İçinde bulunduğumuz yılda politika sahnesine iddialı bir biçimde yeni bir “özne” katıldı. İddiası, en az öncüsü TKP’ninki kadar. Adı, “Yurtsever Cephe”.
TKP ile bu “cephe” arasındaki ilişki, “cephe”nin kendisi tarafından “öncülük” ilişkisi olarak tanımlandığından, bu iki örgütü ve yaklaşımlarını bir arada ele almak yanlış ya da sakıncalı olmayacak.
OLUMLU BİR YÖNELİM
TKP, bilinir, “aşırı ortodoks” Marksizmi* benimser. “Kitabı”nda “sosyalizm”den başkasına uzun süre yer vermemiştir. Örneğin demokrasi ve demokrasi mücadelesi, bu partiye göre, burjuva karakteri nedeniyle hem dışlanmış hem de aşağılanmıştır. Kesintisiz sosyalizme bağlanan, proleter devrimle içiçe geçmiş bir süreç olarak demokratik devrim bir yana, bizzatihi demokrasi mücadelesi dahi, gereksiz olduğu kadar bir saptırma olarak düşünülmüş ve düzen-içilikten çok burjuva gericiliğin unsuru olarak değerlendirilmiş ve yadsınmıştır.**
Buradan bakıldığında, 2005 yılı içinde TKP’nin geldiği anti-emperyalizmin savunulması ve devrimin üzerinden gelişeceği bir “kanal” olarak ele alınması pozisyonu, – teorik yaklaşımında olmasa bile– tutum belirlemesinde bir farklılaşma ve ilerlemeyi belirtmektetir.
Dış koşulların, belirli uluslararası ilişkilerin etkili olduğu anlaşılan TKP’nin bugün kısa sürede ulaştığı anti-emperyalist görevlerin görev bilinmesi yaklaşımı, bu nedenle olumludur. Gerçi TKP bu yaklaşımı benimsedikten sonra, demokrasi ve demokratik görevler konusunu yeniden ele almamıştır; ve kuşkusuz demokratik görevler ve demokrasi mücadelesi sorununun da aynı yaklaşımla ele alınması gerekli olacaktır.
Bundan sonrası “ikincil” önemdedir: İkisini birbirine bağlayarak içiçe geçmiş süreçler olarak ele alma durumunda olan devrimci proletarya, hangisine öncelik verecektir? Sosyalist devrim mi, anti emperyalist demokratik devrim mi?
Türkiye somutu bir tarafa bırakılarak teorik olarak konuşulduğunda, verili kapitalist gelişme koşullarında, iki şey olanaklıdır: Ya anti-emperyalist demokratik devrimin gerçekleştirilmesi üzerinden işçi sınıfı kesintisiz olarak sosyalist devrime yönelecektir ya da sosyalist devrim, henüz tamamlanmamış anti-emperyalist demokratik görevleri geçerken çözecektir. Birinci ya da ikinci seçeneğin tayin edici ölçütü tektir: İşçi sınıfı iktidarı tek başına almaya güç yetirdiği koşullarda bunu yapacak, ve seçenek, geçerken anti-emperyalist demokratik görevleri de yerine getirecek bir sosyalist devrim olacaktır. İşçi sınıfının tek başına iktidarı almaya güç yetiremediği koşullarda ise, zorunlu olarak kesintisiz geçiş seçenek olacak, öncelikle bir anti-emperyalist demokratik devrim ve işçi iktidarı yerine örneğin işçi-köylü iktidarı hedef ve gündem edinilecektir. Burada “zorlama”ya yer yoktur. Önemli olan, her koşulda kapitalizmin sınırlarının kabul edilmemesi ve anti-emperyalist demokratik görevler ve mücadelenin sosyalizme bağlanmasıdır. Her halükarda belirli bir toplumsal kapitalist gelişkinlik düzeyinde, işçi sınıfının iki seçenekten birinin gerçekleştiricisi olması durumunda, başka bir deyişle iktidara gelmeyi (kapitalist sistem içinde kalmayı kabullenmemesi ve burjuva diktatörlüğünü devirmeyi) hedeflemesi halinde, geriye, devrimin somut gelişme yolunun farklılaşması dışında sorun kalmamaktadır: İşçi sınıfı, ya tüm süreci damgalayarak kendi sosyalist devrimini yapacak ve bu arada tamamlanmamış demokratik anti-emperyalist görevleri tamamlayacaktır ya da yine sürece damgasını vurup belirli sosyalist görevleri de yerine getirerek, anti-emperyalist demokratik devrimin yöneticisi olacak ve başlıca küçük burjuvazi ile birlikte kendisini iktidara taşıyacak, iktidarda tuttuğu yere dayanarak sosyalizme yönelecektir.
Tüm gelişme olasılıkları açısından belirleyici olan, işçi sınıfının bağımsız örgütlenmesi ve kendisini egemen sınıf olarak örgütlemeye yönelmesinin yanı sıra, buradan çıkan, demokratik ve anti-emperyalist görevlerin sosyalist amaçlara bağlanması ve –doğrudan ya da kesintisiz olarak bağlanacağı– sosyalizm uğruna mücadelenin hizmetine koşulmasıdır. Bu, ya doğrudan burjuvazinin tasfiyesi mücadelesi ya da aynı zamanda, işçi sınıfı ile burjuvazi arasında bir hesaplaşmanın da arenası olacak anti-emperyalist demokratik alan ve mücadelede burjuvazinin tecridi sağlanarak, işçi sınıfı hegemonyasının gerçekleşmesi için mücadele anlamına da gelecektir.
ANTİ-EMPERYALİZMİN İÇERİĞİ
Görev edinmesi olumlu sayılmalıdır, ancak TKP’nin anti-emperyalist mücadeleyi ele alışı sorunlu görünmektedir.
TKP, gerçi, son bir-iki yılda”sosyalizm”i, dolaysız ve dolayımsız haliyle, soyutluğu içinde ve “her derde deva” olarak ileri sürmekten, işçi sınıfı ve emekçilerin, halkın her sorunu ve buradan türeyen talepleri karşısında genel bir “sosyalizm” propagandası yapmaktan, bu talepler için mücadeleyi ne politika alanına ne de sosyalizme bağlamadan, somut olarak nasıl bir yol izleyerek gelişeceğine dair bir fikir ve eylem geliştirmeden ve kendisini bu somutluk içinde mevzilendirmeden, sadece “sosyalizm” üzerine konuşmak ama başka iş yapmamaktan ileri doğru bir adım atma arayışına yönelmiştir. Yıllar sonra, emekçi yığınlar içinde mayalanan anti-emperyalizmin, anti-emperyalist mücadelenin önemini keşfetmiştir. Bugün şöyle söylemektedir: “Türkiye sosyalist devriminin taşıyıcı ekseni anti-emperyalist yurtsever mücadele olacaktır.” (TKP Merkez Komitesi Haziran toplantısından, 24 Haziran Komünist)
Karar cümlesinin yazılışından anti-emperyalist mücadele ve öneminin görece kalıcı nedenlere mi yoksa güncel koşullara mı bağlandığı pek anlaşılamamaktadır, ancak anti-emperyalizmin altının çizildiği de bellidir: “Türkiye sosyalist devriminin içinden geçeceği kritik kanallardan biri olan anti-emperyalizm ve yurtseverlik bugünkü dünya, bölge ve ülke koşullarında öne çıkmaktadır.” (TKP 2004 Konferansı Raporu, abç.)
Herhalde şöyle denmek istenmektedir: Anti-emperyalist mücadele genel olarak (güncel koşulların ürünü olmaksızın) sosyalizmin kanallarından biridir ve diğer kanallarla ilişkisi içinde, bugünün koşullarında öne çıkmaktadır ya da birincildir. Eğer anti-emperyalist mücadele üzerinden yürünecekse, bu, doğrudur.
Sorunun bu genelliğiyle teorik konuluşunda, sosyalist devrim mi anti-emperyalist demokratik devrim mi ikilemi ya da tartışması da ikincil plana düşmektedir. Sosyalizm perspektifinden, her halükarda, yüz yüze olduğumuz devrimci adım ister sosyalist ister anti-emperyalist demokratik karakterde olsun, anti-emperyalizm, devrimin başlıca yönlerinden biri, temel bir dayanağı durumundadır.
Ancak bu genelliğin yeterli olmadığı, olamayacağı ortadadır. Hangi içeriğiyle anti-emperyalizm ve nasıl bir anti-emperyalist mücadele, kimlerle ve dolayısıyla ne tür bir ittifaklar politikasıyla ya da ittifakların gereksiz olduğu türden mi gibi sorunların bu genellik içinde yanıtlanamayacağı ve anti-emperyalizmin somutlanmayı gereksindiği açıktır.
Örneğin K. Okuyan, “…çok açık bir biçimde kapitalizme karşı mücadele ile emperyalizme karşı mücadelenin örtüşmesi”nden söz etmekte ve eklemektedir: “Dönemin bir başka özelliği emperyalizme karşı mücadelenin doğrudan sermaye iktidarına yönelmesidir. Bilindiği gibi geçmişte bu konu, büyük ölçüde kuramsal bir bağlamda ele alınıyordu. Emperyalizme karşı mücadele ile kapitalizme karşı mücadele arasındaki ilişkiye dair stratejik tartışmalar yapılır. Buradan devrim modelleri çıkarılırdı. Bu tartışmada hep ‘sosyalist iktidar mücadelesi verilmeksizin emperyalizme karşı mücadele edilemez’ dedik; şimdi bunu yaşam açık bir biçimde doğrulamaktadır.” (Yurtsever Cephe Verileri, Komünist, 28 Temmuz)
Yaşam neyi doğrulamaktadır? Aynı yazısında Okuyan, özelleştirmeler karşısında işçilerin savunmaya yöneldiği anti-emperyalist içerikli “vatan satılamaz, … vatandır” tutumunu sözkonusu ederek “…yurtseverliğin orta sınıf eksenine yerleşeceğine dair beklentiler, beklenti sahiplerini ortada bırakarak boşa çıkmıştır.” demektedir. Anlaşılan, doğrudan sosyalist iktidarın hedeflenmeyişi, orta sınıf tutumu olmakta ya da ona denk düşmekte ve bu, işçilerin tutumlarıyla “boşa çıkarılmaktadır”!
Emperyalizme karşı mücadelenin sermaye iktidarına karşı yönelmesi, evet bir olgudur; ancak yalnızca “dönemin özelliği” olmaktan uzaktır.
Emperyalizmin, onun egemenlik ve bağımlılık ilişkilerinin ve dünya ölçüsünde saldırılarının kaynağı, tekellerdir, mali sermaye egemenliğidir. Ve üstelik Türkiye ve benzeri ülkelerde bu egemenliğe araçlık ve dayanaklık eden işbirlikçilerin egemenliği de, yine tekeller ve mali sermayedir. Kuşkusuz tekeller ve mali sermaye ve egemenliği çüreyen kapitalizme özgüdür. Dolayısıyla emperyalizme karşı mücadelenin nesnel olarak sermaye egemenliğine yönelmesinde şaşırtıcı bir yan olamaz. Ve bu, yalnızca güncel bir durum oluşturmaz, bütün bir emperyalizm dönemi açısından geçerlidir. Ancak sorun, buradan hareketle, her anti-emperyalist eylemin, kapitalizm karşıtı, sosyalist bir karakter taşımak zorunda olduğu kavrayışındadır. Örneğin tekeller ve mali sermaye egemenliğinden kalkarak, emperyalizmi hedef alan her türden eylemin zorunlu olarak sosyalist karaktere sahip olacağını ileri sürmek, tekelleri ve mali sermaye egemenliğini, tekelci kapitalizmi hiç anlamamak demektir. Bu, ya dünyayı tekelci kapitalistlerle işçi sınıfından ibaret saymak ya bu ikisi dışındaki sınıf ve tabakaların sınıf mücadelesi ve siyaset alanında kendi çıkarları doğrultusunda hiç rol oynamayacaklarını ve oynayamayacaklarını düşünmek ya da doğrudan doğruya bir dizi sınıf ve tabakanın kendi –son tahlilde sınıf niteliklerinin yansıması olan– politikalarıyla yer aldıkları/alacakları sınıf mücadelesi yerine kendi “doğruları”nı ikame etmek anlamına gelir. TKP’nin durumu daha çok bu sonuncusuna uygundur: O, kendisini işçi sınıfının yerine geçirdiği gibi, çıkarları emperyalizmle çelişen tüm sınıfların da yerine geçirmekte ve “ya böyle olur, ya hiç!” tutumunu geliştirmektedir!
Oysa, sosyalist olmayan anti-emperyalist eylem ve hareket kuşkusuz vardır, tarihte örnekleri çoktur, bundan sonra ortaya çıkmasının hiçbir engeli de bulunmamaktadır. İradeden bağımsızdır bu.
Neden?
Emperyalizm (ve işbirlikçileri) nesnel olarak yalnızca, bütünüyle kapitalizm ve sermaye egemenliği ile karşıtlık halindeki işçi sınıfını değil, ama örneğin köylülüğü, örneğin şehir küçük burjuvazisini, esnafı ve hatta kendisiyle tamamen birleşememiş orta sınıfı, tüccar ve sanayiciyi de baskılamakta ve ezmektedir. Emperyalizm, dünyanın yalnızca emek-sermaye olarak bölünmesi değildir, ama aynı zamanda, az sayıda egemen ulus ile büyük çoğunluğu oluşturan sömürge, yarı-sömürge ve bağımlı ulus ya da halk arasında da bölünmesidir. Ve buradan, bir kısmı sermaye tarafından sömürülen, kapitalist baskı altında (işçi sınıfı) ama bir kısmı da sermaye tarafından sömürülmek bir yana sermayedar ya da küçük sermayedar olan burjuva ve küçük burjuva (köylülüğün büyük çoğunluğu, küçük ve orta tüccar ve sanayici vb..) sosyal kategorinin emperyalizmle karşıtlığı şekillenmektedir.
Orta sınıflar ve şehir küçük burjuvazisi ve köylülüğün, sınıf karakterlerinden kaynaklanarak, baskılandıkları emperyalizm karşısındaki konumları ve buna uygun düşen karşıtlıklarının somutluğuyla işçi sınıfınınki kuşkusuz farklıdır. Birinciler, kapitalist ya da kapitalizm öncesi (köylülüğün bir bölümü) kategoriler olarak, tekellere, iktisadi-siyasi imtiyaz ve denetimlerine, emperyalist bağımlılık ilişkileri ve dayatmalara vb. karşı olmanın ötesine geçmeyecek, emperyalizmle karşıtlıklarını hiçbir durumda kapitalizm karşıtlığı üzerinden kurmaya girişmeyeceklerdir, girişmezler. İşçi sınıfıysa, tersine, bu konumdadır. Öte yandan, orta sınıflardan aşağı sınıflara azalarak, kapitalist kategoriler, emperyalizm ve mali sermaye ile bağımlılaştırıcı belirli bağlara da sahiptirler: Kredi ilişkileri, yan sanayi olarak bağımlılık vb. vb.. Daha ötesinde, özellikle orta sınıflar, emperyalizmle çelişmelere sahip burjuva katmanlar, işçi sınıfıyla karşıtlık içinde de oldukları gibi, onun hareketinden –en azından 1848’den bu yana– duydukları korkuyla gericileşme ve gericilikle (emperyalizm ve işbirlikçileriyle) birleşme eğilimi de gösterirler. Bunlardan çıkan, işçi sınıfının anti-emperyalizmiyle diğerlerininkinin kesin farklılaşmasıdır. İşçi sınıfı, kapitalizm karşıtı bir sınıf olarak, kapitalist emperyalizme karşı mücadelede sonuna kadar gidecek tutarlı ve kararlı bir sınıfken, burjuva ve küçük burjuva tabakaların anti-emperyalizmi, kuşkusuz az ya da çok zayıflatmakla birlikte, kapitalizmin sınırları içinde kalır, şu ya da bu ölçüde tutarsızlık ve kararsızlıklar göstermesi kaçınılmaz olur.
Ancak kesin olan şudur ki, “emperyalizme karşı mücadelenin doğrudan sermaye iktidarına yönelmesi” gerçeğinden çıkacak sonuç, yalnızca, 1) demokratik içerik taşıyan anti-emperyalist mücadele ile sosyalizm mücadelesinin birleştirilmesi ihtiyacı 2) ve bunun kolaylaşması ve işçi sınıfının anti-emperyalist mücadeleye damgasını vurmasının emperyalizme karşı kesin zafer için hem zorunluluk oluşturması hem de zemininin sağlamlaşması ve genişlemesidir. Yoksa, “sosyalist iktidar mücadelesi verilmeksizin emperyalizme karşı mücadele edilemez” tezinin geçerliliğinin ileri sürülebilmesi için, bu, yeterli bir kanıt sayılamaz. Ve hele “emperyalizme karşı mücadelenin doğrudan sermaye iktidarına yönelmesi” gerçeği, bir başka nesnel gerçeğin, birbirinden farklı çıkarlarla emperyalizmle çelişme halinde olan ve farklı politikalarla farklı içerikte anti-emperyalist mücadeleler yürütebilecek birden çok sınıfın bulunmasının reddinin gerekçesi yapılamayacağı gibi, bu nesnellik, “yurtseverliğin orta sınıf eksenine yerleşeceğine dair beklenti”ciliğin zemini olarak görülemez. Ve tersinden, eğer görülüyorsa, bu yalnızca şu anlama gelecektir ki; TKP türünden bu nesnelliği yok sayarak etrafından dolananlar, kendisini pratik politik bir küçük burjuva veya orta sınıf hareketi şahsında dayattığında, ya şimdi demokratik Kürt hareketi karşısında yaptıkları gibi ona cepheden karşı çıkacak ya da “vay be!” şaşkınlığıyla teslim bayrağı çekerek –sınıf-dışı pozisyonlarının da kolaylaştırıcılığıyla– orta sınıf yurtseverliğinin unsuru olmasa bile, kuyruğuna takılacaklardır.
İşçi sınıfının anti-emperyalist mücadelede yer alması, bununla da kalmayıp onun sorumluluğunu üstlenmesi için, bu mücadelenin sosyalist karakterli olması gerekmemektedir. İşçi sınıfı, sosyalist içerikli olmayan, ama sosyalizme ilerleyişi olanaklı kılacak bir mücadele içine girdiğinde, çıkarları emperyalizmle çelişen ve ona karşı mücadele eğilimi gösteren sınıf ve tabakaları ortak talepleri etrafında birleştirip başına geçerek –kesintisiz sosyalizme bağlanmasının garantisi kendi eylemi ve önderliği olan– anti-emperyalist demokratik devrimi gerçekleştirmeye yöneldiğinde, devrimciliğine halel gelecek değildir.
Gerçek şudur: Tıpkı demokrasi mücadelesi gibi, anti-emperyalist mücadele de sosyalist değil, ama burjuva karakterlidir, demokratik bir içerik taşır. İktisadi ve siyasal tekel, imtiyaz, dikte ve ulusal bağımlılık ve köleleştirme karşıtlığıdır. İkisi için de kapitalizm karşıtlığı ve sosyalizm, bunların benimsenmesi önkoşul değildir. Ama bundan, üstelik koşulsuz olarak, ne demokratik ne de anti-emperyalist mücadelenin sosyalizm karşıtı ve kapitalist sistemi besleyip güçlendiren niteliklere sahip olduğu sonucu çıkar. Üstelik, hem demokratik ve hem de anti-emperyalist mücadelenin tutarlılığı kadar kesin ve kalıcı başarısının da, sosyalizme bağlandığı ve kesintisiz sosyalizme geçişi hedeflediğinde olanaklı olduğu reddedilemez.
Demokrasi ve anti-emperyalizm, evet, karakter itibarıyla burjuva kategorilerdir ve burjuvazi genel olarak ilerici-devrimci barutunu tüketmiş ve gericileşmiş olmakla birlikte; hem hala devrimci barutunu tamamen tüketmemiş ve hatta –kaçınılmaz tutarsızlığı içinde– gerici tekelci burjuvazi karşısında devrim ihtiyacında belirli burjuva kesimler (en azından küçük burjuvazi) ve kategoriler (örneğin ezilen uluslar) vardır, hem de Türkiye gibi bir demokratik devrimden geçmemiş kapitalist toplumlar, emek-sermaye çelişmesinin yanında, çözülmeleri, bir yönüyle işçi sınıfının sosyalist eğitimini gerçekleştirmesi bakımından zorunluluk oluşturan başka çelişmelerin de etkilerini hissettirdikleri alanlar durumundadırlar. Bunlar arasında, emperyalizmle –yalnızca işçi sınıfı değil, ama– halk, emperyalizmle birleşmiş –başlıca kapitalist nitelikli– gericilikle halk ve ezen ve ezilen uluslar arasındaki çelişmeler sayılabilir.
Ne emperyalizmle çelişme ve zıtlık durumunda olanın tek başına işçi sınıfı olduğu ileri sürülebilir ne de emperyalizmin işbirlikçisi tekelci kapitalist gericiliğin yalnızca işçi sınıfını ezdiği ve buradan ancak ve yalnızca sosyalizm mücadelesinin kaynaklanabileceği iddia edilebilir. Üstelik geniş bir Kürt nüfusun yalnızca emperyalizm tarafından kimliği ve iradesi inkar edilerek bağımlılık ilişkileri çerçevesinde baskılandığının düşünülebilmesi ve ülkeye özgü ezen-ezilen ulus ilişkisinin görmezden gelinmesi imkanı da yoktur. Yine üstelik işçi sınıfı, hem demokrasisizlik ve hemde emperyalist yağma ve baskıdan, bağımlılık ve kölelik ilişkilerinden, halkları birbirine düşüren emperyalist oyunlardan, örneğin ülkesinin emperyalistlerin savaş arabasına bağlanarak başka halkların üzerine sürülmesinden en büyük zararı görecekler arasındadır ve bundan sınıf mücadelesinin serpilip gelişmesi de olumsuz etkilenmektedir.
Tüm bunlardan, burjuva ya da demokratik karakterli –ulusal nitelikli olanları da içinde olmak üzere– bir dizi anti-emperyalist demokratik görev çıkar ve bunlar burjuvaziye terkedilemeyecek kadar ciddi ve önemli görevlerdir. Burjuvaziye terkedilemeyecek görevlerden olmaları, bir yanıyla Menşevikçe burjuvaziden beklenti içine girilmemesi zorunluluğu anlamına gelir; ulusal ve demokratik alanda ilerlemelerin gerçekleştirilmesi gerici burjuvaziden (emperyalist ve işbirlikçi tekelci burjuvaziden) umulamayacağı gibi, kapitalist emperyalizmin gericiliğin başlıca ve asıl kaynağı haline geldiği emperyalizm ve proleter devrimleri çağında, artık bu alanlar, kendileri de kapitalizmin kategorileri olan emperyalizm ve gericilikle çelişme halindeki burjuva kesimlerin kalıcı çözümler vaad edip kesin ve net zaferler elde edebilecekleri alanlar değildir.* Ve diğer yanıyla, ulusal ve demokratik görevler ya da bu alanlarda gelişme sağlanması, geç kapitalizm zemininde hem sayıca hem nitelikçe çok daha gelişkin işçi sınıfının varlığı ve onun sermaye ile karşıtlığı koşullarında gerçekleştirilmek durumundadır. Emek-sermaye karşıtlığının unsuru olmasının yanında emperyalizm ve gericilik tarafından da baskılanan işçi sınıfı, sosyalist eğitimini de tamamlamak üzere, onlara karşı mücadele etmekten ve demokratik ve anti-emperyalist mücadelelere kendi damgasını vurmaya yönelmekten kaçınamaz.
TKP, politikayı, ama sınıftan kopuk ve onun adına politika ve politik mücadeleyi yüceltmekte ve sınıf ve talepler üzerinden mücadele vurgusuyla sınıf politikası önermesini “ekonomizm”le suçlamaktadır; ancak, sosyalizmi öne sürerek, “sosyalist iktidar mücadelesi verilmeden anti-emperyalist mücadele yürütülemez” teziyle ulusal ve demokratik görevlerin, demokratik içerikli anti-emperyalist görevler ve siyasal devrim ihtiyacının geçersizliğini ilan edip ancak sosyalist içerikli bir anti-emperyalizmi tanıması, aşırı-iradeciliğinin yaslandığı bir ekonomizm türünden başkası da değildir. Emperyalizm döneminde ancak sosyalizm ve sosyalist iktidar için mücadele edilebileceği (ve anti-emperyalizmin de –kuşkusuz sosyalist içeriğiyle– ancak bu mücadelenin bir kanalı olabileceği) tezi, emperyalizmin tarih sahnesine yeni çıktığı günlerde, “ Rahmetli ekonomizm, kapitalizmin doğuşuyla demokrasi savaşımını nasıl birbirine bağlayamamışsa, o da emperyalizmin doğuşunu reformlar ve demokrasi için verilecek savaşımla nasıl bağlayacağı sorununu çözeme”yen** ve ulusal demokratik alanı burjuvaziye terkeden emperyalist ekonomizme özgüdür. TKP, şimdi, bu alana el atmaya ilerlemek istemekte, çünkü gerçekler, emperyalist işgal ve oyunlar, halkın anti-emperyalist duyarlılığı vb. kendini dayatmaktadır; ama demokratik içeriğini inkar ederek ve niteliğini sosyalizme eşitleyerek, bunu bir türlü başaramamakta, kavrayışsızlığı ve iradeciliği önüne engel olarak dikilmektedir. TKP, Lenin’in “Emperyalist Ekonomizm” başlığıyla derlenmiş üç makalesine bir bakmalıdır.
CHAVEZ ÖRNEĞİ
Teoriden pratiğe geçilirse, Chavez için ne söylenecektir? Emperyalizme karşı mücadele etmemekte midir? Örneğin son olarak maden arama ve çıkarma imtiyazlarını iptal etmemiş ve bundan böyle Venezüella’nın uluslararası tekellere maden arama ve çıkarma imtiyazları vermeyeceğini açıklamamış mıdır? Soruların yanıtı, açık ki “evet”tir. Peki, zaman zaman “sosyalizm”den de söz eden Chavez ve başında olduğu hareket kapitalizm karşıtı mıdır, sosyalist midir? Emperyalist imtiyazlar ve bağımlılık ilişkilerinin ötesinde genel olarak kapitalizme karşı mücadele mi açmıştır? Uluslararası tekellerle, emperyalizmle mücadele etmekte olan hareketlerin, başka bir alternatif –“tüm çabalara” karşın!– üretilemediği için, sosyalist söylem kullanması anlaşılırdır, ama bu, onları sosyalist içerikli hareket yapmaya kuşkusuz yetmez.
Bu noktada TKP’nin karar vermesi gerektir: Ya Chavez anti-emperyalist değildir ya da anti-emperyalist olduğu kadar kapitalizme de karşıdır ve sosyalist iktidar için mücadele etmektedir! Ancak Chavez’in hem anti-emperyalist bir eylem sürdürdüğü hem de sosyalizmden etkilenmekle* birlikte, kendisinin ve hareketinin sosyalist içerikli olmadığı kabul edilmelidir.
Chavez’in başında bulunduğu ulusal mücadele bir işçi hareketi olarak örgütlenmemiş, etkilenmelerinin ötesinde, kapitalizm karşıtı hedeflere sahip ve sosyalizmle birleşmiş bir işçi hareketi olarak iktidara yürümemiş; ama önemli kazançlar elde eden ciddiye alınması gereken bir anti-emperyalist hareket olarak gelişmiş, yalnızca emperyalizme darbe vurmakla ve onu zayıflatmakla kalmamış, –kapitalizmin sınırlarını aşmamasına karşın, nesnel olarak– kapitalizmi de zayıflatmaktadır. Chavez ve hareketi tarafından “sosyalist iktidar mücadelesi verilmeden emperyalizme karşı mücadele” yürütüldüğü ve ulusal-devrimci hükümet aracıyla, anti-emperyalist iktidar için, emperyalistler ve işbirlikçilerinin iktisadi ve siyasal tekel, imtiyaz ve egemenliklerine karşı mücadele sürdürüldüğü kesindir.
Kuşkusuz başında bulunduğu hareketle Chavez, belirli tarihsel sosyal koşulların ürünüdür ve her şeyden önce belirli sınıf çıkarlarının savunucusu ve belirli sınıfların temsilcisidir, bu belirli sınıfların talepleri uğruna mücadeleleri içinde öne çıkmış, halkının ulusal ve demokratik taleplerine sahip çıkarak ve Venezüella halkıyla oldukça ileriden birleşerek, ciddiye alınmazlık edilemeyecek bir anti-emperyalist eylemin başında durmaktadır. Ancak böyle yaklaşıldığında doğru değerlendirilebilecek, pozisyon ve tutumları açıklanabilir olacaktır.
Konumuz açısından, Chavez ya sosyalisttir, sosyalist iktidar için mücadele ederek anti-emperyalist mücadele vermektedir; bu durumda, Chavez’in sosyalistliği kanıtlanmalı, bu sosyalizmin dayanakları gösterilmelidir. Bu dayanaklar bulunamaz ve gösterilemez. Ama TKP tezine göre, Chavez’in sosyalist iktidar için mücadele etmesi gerekmektedir. Tez doğru kabul edilirse, TKP’nin savunduğu “sosyalizm davası” da dayanaksız demektir. Öte yandan Chavez ya da sosyalist değildir, çünkü sosyalist iktidarı hedeflememektedir; bu durumda ya başında olduğu, kazanımlar elde eden mücadelenin anti-emperyalist içeriğinin de inkarı gerekecek ya da TKP’nin tezi iflas edecektir.
TÜM MÜDAHALELER SINIFIN VE HALKIN MÜCADELESİ ÜZERİNDEN
TKP’nin “sosyalist iktidar mücadelesi verilmeden emperyalizme karşı mücadele edilemez” tezinin iflası, şüphesiz işçi sınıfının yanı sıra çıkarları emperyalizmle çelişme halindeki sınıf ve tabakaların varlığını kabul eden ve şu ya da bu tutarlılık ve kararlılıktaki anti-emperyalist mücadelelerini olası gören Marksistlerin anti-emperyalist mücadeleyi sosyalist amaçlarla ele almaları ve işçi sınıfının kapitalizm karşıtı pozisyonundan bir anti emperyalist mücadele geliştirmesi, burjuva sınıfların yedeğine düşmeden ama kendi bağımsız sınıf politikasını izleyerek, öyleyse bağımsız sınıf örgütlenmesini sağlayarak emperyalizme karşı safa girmesi bakımından üstlerine düşeni yapmaktan uzak durmaları gerektiği anlamına gelmez. Tersine, başka belirli sınıfların anti-emperyalist mücadelesini olanaksız saymayan ve tümünün ortak anti-emperyalist talepler etrafında birliğini öngören Marksistler, anti-emperyalist mücadelenin kapitalizmin sınırlarına hapsolmaması ve bu nedenle yozlaşarak sonunda emperyalizme yedeklenmemesi için, emperyalizme karşı mücadelede burjuva sınırlanmacılığa karşı mücadele etmek, başta kapitalizm sınırlarına sıkışmış ulusal kalkınmacılık olmak üzere, anti-emperyalist eylemi tutarsızlaştıran burjuva amaç ve politikalarla uzlaşmamak, başlıca bu amaçlardan kaynaklanan emperyalizmle uzlaşmacılığın üstesinden gelmek zorundadırlar. Öte yandan, bu, işçi sınıfının mücadelesinin bir yönü olarak şekillenmeden, sınıftan ve eyleminden kopuk “Marksistler”in kendi başına geliştirecekleri bir tutumun ürünü olamaz. Bu, ancak kendisini bağımsız bir sınıf olarak örgütleme ve bağımsız sınıf hareketini geliştirme mücadelesi vermekte olan işçi sınıfının, iktisadi eyleminin yanı sıra yürütmek durumunda olduğu ideolojik ve politik eyleminin bir unsuru olabilir. Ve böyle bir mücadele, işçi sınıfının, burjuva kesimlere yedeklenmeden anti-emperyalist mücadeleye kendi bağımsız sınıf politikasının damgasını vurabilmesi için zorunlu olduğu kadar, anti-emperyalist mücadelenin sosyalizme bağlanması, en başta buradan kaynaklanan tutarlılığı ve başarılarının kalıcılığı için de zorunludur.
Bu, Marksistlerle genel olarak burjuva ideolojik/politik akımlar arasında bir hesaplaşma olarak da belirirken, kesinlikle salt düşünsel bir hesaplaşmadan ibaret sayılamaz. Mücadelenin bir tarafını Marksistler diğer tarafını burjuva akımlar oluşturmaz. Mücadele, bir yanda burjuvazi diğer yanda işçi sınıfı, ikisi arasında çok yönlü topyekun bir mücadele olarak, sınıflar ve sınıf hareketlerinin karşı karşıya gelişi olarak ortaya çıkar. Bu, burjuvazi ile işçi sınıfı arasında, anti-emperyalist mücadelenin önderliğini kararlaştıracak bir hegemonya mücadelesidir. Öte yandan bu, anti-emperyalist mücadelenin ittifaklarını kararlaştıracak bir mücadeledir de. Çünkü anti-emperyalist mücadelenin geleceğini, önderliğin işçi sınıfının elinde olması ya da olmaması kadar, çıkarları uluslararası burjuvazi ve emperyalizmle çelişen şehir küçük burjuvazisi ve köylülük gibi katmanların burjuvazi ile mi yoksa işçi sınıfı ile mi birleşeceği belirleyecektir. Başlıca kır ve şehir küçük burjuvazisini, memurları ve esnafı kim kazanacaktır: Burjuvazi mi İşçi sınıfı mı? – Anti-emperyalist mücadelenin önderliğini olduğu gibi, tutarlılığı ve kararlılığını, kalıcı ve kesin başarı kazanma potansiyeline sahip olup olamayacağını belirleyecek olan budur.
TKP tezi göz önüne alındığında, Chavez örneği, hem sosyalizm kavrayışı bakımından hem de sınıf güçleri, hegemonya sorunu ve ittifaklar vb. yi de ilgilendiren anti-emperyalist mücadelenin kapsamı bakımından fikir vericidir.
Ve üstelik Chavez anti-emperyalist mücadele açısından olumlu örnektir. Emperyalizm karşısında oldukça tutarlı tutumlar geliştirmektedir. Politik hareket olarak, onun kadar tutarlı anti-emperyalist tutumlar almayanlar yok değildir. İlk akla gelenler arasından Kürt yurtsever demokrat hareketi örnek verilebilir. Amerikan emperyalizmine ilişkin olduğu kadar Avrupalı emperyalistlere ilişkin de belirli beklentilere sahiptir. Üstelik “sosyalizm”e ilişkin önceki programatik kabullerini de kaldırmıştır. Ya da emperyalizmi güçlendiren işlevi ortada olan Zarkavi gibileri bir yana, Iraklı direnişçiler örnek verilebilir. Amerikan-İngiliz koalisyonuna karşı örneğin Alman ya da Çin veya Rus emperyalizmine bağlanarak savaştıkları ileri sürülemeyecek bir dizi direniş grubunun, öte yandan, sosyalizmle bir ilgilerinin olmadığı da bilinmektedir. Ancak politik hareketlerinin şu ya da bu tutumları, ne Kürt ve Irak Arap halkının çıkarlarının emperyalizmle çeliştiği gerçeğini ne de ülke ölçeğinde Kürt halkıyla, bölge ve dünya ölçeğinde ise Arap halkıyla emperyalizme karşı birleşme zorunluluğunu ortadan kaldırır. Öte yandan, sözü edilen gerçek ve zorunluluğun en başta gelen karşılığı, bu halkların ulusal içerikli taleplerinin savunulması ve desteklenmesidir. Buradan, halkların bugünkü politik hareketlerinin tutarsızlıklarının desteklenmiş olacağı sonucunun çıkarılması ise, tam da madde karşısında bilince öncelik veren idealist safsatanın benimsendiğini gösterecektir. Halkın anti emperyalist ulusal talepleri ve bunların savunulması başkadır, politik hareketlerinin tutum ve yönelimleri ve bunların benimsenip benimsenmemesi başka. Kalıcı olan halklardır, halkın şu ya da bu örgütlenmeleri ise, hem fikri ve politik bakımdan değişmelere açıktır hem de geçicidirler. Emperyalizmi güçlendirme ve onunla işbirliği pozisyonunda olmayan politik örgütlerle, halkların birliğini sağlamanın hizmetindeki güçbirlikleri ve ittifaklara ise, her şey bir yana, maddeye değil bilince, halklara değil doğru ya da yanlış politikalara öncelik tanımayan, iradecilik ve sınıftan ve halktan kopuklukla, kendisini onların yerine koymakla malul olmayan hiç kimse itiraz etmeyecektir.
MADDE Mİ ÖNCE BİLİNÇ Mİ YA DA İRADECİLİK
TKP’nin onmaz hastalığı, sosyalizmi işçi sınıfından koparması, örgütlü işçi hareketine dayanmadan yürütülebilecek bir sosyalizm mücadalesi ve davasını, işçi hareketinin kendisi tarafından hedeflenmemiş bir sosyalist iktidarı olanaklı görmesi ve varsaymasıdır. İşçi sınıfına dayanmayan, onun örgütlü hareketinin ürünü olmayabilecek bir sosyalist iktidar ve sosyalizm! Böyle bir sosyalist politika ve söyle politik mücadelenin önceliği.. Bu hastalığı, anti-emperyalizm kavrayışını da sakatlamakta; bir yandan anti-emperyalist mücadeleyi sosyalizm mücadelesiyle özdeşleştirmesine ve daraltmasına, öte yandan da tıpkı sınıfsız (işçi sınıfından kopuk ve onu dışlayan, sınıfın yerine kendisini koyan) sosyalizm mücadelesi yaklaşımı türünden, anti-emperyalist mücadeleyi de, emperyalizmden zarar gören sınıfların mücadelesi olmaktan uzak ele almasına götürmektedir.
TKP’ye göre, sınıflar ve sınıf mücadelesi yoktur, ama “zihin açıklığı”na** ve “netlik”e sahip, “ileri” ideolojik tutumlar geliştirmiş, politik bakımdan sosyalizmi benimsemiş ve sosyalizm için –ve tıpkı benzer biçimde emperyalizme karşı– mücadele eden, sınıflarından kopuk, sınıf-dışı unsurlar, partiler, örgütler, inisiyatifler vardır, önemli ve kararlaştırıcı olan onlardır! Sosyalisttirler, komünisttirler, yurtseverdirler. Sosyalistlikleri, komünistlikleri, yurtseverlikleri kendilerinden menkuldür. İddialarına, “zihin açıklıkları”na, kendilerini “kurma” ya da kurgulamalarına, programlarına vb. bağlı olarak, kendileri öyle varsaydıkları için sosyalist, komünist ya da yurtseverdirler ve maddenin değil ama bilincin ilk veri olduğu ve önde geldiğini, sosyalistlik adına iradeciliğin, sınıftan kopukluk ve onun adına politika yapmanın geçerliliğini kanıtlamak üzere (!) sosyalist ya da yurtsever (anti-emperyalist) mücadele yürütme işlev ve “sorumluluğu” ile yükümlendirilmişlerdir!
Başka türlü, işçi sınıfı dışında, çıkarları nesnel olarak emperyalizmle çelişmekte olan örneğin köylülerin, örneğin şehir küçük burjuvazisinin ya da hatta uluslararası burjuvazi ve emperyalizmin kendi çıkarları dışında çıkar tanımadan bunca saldırganlaştığı koşullarda, belirli –tekel-dışı– burjuva kesimlerin, nesnel nedenleri olan anti-emperyalist talep ve mücadelelerinin olabilirliğinin inkarı açıklanamaz. TKP, tekellerin egemenliği ve tekelci kapitalizmin niteliği ve koşullarını, emperyalizmin karşıtlıkları ve birikmesine yolaçtığı “patlayıcı madde stoklarının karakterini anlayamamakta ve bozuşturmaktadır. Bu kavrayışsızlığının temel bir hareket ettiricisi, onmaz hastalığı durumundaki nesnel olanı, maddeyi bilince peşkeş çekmesi, iradeciliği olmaktadır. TKP, tıpkı sosyalizm davası ve mücadelesini işçi sınıfı yerine sosyalist bilince sahip unsurların, sosyalist ya da komünistlerin, partilerin (adına komünist sözcüğü iliştirilmiş partilerin) davası ve mücadelesi varsaydığı gibi; anti-emperyalizm davası ve mücadelesini de emperyalizmle karşıtlık halindeki sınıfların, bunlardan oluşan halkın davası ve mücadelesi olmak yerine, düşünce olarak emperyalizme karşı olan, bununla kalmayıp kapitalizme de karşı çıkıp sosyalist iktidar isteyen unsurların, başta partiler ve partililer olmak üzere politik grupların, “inisiyatifler”in işi saymaktadır.
TKP, adına iliştirdiği “komünist” sözcüğünün olmazsa olmazı olduğu için, kuşkusuz sınıf ve işçi sınıfı sözcüklerini kullanmaktadır. Ancak örneğin her “işçi sınıfı”nden söz ettiği yerde, onu, politik bakımdan bilinçli varsaydığı kesimlerin, doğrudan doğruya, işçi sınıfının politik örgütü olması gereken partinin yerine kullandığı kesindir. 1 Mayıs’ta “işçi sınıfı şöyle yaptı” derken kastettiği TKP’nin yaptıklarıdır, “işçi sınıfı şöyle yurtsever tutum aldı” derken belirttiği TKP ya da kurduğu “inisiyatifler”in geliştirdiği tutumlardır vb. vb..
TKP’nin “öznesi” daima sınıfın yerine geçirilmiş politik hareketlerdir; partiler, inisiyatifler, politik gruplardır, hiçbir zaman sınıflar, sosyal sınıf ve tabakalardan bileşmiş halk olmamıştır.* Ne tarihsel devrimci özne olan işçi sınıfı ne de onun taleplerini destekleyerek kazanması ve birleştirmesi gereken halk!
“HALKSIZ IRAK DİRENİŞİ”
Örneğin TKP, kendi “sosyalist iktidar mücadelesi verilmeksizin emperyalizme karşı mücadele edilemez” tezini geçersizleştirerek, kuşkusuz sosyalizmle hiçbir ilgisi olmayan Irak Direnişi’nin anti-emperyalist karakterini reddedememektedir. Ancak Irak Direnişi’ni, Irak halkı ve onunla emperyalizm karşıtlığı üzerinden değil, direniş grupları, tutumları ve eğilimleri üzerinden tartışmaktadır.
“Direnişin genel niteliğini ‘anti-Amerikan’ sıfatıyla özetleyebiliriz” diyen TKP, “Irak direnişi, içindeki baskın islamcı renklerle birlikte ve bunların yarattığı handikaplara karşın tarihsel önemde bir anti-emperyalist rol üstlenmiştir.” (TKP 2004 Konferansı Raporu) değerlendirmesi yapmakta; hemen ardından ise “Saddamcı”, “dinci”, “seküler” kanatları üzerine yorumlara dalmakta ve, seküler gruplardan yana desteğini açıklamakta, herhalde Irak Komünist Partisi’nden ayrılarak direniş safına katılan küçük bir seküler (din dışı) grubu desteklemektedir.
Direnişin politik pozisyonunun önemi kuşkusuz görmezden gelinemez. Ancak gruplardan önce Irak halkının, emperyalizm ve emperyalist işgalle karşıtlığının ve bu yöndeki taleplerinin, bu talepler etrafında birliğinin geldiği herhalde kanıt gerektirmeyecektir. Kürtlerin işgalci Amerikan emperyalizmi tarafından Araplara karşı sürülmeye, halkın Şiilerle Sünniler vb. olarak bölünmeye çalışıldığı koşullarda anti-emperyalist ve işgal karşıtı talepler ve halkın bu talepler etrafındaki birliğinin sağlanması tayin edici önemdedir. Dincilik vb. burada, anti-emperyalist talepler etrafında birliğin sağlanmasını bozucu işlev üstlendiği ölçüde önem kazanmaktadır; zehirli etkileri de yine burada, anti-emperyalist talepler etrafında birliğin sağlanmasına ve dinciliğin “dincilik” olarak değil, ama emperyalizme karşı mücadeleyi bozuşturması ve işgalcilerin işini kolaylaştırmasının teşhirindeki başarıya bağlı olarak giderilebilecektir. (Ötesi din ve dinciliğin sosyalist eleştirisini ilgilendirir ki, işçi sınıfının mücadelesinin bir yönü olarak ideolojik mücadele kuşkusuz yürütülecek, ama politik mücadele, dindarla dinsizler arasındaki mücadele olarak ele alınmayacaktır.) Marksizm, bu nedenle, “dincilik”, “sekülarizm”, “Saddamcılık” tartışmasını birincil sorun olarak ve ayrı bir başlık olarak açmayı değil, ama bütün diğer sorunlar gibi, halkın anti-emperyalist talepler etrafında birliği ve anti-emperyalist mücadelenin geliştirilmesinin hizmetinde ele almayı emreder. Örneğin CIA ajanı olması kuvvetle muhtemel olan Zarkavi, bir din savunucusu olarak değil, ama, keskin Amerikan düşmanlığı görüntüsü ardında, işgalciler yerine başta Şii halka yönelttiği katliamcı saldırılarla halk arasında bir Şii-Sünni bölünmesi yaratmaya girişerek halkı ve direnişini bölmesi ve işini kolaylaştırdığı emperyalistlerin işgalinin güçlenmesi ve yerleşmesine sağladığı hizmet üzerinden suçlanmalıdır. Iraklı bir Marksistin tersine yaklaşımı, halkın emperyalizme karşı birliğini ve anti-emperyalist mücadelenin başarıyla gelişmesini gözetmek yerine, birbirleriyle çekişme halindeki direniş gruplarına bir grup daha eklemekten başka sonuç vermez.
Amerikan emperyalistleri sorunun dini bir görünüm kazanması için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Herşeyden önce bir “İslam ülkesi”ne saldırmış ve işgal etmişlerdir. Üstelik bunu “Haçlı Seferi” olarak tanımlamışlardır. Vb. vb.. Ama sorun nedir? Bir ülke, yeraltı ve yerüstü kaynaklarıyla, halkının iradesi çiğnenerek işgal edilmiştir ve bebelerine kadar “suçlu” sayılmakta, vurulup kırılmakta, cezaevlerine doldurulmakta, işkence edilmekte, öldürülmektedir. İşgal öncesi yıllardır ambargoyla ilaçsız, gıdasız bırakılmıştır. Şimdi de işgale bağlı olarak şebeke ve iletişim hatları tahrip edilmiştir, elektriksizdir; hastaneleri tahrib edilmiştir, sağlık olanaklarından yoksun bırakılmıştır. Çoğu il ve beldeleri susuzdur. Eğitim çökmüştür. “Terörle mücadelenin selameti” adına hiçbir iyileştirme ve inşa faaliyeti yapılmamaktadır. Petrole elkonmuştur. İşsizlik had safhadadır. İşgal halkın yaşam koşullarını katlanılmaz hale getirmiştir. Ve halk her nedenle aşağılanmakta, küçük bir şüpheyle öldürülmekte, direnişin yayıldığı yerlerde ise katliamlar örgütlenmektedir. Kısacası emperyalistler (ve işbirlikçileri) halkın ne iktisadi ne siyasi ne sosyal ve ne de kültürel herhangi hakkını tanımaktadır. Direnişin temeli buradadır, dinde ya da sekülarizmde değil. Ve direnişe, halk ve hiçe sayılan hakları atlanarak, dinci ya da değil, direniş grupları üzerinden yaklaşılamaz. Ama TKP böyle yapmaktadır. Oysa, direniş gruplarının kaynağı ve dayanağı da halktır. Yine de Irak Direnişi’nin anti-emperyalist karakterini kabul etmesi olumlu sayılabilir. “Hayır! Anti-emperyalist değil” de diyebilirdi!
TKP’nin bir açmazı da budur: Gerçeği en azından bazı durumlarda ve bazı yönleriyle “gerçek” olarak kabul etmek zorunda kalmakta; ama yorumlarken onu bozuşturmakta, ileri sürdüğü tezlerle geçersizleştirmekte ya da bu kabulleri tez ve teorilerini geçersizleştirmektedir.
KÜRT HALKI VE DEMOKRATİK HAREKETİ
Bir başka örnek, TKP’nin Kürt sorununa yaklaşımıdır. 2004 Konferans Raporu’nda TKP’nin yaklaşımı şöyle özetlenmektedir: “Türkiye Komünist Partisi, Kürt emekçileri ve yoksullarını sınıf mücadelesine çekecek, iktidar mücadelesine katacak siyasetler üretmekle yükümlüdür. Bu yükümlülük, üçlü görev bilinciyle üstlenilebilir: Türkiye komünist hareketini kendi toplumsal temeli üzerinde güçlendirmek; Kürt sorununda işçi sınıfı programını egemen kılmak ve Türkiye işçi sınıfının en çok sömürülen, en çok işsiz ve örgütsüz bırakılan parçası olan Kürt emekçilerini siyasallaştırmaya ve örgütlemeye hak ettiği önemi veren bir çalışma yürütmek.”
Saptanan ilk iki görev soyutluğu içinde doğrudur. “Birinci görev” bakımından, biliyoruz ki, TKP’nin ayakları havadadır. Komünist hareketin toplumsal temeli kuşkusuz işçi sınıf ve yarı-proleterlerdir. Ve sözü edilen “görev”, sosyalizmi işçi sınıfı hareketiyle birleştirerek bir sosyalist işçi hareketi yaratmaktan başkası değildir; ama TKP, kendisini işçinin ve “kendi hareketi”ni, sosyalist işçi hareketinin yerine koymaktadır. Ancak eylemli işçi hareketinin sahip olabileceği kazanıcı ve sürükleyici gücün yerine geçirilmiş böyle bir “dayanak”la Kürt emekçi ve yoksullarını kazanmanın olanağı yoktur.
“İkinci görev”, iki yanlıdır; bir yandan Kürt işçi ve emekçilerinin sınıfsal talepler üzerinden birleştirilmesi ve örgütlenmesini ve diğer yandan (bu, Marksizm Kürtçeye “tercüme” edilmeden sağlanamayacağı için, bunun da gerçekleşme zeminini oluşturmak ve genişletmek üzere) Kürt ulusal demokratik taleplerinin sahiplenilip desteklenmesini gerektirir. Ve her şey bir yana, ulusal baskıya karşı çıkarak, demokratik içeriğe sahip ulusal talep ve hareketleri desteklemek, köleliğin her biçimine karşı çıkmadan kendisini kölelikten kurtaramayacak olan işçi sınıfının kurtuluşu davası bakımından bir zorunluluk oluşturur. Kürtlerin ulusal hakları tanınıp desteklenmeden, ulusal ayrımcılığa karşı, ayrı devlet kurma hakkını da kapsayan ulusal hak ve dil eşitliği savunulmadan, ulusal davanın sınıf çelişkilerini örtüp bulanıklaştırmasının da üstesinden gelinemeyeceği ve sınıf örgütleri kurulup geliştirilemeyeceği gibi, Türk egemen sınıflarının Kürt programının gölgesinden kurtulmuş, onun yedeği olmayan bir Kürt programı düşünülemez. Bu noktada TKP’nin hali içler acısıdır.
Bu içler acısı haliyle, TKP’nin “üçüncü görevi”, “Kürt emekçilerini siyasallaştırmaya ve örgütlemeye hak ettiği önemi veren bir çalışma yürütme”ye, başarmak bir yana, girişmesi bile düşünülemez. Ve zaten, Kürt emekçilerinin oldukça ileri ölçüde siyasallaşmış ve gevşek bile olsa örgütlü oldukları kabul edilmelidir. Bu siyasallaşma ulusal davanın sahiplenilmesiyle sınırlıdır, ulusalcıdır, dolayısıyla burjuva karakterlidir, ama Kürt emekçilerinin siyasallaşmamış oldukları söylenemez. Öyleyse bu görev, “siyasallaştırma” olarak değil, ulusal mücadelenin tutarsızlıklarının giderilmesi, tutarlı bir anti-emperyalist nitelik kazanıp onunla beslenmesi ve böyle bir mücadele içinde olanaklı olabilecek sosyalizme bağlanması içeriğiyle tarif edilmelidir.
TKP’nin içler acısı hali şudur ki; hem Kürt emekçileri ve Kürt sorununa ilişkin büyük iddialarda bulunmakta, hem de Kürt sorununu yok saymakla eş anlamlı olarak, Kürtlerin ulusal taleplerini yok saymakta ve desteklemekten geri durmakta, daha da ileri giderek gericiliğin izinde “bölücülük”le suçlamaktadır!
TKP iddia etmektedir: “Kürt dinamiği eski yapılanması yerine bir başkası konmaksızın tasfiye edildiğinde, ortaya yalnızca bir keşmekeş çıkmıştır. …TKP’nin Kürt emekçilerini bu keşmekeşin içinden kurtarma görevi acildir.” (2004 Konferansı) TKP “kurtarıcılık”a pek meraklıdır!* Ancak eskiden “keşmekeş” olmadığı anlaşılıyor. Üstelik tasfiye edilmediği de bilinmektedir. Tasfiye olmadığına göre, eskisi gibi mi kalsın yoksa TKP “kurtaracak” mı?
İddiaları büyüktür: “TKP Kürt emekçilerini ülkemizin devrimci işçi sınıfı hareketinin vazgeçilmez bir unsuru olarak dönüştürmek ve kendi çatısı altında örgütlemekle yükümlüdür.” (Agy.) Burada ulusal bir soruna yaklaşım yoktur; ulusal sorunun sınıfsal sorunla, ulusal kurtuluş mücadelesinin sosyal kurtuluş mücadelesiyle birleştirilmesi ve sınıfsal eksende ele alınışı yoktur; yalnızca bir “sınıf örgütlenmesi” öngörülmektedir ki, TKP’nin bundan anladığı da bilinmektedir: Sınıftan kopuk bir sosyalist örgütlenme ya da “TKP’ye adam kazanma”! Gereğini nasıl yerine getirdikleri de bilinmektedir: 1 Mayıs’ta ya da başka TKP eylemlerinde, TKP üyesi bir Kürt çıkıp, “Bakın ben Kürdüm ve TKP’liyim. Kürt sorunun çözümü sosyalizmdedir. Kürtler TKP’ye gelin.” demekte ve sorun hallolmaktadır!
Ama yine de TKP esip savurmaktadır: “Şu an için gerek Kürt gerekse Türk siyasetinde, Kürt kimliğini emekçi karakteri ekseninde yeniden tanımlama hedefi ile hareket eden biricik güç TKP’dir.” (Agy.) Vay! Bu iddia da, TKP’nin geçersiz tezleri türündendir: “Ben öyle istiyorum, öyledir!” İşçi sınıfının devrimci partisi örneğin Diyarbakır Akyıl işçilerinin, örneğin Bismil Sinan ve Aslanoğlu köylülerinin örgütlenmesiyle uğraşırken, ulusal sorunda “sınıf ekseni” üzerine konuşmak, Kürtleri de karşısına almış olan ayrı İstanbul 1 Mayısı’nda “Kürtler burada” diyen TKP’ye düşüyor ve hele tekelinde sayılıyor! Sınıf eksenli yaklaşım ve çalışma; anlaşılan, Kürt ulusal taleplerinin reddi, ulusal mücadelesinin yok sayılması ve desteklenmesinden uzak durulması ve Kürtlerin tamamen dışardan “sosyalizme” çağrılması olmalıdır! İşte TKP’nin “sınıf eksenli” yaklaşımı:
“TKP’nin, Kürt hareketi ve Kürtler söz konusu olduğunda ana yüklenme noktaları, bir emperyalist projelerin deşifrasyonu; iki, sosyalizm perspektifi olmak zorundadır.” (Agy.) Ulusal talepler ve mücadele yoktur, önemsizdir ya da “bölücü”dür ve uzak durulmalıdır! Emperyalist projeler ve kuşkusuz “Kürtlerin emperyalizm yanlılığı” deşifre edilecek, alternatif olarak “sosyalizm” denecek, “Sosyalist Türkiye’de Kürt sorununun zaten çözüleceği” ileri sürülecektir!
“Belirleyici” sözcüğü ardında gizlenerek bunu açıktan söylemektedirler de: ”TKP’nin Kürt emekçileri içinde yürüteceği örgütlenme çalışmalarında ulusal hak ve talepler değil anti-emperyalist ve sınıfsal eksenler belirleyici olacaktır.” (Agy.)
Aktardığımız son iki pasajda söyledikleri ve genel olarak Kürt sorununa yaklaşımlarıyla TKP, her şeyden önce, dönüp, sosyalizm adına ve sosyalist mücadele ileri sürülerek, ulusal talepler ve mücadelenin atlanmasıyla ilgili olarak, Lenin’le R. Lüxemburg arasındaki Polonya tartışmasına bakmalıdır.
Marsizm adına, ulusal soruna ilişkin olarak, sınıfsallıkla ulusallığın, sınıfsal ve ulusal taleplerin böyle karşı karşıya konması ve ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesi ve taleplerinin bunca birbirinden koparılması, Marksizm ve ulusal soruna yaklaşımından hiç nasibini almamış olmaya delalet eder. Ulusal sorun olacak, ama ulusal talepler üzerinden yürünmeyecek – olacak şey değildir. Ulusalcılık demek olan ulusal taleplerle sınırlanmak başkadır, bu taleplerin savunulması ve ama sınıfsal taleplerle birleştirilmesi başka! İkincisi sosyalistliğin gereğidir. Ve üstelik “anti-emperyalist eksen” kapitalizm karşıtlığını zorunlu kılmadığı gibi, bizzatihi ulusal bir eksen durumundadır ve bu eksen, Türkiye sözkonusu olduğunda, bir tarafta emperyalizm (ve işbirlikçileri) diğer tarafta Kürt halkını da kapsayarak tüm Türkiye halkı olarak şekillenen nesnel bölünme üzerinde oluşmaktadır. Kürt işçi ve emekçileri başta olmak üzere, Kürt halkının ulusal taleplerinin sadece Türk egemenleri karşıtlığından kaynaklandığını ya da başka bir deyişle Kürt halkının yalnızca Türk burjuvazisi tarafından ezilip baskılandığını düşünmek, yalnızca bir ulusal dargörüşlülüktür. Ulusalcılığa özgüdür. Ancak yalnızca Kürt ulusalcılarına değil, TKP örneğinde olduğu gibi Türk ulusalcılarına da özgüdür. TKP, Kürt sorununu, sadece bir Türk-Kürt anlaşmazlığı sorunu olarak görmektedir, emperyalizm koşullarında ulusal sorun ve çözümünün emperyalizmden kurtuluş sorununa dönüştüğünden habersizdir. Oysa Kürtlerin iradesi ve ulusal kendi kaderini tayin hakkı, yalnızca Türkiye gericiliği tarafından değil, ama onun işbirlikçiliği pozisyonunda olduğu emperyalizm tarafından da birlikte çiğnenmektedir; ve Kürt ulusal talepleri, –bugün nasıl ifade edilirse edilsin– nesnel olarak emperyalizme de karşıdır ve tutarlı bir ulusallık açısından anti-emperyalist içeriğiyle de ileri sürülmek durumundadır. Dolayısıyla, “ulusal talepler değil anti-emperyalist ve sınıfsal eksen” formülü mugalatadır da.
TKP’nin Kürt sorunu karşısındaki içler acısı hali bakımından son bir gönderme: “Kürt dayanışmacılığının toplum genelinde sol kimliğin bir parçası olarak algılanmasında iki sorunlu nokta bulunmaktadır. Bunlardan birincisi ayrılıkçılık başlığıdır. İkinci nokta ise Kürt siyasetlerinin emperyalizm yanlısı konumlarıdır. Bu sorunlar hafife alınamaz. Bilinmelidir ki, TKP’nin Türkiye’nin bölünmesine ve emperyalizme karşı duruyor olması toplumsal algıdaki sorunları çözmeye yetmemektedir.” (Agy.) TKP “bölünme fobisi” ile yüklüdür ve demokratik Kürt hareketini, ABD ve AB karşısındaki bir dizi tutarsızlığından hareketle, haketmediği “emperyalizm yanlılığı”yla suçlamaktadır. TKP’liler ulusal bağımsızlık mücadelesine katılmak için kapitalizm karşıtlığını şart koşarak yurtseverliği bunca daraltmalarına ve ötesinde henüz “üç kuruşluk” bile bedel ödememiş olmalarına karşın yine de yurtsever olmakta, ama ulusal hak için isyan edip büyük bedeller ödemiş bir halka ve hareketine yurtseverliği çok görmektedir!
Saçmalamaları bir yana, TKP yaklaşımının iki ana bozukluğu dikkat çekicidir. Bir, “bölücülük” vb. görerek Kürt halkının ulusal taleplerini es geçmekte ve buna rağmen Kürt emekçilerini örgütlemekten söz etmektedir, olabilirliği yoktur. Ve iki, yaklaşımına Kürt siyasal hareketine ilişkin –üstelik doğru da olmayan– değerlendirmeleri damgasını vurmakta ve Kürt halkı ve taleplerinden hareket etmemektedir. Tıpkı Irak halkından değil Irak direniş gruplarından hareketle görüş ve politika oluşturduğu gibi, Kürt sorununda da aynısını yapmaktadır.
Başka örnekler üzerinde de durulabilir, ama yeterli sayılmalıdır.
CEPHELEŞEN TKP
Öyleyse TKP’nin, tıpkı işçi sınıfı olmadan sosyalist politika yürütmeye soyunduğu gibi, halklar olmadan anti-emperyalist yurtsever politika yürütmeye soyunmuş olduğu söylenmelidir.
Yurtsever Cephe adıyla kurduğu örgüt de bunun örgütü ve kanıtıdır.
Ne işçi vardır ne halk ve ne de çıkarları emperyalizmle çelişen sınıf ve tabakaların ortak anti-emperyalist talepler zemininde ittifakları! Ne işçilerin ve halkın talepleri önemlidir ne de talepleri üzerinden mücadeleleri ve bu mücadeleye bağlı olarak, mücadele sürecinde ortak talepler etrafında birleşerek örgütlenmeleri ve bir ittifak örgütü olan cephelerini kurmaları! Sınıf ve tabakaların, halk yığınlarının eylemli ve örgütlü olarak yan yana gelişleri, mücadelelerini birleştirmeleri TKP tarafından önemli ve gerekli sayılmamaktadır. Cephe, sınıfların ittifakı olarak şekillenmemekte, mücadeleleriyle biraraya gelen sınıflar arasındaki bir birlik örgütü olarak kurulmamaktadır. TKP “kurdum!” deyince kuruluveren, canı sıkıldığında da dağıtabileceği bir “cephe” ile karşı karşıyayız.
Bakın, TKP organı “Komünist” “Yurtsever Cephe” ve kuruluşunu nasıl anlatıyor:
“Egemenlik haklarını tümüyle AB, NATO gibi emperyalist kurumlara devredecek düzenlemeleri birbiri ardına gündeme getiren, ülke kaynaklarını ‘babalar gibi satmayı’ önüne koyan cahil cesaretinin durdurulması gerekiyordu… Ülkenin bu gidişatına tepki duyanların çoğaldığı bir dönemde Türkiye Komünist Partisi, bu tepkilerin örgütlenmesine ön ayak oldu. Parti, ‘Bu ülke, bu halk satılık değil’ diyenlerin ve satışı durdurmak için bir şeyler yapılması gerektiğine inananların ancak örgütlü davranarak başarılı olabileceklerinden hareketle, ortak bir mücadele önerisi yaptı. Yurtsever Cephe böyle ortaya çıktı. Bu ülkenin yurtseverleri, örgütlü mücadele gerekir diyerek Cephe’de buluşmaya başladılar.
“Yurtsever Cephe’nin kuruluşu böyle gerçekleşmiştir.
“Henüz altı ayını bile doldurmamış olan bu mücadele cephesi, ülkenin çok kritik bir döneminde onursuz, fütursuz ve sorumsuz sermaye siyasetçilerinin politikalarının karşısında cesur bir tavır sergiledi. Emperyalist projelere karşı doğru, tutarlı ve inatçı bir hattın toplumun emekçi kesimleriyle kaynaşarak örülmesini ve bu hattın yurtsever bir kimlikle kendini ifade etmesini hedefleyerek, tarihi bir hamleye imza attı Yurtsever Cephe. Bu ülke topraklarının, emperyalist saldırganlığın doğrudan hedefi haline geldiği böylesi bir dönemde, ihtiyaç duyulan sınıfsal netlik ve ideolojik berraklıkla ‘Bu memleket bizim’ dedi.
13 Mart’ta İstanbul’da emperyalist projelere karşı kendi sözünü söyleyen Yurtsever Cephe, 1 Mayıs’ta daha coşkulu ve daha güçlü bir eylem odağıydı. Bu süreçte Yurtsever Cephe’yi oluşturan onlarca yerel ve mesleki inisiyatif her gün AB ve ABD’nin Türkiye üzerine yaptığı hesapları ve bunlarla ilgili yalanlarını teşhir ediyorlardı. Her gün daha fazla insana ‘biz bir güç olarak doğrularımızı örgütlemezsek, geleceğimizi de satacaklar; bunu durdurmak elimizde’ diyordu Yurtsever Cephe militanları.
“Bu doğrultuda onlarca eylem düzenlendi, yüzlerce kapalı salon toplantısı gerçekleştirildi.
“Yurtseverler mücadele yoluna koyulmuşlardı… (…..)
“Ardı ardına kurulmaya başlanan işçi inisiyatifleri, Yurtsever Cephe’nin önümüzdeki mücadele gündeminin ne olduğuna ilişkin ipuçları vermektedir.” (İşçi sınıfı yurtseverliğinin yükselişi, Komünist, 15 Temmuz, abç.)
Yazının başlığında “sınıf” sözcüğü yama türünden durmaktadır. Uzunca aktardığımız bu cephe kuruluşu izahatında, sınıf, halk ve talepleri, bu talepleri üzerinden mücadeleleri ve eylemli olarak birleşmeleri var mıdır?
“Cephe”, sınıfsal netlik ve ideolojik berraklıkla ‘Bu memleket bizim’ diyor! Her şey “saf”, “temiz” ve “berrak” olacak; işçiler, halk ve geri eğilimleri tarafından “lekelenmiş” olmayacak! Sınıfın ve halkın netlik ve açıklıkla belirli bir platformda birleşmesi zor iştir, uzun mücadelelerin işidir; ama TKP, bunu “Ha” dedi mi yapar, yapmıştır! Doğal ki, birleşen sınıf ve halk olmamış, ama TKP şurada burada kurduğu “inisiyatifleri” yan yana getirip “cephe” adıyla düzenlemiştir. TKP, zaten halka değil, “yurtseverler”e ortak mücadele çağrısı yapmıştır, politik olmayan unsurları baştan dışlamıştır. İşçi sınıfını ve halkı dışlamıştır da, emperyalizmi, uluslararası sermayeyi, mali sermaye ya da sermaye egemenliğini dışlamamakta ve hedef mi edinmektedir? Hayır, sorun, emperyalizm ve işbirlikçilerine karşı işçiler ve halk olarak konulmuyor; “yurtseverler”in, yurtsever politika yapanların “sermaye siyasetçilerinin politikalarına karşı” mücadelesi olarak ele alınıyor. Sınıfa karşı sınıf değil, politikacıya karşı politikacı!…
“Net” anlatılmaktadır: “Ülkenin gidişatına tepki duyanların”, “Bu ülke satılık değil diyenlerin”, “bir şeyler yapılması gerektiğine inananların”, örgütlü davranarak başarılı olabileceklerini düşünenlerin bir araya gelmesi için yapılmış bir “ortak mücadele” önerisi oluyor TKP’nin. Evet, dertleri, emperyalizm ve işbirlikçilerinin sömürü, yağma ve baskısına maruz işçi ve emekçilerin, halk yığınlarının “ortak mücadele”de birleşmeleri değil! Söylendiği gibi: madde değil bilinç birincil veri… Bilinç.. Sınıftan ve halktan kopuk irade.. Aynı türden politika. Tepki duyanlar, diyenler, inananlar, düşünenler – bunlar ortak mücadelede birleşecek. Ya halkın tepkilerini açığa çıkarmak? Ya farklı düşünenlerin düşüncelerini değiştirmek? Bunlar çağrıyla, demekle, inanmakla olur mu? Mücadele sorunu değil mi bunlar? Ama öyle TKP’nin “saf ve temiz”, sınıftan ve halktan, taleplerinden kopuk seçkinci mücadele algılayışıyla değil; devrimci partilerinin de yardımıyla, burada şu başka yerde bu acil iktisadi, siyasi, sosyal vb. talebi üzerinden mücadele içine giren/çekilen çeşitli halk katmanlarının, mücadeleleri sürecinde ortak talepler etrafında birleşmeleridir gereken. Ve tepkileri açığa çıkaracak, düşünceleri farklılaştırıp dönüştürecek olan da, bu mücadelenin kendisinden başkası değildir. Marksistlerin söyleyeceği her laf, her politik müdahale, ancak bu zeminde anlam kazanabilir. Ötesi, TKP türü “dışarıdan gazel okumak” olarak kalır!
Garabet şurada ki, “cephe”, kuşkusuz devrimci sınıf partisinin yardımlarından da yararlanarak, talepleri üzerinden mücadeleye atılan ve ortak taleplerle birleşik mücadele ihtiyacıyla yan yana gelen halk sınıf ve tabakaları tarafından kurulmuyor. Örnekse, şu şu sendikalar, şu sendikada örgütlü işçiler, bu sendika muhalefeti olarak örgütlenenler, şu ya da bu işyerlerinin sendika temsilcilikleri ya da kendinden menkul olmayan işçi komiteleri, şu mahalle, bu köy ya da belde halkını kucaklayan muhtarlıklar, belediyeler ya da köylü birlikleri vb. türünden başka halk örgütleri, esnaf, mühendis, doktor vb. odaları, dernekleri vb., üniversite, lise öğrenci birlikileri… kendi mücadeleci örgütlülükleriyle birleşip cephe kurmuyorlar. TKP ve yaklaşımlarının doğruluğuna vb. “inananlar”, herhangi bir “baltaya sap olmamış” inançlılar, çalıştığı ve yaşadığı işyeri, mahalle vb.’de yerel ya da genel acil gündelik talepler etrafında örgütlü olarak varolamayan ya da diyelim ki bir sendika üyesiyse, çalıştığı işyeri temsilciliği ya da şubesini birlikte davranmaya ikna edip sürükleyemeyen politik unsurlar, yurtseverler, kendi başlarına, şuradan buradan böyle birkaç kişi, ne işyeri ne mahalle esaslı, bir araya gelip önce bir “yurtsever cephe inisiyatifi” ve bu inisiyatiflerin bir araya gelmesiyle bir “cephe” kuruyorlar. Ve bu “cephe”, “tutarlı ve inatçı bir hattın toplumun emekçi kesimleriyle kaynaşarak örülmesini… hedefleyerek” eyleme geçiyor. Emekçi kesimlerin kaynaşmasıyla ortaya çıkmıyor, ortaya çıktıktan sonra “kaynaşacak”! Ne tür eylemler örgütlüyor? Ayağını bir yerele, bir işyeri ya da okula, bir mahalle ya da köye vb. basmadığı için, örgütledikleri, kuşkusuz hak mücadelesi bile olamıyor. Ne bir grev.. Ne bir direniş.. Ne bir grev ya da direnişe destek ve birleşik mücadeleye bir adım olmak üzere bir-iki saatlik işbırakma. “Söz söylüyor”lar, doğrularını “diyor”lar, emperyalist yalanları “teşhir ediyorlar”, bu “faaliyetleri” için “onlarca eylem” ve “yüzlerce kapalı salon toplantısı düzenliyor”lar. Bu “eylemler” için “cephe”ye gerek yoktur. TKP bunu yapardı ve yapıyor zaten! Hakkını yemeyelim. “Cephe”, bir de 13 Mart’ta İstanbul’da emperyalist projelere karşı sözünü söyleyen eylem düzenlemiş. Nedir bu 13 Mart? “Yurtsever Cephe” açısından önemli bir tarih ve önemli bir eylem olduğu anlaşılıyor. Ama örneğin 5 Mart ya da 5 Kasım’da ne olduğunu hemen bütün memurlar hatırlarken, 13 Mart’ta ne olduğunu şu ülkede yaşayan kim biliyor ki? “Cephe”nin hala övündüğü bir diğer marifet olan sınıfa karşı, ayrılıkçı 1 Mayıs’ın ise hiç anılmaması gerektiği açıktır.
Kuşkusuz belirli politik hareketler, partiler belirli bir platformda bir araya gelip, halkın cepheleşmesinin önünü açmak üzere eylem ve güçbirlikleri yapabilirler. Platformları, halkın, çeşitli halk katmanlarının mücadelelerinin etrafında birleşebileceği ortak taleplere dayanıyorsa ve eylem ve güçbirliğinin “nefesi yeterse”, bu tür birlikler, yurtsever ya da demokratik bir halk cephesi yönünde atılmış adımlar olarak rol oynayabilirler. Yine kuşkusuz mücadeleci örgütlü halk kesimlerinin bir araya gelerek kuracakları bir cephenin de örgütlenmesinin geliştirilmesi ve yeni katılımlarla genişletilmesi sorunu olacaktır. Ancak adına layık hiçbir cephenin, böyle tamamen sınıfların, halkın ve mücadelelerinin dışından, “yaptım, oldu” tutumuyla kurulamayacağı kesindir. TKP’nin “cephe”si, politik mücadeleyi, işçi sınıfı ve halkın mücadelesi olmak yerine sınıfa ve halka dayatılan bir şey sayan TKP zorlamacılığının son göstergelerindendir.
ZORLAMACILIĞIN SONU
Kemal Okuyan’la TKP, Marksizmin, hatta genel olarak materyalizmin en temel yaklaşımlarını tartışma gündemine getirmektedir. Kendini işçi sınıfı yerine koymasında, halkın yerine geçirerek “cepheleşme”sinde, politik mücadeleyi ele alışında… görülen “yaptım-oldu” tutumu, radikal tutumlarda yansımayan iradecilik, sınıfa “sınıf politikası”, halka anti-emperyalizm dayatıcılık, zorlayıcılık, Marksizmi de tartışma konusu haline getirerek, TKP’nin belirleyeni olmuş görünmektedir. Gerekirse tartışmak üzere değinelim. Okuyan şöyle yazıyor:
“Örgüt-hareket, bilinç-kendiliğindenlik diyalektiği yüz yıl öncesinin kalıplarına sıkıştırılamaz. Sosyalizm mücadelesinde nesnelliğin sınıfın kendiliğinden hareketliliği üzerinden tasnif edilmesi, devrimci dönemlerle evrimci dönemlerin birbirinden bu kriter üzerinden ayrılması hiç de gerekli değildir.” (Komünist, 1 Temmuz)
Ve Aydemir Güler de onu destekliyor:
“Kuralımız: zorlamak
“Türkiye Komünist Partisi’nin yıllardır yapmaya çalıştığı işi, bir yoldaşımız ‘yelkeni kendimiz dolduruyoruz’ diye tarif etmişti. Resmi belgelerde bu durumu, ‘içinde bulunduğumuz nesnellik, ancak, öznenin müdahalesine bağlı olarak olanak yaratmaktadır’ biçiminde tanımlamıştık.” (Komünist, 8 Temmuz) Ve yukarıdaki görüşüne atıfla, “Kemal’in dediği gibi…” diyerek devam ediyor.
Öyle mi? Bilinç mi önde geliyor artık? Politika mı sınıf mı? Ya da kimin politikası? Sınıf mücadelesi mi politikacıların çekişmesi mi? Politikacıların politikacılarla kavgası… Bu, burjuva politikacılığından başkası değildir!
“Yurtsever Cephe”, Marksizmle girişilen bu polemiğin ürünüdür. Ancak söylenmelidir ki, ne kadar zorlarsanız zorlayın, “yelkeni” kendiniz dolduramazsınız! Ya rüzgarsınızdır ya yelkenli. Ama açık sözlülüktür: Nesnenin, nesnel olanın, halk ve talepleriyle mücadelesinin yerine TKP’nin politik zorlamalarının geçirilmesini net yansıtıyor. Son bir söz: “Nesnellik, ancak, öznenin müdahalesine bağlı olarak olanak yaratıyor”sa, o nesnellik, nesnellik değildir. Nesnellik, özneye ve iradesine bağlı olmayarak varolandır. Ve sorun, nesnel olanı inkar etmek değil, nesnel olanakları değerlendirmek, bu değerlenedirme sürecinde genişleyecek olanakları yeniden değerlendirmektir. Ve her halükarda “özne”, sınıftan kopuk bir parti olamaz. Sınıf mücadelesi, çocukça hayallere sığdırılacak türden değildir.