İmralı’da PKK lideri A.Öcalan’la yeni bir görüşme sürecinin başladığının açıklanmasıyla birlikte, kendisini “sol, “sosyalist” olarak ifade eden çevrelerden ulusalcılara uzanan yelpazede sürecin niteliğine ilişkin bir “niyet okuma”dır başladı. Fakat bu konuda kızılca kıyamet asıl olarak Öcalan’ın Diyarbakır Newroz’unda okunan çağrısından sonra koptu. Kürt sorununa öteden beri mesafeli duranlar, yeni süreç karşısındaki tutumlarının dayanaklarını da, kendilerince Öcalan’ın “Misak-ı Milli” ve “İslam bayrağı”na (kardeşliğine) yaptığı vurgularda buldular. Deyim yerindeyse, “ateş serbest” hale geldi! Sürece ilişkin “sol”dan yapılan salvolar, kaçınılmaz şekilde, sol ve sosyalistlerin gündemine Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı (UKKTH) tartışmalarını bir kere daha getirdi.
“ZARF”A BAKIP KONUŞANLAR
Bunca olan bitenden sonra hala kendisini sol, sosyalist olarak yaftalayan İşçi Partisi/Aydınlık çevresi, yeni görüşme ve müzakere sürecinin, Kürtlerin ABD emperyalizminin bölge planlarına işbirlikçi AKP hükümeti eliyle yedeklenmek üzere bizzat ABD tarafından devreye sokulduğunu; Öcalan, PKK ve BDP’nin de bu konuda işbirlikçi bir tutum içinde olduklarını söylerken ; benzer görüş, Yürüyüş tarafından da savunuluyor. Yürüyüş dergisinin 10 Mart 2013 tarihli sayısında “İmralı’da Kürt halkının özgürlüğü değil mücadelenin tasfiyesi tartışılıyor” başlıklı yazı bunun bir örneği durumunda: “… Amerika, AKP ve Abdullah Öcalan el ele Kürt halkının silahlı direnişini tasfiye etmek için ellerinden geleni yapıyor.” (sayfa 8). TKP kategorik bakımdan farklı bir mevzide değil; sürecin bir barış süreci olmayıp, başkanlık sistemi dahil AKP’nin projesini güçlendiren bir süreç olduğu görüşünden hareketle, sürece, adını da verip, barış süreci olmadığını belirterek, barışa karşı mevzileniyor: “…ABD’nin ‘destekliyoruz’ dediği, her kanattan liberalin ‘tarihsel dönemeç’ olarak tanımladığı sürecin arka planını okumalı. Bunu sol yapmayacaksa, kim yapacak! Çoğunluk ‘barış süreci’ diyebilir. Bense, ‘AKP projesine taze kan’ demek durumundayım…” ÖDP’ye gelince, kaygılar belirtmekle birlikte, şimdilik sürecin karşısında konumlanmıyor, “hele bir olsun görelim” havasında nötr kalmayı seçiyor.
Kürt sorunu özünde bir demokrasi sorunu ve çözümsüzlüğü, bu yönüyle ülkenin demokratikleşmesinin önündeki en büyük engellerin başında geliyor. Üstelik çözümsüzlüğün en başta işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesinin (sınıf mücadelesinin) serpilip gelişmesinin önünü tıkayan bir tıkaç işlevi gördüğü tartışmasız. Ama ne herkesten çok ve can evinden sömürülen yığınları ilgilendiren ve yokluğu toplumu kötürümleştiren demokrasiye olan yaşamsal ihtiyaç, ne çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi ve özgürlüklerin kazanılması ve tümünün tek dinamiği olarak sınıf mücadelesinin önünün açılması.. Ne de bırakalım sosyalizmi ve hatta demokrasiye olan ihtiyacı, yalnızca insan olmanın bile özlemini duymaya yeteceği barışın gerçekleşmesi… Tümüne sırtını dönerek, “sol” ya da “sosyalizm” adına yeni süreci bu ölçüde eleştirenler ya da (ÖDP gibi) hayırhah yaklaşanlar, sürece adını veren ve bir hak eşitliği sorunu olarak düğüm noktasını oluşturan Kürt sorununun çözümüne ilişkin tek kelime etmiyorlar. İnsan bu durumda sormadan edemiyor: “Gericilik”, “işbirlikçilik”, “ihanet” diye bağıranlar, acaba bizim bilmediğimiz bir şeyler biliyorlar da, onun için mi sürece böyle cepheden karşı çıkıyorlar? Ortada, Öcalan’ın sürece ilişkin toplumun çeşitli kesimlerinin hassasiyetlerini gözeterek yaptığı –bu yönüyle tam bir piar çalışması denebilecek– çağrıdan başka herhangi bir çözücü/kurucu belge olmadığına göre, bu durumda geriye, olsa olsa mazrufu (içindekini) görmeden, zarfa göre konuşanların Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı (UKKTH) konusundaki tıyneti kalıyor. Öyleyse, buradan devam edelim.
İP’İN “ANTİ EMPERYALİZMİ”!
İşçi Partisi, sürecin baştan sona bir ABD planı olarak şekillendiği iddiasındadır. İP’e göre, “her şeye muktedir” ABD emperyalizmi, AKP hükümeti ve PKK’yi (Öcalan) masaya oturtarak, gerici planlarını hayata geçiriyor. Böylece ABD emperyalizmi (gericiliği) ile “İslam bayrağı” altında birleşen Türk (AKP ve egemenler) ve Kürt (PKK) gericiliği “ittifakı” kurulmuş olacak ve Kemalist devrimin bütün kazanımları ortadan kaldırılacak! Bu “tez”, denebilirse, bütün ulusalcı cephenin üzerinde hareket ettiği zemini oluşturmaktadır. Cin olmaya gerek yok. Siyasetle az çok iştigal eden vasati bir akıl bile, ABD gibi emperyalist bir gücün, Ortadoğu’ya ilişkin planlarında Kürtlere bir rol biçmesinin gayet doğal olduğunu bilir. Çünkü, büyük güçlerin egemenlik kavgası verdiği Ortadoğu’da, dört ülkeye dağılmış/dağıtılmış en dinamik (en örgütlü ve en politikleşmiş) güçlerden birini oluşturan, nüfusu 30 milyonu aşkın bir halk olan Kürtleri karşısına alan bir gücün başarı şansının olmayacağı ortadadır. Ne var ki, ABD emperyalizmi ve işbirlikçisi AKP Hükümeti ve Türkiye gericiliği, İP’in iddia ettiği gibi her şeye muktedir olsaydı, tutar Kürtleri kolundan, cepheye sürerdi. Ne lüzum vardı ki, “masa kurup çözüm arama”ya! İP’in ve bilcümle ulusalcılıktan etkilenen çevrenin göremediği, daha doğrusu görmek istemediği, 30 yılı aşkın süredir hakları için her türden baskı, inkar ve asimilasyona karşı direnen Kürt halk gerçekliğidir. Bugün barışçıl yollardan sorunu çözmek için bir görüşme ve müzakere yürütülüyorsa, bunun belirleyici etkeninin, –gericiliğin bütün vahşeti ve elindeki tüm imkanları seferber etmesine karşın– üstesinden gelinip bastırılamamış olan Kürt halkının bu direnişi olduğu görülmelidir. İç ve dış gericiliğin başarıya ulaşıp Kürt halkının mücadelesini bastırması durumunda, görüşmeler sürecinin değil gündeme gelmesi, adının bile edilmeyeceği herhalde tartışmasızdır. Gelinen yerdeyse, Kürtler taleplerinden vaz geçtiklerini söylemiyor; şu ana kadar söyledikleri tek şey, silahlı mücadele yerine, siyasal mücadeleyi (demokratik siyaseti) esas alacaklarıdır. Taleplerinin karşılanmasını Türkiye’nin demokratikleşmesinde gördüklerini ve bu çerçevede bütün ilerici, devrimci güçlerle birlikte hareket etmek istediklerini belirtiyorlar. Bir anlamda, kendi kaderlerini, “ortak vatan” vurgusu etrafında demokratik Türkiye’de görüyorlar, kaderlerini tayin haklarının kullanımına ilişkin tercihlerini bu yönde kullanıyorlar. Eğer murad edilen şey ABD ve AKP’nin oyunlarını boşa çıkarmak ise, Kürtlerin bu yaklaşımıyla –en azından verili koşullarda– ittifak etmek gerekmez mi? UKKTH savunmak bunu gerektirmez mi?
Yeri geldi.. İP’e, UKKTH konusunda ne düşünüyorsun diye soralım. Yanıt “ilkesel olarak destekliyoruz” olacaktır, serde “sosyalistlik” var ya!. Ama söz konusu Kürtler olduğunda, İP cephesinde UKKTH adına ortada bir şey kalmaz. Çünkü, İP’in sosyalistliği ve devrimciliği milliyetçilikle malüldür ve sahtedir. Tıpkı anti emperyalistliğinin ve anti Amerikancılığının sahte olması gibi. Doğu Perinçek’in yazılarında mutlaka bir tarihsellik vurgusu vardır. Biz de birkaç tarihi hatırlatma yapalım: Doğu Perinçek 1989 Ekim ve 1991 Nisan aylarında Bekaa Vadisinde Öcalan’la görüştüğünde –ki Öcalan o tarihlerde henüz Türkiye’den ayrı bir Kürdistan devleti fikrini savunuyordu–, Öcalan’a “ayrı hareket ederek bir yere varamazsınız, gelin ülke içinde bizim örgütümüz saflarında mücadele edin, seçimlere bizim partimizle (Sosyalist parti) girelim” teklifinde bulunurken, Kemalist devrimin kazanımları konusunda ne düşünüyordu acaba. Yoksa UKKTH’yi o gün savunuyordu da, bugün mü vazgeçti?
İP ve Aydınlık çevresinin anti Amerikancılığına gelince; yine kısa bir tarih hatırlatması: Aydınlık’70’li ve ’80’li yıllarda “üç dünya”cı görüşleri gereği, Sovyet sosyal emperyalizmine karşı, ABD ve Batılı (günümüzde AB’de bir araya gelmiş olan Avrupalı) emperyalistlerle birliği ve ittifakı savunuyordu. Bugün iş tuttuğu generaller de, NATO’cu, Amerikancı politikaları savunmakla kalmayıp aynıyla hayata geçiriyorlardı.. Amerikan emperyalizminin önde gelen dayanaklarındandılar. Bakmayın şimdilerde çıkarları gereği ABD’ye karşı çıkıyor görünmelerine, yarın yeniden görünüşte de çok sıkı Amerikancı olabilirler. O nedenle İP’in anti Amerikancılığı anti emperyalizm gibi yutturmaya kalkması kimseyi yanıltmamalıdır.
İP, Kürt sorununun çözümüne ilişkin somut olarak ne önermektedir? Tutumunun, özü itibariyle MHP’den bir farkı yoktur ve bu tutum, Kürtleri ABD ve AKP’ye doğru itmekten başka bir sonuç doğurmamaktadır, doğurmaz.
TKP’NİN OKUMALARI
Söz konusu, Kürt sorunu, yeni görüşme ve müzakere süreci olduğunda, İP hızla MHP’nin şoven milliyetçi çizgisine kayarken,TKP’nin de İP’in “boşalttığı” ulusalcı alana doğru kaydığı görülüyor. İşe, süreci okumakla başlıyor –ama göreceğiz ki, bu okuma tek taraflı–, yakın dönemin siyasal gelişmeleri üzerinden anolojiler kurarak, kendi dışındaki sol, sosyalist parti, grup ve çevreleri süreci anlamamakla eleştiriyor, liberallik ve reformistlikle yaftalıyor. Gelişmelere “sol” mevziden bakarak, gidişatın işçi sınıfı ve emekçilerin hayrına sonuçlar ortaya çıkarmayacağına hükmediyor.
Baştan, hakkını teslim ederek başlayalım! TKP, süreci, İP, Yürüyüş vb. türünden, “ihanet”, “satış”, “teslimiyet” gibi itici, rencide edici kavramlarla tartışmıyor, ağırlığı sözün hamasetine değil içeriğe vermek ister görünüyor. Ancak gelin görün ki, ne kadar gayret etse de, diğerlerinden öze ilişkin bir farklılık ortaya koyamıyor. “Okuma”ya gelince. Önce, TKP süreci nasıl okumuş ona bakalım.
“…Silahların susmasının yarattığı ‘haklı’ sevinci gölgelememek gerek, evet. Ancak patronların ‘yatırım patlaması olacak’ diye sevindirik olduğu, İçişleri Bakanı’nın kendine ait olmayan bir terminolojiyle ‘mektup barışın dili ile yazılmış’ diyerek memnuniyet belirttiği, ABD’nin ‘destekliyoruz’ dediği, her kanattan liberalin ‘tarihsel dönemeç’ olarak tanımladığı sürecin arka planını okumalı. Bunu sol yapmayacaksa, kim yapacak!
“… Çoğunluk ‘barış süreci’ diyebilir.
“…Bense, ‘AKP projesine taze kan’ demek durumundayım.”
Bir başkası da şöyle:
“Kürt-İslam sentezinden dem vurma, Fethullah’a övgü dolu mesajlar, Erdoğan’a açık destek, Türkiye’yi Ortadoğu’ya taşıma ve büyütme hedefi, İslamın birleştiriciliğine ısrarlı vurgu…
“Bütün bunların ne anlama geldiğini, Türkiye, Suriye ve Irak’ta hangi proje üzerinde uzlaşılmakta olduğunu algılamayan, yalnızca bazı ‘kaygı’lar dile getiren, ‘böyle şeyler telaffuz edilmese ne güzel olacak’ diyen bir tür solculuk!
Sanki bütün bunlar teferruat! Anlamıyorlar ki, bunlar işin özü ve gerisi teferruat!”
Kemal Okuyan, silahların susmuş olmasını olumlu karşıladığını –her ne kadar bu alıntıda tırnak içine almış olsa da–, biliyoruz ki, yalnızca burada değil, defaetle vurgulamıştır. Denebilirse, TKP’nin sürece ilişkin tek olumlu yön olarak bunu gördüğünü söylemek yanlış olmaz. Silahların susması. Tabii iyidir, –insansa eğer– kim insan ölmesini, Türk ve Kürt gençlerinin birbirlerini öldürmesini isteyip savunabilir ki? Ama, burada durur ve silahların susmasını olumlu bulmaktan başka laf etmezseniz, sorunu, Kürt sorunu, bir dil ve ulusal hak eşitliği sorunu olmaktan çıkarıp silahların bırakılarak terörün bitirilmesine indirgeyen Erdoğan ve AKP’sinden farkınız kalmaz. Ama bu bile, yine de olumluluktur. Ötesi, Okuyan’ın tek yanlı okumalarıdır. İşçi Partisi’nin söylediklerinin başka biçimlerde ifade edilmesidir: ABD’nin bölgeye ilişkin planları.. Türkiye’nin uluslararası sermayenin ihtiyaçları temelinde yeniden yapılandırılması sürecinde, sistemin, AKP eliyle İslamcı formattan geçirilerek biçimlendirilmek istenmesi.. Cumhuriyet’in kazanımlarının tehlikeye düşmesi.. Yeni Osmanlıcılık.. Suriye, Irak, İran’a yönelik hesaplar.. vb.. vb. Sonuç: Sürece karşı çıkmak gerekir! Süreç yalnız bunlardan ibaretse, elbette karşı çıkılmalı; fakat süreçte Kürtler de var. Ya Kürtlerin durumunu nasıl okumalı?
Bakın, Kemal Okuyan 28 Mart tarihli Sol gazetesindeki köşede nasıl okuyor: “… Burada Erdoğan’ın niyetini biliyoruz, bilmeyenleri solcu saymıyoruz. Orayı geçtik. Kürt siyasetinin niyetinin belli olmadığı ya da göründüğünden farklı biçimlendiği iddiasına nereye kadar hak verileceği de bir yerden sonra önemsizleşiyor.” Niye önemsizleşiyor? Çünkü, “ … Masada AKP projesinin kaşısında antiiemperyalist, aydınlanmacı, hatta kapitalizmi sorgulayan bir başka taraf mı oturuyor da biz ‘Bu işin sonucunu kestirmek zor’ diyerek bekleyeceğiz? ”
Kürtlerin alacağı olası tutumuların niye önemsiz olduğu sorusuna verilen yanıt bu. Okuyan, Öcalan’ın sosyalist olmayışını, Kürtlerin varlığının, taleplerinin, izledikleri politikalar ve olası tutumlarının önemsizliğinin yeterli nedeni sayıyor: Kürtler sosyalist değillerse, ağızlarıyla kuş tutsalar, Okuyan tarafından dikkate alınmaya değer bulunmamaktadırlar. Ulusal bir hareketten anti kapitalist (sosyalist) tutum beklemenin garabetini –sonradan dönmek üzere– not ederek, devam edelim. Peki, Kürtler kim? Varlığı tanınmadığı, dili, kültürü inkar edilerek asimilasyona tabi tutulduğu için 30 yıldır direnen; öldürülen, işkenceden geçirilen, faili meçhul cinayet ve katliamlara uğratılan, köyleri boşaltılıp yaşam (geçim) araçlarından mahrum bırakılan, savaşmaktan yorgun düşmüş, barışa susamış bir halk. Şimdi, uluslararası ve bölgesel gelişmelere bağlı olarak ortaya çıkmış bir imkanı (emperyalistler ve işbirlikçi gerici bölgesel güçler arasındaki çelişkiler) barışçıl çözüm yönünde değerlendirmek isteyen bir halk. Desteklenmesi için, illa da antikapitalist, aydınlanmacı olması mı gerek?!
Kesindir ki, UKKTH’na saygı gösterip bu hakkı tanımak için devrimci ve Marksistler böyle kıstaslar koymazlar, koymamışlardır. Marx’ın da, Lenin’in de ezilen ulusların kaderlerini tayin haklarını tanırken böyle ölçütleri olmamıştır. Peki, Marksistler her ulusal hareketi desteklerler mi? Elbette ki hayır. Bu açıdan Marksistlerin başlıca iki ölçütleri vardır. Bunlardan ilki, eğer bir ulusal hareketin kendi kaderini tayin hakkını kullanma biçimi uluslararası gericiliği (emperyalizmi) güçlendiriyorsa, kaderini tayin hakkına saygılı olmakla birlikte, sınıf bilinçli proletarya ya da Marksistler hak kullanımının bu gerici biçimini desteklemez.. Ve ikinci olarak, tamamen desteğe layık olan ulusal zora karşı hak eşitliği talep etmenin ötesinde, bir ulusun burjuvazisinin, tekçi ve tekelci olduğunu bildiğimiz, kendi ulusunun (aslında kendisinin, kendi pazarının) üstünlüğü iddiasıyla kendi milliyetçiliğini “olumlu” içeriğiyle savunduğu –başka ulus ve milliyetlerden halklar aleyhine– kendisi için ayrıcalıklar istediği durumlarda, Marksistler, destek vermek bir yana, ayrıcalıklara karşı mücadele ederler.
Tarihten örneklemek gerekirse, Marx Polonyalıların ve Macarların ulusal hareketlerini desteklerken, Çeklerle güney Slavların hareketine karşı çıkmıştır. Çünkü, o sıralarda Avrupa’daki devrimci hareketlerin en büyük düşmanı Çarlık Rusya’sıydı ve Polonyalılar ve Macarların ulusal hareketi Çarlığı zayıflatırken, Çek ve güney Slavların hareketi Çarlığı güçlendiren bir rol oynuyordu.
Konunun anlaşılması bakımından şu iki örneği vermekte de fayda var. 20 yüzyılın başında Afganistan emiri Emanullah Han’ın kendisi ve arkadaşları monarşizmi savunmalarına karşın, Marksistler, Afganistan’ın bağımsızlığı için verdikleri mücadeleyi nesnel olarak devrimci bir mücadele olarak görüp desteklemişlerdir. Çünkü bu mücadele emperyalizmin altını oymakta ve onu zayıflatmaktaydı. Benzer bir durum, Mısır ulusal hareketinde karşımıza çıkmaktadır. Ulusal hareketin önderleri burjuva olmalarına ve burjuva toplumsal düzen savunuculuğu yapmalarına karşılık, ulusal hareket devrimci bir hareket olarak desteklenmiş, hareketi bastırmak isteyen İngiltere’de işbaşındaki “işçi” hükümetinin tutumu, bakanlarının proleter kökenine rağmen, gerici bir tutum olarak değerlendirilmiştir. Görüldüğü gibi, “okumalar” ya da “varsayımlara” yer yoktur. Somut durumun tahliline dayanan bir tutum alış vardır.
Biz, bu ilkelere sadığız. Ya TKP, UKKTH’nın neresindedir? Bugünkü sürecin, dolayısıyla Kürt ulusal hareketinin karşısında konumlanırken, –Marksizmin temel ilkelerine uygun olarak yazımızın başında sorduğumuz gibi– Kürt ulusal hareketinin emperyalizm ve işbirlikçileriyle yaptığı Türkiye işçi sınıfı ve halklarının çıkarlarına ters bir anlaşmanın maddi delilerine mi sahiptir? İkna edici argümanlar ortaya koyarsa, hiç tereddütsüz biz de sürecin karşısında yerimizi alırız. Gerçek Marksistler, Lenin’in Nisan Tezleri’nde ayaklanma tarihinin belirlenmesi ile ilgili olarak söylediği “dün erkendi, yarın çok geç” veciz sözüyle ortaya koyduğu gibi, somut maddi dayanakları ortaya çıktığında, gerekirse bir gecede taktik çizgilerini değiştirmekten geri durmazlar. Ancak, TKP’li dostlar şu ana kadar laf dolandırmaktan, “okumalar” yapmaktan başka ortaya bir şey koyabilmiş değiller. Nesnel durum değerlendirmesi üzerinden değil, ama niyet okuyarak politika belirliyor, taktik saptıyorlar.
Kendilerince, tutamak noktası olarak Suriye Kürtlerini (PYD’yi) görüyorlar. TKP’nin iddiası, Türkiye’de görüşmelerin başlamasıyla birlikte, PYD’nin ÖSO ile ittifaka girerek Esad rejimine karşı savaş açtığıdır. Böylece, ima yoluyla da olsa, bir anlaşmanın olduğu görüntüsü veriliyor. PYD Başkanı Salih Müslim, ne Esad, ne de ÖSO ile bir ittifaklarının olmadığını, yerel düzeylerde çok çeşitli kesimlerle çatışmalardan kaçınmak için anlaşmalar yaptıklarını söylese de, TKP ikna olmamakta kararlı. Serakaniye’de (Resulayn) çatışmaların durdurulması amacıyla ÖSO ile PYD’nin silahlı gücü durumundaki YPG arasında 11 maddelik bir saldırmazlık anlaşması yapılmıştı örneğin. Peki, başka? Aydemir Güler örneğin, 22 Nisan’da Sol gazetesindeki köşesinde, “PYD-ÖSO ittifakı”nın Halep’te yaptıkları üzerine çalakalem yazmayı sürdürüyor, ama ne Halep’te ne Suriye’nin başka bir bölgesinde bir “ittifak” anlaşması var, ne de ikisinin bir arada Esad güçlerine yönelik saldırısı.
İŞÇİ SINIFININ DURUMU
Sürecin başladığı andan itibaren, sosyalistler tarafından yapılan Kürt sorununun çözümünün en çok işçi sınıfı mücadelesinin (sınıf mücadelesi) önünü açacağı, dolayısıyla işçi ve emekçilerin eşit haklar temelinde demokratik bir çözümü için sürece müdahelelerinin son derece önemli olduğu şeklindeki değerlendirme ve alınan tutuma TKP karşı çıkmaktadır. Kemal Okuyan, 5 Nisan tarihli “Düet” başlıklı yazısında, sürece ilişkin düşündüklerini açıklıkla ortaya koyuyor: “Bugünkü sürecin genel çerçevesinin gerici olduğunu, emperyalist planlarla örtüştüğünü ve sermaye sınıfının çıkarlarına hizmet ettiğini düşünüyorum.”
Sorunu böyle ortaya koyduktan sonra, mantığın götüreceği yer, bu süreçten işçilerin hayrına bir şey çıkmayacağıdır. Nitekim öyle de söylüyorlar. Ancak bu tavır, ne kadar kesin bir yargı içerse ve ne kadar keskin gözükse de, gerçekte, işçileri UKKTH gibi hayati bir konuda edilgen kılan ve siyaset dışına iten bir öz taşımaktadır. İşçi sınıfı, bigane kaldığı durumda, çözümü doğal olarak burjuvaziye bırakmış olacaktır. Bu durumun Okuyan da farkındadır ve işin içinden, işçi sınıfının yerine “sosyalistleri” geçirerek çıkma çabasındadır: “Bugün Türkiye’de Kürt halkının AKP iktidarıyla muhatap olmasının sorumluluğu Türkiye sosyalist hareketindedir. Kardeşliği ve birlikteliği ancak Türkiye’de ağırlık sahibi bir sol örebilirdi. Olmadı. Dolayısıyla bugün bir noktaya geldik. ‘Duralım, bekleyelim’ diyenler, Türkiye’nin emekçilerine de, Kürt halkına da bir kez daha kötülük edecek…”
“Doğru söze ne denir” demek isterdik, ama, gelgelelim Okuyan sürece karşı harekete geçme çağrısı yapıyor. Oybsa, ulusal sorun karşısında işçi sınıfının tutumunu Marx İrlanda sorununu ele alırken açıklıkla ortaya koyar. Enternasyonal’in Genel Konseyi’nde, 10 Aralık 1869’da, Marx, İrlanda üzerine görüşlerini şöyle açıklamıştır: “… İrlanda ile bugünkü ilişkilere son vermek, İngiliz işçi sınıfının doğrudan mutlak çıkarı gereğidir. … İrlanda’daki rejimi İngiliz işçi sınıfının gelişip güçlenmesi ile devirmenin olanaklı olduğuna uzun süre inandım. Daima bu görüşü savundum. Derinlemesine inceleme, şimdi beni bunun tam tersine ikna etti…. İrlanda’dan kurtulmadığı sürece İngiliz işçi sınıfı asla herhangi bir başarı gösteremeyecektir…. İngiltere’de İngiliz gericiliğinin kökleri… İrlanda’nın boyunduruk altında tutulmasında yatmaktadır.”
Görüldüğü gibi, başlangıçta Marx ezen ulusun işçi sınıfının ezilen ulusu kurtaracağına inanmıştır. Fakat olayların gelişimi, İngiliz işçi sınıfını liberallerin etkisi altına iterek, kendi sınıf mevzisinden uzaklaştırmış, buna karşın İrlanda burjuva kurtuluş hareketi giderek devrimcileşmiştir. Bu olan bitenden, pratik hayattan ders çıkartan Marx, İngiliz işçilerinin İrlanda’dan (ulusal sorundan) kurtulmadığı sürece başarı sağlayamayacağını, dahası kendi sınıf mevzisinden kayarak burjuva siyasetin etkisi altına gireceği uyarısını yapmıştır. Nitekim tarih, İrlanda sorununda Marx’ı haklı çıkartmıştır. Türkiye işçi hareketinin sermaye ve burjuvazi tarafından etnik, mezhepsel temelde uğratıldığı bölünmüşlük göz önüne alındığında, Kürt sorununun çözümünün sınıf mücadelesinin geleceği bakımından hayati önemi bir kere daha görülecektir. Bu nedenle, Marx’ın İrlanda ulusal hareketiyle İngiliz işçi sınıfı ilişkisi üzerine söylediklerine paralel olarak, işçi sınıfı ve emekçiler, sürece ezilen ulustan yana taraf olarak katılmak durumundadır.
TKP, Kürt sorununa ulusalcılığın etkisi altında yaklaştığı için, UKKTH noktasında İP’in zeminine doğru savrulmaktadır. TKP’nin, süreci ilişkin bunca laf ettikten ve onca suçlamada bulunduktan sonra, ölmekten ve öldürmekten bitap düşmüş Kürde, “sosyalizm gelene kadar böyle devam et, yoksa karşındayım” demenin dışında, sorunun çözümüne ilişkin pratik bir önerisi yoktur.
SEYREDENLER PARTİSİ
Bu fırtınalı günlerde barış ve demokrasi mücadelesinin bütün yükünü Kürdün üzerine yıkarak, “gemisini sağ salim kıyıya çıkarmak” isteyen ÖDP’ye gelince… ÖDP siyasetinde belirleyici bir yere sahip olan Oğuzhan Müftüoğlu, 24 Mart tarihli “Ne gerisinde, ne karşısında” başlıklı yazısında, sürece ilişkin yaptığı değerlendirmede, “..Kuşkusuz savaş halinin sona ermesi, bu arada Kürtlerin bazı taleplerinin karşılanması ne sorunun gerçek bir çözümü ne de Türkiye’nin demokratikleşmesi anlamına gelecektir. Ancak Türkiye toplumunun bir parçası olarak Kürt halkının kısmen de olsa bazı haklarını kazanarak savaş halinin sona erdirilmesinin, bugüne kadar büyük acılar yaşamış Kürt halkı kadar, ülke siyaseti için de küçümsenemeyecek bir gelişme olduğu ortadadır. Türkiye toplumunun bir parçası olan Kürtlerin kısmen de olsa bazı haklarına kavuşmaları bütün Türkiye halklarının özgürlük mücadelelerinin de önünü açabilecektir…. CHP içindeki ulusalcı eğilimlerle birlikte bazı sol çevreler tarafından sürecin başkanlık sistemi konusundaki bir pazarlık üzerine kurulmuş olmasına dayanan bir muhalefet yürütülüyor. AKP’nin böyle bir hesabı olması elbette mümkün, hatta muhtemeldir. Öcalan tarafından ve Kürt hareketi içinden (farklı fikirlerle birlikte) açıklanmış beyanlar da var. Elbette bu konu Kürt muhalefetin gelecekte Türkiye halklarının özgürlük mücadelelerinin bir parçası olarak mı gelişeceği, egemen sınıf siyasetlerinin çerçevesi içinde mi kalacağı konusunda bir mücadele alanı olacaktır. Ancak bu konu bugünkü sürece karşı çıkmanın bir gerekçesi olamaz.” diyor. Peki sonuç? ÖDP’den beklenen ne? Hele ki, “… Elbette bu konu Kürt muhalefetin gelecekte Türkiye halklarının özgürlük mücadelelerinin bir parçası olarak mı gelişeceği, egemen sınıf siyasetlerinin çerçevesi içinde mi kalacağı konusunda bir mücadele alanı olacaktır” dedikten sonra… Yapılması gereken, her halükârda “Kürt muhalefetin gelecekte Türkiye halklarının özgürlük mücadelelerinin bir parçası olarak” gelişmesi için çaba göstermek olmalı, değil mi? Hayır. ÖDP durup seyrediyor. ÖDP çoğulcu parti ve saflarında, seyreder gibi yapıp, arada bir de olsa seyretmeyenler de var, Melih Pekdemir gibi mesela. Pekdemir, 11 Mart 2013 tarihli “Hem barış hem özgürlük” başlıklı yazısında, üstü örtük biçimde Kürtlerin (PKK’nin) barış karşılığında özgürlük mücadelesinden vazgeçeceklerini ima ederek, olası gelişmelere karşı şimdiden pozisyon alıyor: “ … Yani herkes gibi Kürtlerin de arzusu hep özgürlük. Barışı özgürlük için istiyoruz. Zaten hem özgürlük hem kölelik olur mu? Olmaz. Hem barış hem özgürlük? Elbette! Çok ama çok somut konuşmak gerekirse; tarihin şu sıkıştırılmış zaman kesitinde, bir mecburiyet halinde RTE ile Öcalan arasındaki ‘barış’ ihtimali RTE’nin sivil diktasıyla tamamına erdiğinde, ne denilecek? …Öyle kalleşçe bir ‘çözüm’ dayatılıyor ki, AKP tercihi bir ‘barışı’ seçince özgürlüğü terk ediyorsun, özgürlükte ısrar edince ‘barış imkânı elden kaçacak’ diyorlar.”
Pekdemir, yazısında, tezlerini güçlendirmek için, sonunda her iki “kahraman”ın da öldüğü sonuçsuzluğa gönderme yaptığı “Sophie’nin seçimi” filmi metaforunu kullanıyor. Eh, Melih Pekdemir, lafı dolandıracağına, hepimizin anlayacağı şekilde “Deve” meteforunu kullansaydın ya. Hani deveye sormuşlar, “inişi mi, yoksa yokuşu mu seversin” diye. Deve ne demiş: “Şunun düzü yok mu?” Var elbette, hem barış, hem özgürlük, aynı anda.. Pekdemir’in yazısında vurguladığı gibi. Ama bunun için mücadele etmek gerekir, değil mi? Lafın ucu buraya geldiğinde, Pekdemir de araziye uyup, seyre dalıyor. Hiç şüphe yoktur ki, bu seyre dalışın üstünü kazıdığımızda, altından ÖDP’nin UKKTH ilişkin ulusalcı bakışı çıkacaktır. ÖDP’nin Kürt sorununa ve Kürt siyasi hareketine mesafeli yaklaşımı da evvelemirde buradan kaynaklıdır.
Yeni müzakere süreci, UKKTH noktasında, Türkiye sol hareketi için bir turnusol vazivesi görmüştür.