‘Ulusal duyarlılık’ istismarı üzerinden gericilik inşası

Türkiye burjuvazisi 25 yıla yakın bir süredir, IMF-Dünya Bankası gibi uluslararası mali sermaye kurumlarının imalatı “yapısal uyum programları”nı pratiğe geçirme kavgası veriyor. Türkiye’nin uluslararası sermaye ve emperyalist Batı devletlerinin açık pazarı haline getirilmesi önündeki “ulusal direnç” unsurlarının tasfiyesini içeren ve işçi sınıfı, kent ve kır yoksulları, emekçi köylülük, küçük burjuvazi ve hatta orta burjuva tabakalar için iktisadi-sosyal yıkım ve tahribata yol açan bu programlar, kapitalist ekonominin yeniden yapılanmasına dönük kapsamlı düzenlemeleri içeriyorlar.
İşbirlikçi büyük sermaye, IMF ve Dünya Bankası işbirliğiyle hazırlanan ve 24 Ocak 1980 Kararları’yla hayata geçirilmek üzere ilk adımları atılan bu programları uygulayabilmek için, öncelikle onun koşullarını yaratmak; işçi sınıfını ve devrimci hareketi sindirmek zorundaydı. Ordunun devlet mekanizmasının tüm ünitelerinin başına geçmesi, o koşullarda ve bu ihtiyaca karşılık olarak gündeme gelmişti. 1980’in 11 Eylülünde, TİSK başkanı Halit Narin “DGM’ler kurulmadan üretim artmaz” diyordu. Narin, darbeden sonra da, “Şimdiye kadar biz ağladık onlar güldü. Şimdi sıra onlarda” diyerek, darbenin kendileri için anlamını açıklamıştı. Koç’a göre de, “12 Eylül devletin yeniden kurulması devri” idi. Turgut Özal, “12 Eylül olmasaydı bu ekonomik programın neticelerini alamazdık” demişti. Rahmi Koç; “askeri yönetimin zamanında ve doğru kararlar almasıyla çok değerli zaman tasarrufu sağlandı”nı itiraf etmişti ve o dönemin İSO başkanı İbrahim Bodur, “12 Eylül’den sonraki yönetim 24 Ocak kararlarının başarısını iki kat artırmıştır” diyerek, kendi ihtiyaçlarıyla generallerin “askeri eylemleri” arasındaki ilişkiyi ortaya koymuştu.
12 Eylül generalleri, işçi sınıfına ve tüm emekçilere karşı açılmış büyük sermaye savaşının temsilcileriydi. İşçi sınıfının 1960 sonrası 20 yıllık mücadeleyle biriktirebildiği kazanımları bir günde gaspedildi; grevler bitirildi; ücret sorunları Yüksek Hakem Kurulu’na havale edildi. Binlerce işçi işten atıldı ve sendika yöneticileri zindanlara kapatıldı. SSK Yasası, Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi yasaları yeniden düzenlendi; sendikalaşmanın önüne yeni engeller kondu, yıllık izinler düşürüldü, ikramiyelere son verildi vb.
12 Eylül’ün üzerinden “silindir gibi geçtiği” işçi sınıfı ve devrimci hareket, 1989 Bahar Eylemleri ve sonrasındaki “genel eylem”lerle –kiminde yüz binleri harekete geçiren– yeni bir döneme girmesine ve 20 yıla yakın süredir mücadele, alçalış-yükselişlerle sürmesine karşın, önemli bünyesel zaaflarını aşmış olmaktan henüz uzaktır. Son birkaç ay içinde gerçekleşen SEKA, Şeydişehir Alüminyum, Ereğli Demir-Çelik, Telekom ve Tüpraş işçilerinin özelleştirme karşıtı eylemleri, hareketin birikimi ve deneyimi yönünden önemli unsurlar taşımalarına karşın, işçi hareketinin, 12 Eylül cuntasının açtığı yolda ilerleyen sermayenin bu büyük saldırısı püskürtecek bir düzeye ulaşamadığını da göstermiş oldular.
Üzerine çok şey söylenen ve yazılan 12 Eylül askeri darbesinin, darbeci generallerin, “ulusun ve ülkenin çıkarları” söylemlerine karşın, işçi sınıfı ve emekçilerle, onların genç kuşaklarına ve Kürt ulusuna karşı mali sermaye ve büyük burjuvazinin kanlı kılıcı olarak iş gördüğü, ekonomik-sosyal ve politik sonuçlarıyla kanıtlandı.*(*dipnot: Bilindiği gibi, işbirlikçi büyük sermayenin ihtiyaçlarıyla emperyalist burjuvazi ve uluslararası tekellerin pazarlara tamamen hakim olma hedeflerine uygun olarak hazırlanan bu programların ciddi herhangi engelle karşılaşmadan uygulanması, o günün koşullarında hayli zordu. Her şeyden önce, 70’li yılların ortalarından başlayarak sınıf mücadelesi ve devrimci hareketin gösterdiği yükselişin önünün kesilmesi, işçi sınıfı ve emekçiler engelinin aşılması gerekiyordu. Büyük burjuvazinin ve emperyalistlerin istek ve çıkarları doğrultusunda, 12 Eylül faşist cuntası, söz konusu kapitalist programların uygulanması ve bunun karşısındaki engellerin aşılması ihtiyacıyla ilişkiliydi.
12 Eylüle ilerleyen süreçte burjuvazi için bir açmaz da, işçi sınıfının giderek güçlenmesi ve mücadelesindeki yükselişti. Kapitalist gelişme, kır ilişkilerinin çözülmesine ve işçi kitlesinde büyük bir artışın yaşanmasına yol açmaktaydı. Bu gelişme ve değişim, işçi sınıfının toplumsal yaşamda belirleyici güçlerden biri olarak büyümesine, sendikal ve siyasal örgütlenmeye girişmesine yol açmaktaydı. (TİP’in kurularak parlamentoya girmesi, DİSK’in kurulması, 68 gençlik eylemleri, işçi grevleri ve 15-16 Haziran Direnişi bu koşullarda gerçekleşti.) 1971 askeri cuntası, bu gelişmelere karşı, ve M. Tağmaç’ın ifadesiyle, “sosyal uyanışın ekonomik gelişmenin önüne geçmesi”ni durdurmak üzere iş başına geldi. İşçi ve sendikal hareketin etkisi sınırlandırıldı, TİP kapatıldı, devrimciler cezaevlerine kapatıldı ve gençlik ve genel olarak halk, dönemin devrimci gençlik önderlerinin idamıyla topluma gözdağı verilerek susturulmaya çalışıldı, vb.
Ancak işçi, emekçi ve gençlik hareketi, 70’li yılların ikinci yarısından itibaren yeni bir yükselişe geçti. Bu kez emekçi hareketinin sınıf mücadelesi alanındaki etkileri daha kesindi. Burjuvazi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra emperyalist ülkelerde hızlı bir büyüme gösteren kapitalizmin yeni bir durgunluk dönemine girmesiyle birlikte (70’lerin ikinci yarısı ve özellikle sonuna doğru), Amerika ve Avrupa’da işçi sınıfının kazanımlarına yönelik olarak başlatılan saldırılardan cesaret alarak, emekçilere karşı yeni bir saldırı için güç toplamaya yöneldi. Siyasal istikrarsızlık büyümüştü ve ekonomide, uluslararası sermayenin de baskısı ve dayatmasıyla, işler giderek çıkmaza giriyordu. 24 Ocak Kararları, bu koşullarda, ve bir “çıkış yolu bulmak” üzere gündeme getirildi. Bu program, işçi sınıfının tüm kazanımlarının yok edilmesi ve sömürünün yoğunlaştırılmasını içeriyordu.12 Eylül darbesi, bu ihtiyacın ürünü olarak gerçekleşti.)
Darbeci generallerin toplumsal yaşama silahla müdahalelerinin sonuçları, aradan yirmi beş yıl geçmesine karşın, bugün de işçi sınıfı ve emekçilerle işbirlikçi gericilik ve emperyalizm arasındaki mücadeleye yansıyor. Başka bir ifadeyle, Türkiye pazarının uluslararası mali sermayeye tam entegrasyonu/bağımlılaştırılması yönündeki kapitalist “yapısal uyum programları”nın darbe ve generaller desteğinde uygulanmasının tahribatları, bugünden bakınca, daha net görülebiliyor.

“TERÖRE KARŞI MÜCADELE” ÜZERİNDEN MEVZİ KAZANMA ATAĞI
Newroz gösterileri sırasında Mersin’de 12-14 yaşlarında iki çocuğun bayrağı yere atmalarını yeni bir saldırı dalgası için işaret fişeği haline getiren provokasyonla başlatılan ve ezen ulus şovenizmini körükleme daveti olan “bölücülüğe karşı ulusal mücadele” çağrısı, sonrasındaki gelişmelerle, Kürtlere karşı linç eylemlerinin yaygınlaşması/yaygınlaştırılmasına dönüşebildi.  Önü kesilmediğinde egemen güçleri de büyük bunalımlara sürükleme potansiyeli taşıyan ezen ulus şovenizminin bu körüklenmesinde, sonradan herkesi olaylardan ders çıkarmaya ve ‘itidal’e çağıran generaller, neredeyse her gün, bir gerekçesini yaratarak yaptıkları açıklamalarla, özel bir rol oynadılar. Bu tutum ve rol, Kürtlerin dil ve kültür serbestisi vs taleplerinin dikkate alınması ve sorunun demokratik çözümü yönünde Türk emekçileri içinde de gelişme eğilimi taşıyan tutumun önünü geçici olarak da olsa kesti. Gerginlik ve güvensizliği artırıcı bir işlev gördü.
Generaller ve hükümet, siyasal gericiliği yoğunlaştırma çabalarını “artan terör tehdidi”yle gerekçelendirirlerken, işçi sınıfı ve emekçilerin her tür mücadele ve eyleminin “terör” tanımı içine alınacağı yeni bir “Terörle Mücadele Yasası”nı gündeme getirerek, bir tür sürekli “sivil sıkıyönetim”e geçiş için zemin hazırlamaya giriştiler. Dernek ve sendikaların program-tüzük ve eylemlerinden radyo televizyon yayınlarına; eğitim-öğretim programlarından iktisadi uygulamalara, hemen her alana, “ordu adına” müdahalede bulunan generaller, “yapısal uyum programları”nın “koruma ve kollaması”nı da üstlendiler. Ekonominin uluslararası tekellere tamamen açılması ve kamu işletmelerinin iki-iki buçuk yıllık işletme kârı karşılığında peşkeş çekilmesine herhangi itirazları olmazken, işçi ve emekçilerin çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi mücadelesini ve Kürtlerin ulusal hak eşitliği istemini “ülke için büyük tehdit unsurları” olarak ilan ettiler. Ülke yönetimini “yürütme ve yasama” kurumuna bırakan burjuva Anayasası ve yasalarının sözde emredici hükümlerine karşın, hükümeti, tehdit içerikli görev anımsatmalarıyla, seçmen talepleri yönünde göstereceği “popülist zaaflar” konusunda “uyarma”larla yönlendirmeye; sermaye güçlerini kendileri etrafında birleştirmeye giriştiler. Bu tutum, işbaşına geldikleri her dönemde halk kitlelerini askeri şiddet cenderesine alan ve sosyal-iktisadi ve politik hak yoksunluğunu dayatan, “olağan burjuva yönetimi koşulları”nda da egemen sınıfların ezilenlere karşı baskı ve şiddet gücü olarak rol oynayan generallerin politik ‘geleneği’ne uygundur. Politik alanın ön cephesine çıkarak siyasal gericiliği yoğunlaştırmak üzere baş vurdukları ‘görünür’ gerekçe, Kürt sorunu odaklı gelişmeler ve bununla bağlantılandırılan “terör” sorunudur. Büyük bir tehdit olarak algılanmasını istedikleri bu sorun ve ilişkili gelişmeleri, 12 Eylül askeri diktatörlüğünce gerçekleştirilen ağır baskı ve yasaklar sisteminde işçi ve emekçilerin mücadelesiyle sonraki yıllarda açılmış boşlukları kapatmak için de kullanmak/istismar etmek istiyorlar.
Diğer yandan, Irak’ın işgali ve Irak Kürt partilerinin bu işgalde üstlendikleri rol, Türkiye gericiliğinin ABD ve bölge ülkeleriyle siyasi-diplomatik, askeri ve ekonomik ilişkileri bakımından yeni bir durum doğurmuştur. Amerikan emperyalizmi, bölgesel ve uluslararası çıkarlarına bağlı olarak, Suriye, İran ve Türkiye Kürtleri’nin taleplerinin istismarı üzerinden ilgili ülkeleri köşeye sıkıştırarak yayılma ve rakiplerine üstün gelme stratejisine yedekleme tutumunu, –şantaj ve tehditleri de içerecek biçimde– sürdürmektedir. ABD yönetiminin, Türkiye’yi, bölge stratejisi doğrultusunda, herhangi kaygı taşımayacak bir ‘sınırsızlık’ içinde kullanmaya çalışması, Türkiye egemen sınıflarının ise, bölgeye yönelik ‘kendi politikaları’ nedeniyle, Amerikan plan ve politikalarına belirli tereddütler göstermesi, Amerikan-Türk ilişkilerinde, geçmişte Kıbrıs sorunu nedenli olanlarından daha ciddi pürüzlere yol açmıştır. ABD’nin bölgedeki fiili varlığı, Türkiye’nin Türkmenler üzerinden Irak politikasında ve Azeriler ve Çeçenler üzerinden Kafkasya’da oynamak istediği role ilişkin olarak aşamayacağı engeller oluşturmuştur. Türkiye, Irak’ın işgal edilmesine açık destek vermesine ve İncirlik Üssü’nün ABD bombardıman uçakları tarafından hiçbir engel olmaksızın kullanılmasını sağlamasına karşın, Kürt sorunu kaynaklı “Türk kırmızı çizgileri” ABD tarafından çiğnenmiş; ABD, Kürt sorununu, Türkiye’yi köşeye sıkıştırmanın başlıca araçlarından biri olarak kullanmaya daha açıktan yönelmiştir. Türk büyük burjuvazisi ise, bu durumu, Kürt ulusal özgürlük mücadelesine karşı kullanmaya yönelmiş; ABD’nin istismar politikasını “Kürtlerin suçları hanesi”ne yazarak, Kürtlere karşı Türk “ulusal direnci”ni ayaklandıracak bir ek malzeme olarak değerlendirmeye ve anti emperyalist, anti Amerikan mücadeleyi, bir kez de bu zemin üzerinden güçten düşürmeye koyulmuştur. Generallerin başını çektikleri “ulusun tümlüğü ve ulus çıkarları” üzerine söylemle herkese yapılan  “bu çıkarlar etrafında birleşme” çağrıları, Amerikan politikalarına karşı oluşan bu “ulusal hassasiyet”i istismar ve küçük ve orta burjuva kesimlerle emekçileri yedeklemek için kullanmayı içermektedir.

GENERALLERİN DAYANDIKLARI “GELENEK”
Generallerin ve “ordu”nun Türkiye’nin toplumsal politik yaşamındaki ‘derin kökleri’, kapitalizmin Türkiye’deki gelişme “özgünlüğü”ne; cumhuriyetin kuruluş koşullarına ve askeri-politik üst bürokrasisinin bu kuruluşta ve sonraki süreçte oynadığı etkin role uzanmaktadır. Bunun başlıca iki dayanağından sözedilebilir: İlk olarak, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşunda İttihat ve Terakki’den devralınan geleneğin ve o “terbiye”den gelen askeri kadroların oynadıkları belirleyici rol, başından beri ordu ve kurmayına ayrıcalıklı bir konum kazandırmış; militarist aygıtın bu en temel kurumunun başında bulunan ‘kurmaylar heyeti’ de, bu durumu sonraki tüm dönemlerde olanca ağırlığı ve etkinliğiyle kullanmıştır. “Cumhuriyeti koruma ve kollama görevi”ni yüklenmiş gücün, kendini “millet”e eşitlemesi, onun “millet”in sosyal-siyasal ve kültürel yaşamının en etkin kurumu/gücü olarak görülmesi ve benimsenmesini sağlamış; bu da “ordu=millet” anlayışına güç vermiştir. Emperyalizm koşullarında, ve feodal-askeri bir imparatorluğun mirası üzerinde kurulmuş bir devlette, başından itibaren “kurucu bir güç” olarak etkin rol oynamış askeri üst bürokrasi, anti-demokratik siyasal yapıdaki yerini askeri darbelerle güçlendirmiş, bu da, onun, kendisini devletin gerçek sahibi olarak görmesinde ve sonraki tüm süreç boyunca öyle hareket etmesinde etkili olmuştur. Burjuva devlet örgütlenmesinde ve burjuva yönetim tarzında kararların kurmay odalarında ve kulislerde alınması ve burjuva demokrasisinin temel kanıtı ve dayanağı sayılan ‘yasama-yürütme ve yargı ayrılığı’nın biçimselliği; askeri genelkurmayın, silahlı güce kumanda eden organ olarak, siyasette ve kuşkusuz devlet yenetiminde etkin rol oynamasını olanaklı kılmıştır. Bu etkin, ve denebilir ki kapitalistler bakımından kabullenilmiş rol, generallerin askeri mekanizmayı ulusa eşitleyerek ve “ulusun iradesi” adına burjuva politik arenanın ön cephesine çıkmalarını kolaylaştırmıştır.
İçinde bulunduğumuz ya da daha doğru deyişle içinden geçtiğimiz dönemde, bir parlamento ve “millet iradesiyle seçilmiş olduğu”na burjuvazi adına yeminler edilen “güçlü bir hükümet” olmasına karşın, genelkurmay ve generallerin neredeyse günlük sıklıkla politik açıklamalar yapmaları, bağlantılı etkenler saklı tutulduğunda, başlıca bu etkin ve özel konum kaynaklıdır. Burjuva sınıf adına devlet üst bürokrasisinin iktisadi yaşamdaki rolü, ordu üst yönetiminin “bir kapitalist grup” konumu kazanmasının koşullarını olgunlaştırmış; OYAK vb. şirketlerdeki payları, özelleştirmelere katılarak sağladıkları yeni mevziler ve “emekli” olanlarının banka, şirket ve vakıfların yönetim kurullarındaki yerleri üzerinden güçlerini iktisadi olarak da pekiştiren generallerin politik-ekonomik ve sosyal yaşama müdahaleleri, bir sınıf tutumu ve çıkar savaşı kapsamında sürekli gündemde kalmıştır. Generallerin, sermayenin silahlı gücünün komuta heyeti olarak, politik-sosyal yaşama müdahalelerinin “kronolojik haritası”nın gösterdiği şudur: Askeri darbeler bu “kurucu” işlev ve “derin kökler”den güç almıştır. Darbeler de, işbirlikçi tekelci burjuvazi ve uluslararası sermayenin çıkarlarının belirlediği değişim ihtiyacına bağlı olarak, değişime gitmelerini zorlaştıran güç ve engelleri bertaraf etmek üzere gündeme gelmiştir. Tekelci burjuvazinin çıkarlarına aykırı gelişmelerin önünü almak ve sermaye güçlerini derleyip toparlamak, bu “kollama ve koruma görevi”nin esasını oluşturmuştur. Böyle olduğu, sadece işçilerle kapitalistler; emekçilerle hükümet ve devlet ilişkilerinde sermaye ve çıkarlarından yana tutum alınmasıyla değil, askeri darbeler pratiğiyle de kanıtlanmıştır.

EMEKÇİ HAREKETİNE KARŞI BARİKATI GÜÇLENDİRME GİRİŞİMİ
Generallerin yeni siyasal-hukuki düzenlemeler için gerekçelerinde bazı benzerlikler olmakla birlikte; sınıf ilişkileri ve sosyal-iktisadi koşullar bugün, 12 Mart ‘71 ve 12 Eylül ‘80 darbeleri öncesi dönemlerden belirgin farklılıklar göstermektedir. Bugünden bakıldığında ve her şeyden önce, sermayenin ihtiyaçlarına karşılık düşen düzenlemeler önemli oranda gerçekleştirilmiş, işçi sınıfı ve örgütlerine son 25 yıllık sürede ağır darbeler vurulmuş; 24 Ocak Kararları’nın hedeflerine büyük oranda ulaşılmıştır.
Ancak Türkiye, 1980’li yıllardaki koşullardan farklı olarak, bugün, bazı yönleriyle daha kapsamlı ve büyük sorunlarla da karşı karşıyadır. Dünyanın en büyük ekonomik-askeri gücü, bölgeye işgalci olarak girmiş ve bölgede süregelen uluslararası ilişkileri değiştirmeye girişmiştir. Kürt ulusal mücadelesi çok daha ileriden sürmektedir. İşçi sınıfı, kent ve kırın yoksulları, küçük üretici köylülük, kent küçük burjuvazisi, küçük ve orta işletme sahipleri, üzerlerindeki tekelci emperyalist baskıya öfke duymakta; artan işsizlik, yoksulluk, açlık ve iflaslar, çeşitli biçimlerde ortaya çıkan muhalif eylem ve direnişlerin genelleşmesi için ciddi zemin oluşturmaktadır. Bu çeşitlilikteki hareketin nasıl gelişeceğinin bugünden belirlenemez oluşu, egemen sınıflar ve askeri üst bürokrasiyi çeşitli hazırlıklara götürmektedir.
Sermaye ve hükümetiyle, generaller başta olmak üzere, devletin öteki kurumlarının yöneticileri de, toplumsal çözülme, dağılma ve kitlesel yoksullaşmanın getirdiği umutsuzluk, çöküntü ve yabancılaşmanın, en alt kesimler içinde daha fazla olmak üzere, çürüme ve dejenerasyona; hırsızlık ve kapkaççılık, ahlak düşkünlüğü ve yozlaşmanın yaygınlaşmasına yol açtığının farkındadırlar. Hükümetçe uygulanan iktisadi-sosyal politikaların işsizliği, yoksulluğu ve açlığı artırdığını, bunun da, işçi ve emekçi kitleler içinde, burjuvazi, hükümeti ve devletine karşı tepkiyi geliştirdiğini onlar da görüyorlar. Genelkurmay yetkililerinin “Başbakana brifing verdikleri” Temmuz ve Ağustos toplantılarında, emekçi semtlerini (“varoşlar”) “iç tehdit unsurları” arasında sayılmasının en önemli nedeni, kentlerin kenar semtlerinde büyük zorluklar içinde yaşam mücadelesi veren emekçilerin ve özellikle genç kuşaklarının egemen politikaya tepkilerinin gözlenmesiydi. Ekonomik durumun iyileştiği söylemine ve ekonominin büyük sermaye çıkarları yönündeki gelişimine karşın, ücretlerin, maaşların ve tarım ürünleri taban fiyatlarının düşük tutulması (bu, reel olarak düşmenin devamı da demektir ve tarımsal büyümenin binde bire gerilemesi, bunun göstergelerinden biridir) politikasındaki ısrar, özelleştirmelerin sürdürülmesi ve bunun sonucu olarak işten atmalarla sosyal hak gasplarının devamı; bütün bunlar, emekçilerin sermaye ve hükümet politikalarına güvensizliğinin artmasının etkenleri oldular. Henüz birbirleriyle birleşme gücü ve yeteneği gösterememekle birlikte, işçi ve emekçilerin çeşitli protesto eylemleri; semtlerde, fabrika, işletme ve kurumlarda gelişen mücadele eğilimi, hareketin yükselişe yol alacağına işaret ediyordu. Hareketin gelişimi ve mücadelenin seyrini doğru belirleyen egemen sınıflar ve politik-askeri temsilcileri, “henüz yol yakınken” önlem almaya ve tekelci siyasal gericiliği yoğunlaştırmaya yöneldiler.
Diğer önemli neden, Kürt sorunu merkezli gelişmelerdi. Kopenhag Kriterleri’ kapsamında dil ve kültür alanındaki göstermelik iyileştirmelere karşın, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana devam edegelen devlet ve hükümet politikasının Kürt ulusal varlığının reddine dayanması; ulusların ve dillerin tam hak eşitliği talebinin silah zoru ve asimilasyon çabalarıyla karşılanması, geçmiş dönemlerden de ağır olmak üzere, egemen sınıflar ve politik-askeri temsilcileri açısından açmazı derinleştirmiştir. Bu tutum ve “tek ulus” anlayışını sürdürme çaba ve isteği ise, “Türkiye’nin Kürt Krizi”ni giderek ağırlaştırmıştır. Ülkede, bölgede ve uluslararası alandaki gelişmeler, bölge ülkelerinin ilişkilerinde değişime yol açmış, inkarcı-şoven politikanın değişmesi zorunluluğu daha belirgin biçimde ortaya çıkmıştır. Bugün, artık göstermelik iyileştirmelerle durum idare edilemiyor. İnkar ve baskı politikasının büyük sermaye ve hükümetlerini açmaza düşürmesi, sermaye güçlerinin “tek ses vermesi”ni giderek zorlaştırıyor. Soruna her taraftan “el atılıyor”; emperyalist burjuvazi, sorunu istismar etme ve kullanma politikası izliyor ve tüm bu baskılanma, egemenlerin iç ilişkilerinde gerginleştirici ve kısmi söylem ve tutum farklılığına sürükleyici bir rol oynuyor.
Generaller, bütün bu gelişmelerin “ulusal güçlerin bir yeni konsensüsünü zorunlu kılacak yeni bir durum yarattığı” anlayışından hareketle, “Kopenhag Kriterleri”yle uyum çerçevesinde yapılmış yasal değişiklikleri geçersizleştirecek ve başta “TMY” olmak üzere, “güvenlik güçlerinin ellerini güçlendirecek ve yetkilerini artıracak” yeni düzenlemeler istiyorlar. Onların bu girişimi, güçlendirilmiş ve takviye edilmiş militarist aygıtın toplum üzerindeki denetimini artırmayı ve yedeklenebilir tüm güçleri yedeğe almayı hedefliyor. “Uluslararası terör olgusu” ve “bölücü terör tehdidi” söylemiyle de, bunu bir toplumsal kabul zırhına kavuşturmak istiyorlar. 

“BİR MERKEZDEN YÖNETİLMİŞ GİBİ”!
Generallerin “TSK… cumhuriyetin temel niteliklerini ve devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü canı pahasına koruma ve kollamaya devam edecektir” söyleminin yoğunluk kazandığı dönemler, bugüne kadar, esas olarak “asker”in politikada ve ülke yönetiminde ağırlığını daha fazla hissettirdiği ve egemen sınıflarla ezilen-sömürülen sınıfların ilişkilerinde belirleyici güç olarak öne çıkmaya yöneldiği dönemler olageldi. MGK’nın 2005 Ağustos’unda yayınladığı bildirisinde, “Anayasa’da Cumhuriyetin niteliklerinin belirtildiği ve devletin temel amaç ve görevlerinin sayıldığı” belirtilerek, ve “Cumhuriyet hükümetlerinin öncelikli hedefi, Anayasa’da öngörülen görevleri yerine getirerek bu amaca ulaşmaktır. Ulusun bağımsızlığı ve tümlüğü ile ülkenin bölünmezliğinin korunarak bu hedefe ulaşacağı da kuşkusuzdur” denilerek hükümete yapılan “hatırlatma” da, ancak generallerin yeni bir hamlesi olarak anlaşılabilir. Generaller, gelişmeleri, egemen sınıfların iç ilişkilerindeki yıpranmışlık ve gerginliklerle birlikte değerlendirerek, sermaye güçlerini yeniden toparlamanın dayanağına dönüştürmeye soyundular. Genelkurmay Başkanı Özkök, 1 Temmuz 2005’te, Başbakan Erdoğan’a “5 saatlik bir brifing” vererek, yapılmasını istedikleri yasal değişiklikleri  sıraladı: En önemli isteklerinden biri, “terörizmle güvenlik ve istihbaratın yanı sıra, ekonomik, sosyal ve ve psikolojik boyutlarıyla topyekün mücadele etmek üzere doğrudan Başbakan’a bağlı yeni bir terörle mücadele merkezinin kurulması”ydı. Ardından, İkinci Başkan İlker Başbuğ, “ihtiyaca cevap verecek yeni bir terörle mücadele yasası çıkarılarak güvenlik kuvvetlerinin yetkilerinin artırılmasını, örgütle bağlantısı olanlar, örgüte destek sağlayanlar, örgütün propagandasını yapan kuruluş, kişi ve sivil toplum örgütleriyle mücadele edilmesi”ni; “örgüte yandaş medyanın rahatça yayın yapması ve dağıtımının önlenmesi”ni, Başbakanlık’ta bununla görevli “ortak’ bir koordinasyon merkezinin kurulması”nı, muhalif basına yaptırımların artırılmasını, “Kürt aydını” gibi kavramların kullanılmasının yasaklanmasını, genel affın sözünün dahi edilmemesini, genelkurmayın tutumu olarak açıkladı. Adalet Bakanı ve “Hükümet Sözcüsü” Cemil Çiçek de, “TSK bir istesin milletimiz milyon versin” sözleriyle hükümetin tutumunu açıkladı. Hükümet tarafından ‘ivedilikle’ gündeme alınan bu ‘yeni siyasal-hukuki’ düzenlemelerle, yasal dayanağı da hazırlanarak, ‘kişi hürriyeti’ ve toplumsal yaşamın daha sıkı kontrole alınması; iletişim araçlarının tam denetimi, birey bilgilerinin depolanması (“fişleme”), söz, basın ve örgütlenme özgürlüğünün daha fazla sınırlanması, “Terörle Mücadele Yasası”nın kapsamının genişletilerek, muhalif tüm kişi ve kesimlerin “terör örgütü üyesi” muamelesi görmelerinin yolunu açacak düzenlemeler gündeme getirildi. Emekçi kitleleri hedefe koyan bu “yeni önlemler”in, kitlelerin tepkisiyle karşılaşmasını önlemek için de, bunlar, “PKK’ya” ve “teröre” karşı önlemler olarak gösterilmeye çalışıldı..
Generaller, “teröre karşı mücadelenin ulusal düzeyde olması gerektiği”ne dikkat çekerek, ‘linç eylemleri’ için işaret fişeği attılar. Devletin başlıca kurumlarından biri olmakla kalmayan, en önemli kurumu da olan “ordu” adına, üst askeri yönetim tarafından yapılmış bu “ulusal çapta mücadele” çağrısı, sonuçları açısından değerlendirildiğinde, sermaye ve gericiliğin altından kalkamayacağı bir “ulusal boğazlaşma”yı tetikler özellikteydi. Nitekim, öyle bir hava oluşturuldu ki, “yüz yıllardır bir arada yaşadıkları” kabullenilmesine rağmen, ve gerçekte halk olarak birbiriyle uzlaşmazlıkları bulunmayan Kürtler ve Türklerin ilişkilerinin dinamitlenmesine hizmet eden linç olayları gündeme geldi. Fındık toplayıcısı Kürt kökenli emekçilerden biri Düzce’de öldürüldü. Trabzon Maçka, Ayvalık-Cunda, İzmir-Seferihisar olayları, bu çağrılar sonrasında gerçekleşti. Linç girişimleri, toplu silahlı saldırılar, sermaye basınında linç mantığını güçlendiren kesintisiz kampanya, DEHAP’lılara soruşturma, yöneticilerine yurtdışı yasağı ve haftada bir polise bilgi verme zorunluluğu getirilmesi, Batman-Beşiri’de halkın üzerine ateş açılması, MGK’nın Ağustos bildirisinde yer alan tehditli “görev hatırlatmalar”; komuta kademesindekilerin görev devir teslimi sırasında yaptıkları açıklamalar, “barış ve silah bırakma” çağrısı yapan aydınların “terör işbirlikçileri” olarak gösterilmeleri, general Tolon’un emekliye ayrılırken yaptığı “üniformamı çıkarır savaşa katılırım” açıklaması vb., bütün bunlar, generallerin hareket zeminini güçlendirirken, Kürt karşıtı linç mantığı ve eylemleri için de alanı genişlettiler. Kürt kökenlilere karşı, “vurun PKK’lıya” sloganlarıyla, kitlesel saldırılar düzenlendi. Sermaye basını, yürüttüğü Kürt düşmanı şoven kampanyayla, bu eylemleri körükledi. Kontra örgütlerin taşeronluğunu yapan “ülkücü-milliyetçi” ve “Kızılelmacı” güçler, ipi koparmış olarak saldırıya geçtiler. Özel harp taktiklerini anımsatan saldırı biçimleri yeniden gündemleşti. Kitle psikolojisini ırkçı-faşist politikalar yararına yönlendirme girişimleriyle, 6-7 Eylül 1955’te “Atatürk’ün Selanik’teki evi bombalandı” söylentisiyle Rum ve Ermenilere yönelik kitlesel saldırı kışkırtmasında ve “komünistler cami yakıyor” yalanıyla Maraş ve Çorumda örgütlenen katliamlar benzeri eylemler için zemin yaratıldı.* (*dipnot: Elli yıl sonra ve sözde ders çıkarma iddiasıyla 6-7 Eylül vahşeti ve yağmasını gösteren fotoğrafların sergilendiği salonunu “Türkiye Türk’tür Türk kalacaktır” sloganlarıyla basan “milliyetçi-ülkücü” çetelerini, BBP Genel Başkanı M. Yazıcıoğlu “böylesi bir dönemde susarak evimizde mi oturacağız” diyerek destekledi. “Ya sev ya terk et” çığlıklarıyla saldıran faşist gurupların saldırılarını, “vatandaşın sabrı taşıyor, duyarlı vatandaşlar tepkilerini ortaya koyuyorlar” diyerek teşvik edenlere, Baykal ve diğerleri de katıldılar.)
Sermaye gazetecileri, “Kürtlere ayrıcalık tanındığı ve bir Türk sorunu yaratıldığı” yönünde sansasyonel yalanlarla olayları kızıştırdılar.* (dipnot: E. Özkök, Demirel’in bir konuşmasında parlamentoda “200 Doğu kökenli milletvekili” bulunduğundan söz etmesini, “Eğer bu kelimeler ‘Kürt kökenli’ anlamına geliyorsa, Türkiye’nin temsil yapısında çok ciddi bir çarpıklık var demektir… Demek ki Türkiye’nin ‘Doğu kökenli’ insanları, sahip oldukları nüfus ağırlığının iki katından fazla bir temsile sahip” diyerek, açıkça provokasyona baş vurmaktadır. Demirel ya da Özkök veya başkaları, bu “Doğu Kökenli”lerin, örneğin Kürt değil, ama Türk milletvekilli olarak orada bulunduklarını, aralarında, Kürtlere karşı, inkarcı olmakla kalmayan, imha eylemleri düzenlenmesinde özel bir rol da oynayan Amerikancı Kürt kökenli ve fakat Türk ırkçısı kişilerin bulunduğunu da elbette biliyor ve bilinçli bir taktikle görmezden geliyorlar.)
Ancak bu kez, ırkçı-faşist provokatörleri Kontrgerilla talimnamesinde öngörülen “kaideler”e göre seferber edenler açısından da, altından kalkamayacakları bir kaosa doğru sürüklenme ihtimali daha güçlü olarak gündeme gelmişti. Bunun üzerine, “ortamın gerilmesi”nden ve Türk-Kürt karşıtlığından yarar umanlar; bunu, sermaye güçlerinin toparlanması ve sermayenin karşı saldırısını güçlendirmek için kullanmak isteyenler, tekellerin basın sözcüleriyle birlikte, “Türk-Kürt çatışması yönünde tehlike çanlarının çalması”ndan ve “felaketin büyüklüğü karşısında tedbirli olma ihtiyacı”ndan söz etmeye başladılar. Toplumun linç psikolojisine sürüklenmesi için her yolu deneyenler, “sorunun güvenlik güçlerinin görev alanından çıkarak, toplumun kendini güvenlik organlarının yerine koymasına doğru genişlediği” söz etmeye ve “büyük bir felakete yol alındığı” vaazına başladılar. Ortada, her yandan dökülen bir ikiyüzlülük vardı.

GENERALLERİN KIŞKIRTTIĞI TEHLİKELİ GİDİŞ VE EMEKÇİLERİN SORUMLULUĞU
Linç eylemleri, devlet ve ordu adına Kürt karşıtı şoven çağrıların, çağrıcılarını da boğabilecek bir toplumsal depreme; bir ‘ulusal boğazlaşma’ya götürebileceği tehlikesini de açığa çıkardı. Milyonlarca, on milyonlarca Kürt-Türk emekçisinin birbirine karşı kışkırtılması, aradaki ilişkilerin iyice dinamitlenmesi, milliyet kökeninin ilişkilerin belirleyicisi durumuna gelmesi, şovenizm ve milliyetçiliğin günlük yaşama damga vurması; ülkeyi felakete götürebilecek bir patlayıcı stokuydu! Bunun başlıca ve baş sorumlusu da, burjuvazi ve emperyalizmin temsilci ve uşaklarıyla, onların yürüttükleri politika ve ideolojik savaştı.
Sermaye güçleri ve şoven gericiliğin büyük sermaye ve genelkurmay etrafında birleştirilmesini ve böylece işçi-emekçi hareketine ve Kürtlerin demokratik-ulusal talepleri etrafında gelişen mücadelesine karşı saldırı cephesinin güçlendirilmesini hedefleyen bu politik-ideolojik savaş, Türk ve Kürt emekçi kitleleri arasına nifak tohumları ekilmesinde yarar uman politikanın da ifadesiydi.* (*dipnot: Son gelişmeler, “bölücülük” suçlamasıyla Kürtlere karşı Türk ırkçılığını açıktan yürütenler ve “halkın farklı özelliklere sahip bir kesimini diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik eden”lerin cezalandırılması yönündeki yasaların, sistem savunuculuğuyla paramiliter güçler için geçerli olmadığını bir kez daha gösterdi. Linç eylemlerine girişenler ve bir eski Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın da yazarları arasında yer aldığı “Türk Solu” dergisi’nde, Kürtlere karşı açık düşmanlık çağrıları yapanlar takibata uğramadılar. Oysa hem linççiler göz önündeydi, hem de “Türk Solu” açıkça ırkçılık yapıyor ve Gökçe Fırat imzalı yazıda şöyle deniyordu: “Türk, Kürt dizisi izlemez. Kürtçe müzik dinlemez. Kürtçe müzik çalan barlara gitmez.Kürtçe konuşulan minibüse binmez. Kürtçe kaset satan dükkandan alış veriş yapmaz. Türk’ün damak tadı, Kürt yemekleri ile yer değiştirmektedir.  Türk’ü kebaba, lahmacuna mahkum eden anlayışla mücadele edilmelidir. …Her şeyden önce Türk üremelidir. Artan her bir Türk bebesi, bizi Ergenekon’dan çıkartacak bir kurtarıcıdır.” Ve eski Anayasa Mahkemesi Başkanı olarak Yekta Güngör de, “çocuklar tepkilerinde haklılar” diyerek bu ırkçılığı onaylıyordu.)
Generallerin “ulusun çıkarları” üzerine açıklamaları, emperyalist tekellerin ve ABD’nin politikaları ve yayılma çizgisiyle karşıtlığı değil, aksine anti emperyalizmin ve ABD karşıtı duygu ve tutumların, Kürtlere karşı şovenizmin güçlendirilmesi yönünde istismarını içermektedir. Generaller, ekonominin daha fazla talanı ve bağımlılık ilişkilerinin güçlendirilmesine yönelik hükümet politikasına ve ülkenin en temel sanayi işletmelerinin ve ülke tarımının ana bölümlerinin uluslararası tekellere peşkeşine herhangi itirazda bulunmadılar. İşçi sınıfı ve emekçilerden bu saldırılara karşı yükselen mücadele ise, karşısında, her zamanki gibi, onların “koruma ve kollaması”nı buldu. Irak işgalini gerçekleştiren ABD askerlerinin İskenderun limanında karşılaştıkları direnişin kırılmasında “asker”in doğrudan rolü, Kürt köylülerinin topraklarına düşen Amerikan füzelerini protesto eylemleri nedeniyle gözaltına alınmaları, işgal karşıtı eylemlere yönelik kuşatma ve saldırılar, birer örnektir. Genelkurmay Başkanı Özkök’ün dile getirdiği  “İller ve bölgeler arası gelişmişlik farklılıklarının giderilmesi için ekonomik, kültürel ve sosyal geliştirme çabalarının artırılması” istemi de, emekçilerin gereksinmelerini karşılama kaygısına değil, “terörle askeri mücadele”nin başarıyla sürdürülmesi için “cephe gerisi”nin sağlama alınması ihtiyacına dönüktür.

*   *   *
Olaylar, ülkenin ve emekçilerin yararına olmayan bir “etnik temelli çelişki keskinleşmesi”ne doğru gidildiğini gösteriyor. Sermaye ve emperyalizmin hizmetindeki askeri-politik kastın, siyasal gericiliği yoğunlaştırma; demokratik haklar mücadelesini terörle eşitleyerek etkisizleştirme ve gayrı meşru alana itme çabalarında artış var. Sermaye propagandası, Türk işçi ve emekçilerini, “PKK eylemleri ve asker cenazeleri” üzerinden Kürtlere karşı şoven inkarcı tutuma kazanmayı esas alıyor. Bu başarılabilirse, emekçi hareketine karşı daha güçlü bir konum edinilmiş ve hareketinin etkisizleştirilmesi olanağı daha fazla elde edilmiş olacak. Generaller, politik yönetim ve yaşama müdahalede ileri adımlar attılar. Ataklarını sürdürüyorlar. Önceki yıllarda yaptıkları türden ataklarla, konumlarını güçlendirecek biçimde, siyasal gericiliği yoğunlaştırma ve emekçilere karşı saldırı cephesini yeniden örme çabasındalar. Uluslararası alandaki ve bölgedeki gelişmeleri dayanak ediniyor, İngiliz ve öteki Avrupa ülkeleri yönetimlerinin anti demokratik siyasal düzenlemelerinden güç alıyorlar.
Gelişmeler bu yönüyle, işçi sınıfı, emekçiler ve onların ileri kitlesi için zorunlu ve zorlu bir mücadele dönemine işaret ediyor. Gericiliğin yoğunlaşan saldırılarını püskürtmek için tüm ezilenlerin birleşik mücadelesini geliştirme görev ve sorumluluğu artmış bulunuyor. Mücadelenin güç ve dayanakları ise mevcut. Eğer, işçi sınıfı ve emekçiler, örgütlenme, dayanışma ve mücadelelerine ve sermayeden bağımsız politika yapma tutumuna karşı bu girişimleri püskürtemezlerse, hareketlerinin, örgütlerinin ve mücadelelerinin daha fazla etkisizleştirilmesini önleyemezler.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑