Amerikan emperyalizminin, 11 Eylül 2001 saldırılarının ardından, ana muharebe sahası olarak Ortadoğu’nun öne çıktığı “terörle mücadele” savaşı hakkında çok şey yazılıp çizildi. Bu saldırının önemli bir ayağının propaganda olduğu da birçok kez vurgulandı. Başta George W. Bush olmak üzere, Amerikan yönetiminin en seçkin temsilcileri, onun hizmetindeki yazar-analist takımı, “kalpleri ve beyinleri kazanma”nın önemini defalarca vurguladılar. Buna göre, ABD, savaşı sadece askeri veya siyasi alan ile sınırlarsa kaybetmeye mahkûmdu; en önemli cephelerden biri ideolojik cepheydi. Bu cephede hedef, “Müslüman halkların kalp ve beyinlerini ABD’ye kazanmak” olarak formüle edildi.
New York Times, Washington Post gibi etkili Amerikan gazetelerinin seçkin yazarları, son 5 yıldır, mesailerinin önemli bir bölümünü “ılımlı İslam’ın nasıl yaratılabileceği”ne harcıyorlar. “Ilımlı İslam” ile kastedilen; kapitalizme (piyasa ekonomisine) uyumlu, aynı zamanda ABD’ye “sıcak bakan” bir İslam’dır. Ülkemizde bu yöndeki girişimlerin “popüler” örneklerini; “kadınların başı açık namaz kılıp kılamayacağı” meselesinden “İslam Kalvinistleri yaratmak” tartışmasına, oradan Fethullah Gülen’e yakın çevrelerin başını çektiği “Kur’an’ın (İncil’den alıntılarla) yeniden yazılmasına” dek görebiliyoruz.
Bütün bunların “Ilımlı İslam yaratarak Müslümanların kalp ve beyinlerini kazanmak” adına yapıldığı düşünüldüğünde, karşımıza ciddi bir problem çıkıyor. Soru çok basit: Kur’an’ın “yeniden yazılması” gibi, en hassas dini duyguları “on ikiden vuran” hamleler ile, gerçekten bu hedefe ulaşılabileceği düşünülüyor mu?
Sadece bu da değil; daha doğrusu bu gündemler, büyük resmin çok küçük bir parçasını oluşturmaktadır. Bu “kalp ve beyin” meselesinde son 5 yıla damga vuran gelişmelere bakalım:
– Müslüman Afganistan ve Müslüman Irak, işgal altına alınmıştır. Her iki ülkede, ama özellikle Irak’ta oluk oluk kan akmakta; Irak işgalinin başından bu yana işgalcilerin öldürdüğü insan sayısının 100 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir. Dahası, çeşitli karanlık provokasyonlar, Şii ve Sünni Araplar arasındaki gerilimi tırmandırmış, “iç savaş” tahminleri giderek daha yüksek sesle yapılır olmuştur.
– Bir Batılı ülke, 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk kez açıkça toplama kampları kurmuştur: Afganistan’daki Bagram cezaevinden Küba topraklarındaki Guantanamo kampına ve nerede olduğu bilinmeyen “gizli işkencehaneler”e kadar, bu kamplarda 10 bin civarında esir tutulduğu tahmin ediliyor.
– 2001’den bu yana, ABD başta olmak üzere, Batı ülkelerinden fiilen veya resmen sınır dışı edilen insan sayısı da onbinleri bulmaktadır. Bu insanların kanıtlanmış hiçbir suçu yoktur; birçoğunun sadece Müslüman olduğu için bu muameleye uğradıkları, apaçıktır.
– Irak’tan dünyaya yansıyan korkunç işkence görüntülerine, toplama kamplarından her nasılsa kurtulmuş olanların dehşet verici anlatımları eklenmekte, CIA’nın işkence seferlerine dair kanıtların ardından, ismi dahi açıklanmayan onlarca “hayalet tutsak”ın varlığına dair ipuçları ortaya çıkmaktadır.
– Amerikalı, İtalyan veya Danimarkalı şu ya da bu yetkili, aklına estiği zaman İslam dinini “terör dini”, İslam peygamberini “sapık peygamber” olarak niteleyecek kadar pervasızlaşmış, mensupları yüz milyonları bulan bir inanca yönelik hakaretler, son karikatür meselesinde görüldüğü gibi, açık provokasyon boyutlarına tırmanmıştır.
– Suriye ve İran gibi “düşman” ilan edilen ülkelerin etrafındaki çember giderek daralmaktadır: İki ülkeye yönelik askeri saldırı ve işgal tehditleri, artık günlük rutin haber haline gelmiştir.
– İsrail işgal rejimi, ABD’nin gözetim ve denetimi altında Filistin halkına yönelik terörünü aynı dönemde olağanüstü boyutlara tırmandırmıştır. Resmi güçleri eliyle yürüttüğü ve olağanlaştırdığı terörüyle yetinmeyen İsrail, 1967’den bu yana ilk kez, Filistin topraklarından bir parçayı daha ilhak etmeye hazırlanmaktadır: Batı Şeria’nın önemli bir bölümünün, Gazze Şeridi’nin boşaltılması karşılığında İsrail topraklarına katılacağına dair planlar, yaklaşık 1 yıldır medyaya yansımaktadır.
Bütün bunların, ABD ve müttefiklerinin “kalp ve beyinleri” kazanmasına değil, olsa olsa Müslüman halkların onlara karşı nefretini güçlendirmeye yarayacağı, apaçık ortada.
Elbette, açık terörist yöntemlere başvurmak zorunda kalan Amerikan emperyalizminin, attığı her adımda daha fazla batağa saplandığı ortadadır; bütün bu gelişmeler, bataklığın boyutlarını göstermesi açısından önemlidir. Dahası, tarih hiçbir zaman egemenlerin “planları”na uygun bir biçimde ilerlemez; iş planları uygulamaya geldiğinde çok başka faktörler devreye girer ve “plan”ın ne ölçüde uygulanabileceği, karşıt sınıflar ve rakip güçler arasındaki mücadele tarafından belirlenir. Özellikle günümüz dünyasında emperyalist sistem, yama tutmaz bir bohçayı andırmaktadır; sistemin bir tarafı yamanırken, diğer tarafı açılmaktadır.
Ama bu gerçek dahi, Amerikan emperyalizmi ve işbirlikçilerinin “bile bile lades” demesini açıklamıyor. Kuşkusuz tekelci kapitalist yağmacılığı örtmek üzere piyasaya sürülen “medeniyetler çatışması” konseptinin ilk salvolarından olan “Haçlı seferi” söyleminden peygamber karikatürlerine dek provokatif yaklaşım ve tutumların, İsrail’in her saldırı ve katliamına, bırakın göstermelik bir kınamayı, güle oynaya onay vermenin, insan bilincini uyuşturacak ölçüde rezil işkence fotoğraflarını üstüste etrafa saçmanın açıklaması, bu değil.
Öyleyse “kalp ve beyinleri kazanma” hedefine başka bir açıdan bakmak gerekiyor.
‘MÜSLÜMAN’ ÖCÜSÜ
“Kopenhag’dan Samarra’ya, radikal İslamcılar atağa geçti. Tahran’dan Şam’a dek diktatörler, Ortadoğu’da tekrar galebe çalmaya çalışıyor. Moskova’dan Pekin’e dek, liberal demokrasinin düşmanları, ABD’yi zayıflatmaya çalışıyor. Dünya çapında, terör ve tiranlık kuvvetleri dövüşmekte. Bu meydan okumaya karşılık verebilecek miyiz?
“Bu belli değil. ABD ve Avrupa’da birçok liberal, liberalizm düşmanlığına karşı savaşmak, hatta kendilerini savunmak cesaretini uzun zaman önce yitirdi. Şimdi, muhafazakâr hareketin bazı kesimleri de onlara katılıyor. Açık bir medeniyetler savaşı karşısında onlar mevzilerini geriye çekiyor, eğilip bükülüyor, dünyanın büyük bölümlerinin cehenneme gitmesine izin veriyor ve sadece, o cehennemin yüzümüzde patlamamasını umuyor. Marshal Wittmann’ın dediği gibi, cihadi bir saldırının ortasındayız. Irak’taki El Askeriye Türbesi’nin bombalanması, Batı’ya karşı yürütülen dünya çapında cihadi saldırının yeni bir göstergesidir. Karikatür cihadından Hamas zaferine, İran’ın nükleer silah edinme çabasından El Kaide’nin Irak’ta iç savaş çıkarma gayretine kadar, düşmanımız inisiyatifi eline alıyor… Batı’nın öncüsü, Bush yönetimidir. Eğer Batı tereddüt içindeyse, bunun sebebi Bush yönetiminin tereddüt içinde görünüyor olmasıdır.” (William Kristol, Weekly Standard, 28 Şubat-6 Mart 2006)
Bu uzun alıntıyı yapmamızın nedeni, gelişmelere bir de “Garp cephesi”nden bakmaya duyulan ihtiyaç. Amerikan neomuhafazakâr hareketinin önde gelen ideologlarından William Kristol, son aylarını bu tip “korkutucu” yazılara ayırıyor. Kristol’un hedefinin; ABD ve Batı halklarını Bush yönetiminin saldırganlığına “kazanmak”, Bush yönetimini de “daha gözükara davranma”ya sevketmek olduğu açık; bunu sağlamak için, “cihad” öcüsünden medeniyetler çatışması fikrine kadar, eline ne gelirse kullanıyor.
Kristol ve diğerlerine göre savaş, “Batı medeniyetini koruma” savaşıdır. Peki kime karşı?
Bu sorunun yanıtını da, ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice versin. Geçtiğimiz Aralık ayında Avrupa’yı turlayan Rice, Almanya’da, CIA işkence seferlerinin yarattığı kamuoyu baskısını üzerinden atmak için, “Avrupa ile aynı gemideyiz” diyordu. Böylece, “savaş”ın başlangıcından bu yana, ilk kez, “savaşın tarafları” en yetkili ağızdan ilan edilmiş oldu. Amerikalı bakan, “insanlığın teröre karşı aynı gemide olduğunu” söylemedi. “Hıristiyanlarla Müslümanların teröre karşı aynı gemide olduğunu” da. O, “Avrupa ve ABD’nin aynı gemide” olduğunu söylüyor, böylece dünyanın geri kalanını “gemi dışında” bırakarak, neredeyse “düşman” ilan ediyordu!
Hatırlanacak olursa, Kristol da, Bush yönetimini “Batı’nın öncüsü” olarak tanımlamıştı, “medeni dünyanın” veya “insanlığın öncüsü” olarak değil. Gerçi Rice’ın sözleri, işgal ettiği mevki nedeniyle, bu faşist ideoloğun ifşaatlarından çok daha önemlidir!
FAŞİZMİN GİRDİĞİ SON KILIK
Bu makale yazılırken Pakistan gibi ülkeler dışında kısmen hafiflemiş görünen “karikatür krizi”nin, fazla dikkat çekmeyen bazı yönlerine de değinelim. Kriz, ABD emperyalizmi ve Danimarka gibi “işbirlikçi” rejimler ile uluslararası medya tarafından, başından beri, “Batı dünyası ile İslam dünyasının karşı karşıya gelmesi” biçiminde sunuldu. Ama sadece bu değil. Sarah Joseph, şu dikkat çekici saptamayı yapıyor:
“Muharebe başladı: Aşırı dinciliğe karşı düşünce özgürlüğü. Hatlar böyle çizildi, veya bize böyle söyleniyor. Öyle görünmektedir ki, faşizm adındaki o büyük kılık-değiştiren, ‘ifade özgürlüğü’ kılıfına girmiş durumdadır.” (The Guardian, 3 Şubat 2006)
Joseph’in vurguladığı gibi, “muharebenin safları”, Batılı halkların “kalp ve yüreğinde”, “ifade özgürlüğü aşırı dincilere karşı” olarak ortaya çıkmıştır. Gerçekten de, İslam dini ve emperyalizmin boyunduruğundaki Müslüman halkların yaşamak zorunda kaldıkları hakkında hiçbir şey bilmeyen ortalama Batılı, sorunu böyle değerlendirmektedir: “Birkaç karikatür yüzünden neden elçiliklerimizi yakıyorlar?”
Bu şaşkınlık, Kristol gibi etkili isimler tarafından, “ifade özgürlüğü gibi en temel ‘Batılı’ değerlerin savunulması” adı altında, emperyalist saldırganlığa desteğe dönüştürülmek istenmektedir. Öyle ki, “karikatür krizi”nin ardından, o güne dek işgal ve saldırı politikalarına şu ya da bu biçimde karşı çıkmış olan kimi etkili aydınlar, “Bu kadarı da fazla” demeye başlamışlardır.
11 Eylül 2001 saldırılarının ardından da, “muhalif aydın” cephesinde benzer bir kopuş yaşanmıştı. Eski Troçkist Christopher Hitchens ve İtalyan romancı Oriana Fallaci, bu “kopuş”ın simgeleri haline geldiler. Bugün her ikisi de, neomuhafazakâr, neofaşist yayın organlarında makaleler yazıyor, okurlarını “İslam tehdidi”ne karşı uyarıyorlar!
Hitchens’ın “kopuşu”nun temel nedeni, Irak işgaline karşı çıkmak adına “Saddam Hüseyin gibi bir diktatörün savunulması” idi. Gerçi o, epey uzun zamandır bu konuda bir “muhasebe” yapmaktaydı; NATO’nun Yugoslavya’ya yönelik saldırısına da, “diktatör Miloseviç’in devrilmesi” ve “mazlum Kosovalıların kurtarılması” adına destek vermişti, yani sicili hiç de temiz değildi. Oriana Fallaci’nin kopuşu ise, daha önce, 11 Eylül saldırılarına karşı duyduğu tepkinin ardından meydana geldi. Ama kuşkusuz onun da başka bir gündemi olabilir. Ağlak romanlar yazmanın getiremediği şöhreti elde etmek gibi!
Karikatür krizi, Batılı aydın çevreler içinde benzer, belki de daha şiddetli bir “kopuş”a yol açabilir. Çünkü bu kez, konu, ne “Saddam gibi bir diktatör”, ne de “11 Eylül dehşeti”dir; aksine, bu kez söz konusu olan, -daha doğrusu söz konusu gösterilen- özellikle dinci gericiliğe karşı verilen mücadeleyle kazanılmış olan ifade ve basın özgürlüğü haklarıdır.
Bush ve Bushçular, emperyalizm bilincinden yoksun, salt “insani” gerekçelerle muhalefet etmekte olan Batılı aydın tipinin bu “yumuşak karnı”nın bilincinde görünüyorlar. Bir örnek daha verelim: “Biz Batı’dakiler, Sokrates ve agora mirasını yansıtan bir dünyaya doğmuşuz… İlerlemeye ve kişisel gelişime inanıyoruz. Farklı perspektifler seli içinde yüzerek, nahoş olgularla yüz yüze gelerek, kavramaya daha da yakınlaşma çabası içindeyiz… Aklımız ilerici ve mantıklı. Sizin aklınız ise, Aydınlanma-öncesi ve mitolojik.. Siz ve biz arasındaki uçurum, ne derin… Bizim sadece farklı fikirlerimiz yok, fikirlerle ilişki kuruşumuz da farklı.” (David Brooks, New York Times)
Brooks, “medeniyetler çatışması” tezini daha da derinleştiriyor ve “Batılı aklı”nı “Müslüman aklı” ile karşı karşıya getiriyor.
Bir örnek de ABD Başkanı George W. Bush’tan:
“Bazıları bu düşmanı şeytani İslami radikalizm, kimileri militan cihadilik, kimileri ise İslamo-faşizm olarak tanımlıyor… Bu radikalizm formu; İslam’ı şiddet dolu bir siyasi vizyon için kullanıyor… İslami radikalizm, tıpkı komünizm gibi, onu başarısızlığa mahkûm eden içsel çelişkiler içermektedir. Özgürlükten korkarak, insan yaratıcılığına güvenmeyerek, değişimi cezalandırarak ve nüfusun yarısını oluşturan kadınların topluma katkısını sınırlandırarak, bu ideoloji, insani ilerlemeyi mümkün kılan, insan toplumlarını başarıya ulaştıran nitelikleri erozyona uğratmaktadır. Militanların vizyonundaki tek modern unsur, bize karşı kullanmak istedikleri silahlardır. Acımasız vizyonlarının geri kalanı, geçmişin çarpık bir imgesinden ibarettir; ilerleme fikrine karşı bir savaş ilanı.” (6 Ekim 2005)
Bush’un bu konuşmasında “içsel çelişki”, “insan yaratıcılığı”, “değişim”, “insani ilerleme” ve “modernite” vurgusu, gerçekten şaşırtıcı! Ne de olsa bu sözcüklerin Bush gibi bir liderin kelime haznesinde olması bile bir mucize niteliğinde.
Konuşmanın vurucu niteliği de burada yatıyor zaten. Bugüne kadar “şeytan”dan, “Tanrı’nın kendisine verdiği rolden” dem vuran, evrim kuramı şahsında bilime ve ilerlemeye savaş açan, en gerici Hıristiyan tarikatlarıyla kucak kucağa olan bu faşist lider, gelinen noktada “insani ilerleme”den, “değişim”den bahsedebilir olmuştur. Kışkırtmaların verdiği sonuç ve Batı halklarında yaratılan bilinç çarpıklığı, bütün insanlığın kazanımı olan kavramların, Bush gibi bir faşistin ideolojik cephaneliğine katılması olmuştur. Bu arada insanlığın ortak birikimi olan bu kavramlar da, ABD emperyalizminin patenti altına alınmaya çalışılmaktadır.
Bush yönetimi, bu yöntemlerle, aslında kendilerinin yarattığı “düşman”a karşı Batı dünyasını arkasına almaya çalışırken, bir şey daha yapıyor: “Mücadele” böylesi bir “medeniyetler çatışması” konsepti üzerine oturtulunca, ister istemez, “karşı taraf”ı da belirler hale geliyor. Dolayısıyla, bu propagandanın diğer bir önemli hedefi, “emperyalizme karşı mücadele”nin “El Kaide tarzı” veya “şeriatçı tarzı”nda yürütüldüğü veya yürütülebileceği yönündeki çarpık algılamayı kuvvetlendirmektir. Ne de olsa, bu karanlık örgütün karanlık eylemlerinin, emperyalizme zarar vermek bir yana, onu daha da güçlendirdiği ortadadır.
EMPERYALİST PROPAGANDANIN HEDEFLERİ
Edward Said, Batı’da çizilen Arap imgesine dair şunları söylüyor: “Sinemada ve televizyonda ise, ya bir şehvet düşkünüdür Arap, ya da kana susamış bir namussuz. Cinselliğe aşırı düşkün bir ahlaksız, hakkını teslim etmek gerekirse zekice, alengirli dümenler çevirmeye muktedir, ama temelde sadist, kalleş, süfli biri olarak çıkar ortaya. Köle taciri, deveci, sarraf, yanardöner bir alçak: Sinemadaki bazı geleneksel Arap rolleridir bunlar. Arap lider, Batılı kahraman ve sarışın kızı hırıltılı sesiyle tehdit ederken görülür sık sık. (…) Haber filmlerinde, haber fotoğraflarında Arap, kalabalıklar halinde gösterilir hep. Hiçbir bireysellik, hiçbir kişisel özellik ya da deneyim yoktur bunlarda. Resimlerin büyük kısmı kitlesel öfkeyi, sefaleti ya da akıldışı (dolayısıyla umutsuzca ayrıksı) jestleri gösterir. Tüm bu imgelerin ardında saklı olan şey, cihad tehdididir. Sonuç: Müslümanların (ya da Arapların) dünyayı ele geçirecekleri korkusu.” (Şarkiyatçılık, 1978, Metis Yayınları, 1999, sf. 300)
Karikatür krizi vesilesiyle dünyaya yayılan haber görüntü ve fotoğraflarına ne kadar da benziyor! Aradaki fark, Arap yerine, bu kez Batılı “sokaktaki adam” nezdinde, “düşman” olarak “Müslümanlar”ın geçirilmesidir. Öyleyse, emperyalist saldırganlığın propaganda alanında iki temel hedefi olduğu ortaya çıkmaktadır: Bir yandan Müslüman halkları kışkırtmak, diğer yandan, Batı halklarının en geri duygularına, korkularına hitap ederek onları, bunun bir ‘medeniyetler savaşı’ olduğuna inandırmak ve böylece desteklerini almak.
ABD’nin, Ortadoğu’da aldığı son mevziler itibarıyla, birbirine “Gordiyon düğümü” ile bağladığı hedeflerden ikincisine çok daha büyük önem verdiği görülüyor. Çünkü gelinen noktada; Amerikan emperyalizminin gerçek hedeflerine, yani Ortadoğu ve Kafkasya enerji kaynaklarını denetim altına almak, bu arada Rusya ve Çin gibi rakipleri etkisiz kılarak Avrupalı emperyalistleri daha güçlü bağlarla kendine bağlamak hedeflerine ulaşmak için, “kendi” halkını kazanmak zorunda olduğu aşikardır. Irak işgalinin yarattığı sıkıntılar ortadayken, İran ve Suriye gibi “pürüzler”in üzerine yürünmesi ve bu ülkelerde “rejim
değişikliği”nin tetiklenmesi, ancak “sağlam bir cephe gerisi”nin varlığıyla mümkündür.
Öyleyse, “insanlığın temsilcisi” maskesi altında, aslında insanlığın bütün kazanımlarına açılmış olan bu savaşı püskürtmenin en önemli cephelerinden biri de, ABD ve Avrupa’dır. İşçi sınıfı devrimcileri, Marksistler; “Gordiyon düğümü”nü kesip atabilmek için, bu ülkelerdeki ilerici güçler ve halklarla ilişkilerini güçlendirmeli, enternasyonalist bir mücadele ruhuyla yeniden donanmalı, Batılı işçi ve emekçilerin “kalp ve beyinleri”nin Bushçu gericilik tarafından kazanılmasına izin vermemelidirler.
Unutulmamalıdır ki, “karikatür krizi” benzeri provokasyonların devamı gelecektir ve her yeni provokasyon, zihinlerde “medeniyetler çatışması” fikrini güçlendiren bir rol oynamaktadır.