“EY ÇILGIN TÜRK, YOL AYNI YOL, RUH AYNI RUH”… Hürriyet gazetesinin 10 Kasım 2005 tarihli sayısının birinci sayfada sürmanşet başlığı böyleydi. “Çılgın Türk” Mustafa Kemal Atatürk’ün bir boy fotoğrafı da başlığın yanındaydı. Peki ne olmuştu da, ölümünün 67. yılında, sıfatlarının arasına “Çılgın Türk”lük de eklenmişti Mustafa Kemal’in?
TARİH YAZICILIĞINDA ESKİ BİR YÖNTEM
Tarih yazıcılığının başlangıcı, olayları, ‘kahramanlar ve onların düşmanları’ çevresinde anlatma yöntemine dayanır. Kahraman ya da kahramanlar, kendi toplumlarının esaretten, yoksulluktan, yurtsuzluktan, salgın hastalıklıklardan kurtulmalarını sağlamış ve insanlarına zaferler, zenginlik, güvenlik, sağlık bahşetmişlerdir. İyi ve güzel günleri kahramanlara bağlayan bu tarih anlayışının, aksi durumlara, yani kötü ve karanlık günlere ilişkin izahatı da açıktır: Kahraman eksikliği. Bütün bir insanlık tarihi, Homeros’un Aşil’i ya da Hektor’u, Orhun Yazıtları’nın İlteriş Kağan’ı ve binbir çeşit halkın aslında yaşanmışlıklardan kaynaklanan binbir çeşit destanları, efsaneleri, ağıtları bu anlayış üzerine kurulmuştur. Dev bir dünya edebiyat külliyatı bu çerçevede verilmiş eserlerle doludur. Ve bunların önemli bir bölümü de, ya söz konusu kahramanın iktidar olduğu dönemde ‘methiye’ olarak –kahramanlıkları sonunda iktidar gücüne bir şekilde erişmemişler pek kahraman olarak anılmaz zaten– ya da iktidardan çekilmelerinden sonra, hatta bazen çok çok sonra, muhtemel takipçiler için bir tür rehber olarak yazılmıştır. Elbette hem içerik, hem yarattıkları etki, hem de tarihsel anlamları bakımından çoğu örnek, mesela Homeros’un ikna ediciliğinin yanına bile yaklaşamamıştır.
Hem ‘iyi’ hem kötü örneklerinde, tarihe, efsaneyle karışık bir ‘kişisel hatırat dökümü’ olarak bakan bu anlayışı tasfiye edense, ilk kez Marx ve Engels’in ortaya koyduğu tarihsel materyalizm anlayışı olmuştur. Tarihin yönelişinde ismi öne çıkan kişiyi, içinden çıktığı sınıfın bir üyesi olarak görüp değerlendiren ve hakkındaki kararı bu çerçevede ilerleyerek veren, sürüp giden devasa sınıflar mücadelesi içerisinde kişileri ‘insanüstü’ niteliklerinden soyan tarihsel materyalizmin darbesi, tarihi efsaneden ayırma yolunda kesindir. Fakat bu, tarihi ‘kahramanlar’la yazan, daha doğrusu onları kendisi için yeniden ve yeniden yaratarak kendi tarihini yazan burjuva iktidar aygıtını engellemez. O, kendi ideolojisinin ve güncel politik ihtiyaçlarının gerektirdiği şekilde bir tarih yazıcılığının sürdürülmesini teşvik eder, bunun için gerekli koşulları hazırlar, ortaya çıkan sonuçların yaygınlaştırılması için gayret gösterir. Uzunca bir süredir, “Şu Çılgın Türkler” kitabı etrafında yaşanmakta olanlar, işte tam da budur.
YENİ BİR ‘İNKILAP TARİHİ’ KİTABI
İşgal edilmiş ve sınırları yeniden çizilmek istenen bir ülkenin bu duruma isyan ederek, üstelik sadece işgalcilere değil, kendi güvenlikleri ve konforlarını düşünerek onlarla işbirliğine giren yüzlerce yıllık yönetici sınıfa da isyan edip bir kurtuluş savaşına girişmesi büyük bir olaydır. Bütün şartlar olumsuzken ve hiç umut yokken böyle bir savaşı zaferle sonuçlandırabilmekse, daha da büyük bir olaydır.
Turgut Özakman, henüz genç bir öğrenciyken, Anadolu’da gerçekleşen bu büyük olayın bir köşesinden başlamış ‘biriktirmeye’. 1948 senesinde, 30 Ağustos Zaferi’nin yıldönümü için arkadaşlarıyla birlikte Ankara’dan Dumlupınar’a yaptıkları, bir bölümünde 10 gün boyunca yürüdükleri anma yolculuğu sırasında, düşman işgaline uğrayan bölgenin o günleri yaşamış olan halkıyla konuşup, konuştuklarını not tutarak, kendi Kurtuluş Savaşı arşivini oluşturmaya koyulmuş. Ve işte 50 yıldan uzun bir sürede oluşan bu zengin tanıklık ve belge yığını da, ona bugünün en çok gündemde olan ve aylardır en çok satan kitabını ortaya çıkarma olanağını sağlamış. Peki ama, gerçekten bir kişinin böyle uzun süreli bir bilgi-belge toplayıcılık sabır ve azmini göstermesinin sonucu mudur bugün ortaya çıkan, yoksa Özakman’ın da şaşkınlığını yaşadığı güncel bir ihtiyaca uygun düşme durumu mu söz konusudur?
Kurtuluş Savaşı’nı, yurdun işgali sonrasında, Yunan Büyük Taarruzu ve Türk Büyük Taarruzu şeklinde ikiye ayırıp, Kütahya-Eskişehir Savaşı, Sakarya Savaşı ve Büyük Taarruz gibi alt başlıklar çevresinde; saldırının başını çeken İngiltere, işgalin askeri gücünü oluşturan Yunanistan, işgalcilerle işbirliği halindeki İstanbul yönetimi ve kalemşörleri, Ankara’da direnişi örgütleyen güçler, Ankara’nın önderliğinde harekete geçmiş Anadolu, bütün bu olup biteni izleyen ülkenin aydın ve yazarları anlatılıyor kitapta.
Şu Çılgın Türkler’in doğrudan belgelere-tanıklıklara dayandığı bölümleri de var, yazarın kurguladığı bölümleri de. Gerçek kişilerin hayatları da anlatılıyor, hayali kişiler de olayın içine katılıyor. Ve bütün bunlar, bir bölümü TRT tarafından ‘Kurtuluş’ adıyla dizi haline getirilen –ancak yazarının o halinden pek de memnun kalmadığı– bir senaryo akışı içinde okuyucuya sunuluyor.
Peki, bu belge ve bilgi yığını nasıl bir araya getirilmiş? Herşeyden önce, Özakman’ın tarihsel materyalizm öncesi bir tarih yazıcılığı yaptığını söyleyerek başlayalım. Her ne kadar kitabın türü kapağında ‘roman’ olarak belirtilmiş olursa olsun, kitabın konusunu Kurtuluş Savaşı’nın kronolojik anlatımı oluşturuyor. Bu anlatımın temel noktası da idealize kahramanlar. Başta Mustafa Kemal, İsmet İnönü, Fevzi Çakmak gibi en üst lider kadro olmak üzere, dönemin milletvekilleri, komutanları, Halide Edip, Yakup Kadri gibi kurtuluş mücadelesine katılan yazarlar bu kahramanlar. Yazar onların yanına kendi yarattığı kimi hayali kahramanları da eklemiş ayrıca. Tabii karşı cephede de karşı-kahramanlar var: İngiltere Başbakanı Lloyd George, Dışişleri Bakanı Lord Curzon, Yunan politikacı ve komutanlar, Padişah Vahdettin, İstanbul hükümetinin üyeleri, işgalcileri destekleyen işbirlikçi gazeteci Ali Kemal ve yine hayali kahramanlar, örneğin Yunan ordusunda bir er olan Panayot…
Kurtuluş Savaşı anlatılırken, en başta Mustafa Kemal olmak üzere, Ankara’da direnişi ve orduyu örgütleyen kadroların anlatılması elbette doğal. Ancak bu kahramanlarla onları ‘kahraman’ yapan toplumsal ve tarihsel koşulların nasıl bir araya geldiğine bakınca, Özakman’ın okuyucusuna aktardığı, sadece çok bilindik, “Anadolu köylüsü bir bütün olarak ve yurdun dört bir yanından Kurtuluş Savaşı’na katıldı” önermesini görüyoruz. Peki ama niye? Bunun cevabını aramamak yazarın tercihi olabilir, ancak işte o tercih, zaten bizi yeni bir ‘inkılap tarihi kitabı’yla başbaşa bırakıyor. Çünkü sadece bir görmeme durumu değil, aynı zamanda inkılap tarihi kitaplarında gördüğümüz bir resmi tarih çerçevesinde olayları çarpıtma ve yanıltıcı şekilde aktarma söz konusu. Herşeyden önce de, kurtuluş mücadelesinin başını çeken ve kendi kişiliklerinde somutlayan kişilerin iradelerinin tarihin akışına yön verdiğini öne süren burjuva tarih anlayışıyla çalışılıyor.
Böylece Şu Çılgın Türkler’in, bugünün politik ortamında, bir bölümünü ‘Kızıl Elma İttifakı’, bir bölümünü ordunun üst kademelerindeki komutanlar, bir bölümünü de CHP’nin oluşturduğu bir cephe ve onların etkilediği kesimler arasında etkili olmasının sırrı; Özakman’ın bazı soruları kendi istediği şekilde cevaplamasında yatıyor.
Özakman’ın kafasında, Kurtuluş Savaşı’nı veren, Cumhuriyet’i kuran, tek partili iktidarı yürütüp çok partili hayata geçen ve bugünlere kadar gelen “bir blok halinde devlet ve millet” var. Bir de en başından beri bu ‘blok’un başına işler açanlar: ‘Solculuk’, gericilik, bölücülük…
Özakman’ın kitabını okuduğunuzda bunların tümünün bir ‘şer cephesi’ şeklinde algılandığını görüyorsunuz. Bu cepheye yakıştırdığı ‘kötülük’leri sıralıyor, soru işaretlerine ise tahammülü yok, görmezden geliyor.
‘İSTANBUL SOLU’ VE MUSTAFA SUPHİ’NİN KATLİ
Örneğin bir ‘İstanbul sol’u var, işgale karşı kayıtsız kalmış, kendi kendiyle çatışan bir ‘sol’ bu. Şöyle ki:
“1 Mayıs işçi bayramı İmalat-ı Harbiye ve Demiryolu işçilerinin düzenlediği bir törenle, bütün dünyada olduğu gibi Ankara’da da kutlandı.
Silah Tamirhanesi’nin kapısı zafer takı gibi süslenmişti. Törene işçilerin yanı sıra bazı milletvekilleri ile Rus elçiliğinden gelen görevliler de katıldı. Cephelerde emperyalizme karşı dövüşen savaşçılar saygıyla anıldı. İstanbul’daki sosyalist derneklere, basına, İşçi Birliği’ne telgraf çekilerek Ankara işçilerinin selamları gönderildi.
İstanbul’da ise 1 Mayıs Kağıthane’de, bahar eğlencesi olarak kutlandı. Ne emperyalizm lanetlendi, ne Milli Mücadele anıldı. İstanbul’daki sol gruplar işgalcilerle ve düşmanlarla değil, birbirleriyle çatışıyor, işçiler ücret mücadelesiyle yetiniyorlardı.
İstanbul solunun gündeminde, emperyalizme karşı ölüm kalım savaşı veren Milli Mücadele yoktu.” (s. 551-2)
‘İstanbul solu’nu böyle anlatıyor Özakman. Fakat Kurtuluş Savaşı’na katılarak Ankara’ya koşan, Ekim Devrimi’nin etkisindeki ‘bolşevik’ aydınların, milletvekillerinin sadece ‘mücadeleye katılan ancak sık sık işleri zorlaştıran kesim’ içinde isimlerini sayıp geçiyor.
Cumhuriyet tarihinde devletin kirli işler için ‘resmi olmayan ama resmi görevliler’ kullanmaya başladığı ilk olay olan Mustafa Suphi ve arkadaşlarının katlini de çarpıtıyor Özakman:
“Mustafa Suphi ve 15 arkadaşı 1921 yılı Ocak ayı içinde, Ankara’ya gelmek üzere Kars’a, Kars’tan Erzurum’a geçerler. Halk bunlara kendiliğinden ya da telkin sonucu tepki gösterir. Kazım Karabekir Paşa bu grubu Rusya’ya dönmeleri tavsiyesi ile Trabzon’a yollar. Trabzon’dan bir motorla ayrılırlar, genel kanıya göre İskele Kâhyası İttihatçı Yahya Kâhya’nın adamlarınca 28/29 Ocak gecesi denizde öldürülürler.” (s. 695, Dipnot 26 içinde.)
Özakman, bu nasıl edindiği anlaşılmayan “genel kanı”ya adres olarak gösterdiği kaynaklarda* yer alan Mustafa Suphi ve Mustafa Kemal arasındaki mektuplaşmaları, Mustafa Suphi ile ilgili olarak Mustafa Kemal ve Kazım Karabekir arasında sürekli yaşanmakta olan haberleşmeyi, en önemlisi de Mustafa Suphi ve arkadaşlarını öldüren Yahya Kâhya’nın 1.5 yıl sonra ‘bilinmeyen eller tarafından’ öldürüldüğünü, Kazım Karabekir’in bu katliamın sorumluluğunun Mustafa Kemal tarafından kendi üzerine atılmak istendiğini söylediğini, yine Karabekir’in Yahya’nın katillerinin Ankara’dan gönderilen Topal Osman ve adamları olduğunu da söylediğini, Topal Osman’ın da, 1923’te Lazistan Milletvekili Ali Şükrü’yü öldürmesinin ardından, tutuklanmak istenirken çıkan çatışmada Mustafa Kemal’e bağlı askerler tarafından öldürüldüğünü okuyucusuna aktarmıyor.
DİNDARLAR HEP İŞBİRLİKÇİ Mİ OLUR?
Örneğin İstanbul hükümetinin dini kendisi için kullanma gayretine maşa olan Sait Molla gibi vatan hainlerinin yaptıkları anlatılıyor kitapta. Fakat kurtuluş mücadelesine katılan kadroların taşıdığı dini duygulara, onların bu konudaki hassasiyetine, sadece bir tek olay etrafında ve orada da devlet katındaki laiklik anlayışının ne olduğunu göstermek için değiniliyor.
Anlatılan olay, Mustafa Kemal’in, Öğretmenler Kongresi sırasında kadın ve erkek öğretmenlerin ayrı oturtulmasına gösterdiği tepkidir. Savaşın kızıştığı bir anda başlayan kongreye katılan Mustafa Kemal, konuşmasını yaptıktan sonra ilgilileri bu yüzden azarlar. Devletin (özellikle askeri kanadının) laiklik konusunda yakın dönemde ve bugün dinci gericiliğin içinden çıkarak kurulmuş hükümetlere karşı gösterdiği refleksin ilk örneğidir belki bu. Yaşandığı günün koşulları dışında, bugüne ilişkin bir deşifre gayretiyle aktarılır bu olay. (s. 184) Olayın öznesinin kadın-erkek eşitliği olması da, devletin dönem dönem askeri müdahalelere kadar uzanan refleksi ve bunun kökleri üzerine okuyucuda hak veren bir düşünce oluşmasına hizmet edeceği düşünülmesindendir.
Fakat ne halk ne de Ankara yönetici kadroları içindeki dini duygulardan kaynaklanan ve işgale karşı çıkışa başından itibaren büyük katkısı olan ‘dinin elden gidiyor olması’na duyulan öfkeye dair hiçbir şey söylemez Özakman. Laikliğin benimsenmesi ve savunulması kaşkusuz iyi ve ilerletici bir tutumdur; ancak “laikçilik” yapılması, bu yönüyle gerçek tarihin düzeltilmesi başka şeydir. Din istismarcıları Kurtuluş Savaşı günlerinde de vardı ve karşı saftaydılar, “din elden gidiyor”, “Halifeye isyan” içerikli fetvalarıyla işgalciler ve işbirlikçisi Halife-Padişah ve onun İstanbul Hükümetinin hizmetindeydiler. Samimi inananlar ise, –kuşkusuz fetvalarla kandırılanlar ve ulusal mücadele saflarında yer alan istisna oluşturdukları söylenebilecek din istismarcıları dışta tutulursa– Kurtuluş Savaşı saflarını doldurmuştu. Bu gerçektir ve güncel politik yaklaşımlarla “düzeltilmesi” şüphesiz gerekmemektedir.
ELBETTE SADECE TÜRKLER ‘ÇILDIRMIŞ’TIR!
Kitabın Türkiye’nin çok halklılığı konusundaki fikri adından belli zaten. İşbirlikçi Ali Kemal ve Ermeni ortağı Mihran’ın Kurtuluş Savaşı’na girişenler üzerine bir konuşmaları sırasında kullandıkları “Bunlar çılgın” ifadesinden doğmuş bu isim. Özakman kitabına bu ismi verirken hiçbir şüphe duymamış tabii: Çılgın olanlar, sadece ‘Türkler’dir. Kürtler, Çerkesler, Pomaklar, Araplar, Lazlar ve Kurtuluş Savaşı’nda kan dökmüş, can vermiş diğer halklar yazmaz Özakman’ın kitabında. Öyle ki, TBMM tutanaklarını bile çarpıtmakta sakınca görmez bunun için, “Dersim Milletvekili Diyap Ağa”yı, çok sonra verilecek olan ismiyle “Tunceli”nin milletvekili yapar. (s. 211) Osmanlı tarihi boyunca yaşanan savaşlarda olduğu gibi, Kurtuluş Savaşı’nda da, bütün Anadolu halklarının yan yana çarpışıp, birlikte öldüğüne değinmez Özakman.
Bütün bunları yaparak da, kökleri o günlere dayanan ve etkileri ülkemizde halen devam eden temel sorunlara resmi tarih dışında bir açıdan bakmayı reddeder.
SOVYETLER BİRLİĞİ VE İSTİKLAL MAHKEMELERİ
Aynı şekilde yeni kurulan Sovyetler Birliği’nin yaşadığı ablukaya, yokluğa ve isyanlara karşın Kurtuluş Savaşı’na yardımda bulunduğunu söylüyor, hatta bunun, “Volga kıyısındaki açlık çekenlere Türkiye’den gönderilecek tahıl”la bir karşılıklı dostluk anlaşması olduğunu belirtiyor. Ancak el altından, “Bolşevikliği benimsemeyen Mustafa Kemal’e karşı” Enver Paşa’nın komutasına verilecek 130 bin kişilik bir ordu toplamakta olduğu iddiasını da bir gerçekmiş gibi ortaya atıyor. (s. 197) Bu, biliniyor, resmi tarihin Sovyetler Birliği’den uzaklaşma dönemi politikalarını gerekçelendirmek üzere anlattığı boş bir palavra. Kendisi de söylüyor üstelik, Sovyet devletinin hem içte hem de dışta bir savunma durumunu sürdürmek zorunda olduğunu. Fakat yine de beyaz çetelerle ve emperyalist ablukayla uğraşan Sovyet rejiminin, 130 bin kişilik bir orduyla, üstelik başına da Enver Paşa’yı koyarak, Türkiye’de maceracılık oynamaya kalkacağını iddia edebiliyor.
Bu duruşu icabı, İstiklal Mahkemeleri’ni savunmaya da girişiyor. Bu mahkemelerin ‘bir ihtilal mahkemesi’ olduğunu, hızlı ve kesin kararlar verdiğini söyleyip ekliyor, “İstiklal Mahkemeleri bu nitelikleri ile namuslu, yurtsever halk için bir güvence, halkçı tutumuyla gelecek için de bir ümitti. Buna karşılık bozguncular, casuslar, hainler, bölücüler, işbirlikçiler, isyancılar, gericiler, din tüccarları ve aktörleri içinse elbette ciddi bir tehlikeydi. Bu safta olanların düşüncelerini paylaşanlar, uzun yıllar sonra da bu ihtilal mahkemelerinin aleyhinde konuşacak, haklı çıkabilmek hırsıyla yalan söylemekten çekinmeyeceklerdi.” (s. 256)
Sonraki yıllarda, bizzat bu mahkemelerde çalışanların alınan kararları savunamadığı, Kürt isyanları sırasında bu mahkemelerin bir tür engizisyon işlevi gördüğü (Van’da 33 Kürt köylüsünü kurşuna dizdiren Org. Mustafa Muğlalı’nın bu mahkemelere özgü ‘anında yargı anında infaz’ gibi bir refleksle hareket ettiği açıktır.), bu mahkemelerin yakın bir zamanda ‘kapanan’ Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin prototipi olduğu ve Cumhuriyet tarihine henüz başlangıcında kara bir leke bıraktığını söyleyemiyor elbette.
SATIŞ LİSTELERİNDE NEDEN BİR NUMARA?
Kısacası Turgut Özakman’ın, Şu Çılgın Türkler kitabı Kurtuluş Savaşı günlerinden beri süregelen tüm düşmanlıklara, önyargılara, çarpıtmalara ve çatışmalara devletin nesiller boyu öğrettiği şekilde yaklaşıyor. Elinde aksini yapmasını sağlayacak bir dolu belge ve bilgi olduğu şüphesizken, bunu yapıyor. Yazarın bu bilinçli tercihiyle kitabının yakaladığı popülerlik de bağlantılı.
Kendince şekillendirdiği bir “AKP konjonktürü” gereği Kızılelmacı cepheyle genelde mesafeli duran Hürriyet gazetesinin, çıkışında genelde o cepheyle özdeşleştirilen kitabı, 10 Kasım günü girişte aktardığımız şekilde birinci sayfasına taşıması, ‘kitaba sığmayanları’ Özakman’ın imzasıyla yazı dizisi yapması da, tiraj artıracak, kuşkusuz samimiyetsiz, fakat aynı zamanda ‘sakıncasız’ bir harekettir.
Özakman kitabının sonunda niyetini şöyle açıklıyor:
“Bugün Türk gençliği bir ötekine benzemeyen iki tarihe inanıyor:
Biri bu romanın esas aldığı, sağlıklı ve dürüst belgelere dayalı, hepimize gurur veren gerçek tarih… Öteki Cumhuriyet’i yıkmak için çabalayanların uydurdukları, yalanlarla dolanlarla dolu, sahte tarih.” (Sonsöz, s. 687-8)
Tarihe bakışını Cumhuriyet’i kuran askeri-sivil bürokrasinin ve bu kesimin şehirlerdeki ve köylerdeki farklı sınıflardan destekçilerinin bakış açısıyla şekillendirdiğinde, ‘hepimize gurur veren gerçek tarih’i yazacağını düşünmüş Özakman. Ancak, ‘hepimiz’i egemen tarih anlayışına göre budayıp ayıklayarak, kategorize ederek ve nihayet ‘kahramanlar’ın çevresine uygun şekilde yerleştirerek.
Bütün bunların yapılmasıyla da, zaten politika kulvarına 28 Şubat sonrası oluşturulmuş bulunan bir akımın (Brövesinden Atatürk silüetini çıkardığı için Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na fırça çeken bir akım), kitabı, henüz çıkışında bir bayrak haline getirmesi kaçınılmaz olmuş. Bu akımın İlhan Selçuk, Emin Çölaşan, Altemur Kılıç gibi üyelerinin görüşleri de, zaten kitabın arkasında yer alıyor.
Böylece kitap okuyan kesimlerin gündemine giren Şu Çılgın Türkler’in, eski tür bir tarih yazıcılığı örneği olması ve bugünün politik ortamına da fincancı katırlarını ürkütmeyen bir duruşla katılmayı becerebilmesi, kitap satış listelerinde bir numaraya yerleşmesini sağlıyor.
Ancak kitabın ve hele Özakman’ı alelacele yazarları protföyüne katan Hürriyet gazetesinin 10 Kasım sürmanşetinin ardından soru ortada duruyor: “Ey Çılgın Türk, Yol Aynı Yol, Ruh Aynı Ruh” mu? Özakman’ın niyetleri, halisane olup olmaması bir yana, bugünden bakarak kaleme aldığı kurtuluş tarihinin ardında birleşen alkışçılar, kurtuluştan, kurtuluşçuluktan, onun ilke ya da umdelerinden, daha da ötesinde mitleştirdikleri kahramanlarının başlıca yaklaşım ve tutumlarından geriye ne bıraktılar? Milli kurtuluşçuluğun ve Mustafa Kemal’in hangi milimetre karesini savunuyorlar? Hangi aynı yol, hangi aynı ruh? Emperyalizme karşı mücadeleden onun işbirlikçiliğine dönüşmenin yolu ve ruhu mu? Devletçilik mi? Devrimcilik mi? Bağımsızlıkçılık mı? Tümünü bir kalemde silenler, tersaneleri, limanları, madenleri, bütün büyük işletmeleri, hatta kentleri ve kıyılarıyla, tüm yeraltı ve yerüstü zenginlikleriyle Türkiye’yi parselleyerek satışa sunanlar, yabancı askeri üslerle donatanlar, “Yurtta Sulh Cihanda Sulh”un yerine Irak işgaline katılma tezkeresini geçirenler ve ülkenin sömürgeleştirilmesine sessiz kalanlar mı “aynı yol ve aynı ruh”tadır? Milli kurtuluşçuluk ve romanın başlıca kahramanı M. Kemal’in, ilkeleri arasında yer almayan “Batıcılık” ve “Çağdaşlık”la açklanması mı “aynı yol, aynı ruh” oluyor? Ya da Batıcılık ve çağdaşlık, Kurtuluş Savaşı’yla ülkenin kurtulduklarının önünde diz çökmek, köleliği ve sömürgeleşmeyi kabullenmek mi oluyor? Kurtuluş Savaşı mirasını sahiplenmemek, ama ona bugünden alkış göndermek kimi kandırabilir? Gerçek tarih hangisi öyleyse? Örneğin basın şehitlerinden saydığı Ali Kemal’e selamlarını gönderen, Özakman’ın yazanlar ailesine katıldığı gazetenin genel yönetmeni Özkök’ün yorumlarıyla çekiştirdiği tarih mi, bugün hala sürmekte olan ve güçlendirilmesi gereken emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı mücadelenin üzerinde yükseldiği ve miras edindiği mi?
* Andığı kaynaklar şöyle: A. Sayılgan, Solun 94 yılı; F. Tevetoğlu, Türkiye’de sosyalist ve Komünist Faaliyetler; Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar.