Şemdinli ve Gerçekler

Şemdinli’de meydana gelen olay, Türkiye açısından yeni bir şey değildi şüphesiz. Ancak ilginç olan tarafı, “kontrgerillanın” suçüstü ve halk tarafından yakalanmasıydı. Asında bu olay bile bölgede yıllardan beri sürdürülen “kontrgerilla faaliyetlerinin, kanlı cinayet ve operasyonların” halk üzerinde oluşturduğu sosyolojik ve psikolojik durum açısından konuyla ilgililerin incelemesi gereken bir sonuçtu. Halk, o kadar şiddete, kanlı oyunlara maruz kalmış, ölümlerle, bombalarla iç içe yaşamıştı ki, artık bombalar bile onlar üzerinde korkutucu etki yapmıyor, panik yaratmıyor, tersine bombanın üstüne koşuyorlardı.
Ama işte bu kez kontrgerilla suçüstü yakalanmıştı ve devlet açısından kıvırtacak hiçbir tarafı yoktu. Görevliler resmi, araç resmi, aracın içindeki belgeler en yetkili makamdan onaylıydı. Öyleydi ki, belgelerde, bundan sonra bombalanacak, yok edilecek hedefler, krokiler, isimler, adresler hepsi açıkça yazılıydı. Buna rağmen, bomba atarken suçüstü yakalananlar, arka kapıdan Tüm Türkiye’nin gözünün içine baka bak serbest bırakılmışlardı.
Aslında bu bile, devlet cenahından ileri sürülen, ‘olayın münferit, bombacıların kendi başlarına hareket eden görev dışına çıkmış şahıslar’ olduğu yönündeki açıklamalarını yalanlıyordu. Öyle olmadığı, bu işlerin yıllardan beri bölgede ve Türkiye’nin her tarafında yapıldığı, sayısız cinayet, bombalama, kışkırtma, linç girişimi gerekleştirildiği görmezden gelinerek, devlet cenahından yapılan “münferit olay” açıklamalarının doğru olduğu varsayılsa bile, “görev dışına çıkıp kendi başlarına hareket etmişler” böyle korunmaz, kaçırılmazdı. Nitekim olayın hemen ardından, Kara Kuvvetleri Komutanı’nın “bombacılara” sahip çıkması, bir anlamda kefil olması, yetmeyip, daha önce köy yakma işlerinden sabıkalı emekli bir harekatçının avukat olarak helikopterlerle taşınması söz konusu açıklamaları açıkça yalanlıyordu.
Olayın ardından, basında “Yeni Susurluk mu” tartışmaları başladı. Oysa bu tartışmanın sunuş şekli bile kendi içersinde hileler içeriyordu. Çünkü yeni Susurluk’un ortaya çıkması için eskisinin tamamen yok olması, ortadan kaldırılması gerekirdi. Ama herkes pekala biliyordu ki, Susurluk’la ortaya çıkan “kontrgerilla, çeteleşme” vak’ası bitmemişti.  Nitekim onca olay, onca cinayet, onca adı geçen çete mensubundan sonra, şu anda söz konusu örgütlenmeden, kanlı cinayet ve provokasyonlardan dolayı içeride yatan kimse yoktu.
Peki onca belgeye, on binlerce sayfalık soruşturma dosyalarına, ortaya atılan o kadar haber ve kanıta ne olmuştu?

GEÇMİŞİ KISACA HATIRLAMA

Türkiye’de kontrgerilla örgütlenmesi Susurluk denilen hadisenin çok öncelerine dayanmaktadır. Eskilere gidilince, ilk akla gelen olaylardan birisi de, 6-7 Eylül olayları olarak anılan, Selanik’te Atatürk’ün evine yönelik saldırı haberleriyle kışkırtılan, İstanbul’da azınlıklara yönelik operasyondur. Daha sonrasında, sayısız kontrgerilla operasyonu Türkiye’nin tarihine damgasını vurmuştur. 1 Mayıs 77, Atatürk Kültür Merkezi’nin yakılması, Çorum, Maraş katliamları… ve bunlara eklenecek sayısız öldürme, bombalamalar…
12 Eylül sonrasında bölgede başlayan hareketlenmeye, devlet, yoğunlaştırılmış askeri operasyonlar, harekatlar, özel timler, kuşatmalar biçimde yanıt vermiş, çözümün tamamen askeri yöntemlerle olacağı fikri egemen kılınmıştır. Öyle hale getirilmiştir ki, bu yöntemin çözüm olmayacağını söylemeye kalkanlar bile “hain” ilan edilebilmiştir!
Askeri çözümün en büyük destekçisi olarak “özel savaş” taktikleri ve örgütlenmesi yaşama geçirilmiştir.
Özel savaş örgütlenmesinin en büyük uygulayıcısı ABD’dir. ABD, özellikle bu yöntemi Latin Amerika’da yoğun biçimde uygulamış bir ülke olarak, deneylerini sürekli “müttefiki” ülkelere aktarmış, seçilen kadroların eğitimlerini gerçekleştirmiştir. Arjantin’den Şili’ye, Salvador’dan Nikaragua’ya kadar, Latin Amerika’nın neredeyse her ülkesi “özel savaş” taktiklerine maruz kalmış, on binlerce insan bu taktiklerin hedef olarak öldürülür, kent merkezleri bombalanır, yakılıp yıkılırken, kontrgerillanın, özel savaş kuvvetlerinin, paramiliter güçlerin finansmanı, yine bu topraklarda yaşayan uyuşturucu çeteleriyle işbirliği yapılarak, onlara uyuşturucu ticaretinde serbestlik tanınarak sağlanmıştır.
Bunlar artık tüm dünya tarafından bilinen, Amerikan Kongresi resmi tutanaklarına geçmiş şeylerdir. Nitekim bu organizasyonlarda ün kazanmış, Amerikan Özel Harp Dairesi yöneticilerinden Albay Oliver North’un yaptıkları ayyuka çıkıp, uyuşturucu ticaretindeki rolü belgelenince, Amerikan Kongresi tarafından soruşturulmak zorunda kalmış ve Albay Oliver North, olanları inkar etmemiş, tersine, bunları yaptıkları için hakaret değil, övgü beklediklerini söylemiştir.
Bir süre sonra da soruşturmanın üstü örtülmüştür.
Gerek Amerikan medyası, gerekse haber ajanslarına yansıyan özel savaş taktikleri, talimnamelerine bakıldığında, Türkiye’de uygulanan yöntemlerin bu talimname, yönetmelik ve örgütleniş biçimiyle birebir çakıştığı görülmektedir. Bunda şaşılacak bir yan yoktur. Çünkü özel harbin ana üssü Amerika’dır ve dünyanın pek çok yerinde bulunan Amerikan müttefiki ülkelerin kontrgerillacıları eğitimlerini burada almış, özel harp daireleri, Amerikan özel harp dairesi ve CIA tarafından örgütlenmiştir. Yine, Latin Amerika’dan Afrika’nın bazı ülkelerine, Uzak Asya’ya kadar pek çok ülkede darbeyle işbaşına gelen Askeri diktatörler mutlaka burada eğitimden geçmiş, örgütlenmiş, güven verenler, önü açılarak, ordunun en üst makamlarına ulaşmış, zamanı geldiğinde, Amerika için darbenin başı olmuşlardır.
Türkiye de, Amerikan özel harp dairesinin yakın kapsama alanındadır. Yukarıda belirtildiği üzere, zaten özel savaş yöntemlerine bakıldığında bile, bu durum net şekilde anlaşılabilmektedir.
Amerikan Özel Harp Dairesi ve CIA tarafından hazırlanan ve eğitimde kullanılan yöntemlerden bazısı şunlardır.
– Halk arasında korku, panik ve güvensizlik yaratmak.
– Toplumun sevilen, sayılan, tanınan kişilerini ortadan kaldırmak.
– Halkın yoğun olarak bulunduğu yerlerde ve mekanlarda bombalar patlatmak.
– Muhalif güçlerin önderlerine karşı suikastlar düzenlemek.
– Muhalif güçleri gözden düşürmek ve halka karşı karşıya getirmek için cinayet, bombalama dahil her türlü eyleme başvurmak.
Bu yöntemler Latin Amerika’da yoğun olarak devreye konulmuş, yalnızca Nikaragua’da bu doğrultuda on binlerce insan, sendikacı, öğretmen, doktor, sağlık görevlisi ve hatta din adamı öldürülmüştür. Hedef Sandinistleri gözden düşürmek, halkı korku, panik ve yılgınlığa sevk etmektir
Bugün Irak’ta da buna uygun faaliyetlerin olduğu, Sünni-Şii çatışması kışkırtılarak, olur olmaz yerde, camilerde, halkın arasında bombalar patlatılarak, direniş gözden düşürülüp, Amerika’nın tam egemenliğinin sağlanmak istediği görülebilmektedir.
Türkiye’ye dönüldüğünde, yıllardır bölgede at koşturan kontrgerilla, toplumun sevdiği, saydığı, tanınan, bilinen insanlara karşı suikastlar gerçekleştirmiş, güpegündüz çarşı ortalarında, insanların en yoğun bulunduğu alan ve mekanlarda cinayetler işlenmiş, bombalar patlatılmış, eli satırlı adamlar dehşet saçmış, yakalanan olmamıştır! Yetkililer hakkında onca belgeye, itirafa karşı soruşturma dahi açılmamıştır.
Susurluk olayıyla beraber açılan soruşturmalar ise, bildik istihbari yöntemlerle, on binlerce sayfalık soruşturmalar, binlerce dosya ve her gün ortaya atılan “yeni bilgilerle” birlikte karmakarışık edilmiş, Susurluk’a karşı başlatılan eylemler zinciri “İrticaya karşı, Laik Türkiye” ile bitmiştir!
Denilebilir ki, Susurluk soruşturmaları gerçeklerin aydınlatılmasına, suçluların cezalandırılmasına, kontrgerilla örgütlenmelerinin feshine değil, suçluların aklanmasına dönüştürülmüş, pek çok katil, bombacı, uyuşturucu kaçakçısı, bu soruşturmalar sonucu “temiz raporu” alarak işlerinin başına dönmüştür.
Bundan dolayıdır ki, şimdi kalkıp da “İkinci Susurluk” vakası demenin manası yoktur. Şemdinli’de açığa çıkan şey, Susurluk kahramanlarının aynen işleri sürdürdüğüdür.
Dolayısıyla meseleye buradan yaklaşılmalıdır.

KİM KARDEŞLEŞMEYE KARŞI
Türkiye’nin yönetimini esas olarak elinde bulunduran iktidar ve dolayısıyla resmi görüş sahipleri, önceleri, ülkede bırakın Kürt sorunu olduğunu kabul etmeyi, Kürt olduğunu bile kabul etmemişler, gelişmeleri, “birkaç çapulcunun işi olarak” göstermeyi tercih etmişlerdir. Bir süre sonra, olaylar büyüyüp şirazeden çıkınca, bu kez, meseleyi dış güçlerin kışkırtması olarak nitelemişlerdir.
Ancak ne tuhaftır ki, olayları dış kışkırtma olarak niteleyenler, meselenin çözümünde yine dış güçlerden, Amerika’dan yardım talep etmişlerdir!
Ancak birazcık sağlam kafayla düşünüldüğünde, bölgede yaşanan gelişmeleri yaratan, kışkırtan eğer dış güçlerse, o sorunu yaratan dış güçler meseleyi neden çözsün sorusu doğallıkla akla gelecektir.
Eğer bu olaylarda dış güçlerin çıkarı varsa, o dış güçler meseleyi çözerek neden kendi çıkarlarına darbe vursun?
Oysa mesele dışarıda değil, bu topraklardaydı. Dış güçlerin bir duhlü varsa, çözümlenmemiş bir sorunu kaşımak, derinleştirmek, işin içinden çıkılmaz hale getirip koz sahibi olmak olabilirdi. Bunu önlemenin en kolay ve akılcı yolu da, o sorunu çözüp, o “kozu dış güçlerin” elinden almaktı.
Ama Türkiye’yi yönetenler hep tersini yapıp, bir anlamda “dış güçlerin elindeki kozları” güçlendirdiler. Şüphesiz “dış güçler” de, “o kozlardan daha fazla nasıl faydalanırız, dediklerimizi nasıl yaptırırız” hesapları içine girdiler!
Oysa herhangi bir “dış güç” bir ülkenin ekonomisine, siyasetine egemen olabilir, pazarları, hammadde kaynaklarını kapabilir, ülkenin zenginliklerini yutabilir, bombalar attırabilir, provokasyonlar yaratabilir; ancak, hiçbir güç, durduk yerde, bir halk icat edemez. Halkların, ülkelerin bölgelerin tarihi, kültürler birikimleri vardır. Bu, bugün istenince yaratılabilecek veya istemeyince yok edilebilecek bir gerçek değildir. Öyle olmadığı, olamayacağı da bugüne kadar görülmüştür.
Meselenin çözümü şuradadır: Bu gerçek kabul edilecek, buna uygun bir yapılanma içine girilecektir. Dünyada hiçbir halk yoktur ki, sonsuza değin kendi iradesi dışında, başkalarının baskısı ve yönetimi altında yaşasın. Buyruklara boyun eğsin.
Oysa halkların varlığını kabul edip, ona göre oluşumlara gitmek, halkların savaş içersinde değil, barış ve kardeşlik içersinde yaşamasını getirir.
Barış ve kardeşlik ise, günde beş vakit “biz kardeşiz, neden kavga ediyoruz” demekle olmaz; nedenleri ortadan kaldırmak, kardeşçe hak eşitliği, özgürlük ve halkaların iradesini tanımak gerekir.
Bir tarafın dilinden kültürüne kadar serbestçe yaşayabildiği, diğer tarafın egemen burjuva yönetiminin kurallarının uzantısı olmaya zorladığı, kendi dil ve kültürünü yaşamayı ve yaşatmayı yasaklandığı koşullar en başından itibaren, kardeşlik ve barış içinde yaşama koşullarını ters yüz edecektir. Bunun sorumlusu da egemen ulusun işbirlikçi egemen sınıfları, burjuva egemenleridir.
Kardeşlik, ancak eşit koşullarda olur. Kardeşliğin yolu, özgürlük ve demokrasiden geçer.
Bunu böyle kabul etmek ve tanımak yerine, meseleyi dış güçlerin bir oyununa indirgemek, teröre bağlamak, kardeşlik gemilerini en baştan yakmakla eş anlamlıdır.
Ve elbette “dış güçler” bu fırsattan faydalanacak, ezilen ulus burjuvazisinin “kıymetli yardımlarıyla” aradaki çatlakları büyütmek için çaba harcayacaktır. Zemin olduğu için, şu veya bu oranda başarılı da olacaklardır.
Nitekim, Amerika’nın ikide bir elindeki sopayı sallayıp, “bölerim ha!” diye alttan tehditler savurması ve işbirlikçi burjuvaziyi ayaklarına kapanmaya zorlamasının nedeni de burada yatmaktadır.
Kürt hareketine yaklaşımın bir de Batı ayağı vardır. Burjuvazi, kendi meselesini, vatan, millet meselesi olarak sunmuş, Batıda Türk milliyetçiliğini kışkırtmıştır. Kışkırtmaya devam etmektedir. Böylece sınıfsal sorunlar nispeten geri planda kalmakta, vatan-millet nutukları altında, işçiler, emekçiler, yoksul köylüler kanlarının son damlasına kadar sömürülmektedir. Türkiye’de son yıllarda yaşanan, işçi, emekçi yığınlara gözü dönmüş saldırganlığın, kazanılmış hakların gaspının, ekonomik, sosyal, siyasi hakların kısıtlanmasının ardında, dünyadaki diğer gelişmelerin yanısıra bu faktör de çok etkili olmuştur. Türk burjuvazisi, vatan-millet yaygaralarıyla işçilere, emekçi yığınlara en gaddar saldırıları gerçekleşmiştir.
Bölgede yaşanan  olaylar, sürekli ve kesintisiz askeri yöntemler, kontrgerilla faaliyetleri, bir yandan Kürt emekçilerin milliyetçilik duygularını kabartırken, diğer taraftan Türk tarafında da aynı duygular yoğun biçimde yaşanmıştır. Bu ise, karşılıklı önyargıları güçlendirmiş, güvensizlikleri kışkırtmıştır. Halkların birliğine, ezilenlerin kardeşliğine darbe vurmuş, egemenler istedikleri gibi at koşturmuştur.
Bu itibarladır ki, bölgede yaşanan olaylara en çok ilgi göstermesi ve sorunu üstlenmesi gereken kesim, Türk işçi ve emekçileridir. Çünkü mesele burjuvazinin elinde kaldığı sürece, kışkırtmalar, provokasyonlar, entrikalar sürecek, bölme-bölünme yaygaraları üstünden oynayan ve yarayı sürekli kaşıyan sermaye, sırf kendi çıkarları için, çözümsüzlüğü bir çözüm olarak görüp o yoldan ilerleyecektir.
Yani kısaca ifade etmek gerekirse, bölgede yaşanan çatışma ve kavga ortamının bir ucu bölge halkına yönelikse ve sindirme, susturma, korkutma, devamlı gerginlik ortamı içersinde yaşatmayı amaçlıyorsa, bir ucu da, Türk işçi ve emekçilerine yöneliktir. Onları milliyetçi duygularla teslim almayı, sınıf çıkarlarını unutturup kendi peşine takmayı ve ülkeyi kafalarına göre yönetmeyi amaçlamaktadır.
Buradan bakıldığında, “bölücü olan kimdir?” sorusunun yanıtı açıktır. Bölünme sopasıyla ülkeyi sürekli bir gerginlik içersinde tutmayı ve oradan politika yapıp kendi ekonomik, sosyal ve siyasi hedeflerini yerine getirmeyi amaçlayan sınıf burjuvazidir. Bölgede yaşananlar, bombalar, kontrgerilla faaliyetleri, bu amaca da hizmet etmektedir.
Şüphesiz burjuvazi tek parça, bütün değildir. İçersinde iktidar için oynayan çeşitli sermaye grupları, klikler bulunmakta ve bunların meseleye bakış açıları ve yaklaşım yöntemleri değişiklikler arzetmektedir. Ancak bu, yöntemlere ilişkin ayrılıklardır ve sonuçta burjuvazi, kendi çıkarları doğrultusunda birleşmektedir. Yoksa bir yandan vatan-millet yaygarası yapan, Kuzey Irak Kürtlerini Türkiye’ye düşman olarak sunan burjuvazinin Kuzey Irak’ta pazar kapma savaşı, ihale yarışı, bu bölgeye buzdolabından çamaşır makinesine, televizyondan ütüye kadar pek çok ürünün buradan gitmesi, Kuzey Irak’ta duvarları Koç’un reklamlarının süslemesi nasıl açıklanacaktır?
Ya da memleket bölünüyor diye yaygara yapan sermayenin İstanbul’u, sahilleri, fabrikaları, telefon telgraf idaresini yabancı sermayeye satmasının açıklaması ne olacaktır?
Bugün bölücülükten söz ediliyorsa eğer, bu halklarda değil, başka yerlerde, sermeyenin politikalarında, her işte parmağı olan Amerika’da aranmalıdır. Yasaklar, baskılar, terör, sürekli sopa gösterme, bölgeyi ve dolayısıyla ülkeyi gerginlik içersinde tutmayı tercih etme, bölücülüğün, ayrımcılığın ta kendisidir. Kardeşleşmenin önündeki temel engellerdir. Bölgede sürdürülen gizli operasyonlar, kontrgerilla faaliyetler ise, kardeşleşmenin önüne dikilmektedir. İki taraf için de ön yargıları, güvensizlikleri kışkırtmakta, halklar arasındaki dayanışmayı engellemektedir. Milliyetçi duyguları kamçılamaktadır. Milliyetçilik ise, halkların kardeşleşmesinin önünde dikilen en güçlü engellerdendir.

ŞEMDİNLİ GERÇEĞİ
Şemdinli olayı, denilebilir ki, bu ülke için bir şans olmuştur. Gerçekler bir nebze olsun açığa çıkmış, Türk halkından bireylerin, önemli olarak işçi ve emekçilerin kafalarında ciddi soru işaretleri oluşmuştur. Kürt sorunun yumuşak karın olduğunu gören ve kendisinin en çok bu noktadan oyulduğunu fark eden AKP kurmayları, olaya bu açıdan bakmışlardır. Bakmak zorundadırlar. Çünkü yumuşak karın burasıdır. Mersin’deki olaylarla başlayan sürecin bir ucunun da kendilerine yönelik olduğunu anlamışlardır. Çünkü burjuva zemini, aynı zamanda, iktidar savaşlarının, hesaplaşmalarının zeminidir. Aslında gerçek iktidar olan, her zaman iktidar peşinde dolanan veya iktidara ortak olmak isteyen militarist güçler, AKP’yi en kolay buradan “oyacaklarını” düşünmüşler ve –örgütlü olarak gerçekleştirilmemişse bile– Mersin’i bir fırsat olarak değerlendirip, harekete geçmişlerdir. Zaten hükümetin bir anda Kürt sorununu keşfedip manevra yapması ve Başbakan’ın Diyarbakır’a gitmesinin nedeni de budur. Çünkü anlamışlardır ki, “Kürt sorunu yok” demek, meseleyi terör soruna indirgemek, “rakip”in sahasına oynamak demektir ve o sahada kaybetmekten başka şansları yoktur. Çünkü mesele bir kere terör sorununa indirgendiğinde, o meseleyle “görevliler terörü bitirmeyecekler, terörle mücadelede zafiyetler yaşanacak, bir süre sonra otorite boşluğu doğacak ve o bilinen güçler boşluğu doldurmak zorunda kalacaklardır!”
Ancak AKP, ne hizmet ne de temsil ettiği sınıflar bakımından bölgedeki sorunları gerçek anlamda çözecek kapasite ve niyette değildir. Çünkü çözüm, ancak işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin, Kürt sorununu, bölge sorunu değil, Türkiye’nin, ülkenin sorunu olarak görüp mücadeleyi üstlenmesiyle mümkündür. Bilinmelidir ki, bölünme politikaları ve “bölücü” yaygaraları burjuvazinin işine gelmektedir. Kardeşlik ve barış ise, işçi ve emekçi sınıfların çıkarınadır.
Birlik ve kardeşlik içinse, bombalar ve kontrgerillar devreden çıkarılmalı, demokrasi ve özgürlükler, gönüllülük esası devreye girmelidir.
Bu bakımdan, Şemdinli olayı, Türkiye emekçi kitleleri için bir şans olmuştur. Şimdi gerçeklerin tümüyle açığa çıkarılması, olan bitenin aydınlatılması, karanlıkta hiçbir şeyin kalmaması için mücadele gerekliliği vardır. Yıllardır çatışmalar, bombalar, kanlı tezgahlar içersinde yuvarlanan ve bugüne kadar 30 binden fazla evladını ve milyarlarca dolarını bu hengamede kaybetmiş Türkiye halkının tüm gerçekleri öğrenmesi hakkıdır.
Hükümet halktan bir şey gizlememelidir. Herşey halkın gözleri önüne serilmeli, insanlarımız dostu düşmanı, temizi kirliyi öğrenmelidir.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑