Suriye Kürtleri, sol ve ‘muhalefete ayar’

Suriye’deki çatışma süreci iki yılını geride bıraktı. Arap ayaklanmalarının ilk başladıkları ülkeler olan Tunus ve Mısır’dan bahsedilecek olsa, söze “çatışma süreci” yerine, “Arap isyanı” ya da benzeri bir ifade ile başlamak gerekirdi. Çünkü bu ülkelerde ortaya çıkan hareketlenmeler, hatırlanacağı gibi, halkın, işçi ve emekçilerin büyük kitle gösterileriyle kendi diktatörleriyle hesaplaşma süreci olarak başlamıştı. Muhalefetin doğru bir program etrafında birleştirilmesini sağlayacak önderlik sorunları yaşanmış olsa da, bu ülkelerdeki hareketler, dünya devrim tarihine Arap halklarının derslerle dolu önemli bir katkısıydı aynı zamanda. Arap coğrafyası, Ortadoğu ve Afrika’ya yönelik olarak batıda hakim olan oryantalist klişeleri yerle bir eden bu ayaklanmaların daha sonra batının emperyalist güçlerinin müdahalesiyle, küresel sistemden kopmalarının engellenmesine girişildiği biliniyor.
Bu müdahale süreci, Arap coğrafyasındaki halk ayaklanmalarını, sosyalizmin varlığı ile belirlenen iki kutuplu dünyanın son bulmasının ardından, eskiden Rusya’nın etki alanında bulunan ülkelerde örgütlenen “kopuş” ve kapitalist sisteme eklemlenme yönündeki hareketleri nitelemek üzere kullanılan “bahar” klişesi de yeniden devreye sokuldu. ABD’nin başını çektiği kapitalist emperyalist sistemin beslediği ve desteklediği –alttan alta örgütlediği– “renkli devrimler”in vazgeçilmez söylem kategorilerinden biri olarak “bahar” kavramının yakıştırılmasıyla birlikte, artık Arap coğrafyasındaki hareketlenmeler de ikili bir karakter kazanmaya başladı. Halk güçlerinin devrimlerini çaldırmama mücadelesi ile işbirlikçi güçlerin bu mücadeleyi saptırarak yeniden emperyalist ilişkilere eklemleme müdahale ve entrikalarının iç içe geçtiği bir süreçtir. Arap ayaklanmalarına emperyalistlerin müdahalesiyle varılan noktanın son örneğini de Libya oluşturdu. Emperyalist saldırının desteği ile Kaddafi’nin linç ettirilmesinin ardından şeriatın ilan edildiği bu ülke, bu sürece yol açan ABD emperyalizmi açısından bile kontrol edilmesi hiç de kolay olmayan bir kaos coğrafyasına dönüşmüş durumda.
Suriye’deki ilk hareketlenmeler de, Arap isyanlarının yol açtığı rüzgarın etkilerini de içeren yerli bir özellik taşısa da, kısa bir süre sonra başını ABD’nin çektiği emperyalist güçlerin, bölgedeki işbirlikçileriyle birlikte giriştiği müdahaleler sonucunda bu tablo çok büyük ölçüde değişmiştir. Dışarıdan destekli işbirlikçi bir muhalefetin bozuşturucu etkisi, bu ülkede olup bitenleri genel bir tanımla “halk isyanı” olarak nitelendirmeyi zorlaştırırken, demokratik halk inisiyatifleri de bu ortamın etkisi ile adeta saha dışına itilmiştir.
Bu nedenle de, Suriye’de iki yılı aşkın süredir olup bitenleri tarif ederken en temkinli ifade olarak “çatışma süreci” gibi bir kavram, başvurulması en makul kavram gibi gözüküyordu. Ta ki, Suriye’nin kuzeyindeki Kürt şeridini tanımlamak üzerine kullanılan Rojava ya da Batı Kürdistan’daki devrimci halk inisiyatifi kendisini öne atana kadar!

ROJAVA’DA DEMOKRATİK ÖZERKLİK
Irak Kürdistanı ile sınır olan Dêrika Hemko’da başlayan, Qamişlo ve Serêkaniyê’ye kadar devam eden Cezire bölgesini ifade etmek üzere kullanılan Rojava’da, ‘Demokratik Özerklik’ hedefinin hayata geçirilmesine yönelik olarak ciddi adımlar atılmış durumda. Kürtler Halep, Afrin ve Kobani’de de halk meclislerine dayalı bir yönetimi inşa etmenin mücadelesini veriyorlar.
Suriye’nin kuzeyinde Hafız Esad’ın yaklaşık yarım asırdır önemli çoğunluğunu kimliksizleştirmiş olduğu Kürtlerinin özgürlük mücadelesi 1950’li yıllardan itibaren sürüyor.
1962 yılında Kürtlerin yaşadığı bölgede yapılan nüfus sayımı, Kürtler ile merkezi hükümet arasında bugün hala devam eden sorunların en temel kaynaklarından birinin başlangıç noktasıdır. Sonradan gelen farklı etnik unsurları ayırma iddiasıyla gerçekleşen sayımda yaklaşık 120.000 Kürt, vatandaşlıkları ellerinden alınarak kimliksizleştirildiler. Bu kategorilerden “yabancılar” toprak ya da ev sahibi olamıyorlar. Doktor ya da mühendis olarak görev yapmaları ya da kamu kuruluşlarında çalışmaları mümkün değil. Yaptıkları evlilikler resmi olarak tanınmıyor. Oy verme gibi siyasal hakları bulunmuyor ve pasaport da verilmediği için yasal olarak Suriye’den ayrılma ya da geri dönme imkanları yok.
Kayıtsız konumunda olanların durumu ise, daha kötüdür.
Suriye’nin “en alttakileri” olmak anlamına gelen bu eşitsizlikler tablosunu değiştirmek için 60 yıldır inişli çıkışlı bir mücadele veren Suriye Kürtleri, geçtiğimiz yılın Temmuz ayından itibaren de, Cezire bölgesinin yönetimini ele almak üzere hareketlendiler. Ve aşama aşama Haseke’ye bağlı ilçelerden oluşan bu bölgenin yönetimini ele almaya başladılar.
Esad yönetimi bu süreçten sonra, onlarca yıldır kimliksiz bıraktığı Kürtlere kimlik verme vaadinde bulundu.
Bu “reformun” ilk gündeme gelişinden 2011’in sonuna kadar yaklaşık 40 bin Kürt’e vatandaşlık kimlikleri verildi, ancak, askerliklerini yapmaları için de çağrı yapıldı. Vatandaşlık kimliklerini alan Kürtlerin askere alınacağının açıklanması üzerine, Esad yönetiminin kendilerini muhaliflere karşı kullanacağı endişesini yaşayan, özellikle 18-25 yaşındakilerin bir bölümünün Kuzey Irak’a, bazılarının da Avrupa ülkelerine kaçtığı basına yansıdı.
Onlarca yıldır kimliksiz bırakılan Kürtlere “kimlik” verilmesi bile, bir hakkı tanıma temelinde değil de, çatışmalardan bunalan rejimin Kürtlerin, diğer muhalefet kesimleriyle rejime karşı birleşmesini engellemeye ve kendisine yeni bir silahlı güç devşirmeye yönelik bir hesabın parçası olarak gündeme gelmişti.
Ancak bu gibi hesaplar, Suriye yönetiminin Kürtlerle arasında çok derin bir biçimde kırılmış olan bağları tamir etmeye tabii ki, yetmedi. Kürtler Rojava’da bulundukları bölgelerin yönetimini ele alma mücadelesi verirken, kendi birliklerini sağlamaya da önem verdiler.
Suriye’nin Kürt muhalefeti içinde sahadaki en etkin siyasi güç olan Demokratik Birlik Partisi’nin (PYD) içinde bulunduğu Batı Kürdistan Halk Meclisi ile Suriye Kürt Ulusal Meclisi arasında 11 Temmuz 2012’de Hewler’de yapılan anlaşma ile Kürt partileri güçlerini birleştirme kararı aldı. Daha sonra ise ‘Desteya Bilind a Kurd’ (Kürt Yüksek Konseyi) kuruluşunu ilan etti. Konsey bünyesinde yer alan Kürt siyasal parti ve örgütleri, “Kürtlerin halk olarak tanınması, anayasada bunun tanımlanması ve haklarının güvenceye alınmasını” Kürtlerin vazgeçilmez koşulu olarak tanımladı.
Suriye’de Kürt muhalefetinin, ülkedeki diğer muhalefet kesimleriyle ilişkilerinin biçimini PYD Güney Kürdistan Temsilcisi Dr. Mıhemed Reşo, şöyle tarif ediyordu: “Suriye’de ‘dış muhalefet’ ve ‘iç muhalefet’ var. Dış muhalefet Katar, Türkiye ve Suudi Arabistan destekli ve Kürtlerin Suriye devrimi içerisinde yer alarak kazanım elde etmesini istemiyor. Kürtlerin haklarını kabul etmiyorlar. Bu nedenle dış muhalefetin içine girmedik.
“İç muhalefet ise, Heyeta Koordinasyona Neteviya Guhertina Demokratik adı altında toplanmış durumda. Suriye’nin tüm demokratik, laik, ilerici, işçi örgütleri ve rejime muhalefetten yıllarca  hapis yatmış kesimlerini bir araya getirmiş durumda. Biz de PYD olarak bu muhalefet içinde yer alıyoruz. Çünkü bu muhalif kesimler Kürtlerin haklarını ve bu hakların anayasada yer almasını kabul ediyor.
“Devrimin başlangıcında Kürtleri de rejim ile çatışma konusunda yanlarına çekmeye, kullanmaya çalıştılar. Biz ÖSO ile savaş dursun diye anlaşma yaptık, Esad’a karşı savaşalım diye değil.  Biz ÖSO ile ittifak yapıp onların bünyesinde Esad’a karşı savaşmayız. Kürt kentlerini Esad’ın tank, top ve uçaklarının hedefi haline getirme niyetinde değiliz.” (Rojava’yı Halk Yönetiyor, Evrensel, 27-03-2013)
Bu yazı kaleme alınırken, PYD’nin Kürt Yüksek Konseyi’nde yüzde 50 temsil hakkı bulunuyor. Diğer yüzde 50’lik bölüm ise, Barzani çizgisindeki irili ufaklı 16 Kürt partisinin yer aldığı ENKS (Encûmena Nîştîmanî  ya kurd Sûriye) oluşturuyor.
2003 yılında Abdullah Öcalan’ın Kürtlerin yaşadığı dört ülkede Demokratik Konfederalizm tezi çerçevesindeki örgütlenme modelini ortaya atmasından sonra kurulan PYD, Kürtlerin Rojava’daki tek silahlı savunma gücü olan YPG ile birlikte sahadaki en etkin örgüt olma durumunu korurken, bir yandan Kürtlerin bölgedeki kazanımlarının korunması, diğer yandan da halkın aşağıdan yukarıya yönetime dahil edildiği bağımsız demokratik bir yönetim biçiminin hakim kılınmasının savaşını veriyor.
Rojava’nın Kürtlerinin üretim süreçlerindeki yerleri de, bugüne kadar rejimin onlar üzerindeki politikalarının dolaysız sonuçları biçiminde olmuştu. Örneğin, Derik’e komşu olan Girke Lige ve Rîmelan ise Suriye’nin petrol bölgesi ve bu bölgede Araplar ve Kürtler birlikte yaşıyorlar.
Suriye’nin petrol bölgesi olarak bilinen Rîmelan’da, Baas rejimi, petrol işçilerini yerli olmayan Araplar’dan seçerken, bölgede yaşayan Kürtlere ise, tarım ile uğraşmak ya da geçici işlerde çalışmak düştü. Rojava’da bugün verilen mücadele bir anlamda bu “makus tarlhin” de değiştirilmesi mücadelesidir. Rojava’daki petrol bölgelerinde şu an itibariyle Kürtler denetim sağlamış durumda olsa da, bölge petrolünün geleceğinin tayini de, önümüzdeki dönem de yanıt bulacak önemli sorulardan biri olma özelliğini koruyor.
Kürtler bulundukları bölgelerdeki kazanımlarını korumayı başardıkları takdirde, Suriye’nin bundan sonraki Esad’lı ya da Esad’sız yönetimiyle –şu an itibariyle bu konuda kesin hüküm vermek ve iddiaları tahminler de bulunmak çok da mümkün gözükmüyor– bu konuda bir müzakere ve mücadele süreci yaşayacaklar.

TÜRKİYE SOLUNDA ROJAVA BÖLÜNMESİ

Rojava’da yaşanan sürecin nasıl tanımlanacağına ilişkin olarak ise, sol içinde parçalı bir tablodan söz etmek mümkün. Arap coğrafyasında başından beri olup biten sürecin neredeyse tamamını, başını ABD’nin çektiği “emperyalizmin bir oyunu” olarak gören sol çevreler, Suriye’nin Kürt coğrafyasında olan bitenleri de aynı minvalde bir gelişme olarak değerlendiriyorlar. Arap halklarına, bağımsız bir temelde ayaklanma hakkını çok gören bu “sol” anlayış, Suriye Kürtlerine de, emperyalist hesaplardan bağımsız bir biçimde kendi geleceğini kurmayı çok görüyor.
Her açıdan oryantalist klişelerin esiri olmuş olan bu “sol” siyasetlerin Suriye’deki Kürt gerçeğine bakışları, Türkiye’deki Kürt gerçeğine bakışlarının da dolaysız bir yansımasını oluşturuyor.
Suriye’ye emperyalist müdahaleye karşı çıkmak ile işbirlikçi karakterde olmayan muhalefete destek vermek arasındaki ayrım ise, Türkiye’de solun bir kesimi tarafından çoktan es geçilmiş durumda. Soruna böyle bakanlar, Kürtlerin Suriye’nin kuzeyinde bulundukları bölgenin yönetimini ellerine almalarına da aynı bakış açısının beslediği bir kuşkuculukla bakıyorlar. Suriye Kürtlerinin bu ayaklanmalarını “emperyalist” politikalar içinde tanımlayanlar, Türkiye’de İmralı’da yeniden başlayan görüşmelerin ardından girilen süreci de emperyalizmin aynı “büyük oyunu” içinde değerlendiriyorlar. Böyle düşünenler için, Türkiye Kürtlerinin onlarca yıldır verdiği mücadele, ödediği büyük bedellerin nasıl ki, kayda değer bir önemi yoksa, Suriye Kürtlerinin mücadelesinin de bir hükmü şahsiyeti bulunmuyor.
Antiemperyalizm ve bağımsızlık anlayışlarında bölgedeki gerici statükonun ve diktatörlüklerin savunulmasına geniş yer veren bu ‘sol’ anlayışlar, bunun doğal bir sonucu olarak bağımsız halk inisiyatiflerini de görmezden gelmeyi tercih ediyorlar. Leninizm’in ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ ilkesine taban tabana zıt olan bu yaklaşımları sol siyaset adına savunanlar, özünde bağımsızlıkçı değil, şoven milliyetçi bir çizgide siyaset yapıyorlar.
Bu temelde politika yapanlar, ABD emperyalizminin başını çektiği ‘Şii hilaline karşı, Sünni bir cephe oluşturma’ siyasetini de tersten besleyip güçlendirilmesine hizmet ediyorlar.
PYD yetkilileri ÖSO çeteleri ile sadece Araplarla Kürt nüfusun birlikte yaşadıkları Serêkaniyê’de bir çatışmasızlık anlaşması yaptıklarını açıklamış olsalar da, TKP’nin gazetesi Sol ısrarla PYD ile ÖSO’nun birlikte Esad’a karşı savaştıklarını öne süren bir yayıncılık yapmaktka ve İmralı süreciyle “Alevilerin ihmal edildiği” iddiasından hareketle, Suriye’de de Alevilere karşı PYD-ÖSO ittifakının işletildiğini öne sürmektedir. Emperyalizme karşı mücadele adına, emperyalizmin mezhep bölünmeleri üzerinden egemenlik tesis etme planlarına ‘soldan’ bağlanan bu yaklaşımın, Türkiye’de de Alevileri, Kürtlerin ve İmralı sürecinin karşısına dikmeyi amaçladığı görülüyor. Böylesine bir tutumun ‘sosyalizm’ adına savunulması ise, Türkiye’de solunun belli bir kesiminin savrulduğu trajik noktayı göstermektedir.
Diğer taraftan, Özgür Gündem gazetesinde de, yer yer, Esad’a karşı olmak adına, –PYD sözcülerinin bu konudaki ölçülü ve temkinli açıklamalarına rağmen– PYD ile ÖSO arasındaki lokal ilişkiyi genel bir ittifak düzeyine yükselten yayınlar olabilmektedir.
Öte yandan PYD Eşbaşkanı Salih Müslim, İmralı sürecinin kendilerini de etkileyeceğine vurgu yapan bir iki açıklama da bulundu. Bunlardan ilki, İmralı sürecinin ilk zamanlarına denk gelen 12 Mart 2013 günü ANF’ye yaptığı açıklamalarda yer aldı.
Müslim, o röportajında, ÖSO ile anlaşmalarını şu biçimde ifade ediyor: “Biz Suriye dışından gelenlerle anlaşma imzalamadık. Bizim muhatap alıp imzaladığımız güçler Suriye’nin içindeki güçlerdir. Dışarıdan gelen çeteci gruplar bu anlaşmayla zaten ofsayda düştüler ve YPG’ye karşı yenilip çıkmak durumunda kaldılar. Biz Özgür Suriye Ordusu ile anlaşma imzaladık. Türkiye’nin gönderdiği, Afganistan’dan şuradan buradan da gelen çetelerle değil. Onlar aradan çıktı artık.”
Müslim aynı röportajda “sizin Suriye Ulusal Koalisyonu’yla ilişkileriniz de biraz pekişti sanırım. En son Muaz El Hatip ile Kahire’de bir görüşme yaptınız. Görüşmeleriniz devam ediyor mu?” sorusuna da şu yanıtı vermişti: “Şimdi bu koalisyon ilk kurulduğunda Yüksek Kürt Konseyi’ni muhatap olarak tanımadı. Bu, Türkiye’nin yönlendirmesiyle oluyordu tabii ki. Onlar bazı Kürt partileri ve şahsiyetleri esas alıp bizi içten parçalamayı esas aldılar. Kendilerine göre yönlendirmek istediler. Biz o zaman onlara haber gönderdik ve dedik ki; Yüksek Kürt Konseyi dışında hiç kimse Kürtleri temsil etmiyor dedik. Kürt partilerine de, siz Kürtleri temsil etmiyorsunuz Kürtlerin temsilcisi Yüksek Kürt Konseyi’dir dedik. Bazıları gidip bazı toplantılarda konuştular ve sadece onunla yetindiler.
“Daha sonra özellikle Serêkaniyê’deki gelişmelerden sonra biz diyalogun devam etmesi için bir komite oluşturduk ancak olmadı diyalogumuz sürmedi. Neden?
“Bunun bazı sebepleri vardır. İçten ve dıştan… Suriye Ulusal Koalisyonu bu konuda kendi arasında anlaşamıyor. Bizimle, Kürtlerle ilişkilenmek istemeyen bazı gruplar var. Bazı Kürt partileri de küçük hesaplar peşinde ve Yüksek Kürt Konseyi’nin muhatap olarak kabul edilmesine karşı çıkıyorlar.
“Evet, Kahire’de El Hatip’le görüştük, ancak bu tarafları temsilen değil şahsi bir görüşmeydi. Ben PYD Eşbaşkanı, bir Kürt şahsiyeti olarak kendisi de kişisel olarak görüştük.
“Bizim Suriye’nin geleceğine ilişkin perspektifimiz var, bunu her yerde ve herkese anlatıyoruz. Onlara da, bizi başkalarından duyacağınıza bizi bizden dinleyin dedik. Biz özgür ve bağımsız bir gücüz, kendi irademizle hareket ediyoruz. Muhatap alacağımız güçlerin de özgür olmasını ve kendi iradeleriyle karar almasını istiyoruz, dedik. Ancak özgür olanlar ve kendi iradesiyle hareket eden güçler anlaşabilirler dedik.
“Kendisi de anlaşmaya karşı olmadığını belirtti. Ancak kendi aralarındaki çelişkilerden dolayı bizimle anlaşma yapmaktan uzaklar. Ve tabii ki Türkiye’nin yönlendirmesiyle hareket eden gruplar anlaşma önünde engel teşkil ediyorlar.”
Salih Müslim, İmralı sürecinin ilerleyen aşamalarında da, İmralı sürecinin Suriye muhalefeti ile ilişkilerini etkileyeceğini ifade eden başka açıklamalar yaptı. Ve Türkiye Dışişleri Bakanı Davutoğlu da, PYD’nin muhatap alınabileceği yeni bir sürecin başlayabileceğinin sinyalini vererek, şu 3 şartı dile getirdi: “1- Rejim yanında yer almayacak 2- Suriye halkının seçimle işbaşına getireceği parlamento oluşana kadar emrivaki yapmayacak (yani fiili durum yaratıp bir bölgeyi kendisinin ilan etmeyecek) 3- Türkiye’de teröre destek vermeyecek.”
Davutoğlu, bu açıklamaları, ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin Türkiye yaptığı ikinci ziyaretin sonrasında dile getirdi ve Kerry’nin ikinci ziyaretini şu sözlerle özetledi: “İkincisi ise, özellikle Suriye bağlamında, ‘ne yapabiliriz?’ sorusunun masaya daha açık konduğu bir görüşme oldu.”
ABD’nin, Türkiye’nin Suriye politikasına yönelik rezervleri arasında, Kürt sorunu ile ilgili kaygılarını Suriye muhalefetine yönelik yaklaşımında da baskın bir biçimde öne çıkarmasının da olduğu biliniyor.
Davutoğlu’nun yukarıda alıntıladığımız açıklamaları da, Türkiye’nin bu tutumunu terk etmediğini, ancak öncesine göre de yumuşattığını gösteriyor. Ve Türkiye’de AKP Hükümeti’nin Türkiye’nin içindeki Kürt sorununda olduğu gibi, onu etkileyen Suriye Kürtlerinin pozisyonu ve buradaki statünün geleceğine kadar bir dizi konuya da İmralı görüşmelerinin konusu yapması şaşırtıcı değildir ve olmayacaktır.
Kürtlerin kazanımlarının korunması için ise, emperyalizmden ve işbirlikçi bölge gericiliklerinden gelen baskılar karşısında direnç göstermesi, onlara dolgu olmaması gerektiği açıktır. Gerçekten demokratik bir ülke olarak varolabilmenin yegane koşulu da budur.

SURİYE MUHALEFETİNE ‘YENİ AYAR’
Suriye ‘muhalefeti’nin güncel durumu açısından ise, 11 ülkenin dışişleri bakanlarının bir araya geldiği 21 Nisan 2013 günü gerçekleştirilen ‘Suriye’nin Dostları’ toplantısının, ‘Suriye muhalefetine’ yönelik yeni bir ‘ayar’ toplantısı olduğu alınan kararlarla da görülmüştür. Yardımların ‘Suriye Yüksek Askeri Konseyi’ üzerinden yapılacağı belirtilen kararlar, Türkiye’nin El Kaideci güçleri de açıktan destekleyen dış politika çizgisine de bir ‘ayar’ olarak okunmalıdır. Esad’a yönelik silahlı mücadele değil, “müzakere” esasına dayalı bir “geçiş” hükümetine vurgu yapılan kararlarda Rusya ile de uzlaşmayı esas alan bir çizginin açık işaretleri verilmiştir. Bu toplantıda alınan kararlar, Suriye’de emperyalist güçler ve bölgedeki işbirlikçi rejimlerin desteği ile silahlandırılan ‘muhalefet’ güçlerine dayalı olarak sonuç alma stratejisinin de, sonuç almak bakımından işlevsizliğinin dolaylı bir kabulü anlamına da gelmektedir.
İstanbul’daki “Suriye’nin Dostları” toplantısından sonra yayınlanan bildiri ve ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin basın toplantısında söyledikleri, Türkiye’nin de içinde bulunduğu bu topluluğun izleyeceği politikanın da sinyallerini verdi. Bu toplantının geçtiğimiz Mart ayı sonu itibariyle ‘Suriye muhalefeti’ne yaklaşım konusunda bölünmüş bölge ülkelerinin de yeni bir plan etrafında uzlaştırılmaya çalışıldığının göstergesi durumundadır. Bunun gerçek bir uzlaşma anlamına gelip gelmeyeceğini önümüzdeki dönemin gelişmelerine bakarak anlayabiliriz. Ancak bu toplantıda göreli bir uzlaşma fotoğrafı verilmiştir.
Bu toplantıda göreli bir uzlaşmaya varıldığının bir diğer verisi, Türkiye ve Katar’ın desteklediği ve Esad rejimi ile her türlü görüşmeye kapalı “geçici hükümet kurma” çizgisinin gündemden düşmüş olması. Bilindiği üzere yaklaşık yirmi yıldır ABD’de yaşayan bir Suriyeli olan Gassan Hito, İstanbul’da gerçekleşen bir toplantıda geçici hükümetin başbakanı seçilmiştir. Katar’da yapılan son toplantıya Suriye’yi temsilen İstanbul’da kurulan “geçici hükümetin” başbakanı Gassan Hito’yu çağırılmış, buna tepki olarak, Suriye Devrimi Muhalefet Güçleri Koalisyonu’nun başkanı Muaz El Hatip başkanlıktan istifa etmişti. Yoğun ikna çabaları sonucu zirveye katılmayı kabul etmekle beraber başkanlıktan istifasını geri çekmemişti. ABD Dışişleri Bakanı John Kerry de İstanbul toplantısındaki konuşmasında rejimle her türlü diyaloğu reddeden “geçici hükümet” değil, rejimle müzakereye dayalı  “geçiş hükümeti” kavramın özellikle kullanmıştır.
Bu toplantıdan çıkan sonuçları şöyle özetleyebiliriz:
– Topluluk iki yıldır süren çatışmaların bu işin silah zoru ile halledilemediğini gösterdiğini kabullenmiş oldu. ABD’nin başını çektiği Batılı güçler bu iç savaşa bulaşmak istemiyor. Bu nedenle muhaliflerin silah taleplerine de mesafeli duruyorlar. İstanbul’daki toplantıda, Suriye’deki silahlı güçlere bazı askeri araç ve gereçlerle sınırlı bir askeri destek verilmesine karar verildi.
– Suriye’nin Dostları” bu kez “müzakere yolu ile çözüm” için Şam’a bir mesaj gönderdi.
– Kısa vadede “siyasi çözüm”ün nasıl gerçekleşeceği konusunda topluluk “Cenevre formülü”nü gündeme getirdi.
Geçen yılın Haziran ayında, Rusya ve Çin’in de katılımıyla yapılan Cenevre konferansında, görüşmelere dayalı bir çözüm üzerinde mutabık kalınmıştı. Çatışmaların durması, geçici bir yönetimin oluşturulması, parlamento ve başkan seçimleri yapılarak, ‘demokratik rejime geçiş sağlanması’ olarak özetlenebilecek olan bu kararları o dönem muhalefet reddetmişti.
Bu kararlar hayata geçmezken, çok geçmeden Cenevre Bildirisi’ne imza atan Batılılarla Ruslar arasında bu sürecin “Esad’lı mı, yoksa Esad’sız mı” olması gerektiği konusunda uyuşmazlık çıkmıştı.
İstanbul’daki son toplantıda Cenevre Bildirisi’ne atıfta bulunulması, “siyasi çözüm” şıkkının öne alındığını ve Rusya ile ortak bir zemin sağlamaya açık durulduğunu göstermiştir.
Sonuç olarak, askeri ya da siyasi olsun, emperyalist güçlerin himayesinde toplanan masalardan demokratik bir Suriye’nin çıkması düşünülemez. Ancak bu manzara, daha önce devrede tutulan ve provakatif bombalı saldırılarla desteklenen, devşirme güçlerle oluşturulan ‘silahlı muhalefeti’ öne alan emperyalist stratejinin iflası durumundadır. Elbette ki bu, önümüzdeki dönemde emperyalistlerin uzlaşacakları bir ‘siyasi çözüm’ oluşturamamaları durumunda silahlı müdahale yöntemlerinin devreye yeniden ve bu kez belki daha güçlü bir biçimde girmeyeceği anlamına da gelmemektedir.
Suriye halkları için gerçek demokrasi de, emperyalist müdahale ve planların dışında durarak, kendi mücadelesiyle gerçekleşebilecek bir demokrasi olabileceği tartışılmazdır.
Türkiye halkları, işçi, emekçileri ve devrimci güçleri de, Suriye’ye emperyalist müdahaleye karşı çıkarken, Suriye’deki bütün halkların kendi kaderlerini belirlemelerini esas alan mücadeleleriyle de dayanışma içinde olmayı sürdürmelidirler.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑