bugün başta parlamento olmak üzere dönüşüme tabi tutulması istenen kurumlarda kopan, tekelci devlet kapitalizminin rantiye sınıflarının partileriyle temsil edilen siyasi grupların ideolojik vaveylasının arasında yol almayı, kestirme yollar bulmayı, ara sokakları dolanmayı tercih etmeyecek kadar sıkışmış, bu durumu ortadan kaldıracak kadar da kendisini güçlü hissetmektedir.
Onu bu güçlü hissettiği noktaya getiren ise, neoliberal iktisadi ve siyasi ihtiyaçlara uygun, daha konsolide, hızlı hareket eden kurumlarla kuşatılmış ve parçalanmamış bir devlet çekirdeğini yaratmasına, şimdiye kadar gerçekleştirilen hamleler sayesinde ramak kaldığını düşünüyor olmasıdır. İktidarının ikinci döneminden itibaren AKP, “eski statüko” savunucularının dayanak bulduğu askerin, yasama ve yürütme üzerindeki gölgesini, üst düzey komutanları darbe hazırlığı içinde oldukları ve Kürt savaşı boyunca paramiliter örgütlenmeleri yönetmiş, darbeci kesimlerle ilişkili kişilerin de Ergenekon adlı şer örgütüne dahil oldukları gerekçesiyle tutuklayarak silmeye çalışmış, ordunun inisiyatifini yürütme organının yetkisiyle değiştirmişti. Bundaki başlıca amacı, ABD’nin koordine ettiği Hükümet’in şirksiz ve engelsiz çalışabilir hale gelmesini sağlamak ve orduyu da bu sürece tabi kılmaktı. MGK örgütlenmesi sayesinde yasama ve yürütme gücünü zımnen ordu ile paylaşan hükümetin eli, Ergenekon tutuklamalarının sağladığı elverişli koşullarda askerle anlaşma zemini bularak rahatladı.
Üst yargı kurumlarında çıkarılan patırtının ardından 12 Eylül’de referanduma sunulan anayasa paketi ise, HSYK, Danıştay, Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay kadrolaşmasında ağırlıklı belirleyenin hükümet olduğu bir düzenlemeyi içeriyordu. Böylece, anayasa değişikliği sürecinin ilk adımında, yargı sistemine de önemlice bir ayar çekildi. Elbette bütün bunlar yapılırken “eski statüko” savunucusu ve bekçisi yargı kurumları ve mensupları ciddi bir hükümet ve medya eleştirisinden de geçirildi.
Hükümetin yargıyla derdi esas olarak şuydu: Yasama organının ve yürütmenin KHK çıkarma yetkisine dayanarak kanunlaştırdığı o kadar çok başlık yargı konusu haline geldi ki, yasaların çıkarılması o işlemin fiiliyatta başarıyla yürümesinin garantisi bir türlü olamıyordu. Kamu kurum ve kuruluşlarının özelleştirilmesiyle başlayan dalganın enerji ve arazi rantının paylaşılmasıyla sürüyor olması, hem mevzuatla hem de halkla, hükümeti sık sık karşı karşıya getirdi. Danıştay’ın HES projelerine ilişkin verdiği yürütmeyi durdurma kararları, özelleştirmelerin “yerindelik” ilkesine takılması, TOKİ’nin özelleştirilmesi talebinde bulunduğu hazine arazileriyle ilgili yine yürütmeyi durdurma kararları, kentsel dönüşümle açığa çıkan rantın sorunsuz elde edilmesinde yargı kurumlarının ayak bağı yaratan tutumları ve nihayet Erdoğan’ın yakındığı gibi şehir hastaneleri ve hastane birliklerinin parlamenter “müzakere”ye şimdilik feda edilmesi… Örnekler çoğaltılabilir, ama özetle söylenebilir ki, yargı sistemi, özellikle Danıştay örgütlenmesi, mevcut haliyle sermaye dolaşım hızını yavaşlatan, rantın dağıtım sürecini uzatan bürokratik bir rol oynamaktadır. Hükümeti ve Erdoğan’ı rahatsız eden de bu kurumların mevcut yapısının hız kesiyor olmasıdır. Bu yüzden, 12 Eylül 2010 Anayasa değişikliği paketinde yürütmeyi durdurma kararlarının gerekçeleri revizyondan geçirildi ve yargı kurumlarının kadrolarının nasıl oluşturulacağı hükümetin işine yarar biçimde belirlendi.
Ancak bu süreç henüz tamamlanmadı; yakın geçmişte ağırlıkla devletçi kapitalizminin egemenlerinin ihtiyaçlarına uygun şekillenmiş Danıştay; öteden beri birikmiş içtihada göre davranan Yargıtay ve bu kurumlarda çalışan yüksek yargı mensuplarının örgütü HSYK’nın artık tasfiye edilmesi gereken geçmiş bir sürecin zihniyetine uygun davranmasının sonu gelmiş değil. Diğer yandan yürütmeyi durdurma talebiyle mahkeme sürecine havale edilen özelleştirme konuları, davacı kesimler (yani halk); meslek odaları ve kitle örgütleri bakımından yargı kurumları, hâlâ görünüşte de olsa bir hakem rolü oynadığından meşru sayılan bir başvuru noktası olmaya devam ediyor. Başbakan’a da, “ülkemizde öyle olaylar yaşandı ki. Yargı yasamanın da yürütmenin de alanına girmiştir. Yargının yerindelik değerlendirmesi yapması doğru değildir. Biz hükümet olarak adım atıyoruz. Galataport’un satışı olayını yargı engelledi. Bizim yapmamızı engelleyen yasama maddesi yok” diye yakınmak düşüyor.
Ancak “başkanlık sistemi”yle ilgili Hükümet talebini sadece tekelci sermayenin bugünkü görünür iktisadi çıkarlarıyla açıklamak yeterli olmayacaktır. AKP Hükümeti, hem tekelci sermayenin bir sınıf olarak beklentilerini karşılamak, hem de ABD’nin Ortadoğu’daki siyasi dönüşüm planlarına harfiyen itaat etmek bakımından sınıfına hiçbir zaman ihanet etmedi. Emperyalist devletlerin epeydir gündemine aldığı Ortadoğu’nun dizaynı, muhtemel bir savaş ile de aciliyet kapsamına alınmışken, özel bir anlam da kazandı. Bir zamanlar Irak işgaline hazırlanan ABD, Türkiye’nin bir nakil ve harekât merkezi olmasını istemişti. Ama tezkere, önüne yığılmış yüz binlerce emekçi de imzalanmasını istemediği için parlamentodan geçememişti. AKP’nin onuncu yılında ise, Suriye ile ilgili tezkere, yasama ve yürütme organları artık epey bir terbiye edilmiş olduğu için, rahatlıkla çıkarılabildi. Türkiye’nin Suriye sınırına Patriot konuşlandırılacağını Başbakan basından öğrendiğinde, “bize böyle bir talep gelmedi” dedi, ama Patriotların, yerleştirileceği ülkenin talebi olması gerektiği sufle edildikten sonra, tükürdüğünü yalayarak, talepte bulunmak zorunda kaldı. Emperyalistler ne NATO askerlerinin sınıra yerleştirilmesi, ne de sınırın olası bir taarruz için hazırlanması sırasında bir sorun yaşadı; AKP’lileştirilmiş yargı mevzuat itirazında bulunmadı, yasama ve yürütme emperyalist direktifler doğrultusunda, hiçbir çatlak ses çıkmadan, çıksa da AKP’nin sandalye sayısıyla püskürtülerek, son derece uyumlu çalıştı. Vb.
Ancak Ortadoğu’nun yeniden yapılandırılmasının sürprizlere açık uzun bir süreç alacağı düşünülürse, AKP Hükümeti tarafından sağlanan her türlü kolaylığa alışan ve bu kolaylığı sonraki zamanlarda da garantiye almak için kurumsal kalıcılığa ihtiyaç duyan ABD’nin, Türkiye ile ilişkisinin bugünkü düzeyini konjonktürün sınırlayıcılığından kurtarıp yapısallaştırmak istediği de gündelik pratiğinden anlaşılabilir. Şu anda saflaşmaların yeniden kurulduğu, bir bozulup bir yeniden şekillendiği, ittifakların parçalanıp bir başka düzlemde tekrar inşa edildiği Ortadoğu’da ortaya çıkan her olasılığı hesap eden ABD ve Türkiye egemen sınıfları için kanun çıkarmanın gerektirdiği uzun parlamenter müzakere süreçlerinin, ağır çalışan yasal mekanizmaların tahammül edilecek bir yanı kalmadı.
Ortadoğu’da, bölgenin bütün enerji kaynaklarını ve bu enerjinin iletim hatlarını kontrol altında tutmak isteyen, yine bölgedeki ister savaş yoluyla ister hükümet darbeleriyle meydana gelecek olası altüst oluştan sonra ortaya çıkacak iri pastayı paylaşmak için sabırsızlanan emperyalistler için de ülkedeki her şeyin sadık bir siyasi figür tarafından kontrol altında tutulması, dikte edilen politikanın bürokratik labirentlerde zamana yayılmaması önemli görülüyor. “Kuvvetler ayrılığı”nın tasfiyesini ve “Başkanlık Sistemi” önerisini Hükümet böyle bir konjonktürde ortaya attı.
Hiçbir erk tarafından engellenemeyecek güçlü bir yürütme talebi, Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun yeniden yapılanma siyasetiyle çok yakından ilişkilidir. “Bakanlar Kurulu ve bu kurulun bağlı olduğu Başkan” bileşimi, tam da bu ihtiyaca uygun bir formülasyon olarak düşünülüyor. Başkan’ın doğrudan seçimle iş başına gelmesi ve Bakanlar Kurulunu oluşturacak, üyeleri Meclis’ten seçmek zorunda olmaması, teknokratik bir yönetim kastının oluşumunu mümkün kılıyor. Burhan Kuzu’nun “teknodemokrasi” olarak adlandırdığı böyle bir sistem; parlamenter düzende partilerinin grup kararlarına uymak zorunda olan vekil profilinin de revizyondan geçirilmesini, parti disiplininden azad edilmiş, bakanlar kurulu başkan tarafından atandığı için bakanlık beklentisi kalmayan vekillerin oylarının bin bir yöntem denenerek satın alınabileceği veya etkisizleştirilebileceği bir Meclis fikri üzerine inşa edilsin umuluyor. Teknodemokrasi burjuvazinin üst kurullarda tedrici olarak denediği, engelsiz ve yasal kısıtlamasız, muhalefetsiz ve kamuoyu baskısız kendi kendini yönetim biçiminin genelleştirilerek bir siyasal biçim haline getirilmesinden başka bir anlama da gelmiyor. Başkana kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi de veren AKP’nin kurguladığı başkanlık sistemi, siyasal çatışmaların alanı halindeki, sokaktaki tepkiyi ister istemez, belli bir ölçüde göze almak ve “popülizme yüz vermek” zorunda kalan mevcut yasama organının baypas edildiği, yürütmenin bütün yönetim sürecine hakim olduğu, sokaktaki emekçilerin sesinin camdan duvarlara çarpıp çarpıp döndüğü bir sistem demek.
Önerilen biçim, az çok ABD’deki başkanlık sisteminden kopyalandı. Dünyanın en demokratik ülkesi payesini kendi kendisine yapıştıran ABD’de de, Başkan kendi bakanlar kurulunu kendisi belirliyor. Ancak Senato ve Temsilciler Meclisi’nden oluşan Kongre’ye, yani yasama organına yasa teklifinde bulunma yetkisi yok. İstediği yasaları çıkartabilmek için, Başkan, yasama organıyla “iyi ilişkiler” kurmak zorunda. Bu iyi ilişkilerin anlamı da, Beyaz Saray’da lobi faaliyetleri yürüterek yasama ve yürütme arasında aracılık yapan, bir yasanın çıkması için gereken oy sayısını komite üyesi ve senatör satın alarak sağlamaya çalışan ABD kapitalizminin kirli kastı, “görünmez el”in sinsi ve iş bilir aktörleri tarafından kuşatılmaktan başka bir anlama gelmiyor. Amerikan parlamentosunda bir yasanın çıkarılması sırasında çıkan bütün gürültü dürüst siyasetçilerin akıllarına yatmayan konulara karşı tepkilerini ifade etme biçiminden çok, büyük tekellerin lobicileri arasındaki kıyasıya rekabetin çıkardığı patırtıdır. Güçlü bir kuvvetler ayrılığının başkanlık sistemiyle uyumlu olduğu tek yönetim biçiminin olduğu iddia edilen ABD’de de bu ayrılık görünüştedir.
Diğer yandan ABD sisteminin, Türkiye’deki kopyalanması gündeme geldiğinde asıl nazik noktayı oluşturacak olan şey, ABD sisteminin eyaletler biçiminde özerk siyasi bölgelere ayrılmış olması ve her eyaletin ayrı bir parlamentosunun, ayrı güvenlik gücünün ve ayrı bir bürokrasisinin olmasıdır. Hükümet yetkilileri her seferinde Türkiye’nin eyaletlere bölünmeyeceğini tekrarladılar ve başkanlığın Türk tipi bir sistem olacağını söylediler. Ne var ki, Hükümet’in önerdiği başkanlık sistemi, aslında idari bir yeniden yapılanmayı da öngörüyor. Yerel yönetimlerin, ekonomik kaynakların kullanımını bürokratik bir biçimde sınırlayan mevcut yapılanmasının gözden geçirilmesi anlamına gelecek olan, şimdiye kadar Kürtler’in “demokratik Özerklik” talebi için bir referans olabilir korkusuyla Türk devleti tarafından bütün metni imzalanmayan Avrupa Birliği Yerel Yönetimler Özerklik Şartı, neoliberal kapitalizmin uzun süredir üzerinde durduğu, hizmet sektörünün özelleştirilmesi esasına dayalı bir yönetme biçimi. “Türk tipi” başkanlık sistemiyle birlikte sık sık da gündeme getirilir oldu.
Belediyelerin merkezden akan para musluğunun azaltılarak kendi kendilerine yeter ekonomik birimler haline gelmesini öngören Şart’ın kimi direktifleri konusunda, Türkiye çoktan yol almaya başladı. Eninde sonunda yerel halkın vergilendirilmesi, belediye yönetimlerinin kaynak sağlamak için doğrudan doğruya tekellerin kapısını çalmak zorunda bırakılmaları, sermaye birikim merkezi haline gelmek ve tekellerin kendi bölgelerine yatırım yapabilmesi için gerekli şartları yerine getirmek amacıyla diğer yerel yönetimlerle rekabete girme kıstaslarını yerine getirmek; hizmet sunumunun artık halkın ihtiyaçları gözetilerek değil, sermayenin ihtiyaçlarını karşılamak üzere çeşitlendirilmesi ve çekici hale getirilmesi anlamına gelen kendi kendine yeterlilik beklentisine kapıyı ardına kadar açmak, hükümetin/hükümetlerin şimdiye kadar siyasi nedenlerle kaçındığı bir dayatma olsa da, ajandadaki ağırlığını ve güncelliğini koruyor.
Uzun süredir yerel yönetimler ekseninde tartışılan “yönetişim” modeli ise, kent meclislerinin işletilmesi, “sivil toplum kuruluşları”nın oluşturulması gibi aygıtlar eliyle, şimdilik halkın ideolojik hazırlığı mahiyetinde sürdürülüyor. Yerel yönetimlere doğrudan doğruya sermaye sınıfı mensuplarının veya “sivil toplum örgütleri”nin temsilcilerinin dahil olması ve ayrıca halkın, yerel karar alma süreçlerine katılıyormuş gibi hissedebileceği kimi mekanizmaların işletilmesi esasına dayalı “yönetişim”, esasen tekelci sermayeye, birikim yapmak üzere kök salmak istediği yereli, dilediğince dönüştürme imkanı sağlaması bakımından, uluslararası finans kurumları tarafından küresel demokrasinin kurumsal unsurlarından sayılıyor. Böyle bir sistemde de, merkezi yönetimin kuvvetler ayrılığıyla yönetilip yönetilmemesinin çok kıymeti harbiyesi yok.
Gerçekleşmesi uzun bir sürecin konusu olan AB Yerel Yönetimler Şartı, yasama ve yürütmenin Başkan’ın tekeline bırakıldığı neoliberal idari paket, elbette Türkiye’nin özgünlüklerinin ve hız sınırlayıcı siyaset geleneklerinin göz önünde bulundurulduğu bir siyaset düzleminde irdeleniyor. Daha Arap Ayaklanmaları zamanında IMF, DB gazıyla ülkeyi bölgenin lideri veya modeli olarak görmeye başlayan, ama bu liderlik ve modelliğin emperyalistler tarafından açıkça Mısır’a ihale edildiği gerçeğiyle burun buruna kalan AKP Hükümeti’nin, bir şansını da, Suriye sorununda koçbaşı rolünü oynamak üzere kendisini ortaya atarak, türlü türlü provokatif girişkenlik göstererek yakalamaya çalışsa da, daha yapılacak çok ev ödevi var! Kendisine değişik vesilelerle sık sık yapılan hatırlatmalar, Ortadoğu’nun, model neoliberal ülkesi olma konusundaki cevvalliğinin motivasyonu oldu. Bu dönüşümü sağlayabilmek için, büyük harfle yazılan Yürütmeyi yasamanın ve yargının dokunamayacağı bir pozisyona çekmek, kırmızı telefondan gelen direktifleri vakit kaybetmeden uygulayabileceği yapısal ve yasal dönüşümü gerçekleştirmek için de acele ediyor.
Tam da bu ihtiyaç yüzünden kuvvetler ayrılığı ilkesini eleştirmeye başlayan Erdoğan’ın arkasında, burjuva sınıfının bir bütün olarak, ortak çıkarlar ekseninde eskisine göre daha birleşik bir sınıf haline gelme eğilimi var. Bu sınıfın şimdiki veya müstakbel siyasi temsilcilerinin alt sınıfları şiddet dışında yollarla sakinleştirmek ve bu mekanizmayı halkın, herkesin devleti izlenimini yeniden yeniden üretmek üzere çalıştırmak gibi bir ihtiyacı da yok.
Peki, bu süreçte emekçilere ne olacak? Başkanlık sistemi önerisi, onu tamamlayan ve yukarıda kısaca anlatılan diğer süreçlerle birlikte değerlendirildiğinde, emekçi sınıflar için hiç hayırlı olmayacak bir yola girildiği söylenebilir. Burjuvazinin artık miyadını doldurmuş, ağırlıkla devletçi kapitalist birikim rejimi dönemine ait “sosyal devlet” veya “hukuk devleti” denilen siyasal yönetim biçiminin tasfiyesi, böyle bir rejim çerçevesinde uzun mücadelelerle elde edilmiş ve yasal güvenceleri sağlanmış kazanımların da tasfiyesine devam edileceği anlamına geliyor. Ama sadece bu değil, tasfiyelere karşı sınıfın alışık olduğu mücadele zeminini ve sistemin geleneksel ögeleri haline gelmiş elverişli mücadele araçlarını kullanabilme olanağının da ortadan kaldırılacağı bir dönemin sembolik işaretini oluşturuyor başkanlık sistemi.
Çoktan beri alt sınıflarla ilişkilerinde, onlara, yanlış kararların, emekçilere zarar veren uygulamaların kuvvetler ayrılığı esasıyla kurulmuş yönetim biçiminde mutlaka direkten döneceği mesajını yeniden yeniden üretme kaygısı duymuyor neoliberal burjuvazi. Devlet ile emekçi sınıflar arasında çıkan çatışmayı bir biçimde yatıştırarak “demokrasilerde çare tükenmez” inancını canlı tutan hakem kurumların korunmasını, bir yol tıkandığında bir başkasının zorlandığı böylece sınıf mücadelesinin yasal sınırlar içinde sönümlenmesinin kolaylaştığı mekanizmaları güçlendirmek gibi bir derdi de kalmadı. Kitlelerle devlet arasında tampon organlar yaratmaya, iletişim kanallarını oluşturmaya hiç ihtiyaç duymuyor; var olanları da gözden çıkarıyor. Bu demektir ki, sınıflar arasında ölümcül bir çatışma çıkmasın, çıkarsa kolaylıkla söndürülebilsin diye oluşturulmuş frenleyici ve denetleyici kurumlar artık gereksizleşti. Kitlelerin bu devletin herkesin adaletinden yararlandığı bir devlet olduğu, hiçbir sınıfa ait olmadığı fikrini üretmeye elverişli kurumsal yapılarla yaşamasına gerek yok. Burjuvazi, siyasal modelini, Türkiye’de Burhan Kuzu’nun deyimiyle iktidarın kişiselleşmesi , açıkçası diktatörlük olarak belirledi…
O halde, bu durum, emekçilere karşı açılan apaçık bir sınıf savaşıdır. Bu sınıf savaşını on yıldır görmezden getiren şey, Hükümet’in dini referansları bolca kullanarak, müminlere öte dünyada hayat parsellemesiydi. Yalancının mumunun yatsıya kadar bile yanamayacağı bir dönüşüm, Marx’ın dediği gibi, en dibe ininceye kadar biriktirmeye devam eden kitlelerin, sonra yükselmek için bu derinlikten güç alacaklarını düşünerek süreç iyimser okunabilir.
Kuvvetler ayrılığını bir ilke haline getirebilmek için, burjuvazi aristokrasiyi; işçi sınıfı da, buna ihtiyacı kalmadığı güne örgütlenmek için burjuvaziyi zorlamıştı. Daha ilk deneyiminde, işçi sınıfı, onu elverişsiz bir alet olarak bir köşeye attı ve kendi demokrasisini kurarak burjuva parlamentarizmiyle hesaplaştı.
Şu anda öyle görünüyor ki, kuvvetler ayrılığı, işçi sınıfının o günü hazırlamak için burjuvaziyi uygulamak zorunda bırakması gereken bir norm olmaya devam ediyor. Ama bu, basitçe, burjuva diktatörlüğünün bir siyasi biçimine göre diğerini tercih etmek anlamına gelmiyor. Kuvvetler ayrılığını Locke ve Montesquieu icat etmemişti; onu, tarih yazma sürecinde kozlarını henüz paylaşamamış sınıflar, kendilerine bir varlık ve iktidar alanı sağlamaya elverişli olduğu için hayata geçirmişlerdi. Dolayısıyla kuvvetler ayrılığının bundan sonraki akıbetini, bu kuvvetleri onun işine yarayacak biçimde yeni bir forma sokabileceği bir siyasal devrimi gerçekleştirmek için mücadele eden işçi sınıfının burjuvazinin karşısındaki mevzilenmesi ve bu mevzilenmelerin tarihsel bağlamı belirleyecektir.
Kağıt üzerindeki değişim hiçbir şeydir, aslolan sınıfın iktidar mücadelesidir.