11 Eylül saldırısından sonra ABD’den başlayarak Avrupa’ya yayılan “teröre karşı güvenlik önlemleri” ya da “ demokrasi ve güvenlik” başlığı altında yürütülen tartışmalar, ülkemizde de, yeni yasal hazırlıklarla birlikte daha yoğun tartışılmaya başlandı.
Tabii ki, her zaman olduğu gibi, burjuva propagandacılar kurnazlık yaparak, tartışmanın özünü geniş kitlelerin gözünden kaçırmayı bu tartışmada da başarıyor.
Burjuva propagandacılar bize şu soruyu soruyor: “Bir gün metroda trene binerken havaya uçmayı mı tercih edersiniz, metroya girerken üstünüzün aranmasını mı?” ya da “Kalabalık bir caddede yürürken patlayan bomba ile parçalanmak mı istersiniz yoksa telefonlarınızın dinlenmesini mi?” Tabii ki, soru böyle sorulunca, cevap, her zaman ikincinin tercih edilmesi biçiminde oluyor. Kim yolda yürürken havaya uçmak ister ki?
Burjuvazi, yukarıdaki demagojiyi sürekli kullanıyor. Konuyla ilgili binlerce film yapılıyor: Teröristler tarafından kaçırılan küçük bir çocuk öldürülecektir ya da teröristler çok kalabalık bir yere bomba koymuştur.. Bombanın patlamasına yarım saatten az bir süre kalmıştır.. Kahraman polis, çocuğu ya da insanları kurtarmak için, hayatını hiçe sayarak çılgınca mücadeleye girişir.. Bu arada pek çok kimseye işkence yapar, sayısız yasa ve kural çiğner, telefonlar dinlenir, evler basılır, sorgusuz sualsiz insanlar öldürülür.. Ve bombanın patlamasına iki saniye kala bombanın patlaması önlenir.
Burjuvazi elbette, böyle filmlere, seyirci heyecanlansın diye milyarlarca dolar yatırmıyor. 12 Eylül’ün faşist darbecileri dahi, darbeyi can güvenliği tesis etmek için yaptıklarını iddia ettiler. Ve daha sonra, bazı paşaların ve hükümet yetkililerinin itiraf ettiği gibi, can güvenliği ihtiyacı iyice artsın diye darbe öncesinde “güvenliği sağlamak” için fazla hevesli davranmadılar.
“Demokrasi ve güvenlik” tartışmaları sürerken ilginç olaylar da yaşandı. Örneğin ABD’de işkenceli sorgu için bir uçağın kullanıldığı ortaya çıktı. Guantonoma’da tutulan insanların ise, sıfatı bile belli değildi. Savaş esiri mi, tutuklu mu, mahkum mu? Çünkü, bu insanların, bu üç statüdekiler için uygulanması yasal olarak zorunlu olan hiçbir hakkı kabul edilmiyordu.
İngiltere’de patlayan bombalar da, her bombanın ardından “güvenlik” tartışmalarını gündeme getirdi. Daha doğrusu Blair Hükümeti, “güvenlik” lehine özgürlükleri kısıtlamak üzere yasal düzenlemeleri gerçekleştirmek için bombalardan yararlandı.
Ülkemizde ise, PKK’nin ateşkese son vermesini fırsat bilen egemen güçler “terör ve güvenlik” tartışmalarını başlattı.
En ufak bir demokratik iyileşme karşısında, “kahrolsun insan hakları”, “polis yakalıyor mahkemeler salıveriyor”, “yasalar hırsızdan, uğursuzdan yana” vb. sloganlarla karşı tutum alan egemen siyasi çevreler, bu kez de, “PKK ile mücadele için yetkilerimiz yeterli değil” gerekçesini öne sürdüler.
Hükümet, bazen “terörle mücadele için demokratik haklardan vazgeçemeyiz”, “terörle demokratik çerçevede mücadele edeceğiz” dedi, bazen ise “terörle mücadele için yasalarda ne gibi değişiklikler gerekiyorsa yapacağız”! Fakat hükümet birbirine zıt açıklamalar yaparken, Terörle Mücadele Yasası’na ekler yapmak için bir komisyon oluşturdu ve komisyon çalışmalarını sonuçlandırdı. Demek ki, hükümet’in “terör”ü demokratik çerçevede önleme sözleri her zamanki “demokratik yalanlarından” biriydi.
TMY’DE YAPILMAK İSTENEN DEĞİŞİKLİKLER
Terörle Mücadele Yasası’nda yapılması düşünülen değişikliklerle ilgili, gerek hükümet çevreleri gerekse komisyon üyelerinden bazıları ve “tedbir” isteyen çevreler, yasa taslağı adı verilen düzenlemeleri basına sızdırarak, “yoklama çekti”. Fakat, bu yoklamalarda basına sızdıran tedbirlerden hiçbiri, özgürlükler bakımından hayırlı düzenlemeler değildi.
Hazırlanan taslağı savunanlar sık sık İngiltere’ye atıfda bulunuyorlar. Yani, “demokrasinin beşiği İngiltere’de bile güvenlik için bazı özgürlükler kısıtlanıyor, onun için sesinizi fazla çıkarmayın” demeye getiriyorlar. Oysa, “demokrasi örnekleri” ABD ve İngiltere’de işçi sınıfı, siyah derili ve göçmenler gibi ezilenler için uygulamaların neler oluğu sık sık basının gündemine geliyor ve “beşik”in, demokrasi değil, halkları uyutmak için kullanıldığını anlamak güç olmuyor.
İngiltere, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin değiştirilmesi için girişimlerde bulunuyor. Altmış yıl önce kabul edilmiş bazı özgürlüklere dahi tahammül edemiyor emperyalist burjuvazi…
Genelkurmay, Emniyet, Jandarma, MGK, MİT, Yargıtay, Adalet Bakanlığı ve İçişleri Bakanlıkları temsilcileri ile iki akademisyenin yer aldığı 33 kişilik bir komisyonun hazırladığı taslakta, öncelikle, terör tanımının kapsamı genişletiliyor. Mevcut yasal düzenlemede Türkiye’deki ekonomik ve sosyal sisteme karşı eylemler “terör suçu” kapsamında değerlendirirken, yeni taslakta, “bir yabancı devleti yahut uluslararası bir kuruluşu her hangi bir işlemi yapmaya yahut yapmamaya zorlamak yahut ülkenin yahut uluslararası kuruluşun temel anayasal, siyasi, hukuki, ekonomik ve sosyal yapısını bozmaya” yönelik eylemler de “terör suçu” kabul ediliyor. Yani, yeni düzenleme kabul edilirse, ABD ya da İngiltere’nin Irak ve Afganistan işgaline karşı eylem yaptığınızda ya da ABD’deki emperyalist-kapitalist sistemin değişmesini istediğinizde “terörist” olmuş oluyorsunuz. IMF ve Dünya Bankası’nın, emperyalist dayatmacı kuruluşlar olarak adlarını da ağzınıza almayacaksınız, örneğin tarımı kötürümleştirmelerine, ülkenin tüm mali sistemini denetimleri altına aldıklarına, borçlar kıskacında soyup soğana çevirdikleri ve istediklerini yaptırdıklarına ilişkin laf etmeyecek ve protesto etmeyeceksiniz, yoksa yasa taslağı sizi “terörist” saymaktadır. Bu düzenleme iki sene önce olsaydı, belki de pek çok kişi “Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu terör örgütü” üyesi olmaktan yargılanacak ve beş yıl gibi hapis cezalarına çarptırılabilecekti. Şimdi hala pek çok kişinin aynı nedenle ya da “IMF karşıtı terör örgütü” üyeleri olarak suçlanıp cezalandırılabilecektir. Hatta, mahkeme kararlarına rağmen zehirle altın üretimi yapan şirketler de, pekala uluslararası kuruluşlardan olduklarından, Bergama ve Uşak-Eşme köylülerinin de, aynı gerekçeyle ve yine mahkeme kararıyla cezalandırılmaları da öngörülüyor demektir!
Tasarıda “terör örgütü”nün meydana gelebilmesi için iki kişi yeterli sayılıyor. Böylece DGM’lerde görülen davalarda avukatların hakimlerle yıllarca sürdürdüğü “terör örgütü mü değil mi” tartışmasına yeni bir boyut getiriliyor.
3713 sayılı terörle Mücadele Yasası yürürlüğe girene kadar, bir eylemcinin eğer “yasadışı örgüt”ün üyesi olduğuna dair aleyhine somut bir kanıt yoksa, o eylemci, sadece eyleminin ihlal ettiği ceza hükmü nedeniyle cezalandırılırdı. Terörle Mücadele Yasası ile, örgüt üyeliği kanıtlanamayan eylemcileri de cezalandırmak için, muğlak bir “terör” ve “terör örgütü” tanımı getirildi. Buna dayanarak, “yasadışı bir örgüt”e üye olduğu kanıtlanamayan da, ekonomik ve siyasal sisteme karşı eylem yaptığı varsayılarak, “terör örgütü üyesi” olarak cezalandırılabiliyordu. “Terör örgütü üyesi” olmanın cezası “yasadışı silahlı örgüt üyesi” olmaktan daha az olduğu için, son beş yıl içinde DGM’ler bu işe yeni bir çözüm getirerek, ceza arttırıcı kararlar vermeye başladılar. İlk adım, Yargıtay tarafından atılmıştı. Yeni uygulamaya göre, bir kişi “yasadışı silahlı örgüt üyeliği” kanıtlanamasa bile, işlediği eylem böyle bir örgüte yarıyor ise, örgüt üyesi olmadığı halde, örgüt üyesi gibi cezalandırılıyordu. Yani, cezası birden, bir yıldan on beş yıla çıkartılıyordu. Bu durum, yeni TCK ile resmileştirildi. “Böyle şey olur mu” dediğiniz düzenleme, yasa maddesi olarak TCK’ya konuldu. Artık “yasadışı silahlı bir örgütün üyesi” olduğunuza dair bir kanıt olmasa da, eyleminiz (örneğin molotof kokteyl atma, “yasadışı gösteri”ye katılarak cam çerçeve kırma vb.) örgüte yarar sağlıyor ise, örgüt üyeliğinden cezalandırılıyorsunuz. Şimdi, yeni TMY Taslağı’nda, bu mantık, “terör örgütü” için de uygulanıyor. Yani, “terör örgütü” üyesi olduğunuza dair bir kanıt olmasa da, eyleminiz “terör örgütü”ne yarıyorsa, “terör örgütü” üyesi gibi cezalandırılıyorsunuz. Örneğin, Irak’ta işgale karşı çıkanlar “terör örgütü” sayılıyorsa, siz “Irak’ta savaşa hayır” mitingine katılıyorsanız, bu mitingin duyurusunu, el ilanını dağıtıyorsanız, “terör örgütü” üyesi kabul ediliyorsunuz. Ve yeni taslakta, “terör örgütü” yararına bir eylemden (örneğin bildiri dağıtma, mitinge katılma vb.) cezalandırılıyorsanız, cezanızın ½ oranında arttırılması öngörülüyor.
Tabii ki, “terör” tanımının genişletilmesi ve eylem kavramının muğlaklaştırılması, “fikir suçu”nun da bir terör suçu olarak cezalandırılabileceği olasılığını gündeme getiriyor. Nitekim, bu konuda gazetelerde bazı örnekler verildi. Öcalan ve İmralı koşulları hakkında haber ve köşe yazısı yazmak, terör eylemi olarak değerlendirilebilir bu taslağa göre.
Mevcut TMY’nda ünlü bir 6. madde var. Eğer işkence yapan bir polis, yargısız infaz yapan bir subay vb. hakkında bir haber yaparsanız, “terörle mücadelede görev alan kişinin ismini yayınlamak” suçundan, gazetenin yazıişleri müdürü ve sahibi yüksek para cezalarına çarptırılıyor. Hatta, bu uygulama bir ara öyle bir hal aldı ki, İçişleri Bakanı ya da Adalet Bakanı’nı eleştirmek bile bu kapsamda değerlendirildi. Düzenlemenin gerekçesi, “terörle mücadele edeni hedef gösteriyorsunuz” idi. Peki, Adalet ya da İçişleri Bakanı herkes tarafından bilinir ve “terörle mücadele” ile doğrudan bir ilişkileri bulunmazken, “hedef gösterme suçu” nasıl oluşuyordu? Onu yargıçlar bilirdi! Fakat, demek ki, böyle bir garabet ile de yetinilmiyor; yeni tasarıda, “hedef gösterme suçu”na para cezasının ötesine geçilerek, bir seneden üç seneye kadar hapis cezası da öngörülüyor. Yine gazeteciler cezaevlerine doldurulacak anlaşılan!
Mevcut TMY’de, PKK’nin yöneticilerinden birinin açıklamasını yayınladığınızda, yine ünlü 6. maddeye göre, “örgütün bildirisini açıklamak suçu”nu işliyor ve para cezasına çarptırılıyordunuz. Yeni tasarıda, bu suçun kapsamı da genişletiliyor: Artık örgütün bildirisini yayınlamak değil, “sempati” bile suç oluyor. Tasarı maddesi şöyle: “Örgütü veya örgüt yöneticisini veya üyelerini kamuoyunda hoş göstermeye yönelik yayın yapanlara bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası…” Hoş göstermek nedir? Örneğin terör örgütü yöneticisinin fotoğrafını basarken, suratına kalemle bıyık ve sakal mı çizmek gerekir? Yoksa hiç fotoğraf basılamayacak mı?
Tasarının 7. maddesinde: “Terör örgütünün meşru amaçlar için çalıştığı ve eylemlerinin mazur karşılanması gerektiği yönünde kanaat oluşturmaya yönelik faaliyet” yapanların, örgüt üyesi olup olmadığına bakılmaksızın, 6 aydan 3 yıla kadar hapisle cezalandırılması öngörülüyor. Bu taslak yasalaşırsa, muhtemeldir ki, sadece Irak’ta ABD işgaline karşı direnen direnişçileri kötüleyen haberler yapılabilecektir. Öyle ya, yeni “terör” tanımına göre, Irak direnişçileri de “terörist” tanımına giriyor. Hatta, Filistinli direnişçiler de…
Tasarının 8. maddesi ise daha da tehlikeli; başlığı, “terörün finansmanı”. Bu maddeyle, “terör örgütü”nün faaliyetlerinde kullanılmak amacıyla “fon sağlayanlar”a, 1 yıldan 5 yıla kadar hapis cezası verilecek. Bu düzenleme iki üç sene önce yürürlükte olsaydı, Haber-İş İstanbul 1 No.lu Şube yöneticileri ve sendika üyeleri muhtemelen cezaevinde olacaktı. Çünkü onlar, Filistin’de mücadele eden direnişçiler için işçilerden para topladılar ve Filistin’e gönderdiler. Al sana yeni TMY Taslağı’na göre “dört dörtlük bir suç”! Ya Çeçenler için Taksim’de stant açıp para toplayanlar? Onlar belki, gemi kaçıran ve otel basan “iyi teröristler” gibi cezalandırılmazlar, ama bu tasarı yasalaşırsa, birine borç vermek bile çok tehlikeli bir iş olabilir.
Tasarının 10. maddesi ise, “soruşturma ve kovuşturma” usullerini düzenliyor. Yani bu bölüm, “ancak” bölümü. Hani, Anayasa ve yasalarda bazı özgürlükler sayılıp, altına da, “ancak” denildikten sonra eklenenlerle sözkonusu özgürlük kullanılmaz hale getirilir ya, işte öyle bir şey. Bu 10. maddede de, AB’ye girmek için yapıldığı söylenen sözde bütün iyileştirmeler ortadan kaldırılıyor. Yani, gözaltına alındığınızda yakınlarınıza haber verilmesi, sanığın avukat huzurunda ifadesinin alınması vb. 24 saatliğine askıya alınıyor. Yani, “kahraman polis”, “teröristi konuşturmak için” 24 saat içinde yapacağını yapacak! İşkence serbest, belki gözaltında kaybetme vb. de…
10. madde, avukatın savunmasına da sınırlama getiriyor. “Terör sanığı”nı sadece bir avukat savunabilecek, soruşturma sırasında dosyadaki delilleri izlemek yasak ve avukatın “terörist”e yardım ettiğinden şüphelenilirse, avukatın zanlıya vereceği belgeler yasaklanabilecek, herhangi bir şey vermesi engellenebilecek. “Kabak”, her zamanki gibi, avukatların başına patlıyor! Çünkü, bu kafa, bu faşist zihniyet, oldum olası savunmadan ve avukattan hoşlanmaz. Bu kafaya göre, avukat sanığın “suç ortağı”dır. Böyle düşünenler, hatta bazen düşüncelerini açığa da vuranlar, ne hikmetse, emekli olup avukatlığa başladıklarında, kesinlikle siyasi bir davaya girmezler, ama hepsinin en muteber müvekkilleri uyuşturucu kaçakçılarıdır!
“Terörle Mücadele Yasası” taslağı yine bir tercihini açıkça ortaya koyuyor. Tasarının 15. maddesinde, “terörle mücadelede görev alan istihbarat ve kolluk görevlilerinin, görevlerini ifasından doğduğu iddia edilen suçlardan dolayı yapılan soruşturma ve koğuşturmalarda bizzat kendilerinin belirlediği 3 avukatla temsil edilebileceği ve bu avukatlara da avukatlık ücret tarifesine de bağlı olmaksızın yapılacak ödemelerin bu görevlilerin bağlı oldukları kurumların bütçelerine konulacak ödenekten karşılanacağı” belirtiliyor. Yani işin Türkçesi şu: “Terörist” olduğu iddiası ile yakalanan bir kişiye 24 saat avukat hukuki yardımda bulunamayacak, 24 saat sonra Baro’dan atanacak ve yüz YTL civarında ücret alacak olan bir avukat hukuki yardımda bulunacak; ama bu kişiye işkence yapan, işkence sonucu ölümüne neden olan bir polis, istediği üç avukatı talep edebilecek, bu avukatlar ne kadar ücret isterse, bu ücreti İçişleri Bakanlığı ödeyecek. Böyle olunca, hangi polis işkence yapmaz ki? Tasarının bir diğer fıkrasına göre ise, işkence suçundan yargılanan polis tutuksuz yargılanacak. Buyrun size işkenceye bir başka teşvik…
“BETERİN BETERİ VAR!”
Yukarıdaki düzenlemeler, “daha demokratik” olarak tanıtılan taslağa ait. Basındaki haberlere göre, askerler daha sert bir taslak önermişler. Buna göre; OHAL uygulaması bütün Türkiye için ve sürekli uygulanır hale getiriliyor. Örnekler:
– “Terör önleme yakalaması” diye bir şey icat etmişler. Güvenlik güçleri, şüphelendiklerini, hakim kararı olmadan, 12 saat gözaltında tutabiliyor.
– Güvenlik güçleri, şüphelendikleri durumda, amirlerinin emri ile istediği konut, işyeri ve eklentilerini arayabiliyor. Aramadan sonra mahkemeye başvuruluyor ve mahkeme, bitmiş arama için karar veriyor.
– Yine şüphe üzerine, çeşitli tedbir kararları uygulanıyor. Bu tedbirler, bir meslek ya da sanattan men etme, bazı madde ve malzemenin edinilmesinin engellenmesi, iletişim olanaklarının kısıtlanması, bir yerde bulunmanın yasaklanması, belli bir yere ya da bölgeye giriş çıkışın yasaklanması, seyahat özgürlüğünün kısıtlanması, pasaport-sürücü belgesi vb. belgelere el konulması, zorla parmak izi, DNA vb. izlerin alınması ve tahlillerin yapılması, belirli aralarla güvenlik kuvvetlerine bilgi verilmesi…
Bu tedbirler, güvenlik güçlerinin amirleri tarafından uygulanmaya başlandıktan sonra, hakime durum bildiriliyor, hakim, 48 saat içinde karar veriyor. Devam ya da tamam! Hakim devam derse, tedbirler üç aya kadar uygulanabiliyor. Tam sıkıyönetim uygulaması. Bu tedbirler, OHAL’de bile yoktu. Eğer, ölümü gösterip sıtmaya razı etme taktiği güdülmüyorsa, askerler bu düzenlemeleri gerçekten önerdilerse, “demek ki, askerler 12 Eylül’ü bir türlü unutamıyor, sürekli kafalarında ve gönüllerinde yaşatıyor” demekten başka söylenecek şey yok.
HEDEF ÖZGÜRLÜKLER
Her zaman olduğu gibi, özgürlükleri kısıtlayan yeni yasa tasarısında da, en çok, ifade özgürlüğüne, basın özgürlüğüne ve örgütlenme özgürlüğüne karşı saldırı planlanıyor. Yukarıda değinilen örneklerden de görüleceği gibi, Taslak’ta öngörülen “tedbirler”in hiçbiri, “patlayan bombaları”, “terör”ü önlemeye yönelik “tedbirler” değil.
“TMY” Taslağı ile getirilmeye çalışılan önlemler yanında, bir de, uygulanan tedbirler var. Bütün bankalar, resmi kuruluşlar ve pek çok özel kuruluşun yanı sıra kentlerin pek çok bölgesinde elektrik direklerine kameralar konuldu. Her hareketimiz gözetleniyor. Bir zamanlar, sosyalist sistemi eleştirmek için Orwel’in yazdığı 1984 isimli romanda anlatılanlar, şimdi gerçek oluyor. Ama, bu “büyük gözaltı” sosyalist sistem tarafından değil, kapitalizm tarafından uygulanıyor. Sadece gözetlenmekle kurtulamıyoruz bu büyük gözaltından, aynı zamanda dinleniyoruz. Bütün telefon konuşmalarımız dinleniyor. Yasalar çıksa da, yasalarla yasaklansa da, dinlemekten bir türlü vazgeçmiyorlar. En sonunda, özel bir yasa çıkardılar. Bir mahkemenin yetkisi ve kararı ile bütün Türkiye’de herkes (tabii her zamanki gibi askerler hariç) dinlenebilecek. İnternet yazışmalarımız da denetleniyor. Fakslarımız da öyle…
Peki, pek özgürlükçü AB ne diyor bu TMY Taslağı hakkında? Adalet Bakanı ve Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek, bir Bakanlar Kurulu toplantısının ardından, yukarıdaki soruya şöyle yanıt veriyor: “AB, bize müzakere tarihi vermek için altı temel yasada değişiklik yapılmasını istedi. Biz de bu değişiklikleri yaptık. AB’nin bizden istediği başka yasal düzenleme yoktur.” vb. vb..
İngiltere’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin değiştirilmesi için girişimlerde bulunduğuna bakılırsa, AB’nin, AKP tarafından hazırlanan “TMY” değişikliklerine de itiraz etmeyeceğini tahmin etmek zor değil.
Hükümet cephesinde yapılan hazırlıklar iyi değil. “Terörle Mücadele Yasası” değil, sanki “demokratik hak ve özgürlüklerle mücadele yasası” hazırlanıyor. Ama “Terörle mücadele” denen şey de zaten bu değil mi?
NE YAPMALI?
TBMM’den beklenecek bir şey yok. Sözde ana muhalefet partisi CHP, AKP’yi daha sert “tedbirler” almamakla eleştiriyor. DYP Genel Başkanı Ağar, “Bin Operasyon” günlerini hatırlatıyor.
Tabii, akla ilk olarak, DİSK’in yetmişli yıllarda DGM’lere karşı yürüttüğü mücadele geliyor. Gerçi, DİSK son zamanlarda patronları seviyor, Kürtleri sevmiyor, mitingleri baltalıyor vb. Ondan fazla bir şey beklememeli, ama “terör” bahanesi ile hak ve özgürlükleri kısıtlama girişimini boşa çıkaracak en başta gelen güç de yine işçi sınıfı. KESK, “TMY”ye karşı mücadeleyi kendisinin sorunu olarak görüp davranmak durumunda. TMMOB, tek tek sendikalar ve diğer emek örgütleri de. Başta işçi sınıfı olmak üzere, halkın birleşik mücadelesi ile karşı çıkılmazsa, bu yasa da diğerleri gibi geçecek ve gazeteciler, ilericiler, demokratlar cezaevlerine doldurulurken, “bu yasaya karşı ne yapabiliriz” diye dövünmek zorunda kalacağız. Öte yandan, bir aydan kısa bir süre içinde çıkarılacak yasayı engellemek için, bu kadar kısa süre içinde işçi sınıfını, emekçileri ve emek örgütlerini harekete geçirmek ve bir birleşik mücadele örgütlemek kolay değil. Ancak tek geçerli olan da bu.
Hak ve özgürlüklerin kısıtlanması en çok işçi sınıfının ve emekçilerin mücadelesini engelliyor. Bu nedenle, en başta işçi sınıf,ı sadece işi ve ekmeği için değil, özgürlüğü için de mücadele etmek durumunda. Özgürlükleri kazanmadan iş ve ekmek için mücadele etmek kolay olmadığı gibi, geri kalan toplumsal güçleri harekete geçirmek de işçi sınıfının üzerine düşüyor.
En önemli görev, ileri işçilerin, mücadeleci sendikacıların, sınıfın devrimci partisinin sırtında: Sınıfın ve halkın talepler üzerinden mücadeleye seferber edilmesi ve şurada burada ortaya çıkan yerel mücadele ve direnişlerin birleşik bir mücadelenin bileşenlerine dönüştürülmesi için sorumluluk üstlenmek.