Anti-emperyalizm ve cephe

İçinde bulunduğumuz yılda politika sahnesine iddialı bir biçimde yeni bir “özne” katıldı. İddiası, en az öncüsü TKP’ninki kadar. Adı, “Yurtsever Cephe”.
TKP ile bu “cephe” arasındaki ilişki, “cephe”nin kendisi tarafından “öncülük” ilişkisi olarak tanımlandığından, bu iki örgütü ve yaklaşımlarını bir arada ele almak yanlış ya da sakıncalı olmayacak.

OLUMLU BİR YÖNELİM
TKP, bilinir, “aşırı ortodoks” Marksizmi* benimser. “Kitabı”nda “sosyalizm”den başkasına uzun süre yer vermemiştir. Örneğin demokrasi ve demokrasi mücadelesi, bu partiye göre, burjuva karakteri nedeniyle hem dışlanmış hem de aşağılanmıştır. Kesintisiz sosyalizme bağlanan, proleter devrimle içiçe geçmiş bir süreç olarak demokratik devrim bir yana, bizzatihi demokrasi mücadelesi dahi, gereksiz olduğu kadar bir saptırma olarak düşünülmüş ve düzen-içilikten çok burjuva gericiliğin unsuru olarak değerlendirilmiş ve yadsınmıştır.**
Buradan bakıldığında, 2005 yılı içinde TKP’nin geldiği anti-emperyalizmin savunulması ve devrimin üzerinden gelişeceği bir “kanal” olarak ele alınması pozisyonu, – teorik yaklaşımında olmasa bile– tutum belirlemesinde bir farklılaşma ve ilerlemeyi belirtmektetir.
Dış koşulların, belirli uluslararası ilişkilerin etkili olduğu anlaşılan TKP’nin bugün kısa sürede ulaştığı anti-emperyalist görevlerin görev bilinmesi yaklaşımı, bu nedenle olumludur. Gerçi TKP bu yaklaşımı benimsedikten sonra, demokrasi ve demokratik görevler konusunu yeniden ele almamıştır; ve kuşkusuz demokratik görevler ve demokrasi mücadelesi sorununun da aynı yaklaşımla ele alınması gerekli olacaktır.
Bundan sonrası “ikincil” önemdedir: İkisini birbirine bağlayarak içiçe geçmiş süreçler olarak ele alma durumunda olan devrimci proletarya, hangisine öncelik verecektir? Sosyalist devrim mi, anti emperyalist demokratik devrim mi?
Türkiye somutu bir tarafa bırakılarak teorik olarak konuşulduğunda, verili kapitalist gelişme koşullarında, iki şey olanaklıdır: Ya anti-emperyalist demokratik devrimin gerçekleştirilmesi üzerinden işçi sınıfı kesintisiz olarak sosyalist devrime yönelecektir ya da sosyalist devrim, henüz tamamlanmamış anti-emperyalist demokratik görevleri geçerken çözecektir. Birinci ya da ikinci seçeneğin tayin edici ölçütü tektir: İşçi sınıfı iktidarı tek başına almaya güç yetirdiği koşullarda bunu yapacak, ve seçenek, geçerken anti-emperyalist demokratik görevleri de yerine getirecek bir sosyalist devrim olacaktır. İşçi sınıfının tek başına iktidarı almaya güç yetiremediği koşullarda ise, zorunlu olarak kesintisiz geçiş seçenek olacak, öncelikle bir anti-emperyalist demokratik devrim ve işçi iktidarı yerine örneğin işçi-köylü iktidarı hedef ve gündem edinilecektir. Burada “zorlama”ya yer yoktur. Önemli olan, her koşulda kapitalizmin sınırlarının kabul edilmemesi ve anti-emperyalist demokratik görevler ve mücadelenin sosyalizme bağlanmasıdır. Her halükarda belirli bir toplumsal kapitalist gelişkinlik düzeyinde, işçi sınıfının iki seçenekten birinin gerçekleştiricisi olması durumunda, başka bir deyişle iktidara gelmeyi (kapitalist  sistem içinde kalmayı kabullenmemesi ve burjuva diktatörlüğünü devirmeyi) hedeflemesi halinde, geriye, devrimin somut gelişme yolunun farklılaşması dışında sorun kalmamaktadır: İşçi sınıfı, ya tüm süreci damgalayarak kendi sosyalist devrimini yapacak ve bu arada tamamlanmamış demokratik anti-emperyalist görevleri tamamlayacaktır ya da yine sürece damgasını vurup belirli sosyalist görevleri de yerine getirerek, anti-emperyalist demokratik devrimin yöneticisi olacak ve başlıca küçük burjuvazi ile birlikte kendisini iktidara taşıyacak, iktidarda tuttuğu yere dayanarak sosyalizme yönelecektir.
Tüm gelişme olasılıkları açısından belirleyici olan, işçi sınıfının bağımsız örgütlenmesi ve kendisini egemen sınıf olarak örgütlemeye yönelmesinin yanı sıra, buradan çıkan, demokratik ve anti-emperyalist görevlerin sosyalist amaçlara bağlanması ve –doğrudan ya da kesintisiz olarak bağlanacağı– sosyalizm uğruna mücadelenin hizmetine koşulmasıdır. Bu, ya doğrudan burjuvazinin tasfiyesi mücadelesi ya da aynı zamanda, işçi sınıfı ile burjuvazi arasında bir hesaplaşmanın da arenası olacak anti-emperyalist demokratik alan ve mücadelede burjuvazinin tecridi sağlanarak, işçi sınıfı hegemonyasının gerçekleşmesi için mücadele anlamına da gelecektir.

ANTİ-EMPERYALİZMİN İÇERİĞİ
Görev edinmesi olumlu sayılmalıdır, ancak TKP’nin anti-emperyalist mücadeleyi ele alışı sorunlu görünmektedir.
TKP, gerçi, son bir-iki yılda”sosyalizm”i, dolaysız ve dolayımsız haliyle, soyutluğu içinde ve “her derde deva” olarak ileri sürmekten, işçi sınıfı ve emekçilerin, halkın her sorunu ve buradan türeyen talepleri karşısında genel bir “sosyalizm” propagandası yapmaktan, bu talepler için mücadeleyi ne politika alanına ne de sosyalizme bağlamadan, somut olarak nasıl bir yol izleyerek gelişeceğine dair bir fikir ve eylem geliştirmeden ve kendisini bu somutluk içinde mevzilendirmeden, sadece “sosyalizm” üzerine konuşmak ama başka iş yapmamaktan ileri doğru bir adım atma arayışına yönelmiştir. Yıllar sonra, emekçi yığınlar içinde mayalanan anti-emperyalizmin, anti-emperyalist mücadelenin önemini keşfetmiştir. Bugün şöyle söylemektedir: “Türkiye sosyalist devriminin taşıyıcı ekseni anti-emperyalist yurtsever mücadele olacaktır.” (TKP Merkez Komitesi Haziran toplantısından, 24 Haziran Komünist)
Karar cümlesinin yazılışından anti-emperyalist mücadele ve öneminin görece kalıcı nedenlere mi yoksa güncel koşullara mı bağlandığı pek anlaşılamamaktadır, ancak anti-emperyalizmin altının çizildiği de bellidir: “Türkiye sosyalist devriminin içinden geçeceği kritik kanallardan biri olan anti-emperyalizm ve yurtseverlik bugünkü dünya, bölge ve ülke koşullarında öne çıkmaktadır.” (TKP 2004 Konferansı Raporu, abç.)
Herhalde şöyle denmek istenmektedir: Anti-emperyalist mücadele genel olarak (güncel koşulların ürünü olmaksızın) sosyalizmin kanallarından biridir ve diğer kanallarla ilişkisi içinde, bugünün koşullarında öne çıkmaktadır ya da birincildir. Eğer anti-emperyalist mücadele üzerinden yürünecekse, bu, doğrudur.
Sorunun bu genelliğiyle teorik konuluşunda, sosyalist devrim mi anti-emperyalist demokratik devrim mi ikilemi ya da tartışması da ikincil plana düşmektedir. Sosyalizm perspektifinden, her halükarda, yüz yüze olduğumuz devrimci adım ister sosyalist ister anti-emperyalist demokratik karakterde olsun, anti-emperyalizm, devrimin başlıca yönlerinden biri, temel bir dayanağı durumundadır.
Ancak bu genelliğin yeterli olmadığı, olamayacağı ortadadır. Hangi içeriğiyle anti-emperyalizm ve nasıl bir anti-emperyalist mücadele, kimlerle ve dolayısıyla ne tür bir ittifaklar politikasıyla ya da ittifakların gereksiz olduğu türden mi gibi sorunların bu genellik içinde yanıtlanamayacağı ve anti-emperyalizmin somutlanmayı gereksindiği açıktır.
Örneğin K. Okuyan,  “…çok açık bir biçimde kapitalizme karşı mücadele ile emperyalizme karşı mücadelenin örtüşmesi”nden söz etmekte ve eklemektedir: “Dönemin bir başka özelliği emperyalizme karşı mücadelenin doğrudan sermaye iktidarına yönelmesidir. Bilindiği gibi geçmişte bu konu, büyük ölçüde kuramsal bir bağlamda ele alınıyordu. Emperyalizme karşı mücadele ile kapitalizme karşı mücadele arasındaki ilişkiye dair stratejik tartışmalar yapılır. Buradan devrim modelleri çıkarılırdı. Bu tartışmada hep ‘sosyalist iktidar mücadelesi verilmeksizin emperyalizme karşı mücadele edilemez’ dedik; şimdi bunu yaşam açık bir biçimde doğrulamaktadır.” (Yurtsever Cephe Verileri, Komünist, 28 Temmuz)
Yaşam neyi doğrulamaktadır? Aynı yazısında Okuyan, özelleştirmeler karşısında işçilerin savunmaya yöneldiği anti-emperyalist içerikli “vatan satılamaz, … vatandır” tutumunu sözkonusu ederek “…yurtseverliğin orta sınıf eksenine yerleşeceğine dair beklentiler, beklenti sahiplerini ortada bırakarak boşa çıkmıştır.” demektedir. Anlaşılan, doğrudan sosyalist iktidarın hedeflenmeyişi, orta sınıf tutumu olmakta ya da ona denk düşmekte ve bu, işçilerin tutumlarıyla “boşa çıkarılmaktadır”!
Emperyalizme karşı mücadelenin sermaye iktidarına karşı yönelmesi, evet bir olgudur; ancak yalnızca “dönemin özelliği” olmaktan uzaktır.
Emperyalizmin, onun egemenlik ve bağımlılık ilişkilerinin ve dünya ölçüsünde saldırılarının kaynağı, tekellerdir, mali sermaye egemenliğidir. Ve üstelik Türkiye ve benzeri ülkelerde bu egemenliğe araçlık ve dayanaklık eden işbirlikçilerin egemenliği de, yine tekeller ve mali sermayedir. Kuşkusuz tekeller ve mali sermaye ve egemenliği çüreyen kapitalizme özgüdür. Dolayısıyla emperyalizme karşı mücadelenin nesnel olarak sermaye egemenliğine yönelmesinde şaşırtıcı bir yan olamaz. Ve bu, yalnızca güncel bir durum oluşturmaz, bütün bir emperyalizm dönemi açısından geçerlidir. Ancak sorun, buradan hareketle, her anti-emperyalist eylemin, kapitalizm karşıtı, sosyalist bir karakter taşımak zorunda olduğu kavrayışındadır. Örneğin tekeller ve mali sermaye egemenliğinden kalkarak, emperyalizmi hedef alan her türden eylemin zorunlu olarak sosyalist karaktere sahip olacağını ileri sürmek, tekelleri ve mali sermaye egemenliğini, tekelci kapitalizmi hiç anlamamak demektir. Bu, ya dünyayı tekelci kapitalistlerle işçi sınıfından ibaret saymak ya bu ikisi dışındaki sınıf ve tabakaların sınıf mücadelesi ve siyaset alanında kendi çıkarları doğrultusunda hiç rol oynamayacaklarını ve oynayamayacaklarını düşünmek ya da doğrudan doğruya bir dizi sınıf ve tabakanın kendi –son tahlilde sınıf niteliklerinin yansıması olan– politikalarıyla yer aldıkları/alacakları sınıf mücadelesi yerine kendi “doğruları”nı ikame etmek anlamına gelir. TKP’nin durumu daha çok bu sonuncusuna uygundur: O, kendisini işçi sınıfının yerine geçirdiği gibi, çıkarları emperyalizmle çelişen tüm sınıfların da yerine geçirmekte ve “ya böyle olur, ya hiç!” tutumunu geliştirmektedir!
Oysa, sosyalist olmayan anti-emperyalist eylem ve hareket kuşkusuz vardır, tarihte örnekleri çoktur, bundan sonra ortaya çıkmasının hiçbir engeli de bulunmamaktadır. İradeden bağımsızdır bu.
Neden?
Emperyalizm (ve işbirlikçileri) nesnel olarak yalnızca, bütünüyle kapitalizm ve sermaye egemenliği ile karşıtlık halindeki işçi sınıfını değil, ama örneğin köylülüğü, örneğin şehir küçük burjuvazisini, esnafı ve hatta kendisiyle tamamen birleşememiş orta sınıfı, tüccar ve sanayiciyi de baskılamakta ve ezmektedir. Emperyalizm, dünyanın yalnızca emek-sermaye olarak bölünmesi değildir, ama aynı zamanda, az sayıda egemen ulus ile büyük çoğunluğu oluşturan sömürge, yarı-sömürge ve bağımlı ulus ya da halk arasında da bölünmesidir. Ve buradan, bir kısmı sermaye tarafından sömürülen, kapitalist baskı altında (işçi sınıfı) ama bir kısmı da sermaye tarafından sömürülmek bir yana sermayedar ya da küçük sermayedar olan burjuva ve küçük burjuva (köylülüğün büyük çoğunluğu, küçük ve orta tüccar ve sanayici vb..) sosyal kategorinin emperyalizmle karşıtlığı şekillenmektedir.
Orta sınıflar ve şehir küçük burjuvazisi ve köylülüğün, sınıf karakterlerinden kaynaklanarak, baskılandıkları emperyalizm karşısındaki konumları ve buna uygun düşen karşıtlıklarının somutluğuyla işçi sınıfınınki kuşkusuz farklıdır. Birinciler, kapitalist ya da kapitalizm öncesi (köylülüğün bir bölümü) kategoriler olarak, tekellere, iktisadi-siyasi imtiyaz ve denetimlerine, emperyalist bağımlılık ilişkileri ve dayatmalara vb. karşı olmanın ötesine geçmeyecek, emperyalizmle karşıtlıklarını hiçbir durumda kapitalizm karşıtlığı üzerinden kurmaya girişmeyeceklerdir, girişmezler. İşçi sınıfıysa, tersine, bu konumdadır. Öte yandan, orta sınıflardan aşağı sınıflara azalarak, kapitalist kategoriler, emperyalizm ve mali sermaye ile bağımlılaştırıcı belirli bağlara da sahiptirler: Kredi ilişkileri, yan sanayi olarak bağımlılık vb. vb.. Daha ötesinde, özellikle orta sınıflar, emperyalizmle çelişmelere sahip burjuva katmanlar, işçi sınıfıyla karşıtlık içinde de oldukları gibi, onun hareketinden –en azından 1848’den bu yana– duydukları korkuyla gericileşme ve gericilikle (emperyalizm ve işbirlikçileriyle) birleşme eğilimi de gösterirler. Bunlardan çıkan, işçi sınıfının anti-emperyalizmiyle diğerlerininkinin kesin farklılaşmasıdır. İşçi sınıfı, kapitalizm karşıtı bir sınıf olarak, kapitalist emperyalizme karşı mücadelede sonuna kadar gidecek tutarlı ve kararlı bir sınıfken, burjuva ve küçük burjuva tabakaların anti-emperyalizmi, kuşkusuz az ya da çok zayıflatmakla birlikte, kapitalizmin sınırları içinde kalır, şu ya da bu ölçüde tutarsızlık ve kararsızlıklar göstermesi kaçınılmaz olur.
Ancak kesin olan şudur ki, “emperyalizme karşı mücadelenin doğrudan sermaye iktidarına yönelmesi” gerçeğinden çıkacak sonuç, yalnızca, 1) demokratik içerik taşıyan anti-emperyalist mücadele ile sosyalizm mücadelesinin birleştirilmesi ihtiyacı 2) ve bunun kolaylaşması ve işçi sınıfının anti-emperyalist mücadeleye damgasını vurmasının emperyalizme karşı kesin zafer için hem zorunluluk oluşturması hem de zemininin sağlamlaşması ve genişlemesidir. Yoksa, “sosyalist iktidar mücadelesi verilmeksizin emperyalizme karşı mücadele edilemez” tezinin geçerliliğinin ileri sürülebilmesi için, bu, yeterli bir kanıt sayılamaz. Ve hele “emperyalizme karşı mücadelenin doğrudan sermaye iktidarına yönelmesi” gerçeği, bir başka nesnel gerçeğin, birbirinden farklı çıkarlarla emperyalizmle çelişme halinde olan ve farklı politikalarla farklı içerikte anti-emperyalist mücadeleler yürütebilecek birden çok sınıfın bulunmasının reddinin gerekçesi yapılamayacağı gibi, bu nesnellik, “yurtseverliğin orta sınıf eksenine yerleşeceğine dair beklenti”ciliğin zemini olarak görülemez. Ve tersinden, eğer görülüyorsa, bu yalnızca şu anlama gelecektir ki; TKP türünden bu nesnelliği yok sayarak etrafından dolananlar, kendisini pratik politik bir küçük burjuva veya orta sınıf hareketi şahsında dayattığında, ya şimdi demokratik Kürt hareketi karşısında yaptıkları gibi ona cepheden karşı çıkacak ya da “vay be!” şaşkınlığıyla teslim bayrağı çekerek –sınıf-dışı pozisyonlarının da kolaylaştırıcılığıyla– orta sınıf yurtseverliğinin unsuru olmasa bile, kuyruğuna takılacaklardır.
İşçi sınıfının anti-emperyalist mücadelede yer alması, bununla da kalmayıp onun sorumluluğunu üstlenmesi için, bu mücadelenin sosyalist karakterli olması gerekmemektedir. İşçi sınıfı, sosyalist içerikli olmayan, ama sosyalizme ilerleyişi olanaklı kılacak bir mücadele içine girdiğinde, çıkarları emperyalizmle çelişen ve ona karşı mücadele eğilimi gösteren sınıf ve tabakaları ortak talepleri etrafında birleştirip başına geçerek –kesintisiz sosyalizme bağlanmasının garantisi kendi eylemi ve önderliği olan– anti-emperyalist demokratik devrimi gerçekleştirmeye yöneldiğinde, devrimciliğine halel gelecek değildir.
Gerçek şudur: Tıpkı demokrasi mücadelesi gibi, anti-emperyalist mücadele de sosyalist değil, ama burjuva karakterlidir, demokratik bir içerik taşır. İktisadi ve siyasal tekel, imtiyaz, dikte ve ulusal bağımlılık ve köleleştirme karşıtlığıdır. İkisi için de kapitalizm karşıtlığı ve sosyalizm, bunların benimsenmesi önkoşul değildir. Ama bundan, üstelik koşulsuz olarak, ne demokratik ne de anti-emperyalist mücadelenin sosyalizm karşıtı ve kapitalist sistemi besleyip güçlendiren niteliklere sahip olduğu sonucu çıkar. Üstelik, hem demokratik ve hem de anti-emperyalist mücadelenin tutarlılığı kadar kesin ve kalıcı başarısının da, sosyalizme bağlandığı ve kesintisiz sosyalizme geçişi hedeflediğinde olanaklı olduğu reddedilemez.
Demokrasi ve anti-emperyalizm, evet, karakter itibarıyla burjuva kategorilerdir ve burjuvazi genel olarak ilerici-devrimci barutunu tüketmiş ve gericileşmiş olmakla birlikte; hem hala devrimci barutunu tamamen tüketmemiş ve hatta –kaçınılmaz tutarsızlığı içinde– gerici tekelci burjuvazi karşısında devrim ihtiyacında belirli burjuva kesimler (en azından küçük burjuvazi) ve kategoriler (örneğin ezilen uluslar) vardır, hem de Türkiye gibi bir demokratik devrimden geçmemiş kapitalist toplumlar, emek-sermaye çelişmesinin yanında, çözülmeleri, bir yönüyle işçi sınıfının sosyalist eğitimini gerçekleştirmesi bakımından zorunluluk oluşturan başka çelişmelerin de etkilerini hissettirdikleri alanlar durumundadırlar. Bunlar arasında, emperyalizmle –yalnızca işçi sınıfı değil, ama– halk, emperyalizmle birleşmiş –başlıca kapitalist nitelikli– gericilikle halk ve ezen ve ezilen uluslar arasındaki çelişmeler sayılabilir.
Ne emperyalizmle çelişme ve zıtlık durumunda olanın tek başına işçi sınıfı olduğu ileri sürülebilir ne de emperyalizmin işbirlikçisi tekelci kapitalist gericiliğin yalnızca işçi sınıfını ezdiği ve buradan ancak ve yalnızca sosyalizm mücadelesinin kaynaklanabileceği iddia edilebilir. Üstelik geniş bir Kürt nüfusun yalnızca emperyalizm tarafından kimliği ve iradesi inkar edilerek bağımlılık ilişkileri çerçevesinde baskılandığının düşünülebilmesi ve ülkeye özgü ezen-ezilen ulus ilişkisinin görmezden gelinmesi imkanı da yoktur. Yine üstelik işçi sınıfı, hem demokrasisizlik ve hemde emperyalist yağma ve baskıdan, bağımlılık ve kölelik ilişkilerinden, halkları birbirine düşüren emperyalist oyunlardan, örneğin ülkesinin emperyalistlerin savaş arabasına bağlanarak başka halkların üzerine sürülmesinden en büyük zararı görecekler arasındadır ve bundan sınıf mücadelesinin serpilip gelişmesi de olumsuz etkilenmektedir.
Tüm bunlardan, burjuva ya da demokratik karakterli –ulusal nitelikli olanları da içinde olmak üzere– bir dizi anti-emperyalist demokratik görev çıkar ve bunlar burjuvaziye terkedilemeyecek kadar ciddi ve önemli görevlerdir. Burjuvaziye terkedilemeyecek görevlerden olmaları, bir yanıyla Menşevikçe burjuvaziden beklenti içine girilmemesi zorunluluğu anlamına gelir; ulusal ve demokratik alanda ilerlemelerin gerçekleştirilmesi gerici burjuvaziden (emperyalist ve işbirlikçi tekelci burjuvaziden) umulamayacağı gibi, kapitalist emperyalizmin gericiliğin başlıca ve asıl kaynağı haline geldiği emperyalizm ve proleter devrimleri çağında, artık bu alanlar, kendileri de kapitalizmin kategorileri olan emperyalizm ve gericilikle çelişme halindeki burjuva kesimlerin kalıcı çözümler vaad edip kesin ve net zaferler elde edebilecekleri alanlar değildir.* Ve diğer yanıyla, ulusal ve demokratik görevler ya da bu alanlarda gelişme sağlanması, geç kapitalizm zemininde hem sayıca hem nitelikçe çok daha gelişkin işçi sınıfının varlığı ve onun sermaye ile karşıtlığı koşullarında gerçekleştirilmek durumundadır. Emek-sermaye karşıtlığının unsuru olmasının yanında emperyalizm ve gericilik tarafından da baskılanan işçi sınıfı, sosyalist eğitimini de tamamlamak üzere, onlara karşı mücadele etmekten ve demokratik ve anti-emperyalist mücadelelere kendi damgasını vurmaya yönelmekten kaçınamaz.
TKP, politikayı, ama sınıftan kopuk ve onun adına politika ve politik mücadeleyi yüceltmekte ve sınıf ve talepler üzerinden mücadele vurgusuyla sınıf politikası önermesini “ekonomizm”le suçlamaktadır; ancak, sosyalizmi öne sürerek, “sosyalist iktidar mücadelesi verilmeden anti-emperyalist mücadele yürütülemez” teziyle ulusal ve demokratik görevlerin, demokratik içerikli anti-emperyalist görevler ve siyasal devrim ihtiyacının geçersizliğini ilan edip ancak sosyalist içerikli bir anti-emperyalizmi tanıması, aşırı-iradeciliğinin yaslandığı bir ekonomizm türünden başkası da değildir. Emperyalizm döneminde ancak sosyalizm ve sosyalist iktidar için mücadele edilebileceği (ve anti-emperyalizmin de –kuşkusuz sosyalist içeriğiyle– ancak bu mücadelenin bir kanalı olabileceği) tezi, emperyalizmin tarih sahnesine yeni çıktığı günlerde, “ Rahmetli ekonomizm, kapitalizmin doğuşuyla demokrasi savaşımını nasıl birbirine bağlayamamışsa, o da emperyalizmin doğuşunu reformlar ve demokrasi için verilecek savaşımla nasıl bağlayacağı sorununu çözeme”yen** ve ulusal demokratik alanı burjuvaziye terkeden emperyalist ekonomizme özgüdür. TKP, şimdi, bu alana el atmaya ilerlemek istemekte, çünkü gerçekler, emperyalist işgal ve oyunlar, halkın anti-emperyalist duyarlılığı vb. kendini dayatmaktadır; ama demokratik içeriğini inkar ederek ve niteliğini sosyalizme eşitleyerek, bunu bir türlü başaramamakta, kavrayışsızlığı ve iradeciliği önüne engel olarak dikilmektedir. TKP, Lenin’in “Emperyalist Ekonomizm” başlığıyla derlenmiş üç makalesine bir bakmalıdır.

CHAVEZ ÖRNEĞİ
Teoriden pratiğe geçilirse, Chavez için ne söylenecektir? Emperyalizme karşı mücadele etmemekte midir? Örneğin son olarak maden arama ve çıkarma imtiyazlarını iptal etmemiş ve bundan böyle Venezüella’nın uluslararası tekellere maden arama ve çıkarma imtiyazları vermeyeceğini açıklamamış mıdır? Soruların yanıtı, açık ki “evet”tir. Peki, zaman zaman “sosyalizm”den de söz eden Chavez ve başında olduğu hareket kapitalizm karşıtı mıdır, sosyalist midir? Emperyalist imtiyazlar ve bağımlılık ilişkilerinin ötesinde genel olarak kapitalizme karşı mücadele mi açmıştır? Uluslararası tekellerle, emperyalizmle mücadele etmekte olan hareketlerin, başka bir alternatif –“tüm çabalara” karşın!– üretilemediği için, sosyalist söylem kullanması anlaşılırdır, ama bu, onları sosyalist içerikli hareket yapmaya kuşkusuz yetmez.
Bu noktada TKP’nin karar vermesi gerektir: Ya Chavez anti-emperyalist değildir ya da anti-emperyalist olduğu kadar kapitalizme de karşıdır ve sosyalist iktidar için mücadele etmektedir! Ancak Chavez’in hem anti-emperyalist bir eylem sürdürdüğü hem de sosyalizmden etkilenmekle* birlikte, kendisinin ve hareketinin sosyalist içerikli olmadığı kabul edilmelidir.
Chavez’in başında bulunduğu ulusal mücadele bir işçi hareketi olarak örgütlenmemiş, etkilenmelerinin ötesinde, kapitalizm karşıtı hedeflere sahip ve sosyalizmle birleşmiş bir işçi hareketi olarak iktidara yürümemiş; ama önemli kazançlar elde eden ciddiye alınması gereken bir anti-emperyalist hareket olarak gelişmiş, yalnızca emperyalizme darbe vurmakla ve onu zayıflatmakla kalmamış, –kapitalizmin sınırlarını aşmamasına karşın, nesnel olarak– kapitalizmi de zayıflatmaktadır. Chavez ve hareketi tarafından “sosyalist iktidar mücadelesi verilmeden emperyalizme karşı mücadele” yürütüldüğü ve ulusal-devrimci hükümet aracıyla, anti-emperyalist iktidar için, emperyalistler ve işbirlikçilerinin iktisadi ve siyasal tekel, imtiyaz ve egemenliklerine karşı mücadele sürdürüldüğü kesindir.
Kuşkusuz başında bulunduğu hareketle Chavez, belirli tarihsel sosyal koşulların ürünüdür ve her şeyden önce belirli sınıf çıkarlarının savunucusu ve belirli sınıfların temsilcisidir, bu belirli sınıfların talepleri uğruna mücadeleleri içinde öne çıkmış, halkının ulusal ve demokratik taleplerine sahip çıkarak ve Venezüella halkıyla oldukça ileriden birleşerek, ciddiye alınmazlık edilemeyecek bir anti-emperyalist eylemin başında durmaktadır. Ancak böyle yaklaşıldığında doğru değerlendirilebilecek, pozisyon ve tutumları açıklanabilir olacaktır.
Konumuz açısından, Chavez ya sosyalisttir, sosyalist iktidar için mücadele ederek anti-emperyalist mücadele vermektedir; bu durumda, Chavez’in sosyalistliği kanıtlanmalı, bu sosyalizmin dayanakları gösterilmelidir. Bu dayanaklar bulunamaz ve gösterilemez. Ama TKP tezine göre, Chavez’in sosyalist iktidar için mücadele etmesi gerekmektedir. Tez doğru kabul edilirse, TKP’nin savunduğu “sosyalizm davası” da dayanaksız demektir. Öte yandan Chavez ya da sosyalist değildir, çünkü sosyalist iktidarı hedeflememektedir; bu durumda ya başında olduğu, kazanımlar elde eden mücadelenin anti-emperyalist içeriğinin de inkarı gerekecek ya da TKP’nin tezi iflas edecektir.

TÜM MÜDAHALELER SINIFIN VE HALKIN MÜCADELESİ ÜZERİNDEN
TKP’nin “sosyalist iktidar mücadelesi verilmeden emperyalizme karşı mücadele edilemez” tezinin iflası, şüphesiz işçi sınıfının yanı sıra çıkarları emperyalizmle çelişme halindeki sınıf ve tabakaların varlığını kabul eden ve şu ya da bu tutarlılık ve kararlılıktaki anti-emperyalist mücadelelerini olası gören Marksistlerin anti-emperyalist mücadeleyi sosyalist amaçlarla ele almaları ve işçi sınıfının kapitalizm karşıtı pozisyonundan bir anti emperyalist mücadele geliştirmesi, burjuva sınıfların yedeğine düşmeden ama kendi bağımsız sınıf politikasını izleyerek, öyleyse bağımsız sınıf örgütlenmesini sağlayarak emperyalizme karşı safa girmesi bakımından üstlerine düşeni yapmaktan uzak durmaları gerektiği anlamına gelmez. Tersine, başka belirli sınıfların anti-emperyalist mücadelesini olanaksız saymayan ve tümünün ortak anti-emperyalist talepler etrafında birliğini öngören Marksistler, anti-emperyalist mücadelenin kapitalizmin sınırlarına hapsolmaması ve bu nedenle yozlaşarak sonunda emperyalizme yedeklenmemesi için, emperyalizme karşı mücadelede burjuva sınırlanmacılığa karşı mücadele etmek, başta kapitalizm sınırlarına sıkışmış ulusal kalkınmacılık olmak üzere, anti-emperyalist eylemi tutarsızlaştıran burjuva amaç ve politikalarla uzlaşmamak, başlıca bu amaçlardan kaynaklanan emperyalizmle uzlaşmacılığın üstesinden gelmek zorundadırlar. Öte yandan, bu, işçi sınıfının mücadelesinin bir yönü olarak şekillenmeden, sınıftan ve eyleminden kopuk “Marksistler”in kendi başına geliştirecekleri bir tutumun ürünü olamaz. Bu, ancak kendisini bağımsız bir sınıf olarak örgütleme ve bağımsız sınıf hareketini geliştirme mücadelesi vermekte olan işçi sınıfının, iktisadi eyleminin yanı sıra yürütmek durumunda olduğu ideolojik ve politik eyleminin bir unsuru olabilir. Ve böyle bir mücadele, işçi sınıfının, burjuva kesimlere yedeklenmeden anti-emperyalist mücadeleye kendi bağımsız sınıf politikasının damgasını vurabilmesi için zorunlu olduğu kadar, anti-emperyalist mücadelenin sosyalizme bağlanması, en başta buradan kaynaklanan tutarlılığı ve başarılarının kalıcılığı için de zorunludur.
Bu, Marksistlerle genel olarak burjuva ideolojik/politik akımlar arasında bir hesaplaşma olarak da belirirken, kesinlikle salt düşünsel bir hesaplaşmadan ibaret sayılamaz. Mücadelenin bir tarafını Marksistler diğer tarafını burjuva akımlar oluşturmaz. Mücadele, bir yanda burjuvazi diğer yanda işçi sınıfı, ikisi arasında çok yönlü topyekun bir mücadele olarak, sınıflar ve sınıf hareketlerinin karşı karşıya gelişi olarak ortaya çıkar. Bu, burjuvazi ile işçi sınıfı arasında, anti-emperyalist mücadelenin önderliğini kararlaştıracak bir hegemonya mücadelesidir. Öte yandan bu, anti-emperyalist mücadelenin ittifaklarını kararlaştıracak bir mücadeledir de. Çünkü anti-emperyalist mücadelenin geleceğini, önderliğin işçi sınıfının elinde olması ya da olmaması kadar, çıkarları uluslararası burjuvazi ve emperyalizmle çelişen şehir küçük burjuvazisi ve köylülük gibi katmanların burjuvazi ile mi yoksa işçi sınıfı ile mi birleşeceği belirleyecektir. Başlıca kır ve şehir küçük burjuvazisini, memurları ve esnafı kim kazanacaktır: Burjuvazi mi İşçi sınıfı mı? – Anti-emperyalist mücadelenin önderliğini olduğu gibi, tutarlılığı ve kararlılığını, kalıcı ve kesin başarı kazanma potansiyeline sahip olup olamayacağını belirleyecek olan budur.
TKP tezi göz önüne alındığında, Chavez örneği, hem sosyalizm kavrayışı bakımından hem de sınıf güçleri, hegemonya sorunu ve ittifaklar vb. yi de ilgilendiren anti-emperyalist mücadelenin kapsamı bakımından fikir vericidir.
Ve üstelik Chavez anti-emperyalist mücadele açısından olumlu örnektir. Emperyalizm karşısında oldukça tutarlı tutumlar geliştirmektedir. Politik hareket olarak, onun kadar tutarlı anti-emperyalist tutumlar almayanlar yok değildir. İlk akla gelenler arasından Kürt yurtsever demokrat hareketi örnek verilebilir. Amerikan emperyalizmine ilişkin olduğu kadar Avrupalı emperyalistlere ilişkin de belirli beklentilere sahiptir. Üstelik “sosyalizm”e ilişkin önceki programatik kabullerini de kaldırmıştır. Ya da emperyalizmi güçlendiren işlevi ortada olan Zarkavi gibileri bir yana, Iraklı direnişçiler örnek verilebilir. Amerikan-İngiliz koalisyonuna karşı örneğin Alman ya da Çin veya Rus emperyalizmine bağlanarak savaştıkları ileri sürülemeyecek bir dizi direniş grubunun, öte yandan, sosyalizmle bir ilgilerinin olmadığı da bilinmektedir. Ancak politik hareketlerinin şu ya da bu tutumları, ne Kürt ve Irak Arap halkının çıkarlarının emperyalizmle çeliştiği gerçeğini ne de ülke ölçeğinde Kürt halkıyla, bölge ve dünya ölçeğinde ise Arap halkıyla emperyalizme karşı birleşme zorunluluğunu ortadan kaldırır. Öte yandan, sözü edilen gerçek ve zorunluluğun en başta gelen karşılığı, bu halkların ulusal içerikli taleplerinin savunulması ve desteklenmesidir. Buradan, halkların bugünkü politik hareketlerinin tutarsızlıklarının desteklenmiş olacağı sonucunun çıkarılması ise, tam da madde karşısında bilince öncelik veren idealist safsatanın benimsendiğini gösterecektir. Halkın anti emperyalist ulusal talepleri ve bunların savunulması başkadır, politik hareketlerinin tutum ve yönelimleri ve bunların benimsenip benimsenmemesi başka. Kalıcı olan halklardır, halkın şu ya da bu örgütlenmeleri ise, hem fikri ve politik bakımdan değişmelere açıktır hem de geçicidirler. Emperyalizmi güçlendirme ve onunla işbirliği pozisyonunda olmayan politik örgütlerle, halkların birliğini sağlamanın hizmetindeki güçbirlikleri ve ittifaklara ise, her şey bir yana, maddeye değil bilince, halklara değil doğru ya da yanlış politikalara öncelik tanımayan, iradecilik ve sınıftan ve halktan kopuklukla, kendisini onların yerine koymakla malul olmayan hiç kimse itiraz etmeyecektir.

MADDE Mİ ÖNCE BİLİNÇ Mİ YA DA İRADECİLİK
TKP’nin onmaz hastalığı, sosyalizmi işçi sınıfından koparması, örgütlü işçi hareketine dayanmadan yürütülebilecek bir sosyalizm mücadalesi ve davasını, işçi hareketinin kendisi tarafından hedeflenmemiş bir sosyalist iktidarı olanaklı görmesi ve varsaymasıdır. İşçi sınıfına dayanmayan, onun örgütlü hareketinin ürünü olmayabilecek bir sosyalist iktidar ve sosyalizm! Böyle bir sosyalist politika ve söyle politik mücadelenin önceliği.. Bu hastalığı, anti-emperyalizm kavrayışını da sakatlamakta; bir yandan anti-emperyalist mücadeleyi sosyalizm mücadelesiyle özdeşleştirmesine ve daraltmasına, öte yandan da tıpkı sınıfsız (işçi sınıfından kopuk ve onu dışlayan, sınıfın yerine kendisini koyan) sosyalizm mücadelesi yaklaşımı türünden, anti-emperyalist mücadeleyi de, emperyalizmden zarar gören sınıfların mücadelesi olmaktan uzak ele almasına götürmektedir.
TKP’ye göre, sınıflar ve sınıf mücadelesi yoktur, ama “zihin açıklığı”na** ve “netlik”e sahip, “ileri” ideolojik tutumlar geliştirmiş, politik bakımdan sosyalizmi benimsemiş ve sosyalizm için –ve tıpkı benzer biçimde emperyalizme karşı– mücadele eden, sınıflarından kopuk, sınıf-dışı unsurlar, partiler, örgütler, inisiyatifler vardır, önemli ve kararlaştırıcı olan onlardır! Sosyalisttirler, komünisttirler, yurtseverdirler. Sosyalistlikleri, komünistlikleri, yurtseverlikleri kendilerinden menkuldür. İddialarına, “zihin açıklıkları”na, kendilerini “kurma” ya da kurgulamalarına, programlarına vb. bağlı olarak, kendileri öyle varsaydıkları için sosyalist, komünist ya da yurtseverdirler ve maddenin değil ama bilincin ilk veri olduğu ve önde geldiğini, sosyalistlik adına iradeciliğin, sınıftan kopukluk ve onun adına politika yapmanın geçerliliğini kanıtlamak üzere (!) sosyalist ya da yurtsever (anti-emperyalist) mücadele yürütme işlev ve “sorumluluğu” ile yükümlendirilmişlerdir!
Başka türlü, işçi sınıfı dışında, çıkarları nesnel olarak emperyalizmle çelişmekte olan örneğin köylülerin, örneğin şehir küçük burjuvazisinin ya da hatta uluslararası burjuvazi ve emperyalizmin kendi çıkarları dışında çıkar tanımadan bunca saldırganlaştığı koşullarda, belirli –tekel-dışı– burjuva kesimlerin, nesnel nedenleri olan anti-emperyalist talep ve mücadelelerinin olabilirliğinin inkarı açıklanamaz. TKP, tekellerin egemenliği ve tekelci kapitalizmin niteliği ve koşullarını, emperyalizmin karşıtlıkları ve birikmesine yolaçtığı “patlayıcı madde stoklarının karakterini anlayamamakta ve bozuşturmaktadır. Bu kavrayışsızlığının temel bir hareket ettiricisi, onmaz hastalığı durumundaki nesnel olanı, maddeyi bilince peşkeş çekmesi, iradeciliği olmaktadır. TKP, tıpkı sosyalizm davası ve mücadelesini işçi sınıfı yerine sosyalist bilince sahip unsurların, sosyalist ya da komünistlerin, partilerin (adına komünist sözcüğü iliştirilmiş partilerin) davası ve mücadelesi varsaydığı gibi; anti-emperyalizm davası ve mücadelesini de emperyalizmle karşıtlık halindeki sınıfların, bunlardan oluşan halkın davası ve mücadelesi olmak yerine, düşünce olarak emperyalizme karşı olan, bununla kalmayıp kapitalizme de karşı çıkıp sosyalist iktidar isteyen unsurların, başta partiler ve partililer olmak üzere politik grupların, “inisiyatifler”in işi saymaktadır.
TKP, adına iliştirdiği “komünist” sözcüğünün olmazsa olmazı olduğu için, kuşkusuz sınıf ve işçi sınıfı sözcüklerini kullanmaktadır. Ancak örneğin her “işçi sınıfı”nden söz ettiği yerde, onu, politik bakımdan bilinçli varsaydığı kesimlerin, doğrudan doğruya, işçi sınıfının politik örgütü olması gereken partinin yerine kullandığı kesindir. 1 Mayıs’ta “işçi sınıfı şöyle yaptı” derken kastettiği TKP’nin yaptıklarıdır, “işçi sınıfı şöyle yurtsever tutum aldı” derken belirttiği TKP ya da kurduğu “inisiyatifler”in geliştirdiği tutumlardır vb. vb..
TKP’nin “öznesi” daima sınıfın yerine geçirilmiş politik hareketlerdir; partiler, inisiyatifler, politik gruplardır, hiçbir zaman sınıflar, sosyal sınıf ve tabakalardan bileşmiş halk olmamıştır.* Ne tarihsel devrimci özne olan işçi sınıfı ne de onun taleplerini destekleyerek kazanması ve birleştirmesi gereken halk!

“HALKSIZ IRAK DİRENİŞİ”
Örneğin TKP, kendi “sosyalist iktidar mücadelesi verilmeksizin emperyalizme karşı mücadele edilemez” tezini geçersizleştirerek, kuşkusuz sosyalizmle hiçbir ilgisi olmayan Irak Direnişi’nin anti-emperyalist karakterini reddedememektedir. Ancak Irak Direnişi’ni, Irak halkı ve onunla emperyalizm karşıtlığı üzerinden değil, direniş grupları, tutumları ve eğilimleri üzerinden tartışmaktadır.
“Direnişin genel niteliğini ‘anti-Amerikan’ sıfatıyla özetleyebiliriz” diyen TKP, “Irak direnişi, içindeki baskın islamcı renklerle birlikte ve bunların yarattığı handikaplara karşın tarihsel önemde bir anti-emperyalist rol üstlenmiştir.” (TKP 2004 Konferansı Raporu) değerlendirmesi yapmakta; hemen ardından ise “Saddamcı”, “dinci”, “seküler” kanatları üzerine yorumlara dalmakta ve, seküler gruplardan yana desteğini açıklamakta, herhalde Irak Komünist Partisi’nden ayrılarak direniş safına katılan küçük bir seküler (din dışı) grubu desteklemektedir.
Direnişin politik pozisyonunun önemi kuşkusuz görmezden gelinemez. Ancak gruplardan önce Irak halkının, emperyalizm ve emperyalist işgalle karşıtlığının ve bu yöndeki taleplerinin, bu talepler etrafında birliğinin geldiği herhalde kanıt gerektirmeyecektir. Kürtlerin işgalci Amerikan emperyalizmi tarafından Araplara karşı sürülmeye, halkın Şiilerle Sünniler vb. olarak bölünmeye çalışıldığı koşullarda anti-emperyalist ve işgal karşıtı talepler ve halkın bu talepler etrafındaki birliğinin sağlanması tayin edici önemdedir. Dincilik vb. burada, anti-emperyalist talepler etrafında birliğin sağlanmasını bozucu işlev üstlendiği ölçüde önem kazanmaktadır; zehirli etkileri de yine burada, anti-emperyalist talepler etrafında birliğin sağlanmasına ve dinciliğin “dincilik” olarak değil, ama emperyalizme karşı mücadeleyi bozuşturması ve işgalcilerin işini kolaylaştırmasının teşhirindeki başarıya bağlı olarak giderilebilecektir. (Ötesi din ve dinciliğin sosyalist eleştirisini ilgilendirir ki, işçi sınıfının mücadelesinin bir yönü olarak ideolojik mücadele kuşkusuz yürütülecek, ama politik mücadele, dindarla dinsizler arasındaki mücadele olarak ele alınmayacaktır.) Marksizm, bu nedenle, “dincilik”, “sekülarizm”, “Saddamcılık” tartışmasını birincil sorun olarak ve ayrı bir başlık olarak açmayı değil, ama bütün diğer sorunlar gibi, halkın anti-emperyalist talepler etrafında birliği ve anti-emperyalist mücadelenin geliştirilmesinin hizmetinde ele almayı emreder. Örneğin CIA ajanı olması kuvvetle muhtemel olan Zarkavi, bir din savunucusu olarak değil, ama, keskin Amerikan düşmanlığı görüntüsü ardında, işgalciler yerine başta Şii halka yönelttiği katliamcı saldırılarla halk arasında bir Şii-Sünni bölünmesi yaratmaya girişerek halkı ve direnişini bölmesi ve işini kolaylaştırdığı emperyalistlerin işgalinin güçlenmesi ve yerleşmesine sağladığı hizmet üzerinden suçlanmalıdır. Iraklı bir Marksistin tersine yaklaşımı, halkın emperyalizme karşı birliğini ve anti-emperyalist mücadelenin başarıyla gelişmesini gözetmek yerine, birbirleriyle çekişme halindeki direniş gruplarına bir grup daha eklemekten başka sonuç vermez.
Amerikan emperyalistleri sorunun dini bir görünüm kazanması için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Herşeyden önce bir “İslam ülkesi”ne saldırmış ve işgal etmişlerdir. Üstelik bunu “Haçlı Seferi” olarak tanımlamışlardır. Vb. vb.. Ama sorun nedir? Bir ülke, yeraltı ve yerüstü kaynaklarıyla, halkının iradesi çiğnenerek işgal edilmiştir ve bebelerine kadar “suçlu” sayılmakta, vurulup kırılmakta, cezaevlerine doldurulmakta, işkence edilmekte, öldürülmektedir. İşgal öncesi yıllardır ambargoyla ilaçsız, gıdasız bırakılmıştır. Şimdi de işgale bağlı olarak şebeke ve iletişim hatları tahrip edilmiştir, elektriksizdir; hastaneleri tahrib edilmiştir, sağlık olanaklarından yoksun bırakılmıştır. Çoğu il ve beldeleri susuzdur. Eğitim çökmüştür. “Terörle mücadelenin selameti” adına hiçbir iyileştirme ve inşa faaliyeti yapılmamaktadır. Petrole elkonmuştur. İşsizlik had safhadadır. İşgal halkın yaşam koşullarını katlanılmaz hale getirmiştir. Ve halk her nedenle aşağılanmakta, küçük bir şüpheyle öldürülmekte, direnişin yayıldığı yerlerde ise katliamlar örgütlenmektedir. Kısacası emperyalistler (ve işbirlikçileri) halkın ne iktisadi ne siyasi ne sosyal ve ne de kültürel herhangi hakkını tanımaktadır. Direnişin temeli buradadır, dinde ya da sekülarizmde değil. Ve direnişe, halk ve hiçe sayılan hakları atlanarak, dinci ya da değil, direniş grupları üzerinden yaklaşılamaz. Ama TKP böyle yapmaktadır. Oysa, direniş gruplarının kaynağı ve dayanağı da halktır. Yine de Irak Direnişi’nin anti-emperyalist karakterini kabul etmesi olumlu sayılabilir. “Hayır! Anti-emperyalist değil” de diyebilirdi!
TKP’nin bir açmazı da budur: Gerçeği en azından bazı durumlarda ve bazı yönleriyle “gerçek” olarak kabul etmek zorunda kalmakta; ama yorumlarken onu bozuşturmakta, ileri sürdüğü tezlerle geçersizleştirmekte ya da bu kabulleri tez ve teorilerini geçersizleştirmektedir.

KÜRT HALKI VE DEMOKRATİK HAREKETİ
Bir başka örnek, TKP’nin Kürt sorununa yaklaşımıdır. 2004 Konferans Raporu’nda TKP’nin yaklaşımı şöyle özetlenmektedir: “Türkiye Komünist Partisi, Kürt emekçileri ve yoksullarını sınıf mücadelesine çekecek, iktidar mücadelesine katacak siyasetler üretmekle yükümlüdür. Bu yükümlülük, üçlü görev bilinciyle üstlenilebilir: Türkiye komünist hareketini kendi toplumsal temeli üzerinde güçlendirmek; Kürt sorununda işçi sınıfı programını egemen kılmak ve Türkiye işçi sınıfının en çok sömürülen, en çok işsiz ve örgütsüz bırakılan parçası olan Kürt emekçilerini siyasallaştırmaya ve örgütlemeye hak ettiği önemi veren bir çalışma yürütmek.”
Saptanan ilk iki görev soyutluğu içinde doğrudur. “Birinci görev” bakımından, biliyoruz ki, TKP’nin ayakları havadadır. Komünist hareketin toplumsal temeli kuşkusuz işçi sınıf ve yarı-proleterlerdir. Ve sözü edilen “görev”, sosyalizmi işçi sınıfı hareketiyle birleştirerek bir sosyalist işçi hareketi yaratmaktan başkası değildir; ama TKP, kendisini işçinin ve “kendi hareketi”ni, sosyalist işçi hareketinin yerine koymaktadır. Ancak eylemli işçi hareketinin sahip olabileceği kazanıcı ve sürükleyici gücün yerine geçirilmiş böyle bir “dayanak”la Kürt emekçi ve yoksullarını kazanmanın olanağı yoktur.
“İkinci görev”, iki yanlıdır; bir yandan Kürt işçi ve emekçilerinin sınıfsal talepler üzerinden birleştirilmesi ve örgütlenmesini ve diğer yandan (bu, Marksizm Kürtçeye “tercüme” edilmeden sağlanamayacağı için, bunun da gerçekleşme zeminini oluşturmak ve genişletmek üzere) Kürt ulusal demokratik taleplerinin sahiplenilip desteklenmesini gerektirir. Ve her şey bir yana, ulusal baskıya karşı çıkarak, demokratik içeriğe sahip ulusal talep ve hareketleri desteklemek, köleliğin her biçimine karşı çıkmadan kendisini kölelikten kurtaramayacak olan işçi sınıfının kurtuluşu davası bakımından bir zorunluluk oluşturur. Kürtlerin ulusal hakları tanınıp desteklenmeden, ulusal ayrımcılığa karşı, ayrı devlet kurma hakkını da kapsayan ulusal hak ve dil eşitliği savunulmadan, ulusal davanın sınıf çelişkilerini örtüp bulanıklaştırmasının da üstesinden gelinemeyeceği ve sınıf örgütleri kurulup geliştirilemeyeceği gibi, Türk egemen sınıflarının Kürt programının gölgesinden kurtulmuş, onun yedeği olmayan bir Kürt programı düşünülemez. Bu noktada TKP’nin hali içler acısıdır.
Bu içler acısı haliyle, TKP’nin “üçüncü görevi”, “Kürt emekçilerini siyasallaştırmaya ve örgütlemeye hak ettiği önemi veren bir çalışma yürütme”ye, başarmak bir yana, girişmesi bile düşünülemez. Ve zaten, Kürt emekçilerinin oldukça ileri ölçüde siyasallaşmış ve gevşek bile olsa örgütlü oldukları kabul edilmelidir. Bu siyasallaşma ulusal davanın sahiplenilmesiyle sınırlıdır, ulusalcıdır, dolayısıyla burjuva karakterlidir, ama Kürt emekçilerinin siyasallaşmamış oldukları söylenemez. Öyleyse bu görev, “siyasallaştırma” olarak değil, ulusal mücadelenin tutarsızlıklarının giderilmesi, tutarlı bir anti-emperyalist nitelik kazanıp onunla beslenmesi ve böyle bir mücadele içinde olanaklı olabilecek sosyalizme bağlanması içeriğiyle tarif edilmelidir.
TKP’nin içler acısı hali şudur ki; hem Kürt emekçileri ve Kürt sorununa ilişkin büyük iddialarda bulunmakta, hem de Kürt sorununu yok saymakla eş anlamlı olarak, Kürtlerin ulusal taleplerini yok saymakta ve desteklemekten geri durmakta, daha da ileri giderek gericiliğin izinde “bölücülük”le suçlamaktadır!
TKP iddia etmektedir: “Kürt dinamiği eski yapılanması yerine bir başkası konmaksızın tasfiye edildiğinde, ortaya yalnızca bir keşmekeş çıkmıştır. …TKP’nin Kürt emekçilerini bu keşmekeşin içinden kurtarma görevi acildir.” (2004 Konferansı) TKP “kurtarıcılık”a pek meraklıdır!* Ancak eskiden “keşmekeş” olmadığı anlaşılıyor. Üstelik tasfiye edilmediği de bilinmektedir. Tasfiye olmadığına göre, eskisi gibi mi kalsın yoksa TKP “kurtaracak” mı?
İddiaları büyüktür: “TKP Kürt emekçilerini ülkemizin devrimci işçi sınıfı hareketinin vazgeçilmez bir unsuru olarak dönüştürmek ve kendi çatısı altında örgütlemekle yükümlüdür.” (Agy.) Burada ulusal bir soruna yaklaşım yoktur; ulusal sorunun sınıfsal sorunla, ulusal kurtuluş mücadelesinin sosyal kurtuluş mücadelesiyle birleştirilmesi ve sınıfsal eksende ele alınışı yoktur; yalnızca bir “sınıf örgütlenmesi” öngörülmektedir ki, TKP’nin bundan anladığı da bilinmektedir: Sınıftan kopuk bir sosyalist örgütlenme ya da “TKP’ye adam kazanma”! Gereğini nasıl yerine getirdikleri de bilinmektedir: 1 Mayıs’ta ya da başka TKP eylemlerinde, TKP üyesi bir Kürt çıkıp, “Bakın ben Kürdüm ve TKP’liyim. Kürt sorunun çözümü sosyalizmdedir. Kürtler TKP’ye gelin.” demekte ve sorun hallolmaktadır!
Ama yine de TKP esip savurmaktadır: “Şu an için gerek Kürt gerekse Türk siyasetinde, Kürt kimliğini emekçi karakteri ekseninde yeniden tanımlama hedefi ile hareket eden biricik güç TKP’dir.” (Agy.) Vay! Bu iddia da, TKP’nin geçersiz tezleri türündendir: “Ben öyle istiyorum, öyledir!”  İşçi sınıfının devrimci partisi örneğin Diyarbakır Akyıl işçilerinin, örneğin Bismil Sinan ve Aslanoğlu köylülerinin örgütlenmesiyle uğraşırken, ulusal sorunda “sınıf ekseni” üzerine konuşmak, Kürtleri de karşısına almış olan ayrı İstanbul 1 Mayısı’nda “Kürtler burada” diyen TKP’ye düşüyor ve hele tekelinde sayılıyor! Sınıf eksenli yaklaşım ve çalışma; anlaşılan, Kürt ulusal taleplerinin reddi, ulusal mücadelesinin yok sayılması ve desteklenmesinden uzak durulması ve Kürtlerin tamamen dışardan “sosyalizme” çağrılması olmalıdır! İşte TKP’nin “sınıf eksenli” yaklaşımı:
“TKP’nin, Kürt hareketi ve Kürtler söz konusu olduğunda ana yüklenme noktaları, bir emperyalist projelerin deşifrasyonu; iki, sosyalizm perspektifi olmak zorundadır.” (Agy.) Ulusal talepler ve mücadele yoktur, önemsizdir ya da “bölücü”dür ve uzak durulmalıdır! Emperyalist projeler ve kuşkusuz “Kürtlerin emperyalizm yanlılığı” deşifre edilecek, alternatif olarak “sosyalizm” denecek, “Sosyalist Türkiye’de Kürt sorununun zaten çözüleceği” ileri sürülecektir!
“Belirleyici” sözcüğü ardında gizlenerek bunu açıktan söylemektedirler de: ”TKP’nin Kürt emekçileri içinde yürüteceği örgütlenme çalışmalarında ulusal hak ve talepler değil anti-emperyalist ve sınıfsal eksenler belirleyici olacaktır.” (Agy.)
Aktardığımız son iki pasajda söyledikleri ve genel olarak Kürt sorununa yaklaşımlarıyla TKP, her şeyden önce, dönüp, sosyalizm adına ve sosyalist mücadele ileri sürülerek, ulusal talepler ve mücadelenin atlanmasıyla ilgili olarak, Lenin’le R. Lüxemburg arasındaki Polonya tartışmasına bakmalıdır.
Marsizm adına, ulusal soruna ilişkin olarak, sınıfsallıkla ulusallığın, sınıfsal ve ulusal taleplerin böyle karşı karşıya konması ve ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesi ve taleplerinin bunca birbirinden koparılması, Marksizm ve ulusal soruna yaklaşımından hiç nasibini almamış olmaya delalet eder. Ulusal sorun olacak, ama ulusal talepler üzerinden yürünmeyecek – olacak şey değildir. Ulusalcılık demek olan ulusal taleplerle sınırlanmak başkadır, bu taleplerin savunulması ve ama sınıfsal taleplerle birleştirilmesi başka! İkincisi sosyalistliğin gereğidir. Ve üstelik “anti-emperyalist eksen” kapitalizm karşıtlığını zorunlu kılmadığı gibi, bizzatihi ulusal bir eksen durumundadır ve bu eksen, Türkiye sözkonusu olduğunda, bir tarafta emperyalizm (ve işbirlikçileri) diğer tarafta Kürt halkını da kapsayarak tüm Türkiye halkı olarak şekillenen nesnel bölünme üzerinde oluşmaktadır. Kürt işçi ve emekçileri başta olmak üzere, Kürt halkının ulusal taleplerinin sadece Türk egemenleri karşıtlığından kaynaklandığını ya da başka bir deyişle Kürt halkının yalnızca Türk burjuvazisi tarafından ezilip baskılandığını düşünmek, yalnızca bir ulusal dargörüşlülüktür. Ulusalcılığa özgüdür. Ancak yalnızca Kürt ulusalcılarına değil, TKP örneğinde olduğu gibi Türk ulusalcılarına da özgüdür. TKP, Kürt sorununu, sadece bir Türk-Kürt anlaşmazlığı sorunu olarak görmektedir, emperyalizm koşullarında ulusal sorun ve çözümünün emperyalizmden kurtuluş sorununa dönüştüğünden habersizdir. Oysa Kürtlerin iradesi ve ulusal kendi kaderini tayin hakkı, yalnızca Türkiye gericiliği tarafından değil, ama onun işbirlikçiliği pozisyonunda olduğu emperyalizm tarafından da birlikte çiğnenmektedir; ve Kürt ulusal talepleri, –bugün nasıl ifade edilirse edilsin– nesnel olarak emperyalizme de karşıdır ve tutarlı bir ulusallık açısından anti-emperyalist içeriğiyle de ileri sürülmek durumundadır. Dolayısıyla, “ulusal talepler değil anti-emperyalist ve sınıfsal eksen” formülü mugalatadır da.
TKP’nin Kürt sorunu karşısındaki içler acısı hali bakımından son bir gönderme: “Kürt dayanışmacılığının toplum genelinde sol kimliğin bir parçası olarak algılanmasında iki sorunlu nokta bulunmaktadır. Bunlardan birincisi ayrılıkçılık başlığıdır. İkinci nokta ise Kürt siyasetlerinin emperyalizm yanlısı konumlarıdır. Bu sorunlar hafife alınamaz. Bilinmelidir ki, TKP’nin Türkiye’nin bölünmesine ve emperyalizme karşı duruyor olması toplumsal algıdaki sorunları çözmeye yetmemektedir.” (Agy.) TKP “bölünme fobisi” ile yüklüdür ve demokratik Kürt hareketini, ABD ve AB karşısındaki bir dizi tutarsızlığından hareketle, haketmediği “emperyalizm yanlılığı”yla suçlamaktadır. TKP’liler ulusal bağımsızlık mücadelesine katılmak için kapitalizm karşıtlığını şart koşarak yurtseverliği bunca daraltmalarına ve ötesinde henüz “üç kuruşluk” bile bedel ödememiş olmalarına karşın yine de yurtsever olmakta, ama ulusal hak için isyan edip büyük bedeller ödemiş bir halka ve hareketine yurtseverliği çok görmektedir!
Saçmalamaları bir yana, TKP yaklaşımının iki ana bozukluğu dikkat çekicidir. Bir, “bölücülük” vb. görerek Kürt halkının ulusal taleplerini es geçmekte ve buna rağmen Kürt emekçilerini örgütlemekten söz etmektedir, olabilirliği yoktur. Ve iki, yaklaşımına Kürt siyasal hareketine ilişkin –üstelik doğru da olmayan– değerlendirmeleri damgasını vurmakta ve Kürt halkı ve taleplerinden hareket etmemektedir. Tıpkı Irak halkından değil Irak direniş gruplarından hareketle görüş ve politika oluşturduğu gibi, Kürt sorununda da aynısını yapmaktadır.
Başka örnekler üzerinde de durulabilir, ama yeterli sayılmalıdır.

CEPHELEŞEN TKP
Öyleyse TKP’nin, tıpkı işçi sınıfı olmadan sosyalist politika yürütmeye soyunduğu gibi, halklar olmadan anti-emperyalist yurtsever politika yürütmeye soyunmuş olduğu söylenmelidir.
Yurtsever Cephe adıyla kurduğu örgüt de bunun örgütü ve kanıtıdır.
Ne işçi vardır ne halk ve ne de çıkarları emperyalizmle çelişen sınıf ve tabakaların ortak anti-emperyalist talepler zemininde ittifakları! Ne işçilerin ve halkın talepleri önemlidir ne de talepleri üzerinden mücadeleleri ve bu mücadeleye bağlı olarak, mücadele sürecinde ortak talepler etrafında birleşerek örgütlenmeleri ve bir ittifak örgütü olan cephelerini kurmaları! Sınıf ve tabakaların, halk yığınlarının eylemli ve örgütlü olarak yan yana gelişleri, mücadelelerini birleştirmeleri TKP tarafından önemli ve gerekli sayılmamaktadır. Cephe, sınıfların ittifakı olarak şekillenmemekte, mücadeleleriyle biraraya gelen sınıflar arasındaki bir birlik örgütü olarak kurulmamaktadır. TKP “kurdum!” deyince kuruluveren, canı sıkıldığında da dağıtabileceği bir “cephe” ile karşı karşıyayız.
Bakın, TKP organı “Komünist” “Yurtsever Cephe” ve kuruluşunu nasıl anlatıyor:
“Egemenlik haklarını tümüyle AB, NATO gibi emperyalist kurumlara devredecek düzenlemeleri birbiri ardına gündeme getiren, ülke kaynaklarını ‘babalar gibi satmayı’ önüne koyan cahil cesaretinin durdurulması gerekiyordu… Ülkenin bu gidişatına tepki duyanların çoğaldığı bir dönemde Türkiye Komünist Partisi, bu tepkilerin örgütlenmesine ön ayak oldu. Parti, ‘Bu ülke, bu halk satılık değil’ diyenlerin ve satışı durdurmak için bir şeyler yapılması gerektiğine inananların ancak örgütlü davranarak başarılı olabileceklerinden hareketle, ortak bir mücadele önerisi yaptı. Yurtsever Cephe böyle ortaya çıktı. Bu ülkenin yurtseverleri, örgütlü mücadele gerekir diyerek Cephe’de buluşmaya başladılar.
“Yurtsever Cephe’nin kuruluşu böyle gerçekleşmiştir.
“Henüz altı ayını bile doldurmamış olan bu mücadele cephesi, ülkenin çok kritik bir döneminde onursuz, fütursuz ve sorumsuz sermaye siyasetçilerinin politikalarının karşısında cesur bir tavır sergiledi. Emperyalist projelere karşı doğru, tutarlı ve inatçı bir hattın toplumun emekçi kesimleriyle kaynaşarak örülmesini ve bu hattın yurtsever bir kimlikle kendini ifade etmesini hedefleyerek, tarihi bir hamleye imza attı Yurtsever Cephe. Bu ülke topraklarının, emperyalist saldırganlığın doğrudan hedefi haline geldiği böylesi bir dönemde, ihtiyaç duyulan sınıfsal netlik ve ideolojik berraklıkla ‘Bu memleket bizim’ dedi.
13 Mart’ta İstanbul’da emperyalist projelere karşı kendi sözünü söyleyen Yurtsever Cephe, 1 Mayıs’ta daha coşkulu ve daha güçlü bir eylem odağıydı. Bu süreçte Yurtsever Cephe’yi oluşturan onlarca yerel ve mesleki inisiyatif her gün AB ve ABD’nin Türkiye üzerine yaptığı hesapları ve bunlarla ilgili yalanlarını teşhir ediyorlardı. Her gün daha fazla insana ‘biz bir güç olarak doğrularımızı örgütlemezsek, geleceğimizi de satacaklar; bunu durdurmak elimizde’ diyordu Yurtsever Cephe militanları.
“Bu doğrultuda onlarca eylem düzenlendi, yüzlerce kapalı salon toplantısı gerçekleştirildi.
“Yurtseverler mücadele yoluna koyulmuşlardı… (…..)
“Ardı ardına kurulmaya başlanan işçi inisiyatifleri, Yurtsever Cephe’nin önümüzdeki mücadele gündeminin ne olduğuna ilişkin ipuçları vermektedir.” (İşçi sınıfı yurtseverliğinin yükselişi, Komünist, 15 Temmuz, abç.)
Yazının başlığında “sınıf” sözcüğü yama türünden durmaktadır. Uzunca aktardığımız bu cephe kuruluşu izahatında, sınıf, halk ve talepleri, bu talepleri üzerinden mücadeleleri ve eylemli olarak birleşmeleri var mıdır?
“Cephe”, sınıfsal netlik ve ideolojik berraklıkla ‘Bu memleket bizim’ diyor! Her şey “saf”, “temiz” ve “berrak” olacak; işçiler, halk ve geri eğilimleri tarafından “lekelenmiş” olmayacak! Sınıfın ve halkın netlik ve açıklıkla belirli bir platformda birleşmesi zor iştir, uzun mücadelelerin işidir; ama TKP, bunu “Ha” dedi mi yapar, yapmıştır! Doğal ki, birleşen sınıf ve halk olmamış, ama TKP şurada burada kurduğu “inisiyatifleri” yan yana getirip “cephe” adıyla düzenlemiştir. TKP, zaten halka değil, “yurtseverler”e ortak mücadele çağrısı yapmıştır, politik olmayan unsurları baştan dışlamıştır. İşçi sınıfını ve halkı dışlamıştır da, emperyalizmi, uluslararası sermayeyi, mali sermaye ya da sermaye egemenliğini dışlamamakta ve hedef mi edinmektedir? Hayır, sorun, emperyalizm ve işbirlikçilerine karşı işçiler ve halk olarak konulmuyor; “yurtseverler”in, yurtsever politika yapanların “sermaye siyasetçilerinin politikalarına karşı” mücadelesi olarak ele alınıyor. Sınıfa karşı sınıf değil, politikacıya karşı politikacı!…
“Net” anlatılmaktadır: “Ülkenin gidişatına tepki duyanların”, “Bu ülke satılık değil diyenlerin”, “bir şeyler yapılması gerektiğine inananların”, örgütlü davranarak başarılı olabileceklerini düşünenlerin bir araya gelmesi için yapılmış bir “ortak mücadele” önerisi oluyor TKP’nin. Evet, dertleri, emperyalizm ve işbirlikçilerinin sömürü, yağma ve baskısına maruz işçi ve emekçilerin, halk yığınlarının “ortak mücadele”de birleşmeleri değil! Söylendiği gibi: madde değil bilinç birincil veri… Bilinç.. Sınıftan ve halktan kopuk irade.. Aynı türden politika. Tepki duyanlar, diyenler, inananlar, düşünenler – bunlar ortak mücadelede birleşecek. Ya halkın tepkilerini açığa çıkarmak? Ya farklı düşünenlerin düşüncelerini değiştirmek? Bunlar çağrıyla, demekle, inanmakla olur mu? Mücadele sorunu değil mi bunlar? Ama öyle TKP’nin “saf ve temiz”, sınıftan ve halktan, taleplerinden kopuk seçkinci mücadele algılayışıyla değil; devrimci partilerinin de yardımıyla, burada şu başka yerde bu acil iktisadi, siyasi, sosyal vb. talebi üzerinden mücadele içine giren/çekilen çeşitli halk katmanlarının, mücadeleleri sürecinde ortak talepler etrafında birleşmeleridir gereken. Ve tepkileri açığa çıkaracak, düşünceleri farklılaştırıp dönüştürecek olan da, bu mücadelenin kendisinden başkası değildir. Marksistlerin söyleyeceği her laf, her politik müdahale, ancak bu zeminde anlam kazanabilir. Ötesi, TKP türü “dışarıdan gazel okumak” olarak kalır!
Garabet şurada ki, “cephe”, kuşkusuz devrimci sınıf partisinin yardımlarından da yararlanarak, talepleri üzerinden mücadeleye atılan ve ortak taleplerle birleşik mücadele ihtiyacıyla yan yana gelen halk sınıf ve tabakaları tarafından kurulmuyor. Örnekse, şu şu sendikalar, şu sendikada örgütlü işçiler, bu sendika muhalefeti olarak örgütlenenler, şu ya da bu işyerlerinin sendika temsilcilikleri ya da kendinden menkul olmayan işçi komiteleri, şu mahalle, bu köy ya da belde halkını kucaklayan muhtarlıklar, belediyeler ya da köylü birlikleri vb. türünden başka halk örgütleri, esnaf, mühendis, doktor vb. odaları, dernekleri vb., üniversite, lise öğrenci birlikileri… kendi mücadeleci örgütlülükleriyle birleşip cephe kurmuyorlar. TKP ve yaklaşımlarının doğruluğuna vb. “inananlar”, herhangi bir “baltaya sap olmamış” inançlılar, çalıştığı ve yaşadığı işyeri, mahalle vb.’de yerel ya da genel acil gündelik talepler etrafında örgütlü olarak varolamayan ya da diyelim ki bir sendika üyesiyse, çalıştığı işyeri temsilciliği ya da şubesini birlikte davranmaya ikna edip sürükleyemeyen politik unsurlar, yurtseverler, kendi başlarına, şuradan buradan böyle birkaç kişi, ne işyeri ne mahalle esaslı, bir araya gelip önce bir “yurtsever cephe inisiyatifi” ve bu inisiyatiflerin bir araya gelmesiyle bir “cephe” kuruyorlar. Ve bu “cephe”, “tutarlı ve inatçı bir hattın toplumun emekçi kesimleriyle kaynaşarak örülmesini… hedefleyerek” eyleme geçiyor. Emekçi kesimlerin kaynaşmasıyla ortaya çıkmıyor, ortaya çıktıktan sonra “kaynaşacak”! Ne tür eylemler örgütlüyor? Ayağını bir yerele, bir işyeri ya da okula, bir mahalle ya da köye vb. basmadığı için, örgütledikleri, kuşkusuz hak mücadelesi bile olamıyor. Ne bir grev.. Ne bir direniş.. Ne bir grev ya da direnişe destek ve birleşik mücadeleye bir adım olmak üzere bir-iki saatlik işbırakma. “Söz söylüyor”lar, doğrularını “diyor”lar, emperyalist yalanları “teşhir ediyorlar”, bu “faaliyetleri” için “onlarca eylem” ve “yüzlerce kapalı salon toplantısı düzenliyor”lar. Bu “eylemler” için “cephe”ye gerek yoktur. TKP bunu yapardı ve yapıyor zaten! Hakkını yemeyelim. “Cephe”, bir de 13 Mart’ta İstanbul’da emperyalist projelere karşı sözünü söyleyen eylem düzenlemiş. Nedir bu 13 Mart? “Yurtsever Cephe” açısından önemli bir tarih ve önemli bir eylem olduğu anlaşılıyor. Ama örneğin 5 Mart ya da 5 Kasım’da ne olduğunu hemen bütün memurlar hatırlarken, 13 Mart’ta ne olduğunu şu ülkede yaşayan kim biliyor ki? “Cephe”nin hala övündüğü bir diğer marifet olan sınıfa karşı, ayrılıkçı 1 Mayıs’ın ise hiç anılmaması gerektiği açıktır.
Kuşkusuz belirli politik hareketler, partiler belirli bir platformda bir araya gelip, halkın cepheleşmesinin önünü açmak üzere eylem ve güçbirlikleri yapabilirler. Platformları, halkın, çeşitli halk katmanlarının mücadelelerinin etrafında birleşebileceği ortak taleplere dayanıyorsa ve eylem ve güçbirliğinin “nefesi yeterse”, bu tür birlikler, yurtsever ya da demokratik bir halk cephesi yönünde atılmış adımlar olarak rol oynayabilirler. Yine kuşkusuz mücadeleci örgütlü halk kesimlerinin bir araya gelerek kuracakları bir cephenin de örgütlenmesinin geliştirilmesi ve yeni katılımlarla genişletilmesi sorunu olacaktır. Ancak adına layık hiçbir cephenin, böyle tamamen sınıfların, halkın ve mücadelelerinin dışından, “yaptım, oldu” tutumuyla kurulamayacağı kesindir. TKP’nin “cephe”si, politik mücadeleyi, işçi sınıfı ve halkın mücadelesi olmak yerine sınıfa ve halka dayatılan bir şey sayan TKP zorlamacılığının son göstergelerindendir.

ZORLAMACILIĞIN SONU
Kemal Okuyan’la TKP, Marksizmin, hatta genel olarak materyalizmin en temel yaklaşımlarını tartışma gündemine getirmektedir. Kendini işçi sınıfı yerine koymasında, halkın yerine geçirerek “cepheleşme”sinde, politik mücadeleyi ele alışında… görülen “yaptım-oldu” tutumu, radikal tutumlarda yansımayan iradecilik, sınıfa “sınıf politikası”, halka anti-emperyalizm dayatıcılık, zorlayıcılık, Marksizmi de tartışma konusu haline getirerek, TKP’nin belirleyeni olmuş görünmektedir. Gerekirse tartışmak üzere değinelim. Okuyan şöyle yazıyor:
“Örgüt-hareket, bilinç-kendiliğindenlik diyalektiği yüz yıl öncesinin kalıplarına sıkıştırılamaz. Sosyalizm mücadelesinde nesnelliğin sınıfın kendiliğinden hareketliliği üzerinden tasnif edilmesi, devrimci dönemlerle evrimci dönemlerin birbirinden bu kriter üzerinden ayrılması hiç de gerekli değildir.” (Komünist, 1 Temmuz)
Ve Aydemir Güler de onu destekliyor:
“Kuralımız: zorlamak
“Türkiye Komünist Partisi’nin yıllardır yapmaya çalıştığı işi, bir yoldaşımız ‘yelkeni kendimiz dolduruyoruz’ diye tarif etmişti. Resmi belgelerde bu durumu, ‘içinde bulunduğumuz nesnellik, ancak, öznenin müdahalesine bağlı olarak olanak yaratmaktadır’ biçiminde tanımlamıştık.” (Komünist, 8 Temmuz) Ve yukarıdaki görüşüne atıfla, “Kemal’in dediği gibi…” diyerek devam ediyor.
Öyle mi? Bilinç mi önde geliyor artık? Politika mı sınıf mı? Ya da kimin politikası? Sınıf mücadelesi mi politikacıların çekişmesi mi? Politikacıların politikacılarla kavgası… Bu, burjuva politikacılığından başkası değildir!
“Yurtsever Cephe”, Marksizmle girişilen bu polemiğin ürünüdür. Ancak söylenmelidir ki, ne kadar zorlarsanız zorlayın, “yelkeni” kendiniz dolduramazsınız! Ya rüzgarsınızdır ya yelkenli. Ama açık sözlülüktür: Nesnenin, nesnel olanın, halk ve talepleriyle mücadelesinin yerine TKP’nin politik zorlamalarının geçirilmesini net yansıtıyor. Son bir söz: “Nesnellik, ancak, öznenin müdahalesine bağlı olarak olanak yaratıyor”sa, o nesnellik, nesnellik değildir. Nesnellik, özneye ve iradesine bağlı olmayarak varolandır. Ve sorun, nesnel olanı inkar etmek değil, nesnel olanakları değerlendirmek, bu değerlenedirme sürecinde genişleyecek olanakları yeniden değerlendirmektir. Ve her halükarda “özne”, sınıftan kopuk bir parti olamaz. Sınıf mücadelesi, çocukça hayallere sığdırılacak türden değildir.

‘Ulusal duyarlılık’ istismarı üzerinden gericilik inşası

Türkiye burjuvazisi 25 yıla yakın bir süredir, IMF-Dünya Bankası gibi uluslararası mali sermaye kurumlarının imalatı “yapısal uyum programları”nı pratiğe geçirme kavgası veriyor. Türkiye’nin uluslararası sermaye ve emperyalist Batı devletlerinin açık pazarı haline getirilmesi önündeki “ulusal direnç” unsurlarının tasfiyesini içeren ve işçi sınıfı, kent ve kır yoksulları, emekçi köylülük, küçük burjuvazi ve hatta orta burjuva tabakalar için iktisadi-sosyal yıkım ve tahribata yol açan bu programlar, kapitalist ekonominin yeniden yapılanmasına dönük kapsamlı düzenlemeleri içeriyorlar.
İşbirlikçi büyük sermaye, IMF ve Dünya Bankası işbirliğiyle hazırlanan ve 24 Ocak 1980 Kararları’yla hayata geçirilmek üzere ilk adımları atılan bu programları uygulayabilmek için, öncelikle onun koşullarını yaratmak; işçi sınıfını ve devrimci hareketi sindirmek zorundaydı. Ordunun devlet mekanizmasının tüm ünitelerinin başına geçmesi, o koşullarda ve bu ihtiyaca karşılık olarak gündeme gelmişti. 1980’in 11 Eylülünde, TİSK başkanı Halit Narin “DGM’ler kurulmadan üretim artmaz” diyordu. Narin, darbeden sonra da, “Şimdiye kadar biz ağladık onlar güldü. Şimdi sıra onlarda” diyerek, darbenin kendileri için anlamını açıklamıştı. Koç’a göre de, “12 Eylül devletin yeniden kurulması devri” idi. Turgut Özal, “12 Eylül olmasaydı bu ekonomik programın neticelerini alamazdık” demişti. Rahmi Koç; “askeri yönetimin zamanında ve doğru kararlar almasıyla çok değerli zaman tasarrufu sağlandı”nı itiraf etmişti ve o dönemin İSO başkanı İbrahim Bodur, “12 Eylül’den sonraki yönetim 24 Ocak kararlarının başarısını iki kat artırmıştır” diyerek, kendi ihtiyaçlarıyla generallerin “askeri eylemleri” arasındaki ilişkiyi ortaya koymuştu.
12 Eylül generalleri, işçi sınıfına ve tüm emekçilere karşı açılmış büyük sermaye savaşının temsilcileriydi. İşçi sınıfının 1960 sonrası 20 yıllık mücadeleyle biriktirebildiği kazanımları bir günde gaspedildi; grevler bitirildi; ücret sorunları Yüksek Hakem Kurulu’na havale edildi. Binlerce işçi işten atıldı ve sendika yöneticileri zindanlara kapatıldı. SSK Yasası, Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi yasaları yeniden düzenlendi; sendikalaşmanın önüne yeni engeller kondu, yıllık izinler düşürüldü, ikramiyelere son verildi vb.
12 Eylül’ün üzerinden “silindir gibi geçtiği” işçi sınıfı ve devrimci hareket, 1989 Bahar Eylemleri ve sonrasındaki “genel eylem”lerle –kiminde yüz binleri harekete geçiren– yeni bir döneme girmesine ve 20 yıla yakın süredir mücadele, alçalış-yükselişlerle sürmesine karşın, önemli bünyesel zaaflarını aşmış olmaktan henüz uzaktır. Son birkaç ay içinde gerçekleşen SEKA, Şeydişehir Alüminyum, Ereğli Demir-Çelik, Telekom ve Tüpraş işçilerinin özelleştirme karşıtı eylemleri, hareketin birikimi ve deneyimi yönünden önemli unsurlar taşımalarına karşın, işçi hareketinin, 12 Eylül cuntasının açtığı yolda ilerleyen sermayenin bu büyük saldırısı püskürtecek bir düzeye ulaşamadığını da göstermiş oldular.
Üzerine çok şey söylenen ve yazılan 12 Eylül askeri darbesinin, darbeci generallerin, “ulusun ve ülkenin çıkarları” söylemlerine karşın, işçi sınıfı ve emekçilerle, onların genç kuşaklarına ve Kürt ulusuna karşı mali sermaye ve büyük burjuvazinin kanlı kılıcı olarak iş gördüğü, ekonomik-sosyal ve politik sonuçlarıyla kanıtlandı.*(*dipnot: Bilindiği gibi, işbirlikçi büyük sermayenin ihtiyaçlarıyla emperyalist burjuvazi ve uluslararası tekellerin pazarlara tamamen hakim olma hedeflerine uygun olarak hazırlanan bu programların ciddi herhangi engelle karşılaşmadan uygulanması, o günün koşullarında hayli zordu. Her şeyden önce, 70’li yılların ortalarından başlayarak sınıf mücadelesi ve devrimci hareketin gösterdiği yükselişin önünün kesilmesi, işçi sınıfı ve emekçiler engelinin aşılması gerekiyordu. Büyük burjuvazinin ve emperyalistlerin istek ve çıkarları doğrultusunda, 12 Eylül faşist cuntası, söz konusu kapitalist programların uygulanması ve bunun karşısındaki engellerin aşılması ihtiyacıyla ilişkiliydi.
12 Eylüle ilerleyen süreçte burjuvazi için bir açmaz da, işçi sınıfının giderek güçlenmesi ve mücadelesindeki yükselişti. Kapitalist gelişme, kır ilişkilerinin çözülmesine ve işçi kitlesinde büyük bir artışın yaşanmasına yol açmaktaydı. Bu gelişme ve değişim, işçi sınıfının toplumsal yaşamda belirleyici güçlerden biri olarak büyümesine, sendikal ve siyasal örgütlenmeye girişmesine yol açmaktaydı. (TİP’in kurularak parlamentoya girmesi, DİSK’in kurulması, 68 gençlik eylemleri, işçi grevleri ve 15-16 Haziran Direnişi bu koşullarda gerçekleşti.) 1971 askeri cuntası, bu gelişmelere karşı, ve M. Tağmaç’ın ifadesiyle, “sosyal uyanışın ekonomik gelişmenin önüne geçmesi”ni durdurmak üzere iş başına geldi. İşçi ve sendikal hareketin etkisi sınırlandırıldı, TİP kapatıldı, devrimciler cezaevlerine kapatıldı ve gençlik ve genel olarak halk, dönemin devrimci gençlik önderlerinin idamıyla topluma gözdağı verilerek susturulmaya çalışıldı, vb.
Ancak işçi, emekçi ve gençlik hareketi, 70’li yılların ikinci yarısından itibaren yeni bir yükselişe geçti. Bu kez emekçi hareketinin sınıf mücadelesi alanındaki etkileri daha kesindi. Burjuvazi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra emperyalist ülkelerde hızlı bir büyüme gösteren kapitalizmin yeni bir durgunluk dönemine girmesiyle birlikte (70’lerin ikinci yarısı ve özellikle sonuna doğru), Amerika ve Avrupa’da işçi sınıfının kazanımlarına yönelik olarak başlatılan saldırılardan cesaret alarak, emekçilere karşı yeni bir saldırı için güç toplamaya yöneldi. Siyasal istikrarsızlık büyümüştü ve ekonomide, uluslararası sermayenin de baskısı ve dayatmasıyla, işler giderek çıkmaza giriyordu. 24 Ocak Kararları, bu koşullarda, ve bir “çıkış yolu bulmak” üzere gündeme getirildi. Bu program, işçi sınıfının tüm kazanımlarının yok edilmesi ve sömürünün yoğunlaştırılmasını içeriyordu.12 Eylül darbesi, bu ihtiyacın ürünü olarak gerçekleşti.)
Darbeci generallerin toplumsal yaşama silahla müdahalelerinin sonuçları, aradan yirmi beş yıl geçmesine karşın, bugün de işçi sınıfı ve emekçilerle işbirlikçi gericilik ve emperyalizm arasındaki mücadeleye yansıyor. Başka bir ifadeyle, Türkiye pazarının uluslararası mali sermayeye tam entegrasyonu/bağımlılaştırılması yönündeki kapitalist “yapısal uyum programları”nın darbe ve generaller desteğinde uygulanmasının tahribatları, bugünden bakınca, daha net görülebiliyor.

“TERÖRE KARŞI MÜCADELE” ÜZERİNDEN MEVZİ KAZANMA ATAĞI
Newroz gösterileri sırasında Mersin’de 12-14 yaşlarında iki çocuğun bayrağı yere atmalarını yeni bir saldırı dalgası için işaret fişeği haline getiren provokasyonla başlatılan ve ezen ulus şovenizmini körükleme daveti olan “bölücülüğe karşı ulusal mücadele” çağrısı, sonrasındaki gelişmelerle, Kürtlere karşı linç eylemlerinin yaygınlaşması/yaygınlaştırılmasına dönüşebildi.  Önü kesilmediğinde egemen güçleri de büyük bunalımlara sürükleme potansiyeli taşıyan ezen ulus şovenizminin bu körüklenmesinde, sonradan herkesi olaylardan ders çıkarmaya ve ‘itidal’e çağıran generaller, neredeyse her gün, bir gerekçesini yaratarak yaptıkları açıklamalarla, özel bir rol oynadılar. Bu tutum ve rol, Kürtlerin dil ve kültür serbestisi vs taleplerinin dikkate alınması ve sorunun demokratik çözümü yönünde Türk emekçileri içinde de gelişme eğilimi taşıyan tutumun önünü geçici olarak da olsa kesti. Gerginlik ve güvensizliği artırıcı bir işlev gördü.
Generaller ve hükümet, siyasal gericiliği yoğunlaştırma çabalarını “artan terör tehdidi”yle gerekçelendirirlerken, işçi sınıfı ve emekçilerin her tür mücadele ve eyleminin “terör” tanımı içine alınacağı yeni bir “Terörle Mücadele Yasası”nı gündeme getirerek, bir tür sürekli “sivil sıkıyönetim”e geçiş için zemin hazırlamaya giriştiler. Dernek ve sendikaların program-tüzük ve eylemlerinden radyo televizyon yayınlarına; eğitim-öğretim programlarından iktisadi uygulamalara, hemen her alana, “ordu adına” müdahalede bulunan generaller, “yapısal uyum programları”nın “koruma ve kollaması”nı da üstlendiler. Ekonominin uluslararası tekellere tamamen açılması ve kamu işletmelerinin iki-iki buçuk yıllık işletme kârı karşılığında peşkeş çekilmesine herhangi itirazları olmazken, işçi ve emekçilerin çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi mücadelesini ve Kürtlerin ulusal hak eşitliği istemini “ülke için büyük tehdit unsurları” olarak ilan ettiler. Ülke yönetimini “yürütme ve yasama” kurumuna bırakan burjuva Anayasası ve yasalarının sözde emredici hükümlerine karşın, hükümeti, tehdit içerikli görev anımsatmalarıyla, seçmen talepleri yönünde göstereceği “popülist zaaflar” konusunda “uyarma”larla yönlendirmeye; sermaye güçlerini kendileri etrafında birleştirmeye giriştiler. Bu tutum, işbaşına geldikleri her dönemde halk kitlelerini askeri şiddet cenderesine alan ve sosyal-iktisadi ve politik hak yoksunluğunu dayatan, “olağan burjuva yönetimi koşulları”nda da egemen sınıfların ezilenlere karşı baskı ve şiddet gücü olarak rol oynayan generallerin politik ‘geleneği’ne uygundur. Politik alanın ön cephesine çıkarak siyasal gericiliği yoğunlaştırmak üzere baş vurdukları ‘görünür’ gerekçe, Kürt sorunu odaklı gelişmeler ve bununla bağlantılandırılan “terör” sorunudur. Büyük bir tehdit olarak algılanmasını istedikleri bu sorun ve ilişkili gelişmeleri, 12 Eylül askeri diktatörlüğünce gerçekleştirilen ağır baskı ve yasaklar sisteminde işçi ve emekçilerin mücadelesiyle sonraki yıllarda açılmış boşlukları kapatmak için de kullanmak/istismar etmek istiyorlar.
Diğer yandan, Irak’ın işgali ve Irak Kürt partilerinin bu işgalde üstlendikleri rol, Türkiye gericiliğinin ABD ve bölge ülkeleriyle siyasi-diplomatik, askeri ve ekonomik ilişkileri bakımından yeni bir durum doğurmuştur. Amerikan emperyalizmi, bölgesel ve uluslararası çıkarlarına bağlı olarak, Suriye, İran ve Türkiye Kürtleri’nin taleplerinin istismarı üzerinden ilgili ülkeleri köşeye sıkıştırarak yayılma ve rakiplerine üstün gelme stratejisine yedekleme tutumunu, –şantaj ve tehditleri de içerecek biçimde– sürdürmektedir. ABD yönetiminin, Türkiye’yi, bölge stratejisi doğrultusunda, herhangi kaygı taşımayacak bir ‘sınırsızlık’ içinde kullanmaya çalışması, Türkiye egemen sınıflarının ise, bölgeye yönelik ‘kendi politikaları’ nedeniyle, Amerikan plan ve politikalarına belirli tereddütler göstermesi, Amerikan-Türk ilişkilerinde, geçmişte Kıbrıs sorunu nedenli olanlarından daha ciddi pürüzlere yol açmıştır. ABD’nin bölgedeki fiili varlığı, Türkiye’nin Türkmenler üzerinden Irak politikasında ve Azeriler ve Çeçenler üzerinden Kafkasya’da oynamak istediği role ilişkin olarak aşamayacağı engeller oluşturmuştur. Türkiye, Irak’ın işgal edilmesine açık destek vermesine ve İncirlik Üssü’nün ABD bombardıman uçakları tarafından hiçbir engel olmaksızın kullanılmasını sağlamasına karşın, Kürt sorunu kaynaklı “Türk kırmızı çizgileri” ABD tarafından çiğnenmiş; ABD, Kürt sorununu, Türkiye’yi köşeye sıkıştırmanın başlıca araçlarından biri olarak kullanmaya daha açıktan yönelmiştir. Türk büyük burjuvazisi ise, bu durumu, Kürt ulusal özgürlük mücadelesine karşı kullanmaya yönelmiş; ABD’nin istismar politikasını “Kürtlerin suçları hanesi”ne yazarak, Kürtlere karşı Türk “ulusal direnci”ni ayaklandıracak bir ek malzeme olarak değerlendirmeye ve anti emperyalist, anti Amerikan mücadeleyi, bir kez de bu zemin üzerinden güçten düşürmeye koyulmuştur. Generallerin başını çektikleri “ulusun tümlüğü ve ulus çıkarları” üzerine söylemle herkese yapılan  “bu çıkarlar etrafında birleşme” çağrıları, Amerikan politikalarına karşı oluşan bu “ulusal hassasiyet”i istismar ve küçük ve orta burjuva kesimlerle emekçileri yedeklemek için kullanmayı içermektedir.

GENERALLERİN DAYANDIKLARI “GELENEK”
Generallerin ve “ordu”nun Türkiye’nin toplumsal politik yaşamındaki ‘derin kökleri’, kapitalizmin Türkiye’deki gelişme “özgünlüğü”ne; cumhuriyetin kuruluş koşullarına ve askeri-politik üst bürokrasisinin bu kuruluşta ve sonraki süreçte oynadığı etkin role uzanmaktadır. Bunun başlıca iki dayanağından sözedilebilir: İlk olarak, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşunda İttihat ve Terakki’den devralınan geleneğin ve o “terbiye”den gelen askeri kadroların oynadıkları belirleyici rol, başından beri ordu ve kurmayına ayrıcalıklı bir konum kazandırmış; militarist aygıtın bu en temel kurumunun başında bulunan ‘kurmaylar heyeti’ de, bu durumu sonraki tüm dönemlerde olanca ağırlığı ve etkinliğiyle kullanmıştır. “Cumhuriyeti koruma ve kollama görevi”ni yüklenmiş gücün, kendini “millet”e eşitlemesi, onun “millet”in sosyal-siyasal ve kültürel yaşamının en etkin kurumu/gücü olarak görülmesi ve benimsenmesini sağlamış; bu da “ordu=millet” anlayışına güç vermiştir. Emperyalizm koşullarında, ve feodal-askeri bir imparatorluğun mirası üzerinde kurulmuş bir devlette, başından itibaren “kurucu bir güç” olarak etkin rol oynamış askeri üst bürokrasi, anti-demokratik siyasal yapıdaki yerini askeri darbelerle güçlendirmiş, bu da, onun, kendisini devletin gerçek sahibi olarak görmesinde ve sonraki tüm süreç boyunca öyle hareket etmesinde etkili olmuştur. Burjuva devlet örgütlenmesinde ve burjuva yönetim tarzında kararların kurmay odalarında ve kulislerde alınması ve burjuva demokrasisinin temel kanıtı ve dayanağı sayılan ‘yasama-yürütme ve yargı ayrılığı’nın biçimselliği; askeri genelkurmayın, silahlı güce kumanda eden organ olarak, siyasette ve kuşkusuz devlet yenetiminde etkin rol oynamasını olanaklı kılmıştır. Bu etkin, ve denebilir ki kapitalistler bakımından kabullenilmiş rol, generallerin askeri mekanizmayı ulusa eşitleyerek ve “ulusun iradesi” adına burjuva politik arenanın ön cephesine çıkmalarını kolaylaştırmıştır.
İçinde bulunduğumuz ya da daha doğru deyişle içinden geçtiğimiz dönemde, bir parlamento ve “millet iradesiyle seçilmiş olduğu”na burjuvazi adına yeminler edilen “güçlü bir hükümet” olmasına karşın, genelkurmay ve generallerin neredeyse günlük sıklıkla politik açıklamalar yapmaları, bağlantılı etkenler saklı tutulduğunda, başlıca bu etkin ve özel konum kaynaklıdır. Burjuva sınıf adına devlet üst bürokrasisinin iktisadi yaşamdaki rolü, ordu üst yönetiminin “bir kapitalist grup” konumu kazanmasının koşullarını olgunlaştırmış; OYAK vb. şirketlerdeki payları, özelleştirmelere katılarak sağladıkları yeni mevziler ve “emekli” olanlarının banka, şirket ve vakıfların yönetim kurullarındaki yerleri üzerinden güçlerini iktisadi olarak da pekiştiren generallerin politik-ekonomik ve sosyal yaşama müdahaleleri, bir sınıf tutumu ve çıkar savaşı kapsamında sürekli gündemde kalmıştır. Generallerin, sermayenin silahlı gücünün komuta heyeti olarak, politik-sosyal yaşama müdahalelerinin “kronolojik haritası”nın gösterdiği şudur: Askeri darbeler bu “kurucu” işlev ve “derin kökler”den güç almıştır. Darbeler de, işbirlikçi tekelci burjuvazi ve uluslararası sermayenin çıkarlarının belirlediği değişim ihtiyacına bağlı olarak, değişime gitmelerini zorlaştıran güç ve engelleri bertaraf etmek üzere gündeme gelmiştir. Tekelci burjuvazinin çıkarlarına aykırı gelişmelerin önünü almak ve sermaye güçlerini derleyip toparlamak, bu “kollama ve koruma görevi”nin esasını oluşturmuştur. Böyle olduğu, sadece işçilerle kapitalistler; emekçilerle hükümet ve devlet ilişkilerinde sermaye ve çıkarlarından yana tutum alınmasıyla değil, askeri darbeler pratiğiyle de kanıtlanmıştır.

EMEKÇİ HAREKETİNE KARŞI BARİKATI GÜÇLENDİRME GİRİŞİMİ
Generallerin yeni siyasal-hukuki düzenlemeler için gerekçelerinde bazı benzerlikler olmakla birlikte; sınıf ilişkileri ve sosyal-iktisadi koşullar bugün, 12 Mart ‘71 ve 12 Eylül ‘80 darbeleri öncesi dönemlerden belirgin farklılıklar göstermektedir. Bugünden bakıldığında ve her şeyden önce, sermayenin ihtiyaçlarına karşılık düşen düzenlemeler önemli oranda gerçekleştirilmiş, işçi sınıfı ve örgütlerine son 25 yıllık sürede ağır darbeler vurulmuş; 24 Ocak Kararları’nın hedeflerine büyük oranda ulaşılmıştır.
Ancak Türkiye, 1980’li yıllardaki koşullardan farklı olarak, bugün, bazı yönleriyle daha kapsamlı ve büyük sorunlarla da karşı karşıyadır. Dünyanın en büyük ekonomik-askeri gücü, bölgeye işgalci olarak girmiş ve bölgede süregelen uluslararası ilişkileri değiştirmeye girişmiştir. Kürt ulusal mücadelesi çok daha ileriden sürmektedir. İşçi sınıfı, kent ve kırın yoksulları, küçük üretici köylülük, kent küçük burjuvazisi, küçük ve orta işletme sahipleri, üzerlerindeki tekelci emperyalist baskıya öfke duymakta; artan işsizlik, yoksulluk, açlık ve iflaslar, çeşitli biçimlerde ortaya çıkan muhalif eylem ve direnişlerin genelleşmesi için ciddi zemin oluşturmaktadır. Bu çeşitlilikteki hareketin nasıl gelişeceğinin bugünden belirlenemez oluşu, egemen sınıflar ve askeri üst bürokrasiyi çeşitli hazırlıklara götürmektedir.
Sermaye ve hükümetiyle, generaller başta olmak üzere, devletin öteki kurumlarının yöneticileri de, toplumsal çözülme, dağılma ve kitlesel yoksullaşmanın getirdiği umutsuzluk, çöküntü ve yabancılaşmanın, en alt kesimler içinde daha fazla olmak üzere, çürüme ve dejenerasyona; hırsızlık ve kapkaççılık, ahlak düşkünlüğü ve yozlaşmanın yaygınlaşmasına yol açtığının farkındadırlar. Hükümetçe uygulanan iktisadi-sosyal politikaların işsizliği, yoksulluğu ve açlığı artırdığını, bunun da, işçi ve emekçi kitleler içinde, burjuvazi, hükümeti ve devletine karşı tepkiyi geliştirdiğini onlar da görüyorlar. Genelkurmay yetkililerinin “Başbakana brifing verdikleri” Temmuz ve Ağustos toplantılarında, emekçi semtlerini (“varoşlar”) “iç tehdit unsurları” arasında sayılmasının en önemli nedeni, kentlerin kenar semtlerinde büyük zorluklar içinde yaşam mücadelesi veren emekçilerin ve özellikle genç kuşaklarının egemen politikaya tepkilerinin gözlenmesiydi. Ekonomik durumun iyileştiği söylemine ve ekonominin büyük sermaye çıkarları yönündeki gelişimine karşın, ücretlerin, maaşların ve tarım ürünleri taban fiyatlarının düşük tutulması (bu, reel olarak düşmenin devamı da demektir ve tarımsal büyümenin binde bire gerilemesi, bunun göstergelerinden biridir) politikasındaki ısrar, özelleştirmelerin sürdürülmesi ve bunun sonucu olarak işten atmalarla sosyal hak gasplarının devamı; bütün bunlar, emekçilerin sermaye ve hükümet politikalarına güvensizliğinin artmasının etkenleri oldular. Henüz birbirleriyle birleşme gücü ve yeteneği gösterememekle birlikte, işçi ve emekçilerin çeşitli protesto eylemleri; semtlerde, fabrika, işletme ve kurumlarda gelişen mücadele eğilimi, hareketin yükselişe yol alacağına işaret ediyordu. Hareketin gelişimi ve mücadelenin seyrini doğru belirleyen egemen sınıflar ve politik-askeri temsilcileri, “henüz yol yakınken” önlem almaya ve tekelci siyasal gericiliği yoğunlaştırmaya yöneldiler.
Diğer önemli neden, Kürt sorunu merkezli gelişmelerdi. Kopenhag Kriterleri’ kapsamında dil ve kültür alanındaki göstermelik iyileştirmelere karşın, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana devam edegelen devlet ve hükümet politikasının Kürt ulusal varlığının reddine dayanması; ulusların ve dillerin tam hak eşitliği talebinin silah zoru ve asimilasyon çabalarıyla karşılanması, geçmiş dönemlerden de ağır olmak üzere, egemen sınıflar ve politik-askeri temsilcileri açısından açmazı derinleştirmiştir. Bu tutum ve “tek ulus” anlayışını sürdürme çaba ve isteği ise, “Türkiye’nin Kürt Krizi”ni giderek ağırlaştırmıştır. Ülkede, bölgede ve uluslararası alandaki gelişmeler, bölge ülkelerinin ilişkilerinde değişime yol açmış, inkarcı-şoven politikanın değişmesi zorunluluğu daha belirgin biçimde ortaya çıkmıştır. Bugün, artık göstermelik iyileştirmelerle durum idare edilemiyor. İnkar ve baskı politikasının büyük sermaye ve hükümetlerini açmaza düşürmesi, sermaye güçlerinin “tek ses vermesi”ni giderek zorlaştırıyor. Soruna her taraftan “el atılıyor”; emperyalist burjuvazi, sorunu istismar etme ve kullanma politikası izliyor ve tüm bu baskılanma, egemenlerin iç ilişkilerinde gerginleştirici ve kısmi söylem ve tutum farklılığına sürükleyici bir rol oynuyor.
Generaller, bütün bu gelişmelerin “ulusal güçlerin bir yeni konsensüsünü zorunlu kılacak yeni bir durum yarattığı” anlayışından hareketle, “Kopenhag Kriterleri”yle uyum çerçevesinde yapılmış yasal değişiklikleri geçersizleştirecek ve başta “TMY” olmak üzere, “güvenlik güçlerinin ellerini güçlendirecek ve yetkilerini artıracak” yeni düzenlemeler istiyorlar. Onların bu girişimi, güçlendirilmiş ve takviye edilmiş militarist aygıtın toplum üzerindeki denetimini artırmayı ve yedeklenebilir tüm güçleri yedeğe almayı hedefliyor. “Uluslararası terör olgusu” ve “bölücü terör tehdidi” söylemiyle de, bunu bir toplumsal kabul zırhına kavuşturmak istiyorlar. 

“BİR MERKEZDEN YÖNETİLMİŞ GİBİ”!
Generallerin “TSK… cumhuriyetin temel niteliklerini ve devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü canı pahasına koruma ve kollamaya devam edecektir” söyleminin yoğunluk kazandığı dönemler, bugüne kadar, esas olarak “asker”in politikada ve ülke yönetiminde ağırlığını daha fazla hissettirdiği ve egemen sınıflarla ezilen-sömürülen sınıfların ilişkilerinde belirleyici güç olarak öne çıkmaya yöneldiği dönemler olageldi. MGK’nın 2005 Ağustos’unda yayınladığı bildirisinde, “Anayasa’da Cumhuriyetin niteliklerinin belirtildiği ve devletin temel amaç ve görevlerinin sayıldığı” belirtilerek, ve “Cumhuriyet hükümetlerinin öncelikli hedefi, Anayasa’da öngörülen görevleri yerine getirerek bu amaca ulaşmaktır. Ulusun bağımsızlığı ve tümlüğü ile ülkenin bölünmezliğinin korunarak bu hedefe ulaşacağı da kuşkusuzdur” denilerek hükümete yapılan “hatırlatma” da, ancak generallerin yeni bir hamlesi olarak anlaşılabilir. Generaller, gelişmeleri, egemen sınıfların iç ilişkilerindeki yıpranmışlık ve gerginliklerle birlikte değerlendirerek, sermaye güçlerini yeniden toparlamanın dayanağına dönüştürmeye soyundular. Genelkurmay Başkanı Özkök, 1 Temmuz 2005’te, Başbakan Erdoğan’a “5 saatlik bir brifing” vererek, yapılmasını istedikleri yasal değişiklikleri  sıraladı: En önemli isteklerinden biri, “terörizmle güvenlik ve istihbaratın yanı sıra, ekonomik, sosyal ve ve psikolojik boyutlarıyla topyekün mücadele etmek üzere doğrudan Başbakan’a bağlı yeni bir terörle mücadele merkezinin kurulması”ydı. Ardından, İkinci Başkan İlker Başbuğ, “ihtiyaca cevap verecek yeni bir terörle mücadele yasası çıkarılarak güvenlik kuvvetlerinin yetkilerinin artırılmasını, örgütle bağlantısı olanlar, örgüte destek sağlayanlar, örgütün propagandasını yapan kuruluş, kişi ve sivil toplum örgütleriyle mücadele edilmesi”ni; “örgüte yandaş medyanın rahatça yayın yapması ve dağıtımının önlenmesi”ni, Başbakanlık’ta bununla görevli “ortak’ bir koordinasyon merkezinin kurulması”nı, muhalif basına yaptırımların artırılmasını, “Kürt aydını” gibi kavramların kullanılmasının yasaklanmasını, genel affın sözünün dahi edilmemesini, genelkurmayın tutumu olarak açıkladı. Adalet Bakanı ve “Hükümet Sözcüsü” Cemil Çiçek de, “TSK bir istesin milletimiz milyon versin” sözleriyle hükümetin tutumunu açıkladı. Hükümet tarafından ‘ivedilikle’ gündeme alınan bu ‘yeni siyasal-hukuki’ düzenlemelerle, yasal dayanağı da hazırlanarak, ‘kişi hürriyeti’ ve toplumsal yaşamın daha sıkı kontrole alınması; iletişim araçlarının tam denetimi, birey bilgilerinin depolanması (“fişleme”), söz, basın ve örgütlenme özgürlüğünün daha fazla sınırlanması, “Terörle Mücadele Yasası”nın kapsamının genişletilerek, muhalif tüm kişi ve kesimlerin “terör örgütü üyesi” muamelesi görmelerinin yolunu açacak düzenlemeler gündeme getirildi. Emekçi kitleleri hedefe koyan bu “yeni önlemler”in, kitlelerin tepkisiyle karşılaşmasını önlemek için de, bunlar, “PKK’ya” ve “teröre” karşı önlemler olarak gösterilmeye çalışıldı..
Generaller, “teröre karşı mücadelenin ulusal düzeyde olması gerektiği”ne dikkat çekerek, ‘linç eylemleri’ için işaret fişeği attılar. Devletin başlıca kurumlarından biri olmakla kalmayan, en önemli kurumu da olan “ordu” adına, üst askeri yönetim tarafından yapılmış bu “ulusal çapta mücadele” çağrısı, sonuçları açısından değerlendirildiğinde, sermaye ve gericiliğin altından kalkamayacağı bir “ulusal boğazlaşma”yı tetikler özellikteydi. Nitekim, öyle bir hava oluşturuldu ki, “yüz yıllardır bir arada yaşadıkları” kabullenilmesine rağmen, ve gerçekte halk olarak birbiriyle uzlaşmazlıkları bulunmayan Kürtler ve Türklerin ilişkilerinin dinamitlenmesine hizmet eden linç olayları gündeme geldi. Fındık toplayıcısı Kürt kökenli emekçilerden biri Düzce’de öldürüldü. Trabzon Maçka, Ayvalık-Cunda, İzmir-Seferihisar olayları, bu çağrılar sonrasında gerçekleşti. Linç girişimleri, toplu silahlı saldırılar, sermaye basınında linç mantığını güçlendiren kesintisiz kampanya, DEHAP’lılara soruşturma, yöneticilerine yurtdışı yasağı ve haftada bir polise bilgi verme zorunluluğu getirilmesi, Batman-Beşiri’de halkın üzerine ateş açılması, MGK’nın Ağustos bildirisinde yer alan tehditli “görev hatırlatmalar”; komuta kademesindekilerin görev devir teslimi sırasında yaptıkları açıklamalar, “barış ve silah bırakma” çağrısı yapan aydınların “terör işbirlikçileri” olarak gösterilmeleri, general Tolon’un emekliye ayrılırken yaptığı “üniformamı çıkarır savaşa katılırım” açıklaması vb., bütün bunlar, generallerin hareket zeminini güçlendirirken, Kürt karşıtı linç mantığı ve eylemleri için de alanı genişlettiler. Kürt kökenlilere karşı, “vurun PKK’lıya” sloganlarıyla, kitlesel saldırılar düzenlendi. Sermaye basını, yürüttüğü Kürt düşmanı şoven kampanyayla, bu eylemleri körükledi. Kontra örgütlerin taşeronluğunu yapan “ülkücü-milliyetçi” ve “Kızılelmacı” güçler, ipi koparmış olarak saldırıya geçtiler. Özel harp taktiklerini anımsatan saldırı biçimleri yeniden gündemleşti. Kitle psikolojisini ırkçı-faşist politikalar yararına yönlendirme girişimleriyle, 6-7 Eylül 1955’te “Atatürk’ün Selanik’teki evi bombalandı” söylentisiyle Rum ve Ermenilere yönelik kitlesel saldırı kışkırtmasında ve “komünistler cami yakıyor” yalanıyla Maraş ve Çorumda örgütlenen katliamlar benzeri eylemler için zemin yaratıldı.* (*dipnot: Elli yıl sonra ve sözde ders çıkarma iddiasıyla 6-7 Eylül vahşeti ve yağmasını gösteren fotoğrafların sergilendiği salonunu “Türkiye Türk’tür Türk kalacaktır” sloganlarıyla basan “milliyetçi-ülkücü” çetelerini, BBP Genel Başkanı M. Yazıcıoğlu “böylesi bir dönemde susarak evimizde mi oturacağız” diyerek destekledi. “Ya sev ya terk et” çığlıklarıyla saldıran faşist gurupların saldırılarını, “vatandaşın sabrı taşıyor, duyarlı vatandaşlar tepkilerini ortaya koyuyorlar” diyerek teşvik edenlere, Baykal ve diğerleri de katıldılar.)
Sermaye gazetecileri, “Kürtlere ayrıcalık tanındığı ve bir Türk sorunu yaratıldığı” yönünde sansasyonel yalanlarla olayları kızıştırdılar.* (dipnot: E. Özkök, Demirel’in bir konuşmasında parlamentoda “200 Doğu kökenli milletvekili” bulunduğundan söz etmesini, “Eğer bu kelimeler ‘Kürt kökenli’ anlamına geliyorsa, Türkiye’nin temsil yapısında çok ciddi bir çarpıklık var demektir… Demek ki Türkiye’nin ‘Doğu kökenli’ insanları, sahip oldukları nüfus ağırlığının iki katından fazla bir temsile sahip” diyerek, açıkça provokasyona baş vurmaktadır. Demirel ya da Özkök veya başkaları, bu “Doğu Kökenli”lerin, örneğin Kürt değil, ama Türk milletvekilli olarak orada bulunduklarını, aralarında, Kürtlere karşı, inkarcı olmakla kalmayan, imha eylemleri düzenlenmesinde özel bir rol da oynayan Amerikancı Kürt kökenli ve fakat Türk ırkçısı kişilerin bulunduğunu da elbette biliyor ve bilinçli bir taktikle görmezden geliyorlar.)
Ancak bu kez, ırkçı-faşist provokatörleri Kontrgerilla talimnamesinde öngörülen “kaideler”e göre seferber edenler açısından da, altından kalkamayacakları bir kaosa doğru sürüklenme ihtimali daha güçlü olarak gündeme gelmişti. Bunun üzerine, “ortamın gerilmesi”nden ve Türk-Kürt karşıtlığından yarar umanlar; bunu, sermaye güçlerinin toparlanması ve sermayenin karşı saldırısını güçlendirmek için kullanmak isteyenler, tekellerin basın sözcüleriyle birlikte, “Türk-Kürt çatışması yönünde tehlike çanlarının çalması”ndan ve “felaketin büyüklüğü karşısında tedbirli olma ihtiyacı”ndan söz etmeye başladılar. Toplumun linç psikolojisine sürüklenmesi için her yolu deneyenler, “sorunun güvenlik güçlerinin görev alanından çıkarak, toplumun kendini güvenlik organlarının yerine koymasına doğru genişlediği” söz etmeye ve “büyük bir felakete yol alındığı” vaazına başladılar. Ortada, her yandan dökülen bir ikiyüzlülük vardı.

GENERALLERİN KIŞKIRTTIĞI TEHLİKELİ GİDİŞ VE EMEKÇİLERİN SORUMLULUĞU
Linç eylemleri, devlet ve ordu adına Kürt karşıtı şoven çağrıların, çağrıcılarını da boğabilecek bir toplumsal depreme; bir ‘ulusal boğazlaşma’ya götürebileceği tehlikesini de açığa çıkardı. Milyonlarca, on milyonlarca Kürt-Türk emekçisinin birbirine karşı kışkırtılması, aradaki ilişkilerin iyice dinamitlenmesi, milliyet kökeninin ilişkilerin belirleyicisi durumuna gelmesi, şovenizm ve milliyetçiliğin günlük yaşama damga vurması; ülkeyi felakete götürebilecek bir patlayıcı stokuydu! Bunun başlıca ve baş sorumlusu da, burjuvazi ve emperyalizmin temsilci ve uşaklarıyla, onların yürüttükleri politika ve ideolojik savaştı.
Sermaye güçleri ve şoven gericiliğin büyük sermaye ve genelkurmay etrafında birleştirilmesini ve böylece işçi-emekçi hareketine ve Kürtlerin demokratik-ulusal talepleri etrafında gelişen mücadelesine karşı saldırı cephesinin güçlendirilmesini hedefleyen bu politik-ideolojik savaş, Türk ve Kürt emekçi kitleleri arasına nifak tohumları ekilmesinde yarar uman politikanın da ifadesiydi.* (*dipnot: Son gelişmeler, “bölücülük” suçlamasıyla Kürtlere karşı Türk ırkçılığını açıktan yürütenler ve “halkın farklı özelliklere sahip bir kesimini diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik eden”lerin cezalandırılması yönündeki yasaların, sistem savunuculuğuyla paramiliter güçler için geçerli olmadığını bir kez daha gösterdi. Linç eylemlerine girişenler ve bir eski Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın da yazarları arasında yer aldığı “Türk Solu” dergisi’nde, Kürtlere karşı açık düşmanlık çağrıları yapanlar takibata uğramadılar. Oysa hem linççiler göz önündeydi, hem de “Türk Solu” açıkça ırkçılık yapıyor ve Gökçe Fırat imzalı yazıda şöyle deniyordu: “Türk, Kürt dizisi izlemez. Kürtçe müzik dinlemez. Kürtçe müzik çalan barlara gitmez.Kürtçe konuşulan minibüse binmez. Kürtçe kaset satan dükkandan alış veriş yapmaz. Türk’ün damak tadı, Kürt yemekleri ile yer değiştirmektedir.  Türk’ü kebaba, lahmacuna mahkum eden anlayışla mücadele edilmelidir. …Her şeyden önce Türk üremelidir. Artan her bir Türk bebesi, bizi Ergenekon’dan çıkartacak bir kurtarıcıdır.” Ve eski Anayasa Mahkemesi Başkanı olarak Yekta Güngör de, “çocuklar tepkilerinde haklılar” diyerek bu ırkçılığı onaylıyordu.)
Generallerin “ulusun çıkarları” üzerine açıklamaları, emperyalist tekellerin ve ABD’nin politikaları ve yayılma çizgisiyle karşıtlığı değil, aksine anti emperyalizmin ve ABD karşıtı duygu ve tutumların, Kürtlere karşı şovenizmin güçlendirilmesi yönünde istismarını içermektedir. Generaller, ekonominin daha fazla talanı ve bağımlılık ilişkilerinin güçlendirilmesine yönelik hükümet politikasına ve ülkenin en temel sanayi işletmelerinin ve ülke tarımının ana bölümlerinin uluslararası tekellere peşkeşine herhangi itirazda bulunmadılar. İşçi sınıfı ve emekçilerden bu saldırılara karşı yükselen mücadele ise, karşısında, her zamanki gibi, onların “koruma ve kollaması”nı buldu. Irak işgalini gerçekleştiren ABD askerlerinin İskenderun limanında karşılaştıkları direnişin kırılmasında “asker”in doğrudan rolü, Kürt köylülerinin topraklarına düşen Amerikan füzelerini protesto eylemleri nedeniyle gözaltına alınmaları, işgal karşıtı eylemlere yönelik kuşatma ve saldırılar, birer örnektir. Genelkurmay Başkanı Özkök’ün dile getirdiği  “İller ve bölgeler arası gelişmişlik farklılıklarının giderilmesi için ekonomik, kültürel ve sosyal geliştirme çabalarının artırılması” istemi de, emekçilerin gereksinmelerini karşılama kaygısına değil, “terörle askeri mücadele”nin başarıyla sürdürülmesi için “cephe gerisi”nin sağlama alınması ihtiyacına dönüktür.

*   *   *
Olaylar, ülkenin ve emekçilerin yararına olmayan bir “etnik temelli çelişki keskinleşmesi”ne doğru gidildiğini gösteriyor. Sermaye ve emperyalizmin hizmetindeki askeri-politik kastın, siyasal gericiliği yoğunlaştırma; demokratik haklar mücadelesini terörle eşitleyerek etkisizleştirme ve gayrı meşru alana itme çabalarında artış var. Sermaye propagandası, Türk işçi ve emekçilerini, “PKK eylemleri ve asker cenazeleri” üzerinden Kürtlere karşı şoven inkarcı tutuma kazanmayı esas alıyor. Bu başarılabilirse, emekçi hareketine karşı daha güçlü bir konum edinilmiş ve hareketinin etkisizleştirilmesi olanağı daha fazla elde edilmiş olacak. Generaller, politik yönetim ve yaşama müdahalede ileri adımlar attılar. Ataklarını sürdürüyorlar. Önceki yıllarda yaptıkları türden ataklarla, konumlarını güçlendirecek biçimde, siyasal gericiliği yoğunlaştırma ve emekçilere karşı saldırı cephesini yeniden örme çabasındalar. Uluslararası alandaki ve bölgedeki gelişmeleri dayanak ediniyor, İngiliz ve öteki Avrupa ülkeleri yönetimlerinin anti demokratik siyasal düzenlemelerinden güç alıyorlar.
Gelişmeler bu yönüyle, işçi sınıfı, emekçiler ve onların ileri kitlesi için zorunlu ve zorlu bir mücadele dönemine işaret ediyor. Gericiliğin yoğunlaşan saldırılarını püskürtmek için tüm ezilenlerin birleşik mücadelesini geliştirme görev ve sorumluluğu artmış bulunuyor. Mücadelenin güç ve dayanakları ise mevcut. Eğer, işçi sınıfı ve emekçiler, örgütlenme, dayanışma ve mücadelelerine ve sermayeden bağımsız politika yapma tutumuna karşı bu girişimleri püskürtemezlerse, hareketlerinin, örgütlerinin ve mücadelelerinin daha fazla etkisizleştirilmesini önleyemezler.

‘Teörle Mücadele Yasası’nda değişiklik hazırlıkları

11 Eylül saldırısından sonra ABD’den başlayarak Avrupa’ya yayılan “teröre karşı güvenlik önlemleri” ya da “ demokrasi ve güvenlik” başlığı altında yürütülen tartışmalar, ülkemizde de, yeni yasal hazırlıklarla birlikte daha yoğun tartışılmaya başlandı.
Tabii ki, her zaman olduğu gibi, burjuva propagandacılar kurnazlık yaparak, tartışmanın özünü geniş kitlelerin gözünden kaçırmayı bu tartışmada da başarıyor.
Burjuva propagandacılar bize şu soruyu soruyor: “Bir gün metroda trene binerken havaya uçmayı mı tercih edersiniz, metroya girerken üstünüzün aranmasını mı?” ya da “Kalabalık bir caddede yürürken patlayan bomba ile parçalanmak mı istersiniz yoksa telefonlarınızın dinlenmesini mi?” Tabii ki, soru böyle sorulunca, cevap, her zaman ikincinin tercih edilmesi biçiminde oluyor. Kim yolda yürürken havaya uçmak ister ki?
Burjuvazi, yukarıdaki demagojiyi sürekli kullanıyor. Konuyla ilgili binlerce film yapılıyor: Teröristler tarafından kaçırılan küçük bir çocuk öldürülecektir ya da teröristler çok kalabalık bir yere bomba koymuştur.. Bombanın patlamasına yarım saatten az bir süre kalmıştır.. Kahraman polis, çocuğu ya da insanları kurtarmak için, hayatını hiçe sayarak çılgınca mücadeleye girişir.. Bu arada pek çok kimseye işkence yapar, sayısız yasa ve kural çiğner, telefonlar dinlenir, evler basılır, sorgusuz sualsiz insanlar öldürülür.. Ve bombanın patlamasına iki saniye kala bombanın patlaması önlenir.
Burjuvazi elbette, böyle filmlere, seyirci heyecanlansın diye milyarlarca dolar yatırmıyor. 12 Eylül’ün faşist darbecileri dahi, darbeyi can güvenliği tesis etmek için yaptıklarını iddia ettiler. Ve daha sonra, bazı paşaların ve hükümet yetkililerinin itiraf ettiği gibi, can güvenliği ihtiyacı iyice artsın diye darbe öncesinde “güvenliği sağlamak” için fazla hevesli davranmadılar.
“Demokrasi ve güvenlik” tartışmaları sürerken ilginç olaylar da yaşandı. Örneğin ABD’de işkenceli sorgu için bir uçağın kullanıldığı ortaya çıktı. Guantonoma’da tutulan insanların ise, sıfatı bile belli değildi. Savaş esiri mi, tutuklu mu, mahkum mu? Çünkü, bu insanların, bu üç statüdekiler için uygulanması yasal olarak zorunlu olan hiçbir hakkı kabul edilmiyordu.
İngiltere’de patlayan bombalar da, her bombanın ardından “güvenlik” tartışmalarını gündeme getirdi. Daha doğrusu Blair Hükümeti, “güvenlik” lehine özgürlükleri kısıtlamak üzere yasal düzenlemeleri gerçekleştirmek için bombalardan yararlandı.
Ülkemizde ise, PKK’nin ateşkese son vermesini fırsat bilen egemen güçler “terör ve güvenlik” tartışmalarını başlattı.
En ufak bir demokratik iyileşme karşısında, “kahrolsun insan hakları”, “polis yakalıyor mahkemeler salıveriyor”, “yasalar hırsızdan, uğursuzdan yana” vb. sloganlarla karşı tutum alan egemen siyasi çevreler, bu kez de, “PKK ile mücadele için yetkilerimiz yeterli değil” gerekçesini öne sürdüler.
Hükümet, bazen “terörle mücadele için demokratik haklardan vazgeçemeyiz”, “terörle demokratik çerçevede mücadele edeceğiz” dedi, bazen ise “terörle mücadele için yasalarda ne gibi değişiklikler gerekiyorsa yapacağız”! Fakat hükümet birbirine zıt açıklamalar yaparken, Terörle Mücadele Yasası’na ekler yapmak için bir komisyon oluşturdu ve komisyon çalışmalarını sonuçlandırdı. Demek ki, hükümet’in “terör”ü demokratik çerçevede önleme sözleri her zamanki “demokratik yalanlarından” biriydi.

TMY’DE YAPILMAK İSTENEN DEĞİŞİKLİKLER
Terörle Mücadele Yasası’nda yapılması düşünülen değişikliklerle ilgili, gerek hükümet çevreleri gerekse komisyon üyelerinden bazıları ve “tedbir” isteyen çevreler, yasa taslağı adı verilen düzenlemeleri basına sızdırarak, “yoklama çekti”. Fakat, bu yoklamalarda basına sızdıran tedbirlerden hiçbiri, özgürlükler bakımından hayırlı düzenlemeler değildi.
Hazırlanan taslağı savunanlar sık sık İngiltere’ye atıfda bulunuyorlar. Yani, “demokrasinin beşiği İngiltere’de bile güvenlik için bazı özgürlükler kısıtlanıyor, onun için sesinizi fazla çıkarmayın” demeye getiriyorlar. Oysa, “demokrasi örnekleri” ABD ve İngiltere’de işçi sınıfı, siyah derili ve göçmenler gibi ezilenler için uygulamaların neler oluğu sık sık basının gündemine geliyor ve “beşik”in, demokrasi değil, halkları uyutmak için kullanıldığını anlamak güç olmuyor.
İngiltere, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin değiştirilmesi için girişimlerde bulunuyor. Altmış yıl önce kabul edilmiş bazı özgürlüklere dahi tahammül edemiyor emperyalist burjuvazi…
Genelkurmay, Emniyet, Jandarma, MGK, MİT, Yargıtay, Adalet Bakanlığı ve İçişleri Bakanlıkları temsilcileri ile iki akademisyenin yer aldığı 33 kişilik bir komisyonun hazırladığı taslakta, öncelikle, terör tanımının kapsamı genişletiliyor. Mevcut yasal düzenlemede Türkiye’deki ekonomik ve sosyal sisteme karşı eylemler “terör suçu” kapsamında değerlendirirken, yeni taslakta, “bir yabancı devleti yahut uluslararası bir kuruluşu her hangi bir işlemi yapmaya yahut yapmamaya zorlamak yahut ülkenin yahut uluslararası kuruluşun temel anayasal, siyasi, hukuki, ekonomik ve sosyal yapısını bozmaya” yönelik eylemler de “terör suçu” kabul ediliyor. Yani, yeni düzenleme kabul edilirse, ABD ya da İngiltere’nin Irak ve Afganistan işgaline karşı eylem yaptığınızda ya da ABD’deki emperyalist-kapitalist sistemin değişmesini istediğinizde “terörist” olmuş oluyorsunuz. IMF ve Dünya Bankası’nın, emperyalist dayatmacı kuruluşlar olarak adlarını da ağzınıza almayacaksınız, örneğin tarımı kötürümleştirmelerine, ülkenin tüm mali sistemini denetimleri altına aldıklarına, borçlar kıskacında soyup soğana çevirdikleri ve istediklerini yaptırdıklarına ilişkin laf etmeyecek ve protesto etmeyeceksiniz, yoksa yasa taslağı sizi “terörist” saymaktadır. Bu düzenleme iki sene önce olsaydı, belki de pek çok kişi “Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu terör örgütü” üyesi olmaktan yargılanacak ve beş yıl gibi hapis cezalarına çarptırılabilecekti. Şimdi hala pek çok kişinin aynı nedenle ya da “IMF karşıtı terör örgütü” üyeleri olarak suçlanıp cezalandırılabilecektir. Hatta, mahkeme kararlarına rağmen zehirle altın üretimi yapan şirketler de, pekala uluslararası kuruluşlardan olduklarından, Bergama ve Uşak-Eşme köylülerinin de, aynı gerekçeyle ve yine mahkeme kararıyla cezalandırılmaları da öngörülüyor demektir!
Tasarıda “terör örgütü”nün meydana gelebilmesi için iki kişi yeterli sayılıyor. Böylece DGM’lerde görülen davalarda avukatların hakimlerle yıllarca sürdürdüğü “terör örgütü mü değil mi” tartışmasına yeni bir boyut getiriliyor.
3713 sayılı terörle Mücadele Yasası yürürlüğe girene kadar, bir eylemcinin eğer “yasadışı örgüt”ün üyesi olduğuna dair aleyhine somut bir kanıt yoksa, o eylemci, sadece eyleminin ihlal ettiği ceza hükmü nedeniyle cezalandırılırdı. Terörle Mücadele Yasası ile, örgüt üyeliği kanıtlanamayan eylemcileri de cezalandırmak için, muğlak bir “terör” ve “terör örgütü” tanımı getirildi. Buna dayanarak, “yasadışı bir örgüt”e üye olduğu kanıtlanamayan da, ekonomik ve siyasal sisteme karşı eylem yaptığı varsayılarak, “terör örgütü üyesi” olarak cezalandırılabiliyordu. “Terör örgütü üyesi” olmanın cezası “yasadışı silahlı örgüt üyesi” olmaktan daha az olduğu için, son beş yıl içinde DGM’ler bu işe yeni bir çözüm getirerek, ceza arttırıcı kararlar vermeye başladılar. İlk adım, Yargıtay tarafından atılmıştı. Yeni uygulamaya göre, bir kişi “yasadışı silahlı örgüt üyeliği” kanıtlanamasa bile, işlediği eylem böyle bir örgüte yarıyor ise, örgüt üyesi olmadığı halde, örgüt üyesi gibi cezalandırılıyordu. Yani, cezası birden, bir yıldan on beş yıla çıkartılıyordu. Bu durum, yeni TCK ile resmileştirildi. “Böyle şey olur mu” dediğiniz düzenleme, yasa maddesi olarak TCK’ya konuldu. Artık “yasadışı silahlı bir örgütün üyesi” olduğunuza dair bir kanıt olmasa da, eyleminiz (örneğin molotof kokteyl atma, “yasadışı gösteri”ye katılarak cam çerçeve kırma vb.) örgüte yarar sağlıyor ise, örgüt üyeliğinden cezalandırılıyorsunuz. Şimdi, yeni TMY Taslağı’nda, bu mantık, “terör örgütü” için de uygulanıyor. Yani, “terör örgütü” üyesi olduğunuza dair bir kanıt olmasa da, eyleminiz “terör örgütü”ne yarıyorsa, “terör örgütü” üyesi gibi cezalandırılıyorsunuz. Örneğin, Irak’ta işgale karşı çıkanlar “terör örgütü” sayılıyorsa, siz “Irak’ta savaşa hayır” mitingine katılıyorsanız, bu mitingin duyurusunu, el ilanını dağıtıyorsanız, “terör örgütü” üyesi kabul ediliyorsunuz. Ve yeni taslakta, “terör örgütü” yararına bir eylemden (örneğin bildiri dağıtma, mitinge katılma vb.) cezalandırılıyorsanız, cezanızın ½ oranında arttırılması öngörülüyor.
Tabii ki, “terör” tanımının genişletilmesi ve eylem kavramının muğlaklaştırılması, “fikir suçu”nun da bir terör suçu olarak cezalandırılabileceği olasılığını gündeme getiriyor. Nitekim, bu konuda gazetelerde bazı örnekler verildi. Öcalan ve İmralı koşulları hakkında haber ve köşe yazısı yazmak, terör eylemi olarak değerlendirilebilir bu taslağa göre.
Mevcut TMY’nda ünlü bir 6. madde var. Eğer işkence yapan bir polis, yargısız infaz yapan bir subay vb. hakkında bir haber yaparsanız, “terörle mücadelede görev alan kişinin ismini yayınlamak” suçundan, gazetenin yazıişleri müdürü ve sahibi yüksek para cezalarına çarptırılıyor. Hatta, bu uygulama bir ara öyle bir hal aldı ki, İçişleri Bakanı ya da Adalet Bakanı’nı eleştirmek bile bu kapsamda değerlendirildi. Düzenlemenin gerekçesi, “terörle mücadele edeni hedef gösteriyorsunuz” idi. Peki, Adalet ya da İçişleri Bakanı herkes tarafından bilinir ve “terörle mücadele” ile doğrudan bir ilişkileri bulunmazken, “hedef gösterme suçu” nasıl oluşuyordu? Onu yargıçlar bilirdi! Fakat, demek ki, böyle bir garabet ile de yetinilmiyor; yeni tasarıda, “hedef gösterme suçu”na para cezasının ötesine geçilerek, bir seneden üç seneye kadar hapis cezası da öngörülüyor. Yine gazeteciler cezaevlerine doldurulacak anlaşılan!
Mevcut TMY’de, PKK’nin yöneticilerinden birinin açıklamasını yayınladığınızda, yine ünlü 6. maddeye göre, “örgütün bildirisini açıklamak suçu”nu işliyor ve para cezasına çarptırılıyordunuz. Yeni tasarıda, bu suçun kapsamı da genişletiliyor: Artık örgütün bildirisini yayınlamak değil, “sempati” bile suç oluyor. Tasarı maddesi şöyle: “Örgütü veya örgüt yöneticisini veya üyelerini kamuoyunda hoş göstermeye yönelik yayın yapanlara bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası…” Hoş göstermek nedir? Örneğin terör örgütü yöneticisinin fotoğrafını basarken, suratına kalemle bıyık ve sakal mı çizmek gerekir? Yoksa hiç fotoğraf basılamayacak mı?
Tasarının 7. maddesinde: “Terör örgütünün meşru amaçlar için çalıştığı ve eylemlerinin mazur karşılanması gerektiği yönünde kanaat oluşturmaya yönelik faaliyet” yapanların, örgüt üyesi olup olmadığına bakılmaksızın, 6 aydan 3 yıla kadar hapisle cezalandırılması öngörülüyor. Bu taslak yasalaşırsa, muhtemeldir ki, sadece Irak’ta ABD işgaline karşı direnen direnişçileri kötüleyen haberler yapılabilecektir. Öyle ya, yeni “terör” tanımına göre, Irak direnişçileri de “terörist” tanımına giriyor. Hatta, Filistinli direnişçiler de…
Tasarının 8. maddesi ise daha da tehlikeli; başlığı, “terörün finansmanı”. Bu maddeyle, “terör örgütü”nün faaliyetlerinde kullanılmak amacıyla “fon sağlayanlar”a, 1 yıldan 5 yıla kadar hapis cezası verilecek. Bu düzenleme iki üç sene önce yürürlükte olsaydı, Haber-İş İstanbul 1 No.lu Şube yöneticileri ve sendika üyeleri muhtemelen cezaevinde olacaktı. Çünkü onlar, Filistin’de mücadele eden direnişçiler için işçilerden para topladılar ve Filistin’e gönderdiler. Al sana yeni TMY Taslağı’na göre “dört dörtlük bir suç”! Ya Çeçenler için Taksim’de stant açıp para toplayanlar? Onlar belki, gemi kaçıran ve otel basan “iyi teröristler” gibi cezalandırılmazlar, ama bu tasarı yasalaşırsa, birine borç vermek bile çok tehlikeli bir iş olabilir.
Tasarının 10. maddesi ise, “soruşturma ve kovuşturma” usullerini düzenliyor. Yani bu bölüm, “ancak” bölümü. Hani, Anayasa ve yasalarda bazı özgürlükler sayılıp, altına da, “ancak” denildikten sonra eklenenlerle sözkonusu özgürlük kullanılmaz hale getirilir ya, işte öyle bir şey. Bu 10. maddede de, AB’ye girmek için yapıldığı söylenen sözde bütün iyileştirmeler ortadan kaldırılıyor. Yani, gözaltına alındığınızda yakınlarınıza haber verilmesi, sanığın avukat huzurunda ifadesinin alınması vb. 24 saatliğine askıya alınıyor. Yani, “kahraman polis”, “teröristi konuşturmak için” 24 saat içinde yapacağını yapacak! İşkence serbest, belki gözaltında kaybetme vb. de…
10. madde, avukatın savunmasına da sınırlama getiriyor. “Terör sanığı”nı sadece bir avukat  savunabilecek, soruşturma sırasında dosyadaki delilleri izlemek yasak ve avukatın “terörist”e yardım ettiğinden şüphelenilirse, avukatın zanlıya vereceği belgeler yasaklanabilecek, herhangi bir şey vermesi engellenebilecek. “Kabak”, her zamanki gibi, avukatların başına patlıyor! Çünkü, bu kafa, bu faşist zihniyet, oldum olası savunmadan ve avukattan hoşlanmaz. Bu kafaya göre, avukat sanığın “suç ortağı”dır. Böyle düşünenler, hatta bazen düşüncelerini açığa da vuranlar, ne hikmetse, emekli olup avukatlığa başladıklarında, kesinlikle siyasi bir davaya girmezler, ama hepsinin en muteber müvekkilleri uyuşturucu kaçakçılarıdır!
“Terörle Mücadele Yasası” taslağı yine bir tercihini açıkça ortaya koyuyor. Tasarının 15. maddesinde, “terörle mücadelede görev alan istihbarat ve kolluk görevlilerinin, görevlerini ifasından doğduğu iddia edilen suçlardan dolayı yapılan soruşturma ve koğuşturmalarda bizzat  kendilerinin belirlediği 3 avukatla temsil edilebileceği ve bu avukatlara da avukatlık ücret tarifesine de bağlı olmaksızın yapılacak ödemelerin bu görevlilerin bağlı oldukları kurumların bütçelerine konulacak ödenekten karşılanacağı” belirtiliyor. Yani işin Türkçesi şu: “Terörist” olduğu iddiası ile yakalanan bir kişiye 24 saat avukat hukuki yardımda bulunamayacak, 24 saat sonra Baro’dan atanacak ve yüz YTL civarında ücret alacak olan bir avukat hukuki yardımda bulunacak; ama bu kişiye işkence yapan, işkence sonucu ölümüne neden olan bir polis, istediği üç avukatı talep edebilecek, bu avukatlar ne kadar ücret isterse, bu ücreti İçişleri Bakanlığı ödeyecek. Böyle olunca, hangi polis işkence yapmaz ki? Tasarının bir diğer fıkrasına göre ise, işkence suçundan yargılanan polis tutuksuz yargılanacak. Buyrun size işkenceye bir başka teşvik…

“BETERİN BETERİ VAR!”
Yukarıdaki düzenlemeler, “daha demokratik” olarak tanıtılan taslağa ait. Basındaki haberlere göre, askerler daha sert bir taslak önermişler. Buna göre; OHAL uygulaması bütün Türkiye için ve sürekli uygulanır hale getiriliyor. Örnekler:
– “Terör önleme yakalaması” diye bir şey icat etmişler. Güvenlik güçleri, şüphelendiklerini, hakim kararı olmadan, 12 saat gözaltında tutabiliyor.
–  Güvenlik güçleri, şüphelendikleri durumda, amirlerinin emri ile istediği konut, işyeri ve eklentilerini arayabiliyor. Aramadan sonra mahkemeye başvuruluyor ve mahkeme, bitmiş arama için karar veriyor.
–  Yine şüphe üzerine, çeşitli tedbir kararları uygulanıyor. Bu tedbirler, bir meslek ya da sanattan men etme, bazı madde ve malzemenin edinilmesinin engellenmesi, iletişim olanaklarının kısıtlanması, bir yerde bulunmanın yasaklanması, belli bir yere ya da bölgeye giriş çıkışın yasaklanması, seyahat özgürlüğünün kısıtlanması, pasaport-sürücü belgesi vb. belgelere el konulması, zorla parmak izi, DNA vb. izlerin alınması ve tahlillerin yapılması, belirli aralarla güvenlik kuvvetlerine bilgi verilmesi…
Bu tedbirler, güvenlik güçlerinin amirleri tarafından uygulanmaya başlandıktan sonra, hakime durum bildiriliyor, hakim, 48 saat içinde karar veriyor. Devam ya da tamam! Hakim devam derse, tedbirler üç aya kadar uygulanabiliyor. Tam sıkıyönetim uygulaması. Bu tedbirler, OHAL’de bile yoktu.  Eğer, ölümü gösterip sıtmaya razı etme taktiği güdülmüyorsa, askerler bu düzenlemeleri gerçekten önerdilerse, “demek ki, askerler 12 Eylül’ü bir türlü unutamıyor, sürekli kafalarında ve gönüllerinde yaşatıyor” demekten başka söylenecek şey yok.

HEDEF ÖZGÜRLÜKLER
Her zaman olduğu gibi, özgürlükleri kısıtlayan yeni yasa tasarısında da, en çok, ifade özgürlüğüne, basın özgürlüğüne ve örgütlenme özgürlüğüne karşı saldırı planlanıyor. Yukarıda değinilen örneklerden de görüleceği gibi, Taslak’ta öngörülen “tedbirler”in hiçbiri, “patlayan bombaları”, “terör”ü önlemeye yönelik “tedbirler” değil.
“TMY” Taslağı ile getirilmeye çalışılan önlemler yanında, bir de, uygulanan tedbirler var. Bütün bankalar, resmi kuruluşlar ve pek çok özel kuruluşun yanı sıra kentlerin pek çok bölgesinde elektrik direklerine kameralar konuldu. Her hareketimiz gözetleniyor. Bir zamanlar, sosyalist sistemi eleştirmek için Orwel’in yazdığı 1984 isimli romanda anlatılanlar, şimdi gerçek oluyor. Ama, bu “büyük gözaltı” sosyalist sistem tarafından değil, kapitalizm tarafından uygulanıyor. Sadece gözetlenmekle kurtulamıyoruz bu büyük gözaltından, aynı zamanda dinleniyoruz. Bütün telefon konuşmalarımız dinleniyor. Yasalar çıksa da, yasalarla yasaklansa da, dinlemekten bir türlü vazgeçmiyorlar. En sonunda, özel bir yasa çıkardılar. Bir mahkemenin yetkisi ve kararı ile bütün Türkiye’de herkes (tabii her zamanki gibi askerler hariç) dinlenebilecek. İnternet yazışmalarımız da denetleniyor.  Fakslarımız da öyle…
Peki, pek özgürlükçü AB ne diyor bu TMY Taslağı hakkında? Adalet Bakanı ve Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek, bir Bakanlar Kurulu toplantısının ardından, yukarıdaki soruya şöyle yanıt veriyor: “AB, bize müzakere tarihi vermek için altı temel yasada değişiklik yapılmasını istedi. Biz de bu değişiklikleri yaptık. AB’nin bizden istediği başka yasal düzenleme yoktur.” vb. vb..
İngiltere’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin değiştirilmesi için girişimlerde bulunduğuna bakılırsa, AB’nin, AKP tarafından hazırlanan “TMY” değişikliklerine de itiraz etmeyeceğini tahmin etmek zor değil.
Hükümet cephesinde yapılan hazırlıklar iyi değil. “Terörle Mücadele Yasası” değil, sanki “demokratik hak ve özgürlüklerle mücadele yasası” hazırlanıyor. Ama “Terörle mücadele” denen şey de zaten bu değil mi?

NE YAPMALI?
TBMM’den beklenecek bir şey yok. Sözde ana muhalefet partisi CHP, AKP’yi daha sert “tedbirler” almamakla eleştiriyor. DYP Genel Başkanı Ağar, “Bin Operasyon” günlerini hatırlatıyor.
Tabii, akla ilk olarak, DİSK’in yetmişli yıllarda DGM’lere karşı yürüttüğü mücadele geliyor. Gerçi, DİSK son zamanlarda patronları seviyor, Kürtleri sevmiyor, mitingleri baltalıyor vb. Ondan fazla bir şey beklememeli, ama “terör” bahanesi ile hak ve özgürlükleri kısıtlama girişimini boşa çıkaracak en başta gelen güç de yine işçi sınıfı. KESK, “TMY”ye karşı mücadeleyi kendisinin sorunu olarak görüp davranmak durumunda. TMMOB, tek tek sendikalar ve diğer emek örgütleri de. Başta işçi sınıfı olmak üzere, halkın birleşik mücadelesi ile karşı çıkılmazsa, bu yasa da diğerleri gibi geçecek ve gazeteciler, ilericiler, demokratlar cezaevlerine doldurulurken, “bu yasaya karşı ne yapabiliriz” diye dövünmek zorunda kalacağız. Öte yandan, bir aydan kısa bir süre içinde çıkarılacak yasayı engellemek için, bu kadar kısa süre içinde işçi sınıfını, emekçileri ve emek örgütlerini harekete geçirmek ve bir birleşik mücadele örgütlemek kolay değil. Ancak tek geçerli olan da bu.
Hak ve özgürlüklerin kısıtlanması en çok işçi sınıfının ve emekçilerin mücadelesini engelliyor. Bu nedenle, en başta işçi sınıf,ı sadece işi ve ekmeği için değil, özgürlüğü için de mücadele etmek durumunda. Özgürlükleri kazanmadan iş ve ekmek için mücadele etmek kolay olmadığı gibi, geri kalan toplumsal güçleri harekete geçirmek de işçi sınıfının üzerine düşüyor.
En önemli görev, ileri işçilerin, mücadeleci sendikacıların, sınıfın devrimci partisinin sırtında: Sınıfın ve halkın talepler üzerinden mücadeleye seferber edilmesi ve şurada burada ortaya çıkan yerel mücadele ve direnişlerin birleşik bir mücadelenin bileşenlerine dönüştürülmesi için sorumluluk üstlenmek.

İşçi sınıfının günlük mücadelesinde demokratik ve sosyalist görevler

Türkiye, emperyalizme bağımlı, demokrasi sorununu çözememiş bir ülkedir. Bu durum, doğal olarak işçi sınıfının iktidar için yürüttüğü mücadeleyi doğrudan etkiler ve bu mücadeleye birbiriyle sıkıca bağlı ve iç içe girmiş iki farklı görev yükler. İşçi sınıfı, demokratik ve sosyalist görevler olarak adlandırılan bu görevleri başarıyla yerine getirerek, iktidar için mücadele eden bir sınıf konumuna yükselebilir. Ancak bu görevler, nitelik itibarıyla birbirinden farklı görevlerdir.
Bu yazının esas amacı, genel olarak sosyalist ve demokratik görevlerin nasıl ele alınacağını açıklamak olmayacaktır. Gerek klasiklerde gerekse de Parti yazınımızda bu konuda yeterince materyal bulunmaktadır. Bu nedenle, sorunun nasıl konulduğu kısaca hatırlatılacak, ağırlıklı olarak pratik günlük parti çalışmasında bu sorunun nasıl ele alınması gerektiği irdelenmeye çalışılacaktır. Bu irdeleme, işçi hareketi karşısındaki görevlerden sırt çevirmiş, ama buna karşın sosyalizm lafazanlığını iş edinmiş olan bazı sol çevrelerin tutumlarının yerli yerine oturtulması için de özellikle gerekli hale gelmiş bulunmaktadır.

SOSYALİST GÖREVLER VE PARTİ
Sınıf partisinin sosyalist görevlerinin kapsamı ve bunun temel konuları klasiklerde genel olarak şöyle konulmaktadır: Parti, bilimsel sosyalizmin öğretilerinin propaganda yoluyla yayılmasını sağlayarak, yürüttüğü çalışma ile, sosyal ve ekonomik sistemin temellerini ve gelişmesini, toplumdaki çeşitli sınıfların arasındaki ilişkilerin ve mücadelenin niteliğini, bu mücadele içerisinde işçi sınıfının tuttuğu özel yeri açıklayarak, işçi sınıfının toplumun gelişen ve çöken güçleri konusunda berrak bir bilinç edinmesini sağlar. Parti, işçi sınıfının, ayrı bir sınıf olarak, aynı zamanda uluslararası işçi sınıfının bir parçası olduğu bilincini sınıfa taşır ve bu sınıfın, sınıfsız toplumu kurma tarihi göreviyle yükümlü olduğunu tüm temelleri ile gösterir.
Parti, bu propagandaların yanı sıra, işçiler arasında, onları partiye ve Marksizme kazanmayı hedefleyen yaygın bir ajitasyon örgütleme görevi ile de yükümlüdür. Çünkü işçi sınıfı sermayeye karşı hergün mücadele eden bir sınıftır. Parti, işçi sınıfı içerisinde her gün yürütülmesi gereken istikrarlı bir çalışma gerçekleştirmek, sınıfın kendiliğinden gelişen her mücadelesine katılmak, ücretler, sosyal haklar, uygulanan ekonomik politikalar, çalışma koşulları vb. konularda işçi sınıfını sürekli aydınlatmak zorundadır. Bu zorunluluk, sadece işçilerin semayeye ve ücretli kölelik düzenine karşı günlük taleplerini daha açık ve kesin formüle etmelerine yardım etme gereğinden kaynaklanmaz; aynı zamanda, işçi sınıfının bağımsız politik bilince sahip olmasının da temel koşuludur. İşçiler böylece dayanışmayı, birlikte hareket etmeyi, ayrı bir sınıf olarak tutum almayı, ortak bir çıkar ve davaya sahip olduklarını öğrenirler.
Peki, yukarıda sayılan sosyalist görevler bugün devrimci sınıf partisi tarafından yerine getirilmekte midir? Bugün bu görevlerin özellikle propagandaya ilişkin bölümü, sınıf partisi tarafından, her geçen gün biraz daha geliştirilerek yerine getirilmeye çalışılmaktadır. Toplumun gelişmesini, işçi sınıfının konumunu ve rolünü açıklayan çeşitli propaganda broşürleri, teorik dergiler, bilimsel sosyalizmin klasiklerinin basılması ve yaygınlaştırılması, sosyalist mücadele tarihinin temel metinlerinin ve çeşitli ideolojik akımlarla yürüttüğü polemiklerin yeniden yayınlanması, günlük işçi basınında işçi sınıfı mücadelesi ve davasının sürekli ele alınması ve sorunlarının tartışılması, işçi sınıfının ortak bir dava ve bilince kazanılarak ayrı bir sınıf olduğunun farkına varması, mücadelesinin birleştirilmesi çabası vb., bu propaganda faaliyeti içerisine giren çalışmalardır. Ancak vurgulamak gerekir ki, bu görevlerin içeriğinden de kolayca anlaşılacağı gibi, işçi sınıfı içerisinde bilimsel sosyalizmin yaygınlaştırılması görevi, devrimin kaderini etkileyecek önemde bir sorundur ve hiçbir biçimde ihmal edilemez. İşçi sınıfı içerisinde sosyalizm bilincini yaygınlaştırmadan, demokratik görevlerin hakkıyla yerini getirilebileceğini sanmak sadece ağır bir yanılgı olarak kalmaz, aynı zamanda, işçilerin bağımsız bir sınıf ve parti olarak hareket etmelerini de engeller.

DEMOKRATİK GÖREVLER VE PARTİ
Ülkenin gerek toplumsal gelişmişlik düzeyi, gerekse emperyalizmle ilişkileri nedeniyle, bugün önünde bir demokrasi ve bağımsızlık sorunu bulunmaktadır. Bu sorunun çözümü bütünüyle işçi sınıfının omuzlarına yıkılmış durumdadır. Bağımsızlık ve demokrasi sorunu, işçi sınıfının görmezden gelebileceği, üstünden atlayabileceği bir sorun değildir. Eğer işçi sınıfı iktidar için mücadele eden bir sınıf düzeyine yükselecekse, demokrasi ve bağımsızlık mücadelesinin başında yürümek, işbirlikçi egemen sınıfların iktidarını yıkmak için toplumun diğer emekçi kesimlerinin ve mevcut durumdan zarar gören sınıf ve tabakalarının önderliğini üstlenmeyi başarmak zorundadır.
Kolayca anlaşılacağı gibi, bu, politik bir mücadeledir ve her politik mücadelenin karakterinde bir biçimde var olan iktidar için mücadeledir. İşçi sınıfının bu demokrasi mücadelesini başarıyla vermeden, demokrasi için mücadele etmeden, sosyalizme doğru adımlar atabileceğini sanmak, işçi sınıfını iktidarsızlığa mahkum etmek anlamına gelecektir. İşçi sınıfı bugün politik baskıya, zorbalığa, demokrasi yoksunluğuna, emperyalist büyük devletlerin dayatmalarına, ezilen Kürt işçi ve emekçilerine ve genel olarak Kürt halkına uygulanan terör ve zorbalığa karşı mücadele etmeden, ulusların tam hak eşitliğini ve kendi kaderini tayin –özünde ayrılma hakkı– hakkını savunmayı öğrenmeden ve bunun için mücadele etmeden, kısacası demokrasiyi kazanmadan sosyalizme doğru ilerleyebilir mi? İlerleyemeyeceğini tarihsel deneyimler çok açık bir biçimde ortaya koymaktadır.
İşçi sınıfı, sermayeye karşı –ekonomik– mücadelesinde yalnızken, demokrasi ve bağımsızlık mücadelesinde yanına pek çok müttefik kazanabilecek durumdadır. Toplumun geniş kesimleri, uygulanan baskılara karşı demokrasi istemekte, hak ve özgürlükler talep etmekte, ezilen ulus eşit haklar talebini öne sürmektedir. İşçi sınıfı; sürekli yaygınlaştırılmak istenen Türk şövenizmine, baskı ve terör yasalarına, toplumsal, sosyal hayatın sürekli gericileştirilmesine karşı, toplumun ezici çoğunluğunu çevresinde birleştirmeye ve ortak düşmana karşı mücedeleye sevketmeye yetenekli tek sınıftır. Diğer sınıflar, bu mücadeleyi tutarlılıkla ve sonuna kadar götürmeye –sınıf konumları, sosyal ilişkileri vb. nedeniyle– yetenekli değilken, işçi sınıfı, objektif olarak –yeni bir toplumu kuracak güç olarak– her türlü gericiliğin amansız düşmanıdır.
Ancak böyle olması, elbette ki, sınıfın hemen kendiliğinden bu konularda harekete geçeceği anlamına gelmemektedir. Sınıfın demokratik hareketin öncülüğünü üstlenmesi, partinin, sınıfın her türlü günlük mücadelesine sistematik olarak katılması, sistemli ve sabırlı bir çalışma ile sınıfın kendi özdeneyiminden öğrenmesini ve hareketini politik bir harekete doğru genişletmesini sağlamayı başarması ile olanaklı olacaktır. Kısacası, işçi sınıfı, politik sorunların çözümünde, her hangi bir sınıfın –küçük burjuvazi, liberal kesimler vb– peşinden gitmeyi değil, kendi amaçlarını izlemeyi, bağımsız çizgisini korumayı başardığı ölçüde, iktidar için mücadelesini güvenceye alabilir, demokrasi ve bağımsızlık sorununu halkçı-demokratik bir çözüme kavuşturabilir.
Bütün bu görevler, partinin günlük mücadelesinde, politika ve taktiklerinde, yürüttüğü ajitasyonda ifadesini bulmaktadır. Demokrasi mücadelesinden başarıyla geçmemiş bir sınıfın sosyalizme doğru ilerleyebileceğini sanmak, sınıf mücadeleleri tarihinden hiçbir şey öğrenmemiş olmak anlamına gelecektir.

GÜNLÜK MÜCADELEDE SOSYALİST VE DEMOKRATİK GÖREVLERİN BİRLİKTE YÜRÜTÜLME ZORUNLULUĞU
Ülkenin içinde bulunduğu koşullar nedeniyle, bugün verilen mücadelede demokratik ve anti-emperyalist politik ajitasyonun öne çıkması doğaldır. İşçilerin sermayeye ve onun hükümetlerine karşı yürüttükleri mücadelede de bazı ekonomik taleplerin sivrilmesi, ekonomik ajitasyonun yapılması, şu veya bu talebi elde etme ile sınırlı mevzi kavgaların verilmesi aynı biçimde doğal ve zorunludur. Bu durumda bir terslik bulunmamaktadır. Sorun, partinin ve parti örgütlerinin fabrika, işyeri vb.’de işçiler arasında yürüttüğü günlük çalışmada, onların ufuklarını genişleten, girdikleri her kavganın niteliğinden ve sonucundan bağımsız olarak, sermayeyi devirme ve yeni bir dünya kurma bilincinin işçiler arasında yaygınlaşması için özel bir çalışma yapıp yapmadığı noktasında düğümlenmektedir. Esasen işçi sınıfının bağımsız bir sınıf olarak örgütlenmesi ve tarihsel görevini yapabilmesi, bu çalışmanın başarısına bağlıdır.
Bu söylediklerimizi somut bir güncel örnekle açıklamaya çalışalım. SEKA işçilerinin özelleştirmeye karşı yürüttükleri mücadele ve bu mücadelenin sonuçları işçi çevrelerinde çok iyi bilinmektedir. SEKA işçileri, kendi cephelerinden yapabileceklerini fazlasıyla yaptılar. Ancak gerek sınıflar arasındaki güç ilişkileri, gerekse de işçi sınıfının kendi hareketindeki zaaflar nedeniyle, özelleştirme saldırısı püskürtülemedi ve direniş yenildi. Ama SEKA işçilerinin mücadelesi diğer sınıf kardeşlerine önemli bir mücadele tecrübesi bıraktı ve onlar, örneğin özelleştirme saldırısı ile karşı karşıya kaldıkları anda –Seydişehir Eti Alüminyum, Ereğli Demir Çelik vb.–, tereddüt etmeden SEKA’nın bıraktığı –işgal ve gösteri–yerden başladılar. Bunları hatırlatmaktan amacımız, kuşkusuz işçi hareketinin bu döneminin değerlendirilmesi değil. Sorun, sınıfın bu mücadelesinin işçi hareketine kalıcı ne gibi unsurlar bıraktığıdır.
SEKA işçilerinin eylemlerinin lafazan devrimci çevrelerde ve sosyalizm çığırtkanlığı yapanlarca küçümsendiğini biliyoruz. Onlar, işçilere, “bencil olmayın, açık politik sloganlara sarılın, sadece kendiniz için değil sosyalizm için mücadele edin” gibi “keskin” eleştiriler yönelttiler. Hızını tam alamayanlar ise, “SEKA’da ne oldu ki?” şaşkınlığına kapılabildiler. Kuşkusuz bütün bu tutumlar, keskin görünümleri altında, sınıf hareketine yabancı olmanın, hariçten gazel okumanın, görünürdeki “ileriliğe”, keskinliğe karşın, sınıfı geriden seyretmenin dışa vurumlarıydı. Bu arada, bu lafazanlar sayesinde, işçilerin işlerine, ekmeklerine sahip çıkma mücadelesinin geri bir mücadele olduğu da öğrenmiş olduk! Bütün bunlar bir yana, bu eylemi konumuz açısından irdeleyecek olursak, çalışmamızı özellikle şu noktadan değerlendirmemiz gerekir. İşçiler bir mücadeleye atıldılar ve bu mücadele içerisinde dostlarını ve düşmanlarını daha açık gördüler. Günlük işçi basını ile daha fazla yüzyüze geldiler ve en azından bazı ileri kesimleri partiyle tanıştılar.
Parti, işçilerin bu mücadeleden zaferle çıkması için onlara yardım etmeye, sınıfın diğer güçlerini, sınıf kardeşlerini destekleme yönünde harekete geçirmeye çalıştı. Ancak burada, çalışma yürüten parti organı, partili bir militan, kendi çalışmasını şuradan irdelemek zorundadır: İşçilerle girdiğim bu ilişkide, onların farklı ve yeni bir dünyanın kapılarını aralamalarına ne ölçüde katkıda bulundum? Bu çatışmanın emek ve sermaye arasında süregeldiğini, özelleştirmelerin emperyalizmin bir dayatması olduğunu, hükümetin uluslararası sermaye ile ilişkilerini ve teslimiyetini, işçilerin emperyalizme karşı mücadele etmesi gereğini, sınıfın nihai hedefinin ücretli kölelik düzenini yıkmak olduğunu kaç işçiyle tartıştım? Bu arada, kaç ileri işçide sosyalist bilinç kıvılcımları uyandırdım, kaçını komünizme kazandım? Şu ya da bu mevzii mücadele bittiğinde, kaç işçi eski işyerinde, ya da yenisinde, işçi sınıfının sosyalist bilince uyanmış bir militanı olarak mücadelesini sürdürecek, bunlarla düzenli ilişkiler kurabildim mi? Partim kendini sınıfına adamış yeni işçilerle güçlendi mi?
SEKA örneği kuşkusuz tek örnek değildir. Ayrıca kendini açığa vuran herhangi bir işçi mücadelesi de olmayabilir. Sorun, sınıf içerisinde düzenli ve istikrarlı çalışma sorunudur. İster ücretine tek kuruş eklemek için, isterse şu ya da bu sosyal hakkın gaspedilmesini önlemek için olsun, bütün işçi mücadelelerinde de benzer bir durum söz konusudur. İşçiler arasındaki sosyalist eylem, bugün kendisini, atılan sloganlar ya da ileri sürülen talepler arasına sıkıştırılıvermiş “sosyalist” slogan ve talepte göstermez. Yapılan çalışmanın içeriğinde, işçilerle girilen ilişkilerin geliştiriciliğinde, işçinin dünyasına bir bütün olarak girme ve onu değiştirme, onu partiye kazanma çabasında kendisini gösterir. İşçilerin mücadelesi yenilgilerle, zaferlerle, ileri atılımlarla ve durgunluklarla ilerler. İşçilerin bağımsız sınıf olma bilinci ne kadar gelişmişse, girilen bu her mücadele, sonucu ne olursa olsun, sonraki mücadelelere daha fazla tecrübe devreder.
Bütün bu mücadeleler içinde, gerek kendi tecrübesi ile gerekse de partinin yardımıyla bugün gericiliğe karşı demokrasi mücadelesi, sermayeye karşı hak arama mücadelesi veren işçi; bunları elde etmenin zorunlu olduğu, ancak ücretli kölelik düzeninin sonunu getirmediği, ama sermaye iktidarını yıkmak için bu yolu yürümesi gerektiği bilincini edinir. İşçi sınıfının bağımsız bir sınıf olarak hareket etmesinin garantisi de, zaten burada yatar. Eğer işçilerin, en azından mücadeleci kesimleri, giriştikleri mücadelelerde toplumun diğer sınıflarının tepkilerini, sermayenin karşı manevralarının içeriğini, iktidarın uluslararası bağlantılarının niteliğini öğrenmeyi başarmışlarsa, onlar sosyalizm için de dövüşmeyi göze alan işçi kuşakları olarak eğitim görüyorlar, sınıfın diğer kesimlerini de ilerletecek bir pozisyonda bulunuyorlar demektir.
Bu söylenenlerden şu sonuç zorunlu olarak çıkmaktadır ki, işçi sınıfı içerisindeki çalışmanın temelinde sosyalist görevler bulunmaktadır. Çalışma, bir bütün olarak, işçilerin bağımsız ayrı bir sınıf olarak örgütlenmesi, eylemlerini sosyalizme doğru genişletmesi, ücreli kölelik düzenine son verilmesi, iktidarın alınması perspektifiyle yürütülür. Bu, güncel politik sorunların ele alınmasını –demokrasi, bağımsızlık ve buradan kaynaklanan güncel sorunlar– zayıflatan değil, aksine sınıfın bu mücadeleye daha güçlü ve ileriden katılmasını garantiye alan bir yaklaşımdır. Böylece, demokrasi ve bağımsızlık sorunları, başta işçi sınıfı olmak üzere, geniş halk kesimlerinin arasına yayılarak gerçek temeline oturur. Bu, aynı zamanda, yürütülen çalışma ve eylemin demokratik içerikli, ama kullandığı araçlar ve mücadele biçimleri –grevler, genel grevler, politik gösteriler vb.– itibariyle proleter nitelikli olması anlamına da gelmektedir.
Söylenenleri yine güncel bir örnekle somutlaştırmaya çalışalım. Bilinmektedir ki, bugün ülkenin en önemli sorunlarından birisi Kürt sorunudur. İşçi sınıfı bu demokrasi sorununda aktif bir taraf olmadan, bu konuda kendi tutumunu ortaya koyup, halkın diğer kesimlerini kendi çevresinde toplama çabasını göstermeden iktidar için mücadelesini ilerletebilir mi? İlerletmek bir yana, kendi sınıf birliğini bile sağlayamaz. Nedeni ise oldukça basittir; işçi sınıfı asıl olarak Türk ve Kürt işçilerinden oluşmaktadır ve ezilen ulusun –Kürtlerin– tam hak eşitliğini, kendi kaderini tayin hakkını savunmadan, ezilen ulusa yönelen baskı ve şiddete karşı mücadele etmeden kendi birliğini sağlayamaz, bu demokrasi mücadelesinden geçmeden bilincini ve eylemini sosyalizme doğru genişletemez. Ancak bu sorunun çözülmemesi de, politik havayı sürekli zehirler, sermaye ve gericilik, işçi ve emekçi halk üzerindeki baskı, terör ve sömürüsünü sürdürme olanaklarını genişletir.
Peki ama, bu sorun işçiler arasında nasıl işlenecektir? Bunun için her zaman genel propaganda ve ajitasyon araçlarının yeterli olmadığı, ihtiyacı da karşılamadığı bilinmektedir. Bu konuda, çoğu zaman kullanılan dil, yaklaşım biçimi son derece önem taşımakta, fabrikanın, işyerinin vb. bileşimine ve özelliğine göre konuya ilişkin ‘oraya özgü bir dil, yöntem’ geliştirmenin zorunluluğu ortaya çıkmaktadır. Sosyalist işçinin, yanyana çalıştığı sınıf kardeşine bu konuda yaklaşacak mutlaka farklı araç ve yöntemleri olmalıdır. İşçi toplantıları, aile ziyaretleri, sorunun bir biçimde işlendiği kültürel bir etkinliğe gitme –sinema, tiyatro vb.–, bunun üzerine sohbetler geliştirme, bir yazıyı, makaleyi birlikte okuyup tartışma, çeşitli vesilelerle daha dar gruplarla bu sorunu tartışma, milliyetçilikten etkilenmiş işçi kardeşlerini şövenizmle ağulanmaktan kurtarmak için özel bir çalışma yürütme vb… Kuşkusuz canlı yaşam, çok daha fazla yol ve yöntemi önümüze getirecektir.

EKONOMİK AJİTASYON VE SOSYALİZM PROPAGANDASI

İşçiler günlük mücadeleleri içerisinde sermayenin saldırıları ile karşı karşıya gelmekte, genellikle ekonomik ve kısmen sosyal hakları için mücadeleye atılmaktadırlar. Ekonomik hak arama mücadelesi işçilerin sıklıkla başvurdukları ilk mücadele biçimidir. Ama diğer taraftan, bu mücadele biçimi, içeriği nedeniyle, işçi ile sermayeyi karşı karşıya getiren bir mücadeledir. Bu nedenle özellikle ekonomik ajitasyonun yaygın ve güçlü bir biçimde yapılması büyük bir önem taşır. Zaman zaman, bu tür bir ekonomik ajitasyonun “ekonomizme götürdüğü” gibi yanlış bir kanı oluşabilmektedir. Oysa ekonomizm buradan değil, işçi sınıfının ülkenin politik yaşamına kendi bağımsız tutumuyla katılmasının engellenmesinden doğar. İşçi sınıfının, politika yapmayı, örneğin liberal burjuva politik akımlara, küçük burjuvaziye devretmesini izleyen bir çizgiden doğar. Konumuz kuşkusuz bu değil. Sorun, güçlü ve yaygın bir biçimde yürütülmesi gereken ekonomik ajitasyonun, çoğu durumda, sosyalizmin propandası ile karıştırılmasından doğmaktadır.
Oysa bu iki faaliyet birbirinden farklıdır ve öyle de olmak zorundadır. Ekonomik ajitasyon, işçilerin şu ya da bu acil hak talebinin öne sürülmesini, işçilerin bu konuda harekete geçirilmesini konu edinir. Kuşkusuz başarılı yapılmış bir ekonomik ajitasyon, sermayeyi ve ücretli kölelik düzenini teşhir eden bir içerik taşıyacaktır. Böylesi bir ajitasyon “sermayenin suç üstü yakalanmasını” sağlarken, aynı zamanda işçilerin olup biten olayların ardındaki gerçekleri görmesine de yardımcı olacaktır. Oysa sosyalizmin propagandası, yukarıda “sosyalist görevler” başlığı altında işlenmesinden de anlaşılacağı gibi, toplumun tüm sınıfları arasındaki ilişkilerin kavranmasından, bilime, sanata, felsefeye vb. kadar uzanan geniş bir alan üzerinden yapılmak zorundadır. Ancak işçilerin sermayeye karşı giriştikleri ekonomik karakterli mücadeleler de, partinin yürüteceği başarılı bir çalışma ile politik mücadeleye doğru genişler, işçiler giderek sosyalist bilinçle tanışır.
Burada altını çizmek gerekir ki, “ekonomik karakterli mücadelelerin politik mücadeleye genişlemesi”, ekonomik nedenlerle çıkmış her grev ve direnişin “sosyalizm talep etmesi” anlamına gelmez. Böylesi bir durum her halde çocuk oyunlarına dönerdi. Bir grev ve direnişin başarısının ölçütü kuşkusuz öne sürdüğü talebi elde etmesindedir. “Politik mücadeleye genişleme”den kasıt, işçilerin sermayeye karşı giriştikleri bütün bu mücadelelerden deney ve tecrübe çıkarması, bağımsız işçi politikası ile karşı karşıya gelmeleri, bilinçlerini sosyalist bilince doğru genişletmeleri, ülkede olup bitenlere sınıfın çıkarları yönünde ve sınıfın politik bilinci ile müdahale edebilmeleridir. Hatırlatmak gerekir ki, Rus işçileri, devrim öncesinde, politik taleplerle en fazla mücadeleye atılan işçilerdir. Ancak devrim, onların “sosyalizm istemesinden” patlak vermedi. Yığınların barış ve ekmek talebi vardı ve devrim de bu taleplerin üzerinde yükseldi. Burada sorun, bu mücadelenin içerisinde yer alan, örgütüyle, bilinciyle buna yön vermeye çalışan bir sınıfın –konumuz açısından nesnel koşulları vb.. bir yana bırakıyoruz– varlığında düğümlenmektedir.
Bitirirken, kısaca vurgulamak gerekir ki, ekonomik ajitasyon ve propaganda ciddiyetle eğilinmesi gereken, mutlaka ve başarıyla, yaygın bir biçimde yapılaması zorunlu olan bir çalışmadır. Sosyalizmin propagandası ise, bu ve diğer çalışmaların içine gömülmüş, yaşamın ve mücadelenin bütün yönlerini kavrayan, kavratan bir çalışmadır. Bunun, sosyalizmin ajitasyonu ile karıştırılmaması gerekir. Sosyalizmin “ajitasyonu”nu değil, propandasını yapmak gerekir. Sosyalist ajitasyon, kendisini, ileri işçinin partiye, komünizme kazanılması çabasında gösterir. İşçiler arasında yürütülen güçlü ve yaygın ekonomik ajitasyon ve propaganda, sosyalist propagandaya zemin açan, onun da başarıyla yerine getirilmesi sağlayan bir işlev görecektir.

Ücretler ve sınıf mücadelesi

Özgürlük Dünyası’nın Temmuz sayısında sermaye cephesinin gündeme getirdiği asgari ücret tartışmalarını ele almış ve asgari ücretin istisnasız bütün emekçiler için savunulması ve geliştirilmesi gereken bir mevzi olduğunu vurgulamıştık. Bu süreçte, sermaye örgütleri ve hükümetin asgari ücretin düşürülmesi konusunda kararlı olduğu, işçi emekçi cephesinden caydırıcı bir tepki gelmediği takdirde, öngörülen değişiklikleri hayata geçirmeye yönelecekleri ortaya çıktı. Bu yazıda, kapitalist düzende ücretlerle ilgili olarak sermaye sözcülerinin geliştirdikleri yanıltıcı iddiaları masaya yatıracağız.
Sermaye cephesinin emekçilerin ücret taleplerine karşı geliştirdiği iddialar, sanayi kapitalizminin iki asıra uzanan tarihi boyunca farklı biçimlerde dile getirilmiş olsa da, özünde işçi sınıfına karşı burjuvazinin sınıf çıkarlarını koruma içgüdüsüne dayanmaktadır. Üniversitelerde okutulan yüzeysel burjuva iktisadı da, söz konusu argümanları bilimsel bir kılıfla savunmakta, sermaye cephesine ideolojik destek sunmaktadır.
Kapitalist toplumlarda iktisadi faaliyet, üretim sürecinde işçi sınıfının yarattığı artık ürüne nasıl el konulacağı ve bu artık ürünün nasıl büyütüleceği sorunu etrafında biçimlenir. Bu nedenle, 18. yüzyılda gelişen bilimsel politik ekonomi, iktisadi artığın doğrudan üreticilerden çekilip alınması ve bu artığın büyütülmesini düzenleyen toplumsal ilişki ve süreçlerin çözümlenmesine odaklanmıştır. Kapitalizmin, sosyo-ekonomik bir sistem olarak, feodal düzenin bağrında boy verdiği Batı Avrupa’da gelişen bilimsel politik ekonomi, burjuvazinin, feodal sınıflara karşı verdiği mücadele içerisinde tarihsel olarak ilerici bir rol oynadığı özel bir dönemin ürünüdür. Bu yüzden, klasik politik ekonomi, burjuva sınırları içinde gelişmesine ve burjuva bakış açısının sınırlarına tabi olmasına karşın, kapitalist toplumun temel iktisadi süreçlerine odaklanmış ve bilimsel kaygıları göz ardı etmemiştir. İngiltere’de David Ricardo’nun kişiliğinde en yüksek biçimine ulaşan klasik politik ekonomi, emek-değer teorisini benimsemiş, ve iktisadi mekanizmayı, çıkarları birbirine karşıt sınıflar bakımından incelemiştir. Ricardo, Ekonomi Politiğin İlkeleri ve Vergilendirme adını taşıyan eserinin girişinde, politik ekonominin amacını şöyle açıklar:
“Toplumun farklı aşamalarında yeryüzünden sağlanan toplam üretimin, [yeryüzünün işlenebilmesi için gerekli olan toprağın sahipleri, sermaye sahipleri ve emeğiyle yeryüzünü işleyen emekçiler] arasında rant, kâr ve ücret olarak paylaşımı farklı olacaktır. Rant, kâr ve ücretler, esas olarak toprağın fiili üretkenliğine, sermaye ve nüfus birikimine ve tarımda kullanılan ustalık, yaratıcılık ve araçlara bağlıdır. Bu bölüşümü düzenleyen yasaların belirlenmesi Politik Ekonominin temel sorunudur.”
Ne var ki, Ricardo’nun ölümünü izleyen dönemde, bilimsel politik ekonominin yazgısını belirleyen gelişmeler olmuştur. Bu dönemde, hızla gelişen sanayi kapitalizminin yarattığı işçi sınıfı, kapitalist sömürüye karşı bağımsız bir sınıf olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Burjuvazi ise, geçmişte feodalizme karşı ittifak yaptığı işçi sınıfının kendi iktidarına karşı oluşturduğu potansiyel tehdit karşısında, bu kez, feodalizmin kalıntısı olan sınıflarla işbirliğine gitmiştir. Mülkiyetin kutsal bayrağı altında gerçekleştirilen bu işbirliği, burjuva sınırlar içerisindeki bilimsel politik ekonominin de sonunu hazırlamıştır. Marx, Kapital’in Almanca Baskısına yazdığı sonsözde bu dönemi şöyle değerlendirir:
“İngiltere’yi ele alalım. Orada ekonomi politik sınıf savaşının henüz az geliştiği bir dönemde doğmuştur. Onun son büyük temsilcisi Ricardo, sonunda bilinçli olarak sınıf çıkarlarının, ücret ve kârın, kâr ve rantın karşıtlığını, bu karşıtlığı, safça, doğanın toplumsal bir yasası kabul ederek, araştırmalarının hareket noktası yapar. Ancak buradan hareketle, burjuva ekonomi bilimi, aşamayacağı sınırlara gelip dayanmıştır. Bu bilim Ricardo daha hayattayken ve ona karşı olarak Sismondi’nin kişiliğinde eleştiri ile karşı karşıya geldi.
“Bunu izleyen 1820-1830 dönemi, İngiltere’de ekonomi politik alanında bilimsel etkinliklerle dikkat çeker. Ricardo’nun teorisinin vülgerleştirildiği, ve yayıldığı kadar, bu okulun eski okula karşı bir savaşım verdiği bir dönemdi. Parlak karşılaşmalar yapıldı.
“…..Fransa ve İngiltere’de burjuvazi siyasal iktidarı ele geçirmişti. Bundan sonra sınıf savaşımı, pratik olduğu kadar teorik olarak da gitgide daha açık ve tehdit edici biçimler aldı. Bu, bilimsel burjuva ekonomisinin ölüm çanını çalıyordu. Artık bundan sonra, şu ya da bu teoremin doğru olmaması değil, ama sermayeye yararlı mı yoksa yararsız mı, gerekli mi yoksa gereksiz mi, siyasal bakımdan tehlikeli mi yoksa tehlikesiz mi olduğu sözkonusuydu. Çıkar gözetmeyen araştırmaların yerini ücretli yumruklaşmalar, gerçek bilimsel araştırmaların yerini kara vicdanlı ve şeytanca mazur göstermeler almıştı.” (vurgu sonradan)
Bugün yüzyüze bulunduğumuz egemen burjuva iktisat anlayışı, Marks’ın yukarıda ele aldığı sürecin 1870’lerde mantıksal sonuçlarına ulaşması ve yalnızca görünümlerle ilgilenen yüzeysel bir iktisat anlayışının matematik bir kesinlik içinde formüle edilmesiyle oluşmuştur. Tekelci medyanın köşelerinden, ekranlardan ve üniversite kürsülerinden, soğuk ifadelerle “işsizliğin nedeni işçilerin verimsizliğidir” diye konuşanlar, tarafsız olduklarını ve bilimin yöntemiyle konuştuklarını öne sürmektedirler. Oysa, akademik iktisatın tüm meziyeti, tarafsızlık görüntüsü altında, burjuvazinin gündelik çıkarlarını teknik ve yavan bir dille korumaya çalışmaktan ibarettir. Şimdi bu akademik yavanlıkları masaya yatıralım.

YÜKSEK ÜCRETLER İŞSİZLİK Mİ YARATIR?
Sermaye sözcüleri, ücretlerin yüksek olması halinde, yatırım için gerekli fonu oluşturan kârlar azalacağı için “işverenler”in yeni yatırım yapamayacaklarını, bu nedenle, yüksek ücretlerin işsizliğe yol açacağını savunurlar. Aynı meselenin üniversitelerin iktisat kürsülerinde dile getirilişi ise, yüksek ücretlerin, ücretlerle verimlik arasındaki ilişkiyi ortadan kaldıracağı, bunun ise, işsizliğe yol açacağı şeklindedir.
Önce, ücretlerin yüksek olması halinde yatırımların azalacağı tezini ele alalım. Kapitalist toplumda, aşağıda ele alacağımız gibi, ücret ile kâr arasındaki karşıtlık, sınıf mücadelesinin iktisadi temelini oluşturur. Ancak, ücret düzeyleri ile kapitalistlerin yatırım kararları arasında kesin bir ilişki yoktur. Kapitalizmin tekelci aşamasında, şirketler, tekelci fiyatlama ile maliyetlerini belli sınırlamalar içerisinde fiyatlara yansıtma olanağına sahiptir. Bunun yanı sıra, üretimin, herhangi bir plana dayanmadan, piyasa anarşisi içerisinde örgütlendiği kapitalist düzende, kapitalistlerin yatırım kararı almasında psikolojik beklentiler de rol oynar. Ünlü burjuva iktisatçısı Keynes, kapitalistlerin, yatırım yaparken, hayvani içgüdülerle hareket ettiğini söylemiştir.
Öte yandan, sermaye birikim sürecinde doğal bir eğilim olarak ortaya çıkan “kâr oranının düşme eğilimi” nedeniyle patlak veren kapitalist krizler, yatırımların durmasına ve yığınsal işsizliğe yol açar. Bu sonucun ücret düzeyleri ile hiçbir ilgisi yoktur. Kapitalist ekonomi, ücretlerin yüksek olması nedeniyle değil, tam tersine, ücretleri düşürerek yığınların satın alma gücünü düşürdüğü için krize girer. Ancak kapitalizm, bitip tükenmeyen kâr hırsı ve acımasız rekabet nedeniyle krizlerden kurtulamaz.
Yüksek ücretlerin, ücretlerle verimlik arasındaki ilişkiyi ortadan kaldıracağı, bunun da işsizliğe yol açacağı yönündeki iddia ise, işçi sınıfının ücret taleplerine karşı sermayenin en sık kullandığı ideolojik silahlardan birisidir. Sermaye cephesinin bu iddiasının temelsizliğini kanıtlamak için, meseleye tersinden bakmak yeterlidir. Acaba işçi sınıfının düşük ücret düzeyini kabullenmesi, işsizlik sorununu çözer mi?
Düşük ücretlerin işsizlik sorununu çözmediğini, Türkiye işçi sınıfı halen acı bir şekilde yaşamakta olduğu deneyimden bilmektedir. Bugün, son yirmi yılın en düşük ücret düzeyleri geçerli olduğu halde, işsizlik azalmamakta, tersine artmaya devam etmektedir. Kapitalizmin yaşadığı en büyük kriz olan 1929 krizinde, ücretler çok büyük oranda düşmesine karşın, işsizlik oranları, azalmak şöyle dursun, artmaya devam etmiştir. Daha yakın bir tarihten örnek verecek olursak, 1970’li yılların sonlarından beri, başlıca ileri kapitalist ülkelerde, işsizlik oranları yüzde 10’lar civarında seyretmektedir. Aynı süreçte, kapitalist dünyanın her yerinde, reel ücretler her geçen yıl daha fazla aşınmıştır. Üstelik, toplumsal artı-değer havuzundan karşılanan ve ücretlerle yakından ilişkili olması nedeniyle toplumsal-ücret olarak adlandırılan sosyal kazanımların (eğitim, sağlık, sosyal güvenlik) budanması da, reel ücret kayıplarını derinleştirmiştir.

Şekil.1’de, 1988’den 2001 yılında kadar özel sektör imalat sanayindeki ücret ve işgücü verimlik endekslerinin seyri yer almaktadır. Kolayca görüleceği gibi, ücretler, 1989 Bahar Eylemleri’nin kazanımları ile birlikte, verimlilik artışlarını yakalamış, ne var ki, 1994 kriziyle birlikte, ücret ve verimlilik ilişkisi kopmuştur. Daha uzun zaman aralıkları için yapılan başka çalışmalarda, sınıf mücadelesinin yükseldiği dönemlerde ücretlerin arttığı (örneğin 1970’li yılların ortaları), buna karşılık işçi sınıfının yenilgiye uğratıldığı dönemlerde (örneğin 1980 sonrası), ücretlerin azaldığı görülmektedir.
İleri kapitalist ülkeler için yapılan çalışmalarda, 1960’lı yılların sonlarından bu yana ücretlerle verimlilik ilişkisinin giderek koptuğu, reel ücretler giderek azalırken, sömürü oranının tam olmasa bile yakın bir göstergesi sayılabilecek olan işgücü verimliliğinin arttığı görülmektedir. Tüm bunlar, burjuva iktisatçılarının ücretleri işgücü verimliliğinin belirlediği tezini çürüten örneklerdir.
Ücretlerin verimliliği yansıtması gerektiği yönündeki iddia, değeri, nesnel, yani ölçülebilir bir büyüklüğe bağlayan klasik politik ekonominin aksine, metanın kullanım değeri ile ilişkili olan öznel unsurlara (fayda) bağlayan yüzeysel burjuva iktisadının teorik çerçevesinin ürünüdür. Yüzeysel burjuva iktisadı, emek-değer teorisini yadsımak için, öncelikle değeri, büyüklüğü her birey için farklı olan öznel bir unsura, faydaya bağlamıştır. Öte yandan, emeğin değerin temel kaynağı ve ölçüsü olduğu düşüncesini iktisattan silmek için, sermaye ve tabiatın da emek gibi birer üretim faktörü olduğunu öne sürmüştür. Böylece, emek değer teorisinin sonucu olan tüm değerin yaratıcısının emek olduğu gerçeği yerine, farklı bir şekilde tanımlanan “değer”in, emek, sermaye ve toprak (tabiat) şeklinde üç farklı üretim faktörü tarafından yaratıldığı iddiası geçirilmiştir.
Burjuva iktisadına göre, üretim sürecine katılan üretim faktörlerinden her birisinin bir birimine yapılacak ödeme, o faktörün verimliliğini yansıtmaktadır. Sonuçta, sermayedarın ve toprak sahibinin üretim süreci sonunda ele geçirdiği artık-değer, mülk sahipliğinden dolayı değil, ellerinde bulundurdukları üretim faktörlerinin verimliliğinin karşılığı olmaktadır! Böylece, işçinin kapitalist tarafından sömürüldüğünü söylemenin bir anlamı kalmayacaktır. Keza, herkes ne üretiyorsa, onun karşılığını almaktadır. Ürünün piyasa değerinden elde edilen hasılattan, sermaye faizini, toprak sahibi kirasını, işçi ise ücretini almakta, kimse kimseyi sömürmemektedir!
Ne var ki, gerçek yaşam, bu harikalar dünyasından çok farklıdır. Öncelikle yüzeysel burjuva iktisadının sermayenin üretken olduğu tezini ele alalım.

KÂRIN KAYNAĞI SERMAYENİN ÜRETKENLİĞİ Mİ?
Kapitalist, artık-değer elde etmek amacıyla, belli bir para sermaye ile işe girişir. Bununla üretim araçlarını satın alır. Üretimde bulunmak için gereksindiği araçlar, genellikle içinde üretim yapılan bir fabrikayı, makineler ve hammaddeleri ve çeşitli yardımcı maddeleri kapsar. Ama tüm bunlar, üretime hazırlıktan başka bir şey değildir. Kapitalistin üretim sürecini gerçekleştirmek için, başka bir metaya, yani emekgücüne gereksinimi vardır. Emekgücü kendi değerinin üzerinde ve ötesinde değer yaratmaya muktedir olan tek metadır. Öncelikle, burada durup bu sermayenin nereden geldiğine bakalım.
Kapitalistin para sermayesi aracılığıyla üretim sürecine koştuğu sermaye, birikmiş emek ürünüdür. Bunlar, geçmişte, işçinin ürettiği değerlerdir. Kapitalist, bunlara, kapitalist üretim ilişkileri çerçevesinde el koymuştur. Ancak bu sürecin bir başlangıcı olmalıdır. Marx, Grundrisse adlı notlarında sermayenin ilk oluşumunu şöyle açıklar:
“Sermayenin ilk oluşumu sanıldığı gibi, sermayenin ihtiyaç maddelerini, iş araçlarını, hammaddeleri, kısacası emeğin topraktan bağımsızlaşmış ve insan emeğiyle ruh kazanmış olan nesnel koşullarını üst üste koymasıyla olmaz. Sermaye emeğin nesnel koşullarını yaratmaz. Sermayenin ilk oluşumu, salt parasal servet biçiminde hazır bulunan değerin, eski üretim tarzının tarihi çözülme süreci sayesinde, bir yandan emeğin nesnel koşullarını satın alabilme, bir yandan özgürleşen işçilerle para karşılığı canlı emek mübadelesine girebilme imkanına kavuşmasından ibarettir.”
Kapitalistin üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti, bir zamanlar kendi üretim araçlarına sahip olan, ancak bunlardan koparılan işçinin de, hayatta kalabilmek için, sermayeye tabi olmasını zorunlu kılar. Bu nedenle sermaye, yalnızca üretim araçları ya da para değil, aynı zamanda bir toplumsal ilişkidir. Sermayenin varolma koşulları, aynı zamanda ücretli emeğin de varolma koşullarını yaratır. Bu koşullar, Batı Avrupa’da 15. yüzyıldan 19. yüzyıla uzanan dönemde, büyük bir toplumsal yıkım pahasına, kan ve şiddetle yaratılmıştır. Marx, Adam Smith’den esinlenerek ilkel birikim adını verdiği bu sürecin dehşet verici öyküsünü, Kapital’in I. Cildinin 26. Bölümü’nde çarpıcı bir dille anlatmıştır.
Sermayenin verimliliği meselesine dönelim. Sermayedarın elindeki para sermayesi ile, üretime girişmek için sabit ve dolaşan sermaye unsurlarını satın aldığını ya da elde ettiğini söylemiştik. Şimdi, bunlarla üretim yapabilmek için, emek gücüne gereksinim duyacaktır. Gereksinim duyduğu emekgücü, yukarıda anlatılan süreçle “amele pazarına” sürüklenmiş işçiler tarafından satılmayı beklemektedir.
İşçi, hayatta kalabilmek için emekgücünü satmak zorundadır. Aksi halde açlıktan ölme özgürlüğüne sahiptir. Eğer işçi, malların mübadele edildiği pazara kendi emekgücü dışında satacak bir şey getirebilseydi, sözgelimi, satacak bir dikiş makinesi olsaydı, karşısındaki alıcı (diyelim ki kapitalist), bu alışverişten herhangi bir kâr sağlayamaz, herhangi bir artı-değer gerçekleştiremezdi; çünkü değer yasasına göre, eşdeğerler değişilir; bir emek miktarı eşit miktarda emekle değişilir. Oysa işçinin satacak bir dikiş makinesi yoktur. O, pazara, yalnızca kendi emekgücünü getirmiştir. Ancak sattığı bu emekgücü, başka mallardan farklı bir özelliğe sahiptir. İşçinin emek-gücü, kendi içinde gerçekleştirilen emekten daha fazla maddeleşmiş emeği gerçekleştirme özelliğine sahiptir. Başka bir deyişle, işçinin emekgücü, emek-gücünün yarattığı üründen daha az değere sahiptir. İşçinin emekgücünün değerinin parasal karşılığı “ücret”tir. Ücret, işçinin emekgücünün yeniden üretilmesi için gerekli zorunlu gereksinim maddelerinden ya da bu maddelerin değerinden oluşur. Ancak vurguladığımız gibi, emekgücünün değeri, yarattığı değerden daha düşüktür. Aradaki bu farkı, kapitalist, kâr olarak cebe indirir. Bütün üretim sürecinin temel amacı, işçinin ürettiği bu fazlalığa el koymaktır.
Kapitalist düzende, sermaye sahibinin, üretim sürecini gerçekleştirmek için işçilere teslim ettiği sabit sermaye ve döner sermayenin değeri, yeni üretilen metalara aynen aktarılır. Bu nedenle, bu sermaye unsurlarına, değişmeyen sermaye denilir. Ancak, işçinin emekgücünü kullanarak elde ettiği yeni metada, işçinin emekgücünün değerinden, yani ücretten daha fazla bir değer gerçekleştirilmiştir. Bu nedenle, kapitalist için emekgücü, değişken sermayedir. Yani yeni metaya kendi değerinin üzerinde bir değer aktaran bir sermaye unsurudur. Dolayısıyla, emekgücüne yapılan yatırım, patron için bir sermaye yatırımıdır. Başka bir deyişle, patron, iş vermemekte, sermaye yatırımı yapmaktadır.
Sermaye kendi başına üretken kapasiteye sahip olmadığına ve yalnızca emek sayesinde değer yaratılmasına aracılık ettiğine göre, sermayedarın sahip olduğu sermaye ile faiz ve kâr elde etmesinin geçerli bir nedeni var mıdır? Sermaye sözcüleri ‘evet’ diye yanıt verirler; sermayedar, elindeki para-sermayeyi hemen tüketmek yerine, “yatırım yaparak”, tüketimden feragat etmiş, fedakarlık yapmıştır. Dahası, yatırım yaparak işsizlere “iş vermiş”, onlara gelir sağlamıştır. Üretimden elde edeceği faiz de, bu fedakarlığın, paradan uzak kalmanın ödülüdür. Anaokullarında bile okutulmaması gereken bu gülünç iddia, ne yazık ki, üniversitelerde okutulmaktadır.
Burjuva iktisadı, derinde yatan gerçek süreçlerle değil, görünümlerle ilgilendiği için, akla yatkın görünen bir mantık yürütür. Faizi sermayenin üretkenliğinin ödülü olarak gösterirken, kategorik olarak bir artık değer unsuru olan kârı, kapitalistin (burjuva iktisadının dilinde girişimcinin) karşılaştığı riskin ve belirsizliğin ödülü olarak yansıtır.
Kapitalist üretim tarzının temel amacı, yatırım yaparak işsizliği azaltmak ve halkın tüketim gereksinimlerini karşılamak değildir. Kapitalistlerin temel amacı kâr elde etmektir. Kapitalistler, belli bir yatırımı yaparken, o yatırımın sağlayacağı istihdam düzeyi ya da halkın o yatırımın sonucu olan mal ve hizmetleri daha kaliteli ve ucuz bir şekilde elde etmesi ile değil, söz konusu yatırımın kâr potansiyeli ile ilgilenirler. Dolayısıyla, kapitalistin karşılaştığı risk, fabrikasında üretilen malları değerinin altında satma riskidir. Bu durumun tüm kapitalistler için genelleşmesi halinde, bir iktisadi krizden söz edilir. Kriz anında kapitalistin ilk tepkisi ise, işçilerine kapıyı göstermektir. Patron, işlerin düzelmesi ile er ya da geç malını satacaktır. Yani asıl risk, işçinin riskidir. Patronlar, kriz çıktığında, iflas bile etse, aç kalma riski ile karşılaşmaz, işçi ise işini kaybettiğinde, kendisi ve ailesi çok kısa sürede açlığın kollarına düşer.

HEPİMİZ AYNI GEMİDE MİYİZ?
Sermaye sözcüleri, özellikle kriz dönemlerinde, ekonominin zor günler geçirdiğini, bu nedenle, işçi patron, herkesin elini taşın altına koyarak fedakarlık yapması gerektiğini söylerler. 1994 krizinde, bu amaçla, basın yayın organları aracılığıyla etkili bir kampanya yürütülmüştü. Kampanyanın ana slogan ise şöyleydi; “Türkiye için çalışıyorum, Türkiye için üretiyorum, Başka Türkiye yok”. Kriz döneminde, işini kaybetmekle karşı karşıya olan işçi sınıfı, sermaye medyasının sözcülüğünü üstlendiği “ülkenin geleceği için, ücret artışı yönündeki taleplerin, ekonominin düze çıkacağı güne kadar ertelenmesi” yollu çağrılara olumlu yanıt verdi. Sonuç ise, şu oldu; 1994 yılında, bir önceki yıla göre ücret ve maaş gelirleri yüzde 5,8 azalırken, işçi ve emekçilere, “hepimiz aynı gemideyiz” diyerek fedakarlık çağrıları yapan patronların kâr, faiz ve rant biçimdeki gelirleri aynı oranda arttı. Sonuçta, krizin faturasını işçi ve emekçiler, yoksullaşarak ödediler. Üstelik, sermayenin tek kazancı bu olmadı; işçilere yapılan ikiyüzlü yurtseverlik propagandasının sağladığı milliyetçi atmosferde, yoksul Kürtlere yönelik saldırılar da büyük bir hız kazandı. Halka karşı yapılan “bin operasyon”un önemli bir bölümü bu dönemde icra edildi.
İşçilerin 1994 krizinde karşılaştıkları durum, işyeri düzeyinde de yaşanmaktadır. Özellikle ücret artış dönemlerinde, işçilerin patronla yaptıkları görüşmelerde sıkça karşılaştıkları yanıtlardan birisi, patronun, işlerin kötü gittiğini öne sürerek, ücret artışı yapamayacağını, aksi halde fabrikanın ya da işyerinin kapanmasının kaçınılmaz olduğunu ileri sürmesidir. Böylece işçiler, “insanca yaşamaya yetecek bir ücret mi yoksa işsizlik mi” seçeneği ile baş başa bırakılır. Eğer, sözkonusu işçiler sendikalı değilse, patronun tehdidi daha da etkili olur. Bu sorunu bütün işyerleri açısından ele aldığımızda, bütün kapitalistlerin, ücret artışı talebine değişik biçimlerde de olsa aynı yanıtı verdiğini görürürüz. Kapitalizmin acımasız rekabet koşulları altında, gerçekten, belli bir işyeri zor koşullar altında olabilir. Ama patron, zor koşullar altında olduğunu öne sürerek, işçiden fedakarlık istemesine karşın, işlerin iyiye gittiği dönemde, işçilere fazladan bir ödeme yapmaya yeltenmez. Örneklerini sıkça gördüğümüz gibi, evini ve arabasını değiştirir.
Kapitalistler, kriz dönemlerinde, ücret düzeyini düşürüp, daha fazla mesai ve daha verimli çalışma yöntemleri geliştirerek, sömürü oranını artırmaya çalışır. Yukarıda, 5 Nisan 1994 Krizi’nden sonra, işçi sınıfının fedakarlık çağrılarına olumlu yanıt verdiğini vurgulamıştık. Ancak kapitalist düzende işçiler ve patronlar aynı gemide değildir. İşçi emeğini satmadığı zaman, aç kalır. Patronlar için böyle bir risk yoktur. Üstelik, kriz, kapitalist üretim tarzının işleyişinin doğal bir sonucudur. Bu durumda, işçilerin patronlara, büyük bir özgüvenle, “kriz sizin kriziniz, fedakarlığı siz yapın” demesi gerekir.
Kapitalist üretim tarzı hiç bitmeyen bir kâr arzusu peşinde koşar. Bu nedenle, kapitalistler, bıkıp usanmadan her çareye başvurarak, emek tarafından yaratılan değerlerdeki payını çoğaltmaya ve işçiye ücret olarak giden payı azaltmaya çalışır.
Meseleyi daha anlaşılır kılmak için, işçi tarafından yaratılan değere “E” diyelim. Bu büyüklük, işçinin ürettiği metada cisimleşen canlı emek zamanıdır. Başka bir deyişle, işçinin metaya kattığı yeni değerdir. İşçilerin “E” için üretim sürecinde fiilen harcadıkları zaman, işgününün uzunluğu ile belirlenir. “E” büyüklüğü, birincisi, işçiye karşılığı ücret olarak ödenen gerekli emek zamanı, diğeri ise, patron tarafından el konulan artık emek zamanı olmak üzere, iki kısımdan oluşur. İşçilerin kendilerini yeniden üretmelerini için gerekli zaman, hem hayatta kalabilmek için tükettikleri malların miktarı hem de bu malları üretmek için gerekli zamanla belirlenir. Gerekli emek miktarına değişken sermayenin kısaltması olarak “d”, artık emek zamanına “a” diyelim. Artı-değerin ücretlere oranı (a/d), artı değer oranı ya da sömürü oranı olarak adlandırılır.
Kapitalistin amacı sömürü oranını artırmaktır. Bunun için ya artı-değerin değerini artıracak ya da işçiye ödediği ücreti azaltacaktır. Artık-değerin büyüklüğü ve sömürü oranı, ya işgününün uzunluğunu artırarak dolaysız bir şekilde ya da belirli bir işgününün daha büyük bir kısmının artık-değer üretimine harcanmasını sağlayacak şekilde gerekli emek zamanını azaltarak, dolaylı biçimde artırılabilir. Artık-değeri ve sömürü oranını yükseltmenin bu ikinci yöntemi, ya işçilerin gerçek ücretlerinin azaltılmasını ya da emek üretkenliğinin artırılması yoluyla, işçilerin tüketim araçlarının daha kısa sürede üretilmesini gerektirir.
Artık-değer oranını yükseltmek için, kapitalistler sürekli bir mücadele yürütürler. Ne var ki, zaman içerisinde, işçi sınıfının artan gücü, işgününü uzatma ve ücretleri düşürme yönündeki çabaları sınırlamıştır. Bu durumda, artı-değer oranını yükseltmenin temel yöntemi, emeğin üretkenliğini artırmak olmuştur. Emeğin üretkenliği; ya işçiyi aynı ücret karşılığında saat başına daha fazla çalışmaya zorlamak yoluyla ya da üretim yöntemlerini geliştirerek, saat başına üretimi artırarak yükseltilir.
Kapitalist sınıf, her türlü yönteme başvurarak, işçilerin emeğiyle yaratılan yeni değerlerdeki payını artırmaya çalışır. Bu nedenle, kapitalistlerle işçilerin çıkarları birbirine taban tabana karşıttır. İşçiler ücretleri, patronlar ise, kârları artırmaya çalışır. Kapitalizmin tarihi, işçi sınıfı ile kapitalist sınıf arasındaki bu mücadelelerin tarihidir. Sonuç olarak, işgününün gerekli zaman ve artık zaman arasında hangi orana göre bölüneceğini belirleyen bu mücadele, sınıf mücadelesinin iktisadi temelini oluşturur. Sınıf mücadelesi, masa başında oluşturulmuş tasarımların değil, kapitalist düzenin işleyişinin olağan bir sonucudur.
Kapitalist sınıf, kapitalist düzendeki temel çelişkiyi gözlerden saklamak ve işçilerin birleşik eylemini engellemek için, polisiye tedbirler almakla yetinmez, işçiler arasında, din, mezhep, etnik köken ve bölgesel farklılıkları kışkırtarak, düzenini korumaya çalışır. İşçilerin artan sömürüye karşı birleşik mücadeleye yönelmelerini engellemek için en sık başvurduğu yöntemlerden birisi de, işçilerin vatan sevgisini ve ulusal duyarlılıklarını istismar etmektir. Bu nedenle, özellikle kriz dönemlerinde, “hepimiz aynı gemideyiz” söylemine başvurur. Yaratılan milliyetçi atmosfer içerisinde, sınıf bilinçli işçilerin, “hepimiz aynı gemideysek, biz neden hep farelerin cirit attığı kazan dairesinde çalışırken, siz balo salonlarında içkilerinizi yudumlayıp keyif çatıyorsunuz?” şeklindeki itirazları gürültüye getirilir.
Kapitalist düzenin II. Dünya Savaşı’nı izleyen 20 yıl boyunca yaşadığı genişleme döneminde, Sovyetler Birliği’nin öncülük ettiği sosyalist dünyanın yarattığı baskının da etkisiyle, Batı dünyasında, işçi sınıfları, güçlü sendikalar aracılığıyla oldukça geniş kazanımlar elde etmiştir. Bu kazanımlar karşılığında, sendikalar, devlet ve kapitalistler arasında kapitalist düzenin bekası konusunda sağlanan bir konsensüs oluşturulmuştur. Bu konsensüs, korporatizm denilen işbirlikçi bir anlayışa yaslanan sendikal çizgiyi güçlendirmiştir. Kapitalist düzen, bugün, “küreselleşmenin kaçınılmazlığı” propagandası ile yeni bir işbirlikçi çizgiyi hakim kılmaya çalışmaktadır. 2005 yılı 1 Mayıs’ında DİSK’in taşıdığı “İşimi Seviyorum”, “Fabrikamı Seviyorum” pankartları, bu çizginin utanç verici bir gösterisi olarak tarihe geçmiştir. DİSK Başkanı, o günlerde, eski tipte sendikacılığın gününün geçtiğini, işyerinin sürekliliğini esas alan bir sendikacılık anlayışını benimsedikleri söylüyordu. Ona göre, fabrika kâr ederse, yeni yatırımlar olacaktı, bu da, işçilerin lehine bir gelişmeydi. DİSK Başkanı’na kapitalist birikimin sonuçlarını kısaca hatırlatalım.
Kapitalist üretim tarzı, gelişme süreci boyunca, sermaye birikiminin sınır tanımayan mantığı gereği, fiziki dünyanın en ücra köşelerini meta ilişkileri içine çekmiş, toplumsal yaşamın bütün ilişkilerini ve süreçlerini metalaştırmıştır. Günümüzde daha da hız kazanan bu süreç, her geçen gün nüfusun daha da büyük bir bölümünün mülksüzleşmesi ve işçi sınıfı saflarına savrulmasını beraberinde getirmektedir. “Üçüncü dünya”nın yoksullarının ölüm riski pahasına kaçak işçi simsarlarına canlarını emanet etmeleri, hastanelerde rehin kalanlar, eğitimsiz milyonlar, yüz milyona penye atelyelerinde sabahlayan genç kızlar, DİSK Başkanı’nın savunduğu sermaye birikim sürecinin doğal sonuçlarıdır.
Bu işçileşme süreci, hali hazırda çalışmakta olan işçilerin ücretleri üzerinde bir baskı yaratan bir “yedek sanayi ordusu” oluşturur. Kapitalist birikim geliştikçe, “işçilerin verimliliği” artar, bu nedenle, mevcut işçilerin birçoğu işini kaybeder ve yedek sanayi ordusunun saflarını doldurur. 2001 Krizi’nden bu yana yaşanan büyümeye karşın işsizliğin göreli olarak artması, başka nasıl açıklanabilir? Bu nedenle, “İşimi Seviyorum”, “Fabrikamı Seviyorum” diyen işçilere, patronlar bıyık altından gülecektir. Marx’ın sözleriyle kapitalist birikim, “…bir kutupta zenginlik birikimi, aynı zamanda öteki kutupta, yani kendi emeğinin ürününü sermaye biçiminde üreten sınıfın kutbunda sefaletin, yorgunluk ve bezginliğin, köleliliğin, cehaletin, vahşetin ve ahlaki çürümenin birikimidir.” Hâlâ ikna olmadıysanız, holding gazetelerinin üçüncü sayfalarını daha dikkatli okuyunuz.

YÜKSEK ÜCRETLER SERMAYEYİ KAÇIRIR MI?
Sermaye sözcülerinin sıkça dillendirdikleri bir diğer iddia, “küreselleşme çağında yüksek ücret talepleri sermayenin kaçmasına neden olmaktadır. Ücretler artarsa, sermayenin serbest dolaşımı nedeniyle Türkiye’deki firmalar fabrikalarını yurtdışına taşır. Ya da yabancı sermaye yüksek ücretleri görüp Türkiye’de yatırım yapmaz” biçimindedir. Bu iddianın dayandığı teorik yaklaşım, son 20 yıldır, bütün bilgi alanlarını istila eden küreselleşme ideolojisinin ürünüdür. “Küreselleşme” bir ideolojidir. İdeoloji kavramının yanlış bilince gönderme yapan tanımından yola çıkarak, “küreselleşme” kavramının, gerçek dünyanın çarpıtılmış bir görüntüsünü tanımladığını ve bir burjuva ütopyası olduğunu söyleyebiliriz. 1970’li yıllardan bu yana, kapitalizmin üretim, mali işlemler ve ticaret alanlarında uluslararasılaşmasında bir nicel sıçrama yaşanmıştır. Ne var ki, bu gelişme, tarihte örneği bulunmayan bir gelişme olmadığı gibi, kapitalist düzenin işleyişinde niteliksel bir dönüşüme de işaret etmemektedir.  Elbette, sözkonusu zaman kesitinde uluslararası kapitalizmin işleyişinde yeni mekanizmalar gündeme gelmiştir. Ancak küreselleşme söyleminin temel amacı, bu gelişmelerin bilimsel açıdan incelenmesi değil, uluslararası kapitalist düzenin eşitsiz ve hiyerarşik yapısını gözlerden saklamak ve sermaye sınıfının dünya çapında işçi sınıfına karşı yürüttüğü taarruza destek vermektir. Son olarak Çin ile rekabet bağlamında gündeme getirilen asgari ücret tartışmalarında görüldüğü gibi, küreselleşme ideolojisi, işçi sınıfına karşı önemli bir mevzi işlevi görmektedir.
Kapitalizm, sermaye birikiminin dayandığı yasalar nedeniyle, doğası gereği, dünya çapında yayılmak zorundadır. Son yirmi yılda yaşanan gelişmeler, bir işçi devletinin ve onun 1990’lara kadar yaşayan mirasının bu eğilimin karşısına çıkardığı engellerin aşılması ile, uluslararasılaşmada yeni bir sıçramaya işaret etmektedir. Ne var ki, söz konusu sıçrama, küreselleşme ideologlarının öne sürdüğü karakteristikleri taşımamaktadır. Bilindiği gibi, küreselleşme ideologları, küreselleşme süreci ile birlikte ulus-devletin sermaye birikiminin mekansal temeli olmaktan çıktığını, üretime, dünya çapında “çokuluslu” denilen uluslararası tekellerin yön verdiğini, üretim sermayesinin çok büyük bir hareket kabiliyeti ve ortamı kazandığını iddia etmektedirler. Bu iddialar abartılı ve gerçek-dışıdır. 1990 yılı için yapılan bir hesaplamaya göre, faaliyetleri bakımından  uluslararası nitelik taşıyan şirketlerin, kendi ülkeleri dışındaki üretimlerinin dünya üretimindeki payı yüzde 7 civarındadır. Aynı çalışmada, uluslararası tekellere bağlı şirketlerin üretimlerinin tüm dünyanın gayrı safi yurt içi hasılalar toplamına (GSYH) oranı, 1970’de yüzde 4,5; 1977’de yüzde 5,4; 1982’de yüzde 5,7; 1988’de yüzde 6,6; 1990’da yüzde 6,8 olarak hesaplanmıştır. Bu rakamlardan görüldüğü gibi, uluslararası tekellerin dünya üretimindeki katkısı, abartıldığı kadar büyük değildir. Sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi eğilimi ve buna bağlı olarak uluslararasılaşma eğilimi giderek artmakla birlikte, abartıldığı kadar yoğun bir gelişme yoktur. Üstelik, bu tür şirketlerin varlıklarının ve satışlarının çok büyük bir bölümü, hâlâ kendi ana bölge ve ülkelerindedir.
Sonuç olarak, sermayenin “vatanı” vardır ve kapitalizm koşullarında var olmaya devam edecektir. Ulus-devletler, sermaye birikiminin mekansal temeli olmaya devam etmektedir. Kapitalizm var olduğu sürece, sermaye birikiminin kurumsal çerçevesini belirleyecek, sınıf ilişkilerini denetleyecek bir devlete ihtiyaç duyulacaktır. Bu nedenle, yüksek ücretlerin sermayeyi kaçıracağı iddiası temelsizdir. Bu iddia, ileri kapitalist ülkelerin işçi sınıfına karşı kendi burjuvazilerinin savurduğu bir tehdittir. Bu tehdit yöntemi, Türkiye gibi azgelişmiş ve bağımlı ülkelerde de, işçi hareketini güçsüz düşürmek ve sömürü oranını artırmak için sıkça kullanılmaktadır. Olgular, bu tehdidin, işçi sınıfının birliğini dağıtmak amacıyla gündeme getirildiğini, sermayenin canı istediği zaman başka bir ülkeye gidebileceği yolundaki iddiaların temelsiz olduğunu kanıtlamaktadır.
Ulus devletlerin aşıldığı propagandasına örnek olarak gösterilen AB gibi bir projenin dahi, kapsadığı farklı ulusal burjuvaziler arasında ne denli büyük çelişkiler üzerinde ilerlediği, daha geçtiğimiz aylarda, İtalyan burjuvazisinin en aşırı kanadını oluşturan Kuzey Ligası’nın, euro’dan vazgeçilerek, yeniden ulusal para olan lirete dönülmesi çağrısıyla ortaya serilmiştir.
Küreselleşme söylemi etrafına örgütlenen sermaye propagandası, sermaye sınıfının tüm dünya çapında işçi sınıfına karşı yürüttüğü kapsamlı taarruzun teorik ifadesidir. Ve temelde olguların çarpıtılması üzerine kuruludur. İtalyan Marksist önder Antonio Gramsci, propagandanın gücünün kaynağının inandırıcılığında değil, sürekliliğinde olduğunu söyler. İşte tam da bu nedenle, sermaye sözcüleri, sözlerine, gerekli gereksiz, “küreselleşen dünyamızda…” diye başlamaktadır.
Küreselleşme söyleminin savunduğu fiziki sermayenin hareketliliği iddiasını çürüten en önemli örnek, Türkiye’dir . Türkiye burjuvazisi, ulusal tasarruf yaratma isteğine ve yeteneğine sahip olmadığı için, yabancı sermaye girişlerine büyük bir önem vermektedir. Bunun için de, düşük işçilik maliyetlerini koz olarak kullanmaya çalışmaktadır. Ancak, uluslararası tekeller, kapitalizmin doğasına uygun olarak, yeni yatırımlar yapmak yerine, şirket satın alma ve özelleştirme yoluyla Türkiye’ye gelmekte, daha da önemlisi, sanayi yerine, bankacılık ve perakendecilik gibi kayda değer bir istihdam ve katma değer yaratmayan sektörlere yatırım yapmaktadır.
Türkiye burjuvazisi ve hükümetlerinin yabancı sermayeye her türlü ödünü vermelerine karşın, istenen tür ve miktarda yabancı sermaye girişinin olmaması, yabancı sermayenin yalnızca düşük ücretlerle ilgilenmediği, kurumsal, sosyolojik ve siyasi yapı, pazar şartları gibi etkenleri de dikkate aldığını göstermektedir. Ne var ki, bu sorun, işçi sınıfının sorunu değildir. Çünkü yukarıda da vurguladığımız gibi, sermayenin büyümesi ve gelişmesi, işçi sınıfı için daha fazla yoksulluk ve sefalet anlamına gelmektedir. Sermaye sözcüleri, sermayenin büyümesi ile çeşitlenen ve artan meta yığınlarını göstererek, Marksistlerin bu tespitinin gerçekdışı olduğunu savunurlar. Peki, işçilere “Çin ile rekabet etmek ve yabancı sermaye çekmek için asgari ücretin düşürülmesi gerekir, bunun ilk adımı, asgari ücretin bölgelere göre farklılaştırılmasıdır” demek, kapitalizmin sefalet yarattığı gerçeğinin ikrarı değil midir?
Uluslararası sermaye ile ilişkiler bakımından önem taşıyan asıl gelişme ise, özellikle tekstil ve metal gibi alt sektörlerde, Türkiye’deki yerli şirketlerin, düşük işçilik maliyetleri nedeniyle, uluslararası tekellere fason üretim yapmalarıdır. Bu şirketler, kendi işçilerine karşı uluslararası rekabeti öne sürerek, ücret artışı yapmaktan kaçınmaktadır. İşçi sınıfının örgütsüzlüğünün yaygın olması ve yüksek işsizlik oranlarının yarattığı düşük ücret baskısı nedeniyle, özellikle ihracata yönelik sektörler, çalışma koşulları ve ücret düzeyleri bakımından birer işçi cehenneminden farksızdır.

SONUÇ: AB’NİN ÇİN’İ OLMAYA DOĞRU?
İhracata dayalı büyüme ve ücret düzeyi ilişkisini çözümlemenin anahtarı ise, devlet ile sermaye ilişkilerinde ve bu ilişkilerin çerçevesini belirleyen IMF ile ilişkilerde yatmaktadır. IMF ile imzalanan ve 2002-2005 dönemini kapsayan stand-by sürecinde, iktisat politikası, devletin sosyal harcamalardan, personel ücretlerinden ve yatırımlardan kesinti yapmasını öngören “faiz dışı fazla” aracı ile yönlendirmiştir. Geçtiğimiz aylarda imzalanan 2005-2008 yıllarını kapsayan yeni stand-by ile, bu politikaya, “düşük ücret politikası” eklenmiştir. Yeni stand-by anlaşmasının imzalanması öncesinde, Türkiye’de temaslarda bulunan IMF Başkan Vekili A. Krueger, katıldığı toplantılarda, özellikle istihdam politikalarında değişiklik yapılması ve “asgari ücret”in yüksek olduğunu söyleyerek “ortalama ücretlerin” yüksekliği üzerinde durmuştu. Yeni stand-by anlaşmasının imzalanması arefesinde, hükümet tarafından IMF’ye sunulan Niyet Mektubu’nda, bu alanlarda yeni taahhütler verilmiştir. IMF, 2002 yılında imzalanan ve dış talebe dayalı büyüme öngören stand-by anlaşmasının yaratığı yüksek cari açık sorunun çözümü için, 2005-2008 yıllarında, başta kamu kesimi olmak üzere, ücretlerin aşağıya çekilmesi yönünde telkinlerde bulunmaktadır. Elbette, IMF yöneticisi, Türkiye’de ücretlerin yüksek olmadığını bilmektedir. Türkiye’deki emek piyasası üzerine son yayınlanan Dünya Bankası raporunun da işaret ettiği gibi, Türkiye, emek maliyetlerinin katma değer içindeki payı bakımından, Latin Amerika ülkeleri ve G. Kore gibi benzer gelişmişlik düzeyindeki ülkelere kıyasla, oldukça geri sıralarda yer almaktadır. Ülkelerarası karşılaştırmalarda daha anlamlı bir gösterge olan saatlik ücret düzeyleri bakımından, Türkiye, AB’nin en yoksul ülkelerinden daha düşük ücret düzeylerine sahiptir.  Buna rağmen, işçi sınıfı ve emekçiler, ücretlerin düşürülmesi yolunda uluslararası sermaye çevreleri tarafından telkin edilen ve hükümet tarafından kararlılıkla uygulanmaya çalışılacağı anlaşılan bir saldırı dalgası ile karşı karşıyadır. Bu olgu, mücadele edilmediğinde, sermayenin sömürü oranını artırmakta sınır tanımayacağını göstermektedir.
Hükümet ve sermaye çevreleri, AB ile başlayacak müzakere sürecinde, pazarlık kozu olarak, Türkiye’yi, Avrupa Birliği’nin Çin’i yapacak bir ücret düzeyini koz olarak öne süreceklerdir. AB’yi sosyal hakları geliştirecek bir proje olarak gören işçi ve kamu emekçisi sendikalarının aklını başına alıp, sermayeye karşı birleşik bir mücadeleye girişmesi gerekmektedir. Bugün, işçi ve emekçilerin, çok küçük kazanımlar elde edebilmesi için dahi, kararlı ve birleşik bir mücadeleye ihtiyaç vardır.

Bir doktrincinin beyhude çabaları veya Habermas’ın gayretkeşliği üzerine

Habermas’ın tezleriyle ilgili tartışmamıza kaldığımız yerden devam edelim…

ÜÇÜNCÜ SAHTE YEM
Habermas, “küreselleşme” olgusu nedeniyle, yeni bir dünya ekonomisiyle –”global iktisat”la– yüz yüze olduğumuzu iddia etmektedir. Şöyle demektedir:
“Milletler-arası ticaretin, bilhassa sanayi malları ticaretinin muhtelif pazarlarda daha geniş coğrafyalara yayılması ve yoğunluk kazanması ile milli ekonomiler dünya ekonomisinin birer şubesi durumuna gelmişlerdir.”
“.. dünya ekonomisini hala bir ‘milletler-arası’ mübadele sistemi olarak nitelemek artık mümkün olmamaktadır. Zira bu sistemde milli devletler, sistemin önemli aktörleri olarak, kendi ekonomilerine dayanmak suretiyle dış-ticaret münasebetleri üzerinden birbirleriyle rekabet ve mücadele etmektedirler. ..  iktisadi küreselleşme ise, … ulus-aşırı bir dünya-iktisat-sistemine işaret etmektedir.”
“Uzağı görebilen bazı iktisatçılar daha 20 yıl önceden bunu fark etmişler, ‘milletler-arası’ iktisadın malum biçimleriyle, global iktisadın yeni biçimlerini tefrik* etmişlerdir.”
Habermas’ın bu saptamalarında tersyüz edilmiş birkaç nokta var. Ama daha ileride yeniden dönmek üzere, şu genel gerçekliği belirtip geçelim: Bugünkü kapitalist dünya ekonomisinin; ulaşmış olduğu “entegrasyon” düzeyi, içiçe geçme, karşılıklı bağımlılık vb. bakımlardan, daha önceki dönemlerine göre, çok daha ileri bir noktada olduğu tartışmasızdır. Ama göreceğiz ki, bugün önemli olan, kapitalizmin bu genel tarihsel eğilimini tek yanlı saptamak değil, tersine, onun çelişik karakterini ortaya koymak ve bu çelişkili ikili karakterinden doğru sonuçlar çıkarmaktır. Ama anlaşılan o ki, sistemler arası rekabetten çıkagelen tekelci kapitalizm, kendi özüne rücu edip tipikleştikçe, onda “yeni mahiyet”ler keşfetmek başlı başına bir maharet sayılmaktadır…
Habermas, sanki farklı nitelikte bir durumdan söz ediyormuş gibi, “milli ekonomiler”in “dünya ekonomisinin birer şubesi durumuna” geldiğinden ya da daha önceki sayfalarda olduğu gibi, “dünya iktisadı ve dünya toplumunun karşılıklı bağımlılık ilişkileri”nden  vb. söz etmektedir. Zaten bu “yeni durum” nedeniyle de, olaylara “‘milletler-arası münasebetler’ meselesi olarak değil de bir dünya-içişleri politikası meselesi olarak bakmayı sağlayacak” bir “perspektif değişimini” talep etmektedir. Avrupa Birliği’ni (AB) de, bu değişimin gerekli kıldığı yanıtı bir yerde içerdiğini düşündüğü için hararetle savunmaktadır. Yani onun, “yeni mahiyet”te bir kapitalizmle karşı karşıya olduğumuzdan şüphesi yoktur.
Oysa Habermas’ın dünya iktisadıyla ilgili sözünü ettiği durum, sözünü ettiği anlamda, yeni değildir. Anlaşılan, burjuva gazetelerinin ‘Marx-Engels sanki küreselleşmeyi tarif ediyorlar’ spotlarıyla Komünist Manifesto’dan yaptıkları alıntılar, Habermas’ın “dikkatinden kaçmış”tır. Manifesto’nun bütünü bir tarafa, gazetelerin bu tarihi eserden yaptıkları şu alıntıları okuyalım sadece: “Yeryuvarlağının bütününe el atan” burjuvazinin; “dünya pazarını sömürmek yoluyla tüm ülkelerin üretim ve tüketimini kozmopolitleştirdiği”, “ulusal zemini sanayinin ayağının altından çekiverdiği”ni ve yeni sanayilerin “o eski ulusal sanayileri bir kenara ittiği”, “yerli imalatla karşılanan eski ihtiyaçların yerini de, en uzak ülke ve iklimlerin ürünleriyle ancak giderilebilecek ihtiyaçlar aldığı”; “eski yerel ve ulusal kapalılık ve kendine yeterlik yerine de, ulusların her yönde hareketliliği ve her yönde birbirine bağımlılığı”nın geçmekte olduğu, üstelik bunun “yalnız maddi üretimde değil, manevi üretimde de” böyle olduğu vb.. Bu alıntılar, onun bahsettiği anlamda yeni bir durumun söz konusu olmadığını ortaya koymuyor mu?
Manifesto’yu geçelim; bir filozof olarak, “Alman İdeolojisi”ni mutlaka okumuştur. Orada, Marx ve Engels’in yaptığı şu saptamalar da mı dikkatini çekmemiş: “Büyük sanayinin”; “modern dünya pazarını oluşturduğu”nu, “rekabeti evrenselleştirdiği”ni ve bu “evrensel rekabet ile tüm bireyleri, enerjilerini son sınırına kadar ortaya koymaya zorladığı”nı; “tek tek ulusların ezeli içine kapalılığın”, gelişen kapitalist üretim tarzı, ilişkisi ve bunun “çeşitli uluslar arasında beraberinde getirdiği işbölümüyle yıkıldığı” ve bu kapalılığın bu şekilde yıkılması oranında “tarihin dünya tarihi haline geldiği”ni; ya da büyük sanayinin; “her uygar ulus ve bireyi gereksinimlerini tatmin etmede bütün dünyaya bağımlı hale getirdiği ve tek tek ulusların o güne kadarki doğal içe kapanıklıklarını yıktığı ölçüde dünya tarihini yarattığını”…
Örnekler çoğaltılabilir. Ancak şurası açık olsa gerek: Tek tek milli ekonomileri ve ulusları birbiriyle içiçe geçiren, çok yönlü bir bağımlılık içine sokan kapitalist bir dünya pazarını oluşturmak, baştan itibaren kapitalizmin misyonuydu. Marx’ın bundan yaklaşık 150 yıl önce belirttiği gibi, “dünya pazarı yaratma eğilimi, sermaye kavramının içinde verili olarak doğrudan vardır.”  Dünya pazarı, “kapitalist üretimin temeli ve hayati ögesi”dir.  Dahası, “kapitalist üretim sisteminin tarihsel görevi”; “yeni üretim tarzının” (sosyalizmin) “maddi temelleri olarak”, “üretici güçlerin gelişmesini ve dünya pazarının kurulmasını” belirli bir “yetkinlik derecesine” kadar yükseltmektir.
Ve bilindiği gibi, kapitalizmin tekelci aşamasına geçmesiyle birlikte; yani kapitalizme has olan değişim ve büyük üretimdeki artış eğiliminin devasa tekelleri ve mali sermayeyi ortaya çıkarmasıyla birlikte, bu kapitalist dünya pazarı, kapitalist bir dünya ekonomisi sistemi haline gelmiştir. 19. yüzyılın son çeyreği ile 20. yüzyılın başında yaşanan bu gelişmeyle, tek tek ülke ekonomileri, artık, bu dünya ekonomisinin birer halkaları haline gelmiştir. Lenin “Emperyalizm” adlı eserinde, bankaların yeni rollerini açıklarken, bu gelişmeyi de şu sözleriyle belirtmiş olur: “Mevcut tüm sermayeyi ve bütün parasal girdileri merkezileştiren ve sağa sola saçılmış binlerce ekonomik girişimi tek bir ulusal kapitalist ekonomiye ve sonuç olarak kapitalist dünya ekonomisine dönüştüren, bütün ülkeyi kaplayan kanallardan oluşan sık bir ağın ne kadar hızlı doğduğunu görüyoruz.”
Aynı şekilde, Habermas, “küreselleşme” tariflerinde, “şebeke (network) kavramı”nı “anahtar kavram” olarak öne çıkartmaktadır, ancak mali sermaye çağında, bu tür “şebekeler”, “ağlar” onun belirttiği “mahiyet”te yeni değildir. Belki bugünkü “elektronik şebeke”ler yoktu geçtiğimiz yüzyılın başlarında, ki o da bugünkü şekliyle; zira telegraf iletişimi vardı.
Öte yandan tekelci kapitalizmin; ileri kapitalist ülkelerde derinlemesine gelişmesinin (kuşkusuz bugün dünden daha fazla) sekteye uğrayıp, geri ve gelişmekte olan ülkelerde genişlemesine gelişmesinin (şüphesiz bugün dünden daha yaygın ve derin) hızlanması özelliği de, “küreselleşme”nin “yeni mahiyeti” değildir. Öyle olsaydı, Lenin şu saptamayı yapamazdı: “Eskiden sömürgeler ile Avrupa halkları … arasındaki iktisadi fark, sömürgelerin meta değişimine katılmakla birlikte henüz kapitalist üretime katılmamış olmalarıydı. Emperyalizm bütün bunları değiştirdi. Emperyalizmin bellibaşlı niteliği, sermaye ihracıdır. Kapitalist üretim, .. sömürgelerde, gittikçe artan bir hızla kök salmaktadır.”
Uzatmanın bir gereği yok. Fakat şu açık olsa gerek, Habermas’ın dünya iktisadıyla ilgili, “küreselleşme”ye atfettiği pek çok şey, zaten kapitalizm ve onun en yüksek aşaması olarak emperyalizme dair özellik ve eğilimlerdir ve bu nitelikleri itibarıyle, yeni bir “mahiyet”i teşkil etmemektedirler.
Fakat Habermas, buna rağmen, “‘milletler-arası’ iktisadın malum biçimleriyle, global iktisadın yeni biçimleri” arasında “yeni mahiyet”ler saptıyor. “Ulus-aşırı bir dünya-iktisat-sistemine işaret” eden bu temelli değişimi nerede görüyor? Örneğin “milli devletler”in, artık “kendi ekonomilerine dayanmak suretiyle dış-ticaret münasebetleri üzerinden birbirleriyle rekabet ve mücadele” etmemelerinde. Yani, bugünkü rekabet ve mücadele “dış-ticaret münasebetleri üzerinden” olmuyor diyor. Çünkü bu mücadele ve rekabet, “küreselleşme”yle birlikte yeni bir çerçeve kazanmış olup “ulus-aşırı bir dünya-iktisat-sistemi” içinde cereyan ediyor diyor.
Onun anladığı anlamdaki “‘milletler-arası’ mübadele sistemi”nde de, milli devletlerin, salt dış-ticaret münasebetleriyle rekabet ve mücadelelerini sınırlamadıkları gerçeğini bir tarafa bırakalım. Şüphesiz, “milli devletler”in (ileri kapitalist ülkelerin devletlerini kastediyoruz) “birbirleriyle rekabet ve mücadele”leri, bugün, bir önceki döneme göre; yani sistemler arası rekabetin sürdüğü koşullara göre, çok daha geniş bir alanda ve biçimlerle cereyan etmektedir. Bu anlamıyla, bugünkü dönemle bir önceki dönem arasında önemli bir farklılık vardır diyebiliriz. Fakat, tekelci kapitalizmin tipikleşmesine işaret eden bu olgulardan, yani emperyalist devletler ve uluslararası tekellerin rekabet ve mücadelelerinin alan ve biçimlerinde genişleme, zenginleşme ve keskinleşmeden “ulus-aşırı bir dünya-iktisat-sistemi” sonucu nasıl çıkmaktadır ki?
Habermas’ın, “küreselleşmenin eriştiği yeni mahiyet”in “olgu”ları olarak sözünü ettiği şeyler , bir önceki döneme göre bir farklılığa işaret etmekle birlikte, tekelci kapitalizmin özellikleri ve eğilimleri bakımından niteliksel bir değişikliği ifade etmemektedirler. Bunun kanıtlanması basittir, çünkü başta Lenin olmak üzere, bugünkü “küreselleşme süreci”ni yaşamayan Marksistler, Habermas’ın belirttiği “yeni mahiyet”ler üzerinde birçok kez durmuş ve bu olguları tahlil etmişlerdir. Örneğin Lenin, mali sermayeden söz ederken, şu vasıflarından bahseder: “…oldukça hareketli ve esnek, ulusal olduğu gibi uluslararası ölçekte oldukça içiçe geçmiş, oldukça gayri şahsi ve doğrudan üretimden kopmuş, kolay yoğunlaşabilen ve oldukça da yoğunlaşmış bulunan”.  Aynı şekilde; uluslararası tekellerin kendi ana ülkelerindeki üretimle yetinmeyip hasmının pazarında mevzilenmesi; mali-sermaye gruplarının karşılıklı olarak uluslararası planda belli başlı büyük şirket ve bankaların tahvil ve hisse senetlerini ellerinde tutmaları, bir emperyalist ülke bankasının başka ülkelerdeki bankaların füzyonunu örgütlemesi, mali sermaye grupları arasındaki içiçe geçmenin tek tek kapitalist ülkelerdeki tekellerin, şirketlerin “ulusal saflığı”nı bozmaları vb. vb. – Lenin’in emperyalizm üzerine kitabına ve defterlerine bakan herkes, belirtilen nitelikte çok sayıda örnekle karşılaşabilir.
Ancak bütün bunlara rağmen, yani mali sermayenin tabiatı gereği kozmopolit karakterli olmasına ve kapitalizmin “birleşik bir dünya ekonomisini bir bütün olarak yaratma eğilimine” (Lenin)  karşın; “ulus-aşırı bir dünya-iktisat-sistemi”, “ulus-aşırı sermaye”, “ulus-aşırı şirketler” vb.’den söz etmek, bugün gerçekte cereyan eden süreci tahrif etmektir. Bu tür tanımlamalar iki açıdan yanlıştırlar: 1. Kapitalist dünya ekonomisinin bugünkü gerçekliğini tersyüz etmektedirler. 2. İçerdiği karşıtından arındırmak suretiyle, kapitalizmin bir bütün oluşturma eğiliminin çelişik ikili karakterini inkar etmektedirler. Böylelikle, bu eğilim; bazı sorunlara (Habermas’ta olduğu gibi, söz gelimi “içtimai sorunlara”!) yol açan, ama “normatif açıdan tatmin edici” bir politikayla aşılabilecek, yani çelişkileri, kapitalist üretim ilişkilerinin sınırları içinde çözülebilecek bir eğilime dönüştürülmektedir.
“Ulus-aşırı” sermaye/şirket kavramıyla esas olarak kastedilen nedir? Belirli ülkede ana karargahı olmayan, belirli bir devlet sınırlarında mevzilenmeyen ve belirli devleti olmayan, her ülke ve devlete karşı aynı mesafede veya yakınlıkta bulunan ve nihayet kendi devletine de gereksinim duymayan bir sermaye. Bu durumda, bu tür bir sermayenin varlığı, ister istemez; belirli çekirdek şirketleri bulunmayan, belirli mali sermaye grupları olmayan ve dolayısıyla uluslararası sermayeler arasında politik bir ayrım yapma konumu kalmayan devletleri varsayar. Yani sermayenin devletlerden, devletlerin de sermayeden azade oldukları bir durum! (Teorik olarak; “‘ulus-aşırı’lık, genel olarak devletlerden değil, milli devletten azade olmak demektir” şeklinde bir itirazda bulunabilir. Ancak bu anlamsız olur; zira günümüz dünyasında, bütün devletler, milli devletler olarak örgütlenmiş bulunmaktadırlar. AB dahi hâlâ milli devletlerden meydana gelmektedir. Yani bu verili koşullarda, milli devletten azade olmak, fiilen devletten azade olmaktır; veya tersinden, devletten azade olmamak milli devletten azade olmamaktır.)
Peki, ister “ulusal”, ister “ulus-aşırı” olsun; sermayenin belirli sahipleri olduğu, bunların da belirli sermaye gruplarını meydana getirdikleri ve aralarında azami kârlar etmek amacıyla kıyasıya rekabet ettikleri bir durum söz konusu mu değil mi? Tartışmasız ki, söz konusu; aksi durumda “uluslararası rekabet”ten söz edilemezdi. Demek oluyor ki, neye dayanarak ve hangi “münasebetler üzerinden birbirleriyle rekabet ve mücadele” ederlerse etsinler, bir tarafta hâlâ “milli devletler” var; diğer tarafta ister “ulusal”, isterse “ulus-aşırı” olsun dünya pazarlarında egemen olmak ve azami kârlar elde etmek uğruna birbirleriyle keskin bir rekabet ve mücadele içerisinde olan belirli sermaye grupları var.
O halde; kapitalist devletler ile sermaye gruplarını birbirinden ayırdığımız, ancak kapitalist ilişkiler ve üretim tarzının egemenliğini varsaydığımız bu farazi koşullarda bile, “milli devletler” ile, sözüm ona “ulus-aşırı” sermayenin birbirine kayıtsız kalabileceğini düşünebilir miyiz? Düşünemeyiz, çünkü kutsal amaçları olmayan bu sermaye; iktidar, devasa toplumsal kaynak, ordu, eğitilmiş emek-gücü, hazır pazar vb. vb. şeyleri sunan devletlere karşı kayıtsız kalamaz. Tersinden; birbirleriyle rekabet ve mücadele eden bu devletler de, ekonomik güç, muazzam birikim, sanayi, iş sahası vb. şeyleri sunan sermayeye karşı kayıtsız kalamaz. Başka bir ifadeyle, belirli devletler, belirli sermaye gruplarına ve belirli sermaye grupları da, belirli devletlere yaslanmak ve sonuçta içiçe geçmek zorunda kalır. Demek oluyor ki, nesnel gerçeklikle hiçbir ilgisi olmayan bir “ulus-aşırı” sermaye/şirketi varsaydığımızda dahi, kapitalist ilişkiler ve üretim tarzının varlığı koşullarında, bu “aşırı”lığın aşırıya gidemeyeceğini, sermayenin, sermaye olarak niteliğinden kaynaklı sınırlı amaç ve güdüleri gereği, eski pozisyonuna yeniden ve yeniden geri düşeceğini görmekteyiz.
Mesele şudur ki, kapitalizmin “birleşik bir dünya ekonomisini bir bütün olarak yaratma eğilimi”nin de gerçek engeli, sermayenin kendisidir. Zira, kapitalist üretim tarzı, “maddi üretim güçlerinin gelişmesi ve uygun bir dünya piyasası yaratılmasının tarihsel bir aracı olup, aynı zamanda da, bu tarihsel görevi ile, buna uygun düşen kendi toplumsal üretim ilişkileri arasında sürekli bir çatışmadır”.
Fakat bu teorik açıklamaları bir tarafa bırakıp, bugünkü kapitalist dünyanın sunduğu somut olgulara baktığımızda da, sonuç değişmemektedir. Şu somut veriler, “ulus-aşırı sermaye” vb. tespitlerinin burjuva ideologlarının bir uydurması olduğunu ortaya koymaktadır:
– Bir “dünya tekeli” olduğu tartışmasız olan General Motors’un 2004 yılı verilerine baktığımızda; çalıştırdığı işçi sayısı, sattığı otomobil ve ettiği kâr bakımından, büyük oranda Kuzey Amerika’da yoğunlaşıp  mevzilendiğini görürüz. Örneğin, GM’un Kuzey Amerika’daki otomobil sürümü 5,5 milyon iken, Avrupa’da 1,7 milyon, Asya-Pasifik bölgesinde 900 bin ve Güney Amerika, Afrika ve Ortadoğu’da toplam 800 yüz bindir “sadece”. Çalıştırdığı işçi sayısı da, aynı sıralamaya göre şöyledir: 181 bin, 61 bin, 20 bin ve 29 bin. Keza yaptığı kâr da (aynı sıralamaya göre): 1,6 milyar dolar, 976 milyon dolar, 729 milyon dolar ve 85 milyon dolar.
– Uluslararası tekeller, yani Habermas vb.’lerin sözünü ettikleri “ulus-aşırı şirketler”, 90’lı yılların sonlarında, cirolarının yaklaşık yüzde 70’ini ana ülkelerinde (“kendi ulus devleti sınırlarında”) yapmaktaydılar. ABD’li tekellerin dünya cirolarının yüzde 80’i, NAFTA’da yoğunlaşmaktaydı.
– ABD’li tekellerin yatırımlarında –90’lı yılların ortalarında– yurtdışındaki şirketlerine düşen pay, yüzde 24’e (cirodaki payları yüzde 30 iken) gerilemişti. Yani yatırımların dörtte üçünden fazlası, ana şirket için (ülke içinde) harcanmıştır. Araştırma-geliştirme (AR-GE) için ayrılan bütçeden yurtdışındaki şubelere düşen pay, ancak yüzde 12 olmuştur. Aynı şekilde, “teknoloji ticareti”nde (lisans, patent vb.) çoğunluk tekel-içinde cereyan etmekte, diğer önemli bir kısmı da, “ulusal rengini” değiştirmemektedir.
– “Dünya çapında, sermaye mülkiyetinin eşit şekilde iki OECD ülkesinde bulunduğu bir şirket işlemi, sermaye yoğunlaşması veya füzyonu hemen hemen hiç yoktur.” Hele ki, “sermaye mülkiyetinin eşit şekilde Üçlüler’in (NAFTA, AB ve Japonya) çeşitli merkezlerinde tutulduğu hiçbir füzyon örneği yoktur”. (“Ulus-aşırı şirket”in parlak bir örneği olarak gösterilen DaimlerChrysler füzyonunda da farklı olmamıştır: Daimler hissedarları, yeni şirket DaimlerChrysler’in hisselerinin yüzde 54’nü ele geçirmişlerdir!) “Bugüne kadar eşit mülkiyet dağılımının şart koşulduğu ulus-ötesi birleşmelerin hemen hemen hepsi başarısızlıkla noktalanmıştır.”
Son bir örnek de “bankalar dünyası”ndan verelim. Burada iki çarpıcı oluguyu görüyoruz. Birincisi, sınai şirketlerde çok uluslu tekellerle karşılaşılabilirken, banka sektöründe, esasında da dünyanın en büyük 20 bankası arasında, bu tür bir çok ulusluluğa rastlanılmamaktadır. “Füzyon ateşi” kitabının yazarı Wolf’un da belirttiği gibi, burada hiç değişmeyen bir şey varsa, o da, milliyetidir: “Banka sermayesi milli kimliklidir”.  (Elbette bu, esas olarak emperyalist ülkeler için geçerlidir! Diğer ülkelerde, söz gelimi Doğu Avrupa ülkelerinde, tam tersi bir tabloyu görmekteyiz: Estonya’nın banka sektörünün % 99’u yabancı bankaların elindedir; Çek Cumhuriyeti ve Slovakya’da % 95’i, Hırvatistan’da % 91’i, Litvanya’da % 88’i, Bulgaristan’da % 82’si, Bosna’da % 75’i, Polonya’da % 72’si, Letonya’da % 53 ve Romanya’da % 50’si Batılı bankaların elindedir!)  İkincisi ise, banka sektöründeki muazzam bir sermaye yoğunlaşması ve merkezileşmesinin baş döndürücü bir hızla ilerlemesidir. Örneğin ABD’de, 1993-1999 yılları arasında, değeri 500 milyon doların üzerinde olan banka birleşmelerinin sayısı, yıllara göre şöyledir: 1993: 12; 1994: 9; 1995: 55; 1996: 35; 1997: 120; 1998: 284 ve 1999: 79.  Bu rakamların ne denli yoğun bir sermaye merkezileşmesine işaret ettiği ortada olsa gerek!
Fakat buradaki boğuşma, ve bunun sürat ve boyutlarındaki çarpıcılık, ABD’yle sınırlı bir olgu değildir. Bir de, bu sürecin uluslararası boyutlarına bakalım: Wolf kitabında, 1999 yılında, dünyanın en büyük 20 bankasını, toplam bilançolarına göre sıralayan bir tablo aktarıyor. Bu tabloya göre, bilanço toplamı 842 milyar dolar ile Alman Deutsche Bank birinci; 730 milyar dolar ile Japon Bank of Tokyo-Mits. ikinci; 700 milyar dolar ile Fransız BNP Paribas üçüncü; 633 milyar dolar ile ABD’li Bank of America dördüncü; 612 milyar dolar ile İsviçreli UBS beşinci; 568 milyar dolar ile İngiliz HSBC altıncı ve yine aynı miktar ile Japon Fuji Bank yedinci.
24 Ocak 2005 tarihli Alman gazetesi Süddeutsche Zeitung’da, aynı kıstaslar ile oluşturulmuş bir başka tablo yayınlandı. Aradan sadece 5 yıl geçmişti: Bu tabloya göre, Wolf’un tablosunda ikinci, yedinci ve sekizinci sırayı oluşturan Japon bankaları birleşmiş ve Sumitomo Mitsui Financial/UFJ Holdings adını alarak birinci sıraya oturmuşlardı. Toplam bilançosu ise, 1 trilyon 637,1 milyar dolar olmuştu! Yani 5 yıl öncesinin dünya birincisinin bilanço toplamı neredeyse ikiye katlanmıştı! Eskinin dünya birincisi Deutsche Bank ise, bilanço toplamını 965,6 milyara çıkarmasına karşın, altıncı sıraya düşmüştü! 1999 sıralamasında salt dördüncü ve on yedinci sırada kaydedilen ABD bankalarının yerine, 5 yıl sonra, Citigroup adıyla başka bir ABD’li banka geçmiş, o da 1 trilyon 264 milyar dolar bilanço toplamıyla ikinci sıraya oturmuştu! Bilmiyoruz, bu çarpıcı olgular ve gelişmeleri; dünya iktisadındaki “bugünkü rejimin” ve daha önemlisi, burjuva demokrasisinin geleceği bakımından ayrıca yorumlamanın bir gereği var mı?

DÖRDÜNCÜ SAHTE YEM
“Ulus-aşırı dünya-iktisat-sistemine” gelecek olursak. Evet, diyebiliriz ki, oldukça “garip” bir “dünya iktisadı”yla karşı karşıyayız: Örneğin Almanya peş peşe dünyanın “ihracat şampiyonu” oluyor. Ama aynı Almanya’da, ekonomik büyüme oranları durgunluk sınırlarında seyrediyor; işsizlik 7 milyona ulaşmış bulunuyor! Veya ABD’nin ticaret açığı rekor üstüne rekor kırıyor. Ama aynı ABD ekonomisi, ileri kapitalist ülkeler arasında, % 4,2 ile (2004) en yüksek büyüme oranlarını kaydediyor! Ya da “sınırların”, “denetimin”, “himayeciliğin” kalktığı “küresel bir iktisattan” söz edilirken; “bölgesel”, “yerel” ekonomik yapılanmalara gidiliyor; “yerelleşme”, yeni bir “dünya parası”nı (Avro) ortaya çıkarıyor!
Kısacası; “küreselleşme”, “yerelleşme”yi doğuruyor. Büyümesi durgunluk sınırındaki bir ekonomiyle “ihracat şampiyonu” olunuyor. Rekor ticaret açığı olan bir ülke ekonomisi, görece en yüksek büyümeyi kaydediyor…
Elbette, bu “gariplikler” açıklanamaz değildir. Ama, açıklanamaz olmaları durumunda dahi, en azından şu uyarıcı özelliği vardır: Yüzeyde görünenlerle, gerçekte olanlar arasında şu veya bu düzeyde bir farklılık olmalıdır. Hiç olmazsa bu durum, yanılsamalara karşı dikkatli olmayı gerektirmektedir.
Fakat Habermas, ya gördüklerine inanıyor ya da inandıklarını görüyor! O, uluslararası planda “global player”lerin var olmasını ve bunların küre çapında üretim ve yatırımlarını gerçekleştirebilmesini –ki bunun yeni olmadığını gördük–, bir “global iktisadın yeni biçimleri” olarak değerlendiriyor. Başka bir deyişle, o bu durumu, yani genelde üretimin uluslararasılaşmasını, özelde işletme (tekel) içi işbölümünün uluslararasılaşmasını ve bunun doğal olarak beraberinde getirdiği ticari ilişkileri, aynı zamanda yeni bir dünya iktisadının, yani “ulus-aşırı bir dünya-iktisad-sistemi”nin göstergeleri olarak yorumluyor. Ona göre, böylelikle, “milletler-arası iktisad”, “ulus-aşırı dünya iktisadı”na dönüşmüş oluyor! Öyle ki, “ulus-aşırı dünya-iktisat-sistemi” postulatı, onu, şu tezi bile ileri sürmeye götürüyor: “Milli devletin elindeki imkanlar gittikçe azalmaktadır. Milli Devletin elindeki imkanlardan iki tanesi tamamen elenmiş durumdadır. Bunlar: Himayecilik ve talebe yönelik bir iktisat politikasına geri dönüştür.” Himayeciliğin masrafları, “bugünkü dünya ekonomisinin şartları altında kabul edilemez boyutlara ulaşacaktır”.
Ancak, görmüştük ki, sermaye ve şirketlerin “ulus-aşırılığı” bir yanılsamadan ibaret. Uluslararası şirketlerde hisselerin dağılımı eşit değil, tersine; belirli ülkelerin çekirdek şirketleri, her zaman, asıl söz sahibi olmalarını veya kalmalarını sağlayan hisse paylarını ellerinde tutmaktadırlar. Gelgelelim; “ulus-aşırı” sermaye ve şirketlerin olmadığı koşullarda, “ulus-aşırı” dünya iktisadı da olamaz!
Öyleyse, Habermas’ı “ulus-aşırı bir dünya-iktisadı-sistemi” sonucuna götüren olgu ve belirtilerdeki (üretimin uluslararasılaşma boyutlarındaki büyüme, uluslararası iş bölümünün derinleşmesi vb.) artış ve yaygınlık neyin göstergesidir? Bu olgu ve belirtiler; İkinci Dünya Savaşı sonrası kapitalist dünya ekonomisindeki çeşitli faktörlerin etkide bulunması sonucu , 70’li yılların ortalarından itibaren, başta ABD’de ortaya çıkıp gelişmeye başlamasına karşın; bugünkü yaygınlık ve düzeyine, esasta, kapitalist dünyanın, sistemler arası rekabetin noktalanması sonrası şekillenen ekonomik ve politik koşulları ve ilişkileriyle birlikte kavuşmuştur.
Bu koşulları ve ilişkileri karakterize eden neydi? 1. “Sosyalist kamp”ın dağılması (1989/91 dönemeci, öncelikle emek-sermaye ve ileri ve geri kapitalist ülkeler arası ilişkileri değiştirmiş; zincirlerinden boşanmış bir emperyalizme yol vermiştir); 2. Bu çöküşü, zayıflamakta olan lider konumunu tahkim etmek ve genişletmek üzere bir fırsat olarak değerlendiren tek “süper gücün” –ABD’nin– iktisadi, politik ve askeri olarak taaruza geçişi (bu husus, emperyalist devletler arası ilişkilerin o zamana kadarki çerçevesini değiştirmiş; “kamp disiplini” ortadan kalkıp, aralarındaki rekabet ve mücadelenin önü açılmıştır); 3. 1989/91 öncesinde, Batının kapitalist dünya pazarıyla ilişkisi olan, ama büyük oranda özerk bir konumu bulunan Doğu Avrupa, Rusya, Kafkaslar ve Orta Asya, her şeyiyle –devasa pazarı, eğitilmiş emek-gücü ve başta enerji olmak üzere, zengin hammadde kaynaklarıyla– kapitalist dünya pazarına entegre olmuş; artık tüm dünyayı kapsayan kapitalist dünya ekonomisi, kelimenin tam anlamıyla, tek bir dünya pazarına kavuşmuştur. (Bu temelli değişimin Çin’in de pozisyonunu değiştirdiği, Çin’in sermaye birikimini hızlandırmak için tedrici açılma politikasını da hızlandırmakla yüz yüze kaldığı ortada olsa gerek. Bugün Çin kapitalist dünya ekonomisinin “atölyesi”dir!)
“Küreselleşme süreci”, burada, şimdi diğer bir yüzüyle karşımıza çıkıyor: Eğer “küreselleşme”nin ekonomik niteliği, dünya ekonomisi ve pazarlarına hükmetme uğruna bir yeniden paylaşım kavgasıysa, onun bu niteliğinin politikaya çıkardığı görev ne olabilir? Besbelli ki, en başta; ulusal ve uluslararası planda bu amacın önünde engel oluşturan tüm sosyal, hukuki, kültürel, politik ve ideolojik engellerin ortadan kaldırılması. Biliyoruz ki, kapitalizmin tarihinde “serbest ticaret”in bayraktarlığını yapanlar, hep ekonomisi en güçlü olanlar olmuştur. 19. yüzyılda İngiltere, 20. yüzyılda da ABD, ekonomide “serbest ticareti”, politikada da kozmopolitizmi yerine göre propaganda etmişlerdir. Açık bir kapışmaya gücü yeten, yani sopası büyük olan, dar alanı değil, meydanı tercih etmiştir. (Elbette, “serbest ticareti” arı ve mutlak bir ilke olarak algılamamak gerekir. Özellikle de tekellerin egemen olduğu bir çağda.) 
Öyleyse yukarıda belirtilen  koşullarda, dünyanın tek “süper gücü” ABD’nin “küreselleşme” teori ve yaygaralarıyla “neoliberalizm”i, “serbest ticaret”i ve kozmopolitizmi dayatmasından daha “doğal” bir şey olabilir mi? Bu koşullarda, örneğin Alman sermayesi, neden altyapısı müsait ve eğitimli bir işçiler ordusuna sahip, üstelik en düşük ücretleri  dayatabileceği Doğu Avrupa’ya hücum etmesin ki? Yeltsin Rusya’sı, hammadde fışkıran Kafkaslar ve Orta Asya ne güne duruyor? Bu iktisadi ve politik koşullarda, ABD, Alman veya İngiliz sermayesi, neden geri ve gelişmekte olan ülkelere istediği koşulları dayatmasın? Tüm dünya ellerinin altındadır artık! ABD’nin başlattığı ve dayattığı; “henüz erken” deme şansı olmayan rakiplerinin de iştirak ettiği “küreselleşme” parolasıyla sürdürülen kıyasıya bir rekabet, kıyasıya bir mücadele; herkesin kendi cebine çalıştığı bir durum; gücü gücü yetene! 
Demek oluyor ki, sermaye hareketi ve yatırımları bakımından, “küreselleşme”, dünyanın en büyük devletlerinin, dünyanın bütününe dönük zımni bir anlaşması anlamına da gelmektedir. Gerçekte ve esasında, birbirleriyle rekabet ve mücadele edenler, ileri kapitalist ülkelerdir. Ve buradaki işbölümü bellidir: Geri ve gelişmekte olan ülkeler; pazar, hammadde, ucuz emek-gücü bakımından vazgeçilmez derecede önemli olduklarından; bunları değerlendirmek, ve bu değerlendirmenin önünde engel oluşturabilecek bütün sınırlama ve engellerin ortadan kaldırılması konusunda, bütün emperyalist devletler arasında somut bir iş ve fikir birliği bulunmaktadır.
Bu, bir çıkar birliğidir: zira özellikle buraların açık tutulması; büyük devlet ve tekellerinin birbirleriyle mücadelelerinin, birbirlerini alt etmelerinin, birbirlerinin merkezlerinde mevzilenebilmelerinin ve hatta bu mevzilenmelerinin yüksek bedellerini telafi etmelerinin de zorunlu bir gereğidir. Geçen yazımızda da belirttiğimiz gibi, ticaretin ve büyük oranda füzyonlardan meydan gelen doğrudan yatırımların büyük çoğunluğu, Üçlüler’de yoğunlaşmaktadır. Japonya, örneğin ABD’de yatırım yaptığında, bir yandan oradaki pazardan pay kapmak, ama öte yandan da ABD tekellerinin ülke içinde tekel fiyatıyla satış yapabilmelerini engellemek istemektedir. ABD’de, “damping fiyatları” uyguluyor kampanyalarıyla teşhir edilmeye çalışılan Japon tekellerinin bu mevzilenmeleri, elbette maliyeti yüksek mevzilenmelerdir. Bunun faturasını, salt Japon işçileri değil, onlardan daha fazla, Güney Doğu Asya ile Çin işçi ve emekçileri ödemektedir. Aynı şey, tersinden, ABD ve diğer emperyalist ülke tekelleri için söylenebilir.
Başka bir deyişle, bugünkü dünya “iktisadı rejimi”; teknolojinin veya kapitalizmin niteliksel bir değişiminin sonucu değil, tersine belirtilen iktisadi ve politik koşulların olanaklı kıldığı emperyalist bir dayatmadır esas olarak. Elbette ki, “dünya iktisadındaki bu rejim” oldukça grift ilişkilere, içiçe geçmelere ve karşılıklı bağımlılıkların artmasına yol açmaktadır. Ama bu gerçeklikten, “ulus-aşırı bir dünya-iktisat-sistemi” postulatına varmak demek, olgu ve olaylara pek yüzeysel bakmak demektir.
Oysa, burada da madalyonun bir diğer yüzü vardır. Ve buraya bakıldığında, diğer yüzündekinden çok daha farklı bir tabloyla karşılaştığımızı görebiliriz. Örneğin, ABD ile Çin arasındaki ekonomik ilişkileri ele alalım. Bu iki ülke arasında sıkı bir ekonomik ilişkinin olduğu bilinmektedir. Çin’in meta ihracının yöneldiği ana ülke ABD’dir (Çin, ABD’ye, 2004 yılında, toplam 169 milyar dolar değerinde meta ihraç etmiştir. 87,4 milyar dolar ile ikinci sırada, Japonya’ya yaptığı ihraç gelmektedir. Örneğin Almanya’ya yaptığı ihracatsa, sadece 31,9 milyar doları bulmaktadır.).  Çin’in ABD’deki doğrudan yatırımları çok cılızdır (her ne kadar, son dönemlerde yoğun bir şirket satın alma girişimlerinde bulunmuş olsa da). Tersinden ise, ABD’nin Çin’deki doğrudan yatırımları oldukça çoktur. Motorola, General Motors, Anheuser-Busch gibi büyük ABD tekelleri, Çin’in en önemli “işverenleri” arasında sayılmaktadır. Örneğin ABD’nin en büyük tekellerinden (çalıştırdığı işçi sayısı bakımından en büyüğü olan) Wal-Mart’ın toptancılarının yüzde 80’i, toplam 5 bin firma, Çin’dedir.
Kısacası, bir yandan Çin’den ABD pazarına ucuz mal akarken (yatırım bankası Morgan Stanley’in hesaplamalarına göre, ABD’li tüketici, bu ithalat sayesinde, son on yılda 600 milyar dolar “tasarruf” etmiştir), ABD’li tekeller, Çin’deki ucuz emek-gücünü sömürerek “tasarruf” etmektedirler (Çin’den ucuz ithal edilen ürünlerin, aynı zamanda, ABD’deki emek-gücünün değerinin yeniden üretimi masraflarını düşürmesi suretiyle, gerekli emek-zamanını ABD’li tekeller için kısaltması da işin cabasıdır!).
Diğer ileri kapitalist ülkeler gibi, bu büyük ve hızlı gelişen pazarda pay kapmak için büyük bir çaba sergileyen ve bu ülkedeki doğrudan yatırımlarını artıran ABD, kağıt üstünde Çin ile ticaretinde “zararlı” görünüyor; zira Çin’e 34,7 milyar dolar olan ihracatı, 169 milyar dolar olan ithalatının fersah fersah altında kaldığından, dış ticarette “açık” veriyor. Ancak bu arada, ABD’li tekellerin, başta Meksika ve Çin olmak üzere, dış ülkelerdeki fabrikalarında ucuza üretip ABD’ye geri ihraç ettiği ürünlerin, Meksika, Çin veya başka bir ülkenin ABD’ye ihracı olarak kayda geçtiği hasıraltı ediliyor.
Bu, şu demektir ki; ABD’li tekeller, ülke içindeki kitlesel ve standart üretimi yurtdışına kaydırıyorlar; böylelikle, bir yandan ülkedeki iş sahalarını yok ediyorlar (bkz. dipnota) , öte yandan ise ülke içindeki işçiler arası rekabeti uluslararasılaştırıyorlar; ABD’li işçiyi Meksika’daki işçiyle ücret rekabetine sokarak, “ücret dampingi”ni dayatıyorlar. Aynı anda ise, “ticaret açığı” yaygaralarıyla daha fazla sübvansiyon talep ettikleri gibi, stratejik konumlarına göre, “yabancı şirketlere” karşı kampanya örgütlüyorlar! (Bu belirttiklerimiz genel hatlarıyla tüm emperyalist ülkeler için geçerlidir.)
Çin, ABD’ye meta ihraç ediyor ama, bedeliyle ediyor; düşük fiyatla yaptığı ticaretten kayıpları oluyor. Çin, gerek bu ihracattan doğan nispi kayıpları telafi edebilmek ve gerekse genel olarak ihracatını teşvik edebilmek için, ihracattan elde ettiği dövizin bir kısmıyla ABD’de devlet tahvilleri satın alıyor (para birimi Yuan’ın kurunu dolara bağlaması ise, aldığı ayrı bir tedbir). Çin’in toplam döviz rezervinin  önemli bir kısmı, ABD devlet tahvillerine yatırılmış bulunmaktadır. ABD ise, bu yoldan, başka giderlerini karşılamasının yanı sıra, genel ticaret açığını finanse etmektedir. Dolara talep oldukça ve çıkardığı devlet tahvilleri karşısında borç aldıkça “işler tıkırında” ABD için. Ancak ABD açısından, dolardan kaçış veya borçlanma olanağını tehlikeye düşürecek bir ekonomik/politik sarsıntı, başta pek hassas dengelere dayanan mali sistemi için bir yıkımdır. Açıktır ki, doların değer yitirmesi ve/veya ABD’nin çıkardığı tahvillerle aldığı borçları ödeme sorunu yaşaması, Çin’e de bir darbe olur. Görüldüğü üzere, ABD ile Çin ekonomisi arasında karşılıklı bir şartlanma, bağlılık durumu oluşmuştur.
Ancak bu grift durum, geçtiğimiz Haziran ayında şu olayın yaşanmasını engellememiştir: Çin devletine ait enerji şirketi CNOOC, ABD’nin dokuzuncu büyük enerji tekeli Unocal’ı satın almak istedi. Çin şirketi, Unocal için, ABD’nin petrol devi Chevron’dan 1,5 milyar dolar daha yüksek bir fiyat teklif etmesine karşın, “ulus-aşırı dünya ikstisadı”nın “en olağan” sayılabilecek bu satış işlemi gerçekleşmedi. Daha doğrusu, gerçekleştirilmedi! ABD’de, Çin’e karşı, bir iki hafta içerisinde çok yönlü bir karşı kampanya başlatıldı: Çin, elini ABD petrolüne uzatmaya yeltenmişti! Hemen ABD Kongresi’nde özel oturumlar yapıldı, uzmanlar çağrıldı (CIA’nin eski şefi J. Woolsey, burada, “bir uzman” olarak şu değerlendirmeyi yaptı: “Çin bu stratejisiyle, enerji piyasalarında egemenliği ele geçirmek ve aynı zamanda Batı Pasifik’te stratejik bir üstünlük sağlamak istiyor”!), öte yandan Temsilciler Meclisi’nde milletvekillerinin yaklaşık yüzde 90’nın “hayır” oyu verdiği oylamalara gidildi, yasa yoluyla bu satışın engellenmesi ihtimali tartışıldı, kamuoyunda anketler örgütlendi vb. vb.. Bu gelişmeler üzerine, Çin şirketi teklifini geri çekti!
Benzer birçok başka örnek daha verilebilir şüphesiz… Ancak bu örneğimizle de görmekteyiz ki, “global iktisat”ta, himayeciliğin “milli devletin” elinden çıkan bir imkan olarak “elenmiş durumda” olması şöyle dursun; (ve ayrıca çelik, tarım, teknoloji vb. ürünleriyle ilgili basında karşılaştığımız gündelik himayecilik uygulamaları ve tehditleri de bir tarafa); genel bir “liberalizm” ve “serbest rekabet” görüntüsünün gerisinde, ekonomilerin belli başlı sanayi kollarını, stratejik kısımlarını kapsayan çok yönlü bir himayeci sistem söz konusu. Bu sistemde; başta enerji olmak üzere, çeşitli stratejik hammaddeler, çekirdek şirketler, askeri-sınai kompleksler ve mali kaynaklar çok sıkı bir koruma altındadır.
Sonuç olarak, şu açıklığa kavuşmuştur ki, bugünkü “dünya iktisadındaki rejim”; sermaye, mal ve hizmetlerin ülkeler ve kıtalar arasındaki hareketinin, belki de tekelci kapitalizm tarihinin en “rahat”, en “serbest” gerçekleştiği bir “rejim”dir. Bu “rahat”lığın, bu “serbest”liğin, ülkelere, bölgelere göre çok göreceli ve çok eşitsiz olduğunu yok saysak bile; bu; “ulus-aşırı”, yani emperyalist devletleri aşmış, karşıt eğilimleri koşullayan çelişkilerinden arındırılmış, tek eğilimli bir gidiş, süreç değildir asla.
Evet, bir yandan içiçe geçme, entegrasyon süreci; ama bu, asla salt sarmal bir daire şeklinde daha da derinleşme değil, tersine; yoğunlaşma ve sıkışmalarla; patlamalı bir desentegrasyona gebe olarak, karşıt bir süreci kaçınılmaz olarak tetikleyecek olgu ve faktörleri biriktirerek, artırarak ilerlemektedir! Çünkü çıkarlar zıttır, yer alış amaçları birbirleriyle karşıtlık içinde, birbirini dışlar biçimde; öyle bir “rejim” ki, aktörlerinden birinin yükselişi, diğerinin leşi üzerinde olmakta, birinin ayakta kalması diğerinin tasfiyesini zorunlu kılarak işlemektedir!
“Ulus-aşırı sermaye”, “ulus-aşırı şirketler” ve “ulus-aşırı dünya-iktisat sistemi” gibi tanımlama ve kavramlaştırmalar, Habermas ve onun gibilerinin hayal ürünleridir. İnsanlık açısından büyük belalar içeren bir süreci bir “ilerleme” olarak gösterdiği için de, son derece tehlikelidirler.

BEŞİNCİ SAHTE YEM
Habermas’ın, tek çözüm yolu olarak favorize ettiği AB alternatifine varmak için kullandığı son “sahte yem”i, “milli devletler”le ilgili çizdiği “içler acısı” tablodan oluşmaktadır. “Milli devletler” sorunu , onun için; salt ekonomik-sosyal boyutuyla değil, aynı zamanda, “milli-devlet ile demokrasi”  bir “bütünlük arz” ettikleri ve bugün tam da bu “beraberlik” bir “tazyik altına” girmiş olduğu için, burjuva demokrasisinin geleceği açısından da özel bir önem taşıyor.
Ona göre, devletler, her ne kadar “hâlâ siyaset sahnesinin en mühim kolektif aktörleri konumunda” olsalar da, olup bitenler, “devletler sisteminin varlık şartlarını menfi şekilde etkilemektedir.” Yazımızın girişinde yaptığımız alıntılarda da aktarıldığı gibi, o; “dünya iktisadı ve dünya toplumunun karşılıklı bağımlılık ilişkileri içinde gittikçe sıkışıp kalan devletin artık özerkliğini, aksiyon kabiliyetini ve demokratik özünü yitirmeye” başladığını düşünmektedir.  “Artık devletler ve milletler-arası münasebetlerin esas yapısını, küresel münasebetler oluşturmaktadır. Geçmişte milli iktisatlar, devlet sınırları içinde yer alırken, şimdi artık devletler pazarların içine yerleştirilmiş durumdadır.”
Görüldüğü gibi, Habermas, “milli devlet”in yapısal bir sorunla yüz yüze kaldığını düşünüyor. “Dünya iktisadında ve dünya toplumunda meydana gelen konteks değişiklikleri” sonucunda, milli devlet, mevcut örgütlenme biçimiyle, “randıman gücünün sınırına” gelmekte; “küreselleşme süreci” ve “milli-aşırı dünya-iktisat-sistemi” karşısında yetersiz kalmaktadır. Öyle ki, “milli devlet” “iktidar kaybı” yaşamaktadır!
Emperyalist devletler ve “iktidar kaybı” mı?! Evet, örneğin şöyle: “Özerklik kaybı” yaşayan devlet; “kendi vatandaşlarını, kökü kendi sınırları dışında olan ve diğer aktörler tarafından alınmış kararların doğurduğu neticeler ile bu tip süreçlerin doğurduğu tesirler silsilesine karşı kendi başına” koruyamamaktadır. (örneğin: “çevre kirliliği, organize suçlar, yüksek teknolojinin doğurduğu güvenlik riskleri, silah kaçakçılığı, salgın hastalıklar gibi”!)
“.. mağdurları olanlar, bu uygulamaların karara alınmasına iştirak edememektedirler”! Söz gelimi, “komşu ülkede inşa edilen ve yerel güvenlik standartlarına uymayan bir atom reaktörünün taşıdığı riskleri” düşünün diyor! Politik etkinlik alanlarını, mesela AB gibi, “daha büyük siyasi birimlere ve milletler-üstü rejimlere” geçmek suretiyle genişletebilsek, “bu uygulamaların karar alınmasına iştirak” edebiliriz diyor. Kuşkusuz, “komşu ülkede”ki “atom reaktörünün taşıdğı risk” sorunu, aynı “siyasi birim”de yer alınarak çözülebilir; diyelim ki, AB, falanca fonundan bu ülkenin bu ihtiyaçlarını karşılayabilir. Ama “mağduru” olup da “karar alınmasına iştirak” edemediğimiz o kadar ekonomik, sosyal, ekolojik, askeri, kriminal sorun var ki! Yani, aynı “siyasi birim”de yer alma; bu birim içinde herkesin fiilen aynı politik güce ve eşitliğe sahip olduğunu varsaysak dahi; a.) ülkeler arası eşitsizlikleri ve b.) sorunların kökeninde yatan ekonomik, politik, sosyal vb. neden ve çelişkileri ortadan kaldırmamaktadır.
AB üyeliği (politik “eşitlik”), ekonomik eşitsizliği ortadan kaldırmıyor. Kanıtı da bizzat AB’nin kendi gerçekliğidir! Tersini iddia etmek, Alman sermayesinin, Polonya işçilerinin Alman işçileriyle aynı ücret ve yaşam standardına sahip olmasını istediğini iddia etmektir ki, bu, Polonya ekonomisinin bütün “cazibesini” yok etmek demektir!
Tabii, burada soyut bir tartışma sürdürmekteyiz. Gerçek hayatta, emperyalist devletler bu işi, hiç de “özerklik kaybı” yaşamadan binbir yoldan “çözüyor”lar. Üstelik, İran gibi komşu olmayan ülkelerde bile ve üstelik “yerel güvenlik standartlarına uyma” sorunu olmamasına karşın! Bu tür hususların “özerklik kaybı”yla bir ilgisinin olmadığı, tersine, ülkeler arası ekonomik eşitsizlik, devletler arası da güç farklılığıyla ilgili olduğu ortadadır.
Eşitsizlik; eşit olmayanları var sayar; öte yandan ama, daha ileri ve daha geri olanlar birbirini koşullar. Devletler arası güç ve güçsüzlüğün birbirini koşulladığı gibi. Böyle olmasaydı, söz gelimi “çevre kirliliği” konusunda ABD, Kyoto Antlaşması’nı kaale almamaya yeltenemezdi. Üstelik de bu kabadayı tutumunu, şu “küreselleşmiş” ve “ulus-aşırı”laşmış dünyamızın gözünün içine baka baka “ABD’nin milli çıkarlarıyla” gerekçelendiremezdi!
Demek ki, kapitalist dünyanın halihazırdaki gerçeklikleri ve somut güç ilişkileri koşullarında, Habermas’ın “mağdurları olanlar”ın, “bu uygulamaların karara alınmasına iştirak” etmesi talebi, şu veya bu emperyalist devletin şu veya bu ülkede doğrudan söz sahibi olmasıyla sonuçlanacak bir taleptir. Niyetini tartışmıyoruz, ama önerilerinin somut dünyadaki anlamını vurguluyoruz. Belirtelim ki, aynı argümanları, “milli devletin” “aksiyon kabiliyetini ve demokratik özünü yitirmesi” konularında da ileri sürebiliriz. Ama buradaki yanlışlıklar üzerinde durmak yerine, onun tahlilindeki temel hata üzerinde durmamız daha doğru ve zaman kazandırıcı olacaktır.
Habermas, emperyalist devletlerin “milli devletler” olarak biçimlenişinin yetersizliğini yapısal bir sorun olarak ele almakla, salt aysbergin ucuna baktığını ortaya koymuş oluyor. Oysa asıl sorun, devletin yapılanmasının “milli” oluşunun kimin için ve neden sorun olduğudur. Habermas, aslında bir doğruya işaret ediyor. “Milli devlet”; hem dünya ekonomisi gerçekliğine ve hem de tekelci kapitalizmin “bir dünya sistemi” (Lenin) oluşu gerçekliğine uymuyor. Burjuvazi, “milli devleti” yarattı, ama aynı burjuvazi dünya pazarını ve “dünya sistemi”ni de yarattı. İkisi ise birbirine uymuyor!
Evet; “milli devlet”, milliyetle çoktan alakası kesilen tekeller ile mali sermayeye dar gelmektedir. (Bu arada belirtelim: Lenin, çeşitli ülke mali sermayelerini birbirinden ayırdederken, ayrımı, “ulusal” kavramdan ziyade, “devletler olarak” ayrılmışlığını vurgulayarak yapar!) Ama bu; ne Habermas’ın yaptığı gibi “küreselleşme olgusu” sonucu devletlerin “pazarların içine yerleştirilmesi”nden ileri gelmektedir, ne de yeni bir durumdur (örneğin Bolşevikler, Birinci Dünya Savaşı’yla ilgili açıklamalarında, emperyalist ülkelerde “ulusal devletlerin ayakbağı haline gelmesi”nden söz ederler.) .
Habermas, doğru bir şekilde, buradaki “tazyik”i görüyor, ama heyhat, salt bu “tazyik”i görüyor! Yaklaşımındaki bu sınırlılık, tahlilindeki doğru ögeyi, bir yanlış sonucun ögesine dönüştürüyor.
Mesele şudur ki, milli devletin yetersiz kalıp aşılması ihtiyacının da, ama hâlâ ihtiyaç oluşunun da nedeni, uzlaşmaz bir çelişkiyle malul olan sermayenin kendisidir. Yani şu temel sorun, burada yatmaktadır: Sermaye birikiminin dünya pazarı üzerinden uluslararası ölçekte gerçekleşmesi niteliğiyle, tekil sermaye gruplarının kendi politik egemenlik araçlarına (ulusal devlet) gereksinim duyması zorunluluğu arasındaki çelişki… Sermayenin “dünya iktisadı” ve “küreselleşmiş bir dünya” karşısındaki konumu, üretici güçler karşısındaki konumuyla aynıdır. Üretici güçleri geliştirir, ancak bu üretici güçlerin dayattığı üretim ilişkilerine yol vermez. Aynı şekilde, dünya pazarı ve ekonomisini yaratır, ancak bu dünya pazarı ve ekonomisine tekabül edecek uluslararası/evrensel politik yapı ve ilişkilerinin oluşmasına engel oluşturur… Zira araçları ile amaçları devamlı çatışma içerisindedir.
İşte, ekonominin “küreselleşmesi”yle politikanın “küreselleşmesi” arasında asimetrik bir ilişkinin ortaya çıkmasına neden olan, sermayenin kendi doğasından kaynaklanan bu çelişkisidir. Habermas sadece bu asimetriyi görüyor! Ve bu konudaki bütün tahliliyle bize sadece şunu söylemiş oluyor: ‘Ekonomi küreselleşiyor, ama devletlerimiz ulusal yapılarda kalarak işlevsizleşiyor. Eh, küreselleşmeyi devlete uyduramayacağımıza göre, devleti küreselleşmenin yapısına uyduralım!’…
Habermas, sermayenin belirtilen açmazının neden olduğu sorunlar ile devletin “iktidarı” sorununu birbirine karıştırıyor. Emperyalist devletler, onun iddia ettiği gibi, bir iktidar sorunu yaşamamaktadırlar. “Küresel iktisadın” sorunları karşısında acizlik de göstermiyorlar. Sadece bir hafta boyunca günlük gazete takip eden her insan, bu tür bir acizliğin olmadığını gösteren sayısız örneklerle karşılaşır. Daha bu satırları kaleme alırken, basında çıkan şu haberleri okuyabiliyoruz: “Fransa’nın başbakanı Dominique de Villepin, ABD’li bilgisayar üreticisi Hewlett-Packard (HP)’dan Fransız devletinden aldığı sübvansiyonları geri talep etti.” HP, “ekonomik durumunun iyi olmasına karşın, dünya çapında 14 bin 500 işçiye çıkış vereceğini açklamıştı.” Fransa’da da 1240 işçiye çıkış verileceği için, de Villepin verilen sübvansiyonu geri istedi. Ona göre, “iktisadi yurtseverlik; ayakları yere basmadan bir ‘dünya galaksisi’nde yaşayan bir uluslararası tekel şefi tasavvurundan daha modern”dir! Zira: “ABD ve Japonya’da birçok şirket yöneticisinin masasında kendi ulusal bayrakları durmakta. ABD’de modern görülen bir fikrin Fransa’da neden zamanı geçmiş sayılacağını anlamıyorum” dedi.  Yine yakın zamanda basında çıkan başka bir örnek: Almanya ve Rusya, Rusya’nın Doğu Denizi’ne açılan limanı Wyborg’dan Almanya’nın Greifswald kentine uzanacak 1200 kilometrelik bir doğal gaz boru hattının inşası konusunda anlaştı. Schröder ve Putin’in imzaladığı bu “yüzyılın projesine” en çok tepki Doğu Avrupa’dan –Polonya ve Ukrayna– geldi. Bu ülkelerden geçen bir doğal gaz boru hattı bulunmakta ve Rus doğal gazı da buradan Almanya’ya ulaşmaktaydı zaten. 2010 yılında tamamlanması beklenen yeni boru hattıyla, mevcut boru hattının transit ülkeleri olan Ukrayna, Beyaz Rusya ve Polonya sadece ekonomik zarar görmeyecek, aynı zamanda stratejik bir mevzilerini yitireceklerdir. Polonya gazetesi Wprost, “Putin-Schröder Paktı”ndan söz ederken, Amerikan internet yayın organı Stratfor şu yorumda bulundu: “Bu projede ne para ve ne de kâr söz konusu; bu projede söz konusu olan jeopolitik stratejidir”!
Daha güncel bir örnek olarak, geçtiğimiz günlerde basında çıkan şu haber verilebilir: Alman lüks otomobil üreticisi Porsche, ülkenin en büyük otomobil üreticisi VW’nin hisselerinin yüzde 20’sini alacağını açıkladı. Porsche’yi VW’nin en büyük tekil hissadarı haline getirecek bu girişiminin, VW’nin ABD’li yatırım şirketleri tarafından ele geçirilmesini engellemek üzere yapıldığı, başta Porsche’nin açıklamasında olmak üzere, basında çıkan yorumlarda da dile getirildi. Yani, VW’nin yabancı şirketlerce ele geçirilmesini engelleyen Almanya’daki özel “VW yasası”nın, önümüzdeki dönemde, sürmekte olan mahkeme kararlarıyla değiştirilmesi ihtimalinin kesinleşmesi üzerine, VW tekeli, Alman devleti (Aşağı Saksonya Eyaleti % 18,2 hisse payıyla VW’nin en büyük hissedarıdır) ve sermayesi işbirliğiyle, “küresel piyasaların” aç göz “yatırımcıları”nın pençelerinden kurtarılıyor! “Küresel piyasalar” karşısında “iktidar kaybı” olan “milli devlet”ler, yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi hareket edebilir mi?
Sonuç olarak, şunu vurgulamak gerekir ki, burjuvazi; kendisinin kozmopolitliği ile devletinin mevcut yapılanması arasındaki çelişkinin doğurduğu sorunlara (başta demokrasi ve meşruiyet sorunlarına) oldukça pragmatist yaklaşıyor. Burjuvazi açısından, bu konuda üzerinde ahkam kesilebilecek, ah vah denilebilecek sorunlar vardır (bu gibi işleri Habermas gibi demokratlara bırakıyor), bir de ama, hiçbir savsaklamayı, ertelemeyi veya lakaytlığı kaldırmayan sorunlar vardır. Devletinden özellikle mali sermayeyi, çekirdek şirketleri, askeri-sınai kompleksi  ve stratejik çıkarları göz bebeği gibi korumasını bekler ve canlı hayatın sayısız örneklerinin de ortaya koyduğu gibi, ne AB üyeliğini, ne de “küreselleşme” masallarını takan devlet de devletliğini yapar!
Kaldı ki, Habermas’ın kendisinin yaptığı tespitler de bu dediğimizi doğrulamaktadır. Bir taraftan diyor ki:
– “Düzenleme işlevlerinde”, “devletin gücünde bir azalma meydana gelirken, klasik nizamın tesisi ve devlet hizmetlerinde bilhassa mülkiyet haklarının ve rekabet şartlarının emniyet altına alınması meselesinde böyle bir azalma görülmemektedir.”
– “Milli hükümetler”, “birbirleriyle maliyetleri düşürsün diye düzenleme işlevini terketmek (deregulation) yarışına batmış durumdalar.”
Yani, emperyalist devletler; “klasik nizamın tesisi”nde, “bilhassa mülkiyet haklarının ve rekabet şartlarının emniyet altına alınması”nda ve kendi sermayesinin “rekabet gücünün artırılması” için kendi işçi ve emekçilerin ümüğünün sıkılmasında her hangi bir “işlevsel”lik sorunu, her hangi bir “iktidar kaybı” problemi yaşamamaktadırlar. Demek ki, “milletler-arası mevzi-rekabeti”nde bulunan bu “milli devlet”, sermayesinin bir dediğini iki etmemektedir!
Böyleyse eğer, ki öyledir, o zaman Habermas’ın diğer taraftan yaptığı şu saptamalarının –nedenlerini neye bağladığından bağımsız olarak– anlamı nedir:
– “Milli devletlerin”, “kendi ‘iktisadi mevzilerinin’ milletler-arası rekabet gücünü arttırabilmelerinin yegane yolu, uhdesinde bulunan düzenleme gücünü kendi kendine sınırlamaktan geçmekte.”
– “Milli-devlet”; “vergi toplamak, büyümeyi teşvik etmek … gücünü … yitirmektedir.”
– “Milli Devletin”, “talebe yönelik bir iktisat politikasına geri dönüş” imkanı “tamamen elenmiş durumdadır.” “İstihdam programları”, “bütçelerin borçlanma sınırına” takılmaktadır.
– “.. seyyar hale gelen sermaye”, “ülkelerin vergi dairelerinin denetiminden kurtulabilmekte.”
Fakat, sermayesinin bir dediğini iki etmeyen bir devletin tam da yukardaki konularda “güç yitimi”yle, “denetim” sorunlarıyla, “imkansız”lıklarla karşı karşıya kalması son derece doğal değil mi? Tersinden de sorabiliriz: “Milletler-arası mevzi-rekabeti”nde sermayenin tam emrine girmiş devlet ve hükümetler, neden kendi sermayelerini zayıflatacak, onlara yük olacak adımlar atsın ki?
Demek ki, “milli devletler”in gerçekten bir “iktidar kaybı” var, ama kendi mali sermayeleri, kendi çekirdek şirketleri karşısında! (Mali sermaye bugün devleti tam emrinin altına almıştır.) İşçi ve emekçiler, ezilen halklar ve rakipleri karşısında ise, bu devletler; pek güçlü, pek işlevsel, pek iktidarlıdırlar! Gelgelelim, devleti nötr gören bir anlayışa sahip birinin, bu tür ters orantılıkları “küresel münasebetler”de araması garipsenemez elbette…

VE “HAKİKAT BALIĞI”NDAN GERİYE KALAN…

Açıktır ki, Habermas, “neoliberal” zihniyetin egemen olduğu bir Avrupa Birliği’ni savunmuyor. Onun hareket noktası şu: pazarlar, siyaseti boyunduruğuna almış, küresel iktisat da milli devleti randıman gücünün sınırına getirmiştir. Dolayısıyla anahtar sorun; siyasetin pazarlara yetişmesi ve yeniden müdahale edebilecek bir güce kavuşmasıdır. Ancak, “küresel ekonomi, müdahaleci devletin müdahale alanının dışına” çıktığından ve küresel pazarlar, milli iktisadın işlevsel bütünlüğünü yıktığından, milli devlet sınırları içinde sosyal devlet politikaları izlemenin olanağı da artık kalmamıştır.  İşte AB; milli devletin ötesinde, ve milli-devletin yitirdiği işlevleri ikame edebilecek niteliklere sahip daha büyük siyasi bir birim, bir “milletler-üstü rejim” örneği olarak, bunun bir olanağıdır. Bununla birlikte, AB, salt bir ortak pazar olarak kalırsa; bugünkü halinde olduğu gibi “kıta alanı içinde pazarlar üzerinden yatay bağlantılar tesis edebilmiş, lakin dikey düzlemde ise zayıf bir siyasi düzenleme görüntüsü”nde  kalırsa, Habermas’ın ona yüklediği misyonu yerine getiremez!
AB’nin pek çok sorunları bulunmaktadır: Birlik içinde rekabet var; “ekonomiler farklı gelişme seviyesine sahip”, rekabetten “evvela zayıf ekonomiler etkilenecektir”, dolayısıyla bunlar, “ücretlerde indirime gidecektir”, bu indirim “kuvvetli ekonomileri korkutmaktadır” vb..
Netice itibarıyle “Avrupa iki seçenekten birini seçmek zorunda kalacaktır: ya bu sıkıntıları pazarlar üzerinden –yani sosyopolitik rejimler ve mevziler arasında yaşanacak rekabet sayesinde– aşmaya çalışacak veyahut bu sıkıntıları siyasi tedbirlerle haletmeye çalışacaktır. Yani en mühim meselelerde sosyal politika, istihdam politikası ve vergi politikaları arasında bir ahenk ve harmoni ve ülkeler arasında ve tedrici bir uyum sağlamaya çalışacaktır. Şimdiye kadarki statüko, yani milli menfaatlerin devletler tarafından dengelenmesi her ne pahasına olursa olsun sürdürülmeli mi, yoksa AB geliştirilerek devletler birliği olmaktan çıkıp hakiki bir federasyon niteliğine mi kavuşturulmalıdır? İşte meselenin düğümlendiği esas nokta burasıdır. AB, ancak federatif yapıya kavuştuğu takdirde, pazarların doğurduğu menfi neticeleri tashih edebilecek siyasi bir güce erişebilir. Ancak o zaman pazarları düzenleyecek kararlar alıp yeniden bölüşümü sağlayacak düzenlemeleri uygulayabilir.”
Habermas’ın Avrupa anayasası taratfarlığı da bu durumda anlaşılır olmakta; zira “milletler arası mukavelerin siyasi anayasaya tahvili” suretiyle, AB’nin “bugün dolaylı bir meşruiyete sahip” kurumları da doğrudan “meşru bir zemine oturtulmuş olacaktır.”  “Tabii bu hususta aşılması gereken hayli yüksek ve zor engeller bulunmaktadır. Bir anayasa oluşturmak yeterli olmayacaktır” … vs. vs.
Görüldüğü gibi, Habermas’da sarsılmaz bir idealizm var! O, bir Almanın sistematik düşünme tarzıyla; önce koordinatları gözden geçiriyor; ve saptıyor ki, normlarına uygun bir politikanın şartları bulunmuyor artık. Ardından, bu politikasının hangi şartlara sahip olması gerektiğini titizlikle hesaplıyor, sonra sonucunu büyük bir idealizmle açıklıyor: Federatif Avrupa!
Sadece bir sorumuz olacak: “Hakiki bir federasyon” olan ve böylelikle de “küresel pazarlar” koşullarında teknik bakımdan “pazarları düzenleyecek kararlar alıp yeniden bölüşümü sağlayacak düzenlemeleri uygulayabilir” bir konuma gelen AB’nin, bu “içtimai” politikayı izlemesinin garantisi nerede? Tez, sistematik olmasına sistematik de, öngördüğü yapının bu muhteva ve doğrultuda hareket edeceğinin güvencesi nereden alınmaktadır?…

*   *   *
Doktrinciliğin kökeninde, bir teze inanma ve ardından bunun üzerinde bir sistem inşa etme yatar. Fakat bu tez çürük çıktı mı, onun üstünde kurulu olan sistem de çöker. Bu yazı boyunca belirtilen ve kanıtlanmaya çalışılan olguların da işaret ettiği gibi, Habermas’ın temel tezi –”siyasetin küresel pazarları yakalaması”, “pazarlara yetişmeyi gaye edinen bir siyaset”– birçok bakımdan yanlıştır. Her şeyden önce, uygulanmak istendiği kapitalist toplumun gerçeklikleriyle, bu toplumu karakterize eden üretim tarzının nesnel yasaları, eğilimi ve çelişkileriyle örtüşmemektedir. Çözmek istediği sorunları, olup bitenin salt yüzeyde görünen göstergeleriyle sınırlı bir ufuktan ele aldığından, sorunların gerçek çözümünün zorunlu kıldığı derindeki asıl çelişkileri ortaya çıkarma ve bunları aşma özelliğinden yoksundur.
AB projesinin –ki bu, gerçekten de salt bir projedir– mevcut şekliyle kalması durumunda, AB’nin, Habermas’ın kastettiği “içtimai” ve “uygarlık” misyonunu yerine getiremeyeceği yukardaki satırlarında da kabullenilmektedir. Onun bu satırları kaleme almasından sonra yapılan AB anayasası oylamalarından çıkan sonuç ise bilinmektedir. “Pazarlara yetişmeyi gaye edinen bir siyaset”, dünyanın bugünkü “küreselleşmiş” koşullarında, Avrupa’da, ancak “federatif bir yapıya” sahip bir AB ile gerçekleştirilebilirdi; bugünün Avrupa Birliği ise, dünden daha çok, “hakiki bir federasyon”dan uzaklaşmış bulunmaktadır…
Bu durumda, Habermas’ın sahte yemlerle tuttuğu “hakikat balığı”ndan geriye kala kala kılçıkları kalmıştır.
Ne diyelim, onlar da onun olsun!

Gençlik kampı dersleri

22-31 Ağustos tarihleri arasında Dikili’de gerçekleştirilen gençlik kampı, ardında bir çok deneyim ve birikim bırakarak sonuçlandı. Kamp, yalnızca kampa katılan gençler ve kampın örgütleyicisi Emek Gençliği için değil, tüm Türkiye gençlik mücadelesi için ardında bir hazine bıraktı. Bu yazının amacı, genel bir kamp değerlendirmesinden çok, bağımsız demokratik bir Türkiye mücadelesinde Türkiye gençliğinin örgütü olan Emek Gençliği’nin kamptan edindiği deneyim ve birikimleri, çalışmasındaki eksik ve zaafları aşmasında bir olanak olarak değerlendirebilmesini sağlamaktır.

BERGAMA…
1998’de gerçekleştirilen Bergama Buluşması’nın yapıldığı dönem, “Yeni Dünya Düzeni” söylemi etrafında “artık savaşlar, yoksulluk, gelir dağılımındaki adaletsizlikler olmayacak, dünya bir küresel köy haline gelecek ve herkes her türlü olanağa ulaşacak” vaatleri ile ortaya çıkan burjuva ideologların, “kapitalizmin vahşi yönünü törpülüyoruz, sosyalizm yıkılmış ve kapitalizmin tek ve alternatifsiz sistem olduğu görülmüştür” söylemine sarılarak gençliğe seslendiği bir dönemdi. Burjuvazi, gençliğe, “kapitalizme sıkı sıkıya sarılın, çünkü başka bir alternatifiniz yok” diyordu.
Çok sürmedi, daha bu söylemi ortaya attıklarından birkaç yıl sonra Balkanlar’da patlak veren savaşlar, Ortadoğu’da savaşlar, ambargolar, Afrika’da artan açlık, hastalıklar, “YDD”nin yaratmak istediği toz pembe bulutları yırtıp attı. Dünyanın en zengini ile en yoksulu arasındaki uçurum kat be kat artmış, orta sınıflar da yoksullar kategorisine hızla kaymaya başlamıştı. Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından, sosyalizm korkusuyla sağlanan sosyal ve demokratik haklar alttan alta geri alınmak isteniyordu.
Bergama buluşması, gençliği kapitalizme mahkum olmaya çağıran burjuva ideologlarının “YDD” söylemine karşı bir tokat oldu ve gençler, bu buluşmada, kapitalist sistemin değerleri olan bireyciliğe, bencilliğe, bana neciliğe yer vermedikleri, ülkelerinin ve dünya halklarının sorunlarına sahip çıktıkları ve bunun en güzel örneğini de Bergama köylüleri ile dayanışarak gösterdikleri bir kamp gerçekleştirdiler. Kolektivizm, paylaşım, ortak üretim gibi değerlerin üzerinden yükselen kendi “kentleri”ni inşa ettiler.

BARIŞ VE KARDEŞLİK KAMPI
Dikili gençlik buluşması ise, Bergama’dan yedi yıl sonra, “YDD”nin artık adının bile anılmadığı bir dönemde gerçekleşti. Dünya halklarına “barış ve refah” diye seslenme cesareti bile kalmayan burjvazinin yeni sloganı, “teröre karşı savaş” idi. Emperyalistler arası çelişkilerin keskinleştiği, dünyada yeni güçlerin ve kutupların belirginleşmeye başladığı bu sürecin başlangıcı ve ilacı, 11 Eylül saldırıları oldu. Dünya halklarını kapitalist sistem etrafında yeniden birleştirmek ve aralarındaki hesaplaşmaları gerçekleştirmek için, artık, “barış ve kardeşlik” gibi vaadlerle yola çıkılamazdı ve ihtiyaç duyulan şey, fütursuz bir sömürü ve bunun önündeki tüm engellerin ortadan kaldırılması idi. Terör korkusu yaratıldı, bizzat emperyalist güçlerin hizmetkarı ve beslemesi teröristlerce dünya terörize edildi; ve kendi yarattıkları canavarlara karşı, dünya halklarını savaşmaya çağırdılar. Artık yeni dönemin sloganı, el koyma, paylaşma ve savaş, savaş ve daha çok savaş idi. Ve savaşın önündeki tüm engeller kaldırılmalıydı. Demokratik haklar, Avrupa ülkelerinde, Amerika’da ve dünyanın dört bir yanında bir bir gasp edildi.
Teröre karşı savaş adı verilen yeni konseptin ülkemize yansımaları da benzer oldu. İki halkı çatışmaya sürükleyecek provokasyonlar tezgahlandı, yeni çıkarılan yasalar ile çalışma koşulları ve sosyal yaşama ilişkin hak gaspları ardı ardına geldi. İngiltere’de bir gencin sokak ortasında ‘terörist olabileceği ihtimali nedeniyle’ başından vurulup öldürülmesi de, ülkemizde linçcilerin ‘duyarlı vatandaş’ ilan edilmesi de, “barış ve kardeşlik” kampı örgütlemek için yola çıktığımız dönemde yaşanan olaylardı.
Dikili Gençlik Kampı, temel hedefi itibariyle, Kürdü, Türkü, Lazı, Çerkezi ve her milliyetten genci ile barış içinde bir arada yaşanılabileceğini dosta ve düşmana göstermek ve barış seslerini Ege’nin bir ucundan ülkemizin dört bir yanına yayabilmek amacını taşıyordu.
Daha kampın ilk günlerinden itibaren, renkleri, dilleri, kültürleri, ulusları farklı yüzlerce genç, bu amacın, gerçekleşmesi zor bir amaç olmadığını gösterdiler. Bu, halkları birbirine düşürmek isteyenlere bir cevap oldu; ancak gençlik örgütü açısından da öğretici birçok yönü vardı.
Farklı bilinç düzeylerinden ve yaşam standartlarından gelen gençlerin, Kürt sorunu karşısında doğru bir yaklaşımla, cesaretli ve açık bir tutum alındığında, tüm önyargılara rağmen, sorunu kavrayabildiğini gördük. Gelen gençler içerisinde eski “reisler”den, AKP’li gençlere, Kemalist gençlerden politikayla hiç ilgilenmemiş gençlere kadar geniş ve renkli bir yapı vardı, ve 10 günlük kamp boyunca, bu yönüyle gençler arasında küçük bir sorun dahi yaşanmadı. Kürtçe dil atölyesi de vardı, Türkçe Şiir atölyesi de… Kürtçe parçalarla halaya durup, Ankara havalarıyla misket oynadık… Ulusların kendi kaderini tayin hakkını, Kürt sorununu tartıştık, hem de kamp boyunca yapılan tüm toplantılarda özel bir yer vererek… Ve yine bir sorun yaşanmadı, hiçbir genç buna karşı tavır almadı, aksine, gerici ve ırkçı yaklaşımlarla gelen onlarca gencin değiştiğini ve Kürt sorununu kavramaya başladıklarını gördük.
Kamp, Türkiye gençliğinin barış ve kardeşlik talebininin resmi olmakla kalmadı, gençlik örgütünün Kürt sorunu konusundaki darlıklarını aşmasında da bir pencere oldu. “Aman Kürt sorunundan bahsedersem şu genç böyle düşünür, aman şu gence Kürt sorununundan bahsedersem kaybederim” gibi kabul edilemez tutum ve davranışlara da bir cevap olan kampta, gördük ki; gençlere doğru tarz ve uslupla, açık yüreklilikle Kürt sorunu anlatılabildiğinde, tüm o yalan dolan dolu ırkçı söylemlere/karşı propagandalara rağmen, gençler barış ve kardeşliğin yanında saf tutacak ve Kürt sorununu kavrayacak, en azından kavramak için adım atacaktır. 2500 gencin bir tek sorun bile yaşamaksızın geçirdiği 10 gün, bunun en iyi kanıtıdır.
Büyük ölçüde aşılmış olmakla birlikte, Kürt sorununu kavrama ve üzerine düşeni yapmada gençlik örgütümüzün halen eksiklerinin olduğunu da görmek lazım. Ülkemizin yumuşak karnı haline getirilmiş bir meseleyi iyi kavramayan, her kesimin karşısında cesaretle sorunu kavratacak bir propaganda ve ajitasyonun yürütücüsü de kuşkusuz olamaz. Hele ki, ülkemizde gitgide iç savaş tehdidinin arttığı, sorununun Kürt-Türk düşmanlığına dönüştürülmek istendiği, linç girişimlerinin meşrulaştırılmaya çalışıldığı bir dönemde, Kürt sorununu en ücra köşelere kadar girip cesaretle tartışan ve tüm ırkçı propagandayı etkisiz kılacak tarzda çalışma yürüten gençlik örgütlerine ihtiyaç olduğu açıktır. Kampın sonuçlarını Türkiye gençlik mücadelesine kazandırmak için ilk adım, kampta yaşanan barış ve kardeşliği tüm Türkiye gençliğine mal edebilmek olacaktır. “Kürtçe dil atölyesi kurduk, Kürtçe şiir okuduk, ama bölünmedik. Kürt-Türk yan yana yaşadık, ama kavga etmedik. Gençlik barış ve kardeşlik istiyor. Ve bunun mümkün olduğunu da işte yaşarak gösteriyor” diyerek, ülkenin dört bir yanında, hem kampı tanıtan hem de Kürt sorununun çözümün eşit ve özgür bir birliktelikten geçtiğinin anlatılacağı kamp tanıtım etkinlikleri planlanmalıdır.

KAMPIN GENÇLİK MÜCADELESİNE SUNDUĞU HAZİNENİN DEĞERLENDİRİLMESİ
Gençlik kampı Türkiye gençlik mücadelesinin daha birçok ihtiyacına da cevap verecek sonuçlarla tamamlandı. Yaratılan güzellikleri elbette “cebimize doldurup” geldik, ancak kampın üretiminin 10 günle sınırlı bir üretim olmadığını bilmeliyiz. Kamptan çıkardığımız sonuç ve deneyimleri Türkiye gençlik mücadelesine mal edebildiğimiz oranda, kamp, kazanım ve birikimleriyle, gençlik mücadelesi içerisinde üretimine devam edecektir.
10 gün boyunca, her birimiz farklı özelliklere sahip 2500 genç bir aradaydık ve Türkiye gençliğinin eğilimlerine dair daha yakından gözlemlerde bulunabilme olanağı elde ettik. Kampta en çok dikkat çeken gençlik grupları, Balçova Gençlik Tiyatrosu, Esenyurt Belediyesi, Praksis dergisi, Diyarbakır Yerel Gündem 21, Yenişehir Belediyesi, Şişli Belediyesi vb. isimlerle kampa toplu katılan gençlerdi. Müzik grupları, folklor ekipleri, tiyatro grupları ile kampın verimliliği ve zenginliğini artıran bu gençler, gençlik çalışması açısından da, gençliğin en ileri kesimleri ile buluşmak istiyorsak nerelere yüzümüzü dönmemiz gerektiğini bir kez daha gösterdiler.

DOĞAL GENÇLİK ÖRGÜTLENMELERİNİN ÖNEMİ
Gençlik mücadelesi, kendi özellikleri ve koşullarından bağımsız, toplumsal yaşamdaki değişim ve gelişmelerin dışında müdahalelerle yaratılacak bir hareket değildir. Gençlik, zaten yaşamın her noktasında örgütlü, yaşamın her noktasında ileri ya da geri, güçlü ya da cılız bir mücadele içerisindedir. Tüm bunların toplamı, gençlik mücadelesinin karakterini ve etki alanını belirler. Mahallelerde, spor kulüplerinde, müzik kurslarında, parklarda, kahvelerde, okullarda, atölyelerde gençler zaten doğal örgütlenmeler içerisindedir. Arkadaş gruplarından müzik-tiyatro gruplarına, futbol takımlarına, öğrenci toplulukları, dergiler vb.’den sokak aralarındaki çetelere kadar, gençlerin örgütlülük yelpazesi alabildiğine geniştir.
Toplumsal yaşamın kendisinin zaten örgütlü bir yaşam olduğunu düşündüğümüzde, bu, son derece doğaldır. Sistemin içerisinde ortaya çıkan gençlik örgütlenmelerinin bir kısmı bilinçli-bilinçsiz sisteme muhalif özellikler taşısalar da, hemen hepsinde emperyalist-kapitalist sistemin etkisi ve rolü büyüktür. Bazen sistemin kendisi, gençlerin doğal örgütlülüklerinin bizzat örgütleyicisidir. Bazense yönlendirici, engelleyici, yahut bozuşturucu gücüdür. Örneğin gençlerin liselerde, mahallelerde kurdukları çeteler, emperyalist-kapitalist sistemin dolaylı yollardan kurucu ya da besleyicisi olduğu gençlik örgütlenmeleridir. Yine futbol kulüpleri, sistemin vazgeçilmez birer parçası olarak işlemekte, geniş gençlik yığınlarını etrafında örgütlemektedir.
Bu örgütlenmelerde gençleri bir araya getiren güç, çoğu zaman sistemin kendi çelişkilerinden kaynaklanmaktadır. Toplumsal bir varlık olan insan, bir şekilde toplumsal yaşamın üretimine katılmak, yaşamda bir yer bulmak yönelimindedir. Ancak işsizlik, yoksulluk, eğitimsizlik ve kültürel kuşatma altında Türkiye gençliği, toplumsal yaşam içerisinde silinmeye ve çürümeye mahkum edilmiştir. Toplumsal yaşam içerisinde kendilerini özgürce ifade edebilme olanakları sınırlandırılmış gençler, bir araya gelip tiyatro oynamaya başlarlar, futbol takımları, müzik grupları kurarlar, dergi çıkarırlar, toplumsal yaşamda kendilerine bir yer açabilmek için çeteler kurarlar, kendi yaşam felsefeleri etrafında arkadaş grupları kurarlar. Hip-hopçılar, rockçular, rapçiler diye adlandırılan ve belli biçimler etrafında bir araya gelmiş gençlik gruplarının sayısı hiç de az değildir.
Çeşitli nedenler ve ihtiyaçlardan kaynaklı ortaya çıkmış bu gençlik gruplarında, gençler birlikte hareket ederler, ortak talepleri ve duyguları etrafında birçok işi birlikte kotarırlar. Dahası öyle örgütlenmeler vardır ki (futbol takımı taraftarları, mahalle grupları gibi), gözlerini kırpmadan, doğru buldukları konularda onlarca hatta yüzlerce genci arkalarından sürükleyip, ölümüne kavgalara bile girebilirler.
Gençlerin dinamizminin ve yaratıcılığının (iyi ya da kötü) üretimlere dönüştürüldüğü alanlar olan bu doğal örgütlenmeler, her türlü gerici müdahale ve yozlaştırma çabalarına rağmen, (kendi iç dinamikleri ve özelliklerinden kaynaklı olarak) Türkiye gençlik mücadelesinin fitilini de ellerinde tutarlar. Bugün büyük ölçüde sistemin denetiminde bulunan bu gençlik örgütlenmelerinin fitilini kimin ateşleyeceği ve kimin yönlendireceği ülkemizin geleceğini belirleyecektir.
Kamp öncesi çalışmalarla sınırlı bir ilgi dahi olsa, bu gençlik örgütlenmelerine yüzümüzü bir parçacık da olsa döndüğümüz ve ilişkilendiğimiz her yerde sonuçlarını aldık. Kampa toplu olarak katılan bu gençlik gruplarının hemen hepsi, 20’nin üzerinde genç ile kampa katıldılar. Kampın zenginliğine büyük katkılar sunan, yetenekli, üretken gençleri içerisinde barındıran bu gençlik grupları ile girdiğimiz daha planlı ve sistemli bir ilişkinin, gençlik içerisine nüfuz etmiş ve geniş gençlik  kesimlerini kucaklayan bir örgüt olma yolundaki Emek Gençliği’ne nasıl da büyük olanaklar sağlayabileceğini bir düşünün.
Kampa katılan bu gençlik gruplarının; tek tek ve örgütsüz katılan diğer gençlik kesimleriyle, kampa sundukları zenginlikler karşılaştırıldığında bile, Emek Gençliği’nin bu alanlarda mevzilendiği takdirde, çalışmasında yaşadığı birçok sıkıntı ve sorunu aşmada önemli bir adım atmış olacağı sonucuna kolaylıkla varabiliriz.
O halde, Emek Gençliği’nin önemli bir görevi yüzünü buralara dönmek olmalıdır. Gençlik içerisinde kitleselleşmenin ve yerelleşip kalıcılaşmanın kilit noktası buralardır. (Bu doğal örgütlenmeleri geniş olarak düşünmek durumundayız. Birçok lisede kendiliğinden bir araya gelen gençler, kendilerince politik örgütlenmeler kurmaktadırlar; sokaklarda kafalarının üzerinde dönen hip-hopçı gençlik grupları hızla yaygınlaşmaktadır, hatta “bu mahalle bizden sorulur” diyen gençlerin kurdukları çeteler bile, doğru müdahalelerle sosyalizm fikrine kazanıldığında, en yiğit militanları içerisinden çıkarabilmektedir.)
Emperyalist-kapitalist sistemin kuşatması altında, yine de nefes alabilecek pencereler açabilme yaratıcılığına, yeteneğine ve dinamizmine sahip gençleri alternatif bir kültür ve yaşam fikri etrafında mücadeleye hazırlayacak bu örgütlenmelerdir ve Emek Gençliği’nin mevzileneceği alanlar buralardır. Spor kulüpleri, öğrenci toplulukları, öğrenci temsilcilikleri, gençlik merkezleri, belediye gençlik meclisleri ve kurumsal bir yapılanması olmasa bile, her türden gençlik örgütlenmeleri, Emek Gençliği’nin yüzünü dönmesi, gözlemlemesi ve mevzilenmesi gereken alanlardır.
Bu alanlarda mevzilenmemiz gerekliliği yeni bir fikir değildir. Ve birçok yerde buna yönelik çalışmalar yapılmıştır, yapılmaktadır. Ancak uzun soluklu bir planın ve istikrarlı bir çalışmanın parçası olarak görülmeyen, gençlik çalışmasının merkezine bir türlü oturtulamayan doğal gençlik örgütlenmeleri, bizim dışarıdan seslendiğimiz alanlar olarak kalmaya devam etmektedir. Gençlik çalışması, tek tek gençlere seslendiğimiz bir çalışma olarak algılanamaz. Bugün Emek Gençliği örgütünü, hala, şu kadar öğrenci temsilciliği, şu kadar öğrenci topluluğu, şu kadar işçi gençlik derneği , yöre dernekleri, şu kadar liseli gençlik dergisi grubu, falanca spor kulüpleri ve kültür merkezlerinde mevzilenmiş ve bu alanlardan beslenen kitlesel bir örgüt olarak tarif edemiyoruz. Belki buralarda örgütlenmelerimiz var, ancak bakış açımızdaki darlık ve sığlıklar, bizleri, çoğu zaman buralarda bile yalnızlaştırabilmektedir. Örneğin gençlerin kurduğu bir tiyatro topluluğunu ele alalım: Gençlerin kendi üretimlerini “sosyalist kültür anlayışına” kendince uygun görmeyen sekter bakış açıları, oyunlarında devrimcileri anlatmadığı, işçilerden bahsetmediği için kendiliğinden bir araya gelip tiyatro grubu kuran gençleri “işe yaramaz ” deyip bir kenara itebiliyor. Arkadaşlarımızın buralara ilgisi ve müdahalesi ise, malum “kalıplar”ı gençlere dayatmaktan öteye geçmiyor.
Gençliğin beklentilerini, eğilimlerini, nelere gülüp nelere kızdıklarını, nerelerde mutlu olduklarını ve dünyaya bakış açılarını anlayamayan bir gençlik örgütü, gençlik mücadelesini de örgütleyemez. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, birincisi, gençlik mücadelesi ısmarlama ile olmaz, gençliğin kendi iç dinamiklerince şekillenir; ve ikincisi, gençlik mücadelesinin üzerinde yükseleceği alanlar, gençliğin doğal örgütlenmeleridir. Ve gençlerin bir araya gelişleri her zaman için bir ihtiyacın ürünüdür. Bu ihtiyacı görmezden gelip gençlere dayatmalarda bulunmak, onlarla aramıza bir duvar örmemize, gençlere yabancılaşmamıza ve itici bulunmamıza neden olur. Sonuçta, yalnızca solcu, sosyalizme ilgisi olan gençlerin bir kısmıyla buluşabildiğimiz bir çalışma yürütür duruma düşeriz.
Emek Gençliği’nin gençlerin doğal örgütlenmelerindeki rolü, gençleri bir araya getiren ihtiyaca en ileri noktadan cevap verecek bir müdahale olmalıdır; zaten gençleri bir arada tutan neden ortadan kalkarsa, bu birliktelik kısa sürede dağılır. Örneğin bir üniversitedeki fotoğraf topluluğunda öğrencileri buluşturan neden, fotoğrafa olan ilgidir. Emek gençliğinin fotoğraf topluluğundaki varlığı, öncelikle, bu topluluğun fotoğraf sanatına dair en iyi çalışmayı yapabilmesi için katkı sunmak şeklinde olmalıdır. Topluluğun güçlenmesini, etki alanını artırmasını sağlamaya çalışmak, ufkunu genişletmek, Emek Gençliği’nin yapabileceği bir şeydir. Elbette Emek Gençliği’nin varlığı, buradaki gençler ile toplumcu bir sanat anlayışının buluşmasını da sağlayacaktır. Oysa fotoğraf sanatını zerre kadar umursamayıp, küçümseyip; topluluğu yalnızca “yönetiminde olunması gereken bir yer” olarak algılayan anlayış, ne buradaki gençlere sosyalist bir sanat anlayışını anlatabilir ne de samimi bulunup ciddiye alınır.

GENÇLERİN HAYATINI DEĞİŞTİREN BİR KAMP
Dikili Gençlik Kampı, katılan gençlerin yaşamlarında önemli değişimlere imza attı. Kimisi hayatında ilk defa bulaşık yıkadı, kimisi örgütlü bir yaşam sürülmesi gerektiğini kavradı, kimisi Kürt sorununa dair ne büyük yanlış kavrayış ve tutumlara sahip olduğunu anladı, kimisi hiçbir sanat dalı ile ilgilenmemişken sanatçılarla yüzyüze geldi, atölyelerde çalışma yaptı. Kampa katılan gençlerin çok büyük bir bölümünün hayatında büyük değişiklikler olduğunu dillendirmesinin ve kampın gençleri bu kadar etkilemiş olmasının birçok nedeni var. Bu nedenlerden bazıları gençlik çalışmamız için de öğreticidir.
Kampın verimliğini ve gençler üzerindeki etkisini artıran önemli bir neden, atölye çalışmaları idi. Kültürel kuşatmanın pençesinde, “internet kafelere, televizyona, kahvelere hapsedilmiş, okumayan, ilgisiz, üretmeyen” damgalarını yiyen gençler, kampta da görüldüğü gibi, bir olanak sunulduğunda, kendilerine yakıştırılanların tam tersi bir noktada bulunabildiklerini gösterdiler. Her bir atölyeye yüzlerce gencin kaydolmuş olması ve 10 gün gibi kısa bir sürede başarılanlar, bunun kanıtı olsa gerek. Gençlere fırsat verilirse, “işe yaramaz” denilen ve hatta “işe yaramaz” olduğunu düşünen gençlerin bile ‘üretmelerine olanak sağlanırsa’, başaracakları birçok şeyin olduğunu, kamp bir kez daha göstermiş oldu.
Peki, ya gençlik çalışmamızda bu gerçeği ne kadar değerlendirebiliyoruz? Çevremizdeki onlarca gencin yeteneklerini, ilgilerini ve beklentilerini anlayabilme ve bu gençlere bu doğrultuda olanaklar sunup ya da aynı anlama gelmek üzere görevler verip, daha fazla genç ile mücadeleyi örmede ciddi zaaflar yaşadığımız ortada. Bir gencin gençlik çalışmasına yapacağı küçük de olsa bir katkıyı, “bu genç eyleme gelmiyor, gazete satmıyor, bildiri dağıtmıyor” vb. gerekçelerle görmezden gelen sekter tutum, çevremizdeki tüm gençlerin gençlik çalışmasının bir parçası olabilmesinin de önüne geçiyor. Gazeteye çıkmayan, bildiri dağıtmayan, ancak mahallede, pazar yerinde “yazdığın savaş karşıtı oyunu sergile” dediğimizde, büyük bir heyecan duyan gence, “gazete satmalısın” diye diretip, örgütle bağını ve örgüte sunacağı katkıyı böylesi dar bir yerden değerlendirmek, kelimenin tam anlamıyla “dar görüşlülük” ve “gençliği anlayamamak” ve “gençlik mücadelesini kavrayamamak”tır. Gençler, ancak, ilgi alanları, yetenekleri, bilinç düzeyleri üzerinden doğru görevlendirmeler ile gençlik çalışmasına en verimli şekilde katılacaklardır. O halde, gençlik çalışmamıza, üretmelerini sağlayarak, ne kadar genci katabiliyorsak, o kadar çok gencin yaptığı bir çalışmadan bahsedebiliriz ve “üniversitede 30 arkadaşımız var, ama çalışma 6 kişi üzerinden yürüyor” gibi değerlendirmelerden de büyük ölçüde kurtulabiliriz.
Kampın özellikle ilk günlerinde, işleri kamp komitesinde merkezileştirmek yerine ‘kamp komitesi üzerine yığan’ görevlendirme zaafı, kısa sürede aşılsa da, bu konuda yaşadığımız darlıkların kampa da yansıdığını gösteriyor. Oysa kampta, 2500 gencin hemen hemen tamamı, kampın devamlılığı için gerekli işlerin bir parçası olabilmiştir ve içlerinden birçok yetenekli genç ön plana çıkıp, kendiliğinden, kamp komitesi üyesi gibi, kampın çalışmalarını sırtlanabilmiştir.
Kitleselleşme çabasında, ama görev vermede zaafları olan bir örgütün başarısı mümkün değildir. Her genç, yetenek, bilgi ve ilgisi ölçüsünde, mutlaka gençlik çalışmasında bir yer bulabilecektir. Bunun garantisi, gençlik sorumlulularımız ve darlıktan kurtulmuş yaklaşımları olacaktır. Gençleri tanıma, yeteneklerini, gelişmeye açık yönlerini ve ilgi alanlarını bilme ve gençlik mücadelesinin ihtiyaçları doğrultusunda onları seferber edebilme görevini başarıyla yerine getirebildiğimiz oranda, eli en ücra köşelere kadar uzanan ve her türden gencin kendini ifade edebildiği bir gençlik örgütü olabiliriz.

GENÇLERDEKİ DEĞİŞİMİN SIRRI ÜRETİM
Kamp, gençlerin kendilerini geliştirmelerine, üretmelerine, ürettiklerini paylaşmalarına olanak sağlayarak, gençlerin yaşamlarında kolay kolay olmayacak, hızlı bir değişimin yaratıcısı oldu. Bu etkiyi, ne tek başına bir konser ile, ne bir panel ile, ne de katıldığı atölye çalışması ile açıklamak yeterli olacaktır. Kampta yapılan ve yaşanan her şeyin etkisi olmakla birlikte, birbirinden farklı yüzlerce gencin hepsinin dile getirdiği değişimin altında yatan nedeni doğru kavrayıp değerlendirmek gerekir.
Kampın temel özelliği, gençlerin yaşamlarını bizzat kendi elleriyle üretiyor ve tüm ürettiklerini ortaklaştırıp paylaşıyor olmasıdır. Yani kampta, gençler, üretirken ve ürettiklerini paylaşırken değişimi görmüşler ve değişimin bir parçası olmuşlardır. Değişimin bir parçası olan genç, değişimin mümkün olduğunu ve bunu sağlayacak gücün de ellerinde olduğunu fark etmektedir. Alternatif bir yaşamın mümkün olduğunu, bizzat bir parçası olarak gören genç için, değişim kaçınılmaz olduğu kadar, istenir ve uğruna mücadele edilen hedef haline gelmektedir.
Gençleri, gençlik mücadelesinin planlama yönüne de kendi katkılarını sunabilecekleri bir tarz ve görevlendirme ile dahil ettiğimizde, mücadeleci örgütüyle buluşan gençlerle kurduğumuz ilişkiler daha kalıcı olmaktadır. Aksi takdirde, tüm çalışması kendi dışında yürütülen eyleme, şenliğe vb. gençleri katarak, onlar örgütlü mücadeleye kazanılmış sayılamaz. Nitekim, bir süre sonra, şenlikler, etkinlikler çekiciliğini yitirecek ve monotonlaşacaktır. En sevdiğiniz film de olsa, 3-5 sefer izledikten sonra sıkılırsınız. Bir eyleme, bir etkinliğe çağırabileceği tüm gençleri, o işin bir parçası yapacak şekilde çalışmaya da çağıran, işin bir parçasına katan bir tarz, Emek Gençliği’nin tarzı olmalıdır. Gençler, mücadeleyi ancak, çalışmasının bir parçası, üreticisi olduğu zaman kavrar ve özümser. Kampın büyüsü, gençlerin beraber üretmesi ve sonra bu ürettiklerini yüzlerce gençle paylaşmanın heyecanını hissetmesidir.
Kampta, yüzlerce genç, ilk defa bir araya geldikleri gençlerin güvenliğini sağlamak için sabaha kadar nöbet tutmuş, temizlik yapmış, yemek hazırlamış, sonra hep beraber, tüm o tanımadığı gençlerle kolkola halaya durmuştur. 2500 kişilik bir kentin kurucusu olan ve ayakta kalmasını sağlayan gençler, onca aksaklık ve zorluğa rağmen, kardeşliklerine en küçük zarar vermeden, sorunların üstesinden gelmiş ve başarıyla 2500 kişilik bu kenti yönetmişlerdir. Hayatında şimdiye kadar hiç bir sorumluluk almamış, hiç güvenilmemiş bir genç için, bir işi kotarmak, bir şeyler üretmekten daha güçlü bir sihir olabilir mi?
10 gün boyunca, 2500 kişinin kampı en iyi şekilde tamamlamaları için uğraş vermek gibi ağır bir yükümlülük üstlenen Emek Gençliği, yönetmeye dair çok şey öğrenmiş ve en zor anlarda bile gençliğe güvenerek ve onlara yaslanarak işlerin üstesinden gelinebileceğini göstermiştir. Özellikle Emek Gençliği üyelerinin her türlü fedakarlık ve özveri ile yürüttüğü çalışma, sınıfın derimci partisinin gururu olmuş ve geleceğe olan güvenini artırmıştır.

KAMPTA EMEK GENÇLİĞİNİN “KUŞATMASI” GEÇERLİYDİ
Türkiye gençliğinin yaşam koşullarından bahsederken, hep “emperyalist kültür kuşatması”ndan söz ederiz.. Kamp, kurallarını bizim koyduğumuz ve olabildiğince emperyalist kültürün kampa girişine izin vermediğimiz bir alandı. ancak kampta, gençler, yine bir “kuşatma” altındaydı ve bu kuşatma, kamptaki gençlere değişim kıvılcımlarını saçan Emek Gençliği’nin, sosyalizmin kuşatmasıydı. Gençler, kamp boyunca, yaşamlarının hemen tüm alanlarında Emek Gençliği ile yüz yüze geldiler. Eğlenirken, dinlenirken, öğrenirken ve üretirken; konserde, atölyede, yemekte, panelde, temizlikte, boş zamanlarında, sorunları ve sıkıntılarında, yani gençliğin yaşamının her noktasında söyleyecek bir sözümüz, bir penceremiz ve yaşamın bizzat kendisi içerisinde yer bulan alternatiflerimiz gençlerle buluştu. Ve diyebiliriz ki, kısa zamanda sağlanan bu büyük etkinin altında, böylesi bir kuşatma yatmaktadır.
Devasa araçları ile gençliği çevreleyen emperyalizme karşı, gençleri yaşamlarının tüm alanlarında kucaklayacak bir çalışma, Emek Gençliği’nin tarzı olmalıdır. Gençliğin yaşamına girebileceğimiz tüm kanalları tutmalı, buna uygun olarak da çok yönlü bir çalışma yürütebilmeliyiz. Gençlerin kültürel, sanatsal, sportif ihtiyaçlarına ve ilgilerine seslenebilmeliyiz. Yaşam alanlarında (okulunda, işinde, mahallesinde) beklentilerine, taleplerine, sorun ve sıkıntılarına dair söyleyecek bir sözümüz olmalı ve tüm bunların üzerinden politik bir propaganda ve ajitasyon çalışması ile tekrar tekrar gençlerle yüz yüze gelebilmeliyiz. Ancak böylesi günlük, çok yönlü ve istikrarlı bir çalışma ile gençlik yığınlarının geniş gövdesini kucaklar ve onlar için bir ses, bir tercih olabiliriz.
Kampın büyüsünü ülkenin dört bir yanına yaymak ve her yeri kamp alanına dönüştürmek, böyle bir çalışma ile mümkün olacaktır. Bir genç, mahallesindeki spor kulübünde, gittiği kahvede, otobüs beklediği durakta, çalıştığı işyerinde ve evinde, arkadaş çevresinde, doğrudan Emek Gençliği ya da onun propagandası ile yüzyüze gelebilmelidir.
Bunu başarmanın yolu, çok yönlü bir çalışma yürütebilmektir. Hem kültürel, sanatsal, sportif alanlarda çalışmalar yapan, hem ülkede ve dünyada gelişen her türlü olayı sosyalist bakış açısı ile kavratacak günlük, canlı ve atik bir propaganda çalışması yürütebilen, hem de gençlerin yaşadığı sorun ve sıkıntılar karşısında yanında bulduğu, güvendiği, cesaretli ve becerekli bir gençlik örgütü, gençliğin yaşamının bir parçası olmuş demektir. Bir mahalleyi böylesine kuşatan bir gençlik örgütü, o mahallenin arkasından yürüyeceği bir örgüttür. Bunun için gençlere görev vermedeki zaaflarımızı aşmak, çalışmamızdaki dar ve tekdüze, sol-sekter bakış açılarını kırmak, tüm gençlik kesimlerine seslenebilecek bir yelpazeye sahip olmak zorundayız.

KAMPIN RENKLERİ
Kampın katılımcılarının çok renkli bir bileşim oluşturduğunu söyleyebiliriz. Farklı kültürlerden, farklı yaşam standartlarından, farklı bilinç düzeylerinde yüzlerce gencin tek ses olmasını sağlayan kampın “renkliliği”, başarısında rol oynayan özelliklerinden biriydi. Yukarıda da değindiğimiz gibi, gençlik, zaten bu renkleri içerisinde barındırmaktadır. Gençlik çalışmamızda bu zenginliği görebilmeli ve çalışmamızın bir parçası haline getirebilmeliyiz. Bir ölçüde aşılmış olsa da, belli bölgelerde ciddi şekilde karşımıza çıkan darlıklar ve seçkinci tutumlar, gençlik çalışmamızı bu renklerden mahrum bırakmaktadır. Bu, bizi daraltıp yalnızlaştıran bir başka etken olmaktadır. Belli tipte, belli özellikte gençlere* seslenen bir tarzdan, gençliğin ana gövdesinin dışına düşen bir çalışma şeklinden çıktığımızda ve her kesime seslenebilecek renklilikte bir çalışma yapabildiğimizde alacağımız karşılık da daha renkli ve verimli olacaktır. O halde, Emek Gençliği, Türkiye gençliğinin farklı farklı alanlarda ve çok yönlü olarak tüm üretimlerini birleştiren ve rengini onlardan alan bir “gökkuşağı” gibi olmalıdır. Gücünü de bu renklilik ve zenginlikten alacaktır. (İdeolojik çok renklilikle ilgisi olmayan böylesi bir çalışma için sınıfın devrimci partisinin deneyimleri, devrimci gençliğe sunduğu olanaklar, dünya işçi sınıfının mücadele deneyimleri bu imkanı sağlayacaktır. Tüm bunlara gençliğin yaratıcılığını da eklediğimizde başarılı olmamak için hiçbir neden yok.)
Böylesi bir çalışma, bizi, kampanyalar beklemekten ve tek düze bir çalışma yürütmekten de kurtaracaktır. Çok basit bir örnek vermek gerekirse; bir üniversitede açılış şenliği düzenleyeceğiz diyelim. Bu açılış şenliğine yalnızca türkü/özgün müzik grupları çıkarılacağına, yanına örneğin bir de rock grubu eklenerek, üniversite gençliğinin başka bir kesimi ile de buluşmak olanaklı olacaktır. 
Anlatmak istediğimizi ne kadar renkli bir çalışma ile gençlere sunarsak, o kadar geniş bir kesimin ilgisini uyandırabilir ve yanıtını alabiliriz. İstikrarlı, planlı, programlı, bir de çok yönlü ve çok renkli bir çalışma ile; yaşam olanakları alabildiğine daraltılmış ve geleceği yok edilmek istenen milyonlarca gençle birleşmememiz için hiçbir neden olmayacaktır.

GENÇLİK DIŞI OLANAKLARI DEĞERLENDİRMEK
Gençlik çalışmasının renkliliğinden bahsederken, elbette, bizim dışımızda bu renkliliği sağlayacak olanaklar da önemlidir. Örneğin çalışma yürüttüğümüz alandaki bir belediye ile girilen ilişkiler, bir anda, çalışmamıza sayısız olanak sunan bir ilişkiye dönüşebilmektedir. Kamp çalışmasında, onlarca belediye ulaşımı üstlenmiş, çadır, ilaç, temizlik malzemesi vb. vermiş; kültür komisyonlarını seferber etmiş, gençlerin kamp ücretlerini karşılamış, kamp tanıtım kokteyllerini üstlenmiş, kampı ziyaret etmiş ve daha birçok katkı sunmuştur. Günlük çalışmamızda da, belediyeler dışında kurumların, dernekler vb.’nin gençlik çalışmasına renk katabilmesini sağlayacak bir ilişki geliştirilmesi gerekliliği ortadadır. Her kurum ve alan için bu ilişkinin kuruluş yöntemi ve içeriği değişiklik gösterecektir, ancak bu alanda da, dar/“muhalif” bir tutuma sıkışmayıp, çeşitli kurumlarla kurulan ilişkileri gençlik mücadelesinin kanallarını genişleten imkanlar olarak değerlendirecek planlar yapabilmeliyiz.
Yine aydın, sanatçı ve akademisyenlerin gençlik çalışmamıza sunduğu olanaklar bizim için çok değerlidir. Yılda bir-iki defa çeşitli etkinlikler için yüzyüze geldiğimiz aydın kesimi ile ilişkilerimizi daha sistemli bir ilişki haline getirebilmek ve politik platformumuza da cesaretle çağırabilecek bir propaganda çalışması eşliğinde planlamak durumundayız. Özellikle partimizin politik platformuna kazanmak yahut genel politikalar konusunda birlikte hareket edebilecek bir ilişkiyi geliştirmek üzere, akademsiyenlere özel bir çalışma yürütmek şarttır. Bilim çevrelerinde ve aydın kesimler içerisinde saygınlığımızın artması ve bilim insanlarının çalışmamıza katacakları renkler ve güç hiç de hafife alınamaz.
Akademisyenlerle kamp çalışması esnasında kurduğumuz diyaloglardan cevap alabildiğimizi, kampı destekleyenler listesinde yer alan dikkat çekici sayıdaki akademisyen isminden anlayabiliyorduk. Kampa katılan akademisyenlerin memnuniyetlerini bildiren teşekkürleri ve bazılarının partiye üye olmak istediklerini söylemeleri, kampın akademisyenlerle ilişkiye girmek yahut geliştirmek için kaçırmamamız gereken bir fırsat olduğunu ve bu ilişkinin genel olarak kurulabilir olduğunu gösteriyor. Gençler ve kampa katılan akademisyenler, el ele, kampa gelmeyen akademisyenlere kampı tüm detaylarıyla hedefleri ve sonuçları itibarıyle anlatacak bir program çıkarmalıyız. Kamp tanıtım etkinliklerinde dikkatle ele alınması gereken bir nokta da, akademisyenler içerisinde kampın tanıtımı olmalıdır.
*
Kampın tanıtımı ve kayıt çalışmasında, kampa katılan gençleri kat kat aşan bir gençlik kesmi ile yüzyüze geldik. Kampın ilk adımı olarak, gazete abonelerinin çocuklarını ve Emek Gençliği ile ilişkisi olmayan tüm partili çocuklarını kampa kayıt etmeyi önümüze görev koymuştuk ve kaydolanların büyük çoğunluğunun, bu çalışma üzerinden kampa geldiğini söyleyebiliriz. Kampa katabildiğimiz yüzlerce genç ile kamp dışındaki çalışmalarda bir araya gelmede nasıl da eksik kaldığımızın bir göstergesi oldu bu çalışma. Her hafta evlerine gittiğimiz, gazete götürdüğümüz ailelerin çocukları ile yüzyüze gelmemiş olmamız gerçeği kabul edilemez bir şeydir. Kaldı ki, kampa katılan bu gençlerin büyük çoğunluğu, kamp sonrası, “artık ben de Emek Genciyim”, “bundan sonra ben de çalışmalara katılmak istiyorum”, “partiye üye olmak istiyorum” demiştir. Çalışmamızın darlığı nedeniyle, denediğimiz ama cevap alamadığımız yahut hiç yüz yüze gelmediğimiz bu gençleri kampa getirecek bir ilişki kurabildiğimize göre, onlara seslenecek renklilikte bir çalışma yürüttüğümüz takdirde, onlarla, kamp olmadan da buluşabileceğimiz sonucunu çıkarmamamız için bir neden yok.
Yine kampta gördük ki, gençlere, cesaretle Emek gençliğini anlattığımızda ve çağırdığımızda, cevap alabilmekteyiz. Kampta yaptığımız toplantılarda, gençleri Emek Gençliğine çağırıp da, olumsuz tepki aldığımız bir tek örnek dahi yok. Gençlikle ilişkilerimizde, “biraz daha zaman var”, “henüz hazır değil” gibi yaklaşımların bizleri anlamsız yere darlaştırdığı, kamp ile bir kez daha görüldü.
Politikayla ilgilenmiyor diye düşünüp geri bir noktadan yaklaştığımız gençlerin bile ülkede ve dünyada yaşanan gelişmelere dair söyleyecek şeylerinin olduğunu, paneller ve toplantılar göstermiştir. Liseli gençlerle yapılan toplantılarda bile, gençliğin öğrenmeye, bildiklerini ve düşündüklerini paylaşamaya ne kadar ilgili olduklarını gördük.
Kampta ortaya çıkan bu ve benzer eksikliklerin temelinde, yukarıda çeşyitli yönlerden değindiğimiz darlıkların yattığı ortada. Dikili Gençlik Kampı, –doğru değerlendirilirse– Emek Gençliği’nin çalışmasına çok şeyler katarak sonuçlanmıştır. Ve kuşkusuz, Emek Gençliği üzerinden Türkiye gençlik mücadelesine de çok şeyler katacaktır. Şimdi çıkardığımız sonuçlar ve edindiğimiz deneyimler ile kampın tüm zenginliğini Türkiye’nin dört bir yanına yaymak için kolları sıvamak zamanıdır. Bunun için, öncelikle kampa katılan tüm gençleri, kampı anlattığımız, gelemeyen gençleri ve kampa gelen/gelemeyen tüm gençler eliyle onların da çevresindekileri, kampın yarattığı heyecan ve enerji ile birleştirerek ve Emek Gençliği çalışmasına dahil ederek, işe başlanmalıdır. Burada, kampın tanıtım etkinliklerini iyi planlayabilmek önemlidir. Daha kamptan döner dönmez, gençler, gelecek yıl yapılacak kampın hazırlıklarına girişmiş, tüm arkadaşlarına kampı anlatmaya, kampın heyecanını onlara da yaymaya başlamıştır.
Böylesi bir kampı ancak ve ancak örgütlü bir gücün başarabileceğini, kampın başarısının anahtarının burada olduğunu ve bu güzelliğin parçası olmak için örgütlü yaşamın da parçası olmak gerektiğini, yüksek sesle gençler içerisinde anlatmalı, gençlerin kampı, mücadele ederek örgütleyebileceğini, gelecek yıla böyle hazırlanılması gerektiğini tüm gençlere kavratabilmeliyiz. Kampın kazanımlarını, Türkiye gençlik mücadelesinin kazanımları olarak artırabilmek gibi ağır bir sorumlulukla çalışmak zamanıdır şimdi.

*
Gençlik mücadelesi, gençliğin en ileri unsurları etrafında öbeklenmiş geniş gençlik yığınlarının örgütlü mücadelesi sayesinde geleceğe müdahale edecek bir etki ve güce kavuşabilir.  Bu mücadelede, sosyalizm davasının gençlik yığınları içerisinde etkinliğinin artırılması ve işçi sınıfının mücadelesi ile gençlik mücadelesinin birleştirilmesi görevi, gençlik yığınları içerisinde mevzilenmiş sınıfın partisinin üyelerinindir. Gençliğin güncel talepleri ve sorunları üzerinden biçimlenen gençlik mücadelesini politik bilinçle donatacak ve sınıf mücadelesinin bir parçası haline getirecek müdahaleyi, sınıfın partisinin genç militanları yapacaktır. Bunun için, gençliğin doğal önderleri ile, en ileri unsurları ile birleşecek ve gençliğin geniş gövdesini kucaklayacak bir mevzilenmeye ihtiyacımız vardır. Bu mevzilenmeyi sağlayacak planlı, istikrarlı, çok yönlü ve çok renkli bir çalışma şarttır.
Dikili’de gerçekleştirilen gençlik kampı gençliğin mücadelesinde Emek Gençliği’ne ve sınıfın partisine bir çok deneyim bırakarak sonuçlanmıştır. Bu deneyimler, çalışmalarımızdaki eksiklerimizi ve zaaflarımızı aşmamızda önemli bir hazinedir. Bu hazinenin Türkiye gençliğinin mücadelesine kazandırılması, kampın örgütleyicisi olan Emek Gençliğinin ellerindedir.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑