Kürt sorununda yeni müzakere süreci ve “sol”dan okumalar

İmralı’da PKK lideri A.Öcalan’la yeni bir görüşme sürecinin başladığının açıklanmasıyla birlikte, kendisini “sol, “sosyalist” olarak ifade eden çevrelerden ulusalcılara uzanan yelpazede sürecin niteliğine ilişkin bir “niyet okuma”dır başladı. Fakat bu konuda kızılca kıyamet asıl olarak Öcalan’ın Diyarbakır Newroz’unda okunan çağrısından sonra koptu. Kürt sorununa öteden beri mesafeli duranlar, yeni süreç karşısındaki tutumlarının dayanaklarını da, kendilerince Öcalan’ın “Misak-ı Milli” ve “İslam bayrağı”na (kardeşliğine) yaptığı vurgularda buldular. Deyim yerindeyse, “ateş serbest” hale geldi! Sürece ilişkin “sol”dan yapılan salvolar, kaçınılmaz şekilde, sol ve sosyalistlerin gündemine Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı (UKKTH) tartışmalarını bir kere daha getirdi.

“ZARF”A BAKIP KONUŞANLAR
Bunca olan bitenden sonra hala kendisini sol, sosyalist olarak yaftalayan İşçi Partisi/Aydınlık çevresi, yeni görüşme ve müzakere sürecinin, Kürtlerin ABD emperyalizminin bölge planlarına işbirlikçi AKP hükümeti eliyle yedeklenmek üzere bizzat ABD tarafından devreye sokulduğunu; Öcalan, PKK ve BDP’nin de bu konuda işbirlikçi bir tutum içinde olduklarını söylerken ; benzer görüş, Yürüyüş tarafından da savunuluyor. Yürüyüş dergisinin 10 Mart 2013 tarihli sayısında “İmralı’da Kürt halkının özgürlüğü değil mücadelenin tasfiyesi tartışılıyor” başlıklı yazı bunun bir örneği durumunda: “… Amerika, AKP ve Abdullah Öcalan el ele Kürt halkının silahlı direnişini tasfiye etmek için ellerinden geleni yapıyor.” (sayfa 8). TKP kategorik bakımdan farklı bir mevzide değil; sürecin bir barış süreci olmayıp, başkanlık sistemi dahil AKP’nin projesini güçlendiren bir süreç olduğu görüşünden hareketle, sürece, adını da verip, barış süreci olmadığını belirterek, barışa karşı mevzileniyor: “…ABD’nin ‘destekliyoruz’ dediği, her kanattan liberalin ‘tarihsel dönemeç’ olarak tanımladığı sürecin arka planını okumalı. Bunu sol yapmayacaksa, kim yapacak! Çoğunluk ‘barış süreci’ diyebilir. Bense, ‘AKP projesine taze kan’ demek durumundayım…”  ÖDP’ye gelince, kaygılar belirtmekle birlikte, şimdilik sürecin karşısında konumlanmıyor, “hele bir olsun görelim” havasında nötr kalmayı seçiyor.
Kürt sorunu özünde bir demokrasi sorunu ve çözümsüzlüğü, bu yönüyle ülkenin demokratikleşmesinin önündeki en büyük engellerin başında geliyor. Üstelik çözümsüzlüğün en başta işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesinin (sınıf mücadelesinin) serpilip gelişmesinin önünü tıkayan bir tıkaç işlevi gördüğü tartışmasız. Ama ne herkesten çok ve can evinden sömürülen yığınları ilgilendiren ve yokluğu toplumu kötürümleştiren demokrasiye olan yaşamsal ihtiyaç, ne çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi ve özgürlüklerin kazanılması ve tümünün tek dinamiği olarak sınıf mücadelesinin önünün açılması.. Ne de bırakalım sosyalizmi ve hatta demokrasiye olan ihtiyacı, yalnızca insan olmanın bile özlemini duymaya yeteceği barışın gerçekleşmesi… Tümüne sırtını dönerek, “sol” ya da “sosyalizm” adına yeni süreci bu ölçüde eleştirenler ya da (ÖDP gibi) hayırhah yaklaşanlar, sürece adını veren ve bir hak eşitliği sorunu olarak düğüm noktasını oluşturan Kürt sorununun çözümüne ilişkin tek kelime etmiyorlar. İnsan bu durumda sormadan edemiyor: “Gericilik”, “işbirlikçilik”, “ihanet” diye bağıranlar, acaba bizim bilmediğimiz bir şeyler biliyorlar da, onun için mi sürece böyle cepheden karşı çıkıyorlar? Ortada, Öcalan’ın sürece ilişkin toplumun çeşitli kesimlerinin hassasiyetlerini gözeterek yaptığı –bu yönüyle tam bir piar çalışması denebilecek– çağrıdan başka herhangi bir çözücü/kurucu belge olmadığına göre, bu durumda geriye, olsa olsa mazrufu (içindekini) görmeden, zarfa göre konuşanların Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı (UKKTH) konusundaki tıyneti kalıyor. Öyleyse, buradan devam edelim.

İP’İN “ANTİ EMPERYALİZMİ”!

İşçi Partisi, sürecin baştan sona bir ABD planı olarak şekillendiği iddiasındadır. İP’e göre, “her şeye muktedir” ABD emperyalizmi, AKP hükümeti ve PKK’yi (Öcalan) masaya oturtarak, gerici planlarını hayata geçiriyor. Böylece ABD emperyalizmi (gericiliği) ile “İslam bayrağı” altında birleşen Türk (AKP ve egemenler) ve Kürt (PKK) gericiliği “ittifakı” kurulmuş olacak ve Kemalist devrimin bütün kazanımları  ortadan kaldırılacak! Bu “tez”, denebilirse, bütün ulusalcı cephenin üzerinde hareket ettiği zemini oluşturmaktadır. Cin olmaya gerek yok. Siyasetle az çok iştigal eden vasati bir akıl bile, ABD gibi emperyalist bir gücün, Ortadoğu’ya ilişkin planlarında Kürtlere bir rol biçmesinin gayet doğal olduğunu bilir. Çünkü, büyük güçlerin egemenlik kavgası verdiği Ortadoğu’da, dört ülkeye dağılmış/dağıtılmış en dinamik (en örgütlü ve en politikleşmiş) güçlerden birini oluşturan, nüfusu 30 milyonu aşkın bir halk olan Kürtleri karşısına alan bir gücün başarı şansının olmayacağı ortadadır. Ne var ki, ABD emperyalizmi ve işbirlikçisi AKP Hükümeti ve Türkiye gericiliği, İP’in iddia ettiği gibi her şeye muktedir olsaydı, tutar Kürtleri kolundan, cepheye sürerdi. Ne lüzum vardı ki, “masa kurup çözüm arama”ya! İP’in ve bilcümle ulusalcılıktan etkilenen çevrenin göremediği, daha doğrusu görmek istemediği, 30 yılı aşkın süredir hakları için her türden baskı, inkar ve asimilasyona karşı direnen Kürt halk gerçekliğidir. Bugün barışçıl yollardan sorunu çözmek için bir görüşme ve müzakere yürütülüyorsa, bunun belirleyici etkeninin, –gericiliğin bütün vahşeti ve elindeki tüm imkanları seferber etmesine karşın– üstesinden gelinip bastırılamamış olan Kürt halkının bu direnişi olduğu görülmelidir. İç ve dış gericiliğin başarıya ulaşıp Kürt halkının mücadelesini bastırması durumunda, görüşmeler sürecinin değil gündeme gelmesi, adının bile edilmeyeceği herhalde tartışmasızdır. Gelinen yerdeyse, Kürtler taleplerinden vaz geçtiklerini söylemiyor; şu ana kadar söyledikleri tek şey, silahlı mücadele yerine, siyasal mücadeleyi (demokratik siyaseti) esas alacaklarıdır. Taleplerinin karşılanmasını Türkiye’nin demokratikleşmesinde gördüklerini ve bu çerçevede bütün ilerici, devrimci güçlerle birlikte hareket etmek istediklerini belirtiyorlar. Bir anlamda, kendi kaderlerini, “ortak vatan” vurgusu etrafında demokratik Türkiye’de görüyorlar, kaderlerini tayin haklarının kullanımına ilişkin tercihlerini bu yönde kullanıyorlar. Eğer murad edilen şey ABD ve AKP’nin oyunlarını boşa çıkarmak ise, Kürtlerin bu yaklaşımıyla –en azından verili koşullarda– ittifak etmek gerekmez mi? UKKTH savunmak bunu gerektirmez mi?
Yeri geldi.. İP’e, UKKTH konusunda ne düşünüyorsun diye soralım. Yanıt “ilkesel olarak destekliyoruz” olacaktır, serde “sosyalistlik” var ya!. Ama söz konusu Kürtler olduğunda, İP cephesinde UKKTH adına ortada bir şey kalmaz. Çünkü, İP’in sosyalistliği ve devrimciliği milliyetçilikle malüldür ve sahtedir. Tıpkı anti emperyalistliğinin ve anti Amerikancılığının sahte olması gibi. Doğu Perinçek’in yazılarında mutlaka bir tarihsellik vurgusu vardır. Biz de birkaç tarihi hatırlatma yapalım: Doğu Perinçek 1989 Ekim ve 1991 Nisan aylarında Bekaa Vadisinde Öcalan’la görüştüğünde –ki Öcalan o tarihlerde henüz Türkiye’den ayrı bir Kürdistan devleti fikrini savunuyordu–, Öcalan’a “ayrı hareket ederek bir yere varamazsınız, gelin ülke içinde bizim örgütümüz saflarında mücadele edin, seçimlere bizim partimizle (Sosyalist parti) girelim” teklifinde bulunurken, Kemalist devrimin kazanımları konusunda ne düşünüyordu acaba. Yoksa UKKTH’yi o gün savunuyordu da, bugün mü vazgeçti?
İP ve Aydınlık çevresinin anti Amerikancılığına gelince; yine kısa bir tarih hatırlatması: Aydınlık’70’li ve ’80’li yıllarda “üç dünya”cı görüşleri gereği, Sovyet sosyal emperyalizmine karşı, ABD ve Batılı (günümüzde AB’de bir araya gelmiş olan Avrupalı) emperyalistlerle birliği ve ittifakı savunuyordu. Bugün iş tuttuğu generaller de, NATO’cu, Amerikancı politikaları savunmakla kalmayıp aynıyla hayata geçiriyorlardı.. Amerikan emperyalizminin önde gelen dayanaklarındandılar. Bakmayın şimdilerde çıkarları gereği ABD’ye karşı çıkıyor görünmelerine, yarın yeniden görünüşte de çok sıkı Amerikancı olabilirler. O nedenle İP’in anti Amerikancılığı anti emperyalizm gibi yutturmaya kalkması kimseyi yanıltmamalıdır.
İP, Kürt sorununun çözümüne ilişkin somut olarak ne önermektedir? Tutumunun, özü itibariyle MHP’den bir farkı yoktur ve bu tutum, Kürtleri ABD ve AKP’ye doğru itmekten başka bir sonuç doğurmamaktadır, doğurmaz.

TKP’NİN OKUMALARI
Söz konusu, Kürt sorunu, yeni görüşme ve müzakere süreci olduğunda, İP hızla MHP’nin şoven milliyetçi çizgisine kayarken,TKP’nin de İP’in “boşalttığı” ulusalcı alana doğru kaydığı görülüyor. İşe, süreci okumakla başlıyor –ama göreceğiz ki, bu okuma tek taraflı–, yakın dönemin siyasal gelişmeleri üzerinden anolojiler kurarak, kendi dışındaki sol, sosyalist parti, grup ve çevreleri süreci anlamamakla eleştiriyor, liberallik ve reformistlikle yaftalıyor. Gelişmelere “sol” mevziden bakarak, gidişatın işçi sınıfı ve emekçilerin hayrına sonuçlar ortaya çıkarmayacağına hükmediyor.
Baştan, hakkını teslim ederek başlayalım! TKP, süreci, İP, Yürüyüş vb. türünden, “ihanet”, “satış”, “teslimiyet” gibi itici, rencide edici kavramlarla tartışmıyor, ağırlığı sözün hamasetine değil içeriğe vermek ister görünüyor. Ancak gelin görün ki, ne kadar gayret etse de, diğerlerinden öze ilişkin bir farklılık ortaya koyamıyor. “Okuma”ya gelince. Önce, TKP süreci nasıl okumuş ona bakalım.
“…Silahların susmasının yarattığı ‘haklı’ sevinci gölgelememek gerek, evet. Ancak patronların  ‘yatırım patlaması olacak’ diye sevindirik olduğu, İçişleri Bakanı’nın kendine ait olmayan bir terminolojiyle ‘mektup barışın dili ile yazılmış’ diyerek memnuniyet belirttiği, ABD’nin ‘destekliyoruz’ dediği, her kanattan liberalin ‘tarihsel dönemeç’ olarak tanımladığı sürecin arka planını okumalı. Bunu sol yapmayacaksa, kim yapacak!
“… Çoğunluk ‘barış süreci’ diyebilir.
“…Bense, ‘AKP projesine taze kan’ demek durumundayım.”
Bir başkası da şöyle:
“Kürt-İslam sentezinden dem vurma, Fethullah’a övgü dolu mesajlar, Erdoğan’a açık destek, Türkiye’yi Ortadoğu’ya taşıma ve büyütme hedefi, İslamın birleştiriciliğine ısrarlı vurgu…
“Bütün bunların ne anlama geldiğini, Türkiye, Suriye ve Irak’ta hangi proje üzerinde uzlaşılmakta olduğunu algılamayan, yalnızca bazı ‘kaygı’lar dile getiren, ‘böyle şeyler telaffuz edilmese ne güzel olacak’ diyen bir tür solculuk!
Sanki bütün bunlar teferruat! Anlamıyorlar ki, bunlar işin özü ve gerisi teferruat!”
Kemal Okuyan, silahların susmuş olmasını olumlu karşıladığını –her ne kadar bu alıntıda tırnak içine almış olsa da–, biliyoruz ki, yalnızca burada değil, defaetle vurgulamıştır. Denebilirse, TKP’nin sürece ilişkin tek olumlu yön olarak bunu gördüğünü söylemek yanlış olmaz. Silahların susması. Tabii iyidir, –insansa eğer– kim insan ölmesini, Türk ve Kürt gençlerinin birbirlerini öldürmesini isteyip savunabilir ki? Ama, burada durur ve silahların susmasını olumlu bulmaktan başka laf etmezseniz, sorunu, Kürt sorunu, bir dil ve ulusal hak eşitliği sorunu olmaktan çıkarıp silahların bırakılarak terörün bitirilmesine indirgeyen Erdoğan ve AKP’sinden farkınız kalmaz. Ama bu bile, yine de olumluluktur. Ötesi, Okuyan’ın tek yanlı okumalarıdır. İşçi Partisi’nin söylediklerinin başka biçimlerde ifade edilmesidir: ABD’nin bölgeye ilişkin planları.. Türkiye’nin uluslararası sermayenin ihtiyaçları temelinde yeniden yapılandırılması sürecinde, sistemin, AKP eliyle İslamcı formattan geçirilerek biçimlendirilmek istenmesi.. Cumhuriyet’in kazanımlarının tehlikeye düşmesi.. Yeni Osmanlıcılık.. Suriye, Irak, İran’a yönelik hesaplar.. vb.. vb. Sonuç: Sürece karşı çıkmak gerekir! Süreç yalnız bunlardan ibaretse, elbette karşı çıkılmalı; fakat süreçte Kürtler de var. Ya Kürtlerin durumunu nasıl okumalı?
Bakın, Kemal Okuyan 28 Mart tarihli Sol gazetesindeki köşede nasıl okuyor: “… Burada Erdoğan’ın niyetini biliyoruz, bilmeyenleri solcu saymıyoruz. Orayı geçtik. Kürt siyasetinin niyetinin belli olmadığı ya da göründüğünden farklı biçimlendiği iddiasına nereye kadar hak verileceği de bir yerden sonra önemsizleşiyor.” Niye önemsizleşiyor? Çünkü, “ … Masada AKP projesinin kaşısında antiiemperyalist, aydınlanmacı, hatta kapitalizmi sorgulayan bir başka taraf mı oturuyor da biz ‘Bu işin sonucunu kestirmek zor’ diyerek bekleyeceğiz? ”
Kürtlerin alacağı olası tutumuların niye önemsiz olduğu sorusuna verilen yanıt bu. Okuyan, Öcalan’ın sosyalist olmayışını, Kürtlerin varlığının, taleplerinin, izledikleri politikalar ve olası tutumlarının önemsizliğinin yeterli nedeni sayıyor: Kürtler sosyalist değillerse, ağızlarıyla kuş tutsalar, Okuyan tarafından dikkate alınmaya değer bulunmamaktadırlar. Ulusal bir hareketten anti kapitalist (sosyalist) tutum beklemenin garabetini –sonradan dönmek üzere– not ederek, devam edelim. Peki, Kürtler kim? Varlığı tanınmadığı, dili, kültürü inkar edilerek asimilasyona tabi tutulduğu için 30 yıldır direnen; öldürülen, işkenceden geçirilen, faili meçhul cinayet ve katliamlara uğratılan, köyleri boşaltılıp yaşam (geçim) araçlarından mahrum bırakılan, savaşmaktan yorgun düşmüş, barışa susamış bir halk. Şimdi, uluslararası ve bölgesel gelişmelere bağlı olarak ortaya çıkmış bir imkanı (emperyalistler ve işbirlikçi gerici bölgesel güçler arasındaki çelişkiler) barışçıl çözüm yönünde değerlendirmek isteyen bir halk. Desteklenmesi için, illa da antikapitalist, aydınlanmacı olması mı gerek?!
Kesindir ki, UKKTH’na saygı gösterip bu hakkı tanımak için devrimci ve Marksistler böyle kıstaslar koymazlar, koymamışlardır. Marx’ın da, Lenin’in de ezilen ulusların kaderlerini tayin haklarını tanırken böyle ölçütleri olmamıştır. Peki, Marksistler her ulusal hareketi desteklerler mi? Elbette ki hayır. Bu açıdan Marksistlerin başlıca iki ölçütleri vardır. Bunlardan ilki, eğer bir ulusal hareketin kendi kaderini tayin hakkını kullanma biçimi uluslararası gericiliği (emperyalizmi) güçlendiriyorsa, kaderini tayin hakkına saygılı olmakla birlikte, sınıf bilinçli proletarya ya da Marksistler hak kullanımının bu gerici biçimini desteklemez.. Ve ikinci olarak, tamamen desteğe layık olan ulusal zora karşı hak eşitliği talep etmenin ötesinde, bir ulusun burjuvazisinin, tekçi ve tekelci olduğunu bildiğimiz, kendi ulusunun (aslında kendisinin, kendi pazarının) üstünlüğü iddiasıyla kendi milliyetçiliğini “olumlu” içeriğiyle savunduğu –başka ulus ve milliyetlerden halklar aleyhine– kendisi için ayrıcalıklar istediği durumlarda, Marksistler, destek vermek bir yana, ayrıcalıklara karşı mücadele ederler.
Tarihten örneklemek gerekirse, Marx Polonyalıların ve Macarların ulusal hareketlerini desteklerken, Çeklerle güney Slavların hareketine karşı çıkmıştır. Çünkü, o sıralarda Avrupa’daki devrimci hareketlerin en büyük düşmanı Çarlık Rusya’sıydı ve Polonyalılar ve Macarların ulusal hareketi Çarlığı zayıflatırken, Çek ve güney Slavların hareketi Çarlığı güçlendiren bir rol oynuyordu.
Konunun anlaşılması bakımından şu iki örneği vermekte de fayda var. 20 yüzyılın başında Afganistan emiri Emanullah Han’ın kendisi ve arkadaşları monarşizmi savunmalarına karşın, Marksistler, Afganistan’ın bağımsızlığı için verdikleri mücadeleyi nesnel olarak devrimci bir mücadele olarak görüp desteklemişlerdir. Çünkü bu mücadele emperyalizmin altını oymakta ve onu zayıflatmaktaydı. Benzer bir durum, Mısır ulusal hareketinde karşımıza çıkmaktadır. Ulusal hareketin önderleri burjuva olmalarına ve burjuva toplumsal düzen savunuculuğu yapmalarına karşılık, ulusal hareket devrimci bir hareket olarak desteklenmiş, hareketi bastırmak isteyen İngiltere’de işbaşındaki “işçi” hükümetinin tutumu, bakanlarının proleter kökenine rağmen, gerici bir tutum olarak değerlendirilmiştir. Görüldüğü gibi, “okumalar” ya da “varsayımlara” yer yoktur. Somut durumun tahliline dayanan bir tutum alış vardır.
Biz, bu ilkelere sadığız. Ya TKP, UKKTH’nın neresindedir? Bugünkü sürecin, dolayısıyla Kürt ulusal hareketinin karşısında konumlanırken, –Marksizmin temel ilkelerine uygun olarak yazımızın başında sorduğumuz gibi– Kürt ulusal hareketinin emperyalizm ve işbirlikçileriyle yaptığı Türkiye işçi sınıfı ve halklarının çıkarlarına ters bir anlaşmanın maddi delilerine mi sahiptir? İkna edici argümanlar ortaya koyarsa, hiç tereddütsüz biz de sürecin karşısında yerimizi alırız. Gerçek Marksistler, Lenin’in Nisan Tezleri’nde ayaklanma tarihinin belirlenmesi ile ilgili olarak söylediği “dün erkendi, yarın çok geç” veciz sözüyle ortaya koyduğu gibi, somut maddi dayanakları ortaya çıktığında, gerekirse bir gecede taktik çizgilerini değiştirmekten geri durmazlar. Ancak, TKP’li dostlar şu ana kadar laf dolandırmaktan, “okumalar” yapmaktan başka ortaya bir şey koyabilmiş değiller. Nesnel durum değerlendirmesi üzerinden değil, ama niyet okuyarak politika belirliyor, taktik saptıyorlar.
Kendilerince, tutamak noktası olarak Suriye Kürtlerini (PYD’yi) görüyorlar. TKP’nin iddiası, Türkiye’de görüşmelerin başlamasıyla birlikte, PYD’nin ÖSO ile ittifaka girerek Esad rejimine karşı savaş açtığıdır. Böylece, ima yoluyla da olsa, bir anlaşmanın olduğu görüntüsü veriliyor. PYD Başkanı Salih Müslim, ne Esad, ne de ÖSO ile bir ittifaklarının olmadığını, yerel düzeylerde çok çeşitli kesimlerle çatışmalardan kaçınmak için anlaşmalar yaptıklarını söylese de, TKP ikna olmamakta kararlı. Serakaniye’de (Resulayn) çatışmaların durdurulması amacıyla ÖSO ile PYD’nin silahlı gücü durumundaki YPG arasında 11 maddelik bir saldırmazlık anlaşması yapılmıştı örneğin. Peki, başka? Aydemir Güler örneğin, 22 Nisan’da Sol gazetesindeki köşesinde, “PYD-ÖSO ittifakı”nın Halep’te yaptıkları üzerine çalakalem yazmayı sürdürüyor, ama ne Halep’te ne Suriye’nin başka bir bölgesinde bir “ittifak” anlaşması var, ne de ikisinin bir arada Esad güçlerine yönelik saldırısı.

İŞÇİ SINIFININ DURUMU
Sürecin başladığı andan itibaren, sosyalistler tarafından yapılan Kürt sorununun çözümünün en çok işçi sınıfı mücadelesinin (sınıf mücadelesi) önünü açacağı, dolayısıyla işçi ve emekçilerin eşit haklar temelinde demokratik bir çözümü için sürece müdahelelerinin son derece önemli olduğu şeklindeki değerlendirme ve alınan tutuma TKP karşı çıkmaktadır. Kemal Okuyan, 5 Nisan tarihli “Düet” başlıklı yazısında, sürece ilişkin düşündüklerini açıklıkla ortaya koyuyor: “Bugünkü sürecin genel çerçevesinin gerici olduğunu, emperyalist planlarla örtüştüğünü ve sermaye sınıfının çıkarlarına hizmet ettiğini düşünüyorum.”
Sorunu böyle ortaya koyduktan sonra, mantığın götüreceği yer, bu süreçten işçilerin hayrına bir şey çıkmayacağıdır. Nitekim öyle de söylüyorlar. Ancak bu tavır, ne kadar kesin bir yargı içerse ve ne kadar keskin gözükse de, gerçekte, işçileri UKKTH gibi hayati bir konuda edilgen kılan ve siyaset dışına iten bir öz taşımaktadır. İşçi sınıfı, bigane kaldığı durumda, çözümü doğal olarak burjuvaziye bırakmış olacaktır. Bu durumun Okuyan da farkındadır ve işin içinden, işçi sınıfının yerine “sosyalistleri” geçirerek çıkma çabasındadır: “Bugün Türkiye’de Kürt halkının AKP iktidarıyla muhatap olmasının sorumluluğu Türkiye sosyalist hareketindedir. Kardeşliği ve birlikteliği ancak Türkiye’de ağırlık sahibi bir sol örebilirdi. Olmadı. Dolayısıyla bugün bir noktaya geldik. ‘Duralım, bekleyelim’ diyenler, Türkiye’nin emekçilerine de, Kürt halkına da bir kez daha kötülük edecek…”
“Doğru söze ne denir” demek isterdik, ama, gelgelelim Okuyan sürece karşı harekete geçme çağrısı yapıyor. Oybsa, ulusal sorun karşısında işçi sınıfının tutumunu Marx İrlanda sorununu ele alırken açıklıkla ortaya koyar. Enternasyonal’in Genel Konseyi’nde, 10 Aralık 1869’da, Marx, İrlanda üzerine görüşlerini şöyle açıklamıştır: “… İrlanda ile bugünkü ilişkilere son vermek, İngiliz işçi sınıfının doğrudan mutlak çıkarı gereğidir. … İrlanda’daki rejimi İngiliz işçi sınıfının gelişip güçlenmesi ile devirmenin olanaklı olduğuna uzun süre inandım. Daima bu görüşü savundum. Derinlemesine inceleme, şimdi beni bunun tam tersine ikna etti…. İrlanda’dan kurtulmadığı sürece İngiliz işçi sınıfı asla herhangi bir başarı gösteremeyecektir…. İngiltere’de İngiliz gericiliğinin kökleri… İrlanda’nın boyunduruk altında tutulmasında yatmaktadır.”
Görüldüğü gibi, başlangıçta Marx ezen ulusun işçi sınıfının ezilen ulusu kurtaracağına inanmıştır. Fakat olayların gelişimi, İngiliz işçi sınıfını liberallerin etkisi altına iterek, kendi sınıf mevzisinden uzaklaştırmış, buna karşın İrlanda burjuva kurtuluş hareketi giderek devrimcileşmiştir. Bu olan bitenden, pratik hayattan ders çıkartan Marx, İngiliz işçilerinin İrlanda’dan (ulusal sorundan) kurtulmadığı sürece başarı sağlayamayacağını, dahası kendi sınıf mevzisinden kayarak burjuva siyasetin etkisi altına gireceği uyarısını yapmıştır. Nitekim tarih, İrlanda sorununda Marx’ı haklı çıkartmıştır. Türkiye işçi hareketinin sermaye ve burjuvazi tarafından etnik, mezhepsel temelde uğratıldığı bölünmüşlük göz önüne alındığında, Kürt sorununun çözümünün sınıf mücadelesinin geleceği bakımından hayati önemi bir kere daha görülecektir. Bu nedenle, Marx’ın İrlanda ulusal hareketiyle İngiliz işçi sınıfı ilişkisi üzerine söylediklerine paralel olarak, işçi sınıfı ve emekçiler, sürece ezilen ulustan yana taraf olarak katılmak durumundadır.
TKP, Kürt sorununa ulusalcılığın etkisi altında yaklaştığı için, UKKTH noktasında İP’in zeminine doğru savrulmaktadır. TKP’nin, süreci ilişkin bunca laf ettikten ve onca suçlamada bulunduktan sonra, ölmekten ve öldürmekten bitap düşmüş Kürde, “sosyalizm gelene kadar böyle devam et, yoksa karşındayım” demenin dışında, sorunun çözümüne ilişkin pratik bir önerisi yoktur.

SEYREDENLER PARTİSİ
Bu fırtınalı günlerde barış ve demokrasi mücadelesinin bütün yükünü Kürdün üzerine yıkarak, “gemisini sağ salim kıyıya çıkarmak” isteyen ÖDP’ye gelince… ÖDP siyasetinde belirleyici bir yere sahip olan Oğuzhan Müftüoğlu, 24 Mart tarihli “Ne gerisinde, ne karşısında” başlıklı yazısında, sürece ilişkin yaptığı değerlendirmede, “..Kuşkusuz savaş halinin sona ermesi, bu arada Kürtlerin bazı taleplerinin karşılanması ne sorunun gerçek bir çözümü ne de Türkiye’nin demokratikleşmesi anlamına gelecektir. Ancak Türkiye toplumunun bir parçası olarak Kürt halkının kısmen de olsa bazı haklarını kazanarak savaş halinin sona erdirilmesinin, bugüne kadar büyük acılar yaşamış Kürt halkı kadar, ülke siyaseti için de küçümsenemeyecek bir gelişme olduğu ortadadır. Türkiye toplumunun bir parçası olan Kürtlerin kısmen de olsa bazı haklarına kavuşmaları bütün Türkiye halklarının özgürlük mücadelelerinin de önünü açabilecektir….  CHP içindeki ulusalcı eğilimlerle birlikte bazı sol çevreler tarafından sürecin başkanlık sistemi konusundaki bir pazarlık üzerine kurulmuş olmasına dayanan bir muhalefet yürütülüyor. AKP’nin böyle bir hesabı olması elbette mümkün, hatta muhtemeldir. Öcalan tarafından ve Kürt hareketi içinden (farklı fikirlerle birlikte) açıklanmış beyanlar da var. Elbette bu konu Kürt muhalefetin gelecekte Türkiye halklarının özgürlük mücadelelerinin bir parçası olarak mı gelişeceği, egemen sınıf siyasetlerinin çerçevesi içinde mi kalacağı konusunda bir mücadele alanı olacaktır. Ancak bu konu bugünkü sürece karşı çıkmanın bir gerekçesi olamaz.” diyor. Peki sonuç? ÖDP’den beklenen ne? Hele ki,  “…  Elbette bu konu Kürt muhalefetin gelecekte Türkiye halklarının özgürlük mücadelelerinin bir parçası olarak mı gelişeceği, egemen sınıf siyasetlerinin çerçevesi içinde mi kalacağı konusunda bir mücadele alanı olacaktır” dedikten sonra… Yapılması gereken, her halükârda “Kürt muhalefetin gelecekte Türkiye halklarının özgürlük mücadelelerinin bir parçası olarak” gelişmesi için çaba göstermek olmalı, değil mi? Hayır. ÖDP durup seyrediyor. ÖDP çoğulcu parti ve saflarında, seyreder gibi yapıp, arada bir de olsa seyretmeyenler de var, Melih Pekdemir gibi mesela. Pekdemir, 11 Mart 2013 tarihli “Hem barış hem özgürlük” başlıklı yazısında, üstü örtük biçimde Kürtlerin (PKK’nin) barış karşılığında özgürlük mücadelesinden vazgeçeceklerini ima ederek, olası gelişmelere karşı şimdiden pozisyon alıyor: “ … Yani herkes gibi Kürtlerin de arzusu hep özgürlük. Barışı özgürlük için istiyoruz. Zaten hem özgürlük hem kölelik olur mu? Olmaz. Hem barış hem özgürlük? Elbette! Çok ama çok somut konuşmak gerekirse; tarihin şu sıkıştırılmış zaman kesitinde, bir mecburiyet halinde RTE ile Öcalan arasındaki ‘barış’ ihtimali RTE’nin sivil diktasıyla tamamına erdiğinde, ne denilecek? …Öyle kalleşçe bir ‘çözüm’ dayatılıyor ki, AKP tercihi bir ‘barışı’ seçince özgürlüğü terk ediyorsun, özgürlükte ısrar edince ‘barış imkânı elden kaçacak’ diyorlar.”
Pekdemir, yazısında, tezlerini güçlendirmek için, sonunda her iki “kahraman”ın da öldüğü sonuçsuzluğa gönderme yaptığı “Sophie’nin seçimi” filmi metaforunu kullanıyor. Eh, Melih Pekdemir, lafı dolandıracağına, hepimizin anlayacağı şekilde “Deve” meteforunu kullansaydın ya. Hani deveye sormuşlar, “inişi mi, yoksa yokuşu mu seversin” diye. Deve ne demiş: “Şunun düzü yok mu?” Var elbette, hem barış, hem özgürlük, aynı anda.. Pekdemir’in yazısında vurguladığı gibi. Ama bunun için mücadele etmek gerekir, değil mi? Lafın ucu buraya geldiğinde, Pekdemir de araziye uyup, seyre dalıyor. Hiç şüphe yoktur ki, bu seyre dalışın üstünü kazıdığımızda, altından ÖDP’nin UKKTH ilişkin ulusalcı bakışı çıkacaktır. ÖDP’nin Kürt sorununa ve Kürt siyasi hareketine mesafeli yaklaşımı da evvelemirde buradan kaynaklıdır.
Yeni müzakere süreci, UKKTH noktasında, Türkiye sol hareketi için bir turnusol vazivesi görmüştür.

Suriye Kürtleri, sol ve ‘muhalefete ayar’

Suriye’deki çatışma süreci iki yılını geride bıraktı. Arap ayaklanmalarının ilk başladıkları ülkeler olan Tunus ve Mısır’dan bahsedilecek olsa, söze “çatışma süreci” yerine, “Arap isyanı” ya da benzeri bir ifade ile başlamak gerekirdi. Çünkü bu ülkelerde ortaya çıkan hareketlenmeler, hatırlanacağı gibi, halkın, işçi ve emekçilerin büyük kitle gösterileriyle kendi diktatörleriyle hesaplaşma süreci olarak başlamıştı. Muhalefetin doğru bir program etrafında birleştirilmesini sağlayacak önderlik sorunları yaşanmış olsa da, bu ülkelerdeki hareketler, dünya devrim tarihine Arap halklarının derslerle dolu önemli bir katkısıydı aynı zamanda. Arap coğrafyası, Ortadoğu ve Afrika’ya yönelik olarak batıda hakim olan oryantalist klişeleri yerle bir eden bu ayaklanmaların daha sonra batının emperyalist güçlerinin müdahalesiyle, küresel sistemden kopmalarının engellenmesine girişildiği biliniyor.
Bu müdahale süreci, Arap coğrafyasındaki halk ayaklanmalarını, sosyalizmin varlığı ile belirlenen iki kutuplu dünyanın son bulmasının ardından, eskiden Rusya’nın etki alanında bulunan ülkelerde örgütlenen “kopuş” ve kapitalist sisteme eklemlenme yönündeki hareketleri nitelemek üzere kullanılan “bahar” klişesi de yeniden devreye sokuldu. ABD’nin başını çektiği kapitalist emperyalist sistemin beslediği ve desteklediği –alttan alta örgütlediği– “renkli devrimler”in vazgeçilmez söylem kategorilerinden biri olarak “bahar” kavramının yakıştırılmasıyla birlikte, artık Arap coğrafyasındaki hareketlenmeler de ikili bir karakter kazanmaya başladı. Halk güçlerinin devrimlerini çaldırmama mücadelesi ile işbirlikçi güçlerin bu mücadeleyi saptırarak yeniden emperyalist ilişkilere eklemleme müdahale ve entrikalarının iç içe geçtiği bir süreçtir. Arap ayaklanmalarına emperyalistlerin müdahalesiyle varılan noktanın son örneğini de Libya oluşturdu. Emperyalist saldırının desteği ile Kaddafi’nin linç ettirilmesinin ardından şeriatın ilan edildiği bu ülke, bu sürece yol açan ABD emperyalizmi açısından bile kontrol edilmesi hiç de kolay olmayan bir kaos coğrafyasına dönüşmüş durumda.
Suriye’deki ilk hareketlenmeler de, Arap isyanlarının yol açtığı rüzgarın etkilerini de içeren yerli bir özellik taşısa da, kısa bir süre sonra başını ABD’nin çektiği emperyalist güçlerin, bölgedeki işbirlikçileriyle birlikte giriştiği müdahaleler sonucunda bu tablo çok büyük ölçüde değişmiştir. Dışarıdan destekli işbirlikçi bir muhalefetin bozuşturucu etkisi, bu ülkede olup bitenleri genel bir tanımla “halk isyanı” olarak nitelendirmeyi zorlaştırırken, demokratik halk inisiyatifleri de bu ortamın etkisi ile adeta saha dışına itilmiştir.
Bu nedenle de, Suriye’de iki yılı aşkın süredir olup bitenleri tarif ederken en temkinli ifade olarak “çatışma süreci” gibi bir kavram, başvurulması en makul kavram gibi gözüküyordu. Ta ki, Suriye’nin kuzeyindeki Kürt şeridini tanımlamak üzerine kullanılan Rojava ya da Batı Kürdistan’daki devrimci halk inisiyatifi kendisini öne atana kadar!

ROJAVA’DA DEMOKRATİK ÖZERKLİK
Irak Kürdistanı ile sınır olan Dêrika Hemko’da başlayan, Qamişlo ve Serêkaniyê’ye kadar devam eden Cezire bölgesini ifade etmek üzere kullanılan Rojava’da, ‘Demokratik Özerklik’ hedefinin hayata geçirilmesine yönelik olarak ciddi adımlar atılmış durumda. Kürtler Halep, Afrin ve Kobani’de de halk meclislerine dayalı bir yönetimi inşa etmenin mücadelesini veriyorlar.
Suriye’nin kuzeyinde Hafız Esad’ın yaklaşık yarım asırdır önemli çoğunluğunu kimliksizleştirmiş olduğu Kürtlerinin özgürlük mücadelesi 1950’li yıllardan itibaren sürüyor.
1962 yılında Kürtlerin yaşadığı bölgede yapılan nüfus sayımı, Kürtler ile merkezi hükümet arasında bugün hala devam eden sorunların en temel kaynaklarından birinin başlangıç noktasıdır. Sonradan gelen farklı etnik unsurları ayırma iddiasıyla gerçekleşen sayımda yaklaşık 120.000 Kürt, vatandaşlıkları ellerinden alınarak kimliksizleştirildiler. Bu kategorilerden “yabancılar” toprak ya da ev sahibi olamıyorlar. Doktor ya da mühendis olarak görev yapmaları ya da kamu kuruluşlarında çalışmaları mümkün değil. Yaptıkları evlilikler resmi olarak tanınmıyor. Oy verme gibi siyasal hakları bulunmuyor ve pasaport da verilmediği için yasal olarak Suriye’den ayrılma ya da geri dönme imkanları yok.
Kayıtsız konumunda olanların durumu ise, daha kötüdür.
Suriye’nin “en alttakileri” olmak anlamına gelen bu eşitsizlikler tablosunu değiştirmek için 60 yıldır inişli çıkışlı bir mücadele veren Suriye Kürtleri, geçtiğimiz yılın Temmuz ayından itibaren de, Cezire bölgesinin yönetimini ele almak üzere hareketlendiler. Ve aşama aşama Haseke’ye bağlı ilçelerden oluşan bu bölgenin yönetimini ele almaya başladılar.
Esad yönetimi bu süreçten sonra, onlarca yıldır kimliksiz bıraktığı Kürtlere kimlik verme vaadinde bulundu.
Bu “reformun” ilk gündeme gelişinden 2011’in sonuna kadar yaklaşık 40 bin Kürt’e vatandaşlık kimlikleri verildi, ancak, askerliklerini yapmaları için de çağrı yapıldı. Vatandaşlık kimliklerini alan Kürtlerin askere alınacağının açıklanması üzerine, Esad yönetiminin kendilerini muhaliflere karşı kullanacağı endişesini yaşayan, özellikle 18-25 yaşındakilerin bir bölümünün Kuzey Irak’a, bazılarının da Avrupa ülkelerine kaçtığı basına yansıdı.
Onlarca yıldır kimliksiz bırakılan Kürtlere “kimlik” verilmesi bile, bir hakkı tanıma temelinde değil de, çatışmalardan bunalan rejimin Kürtlerin, diğer muhalefet kesimleriyle rejime karşı birleşmesini engellemeye ve kendisine yeni bir silahlı güç devşirmeye yönelik bir hesabın parçası olarak gündeme gelmişti.
Ancak bu gibi hesaplar, Suriye yönetiminin Kürtlerle arasında çok derin bir biçimde kırılmış olan bağları tamir etmeye tabii ki, yetmedi. Kürtler Rojava’da bulundukları bölgelerin yönetimini ele alma mücadelesi verirken, kendi birliklerini sağlamaya da önem verdiler.
Suriye’nin Kürt muhalefeti içinde sahadaki en etkin siyasi güç olan Demokratik Birlik Partisi’nin (PYD) içinde bulunduğu Batı Kürdistan Halk Meclisi ile Suriye Kürt Ulusal Meclisi arasında 11 Temmuz 2012’de Hewler’de yapılan anlaşma ile Kürt partileri güçlerini birleştirme kararı aldı. Daha sonra ise ‘Desteya Bilind a Kurd’ (Kürt Yüksek Konseyi) kuruluşunu ilan etti. Konsey bünyesinde yer alan Kürt siyasal parti ve örgütleri, “Kürtlerin halk olarak tanınması, anayasada bunun tanımlanması ve haklarının güvenceye alınmasını” Kürtlerin vazgeçilmez koşulu olarak tanımladı.
Suriye’de Kürt muhalefetinin, ülkedeki diğer muhalefet kesimleriyle ilişkilerinin biçimini PYD Güney Kürdistan Temsilcisi Dr. Mıhemed Reşo, şöyle tarif ediyordu: “Suriye’de ‘dış muhalefet’ ve ‘iç muhalefet’ var. Dış muhalefet Katar, Türkiye ve Suudi Arabistan destekli ve Kürtlerin Suriye devrimi içerisinde yer alarak kazanım elde etmesini istemiyor. Kürtlerin haklarını kabul etmiyorlar. Bu nedenle dış muhalefetin içine girmedik.
“İç muhalefet ise, Heyeta Koordinasyona Neteviya Guhertina Demokratik adı altında toplanmış durumda. Suriye’nin tüm demokratik, laik, ilerici, işçi örgütleri ve rejime muhalefetten yıllarca  hapis yatmış kesimlerini bir araya getirmiş durumda. Biz de PYD olarak bu muhalefet içinde yer alıyoruz. Çünkü bu muhalif kesimler Kürtlerin haklarını ve bu hakların anayasada yer almasını kabul ediyor.
“Devrimin başlangıcında Kürtleri de rejim ile çatışma konusunda yanlarına çekmeye, kullanmaya çalıştılar. Biz ÖSO ile savaş dursun diye anlaşma yaptık, Esad’a karşı savaşalım diye değil.  Biz ÖSO ile ittifak yapıp onların bünyesinde Esad’a karşı savaşmayız. Kürt kentlerini Esad’ın tank, top ve uçaklarının hedefi haline getirme niyetinde değiliz.” (Rojava’yı Halk Yönetiyor, Evrensel, 27-03-2013)
Bu yazı kaleme alınırken, PYD’nin Kürt Yüksek Konseyi’nde yüzde 50 temsil hakkı bulunuyor. Diğer yüzde 50’lik bölüm ise, Barzani çizgisindeki irili ufaklı 16 Kürt partisinin yer aldığı ENKS (Encûmena Nîştîmanî  ya kurd Sûriye) oluşturuyor.
2003 yılında Abdullah Öcalan’ın Kürtlerin yaşadığı dört ülkede Demokratik Konfederalizm tezi çerçevesindeki örgütlenme modelini ortaya atmasından sonra kurulan PYD, Kürtlerin Rojava’daki tek silahlı savunma gücü olan YPG ile birlikte sahadaki en etkin örgüt olma durumunu korurken, bir yandan Kürtlerin bölgedeki kazanımlarının korunması, diğer yandan da halkın aşağıdan yukarıya yönetime dahil edildiği bağımsız demokratik bir yönetim biçiminin hakim kılınmasının savaşını veriyor.
Rojava’nın Kürtlerinin üretim süreçlerindeki yerleri de, bugüne kadar rejimin onlar üzerindeki politikalarının dolaysız sonuçları biçiminde olmuştu. Örneğin, Derik’e komşu olan Girke Lige ve Rîmelan ise Suriye’nin petrol bölgesi ve bu bölgede Araplar ve Kürtler birlikte yaşıyorlar.
Suriye’nin petrol bölgesi olarak bilinen Rîmelan’da, Baas rejimi, petrol işçilerini yerli olmayan Araplar’dan seçerken, bölgede yaşayan Kürtlere ise, tarım ile uğraşmak ya da geçici işlerde çalışmak düştü. Rojava’da bugün verilen mücadele bir anlamda bu “makus tarlhin” de değiştirilmesi mücadelesidir. Rojava’daki petrol bölgelerinde şu an itibariyle Kürtler denetim sağlamış durumda olsa da, bölge petrolünün geleceğinin tayini de, önümüzdeki dönem de yanıt bulacak önemli sorulardan biri olma özelliğini koruyor.
Kürtler bulundukları bölgelerdeki kazanımlarını korumayı başardıkları takdirde, Suriye’nin bundan sonraki Esad’lı ya da Esad’sız yönetimiyle –şu an itibariyle bu konuda kesin hüküm vermek ve iddiaları tahminler de bulunmak çok da mümkün gözükmüyor– bu konuda bir müzakere ve mücadele süreci yaşayacaklar.

TÜRKİYE SOLUNDA ROJAVA BÖLÜNMESİ

Rojava’da yaşanan sürecin nasıl tanımlanacağına ilişkin olarak ise, sol içinde parçalı bir tablodan söz etmek mümkün. Arap coğrafyasında başından beri olup biten sürecin neredeyse tamamını, başını ABD’nin çektiği “emperyalizmin bir oyunu” olarak gören sol çevreler, Suriye’nin Kürt coğrafyasında olan bitenleri de aynı minvalde bir gelişme olarak değerlendiriyorlar. Arap halklarına, bağımsız bir temelde ayaklanma hakkını çok gören bu “sol” anlayış, Suriye Kürtlerine de, emperyalist hesaplardan bağımsız bir biçimde kendi geleceğini kurmayı çok görüyor.
Her açıdan oryantalist klişelerin esiri olmuş olan bu “sol” siyasetlerin Suriye’deki Kürt gerçeğine bakışları, Türkiye’deki Kürt gerçeğine bakışlarının da dolaysız bir yansımasını oluşturuyor.
Suriye’ye emperyalist müdahaleye karşı çıkmak ile işbirlikçi karakterde olmayan muhalefete destek vermek arasındaki ayrım ise, Türkiye’de solun bir kesimi tarafından çoktan es geçilmiş durumda. Soruna böyle bakanlar, Kürtlerin Suriye’nin kuzeyinde bulundukları bölgenin yönetimini ellerine almalarına da aynı bakış açısının beslediği bir kuşkuculukla bakıyorlar. Suriye Kürtlerinin bu ayaklanmalarını “emperyalist” politikalar içinde tanımlayanlar, Türkiye’de İmralı’da yeniden başlayan görüşmelerin ardından girilen süreci de emperyalizmin aynı “büyük oyunu” içinde değerlendiriyorlar. Böyle düşünenler için, Türkiye Kürtlerinin onlarca yıldır verdiği mücadele, ödediği büyük bedellerin nasıl ki, kayda değer bir önemi yoksa, Suriye Kürtlerinin mücadelesinin de bir hükmü şahsiyeti bulunmuyor.
Antiemperyalizm ve bağımsızlık anlayışlarında bölgedeki gerici statükonun ve diktatörlüklerin savunulmasına geniş yer veren bu ‘sol’ anlayışlar, bunun doğal bir sonucu olarak bağımsız halk inisiyatiflerini de görmezden gelmeyi tercih ediyorlar. Leninizm’in ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ ilkesine taban tabana zıt olan bu yaklaşımları sol siyaset adına savunanlar, özünde bağımsızlıkçı değil, şoven milliyetçi bir çizgide siyaset yapıyorlar.
Bu temelde politika yapanlar, ABD emperyalizminin başını çektiği ‘Şii hilaline karşı, Sünni bir cephe oluşturma’ siyasetini de tersten besleyip güçlendirilmesine hizmet ediyorlar.
PYD yetkilileri ÖSO çeteleri ile sadece Araplarla Kürt nüfusun birlikte yaşadıkları Serêkaniyê’de bir çatışmasızlık anlaşması yaptıklarını açıklamış olsalar da, TKP’nin gazetesi Sol ısrarla PYD ile ÖSO’nun birlikte Esad’a karşı savaştıklarını öne süren bir yayıncılık yapmaktka ve İmralı süreciyle “Alevilerin ihmal edildiği” iddiasından hareketle, Suriye’de de Alevilere karşı PYD-ÖSO ittifakının işletildiğini öne sürmektedir. Emperyalizme karşı mücadele adına, emperyalizmin mezhep bölünmeleri üzerinden egemenlik tesis etme planlarına ‘soldan’ bağlanan bu yaklaşımın, Türkiye’de de Alevileri, Kürtlerin ve İmralı sürecinin karşısına dikmeyi amaçladığı görülüyor. Böylesine bir tutumun ‘sosyalizm’ adına savunulması ise, Türkiye’de solunun belli bir kesiminin savrulduğu trajik noktayı göstermektedir.
Diğer taraftan, Özgür Gündem gazetesinde de, yer yer, Esad’a karşı olmak adına, –PYD sözcülerinin bu konudaki ölçülü ve temkinli açıklamalarına rağmen– PYD ile ÖSO arasındaki lokal ilişkiyi genel bir ittifak düzeyine yükselten yayınlar olabilmektedir.
Öte yandan PYD Eşbaşkanı Salih Müslim, İmralı sürecinin kendilerini de etkileyeceğine vurgu yapan bir iki açıklama da bulundu. Bunlardan ilki, İmralı sürecinin ilk zamanlarına denk gelen 12 Mart 2013 günü ANF’ye yaptığı açıklamalarda yer aldı.
Müslim, o röportajında, ÖSO ile anlaşmalarını şu biçimde ifade ediyor: “Biz Suriye dışından gelenlerle anlaşma imzalamadık. Bizim muhatap alıp imzaladığımız güçler Suriye’nin içindeki güçlerdir. Dışarıdan gelen çeteci gruplar bu anlaşmayla zaten ofsayda düştüler ve YPG’ye karşı yenilip çıkmak durumunda kaldılar. Biz Özgür Suriye Ordusu ile anlaşma imzaladık. Türkiye’nin gönderdiği, Afganistan’dan şuradan buradan da gelen çetelerle değil. Onlar aradan çıktı artık.”
Müslim aynı röportajda “sizin Suriye Ulusal Koalisyonu’yla ilişkileriniz de biraz pekişti sanırım. En son Muaz El Hatip ile Kahire’de bir görüşme yaptınız. Görüşmeleriniz devam ediyor mu?” sorusuna da şu yanıtı vermişti: “Şimdi bu koalisyon ilk kurulduğunda Yüksek Kürt Konseyi’ni muhatap olarak tanımadı. Bu, Türkiye’nin yönlendirmesiyle oluyordu tabii ki. Onlar bazı Kürt partileri ve şahsiyetleri esas alıp bizi içten parçalamayı esas aldılar. Kendilerine göre yönlendirmek istediler. Biz o zaman onlara haber gönderdik ve dedik ki; Yüksek Kürt Konseyi dışında hiç kimse Kürtleri temsil etmiyor dedik. Kürt partilerine de, siz Kürtleri temsil etmiyorsunuz Kürtlerin temsilcisi Yüksek Kürt Konseyi’dir dedik. Bazıları gidip bazı toplantılarda konuştular ve sadece onunla yetindiler.
“Daha sonra özellikle Serêkaniyê’deki gelişmelerden sonra biz diyalogun devam etmesi için bir komite oluşturduk ancak olmadı diyalogumuz sürmedi. Neden?
“Bunun bazı sebepleri vardır. İçten ve dıştan… Suriye Ulusal Koalisyonu bu konuda kendi arasında anlaşamıyor. Bizimle, Kürtlerle ilişkilenmek istemeyen bazı gruplar var. Bazı Kürt partileri de küçük hesaplar peşinde ve Yüksek Kürt Konseyi’nin muhatap olarak kabul edilmesine karşı çıkıyorlar.
“Evet, Kahire’de El Hatip’le görüştük, ancak bu tarafları temsilen değil şahsi bir görüşmeydi. Ben PYD Eşbaşkanı, bir Kürt şahsiyeti olarak kendisi de kişisel olarak görüştük.
“Bizim Suriye’nin geleceğine ilişkin perspektifimiz var, bunu her yerde ve herkese anlatıyoruz. Onlara da, bizi başkalarından duyacağınıza bizi bizden dinleyin dedik. Biz özgür ve bağımsız bir gücüz, kendi irademizle hareket ediyoruz. Muhatap alacağımız güçlerin de özgür olmasını ve kendi iradeleriyle karar almasını istiyoruz, dedik. Ancak özgür olanlar ve kendi iradesiyle hareket eden güçler anlaşabilirler dedik.
“Kendisi de anlaşmaya karşı olmadığını belirtti. Ancak kendi aralarındaki çelişkilerden dolayı bizimle anlaşma yapmaktan uzaklar. Ve tabii ki Türkiye’nin yönlendirmesiyle hareket eden gruplar anlaşma önünde engel teşkil ediyorlar.”
Salih Müslim, İmralı sürecinin ilerleyen aşamalarında da, İmralı sürecinin Suriye muhalefeti ile ilişkilerini etkileyeceğini ifade eden başka açıklamalar yaptı. Ve Türkiye Dışişleri Bakanı Davutoğlu da, PYD’nin muhatap alınabileceği yeni bir sürecin başlayabileceğinin sinyalini vererek, şu 3 şartı dile getirdi: “1- Rejim yanında yer almayacak 2- Suriye halkının seçimle işbaşına getireceği parlamento oluşana kadar emrivaki yapmayacak (yani fiili durum yaratıp bir bölgeyi kendisinin ilan etmeyecek) 3- Türkiye’de teröre destek vermeyecek.”
Davutoğlu, bu açıklamaları, ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin Türkiye yaptığı ikinci ziyaretin sonrasında dile getirdi ve Kerry’nin ikinci ziyaretini şu sözlerle özetledi: “İkincisi ise, özellikle Suriye bağlamında, ‘ne yapabiliriz?’ sorusunun masaya daha açık konduğu bir görüşme oldu.”
ABD’nin, Türkiye’nin Suriye politikasına yönelik rezervleri arasında, Kürt sorunu ile ilgili kaygılarını Suriye muhalefetine yönelik yaklaşımında da baskın bir biçimde öne çıkarmasının da olduğu biliniyor.
Davutoğlu’nun yukarıda alıntıladığımız açıklamaları da, Türkiye’nin bu tutumunu terk etmediğini, ancak öncesine göre de yumuşattığını gösteriyor. Ve Türkiye’de AKP Hükümeti’nin Türkiye’nin içindeki Kürt sorununda olduğu gibi, onu etkileyen Suriye Kürtlerinin pozisyonu ve buradaki statünün geleceğine kadar bir dizi konuya da İmralı görüşmelerinin konusu yapması şaşırtıcı değildir ve olmayacaktır.
Kürtlerin kazanımlarının korunması için ise, emperyalizmden ve işbirlikçi bölge gericiliklerinden gelen baskılar karşısında direnç göstermesi, onlara dolgu olmaması gerektiği açıktır. Gerçekten demokratik bir ülke olarak varolabilmenin yegane koşulu da budur.

SURİYE MUHALEFETİNE ‘YENİ AYAR’
Suriye ‘muhalefeti’nin güncel durumu açısından ise, 11 ülkenin dışişleri bakanlarının bir araya geldiği 21 Nisan 2013 günü gerçekleştirilen ‘Suriye’nin Dostları’ toplantısının, ‘Suriye muhalefetine’ yönelik yeni bir ‘ayar’ toplantısı olduğu alınan kararlarla da görülmüştür. Yardımların ‘Suriye Yüksek Askeri Konseyi’ üzerinden yapılacağı belirtilen kararlar, Türkiye’nin El Kaideci güçleri de açıktan destekleyen dış politika çizgisine de bir ‘ayar’ olarak okunmalıdır. Esad’a yönelik silahlı mücadele değil, “müzakere” esasına dayalı bir “geçiş” hükümetine vurgu yapılan kararlarda Rusya ile de uzlaşmayı esas alan bir çizginin açık işaretleri verilmiştir. Bu toplantıda alınan kararlar, Suriye’de emperyalist güçler ve bölgedeki işbirlikçi rejimlerin desteği ile silahlandırılan ‘muhalefet’ güçlerine dayalı olarak sonuç alma stratejisinin de, sonuç almak bakımından işlevsizliğinin dolaylı bir kabulü anlamına da gelmektedir.
İstanbul’daki “Suriye’nin Dostları” toplantısından sonra yayınlanan bildiri ve ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin basın toplantısında söyledikleri, Türkiye’nin de içinde bulunduğu bu topluluğun izleyeceği politikanın da sinyallerini verdi. Bu toplantının geçtiğimiz Mart ayı sonu itibariyle ‘Suriye muhalefeti’ne yaklaşım konusunda bölünmüş bölge ülkelerinin de yeni bir plan etrafında uzlaştırılmaya çalışıldığının göstergesi durumundadır. Bunun gerçek bir uzlaşma anlamına gelip gelmeyeceğini önümüzdeki dönemin gelişmelerine bakarak anlayabiliriz. Ancak bu toplantıda göreli bir uzlaşma fotoğrafı verilmiştir.
Bu toplantıda göreli bir uzlaşmaya varıldığının bir diğer verisi, Türkiye ve Katar’ın desteklediği ve Esad rejimi ile her türlü görüşmeye kapalı “geçici hükümet kurma” çizgisinin gündemden düşmüş olması. Bilindiği üzere yaklaşık yirmi yıldır ABD’de yaşayan bir Suriyeli olan Gassan Hito, İstanbul’da gerçekleşen bir toplantıda geçici hükümetin başbakanı seçilmiştir. Katar’da yapılan son toplantıya Suriye’yi temsilen İstanbul’da kurulan “geçici hükümetin” başbakanı Gassan Hito’yu çağırılmış, buna tepki olarak, Suriye Devrimi Muhalefet Güçleri Koalisyonu’nun başkanı Muaz El Hatip başkanlıktan istifa etmişti. Yoğun ikna çabaları sonucu zirveye katılmayı kabul etmekle beraber başkanlıktan istifasını geri çekmemişti. ABD Dışişleri Bakanı John Kerry de İstanbul toplantısındaki konuşmasında rejimle her türlü diyaloğu reddeden “geçici hükümet” değil, rejimle müzakereye dayalı  “geçiş hükümeti” kavramın özellikle kullanmıştır.
Bu toplantıdan çıkan sonuçları şöyle özetleyebiliriz:
– Topluluk iki yıldır süren çatışmaların bu işin silah zoru ile halledilemediğini gösterdiğini kabullenmiş oldu. ABD’nin başını çektiği Batılı güçler bu iç savaşa bulaşmak istemiyor. Bu nedenle muhaliflerin silah taleplerine de mesafeli duruyorlar. İstanbul’daki toplantıda, Suriye’deki silahlı güçlere bazı askeri araç ve gereçlerle sınırlı bir askeri destek verilmesine karar verildi.
– Suriye’nin Dostları” bu kez “müzakere yolu ile çözüm” için Şam’a bir mesaj gönderdi.
– Kısa vadede “siyasi çözüm”ün nasıl gerçekleşeceği konusunda topluluk “Cenevre formülü”nü gündeme getirdi.
Geçen yılın Haziran ayında, Rusya ve Çin’in de katılımıyla yapılan Cenevre konferansında, görüşmelere dayalı bir çözüm üzerinde mutabık kalınmıştı. Çatışmaların durması, geçici bir yönetimin oluşturulması, parlamento ve başkan seçimleri yapılarak, ‘demokratik rejime geçiş sağlanması’ olarak özetlenebilecek olan bu kararları o dönem muhalefet reddetmişti.
Bu kararlar hayata geçmezken, çok geçmeden Cenevre Bildirisi’ne imza atan Batılılarla Ruslar arasında bu sürecin “Esad’lı mı, yoksa Esad’sız mı” olması gerektiği konusunda uyuşmazlık çıkmıştı.
İstanbul’daki son toplantıda Cenevre Bildirisi’ne atıfta bulunulması, “siyasi çözüm” şıkkının öne alındığını ve Rusya ile ortak bir zemin sağlamaya açık durulduğunu göstermiştir.
Sonuç olarak, askeri ya da siyasi olsun, emperyalist güçlerin himayesinde toplanan masalardan demokratik bir Suriye’nin çıkması düşünülemez. Ancak bu manzara, daha önce devrede tutulan ve provakatif bombalı saldırılarla desteklenen, devşirme güçlerle oluşturulan ‘silahlı muhalefeti’ öne alan emperyalist stratejinin iflası durumundadır. Elbette ki bu, önümüzdeki dönemde emperyalistlerin uzlaşacakları bir ‘siyasi çözüm’ oluşturamamaları durumunda silahlı müdahale yöntemlerinin devreye yeniden ve bu kez belki daha güçlü bir biçimde girmeyeceği anlamına da gelmemektedir.
Suriye halkları için gerçek demokrasi de, emperyalist müdahale ve planların dışında durarak, kendi mücadelesiyle gerçekleşebilecek bir demokrasi olabileceği tartışılmazdır.
Türkiye halkları, işçi, emekçileri ve devrimci güçleri de, Suriye’ye emperyalist müdahaleye karşı çıkarken, Suriye’deki bütün halkların kendi kaderlerini belirlemelerini esas alan mücadeleleriyle de dayanışma içinde olmayı sürdürmelidirler.

KİTLELER POLİTİKANIN NERESİNDE: Kitle psikolojisi ve sınıf politikaları

Kitlelerin politikayla ilişkisi, üzerine en fazla spekülasyon yapılan konulardan biri olagelmiştir. Kitleleri “güdülmeye yatkın ve uygun kalabalıklar” olarak niteleyen çok sayıda burjuva sosyoloğu bulunuyor. Günümüzde yaygın şekilde kullanılmakta olan internet sitelerinde, kitlelerin “kışkırtılmaya ve yönlendirilmeye hazır ruh hali”ni sözüm ona bilimsel irdelemelere dayanarak kanıtlayan onlarca makale bulunuyor. Kitlelerin politikayla ilişkisini, özellikle de kitle psikolojisini, kitlelerin içinde tutuldukları ya da bulundukları iktisadi-sosyal, siyasal ve kültürel koşullardan bağımsız şekillenebilir gösteren bu makale ve irdelemelerde, kitleler “düşünme, hüküm verme ve eleştiri yetileri olmayan”, “zekaya değil duygulara göre hareket eden” ve “telkine hazır sabit fikirli yığınlar” olarak  resmedilmektedir. Kitlelerin yaşam deneylerinden çıkarabilecekleri sonuçlar üzerinden sahip olabilecekleri düşüncelerinin olamayacağı; onların “akıl ve yargılama yoluyla değil, telkinle yol aldıkları”, “hayatlarının gerçek şartlarını değiştirecek her yenilikten, bilinçsiz olarak nefret ettikleri”;  “çobanından vazgeçmeyen sürü” halinde hareket ettikleri ve “güçlü iradeye sahip olanı daima dinledikleri” ileri sürülmektedir. Kitlelerin örgütsüz-dağınık yığın halinden hareketle, onları kendi çıkarlarının farkında olmayan “amorf” yığınlar olarak gören ve yetenekli bir ajitatör, “karizmatik bir lider” tarafından din, milliyetçilik gibi duygu ve güdüler üzerinden hemen her zaman kolayca harekete geçirilebilir gösteren bu görüş(ler)in en önemli istismar konusu ise, kitlelerin kendileri aleyhine politikaların destekçisi ve kendilerine karşı eylemlerin faili olmaları; birbirlerine yönelik toplu öldürümlere girişebilmeleridir.
Nietzshe, G. Le Bon ve S.Freud gibi teorisyenlerden esinlenen bu görüşler, özellikle 1980 sonrası yıllarda, işçi ve emekçi hareketinin ve onunla birlikte sosyalist hareketin geriye püskürtülmesinden güç alınarak yaygınlaştırıldılar. Emekçilerin muvcut hal ve durumlarını bazen açıkça, bazen de üstü örtülü şekilde değişmez sayarak aşağılayan ve toplumsal değişimin düşünce ve alışkanlıkları değiştirici işlevine göz kapayan –bu alandaki değişim daha zor ve yavaş bir seyir izlemekle birlikte kaçınılmazdır–çok sayıdaki sosyal bilimci, psikolog ve siyasetçi, önyargıların, inançların ve genel olarak hakim düşüncelerin yığınları sürükledikleri tutum ve politikalardan hareketle, “sürü psikolojisi” üzerine söylemi sürdürdüler. AKP Hükümetiyle kitleler ilişkisinden hareketle yapılan “kitlelerin davranışı” analizlerinde, “sürü psikolojisi”ne hükmedilmesi ve “kitlesel psikoz”dan söz edilmesini ileri tutum sayan birçok yazar, sosyolog ve gazeteci ‘piyasa’ya çıktı.  Liberal sağ ve sol aydınların bir bölümü, kitlesel eylem ve politikalara hakim olan egemen sınıf ideolojik tutumu ve politikasını bu tezleri kanıtlamak üzere kullanmaya giriştiler. Bir bölümü ise, AKP ve Hükümetinin ilericiliği, hatta devrimciliği üzerine kalem yarışına girdiler.  Burjuva muhalefetinin pespaye bir çökmüşlük ve dağınıklık içinde olduğu koşullarda, halkın taleplerinin istismarında deneyimli bir gelenekten güç alarak işbaşına gelen iktidar partisinin, Batılı emperyalistlerin uluslararası desteğine sırt dayaması; sosyal hakları budarken, “aile yardımı”yla; kömür-şeker-çay paketleri ve okul öğrencilerine defter-kalem dağıtarak, işsizliğin ve yoksunluğun kol gezdiği üretim koşullarında, sıkıntılar içinde boğulan insanların bir kesimini avlamaya çalışmasını; yanı sıra din ve milliyetcilik üstünden halkın duygu ve istemlerini istismar ederek, belirli toplum kesimlerini iktisadi-sosyal çıkarlarıyla karşıtlık gösteren politikalarına “kazandığı” gerçeğine göz kapayan bu yazarlara göre, burjuva siyaset ve sosyolojisi alanındaki gelişmeler, kitlelerin “sürü hali”nin kanıtıydı!
Bu makalenin buradaki ilk bölümünde, kitle psikolojisi üzerine söz konusu çarpıtmalara bir yanıtı da içermek üzere, kitle-politika ya da tersinden söylenirse, politika-kitle ilişkisi ve kitle psikolojisi üzerinde durulacak; ikinci bölümünde ise, özel olarak işçi sınıfı politikasının kitleselleşmesi sorunu ele alınacak.
A-) KİTLELER VE POLİTİKA
Kitle-politika ilişkisi, iktisadi üretim koşulları ve bölüşüm ilişkileri temelinde şekillenen sınıfsal farklılıklara bağlı olarak tarih alanına girmiştir. İnsan topluluklarının üretim araçlarıyla ilişkilerinin, bu araçların mülkiyetine sahip olma ya da olamamalarına göre farklılaşmasına yol açtığından bu yana, tarih, sınıf mücadeleleri tarihi olarak yaşanagelmiş ve bu mücadele, insanın üretici etkinliği tarafından belirlenen maddi ve manevi tüm ilişkilerinin, bir bölüm insanın emekgücünün başka ve bu birincileriyle kıyaslandığında her zaman daha dar bir azınlığı oluşturan kesimi tarafından sömürülmesi üzerinden şekillenmiş; sınıf sömürüsü (köleci, feodal ve kapitalist) sınıf mücadelesinin temelini; politik mücadele ise, onun en üst biçimini oluşturmuştur. Tarihin tüm dönemlerinde politikanın içeriği ve biçimi, onu uygulayanların –sınıf vb.– çıkarları ve amaçları tarafından belirlenmesine karşın, iktidardaki egemen sınıf(lar), kendi politikalarını “tüm toplumun çıkarları”yla bağdaşır göstermeyi, iktidarın kitle desteği yönünden gerekli saymışlar; kendilerine karşı açık-gizli biçimlerde savaştıkları sınıf, kesim ve çevrelere, “biz sizin de temsilciniziz!” şeklinde seslenerek, “toplum üstü” otorite tesisini pekiştirmeye çalışmışlardır. Her egemen sınıf, böylece, kendi çıkarlarıyla tüm toplum kesimlerinden insanların çıkarları arasında özdeşlik ilişkisi kurarak, politikalarının, aralarında bu politikaların hedefinde olup zarar gören sınıf ve kesimler de olmak üzere, herkes tarafından benimsenmesini sağlamak istemiştir.
Kitlelerin belirli hedefler etrafında harekete geçirilmeleri sorunu, en ileri düzeyde, modern kapitalizm döneminde belirginlik kazanmıştır. Burjuvazi ve partileri açısından da, işçi sınıfı ve emekçiler ile partileri yönünden de, politikanın başarısı, kitlelerin bu politikaya kazanılmalarına bağlıdır. Bu ilişki, faşizm gibi tekelci sermayenin en zorba ve siyasal gericiliğin en yoğun biçimiyle uygulandığı sınıf diktatörlüğü koşullarında da, önemli ölçüde geçerlidir. Birbirleriyle mücadele halindeki sınıf ve kesimler, yığınların en geniş kesimlerini yanlarına çekmek üzere, yaşamın hemen tüm alanlarındaki insan ilişkilerinde etkileyici işlev gören ideolojik mücadeleye özel bir önem verirler. Politik mücadelede yer alan hiçbir sınıf, parti, örgüt ve kurum, kitlelerin gücünü yanına almadan ya da aynı anlama gelmek üzere politikalarını yığınlara mal ederek, yığınların ‘şahsında’ maddi bir güce ve değiştirici kuvvete dönüştürmeden, başarıya ulaşamamıştır. Bu mücadelenin en kesin, en çıplak biçimleriyle yaşandığı kapitalist toplumda ise, mücadele çok çeşitli ve farklı çıkarlara sahip sınıf ve kesimler arasında farklı biçimler alarak sürmesine rağmen, esas olarak proletarya-burjuvazi mücadelesinde tüm toplumsal sisteme damgasını vurmuş; bu da, burjuva politikasıyla işçi sınıfı politikasına yaklaşımı özel olarak önemli kılmıştır.

B-) BURJUVAZİNİN VE İŞÇİ SINIFININ POLİTİKALARI
Liberal, faşist, gerici sermaye politikaları ile işçi sınıfının demokratik ve sosyalist politikası arasında; bu politikanın iktidar biçimlerine yansıması veya iktidar biçimi olarak şekillenmesi üzerinden “benzerlik”ler kuran liberal ‘sol’ ve sağ yazarlar, bu yönetim biçimleri ve politikalarının kitleler ve çıkarları/hakları yönünden anlamı ve amaç farklılığını bilinçli şekilde görmezden gelirler. Sermayenin tüm halk üzerindeki diktasıyla kitlelerin dolaysız olarak öznesini teşkil ettikleri ve toplumsal iktisadi ve siyasal yaşamın idaresine katıldıkları yönetim biçimleri ve onun politikaları arasındaki temel önemdeki farkların üzerinden atlayarak, üretimin maddi-manevi ürünlerinin toplum yararına mı, yoksa küçük bir azınlık yararına mı kullanıldığını önemsiz bir ayrıntıya indirgemek, oysa, yalnızca burjuvazi ve emperyalizmin “demokratizmi” temsil yalanına güç verir. Bütün fabrikaların, işletmelerin, toprakların toplumun %10’nuna, hatta daha da dar bir azınlığına ait olmasını; milyonlarca işçinin, ancak ürettiğinin çok az bir bölümünün karşılığı olabilecek bir ücret üzerinden çalıştırılması ve kendi ürettiği ürünü ancak para ödeyerek kullanabilmesini esas alan bir üretim sistemi ile bütün toprakların, işletmelerin, fabrikaların bütün toplumun “mülkü” olarak kullanılması ve herkesin emeğinin karşılığını almasını temel alan bir üretim sisteminin birbirlerinden temelden farklı olduğunu, aklı başında, bilimsel kriterleri azçok önemseyen burjuva ideologları dahi reddedemezler. Burjuva çıkarları için halkın önyargılar, akıl dışı hurafeler ile yönlendirilmesi politikası ile halkın aydınlatılması ve kendi çıkarlarının bilgisiyle donatılması politikası çatışma halindedir. Temelini nesnel sınıf farklılıkları ve uzlaşmazlığından alan bu çatışma nedeniyledir ki, burjuvazi –ve öncesi tüm hakim sınıflar– kendi çıkarlarını halk kitlelerine benimsetme ve sömürüyü sürdürmek için onları tabi olma, susma ve sinmeye ikna etme politikasını hiçbir koşulda ihmal etmemişler, ihtiyaç duyduklarında da bunu şiddet araç ve yöntemleriyle takviye etmişlerdir. Ama tarihsel gerçek o ki, hakim sını(lar)ın bu politikası, ezilen, baskı altında tutulan ve sömürülen emekçi halk kitlelerini, kendi hak ve çıkarlarına uyanmaktan, bunun için mücadeleye atılmaktan da alıkoyamamış; aksine, deyiş yerindeyse, buna zorunlu bırakıp harekete geçmelerine neden olmuştur.

B-ı) BURJUVA POLİTİKASI VE KİTLELER

Kapitalist üretim temeli üzerinde şekillenen burjuva politikasının içeriği dolaysız şekilde kapitalist sınıf çıkarları tarafından belirlenmiştir. İşlevi, emekgücü sömürüsünü doğal, kaçınılamaz ve zorunlu göstermek; sınıf sömürüsü sistemi olarak kapitalizmin sadece “ebediliği”ni değil, sürdürülmesi “zorunluluğu”nu vaaz ederek, işçi sınıfı ve emekçilerin sisteme yedeklenmelerini sağlamaktır. Burjuva politikası, kitlelerin kendi “öz çıkarları”nın farkına varmalarına set çekmek üzere sınıf çelişkilerini gizler; açlık, yoksulluk, işsizlik, hak yoksunluğu, işgal ve savaşlar kapitalist özel mülkiyet sisteminin ürünü olmalarına ve burjuva politikası da bu kaynağın ‘avukatlığı’ işlevi görmesine rağmen, bu  sorunların yok edileceği; herkes için huzur ve güvenin sağlanacağı, ayrımsız olarak mutluluk içinde yaşanacak sosyal-iktisadi ortamın varedileceğini, süreklilik gösteren şekilde yineleyerek birey ve kitlelerin “ruhu”na seslenir. Kapitalist parti fraksiyonları, hükümetler ve sermayenin çok sayı ve çeşitlilikteki sınıfsal kurumlarının yürüttükleri ideolojik mücadelenin kitlelerle ilişkisi ve kitleler için anlamı, böylece, doğrudan ve dolaylı olarak kapitalist sınıf çıkarına, sınıf hakimiyeti koşullarının sürdürülmesi hedefine bağlanır. Amaç, sömürülen ve sınıf baskısı altında tutulan kitlelerin buna karşı mücadeleye atılmalarını önlemek, suskun ve sinmiş olarak kalmalarını sağlamaktır.
Bu politika, burjuva devleti ve kurumlarının şekillenişi ve halk ile ilişkilerinde somut biçim ve karaktere bürünmüştür.  Yasalarda ve hukuk kitaplarında parlak sözcüklerle süslü anlamından farklı olarak, demokratik haklar ve düşünce özgürlüğünün, burjuvazinin azınlık tekelci kesiminin dayatmalarında ifadesini bulan ve sermaye politikacılarıyla onların en parlak hatiplerinin nutuklarında tekrarlanagelen sermaye çıkarları ötesinde değeri yoktur. İşten atılan ya da ücretini artırma talebinde bulunan işçinin, yaşam koşullarının düzeltilmesini isteyen emekçilerin karşısına çıkarılan hukuk, yasa ve siyasal-silahlı güç, sermayenin çıplak çıkarlarının maskeli halinden başka bir şey değildir. İşçi -kapitalist ilişkileri ve işçinin hakları üzerine çok sayıda yasa maddesi, pratikte hemen her zaman işçinin karşısına, yanında polis copu ve asker süngüsü-tüfeğiyle, kapitalistin tutumu, “hakları” ve yaptırımları olarak çıkar. Bu politika, burjuvazinin, hakim sınıf konumundan sahip olduğu araç ve olanaklar üzerinden kitlelere taşınır ve egemen belirleyici görüş ve düşünceler şeklinde toplumsal yaşama yön verici olarak kalması sağlanmaya çalışılır. Her sömürücü sınıf gibi, burjuvazi de, çıkarlarını ve onun ifadesi olan politikasını “herkesin yararını gözeten, hatta esas alan” anlayış ve görüşler toplamı olarak sunar. Çeşitli araç ve yöntemlerle  hakim kılmaya çalıştığı düşüncenin merkezinde, “herkesin aynı gemide birlikte yaşadığı”; “daha iyi ve ileri bir yaşam için fedakarca çalışılması gerektiği” söylemi yer alır. Burjuva ideologları ve her türden propagandacıları –dini ideolojinin yayıcıları da bunların arasında yer alırlar–, sınıf farklılıklarının üstünü örterek, sınıf mücadelesini gerektiren bir neden bulunmadığını vaaz eder; eşitsizlik ve ayrımları “takdiri ilahi” gösterir; “refah ve mutluluk içinde bir yaşam için” otoriteye uyumlu tutum ve davranışı empoze ederler. Bilgi edinme ve eğitim araçları bu amaç doğrultusunda kullanılır. Kitle iletişim araçları, burjuva çıkarlarının ifadesi düşüncelerin kitlelere benimsetilmesinin araçları olarak kullanılır. Okul ve aile yaşamından, toplumsal tüm alanlara yaygınlaştırılan ideolojik eğitim ve yönlendirmeyle bu görüşler hakim hale getirilirler. Okulun işlevi, burjuvazinin çıkarlarına hizmet edecek eğitimli insan gücü yetiştirme ihtiyacı tarafından belirlenmiştir. Bu özelliğiyle okul, sınıf savaşımının bir aracıdır. Herbir “ulusal okul”un başka halklara karşı düşmanca önyargıların aşılandığı bir kurum olarak kullanılması kapitalist rekabet ve çıkar çatışmasıyla dolaysız bağlıdır. Okur-yazar herkesin “tedrisatından geçirildiği” eğitim sistemi, egemen politik aygıt ile içli-dışlıdır. Nasıl bir eğitimin uygulanacağının kararları burjuva parlamentolarında bile değil, halkın tümüyle dışında ve hükümetler ve burjuva uzmanlar eliyle alınıp uygulanır. İletişim araçları kitle manipülasyonunun silahına dönüştürülmüşlerdir. Gazeteler ve basılı yayınlar, günümüzde yüzlerce kanaldan yirmidört saat yayın yapan televizyon kanalları, internet ağları ve diğer çok çeşitli araçlar kapitalist sermaye birikimi araçları olmaları, kapitalist şirketler haline gelmelerinin yanı sıra kitlelerin sermaye yararına yönlendirilmeleri için kesintisiz faaliyet halindedirler. Burjuva ve faşist propaganda, kitlelere, içinde tutuldukları iktisadi-toplumsal koşulların yeniden üretimi ve sürdürülmesini zorunluluk olarak gösterir ve statükonun korunmasını psikolojik-kültürel “değerler manzumesi”nin başına koyar ve tüm bu araçlar aracılığıyla etki altına alınan kitle psikolojisini, kitleleri hükmedilecek “şey”e dönüştürmenin aracı olarak kullanır.
Sermaye politikacıları, “millet”, “inanç”, “gelenek-görenek” üzerine siyasi söylemle toplumun çeşitli kesimlerine seslenirlerken, etkilemeye çalıştıkları asıl olarak geniş halk yığınlardır. Herkesi “aynı ailenin bireyleri” olarak gösteren burjuva propagandası, halk kitlelerinin sermayeye yedeklenmelerini amaç edinir. Birbirleriyle sözüm ona politik tarih hesaplaşmasına girişen ve birbirlerini gericilik, hatta faşistlikle niteleyen sermaye partilerini birleştiren ana unsur kapitalizm savunusudur. Tekelci gericilik, uluslararası mali sermaye ve büyük emperyalist güçlerin dayattıkları politikalar karşısındaki tutumlarını, bu temel savunu üzerinden belirlemektedirler. Seçim meydanlarında ve parlamento kürsülerinde ya da bir biçimde kitlelere seslendikleri her durum ve yerde, bu partilerin sözcüleri, “insanca yaşam”dan, “hak ve özgürlükler”den bolca söz ederler; ama, sorun gelip pratikte iki sınıfın karşı karşıya gelmesine dayandığında; işçi ve emekçiler, örgütlü güçleriyle sermaye ve hükümetlerinin karşısına çıktıklarında ya sessizce geçiştirerek ya da daha açık bir tutumla “ekonominin durumu”, “ülke ve milletin çıkarları” üzerine demagojik söylemle itidal tavsiyelerine soyunarak, gerçekte oldukları üzere, sermayenin saflarındaki yerlerini teyit etmekten kaçınmazlar.  Burjuva devleti, kapitalist sınıf çıkarlarını toplumsal ilişkilerin tüm alanlarında etkin kılmak ve etkin tutmak için, burjuva politikasının tüm bu biçim ve içeriği ile sistematik kurumlaşmasını merkezileştirir.

B-ıı) İŞÇİ SINIFI POLİTİKASI VE KİTLELER
İşçi sınıfının politikası her şeyden önce, sermaye çıkarlarının ifadesi olan burjuva ve gerici politikaya karşı insanca yaşam için ve baskı ve sınıf sömürüsünün her türüne karşı, bunların ortadan kaldırılmasını esas alan bir politikadır. Bu politika, sömürü ilişkilerinin tasfiyesini esas alır.  Bir bölüm –küçük bir azınlık– insanın başka ve geniş insan topluluklarını sınıf hakimiyeti altında ve baskı uygulayarak tutmasının tüm dayanaklarının ortadan kaldırılarak, eşit ve özgür bir yaşamın sağlanmasını; bunun için kendi sınıfını ve emekçilerin tüm kesimlerini, toplumsal gerçeklerin açıklığa kavuşturulmasıyla bu mücadeleye kazanılmasını vb.. içerir.
Kapitalizm, üretim araçlarının, nüfusun giderek daralan azınlık bir kesiminin elinde toplanması, nüfusun büyük çoğunluğunun ise üretim araçları mülkiyetine sahip olmamalarıyla karakterizedir. Bu özelliği, toplumsal üretimi gerçekleştiren, ancak üretim araçlarına sahip olmayan milyonlar, on milyonlar ve milyarlarca işçi ve emekçinin şahsında, onu yıkacak gücün ortaya çıkmasını sağlarken; bu güçle ve politik devrim (burjuva devletinin yıkılarak yerine proleter ve emekçi sınıf devletinin kurulması) aracıyla üretim araçlarının kolektif mülkiyetinin gerçekleştirilmesini ve sınıf sömürüsünün ortadan kaldırılması olanaklarını da yaratmaktadır. Kapitalizm, sosyalizmin maddi dayanaklarının oluşmasına; onu gerçekleştirecek gücün işçi sınıfı kimliğinde ortaya çıkmasına yol açarken, işçi sınıfını, burjuva politikasından bağımsız kendi politikasını oluşturma sorumluluğuyla da yüz yüze getirmiştir. Bunu gerçekleştiremediğinde, o, burjuvazi başta olmak üzere çeşitli diğer güçlerin politikalarına ‘eklemlenmiş’; burjuva hakim sınıfların çıkarları için kullanılması mümkün olmuştur.
İşçi sınıfı politikası herşeyden önce, işçi sınıfının talep ve çıkarlarının ifadesidir; ama bu politikayı diğer tüm ezilen sınıf ve kesimlerin politikalarından ayırdeden özelliği, onun toplumsal kurtuluş hedefine bağlanması; tüm sömürülen ve ezilenlerin kurtuluşunu da içermesi ve hedeflemesidir. İşçi sınıfının demokratik ve sosyalist politikası, ezilenlerin, baskı görenlerin, sömürülenlerin  tarih boyunca buna karşı şu ya da bu biçim ve etkinlikte yürüttükleri mücadelenin birikimi üzerinden, bu mücadelelerin deneyimlerine dayanarak ilerler. Burjuvazinin, sınıfların varlığını ve mücadelesini örten ve yok gösteren, ama aynı zamanda kesintisiz şekilde kendi sınıf çıkarlarının mücadelesini yüreten politikasına karşı; onun politik-ideolojik içeriğini deşifre eden; ezilenlerin çıkarlarını savunan kendi görüşlerinin yaygınlaştırılmasını; bu görüşler etrafında sınıfının ve diğer ezilenlerin en geniş kesimlerinin birleşmesini amaç edinen bir politikadır, bu. Kapitalizm, sınıf sömürüsü ve baskısının en çıplak, deyiş yerindeyse, en özgür biçim(ler)inin yaşandığı bir toplumsal sistem olarak, üretim araçlarının mülkiyetinden yoksun ve sömürü nesnesi haline gelen işçi ve emekçileri bu ortak özellikleri temelinde bir sosyal hareket içinde birleşme ihtiyacıyla yüz yüze getirir.
Kapitalist üretim sisteminin sektörel, bölgesel, “ulusal” ve uluslararası “yapısı”; kapitalist rekabet ve pazar ilişkileri/kavgaları; burjuva hakim sınıfların çok çeşitli manevraları ve kapitalist parti fraksiyonlarının liberal, muhafazakar, “sosyaldemokrat”, milliyetçi vb. politikaları, işçi ve emekçilerin bölünmüşlüğünün etkenleri olmalarına rağmen, yaşamlarını ancak emek güçlerini satarak devam ettirebilen ve sermaye ile ilişkileri emeklerinin sömürülmesi üzerinden kurulan insanlar olarak buna karşı bir araya gelmeye; ‘kendileri için’ kavgayı kendileri gibi olanların kavgasıyla birleştirmeye, bu ilişki tarzı ve hareketin evrimi tarafından itilirlerken, onlar tarihsel tecrübelerden yararlanarak ve  düşünüp taşınarak bir araya gelmeye yönelirler. İşçi kesimleri çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi mücadelesinde, gözlem ve deneyimle ve kapitalistlere karşı birlikte olmaları ve davranmaları sonucu, bir tek sınıfın unsurları olduklarını hiseder ve anlarlar. Bu mücadele içinde işçiler, tek tek patronlardan giderek “birleşik” bir kapitalist tutum ve onun hükümetler, sermaye partileri gibi savunucularının tutumuna genişleyen karşı sınıf politikasıyla yüzyüze gelirler. Ekonomik hakları için verdikleri mücadele, yasaların gücüyle, onun yetmediği yerde polis-asker gibi düzen ve devlet güçleriyle karşı karşıya geldikçe, buna tanık oldukça, “herkesin aynı ve eşit olduğu” yönündeki burjuva söyleminin doğru olmadığını düşünmeye; karşı karşıya gelişin farklı çıkarlardan kaynaklandığını anlamaya başlarlar. “Sınıf olma bilinci”dir bu; politiktir, ama henüz hem hedefleri yönünden hem de diğer ezilen sınıf ve kesimlerin taleplerini sahiplenmedeki yetersizliği nedeniyle sistem sınırlarını aşan sınıf bilinci değildir.
Kapitalist toplumun bilimsel bir açıklamasını, sınıf mücadelesinin yasalarının bilgisini, insanın üretici etkinliğinin tarihsel ‘serüveni’ni ve bunun temellendirdiği sınıf farklılıkları/mücadelesi ve savaşları aracıyla hareketin yönünü; bu hareket içinde işçi sınıfının durumu ve rolünü açıklayan sosyalizm teorisi, işçi sınıfı politikasının, söz uygun ise, “pusulası”nı oluşturur. İşçi sınıfının ve tüm emekçilerin kapitalist sınıf ve politikasına; burjuvazinin ideolojik-politik ve kültürel kuşatmasına karşı mücadelede başarıya ulaşması, bu “pusula”yı yetkinlikle kullanabilen, yani en ileri teoriyle (bilimsel sosyalizm=Marksizm-Leninizm) donanmış partisi ve onun mücadele kararlılığına sahip militanlarının çabasına olan ihtiyacı zorunlu kılar. Neden oldukça yalındır: işçi sınıfı hareketiyle bilimsel sosyalizmin birliği ancak böyle gerçekleştirilebilir; işçi sınıfı, iktisadi mücadelenin sınırları içinde kalarak, bunun içinden ve doğrudan sosyalizm bilincine ulaşamaz. Politika yapabilir, çeşitli partilerin politikasının destekçisi olabilir, hükümetle ve kapitalistlerle işgünü, çalışma yasaları üzerinden çatışmaya girebilir; işçilerin bu düzeydeki bilinçleri, mevcut düzen içerisinde, durumunu iyileştirmek için, buna karşı duran ve baskı uygulayan güçlere direnme bilincidir. Ancak, işçilerin bu bilinçleri, kapitalizmin ve emekgücü sömürüsünün tasfiyesi olmaksızın insanlığın kurtuluşunun imkansızlığı sonucuna kendiliğinden götüren bir bilinç değildir. Sosyalizm bilinci ise, kapitalizmin ve sınıfların, sınıf farklılıkları ve sınıf sömürüsünün ortadan kaldırılmasının; işçi sınıfıyla birlikte tüm ezilen, sömürülen ve baskı görenlerin –tüm toplumun– kurtuluşu kapsamına genişleyen; bütün sınıfların birbirleriyle ve devletle ilişkilerinin niteliğini açıklayan; işçi sınıfına, içinde bulunduğu durumdan çıkışın ancak kendi eylemi ve devrimci tutumuyla mümkün olabileceğini; tarihsel kaçınılmazlığı üzerinden ve tarihsel deneyimin sentezlediği yol ve yöntemlerle birlikte gösteren bilinçtir. Sınıf bilincine ulaşmış işçilerin ve devrimci sınıf partisinin, burjuvazinin politik-ideolojik etkisine; dolaylı-dolaysız sınıf baskısına karşı, sömürülenlerin birliği ve sermayeden bağımsız politik örgütlenmesini sağlama politikası ve pratiği, gücünü bu nesnel durum ve dayanaklardan alır. İşçi sınıfı politikası, işçi ve emekçilerin en geniş kitlesini, içinde bulunduğu durumun bilincine vararak, bu durum ve koşulları değiştirmeye; sömürüyü olanaklı kılan üretim ilişkileri ve biçimine son vererek sömürünün ve sınıf ayrıcalıklarının olmayacağı bir yeni toplumsal sistem inşaasına girişmeleri için mücadeleye seferber etmeyi esas alır. İşçi sınıfı, yalnızca kendinin kurtuluşu için değil, bunu da içermek üzere, tüm ezilenlerin kurtuluşu için mücadelesiyle diğer ezilen toplum kesimleri ve politikalarından farklılaşır. O, sömürülen sınıf olarak, burjuvaziye karşı iktidar savaşında, kendi sınıf egemenliğini nihai hedef olarak almaz; amacı, sınıf iktidarı aracıyla tüm sınıf farklılıklarının ortadan kaldırılmasıdır. İnsanın insanı sömürmesinin tüm ekonomik-sosyal temelini ve dayanaklarını tasfiye ederek, toplumun üzerinde erk oluşturan devlet gibi kurumların süreç içinde ortadan kalkmasının koşullarını yaratır. Sosyalist eylem ve düşünce hiçbir halk topluluğunu, hiçbir azınlığı, dinsel-mezhepsel grup ve kesimi karşısına almaz. Sosyalistler, burjuvazinin, “herkesin-tüm toplumun; tüm sınıfların huzuru, mutluluğu, refahı” iddiasıyla sürdürdüğü ikiyüzlü propagandaya karşı, açıkça ilan ederek, sömürülen sınıf ve emekçi kesimlerin sömürüden kurtuluşu için sermayeye karşı sınıf savaşı yürütürler.
İşçi sınıfı ve bütün emekçiler açısından bugün en önemli sorun, kitlesinin çok büyük bölümünün burjuva partileri ve burjuva hükümetinin politik-ideolojik etki alanında bulunuyor olmasıdır. İşçi ve emekçilerin yalnızca ileri kesimleri değil, daha geriden gelmek üzere daha geniş kesimleri de politikanın içindedirler. Ekonomik talepleri için tek tek patronlara ve bazen de hükümetlere karşı daha geniş eylem birlikleri içinde bir araya gelenlerin önemli bir kesiminin politik sorunlarda ve politik mücadelede, burjuva politikasını temsil eden parti ve güçlerin yanında durmaları, bunu gösterir. Bu geniş kesimler açısından söylenirse, izledikleri politika kendi sınıflarının değil, ardı sıra gitmekte oldukları burjuva partileri, kurumları, kuruluşlarının politikasıdır. Bu durumdan çıkış ise, işçi-emekçi hareketinin ivedi ihtiyacıdır. Politik işçi hareketinin ya da başka türlü söylersek, sosyalist işçi hareketinin (devrimci sınıf partisinin) sorunu ve sorumluluğu, geniş işçi-emekçi kesimlerinin bu durumdan çıkışını hedefleyen, ona yardım edecek ve yol gösterecek bir çalışmanın kararlı şekilde yürütülmesidir. Çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesine yönelik acil ekonomik-sosyal ve siyasal taleplerin savunulması, bu talepler için mücadelenin siyasal demokrasi talepleri ve sosyalizm için mücadeleyle birleştirilmesi; toplumsal sınıfların birbirleriyle ve devletle ilişkilerinin ve haraketin yasalarının bilimsel sergilenmesi ve aydınlatmaya yönelik çalışmanın örgütleme çalışmasıyla ‘tamamlanması’ vb., işçi sınıfı ve diğer emekçilerin sermayeden bağımsız hareketine güç verecektir.

C-) KİTLE HAREKETİ VE KİTLE PSİKOLOJİSİ
“Kitle psikolojisi” söylemi, başlıca kitlelerin belirli kesimlerinin belirli ortak davranışını dayanak almakta ve belirli somut kitle(sel) tutumlardan hareket etmektedir. Kitle psikolojisi üzerine tartışmaların en dikkat çeken yönlerinden biri, kitlelerin “akıldışı” ya da “akla mugayir” eylemlere eğilimli oluşlarının ileri sürülmesidir. Kitle halinde hareketin kimi durumlarda, farklı olanları reddetmekle kalmayıp, hatta yok etmeyi de içeren aşırılık ve linç türü eylemlere varması; dini ideolojilerin insana biçtikleri kul rolüyle kalabalıkları edilgen, itaatkâr birey(ler) olarak durmaya ve kalmaya çağırmakla kalmayıp, farklı grup ve topluluklara karşı saldırılara sürüklemesi vb. bu görüşün dayanağını oluşturuyor. Buna göre, kendi mevcut durumunda edilgen ve “stabl”, ancak uyarıcı etkiyle, katliamlar dahil aşırı davranışlara eğilimli kitleler, birey halindeki insanı, –kendi başına yapamayacağı eylemlere de sürükleyerek–,  bazen “kitlesel tecrübe”yle edinilmiş katliamcı görüşlerin etkisinde, bazen de spontane halde ve üzerinde fazla düşünüp taşınmadan bu tür eylemlere girişmektedirler.
Bu ele alış ya da bakış açısında, herhangi sınıfın, örgütün, partinin politikasına ‘kitlesel’ desteğin zamana ve koşullara bağlı oluşu/”tarihsel”liği ve değişme zorunluluğu bulanıklaştırılıp belirsiz hale getirilmiştir. Kitlelerin “spontane” çoşku ya da çılgınlığı ile, kitlelere on yıllar/yüz yıllar boyu ‘empoze edilen’ görüş, inanış, düşünüş biçimleri arasındaki bağ koparılarak, kitlelerin “ana dair eylemleri”, öncesi süreçteki gelişmelerden soyutlanarak, sadece o an/eylem anı ve süreci üzerinden anlamlandırılmak istenmiş, tanımlanmıştır.
Bazı sosyopsikolog ve toplumbilimcilerin “şuursuz” olarak niteledikleri bu kitle davranışı, kitle psikolojisi alanında en çok yazanlardan biri olan Gustave Le Bon tarafından, “Kitle içersindeki birey, rüzgarın istediği gibi kaldırdığı kum taneleri arasında bir tek kum tanesi gibidir” şeklinde tanımlanmıştır.  Le Bon’u referans alan İslamcı sosyolog Dr. Selim Aydın ise, bireylerin, kitle durumundaki toplumsal hareket ve düşünüş tarzını değerlendirirken, şöyle yazıyor:  “Fert, cemaat hareketi yerine kitleye katıldığında, istemeden, kaynağını, amacını bilmediği, ancak bildiğini sandığı gösterilere katılır. Kalabalığın hep bir ağızdan söylediği şeyi, sabit hakikat zanneder. Telkin veya etki altında kalan insanlar, gerçekte bir emre veya mesaja uymakla birlikte, kendileri karar verdikleri illüzyonlarını yaşarlar. Telkinde, fikirleri incelemek yoktur, kendi zihninde oluşmuş gibi kabul vardır. (…) Kitle plânında etki veya telkin, fert planında nevroza benzer. Her ikisinde de mantıkî düşünceden kaçma, ferdin iç ve dış hayatı arasında bir kopukluk görülür. (…) Şahsiyetleri gelişmemiş fertler, grup veya kötü niyetli liderin otoritesine sığınır. Kitleler, telkine yatkın ve kolay ikna edilebilir bir özelliktedir. Duyguları abartılmış ve basittir. Hoşgörüsüz ve statükocudurlar. Yerine göre hem çok ahlâklı hem de çok ahlâksız olabilirler. Hiçbir şey önceden düşünülmez, engel tanınmaz. Rasyonel düşünce ve doğru yargı gücü kaybolur. (…) Kör ve zaptedilmez bir güce dönüşen kitle, ipini koparmış sosyal hayvanı andırır. Kitle içinde fertler iradeleriyle hareket etmezler. Şuur dışı davranırlar. Kitle, ferdin muhakeme ve bilgi gücünden bile yoksundur. Gerçeklere göre değil, imajlara ve illüzyonlara göre düşünülür. Bunu istismar eden sözde kitle önderleri, her türlü temelden yoksun sade iddialarla, tekrar edilen sözlerle ve zihnî buluşma mekanizmasının işlemesiyle kitleye hükmederler. Sözde liderler belirli sloganları tekrar ederek iddialarını zihinlere yerleştirir. Kitlede bir düşünce geçişi başlar ve hipnoza benzer bir durum meydana gelir.”
Kitleleri ve kitleleri oluşturan bireyleri illüzyonlarla hareket eden iradesiz kişi ve topluluklar olarak gösteren kitle psikolojisi üzerine bu görüşün dayandırıldığı ‘kanıt’, en somut halinde, kendileri de nesnel olan, bazısı katliamlara varmış çeşitli olay ve gelişmelerdir. Ancak dikkat çekici olan, bu “şuursuz” hallerin, onlara sebep oluşturan toplumsal koşullar ve sosyal-siyasal-kültürel etkenler gözardı edilerek hikaye edilmesidir. Oysa, toplumsal sınıf ve kesimlerin düşünüş ve eylemlerinin koşullarını gözetmeyen ya da hafifseyen her anlayış, kendisi de siyasal, sosyal ve iktisadi özellikler taşıyan insan eylemi ve davranışının doğuş ve işleyişini toplumsal anlamından koparmış olur. “Kitle psikolojisi”, toplumsal sınıf ve tabakaların birbirleriyle ve devletle ilişkilerinin tarihsel şekillenişi ve değişiminden koparılamaz. Kitlesel birlikte hareket(ler)i, bireylerin ruhsal durumlarının uzantısında, bunların bir tür toplamı olarak izaha çalışan biyolojist-psikolojist anlayış(lar), bin yılları bulan arkaik inanç ve önyargıların ve onları yedekleyerek sürdüren sermayenin işçi sınıfı ve emekçiler üzerindeki ideolojik-politik hakimiyeti ve etkisinin, kitlelerin kendi somut talep ve çıkarlarıyla bağdaşmayan davranışlara sürüklenmelerindeki rolünü azımsamışlardır. Bu anlayış, diğer yandan, bu durumun toplumsal gelişme ve hareketin evrimi tarafından değişime sürüklenmesi kaçınılmazlığını, kitlelerin kendi durumlarının bilgisine yönelişlerini; gözlem ve özdeneyimle, tarihsel tecrübelerden yararlanarak bu etkiden kurtulmaları olanağını da görünmezliğe itmiştir.
Kapitalizmde, örneğin, bir yanda çıkar çatışması, rekabet ve sömürü, insanı birbirine –ve kendine– yabancılaştırıp “bireyleştirir”ken; diğer yanda üretimin toplumsal karakteri tarafından kaçınılmazlaştırılan birlikte çalışma-üretme; birlikte iş yapma-bir arada eyleme; ortak istemler etrafında benzer düşüncelerle hareket etme; bunun “iç güdüsel”-ruhsal duyu ve çağrışımlarıyla birlikte var olur. Bireylerin ve esas olarak da kitlelerin ruhsal-psikolojik değişimi, içinde bulundukları/tutuldukları ekonomik-sosyal koşullar; sermaye iktidarı ve kapitalist burjuvaziyle ilişkilerinin değişimine bağlı olarak değişim gösterir. Tersinden, sömürülen ve ezilenlerin sömürücü güçlere karşı duyguları, onlarla ilişkilerinin nedenlediği ruh hali, bu ilişkilerin seyri üzerinde etkide bulunur; nefreti ya da bağlılığı doğurur; güçlendirir ya da zayıflatır. Sömürülen ile sömüren sınıfların ilişkilerindeki değişim ve hareketlilik, bütün toplum kesimlerini, kendi yararlarına sonuçlara ulaşmak için çabaya yöneltir. Bu mücadele ve çaba, hemen her koşulda düşük ya da nispeten daha yüksek düzeyde söz konusudur. 
Kitleleri oluşturan bireylerin, içinde yaşadıkları toplumsal ve doğasal koşullarda, çeşitli biçimlerde etkileştikleri;  ilişkilerinin çok çeşitli etkenler altında şekillendiği, bunun onların düşünce ve eylem süreçleri üzerinde etkili olduğu; ancak bununla birlikte, düşünmeleri ve eylemelerinin “içgüdüsel”-ruhsal yanlarının da olduğu kuşku götürmez. Birey(ler) topluluk içindeyken ya da kendiyle aynı durumda gördükleri kitlelerle birlikte hareket ederlerken, genel olarak, benzer duygu ve ihtiyaçlardan yola çıkarlar. Kitlesel ortak davranışlar ve hareketleri, genel olarak benzer ya da aynı koşullarda yaşayan insanların benzer ya da aynı sorun ve taleplerden hareketle birleşmelerinin sonucu olarak ortaya çıkarlar ve bu kitlesel birlik bir “kitle psikolojisi”nin oluşumunu da sağlar. Birleşmiş çoşkunluk, ya da tersinden büyüyerek artan korku ve panik durumu, olası sonuçlardandır.
Ancak, birey(ler)in “bir yere ait olma”; bir toplumsal kesimin unsuru bulunma ihtiyacı, içinde yaşadıkları toplumsal koşullarda, sosyal-siyasal ve iktisadi etkenler altında şekillenir. İnsan bireyin bu özelliği, onun topluluk halindeki çoşkun ya da şiddete sürüklenmiş durumunda da içgüdüsel-ruhsal olmakla sınırlı olmayan, ama esas olarak içinde bulunduğu koşullarda ve diğer insanlarla, insan grupları, kesimleriyle ilişkilerinin ürünü olarak şekillenmesini sağlar ve “toplamı”nda da onu sürü olma halinden ayırır. İnsan birey, toplumsal varlık olarak, içinde bulunduğu toplumun çeşitli kesimleriyle değişik düzeylerde ilişki içindedir ve bir grubun, çevrenin, sınıfın, toplumsal kesimin üyesidir. Bu durumu, toplumun çeşitli kesimleriyle ilişkisinin düzeyine, içeriğine ve biçimine göre tutum almasının; hakim ve diğer düşünce biçimlerinden etkilenerek çeşitli davranışlar göstermesinin de kaynağı ve dayanağıdır. Bireyler, gerek dahil bulundukları toplum kesiminin genel görüşleri ve davranışlarının etkisinde, gerekse hakim sınıfın elindeki araç ve olanakların etkin kullanılmasıyla sağlanan hakim düşünce tarzının etkisinde, tek başına olmaları durumunda yapamayacakları birçok eylem ve olayın unsuru haline gelebilmektedirler. Genel görünümü açısından, belirli hedefler etrafındaki örgütlülüğe denk düşmeyen, ancak örgütlü olan bazı kesimleri de sürükleyebilen kitlesel hareketlerde ve bazı durumlarda “başı boş taşkınlık”-“amaçla bağdaşmaz yıkıcılık”, bir kitle davranışı olarak ortaya çıkmakta ve farklı fikirlere sahip olma olasılığı bulunanları da kucaklayabilmektedir. Ancak, buradan hareketle, kitle bireyleri Le Bon’un ya da onu referans alarak S. Aydın’ın ileri sürdüğü üzere, “rüzgarın istediği gibi kaldırdığı”, iradesiz ve düşüncesiz “kum taneleri” olarak görülemezler. S. Aydın’ın ileri sürdüğü görüş, kitle bireylerini “sürü psikolojisi”yle ve belirsiz amaçlarla hareket eden, bilinçten ve bilinçli karar vermeden yoksun salt güdülebilir “iradesiz insan”a; içgüdüsel hareketlerde bulunan bir tür düşünen hayvana indirgemekte; kendilerinin lehine ya da aleyhlerine olsun, kitlesel hareketlere sürüklendiklerinde de birey ve toplulukların, düşünerek ve ‘belirli bir bilinçle’ eylemde bulunduklarını göz ardı etmekte ya da bilinçli olarak reddetmektedir.
Bu reddedişin mantıki inşasında, somut olayların, neden ve dayanakların gözardı edilmesi ya da en hafifletici söyleyişle dikkatten kaçması, belirli çıkarların ifadesi ve sonucu olarak yaşanan bu olayların içinde geliştiği koşulların ve bağıntılarının çarpıtılması, iddiayı doğrulamanın araç ve ihtiyacına dönüşür. Böylece örneğin, İslami toplulukların egemen güçler ve din tüccarlarının yönlendirilmesinde çeşitli linç eylemlerine kalkışmaları; 6-7 Eylül 1955 Olayları, Tan Matbaası Baskını, Menemen Olayı, Sivas, Maraş Katliamları, Madımak Toplu Yakma Eylemi vb. gibi kitlesel olarak gerçekleştirilen ve haliyle de kitle psikolojisinin rol oynadığı tüm olaylar; ön gelen süreçteki ve ‘o an’daki ekonomik-sosyal ve siyasal gelişmeler ve onlarla birlikte çok çeşitli sınıf ve kesimler arasındaki ilişkilerin seyrinden koparılır; sermaye ve özel mülkiyete dokunulmazlık atfeden kapitalizmin kitleleri birbirleriyle kanlı çatışmalara sürüklediği; kapitalist rekabet ve çıkar çatışmasının farklı kesimlerin; farklı sınıf ve tabakaların, çeşitli grupların çatışması olarak kitle pratiğine yaşansıdığı gerçeği örtbas edilir ve kitle iletişim araçlarının etkin kullanımı aracıyla çeşitli kesintisiz yinelemeli telkinlerle kitlelerin ve bireylerinin bu türden hareketlere yönlendirilmiş olduklarının üstü karartıcı-“körleştirici” laf yığınıyla örtülmüş olur.
“Ben psikozu”nu ve onun “kolektif karektere bürünmesi”ni, çocukluk yılarından itibaren “otorite bağımlısı” olarak yetiştirilmiş kuşakların “totaliter ideolojilere özellikle yatkın olmaları”nın göstergesi sayan “psiko kültürcü” teorilerin sorunu, ‘davranış’ın, davranış psikolojisinin sosyal-ekonomik boyutlarını azımsayarak, kitlelerin çoşkunluğu ya da bazılarının tanımladıkları üzere “çılgınlığı”nı da, kendi taleplerine karşıt iktidarlara “tabi olmaları”nı da, oluşumunun etkenlerini izahtan kaçındıkları salt “ruhsal” bir edime indirgemeleridir. Bu indirgeyici görüş(ler), insanların tek tek bireyler olarak ya da kitleler halinde geliştirdikleri tutumlarının çıkarlarıyla uygunluk göstermediği durumların hemen her ülkede görülüyor olmasını; burjuva ideolojisinin etkisi altında kalan halk kitlelerinin ya da onların belirli bir kesiminin rasyonel hedefleriyle bağdaşmaz eylemlere girişmelerini ve ani patlamalar halinde ortaya çıkan ve çoğu kez yıkıcı işlev gören kitle tutumunun (psikolojisi/ruh halinin) yansıttığı “bilinci”, kitlelerin ortak çıkarları ve talepleri temelinde sömüren sınıflara karşı mücadele içinde şekillenen-oluş(turul)muş bilinçten farklılığı ve çoğu kez ona karşıtlığı nedeniyle, “sürü hali”ni kanıtlar gösterirlerken, bun(lar)a yol açan esas etken ve durumlar yerine, biçime dair ve yüzeydeki görünüm halini geçirmiş oluyorlar. Bu bakış açısından, kitlelerin kendi çıkarlarına uygun tutumları da, kitlesel yanılsama ve tevekkül hali de, “bireyin içinde kendini yitirdiği kitlesel ruh hali”ne indirgenmiştir: Birey(ler)in “dış kolektif güçlerin amansız baskısı altında hiçbir eleştiride bulunmadan içine çekilmeye yatkın oluş”ları ve bunun yarattığı ruh hali nedeniyle kendilerine zararlı uygulama ve politikalara destek verirler! Gazete ve internet makaleleri aracıyla okura ‘sunulan’ bu görüşün en önemli aktüel dayanağı, uyguladığı iktisadi politikaların tekelci niteliği ve işbirlikçi karakterine rağmen, iktidar partisinin seçmen kitlesinin yarısının ya da önemli bir kesiminin ve ‘toplam’da burjuva politikasının halk içindeki ve üzerindeki etkisidir.
Bu bakış açısında, sosyopsikolojik davranışların ve düşüncelerin koşullara ve değişime bağlı değişiminin; ruh halinin –kitlesel ya da bireysel olsun– toplumsal koşullara ve dış-iç fiziksel-biyolojik süreçlere bağlı olarak şekillenip değişim geçirmesi gibi başlı başına önemli bir sorun, basit ve kestirimci bir nitelemeyle geçiştirilmiştir. Kitlelerin kendi çıkarlarına aykırı davranışlara sürüklenmelerinin; kendilerine zarar veren sermaye politikalarının uygulayıcılarını destekleme yanılsamasına düşmelerinin, telkin edilen ve hemen her zaman tevekküle çağıran, mevcut üretim sistemini ve üretim araçlarının özel kapitalist mülkiyetini kutsayan, emekgücü sömürüsünü kaçınılamaz gösteren gelenek ve anlayışlarla bağı, sözü edilse dahi, önemsiz sayılmıştır. Oysa, burjuvazi, boyun eğmeyi salık veren geleneksel anlayışlardan yararlanarak tarihi gelişmeyi ve tarihsel olayları kendi yararına çarpıtmış; güncel olayları ve ilişkileri olduklarından farklı göstermiş; kırıntılarla yetinmenin “vatan ve millet için yararları”nı propangada etmiş; mevcut sisteme ve devlet işleyişine muhalefeti “suç” göstererek kendi işlevini halk ve ülke yararıyla ilişkilendiren propagandasını yaygınlaştırarak, bu tür sonuçların doğuşunda etken olmuştur. Kitlelerin, sınıf düşmanlarına aldanıp ardı sıra yürümeleri, tüm bunların etkisi altında mümkün olmaktadır ve “bireyselliğini yitirmiş” bireylerden oluşan toplulukların “sürü içgüdüsü”ne değil; ama içinde şekillendikleri tarihsel-iktisadi ve sosyal koşulların etkilerine işaret eder. Kitleleri oluşturan bireylerin bilinçsizce, içgüdüyle ve vahşet yoluyla ruhlarını teskin edip varlıklarını ortaya koydukları şeklindeki psikolojist anlayışın sorunu, kitlelerin toplu psikolojik bir etki-tepkiyle hareketlerinden söz etmiş olması değil, harekete katılanların ruhsal durumuyla bu hareketleri ortaya çıkaran maddi-sosyal etkenler arasındaki ilişkiyi, önemsiz saymasıdır. Gerçekte ise, herhangi insan eylemi, ne tümüyle irade dışı ve sürükleyici “sürü”ye eklemlenmiş bireyin kör davranışı olarak görülebilir, ne de kitlesel yıkım ve kırımlara katılışı çağıran duygu, düşünce ve güdüler, harekete geçirici durum ve taleplere tümüyle dışsal sayılabilirler. Yukarıda adı geçen yazarların sözünü ettikleri üzere, “ruhun derinliklerindeki” içgüdüsel eğilimler, ne insan gruplarının karşılıklı ilişkilerinin etkisini dışlarlar, ne de tek yanlı etkilere yazgılıdırlar.
Kapitalizm, örneğin dengesiz gelişmesi, rekabete dayanması ve sektörel bölünmüşlüğü içermesi ile, bireyleri kitleler halinde ve kitle içinde birbirleriyle bağ kurmaya ve birleşmeye iten iktisadi-sosyal ihtiyaçları, istem ve çıkarları; bunlar üzerinden şekillenen toplumsal, kültürel vb. ilişkilerini de evrimleştirir, harekete geçirir ve değişime sürükler. En doğal haliyle, işçiyi işçinin, yoksulu yoksulun, zengini zenginin halinden daha iyi anlayan haline getirir ve bunlar, eninde sonunda ve bir biçimde ortak hareket içinde bulunmaya koyulurlar. İnsanın birey ve kitle olarak ruh hali, her şeyden önce bu maddi gerçeklik zemininde şekillenir ve değişir. Toplumsal hareketin gelişme seyri, sınıf mücadelesinin düzeyi ve onun çeşitli siyasal-ideolojik-sosyal ve iktisadi etkenlerinin değişimi, ‘sağlıklı’ her insan için ruhsal durumunun etkeni olarak işlev görürler. Toplumsal durum ve “ruh hali”nin kaotik görünümüne rağmen, farklı sınıflar halinde bölünmüş toplumsal “varlık”ın sosyal iktisadi çıkarlar temelinde farklılaşmış kesimlerinin birbirleriyle çatışmasının ürünü ve “kitlelerin eseri” olarak gerçekleşebilir olan devrimleri gündeme getirip olanaklı kılan da, bu nesnel durum ve ilişkilerdir. Aktüel gelişmelerin yeniden doğruladığı bu ilişki, Arap halklarının, Kürtlerin ve Avrupa ülkeleri işçilerinin hareket ve eylemlerinde somutluk kazanmıştır.
Mısır ve Tunus’taki kitle ayaklanmaları, bireysel öfkelerin kitlesel hareket içinde daha üst düzeye yükselmesiyle birlikte, hareketin gelişme süreci içinde farklılaşarak (nicel ve nitel) ilerlemesinin mantığını ortaya koydular. Bu hareketlere katılanlar, birey olma sınırlarını aşarak kitleselleştiler ve  amaç ve tutkularını gerçekleştirmek için birleşik kuvvetle güçlerinin “doruğu”na ulaşma yolunda ilerlediler. Harekete ve ayaklanmaya katılırlarken içinde oldukları ruh hali ve psikolojik durumları yalnızca ‘o an’ın ürünü değildi, ama ‘o an’ın duyu, duygu ve psikolojik etkisinden de güç alıyordu. Baskıya karşı biriken öfkeyi dışa vurdular. Benzer bir duruma, Kürt ulusal direnişine katılan yüz binlerin çeşitli gösterilerinde ve “son olarak” 2013 Newroz’unun milyonların katılımıyla gerçekleştirilmesinde tanık olduk. Yunanistan, Portekiz, İspanyol, Fransız ve İngiliz işçi ve emekçileri benzer şekilde, tarihsel deneyimlerinden de güç alarak, alanlara çıktılar.
Farklı niteliğiyle kitle hareketinin diğer bir biçimi; aynı sınıfsal-maddi ve sosyal çıkarlara sahip kitlelerin çeşitli kesimlerinin burjuvazi tarafından aldatılarak birbirleriyle çatışmaya sürüklenmeleri örneklerinde de ortaya çıktı. “Kitle psikolojisi”nin bu görünümünde, Ruanda’da Huttu-Tutsi çatışmasında yaşandığı üzere, kitlesel vahşet, yüz binlerce insanın yok oluşuna yol açabildi. Fransız emperyalizmi ve Ruandalı ilkel işbirlikçilik bu kitlesel vahşetin yaratıcısıydılar. Yine, Nazi vahşetinin, “üstün ırk” ve  onun “dünyaya nizam verme hakkı” üzerine propagandaya “kitlesel destek” eşliğinde gerçekleştirildiği tarihsel bir vakıadır. Bu büyük kitle kırımlarıyla kıyaslanamaz olmakla birlikte, Türkiye’nin de içinde yer aldığı birçok kapitalist ülke örneğinde de, devlet güçlerinin yönlendirmesinde harekete geçirilen çeşitli küçük –ve daha örgütlü– güruhların gerçekleştirdikleri yüzlerce katliam vardır. 6-7 Eylül 1955 yağmasında, Maraş Katliamı ve Madımak’taki toplu yakma eyleminde, kontra devlet güçlerinin yönlendirmesinde, vahşet kitleselleştirilmiştir.
Bu kitlesel ‘düşünüş ve eyleyiş’ler, kitlelerin sürü içgüdüsüyle harekete mahkum olmalarına değil, ama, bir tür kitle psikolojisi gerçekliğine işaret ederlar. Kitlesel davranışlarda; özellikle propaganda ve ideolojik etkiyle, dini telkin ve milliyetçi ajitasyonla sağlanan ve vahşete evrilen kimi kitlesel hareketlerin “psikolojisi”ne bakıldığında, görülen şudur: Hareket noktası şu ya da bu sömürücü sınıf ve kesimin çıkarları olan, geleneksel değer yargılarını ve mevcut sistemin “ahlakı”nı esas alan ajitatör ve propagandacının çağrılarıyla harekete geçenlerle onların harekete sürüklediklerinin çoğunluğu, kendileri aleyhlerine eylemlere girişebilmektedirler. Yalnızca ilkel topluluklarda değil, ama modern toplum koşullarında da, ezilenlerin bir kesimi, kendi çıkarlarına olmayan ama kendi çağlarının ve öncelleri toplumsal dönemlerin egemen düşünüş tarzlarından da beslenen ve kendi dönemlerinin egemen politikası ve kültüründen güç alan eğilim ve anlayışlarla, kendileri gibi olanların bir kısmına karşı birleşik davranışlara sürüklenmekte; kiminde “vatan sevgisi”, kiminde “dini inanç hasasiyeti”, kiminde “ulusal duyarlılık” adına yakıp yıkarak, katlederek, ruh hallerini de tatmin etmek üzere, birbiriyle güçlenen dalgalar halinde hareket etmektedir. Faşist ya da dinci hareket(ler)in kitleleri sürükleyebilmeleri; linç eylemlerini, yağmaları, azınlıkların tehcirinde olduğu üzere kitlesel vahşetleri gerçekleştirmeleri, böylece gerçekleştirilebilmektedir. İnsan gruplarının kendileri gibi olanları sevip onlarla birleşirlerken, kendileri gibi olmayanlara karşı nefrete varan bir dışlamaya yöneldikleri, az karşılaşılan bir durum değildir. Dini gruplar, örneğin, dinlerin “sevgi” ve “kardeşlik” üzerine vaazlarına rağmen, kendi dininden/mezhebinden olanlara “önsel” yakınlık duygusuyla yaklaşırken, diğerlerine karşı dışlayıcı hatta düşmanca hareket etmişler; çok sayıda dini kaynaklı saldırı ve katliamların faili olabilmişlerdir. Kapitalist uluslararasılaşma “homojen ulus”un dayanaklarını sarsmasına ve neredeyse her ulus ve devletin yurttaşlarından bir bölümü başka ülkelerde “ekmek kavgası”na katılıp, yurtsuzluk uluslararası bir olgu haline gelmesine rağmen, “miliyetçi kitle bağı”, dinsel olana benzer biçimde düşmanlıkların köreklenmesinde işlevli olmuş; azınlıkları ezme politikası destek görmüş, “bizimkiler” ve “bizden olmayanlar” ayrımına bağlılık tutumuyla kitlesel kırımlar gerçekleştirilmiştir. Kitlelerin büyük çoğunluğu için, bağlı oldukları “değerler”, onlara, önceki toplumsal kuşakların bıraktıkları geleneksel etkiyle birlikte, genel olarak yönetici sınıf ve güçlerin “yararlı” olarak gösterdikleridir. “Yararlı” olduğu varsayılan ve sürdürülmeleri istenen bu değerleri, denebilir ki,  gözü kapalı kabul etmişlerdir ve onlar uğruna, onlara zarar verdiklerini düşündükleri kişi ve kesimlere düşmanca davranmaktan kaçınmayabilmektedirler. Yığınları böylesine eylemlere çeken, kiminde “kutsal peder”, kiminde faşist bir Führer, bazen de “cin fikirli” ve fanatik bir cemaat  lideri-‘Hoca’sı olabilmiştir. Kışkırtıcı çağrının gizemli bir kutsallık payesiyle yaldızlanmış olması, kitle etkinliğini artırıcı işlev görmüş; kitlelerin ‘arkaik eğilimler’ üzerinden kazanılmasını, “ulusal varlık” ve “dinsel bağ”ların kutsanmasıyla harekete geçirilmesini, hemen her zaman “güçlü reis-başkan-führer” ve dini lider-kutsal peder-cemaat önderi figürleri karşısında secdeye durma “gerekliliği”ni işleyerek bu unsur özellikle işlevli olmuştur.
Bütün bunlara rağmen, ama, yukarıda da dikkat çekmeye çalıştığımız gibi, kitlelerin bu özellikle kendi çıkarlarıyla da karşıtlık içeren ve çeşitli gruplara, kitlelerin başka kesimlerine karşı vahşete varan hareketleri, onların iradesiz ve bilinçsiz sürü halinde hareket ettiklerinin, etmeye mahkum olduklarının delili olarak alınamaz. Aksine, bu durumlarda da, sorunun nesnel kaynağı ve etkenlerinin göz önüne getirilerek, kitlelerin şu ya da bu kesimlerinin veya genelinin hareketi ve ruh haline etkileyen bütün unsurların birbirleriyle ilişkisi irdelenerek, onların kendilerinin gerçek çıkarları, hak ve özgürlükleri için ihtiyaç olan kendi sınıflarının bilinciyle hareketi örgütlemek; bunun için kitleler içinde tüm sınıfların birbirleriyle ve devletle ilişkileri dahil olmak üzere gerçekleri açıklamaya koyulmak;  devrimci aydınlatma çalışmasını yoğunlaştırmak önem kazanır.
Bundandır ki, biz, ezilen ve sömürülen sınıf(lar)ın “insanlığın tarihsel birikimi”nden öğrenerek, kendi kaderlerini belirlemeye girişmeleri gerekliliğinden söz ettiğimizde, bunun doğrudan doğruya bugünkü toplumdaki olanak ve dayanaklarının varlığından yola çıkmak ve kapitalizmin, insanı kâr için üretimin nesnesi olarak “şeyleş”tirirken, onu, kendi tarihinin yapıcısı olarak meydana çıkmaya da zorunlu bıraktığından hareket etmekle birlikte; köleleştirici tüm bağlardan kurtuluşun, ancak sınıf bilincine sahip işçi ve emekçilerin sermayeye karşı devrimci eylemiyle mümkün olduğuna özel bir vurgu yapıyoruz. İşçi sınıfının devrimci politikası ve onun kitleler içinde maddi güce dönüştürülmesi çalışması, tam da bu ihtiyaca uygun şekilde, kitlelerin yanılgılarından kurtulmaları; burjuva ideolojisinin olduğu kadar, burada işaret edilen “sürü”cü aşağılamaları da boşa çıkarmalarındaki işleviyle önem kazanıyor.

SÖMÜRÜ İLİŞKİLERİNE BAKIŞ: Faiz, rant ve kâr hattında durum!

Sömürünün özet tanımı şöyledir: Birinin ürettiği değere (artı değer) bir başkasının el koyması hali. Türkiye ekonomisine ilişkin veriler, Türkiye’de sömürü ilişkilerinin giderek derinleştiğine (işçi ve emekçilere, ürettikleri artı değerden giderek daha az pay verildiğine) işaret ediyor. Bu yazının hedefi, faiz, rant ve kâr hattında süren sömürü ilişkilerine güncel bir ışık tutmak!
Resmi verilere göre, Türkiye ekonomisi geçen yıl yüzde 2,2 oranında büyüdü. Dünya rekorları kıran, Çin ile yarışan yüzde 9’luk büyüme oranlarından (üstelik yumuşak iniş beklenen bir yılda) yüzde 2’lere düşüş adeta ekonomik bir çakılmaydı. Üstelik nüfus artışı hesaba katıldığında, bu neredeyse sıfır büyüme demek. Ama ilginçtir ki(!) birileri, çakılmak yerine, adeta uçuşa geçti. Forbes dergisinin “En zengin 100 Türk” araştırması bu gerçeği tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyordu. En zengin 100’ü gösteren bu listeye göre, Türkiye’nin 35 olan dolar milyarderinin sayısı 44’e yükselmiş (demek ki, ekonominin yüzde 2,2 büyüdüğü bir yılda milyarderlerin sayısı yüzde 25 artmış).
Söz konusu bu milyarderlerin kişisel servetleri de artıkça artmış. 100 zenginin toplam serveti, yaklaşık olarak, 118 milyar dolara ulaşmış. Liste başındaki Ferit Şahenk’in kişisel serveti 3 milyar 400 milyon dolar. Sahip olduğu “üretim araçları”nın değeri dahil değil buna. Ferit Şahenk 800 milyon dolar koymuş geçen yılki servetinin üstüne. Saniyede 25 dolar kazanmış. Demek ki, 16 saniyede bir asgari ücret (400 dolar) kazanmış. Listenin ikinci sırasında Koç ailesinden Semahat Arsel yer alıyor. Serveti, 3 milyar 200 milyon dolar. O da, geçen yıl servetine 600 milyon dolar daha koymuş.

ÇALIŞMA SAATLERİ VE GELİR İLİŞKİSİ
Ferit Şahenk’in, Semahat Arsel’in kişisel servetlerine kattıklarını üreten işçi ve emekçiler ne kattılar acaba kişisel servetlerine? İşte bu sorunun cevabını aramak için verilere baktığımızda, “çalış senin de olur” söylemini doğrulayacak en ufak bir veri olmadığını görüyoruz!
Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’nün (OECD) çevre, ekonomi ve sosyal alanlara ilişkin istatistiklerin yer aldığı “Factbook 2013” başlıklı çalışması, bunlardan biri. Çalışmada üye ülkelerin çalışma saatlerinin karşılaştırılması da yer alıyor. Çalışanlar; Türkiye’de, Almanya’dan yılda 464, Fransa’dan 401, İngiltere’den 252, İspanya’dan 187, Japonya’dan 149, İtalya’dan 103 saat fazla çalışıyor.
Araştırmada göze çarpan çok daha vahim bir durum daha var. OECD’nin araştırmasına göre, Türkiye’de çalışanlar, yılda ortalama 1877 saatini işte geçiriyor. 8 saatlik iş günü hesabıyla, yılda 235 gün çalışıp, 130 gün tatil yapıyoruz sonucu çıkıyor ki, bu gerçekçi değil. Çünkü bu ülkede, sayıları 3 milyonu bulan memurlar ve kamu işçilerinin dışında çok az emekçi bu ülkede 8 saat çalışma şansına sahip. 130 gün gözüken çalışma günlerinin 104’ü “cumartesi-pazar” diye düşünülebilir. Ama bu ülkede cumartesi çalışmayan işyerlerinin sayısı da azınlıkta kalıyor.
Öyleyse OECD verileri eksik mi? Bu, tamamen hesaplama yöntemiyle alakalı bir durum. Yıllık ortalama çalışma süresi, yıl boyunca çalışılan toplam saatin, istihdamdaki ortalama kişi sayısına bölünmesiyle bulunuyor. Veriler, part-time ve tam zamanlı çalışanlar dahil olmak üzere, kendi işinde veya bir işyerinde çalışanları kapsıyor. Türkiye’de, referans haftasında 1 saat çalışanları bile, Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) istihdam edilmiş kabul ediyor. Bu da ortalamayı düşürüyor. Oysa geçici, eksik istihdam çıkarıldığında, Türkiye’de çalışma saatlerinin OECD ortalamasının çok çok üzerinde ve de uzun olduğu biliniyor.
Şimdi bu gerçeği bir kenara bırakarak, çalışma süresi bakımından Türkiye’nin geride bıraktığı ülkelerin gelir durumuyla Türkiye’ninkini karşılaştıralım!

Tabloda sol eksende yıllık çalışma süreleri (saat), sağda ise yıllık hanehalkı net gelirleri ($) yer alıyor. Her ülkeye ait soldaki dikey grafik yıllık çalışma süresini, sağdaki ise yıllık net geliri gösteriyor.
Tabloda açıkça görülüyor ki, Türkiye’nin emekçileri onca çalışmaya rağmen “emeğinin karşılığını” hiç mi hiç alamıyor. Türkiye’de emekçiler 1877 saat çalışma karşılığında sadece 10997 dolar kazanırken; Japonlar, daha az, yani 1728 saat çalışarak, Türkiye’dekilerin 2 katı (23458 dolar) kazanıyor.  Amerikalılarsa, 100 saat daha az çalışmalarına karşılık, Türkiye’dekilerin 3 katı (37708 dolar) kazanıyor.
Böylesi bir tablonun ortaya çıkmasının ardında, uluslararası iş bölümü ve bu iş bölümünde Türkiye’ye düşen rol yatıyor.  Küreselleşme denen süreçte, “merkez ülkeler” (Japonya, ABD, AB) bilişim, iletişim, tasarım türünden katma değeri yüksek işleri ve finansı kendinde ellerinde tutarken.. Asya, Latin Amerika, belli Afrika ülkeleri, kısmen Doğu Avrupa ve Türkiye’yi adeta kendi atölyelerine çevirdiler. Otomobil, beyaz eşya, gıda, tekstil vb. dayanaklı mal üretimi bu coğrafyalara kaydırıldı. Keza çevre sorunları yaratan demir-çelik, gemi, kimya gibi sanayiler de… Bir zamanlar dokuma ve gıda atölyelerinden ibaret imalat yapılan Türkiye’de, bugün otomotiv endüstrisinin en büyük “ihracatçı” durumuna gelmesi de bu işbölümünün sonucudur. Büyük bir bağımlılıkla gerçekleşen Türkiye’nin otomobil ihracatı, mevcut durumu özetler niteliktedir.
Yabancı sermaye ile kaynaşan ve “merkez”in tanıdığı inisiyatif ölçüsünde gelişebilen Türkiye gibi ülkelerin ihracatları hep “en ucuza üretme” şartına bağlanmış durumda. İşte bu dibe doğru yarışın emekçiler açısından neticesini TÜİK verileri ortaya koyuyor. TÜİK’in yoksulluk verilerine göre; Türkiye nüfusunun yüzde 30’u kişi başına ortalama ayda 475 liranın altında, yüzde 16,1’i de 339 liranın altında bir gelirle yaşıyor. Çalışanların üçte ikisi (toplam nüfusun dörtte biri), aylık, ortalama brüt 1088 lira veya altında bir gelire sahip. Yani, toplumun çok geniş kesimi, ayda net 800 liradan daha az parayla geçiniyor.

ÜRETİP TÜKETEMEZ HALE GELME!
Geçen yıl Türkiye ekonomisin yüzde 2,2 gibi düşük bir büyüme performansı göstermesinin en büyük etkenlerinden biri, tüketimin azalması. 2012 büyüme verilerine bakıldığında, hanehalkının bir önceki yıla göre daha az tükettiği görülüyor.
Bu bir tercih değil! Vatandaş geçen yıl tükettiğinden daha az tüketmek zorunda kalmış.
Çünkü geliri, günlük gıdasını, giyimini, ulaşımını vb. çoğaltacak kadar artmamış. Ekonomi hangi oranda büyürse büyüsün, ihracat hangi oranda artarsa atsın, insanlar, emekçiler yani, refahtan giderek daha düşük pay alıyor. Gelir dağılımı bozuldukça bozuluyor. Bir yandan dolar milyarderlerini çoğaltan sistem, diğer yandan asgari ihtiyaçlarını karşılayabilecek kadar bile tüketim yapamayan vatandaşlarının sayısını artırıyor. Ekonomi fren yaparken, lüks konut, lüks otomobil satışlarının artması bundan… 2013 Mart ayı otomobil satış verilerine göre, her birinin değeri 500 bin lirayı bulan 3 adet Ferrari, 40 adet Porsche satılmış. Bunlardan daha düşük ama lüks kategorisindeki BMW, Mercedes, Audi satışları da, bin ile 2 bin adet arasında, tam gaz gitmiş.
Burada şu soru akla gelebilir: “İnsanlar harcanabilir gelirlerini harcamıyor da, tasarrufa mı yöneltiyor?”
Bu sorunun cevabı açıkça hayırdır! Milli gelirin yüzde 20’si büyüklüğünde olması gereken iç tasarruflar, 2012 yılında milli gelirin yüzde 14’ü büyüklüğünde. Demek ki, insanlar para harcıyor. Hatta yurtdışından gelen ve (cari fiyatla) milli gelirin yüzde 5.2’sine ulaşan dış kaynağı da ceplerindeki paraya katarak harcıyor.
TÜİK’in gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması’na göre, hane halkının toplam gelirinin yüzde 44’ü maaş ve ücret geliri. Yüzde 4’ü yevmiye… Yüzde 18’i emekli, dul, yetim aylığı… Demek ki, ülke hanelerinin 3’te 2’sinin harcaması, maaş, ücret artışına bağlı! TÜİK’e göre, 19,5 milyon hane bulunduğuna göre, 13 milyon ailenin durumu bu!
Maaş ve ücretler sürekli baskılandığı için, geliri yaşamını sürdürmesine olanak vermeyen vatandaş da çareyi borçlanmakta buluyor. Merkez Bankası’nın verilerine göre, hane halkımızın banka ve banka dışı borçlarının toplamı, harcanabilir gelirlerinin toplamının yüzde 54’üne ulaşmış durumda. Bu oran, 2009 yılında yüzde 36,4 ve 2010 yılında yüzde 45,8, 2011 yılında se 51,7 idi.  Giderek artan bu oran sonucu, vatandaş, kendisine yetmeyen gelirinin bir kısmını da giderek daha fazla oranda faize ayırmak zorunda kalıyor. Veriler, hanehalkının, harcanabilir gelirinin yüzde 5’i oranında faiz ödediğini gösteriyor. Bu demektir ki; ürettiği değerden işçiye, emekçiye giderek daha az pay veren sermaye, verdiğinin de yüzde 5’ini faiz olarak geri alıyor.
Ürettiği değere sermayenin giderek artan oranda nasıl el koyduğunu, Forbes dergisinin “100 en zengin Türk” anketine dönerek bir kez daha hatırlayalım. Forbes’in hesabına göre, en zengin 100’ün toplam serveti, yüzde 25,8 artarak, 117,8 milyar dolara ulaşmış. Bu servet artışları, ekonominin hızlı büyüdüğü, istihdamın belirgin biçimde arttığı, ortalama yurttaşın yaşam standardının az da olsa yükseldiği bir yılda mı yaşandı? Cevap: Hayır! Ekonomin çakıldığı bir yılda yaşandı tüm bu artış.
En zengin 100 zengin, yılda 24.75 milyar lira yeni servet artışı edinmiş. Geriye kalan 74 milyon 999 bin 900 kişi (nüfusu 75 milyon kabul edersek), yıl boyunca didinmiş, alın teri dökmüş, iş kazasında sakat kalmış ya da can vermiş, ama nafile. Ancak 250 milyon dolar artırabilmiş. Bu rakamı 100 ile çarpınca, en zengin yüz kişinin servet artışına (250 milyon TL x 100= 25 milyar) ancak ulaşabiliyoruz. Ülkenin yüz zengini ülkenin tamamının 100 katı kadar servet artırdığına göre, demek ki, ülkenin 1 zengini bütün ülkeye bedel!
Forbes 100’deki 87 kişi, bir biçimde gayrimenkul sektöründe iştigal ediyormuş (konut fiyatları giderek şişerken, memleket inşaattan geçilmezken, beklenmedik bir durum değil bu iştigal.) Rakamsal bazda Forbes 100’ün servetine en büyük katkıyı ise 14,4 milyar lira ile bankacılık sektörü yapmış.

KAPİTALİZMİN SACAYAKLARI
Yazı boyunca dikkat çekilen üretilen artı değere en tepedekilerin el koyması, dış kaynak girişi, bankacılık ve inşaat sektöründeki büyüme gibi olgular bizi bir yere götürüyor. Kapitalist ekonominin gerçeğine.. Kapitalist ekonominin sacayaklarına, yani faiz, rant ve kâr’a… Dış kaynak getirenin hedeflediği birikimi faiz, inşaat sektöründeki hızlı büyümeyi de rant kavramıyla değerlendirmemiz gerekiyor.
Faiz, rant ve kâr, toplumda üretilen artık-değerin paylaşılma biçimleridir. Artık değer, sanayide, tarımda ve hizmet sektöründe emekçiler tarafından üretilir. Kapitalist sınıf tarafından da kâr, faiz, rant olarak bölüşülür.
Dış kaynak bir ülkeye niye gider? Cevap net: Kâr ve rant için.
2002-2012 döneminde Türkiye’ye giren 485 milyar dolar dolayındaki dış kaynağın ağırlığı, (380 milyarı), kredi ve sıcak para. Bu şekilde gelenler, 100 milyarın üzerinde faiz ve rant elde edip gittiler. Bu ülkenin emekçilerinin ürettiği değeri alıp götürdüler. Yabancı sermayenin yüzde 20’si de, yani 100 milyar dolara yakını, son 10 yılda doğrudan yabancı sermaye olarak giriş yaptı. Bunlar da, yeni yatırımdan çok, ağırlık olarak, özelleştirilen KİT’leri, yerli bankaları satın aldılar. 10 milyarca lira kâr elde edip yurtdışına transfer ettiler.
2002-2011 dönemine Türkiye’de çalışan sınıfın yarattığı değerden yabancılara 109 milyar dolar ödenmiş. Bu rakamın 59 milyar doları, kredi faizi olarak yabancı finansörlere gitmiş.
Borsaya ve devletin borçlanma kâğıtlarına gelen ‘sıcak para’ spekülatörleri, yurtdışına 31 milyar dolar transfer etmiş. Geriye kalanını da, doğrudan yatırımların kâr olarak götürdükleri oluşturuyor. Bakıldığında, bu ülkeye her 100 dolarlık doğrudan yatırım yapan yabancı sermayenin, karşılığında 21 doları kâr olarak dışarı çıkardığı görülüyor.
Türkiye ekonomisi, tıpkı bir eroinman bağımlısı gibi dış kaynak gereksinimi duyuyor. Yabancı kaynak geldikçe de, bu ülkenin emekçilerinin yarattığı artık değeri yutup gidiyor.
AKP ekonomisinin üç temel direği: Ucuz emek, dış kaynak ve inşaat sektörü! Dış kaynağın hedefi faiz ve kâr transferi.
AKP’nin 10 yıllık iktidarı dönemindeki sermaye birikimi sürecine damgasını vuran sektörün inşaat olduğu malum. 2002 sonrasında iç tüketim kışkırtıldı. İç tüketimde de inşaat üstünden birikim devri açıldı. Bankalar, tüketimi pompalamak için, tüketici kredisine yüklendikçe yüklendi. Konut kredisi için kampanyalar patladı. Sermayenin yeşili, büyüğü, sanayicisi, finansçısı… Tümü nemalandı bu süreçten.
İnşaat harcamaları, toplam yatırımlardan giderek daha büyük pay alıyor. İmalat sanayine yönelik, üretime yönelik yatırım harcamaları azalıyor. Sanayinin inşaat karşısında ezilmesi hali! İnşaat sektöründeki iştahın sebebi ise rant! Bir rant alanı olarak inşaat sektörü de üretilen değerleri yutuyor.

HÜKÜMETİN YARATTIĞI SÖMÜRÜ ALANI!

Böyle bir üretim sistemi içinde devletin vergi toplama yöntemi de, emekçileri ikinci kez sömürü kıskacına alıp boğazını sıkıyor. “Hükümet vergileri kimden topluyor ve kime harcıyor?” sorusuna yanıt aradığımızda, bunu açıkça görüyoruz.
Verginin büyük bir kısmını ödeyenlerin milli gelirden az payı alanlar olduğunun altını çizmek gerekir. Türkiye, gelir vergisi, servet vergisi gibi doğudan vergileri toplayan bir ülke değil. Daha çok KDV, Özel Tüketim Vergisi, Özel İletişim Vergisi gibi dolaylı vergi toplayan bir ülke.
Türkiye, OECD ülkeleri içerisinde dolaylı vergi toplamada ilk üç ülke içerisinde yer alıyor.
Meksika ve Şili’den sonra en yüksek orana sahip olan Türkiye’de, toplam vergi içerisinde dolaylı vergilerin oranı yüzde 70’lerde…
Bu durum, vergi adaletsizliğinin bir göstergesi! Zira dolayı vergi yükünü, düşük gelirliler daha ağır, yüksek gelirliler daha hafif hisseder. Türkiye’de doğrudan vergilerde de adaletsizlik söz konusu. Çünkü gelir vergisinin de yüzde 68’ini bordro mahkûmu emekçiler ödüyor. Türkiye’de vergi toplanmıyor. Emekçilerden zoraki kesiliyor. Türkiye’de, bir asgari ücretli yüzde 15 vergi verirken, 500 büyük firmanın vergi yükü yüzde 5 ila yüzde 8 bandında.
Sermaye geliri elde eden ve sayıları 1,8 milyonu bulan beyannameli mükelleflerin ödedikleri gelir vergisinin toplam vergi gelirleri içindeki payı ise, sadece yüzde 1.
İşte çarpıçı bir örnek: BİM marketler zincirinin toplam gelirleri içinde vergi yükü sadece yüzde 0,8 (binde 8)…  Tablo genel olarak böyle; çünkü sermaye geliri elde edenler, çok sayıda harcama kalemini masraf yazabiliyor, böylece vergi matrahını küçültebiliyorlar. Ayrıca, son derece cazip muafiyet, istisna, indirim ve ertelemeden yararlanabiliyorlar. Sürekli gündeme gelen vergi uzlaşmaları ve vergi afları ile vergi borçlarından kurtuluyorlar.
Türkiye’de zorunlu harcamalar ve ücretliler üzerinde vergi yükü fazla olmasına rağmen bir takım lüks ürünlerde vergi oranının sıfır olması da bir diğer çarpıcı adaletsizliği oluşturuyor. Et, süt, eğitim, sağlıkta KDV yüzde 8. Pırlanta, elmas gibi kıymetli taşlar ve külçe altında ise KDV yok!
AKP iktidara gelir gelmez Kurumlar Vergisi oranını yüzde 30’dan yüzde 20’ye indirdi. Artan oranlı gelir vergisi tarifesinin basamak sayısını 6’dan 4’e geriletti. Ve gelir vergisi üst diliminin oranını yüzde 40’tan yüzde 35’e indirdi. Ücretliler lehine 5 puan indiriminden vazgeçildi. Özel indirim uygulamasından da vazgeçilerek, daha ziyade patronların işine yarayan ‘asgari geçim indirimi’ uygulamasına geçildi. AKP, kendinden önceki hükümet tarafından hazırlanan ‘Nereden buldun?’ uygulamasına iktidara gelir gelmez son verdi.
AKP, vergiyi bordro mahkumu işçi ve emekçilerden ve çoğunu emekçilerin ödediği tüketim üzerinden almayı tercih ederek, fabrika dışında da ikinci bir sömürü alanını katmerleştirdi.

SÖMÜRÜYÜ ARTIRAN FAKTÖRLERE YOĞUNLAŞMA
Acımasız bir uluslararası rekabet ortamında patronlar malı en düşük maliyetle üretmenin yollarını arıyorlar. İşçiyi en düşük ücretle çalıştırmak, işçinin çalışma süresini uzatmak, işçinin çalıştığı süre içindeki üretim miktarını yani verimliliği artırmaya yönelik esnek çalışma biçimlerini dayatmak… Bunların tümü, işçilerin daha çok ve daha yoğun artı değer üretmesi için sömürü mekanizmasını derinleştiren uygulamalar.
AKP Hükümeti de, Türkiye burjuvazisinin daha çok sömürebilmesi ve ucuz emek üzerinden ekonominin dönmesi için ha bire yeni düzenlemeleri devreye sokuyor. Hükümetin ‘taşeron uygulamasını sınırlıyoruz’ diyerek, sınırlamayı değil, tersine yaygınlaştırmayı hedefleyen yasa taslağı, buna örnektir. Hükümetin, taşeron işçilerin kıdem tazminatına erişmekte yaşadıkları sorunları ve ihlalleri bahane ederek, kıdem tazminatı uygulamasını ortadan kaldıracak kıdem tazminatı fonunu gündeme getirmesi, başka bir örnektir. Genişleyen taşeron uygulamasının yanına kiralık işçilik de eklenerek, ‘modern köleliğin’ önünü açacak özel istihdam bürolarını gündeme getirmesi, aynı ‘kutsal’ amacın bir sonucudur. Sendikalı olmayı zorlaştıran, küçük işletmelerde imkânsız hale getiren yasal düzenleme de ha keza öyle!
Tüm bunlar, Hükümetin Orta Vadeli Programı, 2012 Şubat ayında açıkladığı “Ulusal İstihdam Stratejisi”yle uyumludur. Her biri, “işgücü piyasasının esnekleştirilmesi” hedefinin unsurudur. Hükümet hedefleri birer birer pratiğe döktükçe, sömürü katmerleştikçe katmerleşmektedir.

Üniversitenin dönüşümü ve mücadelenin dinamikleri

Kapitalizmin son 30-40 yıllık dönemine, yaşamın her alanında sermayenin tahakkümünü derinleştiren bir yeniden yapılanma süreci damgasını vurdu. Eğitimden sağlığa, sosyal güvenlikten, çalışma koşullarına uzanan birçok alanda, sermaye, emekçiler aleyhine önemli mevziler elde etti. Üniversiteler de, bu yönelimin etkisini en fazla hissettirdiği alanların başında geliyor. Üniversitelerde yaşanan dönüşümün temel ayaklarını, eğitimin ticarileşmesi, bilim insanlarının güvencesiz ve performansa dayalı istihdamı, üniversitede yürütülen eğitim ve araştırma faaliyetlerinin içeriğinin piyasanın doğrudan talepleriyle uyumlu hale getirilmesi ve bunun kaçınılmaz sonucu olarak da üniversitenin bizzat kendisinin şirketleşmesi, yani “Üniversite A.Ş.”ye dönüşmesi oluşturuyor . Bu yeni durum kimi yorumcularca, “akademik kapitalizm”e geçiş diye adlandırıldı. Yani üniversiteler, işçisi, patronu, üretilen metası ve rekabetçi pazar koşullarıyla kapsamlı kapitalist dönüşümün alanı haline geldi.
Benzer süreçlere tanık olan Türkiye üniversitelerinde yaşananları, 2008 yılında Gümüldür Forumu’nda bir araya gelen bilim insanları şöyle özetliyorlardı: Üniversiteler vakıfları, şirketleri, taşeronları, teknoparkları, döner sermaye uygulamaları, alışveriş merkezleri ile birer işletmeye dönüştü ve diploma ve unvan dağıtan ve işgücü piyasasını besleyen bir kuruma indirgendi. Üniversitelerin kâr ve verimlilik ölçütlerine göre işlemeye başlamasına yol açan bu değişiklikler, üniversite yönetimlerinde iş dünyası pratiklerinin benimsenmesine, iş çevrelerinin üniversite yönetimleri üzerindeki nüfuzunun artmasına neden oldu. Böylece, üniversitelerde eleştirel aklın yerine faydacı akıl egemen hale geldi. Bu çerçevede akademik üretim süreci, meta üretimine dönüştü ve metalaştırılamayan araştırma faaliyetleri önemli zorluklarla yüz yüze kaldı. Ekonomik faydası olmayan, piyasa için önemsiz bulunan bilim dalları geri plana itildi ve tekno-bilim egemen hale geldi .
Burada dile getirilen gelişmelerin henüz tüm üniversitelere ve üniversiteler içindeki farklı bilim alanlarına aynı biçimde ve yoğunlukta nüfuz etmediği söylenebilir. Ancak şimdilik pratik nedenlerle rafa kaldırılmış görünen ama en kısa zamanda aynı içerikle gündeme gelmesi beklenen yeni YÖK Yasa Tasarısı’nın öngördüğü düzenlemelerle üniversitedeki piyasacı dönüşümün tamamlanması hedefleniyor.
Buraya kadar anlatılanlar, sermayenin ve hükümetlerinin bir bölümünü gerçekleştirdiği, bir bölümünü gerçekleştirmek üzere gündeme aldığı gelişmeleri özetliyor. Peki, bu süreç gerçekten sermayenin öngördüğü şekilde mi gerçekleşecek? Öğretim elemanı, öğrencisi ve idari çalışanıyla üniversitenin asli bileşenleri bu dönüşüm sürecine rıza gösterecekler mi? Bir başka stratejik soru ise şu: Bu gelişmeler emekçileri neden ilgilendiriyor; emekçiler neden üniversite sorunu ile yakından ilgilenmek zorundalar?
Bu son soruya aşağıda döneceğiz. İlk sorudan başlayalım. “Üniversite reformu” adı altında gündeme gelen sermaye projesine karşı, üniversite bileşenlerinin güçlü bir tepkisinden söz etmek şimdilik olanaklı değil. Yasa tasarısı gündeme geldiğinde harekete geçen kesimler, belli başlı merkez üniversitelerde genellikle sosyal bilimler alanında çalışan emekten ve bilimden yana az sayıda öğretim elemanı ile şimdilik geniş öğrenci yığınlarını kucaklamaktan uzak görünen çeşitli öğrenci gençlik örgütleri oldu. Üniversitelerde örgütlü sendikalardan Eğitim-Sen bu sürece karşı net bir tutum almasına rağmen, burada ayrıntısına giremeyeceğimiz –sendikal hareketin genel sorunlarından bağımsız olmayan– bir dizi sorun nedeniyle, mücadeleye öncülük eden ve onu kitleselleştiren bir odak haline gelemedi. Bu sürecin, üniversite öğretim elemanları cephesinden altı çizilmesi gereken en önemli kazanımlarından birisi, Türkiye’nin birçok üniversitesinden çok sayıda öğretim elemanının “Akademi Susmayacak Platformu” etrafında bir araya gelmesi oldu. Bu platform, üniversitede faaliyet gösteren çok sayıda dernek, platform ve üniversite mücadelesinin potansiyel dinamik unsurları olan Eğitim-Sen Üniversite Şubeleriyle bir araya gelerek, akademideki hak ihlallerini ve bilime yönelik saldırıları yakından izlemek ve ortak bir tepki örgütlemek üzere “Üniversite Dayanışma Platformu”nun oluşmasına öncülük etti. Özetle, özgür bilim ve demokratik üniversite mücadelesi, eksik ve zaaflarıyla da olsa, bir toparlanma eğilimi içinde görünüyor. Bu yazıda üniversite mücadelesinin düşünsel ve pratik dayanaklarını açıklığa kavuşturmak üzere bazı temel noktalara değinmeye çalışacağız. Bu çerçevede öncelikle, üniversitelerde yaşanan dönüşümün ortaya çıkardığı handikapları ve yeni imkanları daha iyi değerlendirebilmek için üniversite kurumunun tarihsel biçimlenişine göz atacağız. Burada Osmanlı-Cumhuriyet dönemi üniversite tarihi yerine Batı üniversitelerinin tarihini temel aldık. Bunun nedeni, bugün Türkiye’de tartıştığımız sorunların Batı üniversitelerindeki dönüşüm sürecinin birebir yansıması olması, üniversitelerdeki dönüşüm sürecinin Batı’daki eğilimler temelinde kurgulanmasıdır. Başka bir ifadeyle, Türkiye üniversitelerinin karşı karşıya olduğu değişim süreci, yerel siyasal-kurumsal özgünlüklerine rağmen, sermayenin evrensel mantığının ürünüdür.

ÜNİVERSİTENİN TARİHSEL BİÇİMLENİŞİ
Üniversitenin tarihsel biçimlenişine dair bir tartışmadan önce, üniversitenin öteden beri bilim yapmanın tek kurumsal zemini olduğu kabulünün sorgulanması gerekiyor. Bu sorgulama, kapitalist sosyo-ekonomik formasyonda üniversitenin rolünü doğru saptamak ve üniversitelerdeki üretilecek bilimin nesnel burjuva sınırlarının farkında olmak bakımından büyük bir önem taşıyor. Bu tartışma, üniversitede yaşanan dönüşümün karakterini anlamak, yaşanan dönüşüme karşı mücadelenin ana çerçevesini oluşturmak açısından da zorunlu görünüyor.
İnsanlık, akla dayalı bilimsel düşünce ile Antik Yunan uygarlığı ile tanıştı. Ancak Antik Yunan uygarlığı, köleci sınıf karakteri nedeniyle bilimi taşıdığı sınırların ötesine götürecek dinamikten yoksundu. Yunan biliminin en yetkin biçimini Aristoteles’de alan metodolojik yaklaşımı ve onun insan bilgisinin tümünü içerdiği iddiasındaki incelemeleri, Ortaçağlar boyunca dinsel metinlerle birlikte bilimin temel referansı oldu ve bilimsel gelişmenin önünde bir engel oluşturdu. Ortaçağlar boyunca bilim, dinsel otorite ile bütünleşmiş olan egemen sınıfın ihtiyaç duyduğu dinsel-laik yöneticileri yetiştirmek için oluşturduğu kilise okullarında ve medreselerde icra edildi. Doğuda ve Batıdaki müfredat, yaklaşık olarak Antik Yunan’daki müfredatı temel alıyordu. Buna göre, Antik Yunan’da kamusal yaşama katılmak için her özgür yurttaşın bilmesi gereken retorik, dilbilgisi ve mantık bilimleri (trivium: üçlü) ve matematik, geometri, müzik ve astronomi (quadrivium: dörtlü) özgür bilimler (liberal arts) adı altında Ortaçağ kilise okullarında temel müfredatı oluşturdu. Bu bilimler, her ne kadar ilahiyatın etkisi altında ele alınsalar da, laik bir ton da taşıyorlardı. Ancak, kilise okulları, kapitalizmin doğuşuyla birlikte, maddi dünyanın ve toplumun seküler bir şekilde ele alınmasına yönelik yeni entelektüel eğilim karşısında genellikle tutucu bir rol oynadılar. Ortaçağ sonları ile 19. yüzyıl arasındaki mutlak monarşiler dönemi burjuva üniversitesinin kuruluş sancıları içinde geçti. Bu nedenle bilim devriminin öncü düşünürleri, dönemin üniversiteleri ile bağlantıları olmasına karşın, çalışmalarını büyük ölçüde üniversite dışında ve üniversitelere rağmen gerçekleştirdiler ve yükselen burjuvazinin ve yeni gelişmelere ayak uydurabilen aristokrasinin himayesi altına girerek, çalışmalarını görece özgür koşullarda sürdürebildiler. Doğa bilimleri ve felsefede en önemli gelişmeler, üniversite dışında, burjuvazinin ve yeniliklere ayak uyduran aristokrasinin desteklediği entelektüel kulüpler, bilim dernekleri aracılığıyla hayata geçirildi.
Özetle Ortaçağ üniversitesi, formel kuralları, iç örgütlenmesi vb. bakımından yerleşik düzenin entelektüel yeniden üretimini sağlamak üzere örgütlendiği için tutucu bir kurum olarak şekillendi. Ortaçağ üniversiteleri, salt gerçek arayışı peşinde koşan, eleştirel aklın yön verdiği bir kurum değil, yerleşik düzeni korumaya çalışan bir ideolojik aygıt olarak işlev gördüler. Ancak, yerine getirdikleri işlevin özgül niteliğinden ötürü görece özerk bir işleyişe sahip oldular. Ne var ki, bu özerklik, bilimin özgürce geliştirilmesi kaygısından çok egemen sınıfın mensupları olan üniversite profesörlerinin ve öğrencilerinin ayrıcalıklı statülerini korumak için savunuluyordu. Aşağıda tartışacağımız gibi, bu özellikler büyük ölçüde modern üniversite bakımından da geçerlidir.
Bugün tartıştığımız anlamıyla, modern üniversitenin tarihi, ortaçağdaki kilise okullarıyla değil, 19. yüzyılda başlıyor. Modern üniversite, 19. yüzyılda ortaya çıkan burjuva-ulus devletlerin, bürokrasiden eğitime, sağlıktan ekonomiye birçok alanda ihtiyaç duyduğu eğitimli profesyonelleri yetiştirmek için oluşturduğu bir kurum olarak ortaya çıkmıştır. İlk modern üniversiteler, sanayi devrimini izleyen dönemde Kıta Avrupası ülkelerinde, İngiliz sanayisinin güçlü rekabetini bilime dayalı yeni teknolojilerle aşma çabasının yön verdiği bilimsel kurumlar olarak şekillendi. Bu tür üniversitelerin en önde gelen örneği, Alman doğa bilimci ve coğrafyacı Alexander Von Humboldt ve kardeşi Wilhelm Humboldt’un kurduğu Humboldt Üniversitesi’ydi. Bu model, araştırma ve eğitimin birliğini temel alıyordu ve Alman sanayileşmesinin ihtiyaç duyduğu araştırma altyapısının hazırlanmasında büyük bir rol oynadı. Bununla birlikte, üniversite, kapitalist modernleşme sürecinde ulus devletin pratik siyasal ihtiyaçları doğrultusunda bir ideolojik aygıt olarak da büyük bir önem taşıyordu. Napoléon Bonaparte, 1805 yılında yeniden yapılandırılan École Polytechnique’in temel düsturunu “Ulus, Bilim ve Saygınlık İçin” diye saptamıştı. Yani üniversite, bir yandan hukuk, mühendislik vb. alanlarda uzman profesyoneller yetiştirirken, aynı zamanda burjuva sınıf egemenliğinin yeniden üretimi için “iyi yurttaşlar” da yetiştirecekti. 19. yüzyıldan itibaren üniversiteler, burjuva devletlerin rasyonel planlamaya dayalı bürokratik mekanizmasının inşası, bürokrasiye eleman yetiştirilmesi, ulus devletin yine ideolojik gerekçelerle önem verdiği eğitim alanında gerekli öğretmenlerin yetiştirilmesi, burjuva ulusal kimliğin kurucu unsurları olan tarih, edebiyat gibi alanlarda araştırmalar yapılması gibi birçok işlevi yerine getirdiler. 19. yüzyıl Avrupa üniversiteleri, sanayileşme, modernleşme ve ulus inşası süreçlerinin planlanmasında devletin yakın nezareti altında çalıştılar .
Modern üniversitenin kuruluşuyla birlikte, bilimsel çalışmalar büyük ölçüde üniversite kurumunun tekeli altına girdi. Kapitalizmin maddi üretim güçlerinin gelişmelerinin önündeki feodal engelleri kaldırmasının ardından, rekabet ve pazar arayışının biçimlendirdiği güçlü dürtü, doğa bilimleri alanında karmaşık ve pahalı araştırmaların-deneylerin hayata geçirilmesini teşvik etti. Üniversiteler, sermayenin uzun dönemli kâr ufkunun yön verdiği kapsamlı araştırmalara ev sahipliği yapmaya başladı. Üniversitenin bilim üzerindeki tekeli doğa bilimleri ile sınırlı kalmadı. Toplumsal bilimler alanı da, burjuva egemenliğinin giderek karmaşıklaşan ideolojik aygıtlara duyduğu ihtiyaç nedeniyle, üniversitenin inceleme alanı haline geldi. Burjuvazi, 19. yüzyılın güçlü işçi hareketlerinin yarattığı tehdide toplumsal bilimlerde “pozitivizm”i egemen kılarak yanıt verdi. Pozitivist yaklaşım, toplumsal bilimlerin doğa bilimlerindeki prosedürlerle ele alınmasını sağlayarak, toplumun bilgisinin, bütünsellikten yoksun, teknik ve ampirik bir biçimde ele alınmasına yol verdi. Toplumsal bilimler, kompartımanlaştırılarak, araştırmacıları gerçeğin bilgisine yabancılaştıran ve onları dar görüşlü bir uzmanlaşmaya mahkum eden bir alan haline getirildi.
Kapitalist üniversite, temelde burjuva toplumsal ilişkileri yeniden üretme işlevi üstlenmesine rağmen, üstlendiği işlevin özgül karakterinden ve bilim üretiminin kendine özgü gereklerinden ötürü belirli bir özerkliğe sahip oldu. Üniversite özerkliği, büyük ölçüde Ortaçağların lonca sisteminden miras kalan kurumsal geleneklerin sürdürülmesiyle güvence altına alınmaya çalışıldı. Bu biçimsel özerklik ve güç odaklarından eleştirel bir etkinlik olarak bilim yapma iddiasının yön verdiği akademik ortam, toplumdaki sınıf çatışmalarının ideolojik etkilerinin şu ya da bu ölçüde üniversite içine yansımasına yol açtı. 20. yüzyıl ortalarına kadar, burjuva üniversitesi, devraldığı seçkinci kadro politikası sayesinde bu etkilerden korunmaya çalıştı. Bu çerçevede üniversiteler, kendi içinde kapalı devre işleyen ve genellikle üst sınıflara dayanan bir istihdam politikası izlediler. Bu modelin modern dünyadaki en önemli istisnası Amerikan üniversiteleriydi. ABD üniversitelerinin kurumsallaşması ve yaygınlaşması, Amerikan İç Savaşını (1861-1865) izleyen dönemde ulusal birliğin sağlanmasına ve hızla güçlü bir endüstriyel altyapının kurulmasına öncülük eden güçlü sınai ve mali tekellerin inisiyatifi altında gerçekleşti. 19. yüzyıl sonlarından itibaren açılan çok sayıda üniversite, gelişen iktisadi yapının ihtiyaç duyduğu teknik ve idari kadroların yetiştirilmesi hedefine dönük olarak yapılandırıldı. Bu durum, ABD üniversitelerinin çok erken dönemde iş dünyası ile bütünleşmesine yol açtı . ABD üniversitelerindeki istihdam yapısı, başından beri lisansüstü eğitim süresince araştırma ve ders asistanlığı yapan genç bilim insanlarının süreli istihdamına dayandırıldı. Bu asistanların çok azı kalıcı kadrolara geçebiliyordu .
II. Dünya Savaşı’nın ardından eğitimin sınıf mücadelesi sonucunda elde edilen kazanımlarla birlikte demokratikleşmesi, yani alt sınıflardan gelenlere de açılması, üniversite eğitimine yönelik talepte büyük bir artışa yol açtı. Öte yandan kapitalizmin gelişme süreci içerisinde yeni üretim yöntemlerinin, finansallaşmanın kazandığı önem ve toplumsal ihtiyaçların karmaşıklaşmasıyla, üniversite mezunu işgücüne devlet ve iş dünyası kaynaklı geniş bir talep ortaya çıktı. Böylece, üniversite eğitimi giderek kitleselleşti. Örneğin ABD’de, 1945–1975 döneminde, üniversite öğrenci sayısı 1.677.000’den 11.185.000’e yükseldi. Öğretim üyesi sayısı aynı dönemde 15.000’den 628.000’e çıkarken, yükseköğretim kurumu sayısı 1.768’den 2.747’e ulaştı.  Bu dönemde yaşanan kitleselleşmeyle birlikte üniversitede istihdam edilen insanların toplumun geniş kesimlerini ya da toplumsal yelpazenin farklı kesimlerini yansıtır hale gelmesi, toplumsal alandaki çatışmaların doğrudan doğruya üniversiteye yansımasına yol açtı. Bu gelişmeler sonucunda, 1960’lı yıllarda, üniversite, sınıf mücadelesinin önemli bir bileşeni haline geldi. 1960’lı yılların ikinci yarısında öğrenci hareketleri, kapitalizmin tehdit olarak algılayacağı boyutlara ulaştı.
Üniversitenin tarihindeki en önemli dönüm noktası, kapitalist ekonominin durgunluk ve enflasyonun bir arada yaşandığı bir krize sürüklendiği 1970’li yıllardı. Bu yıllarda, üniversite, piyasa odaklı yeni bir bakış açısıyla ele alınmaya başlandı. Krize yanıt olarak Keynesyen modelin terkedilmesi ve neoliberal politikaların uygulanmaya başlamasıyla birlikte kamusal desteklerin kesintiye uğraması ve aynı zamanda teknolojide ve finans gibi kesimlerde yaşanan değişiklikler sonucunda üniversitenin kârlı bir girişim aracı olarak kullanılabileceğinin fark edilmesi; üniversitenin kapitalist bir mantıkla işletilmeye başlamasına yol açtı . Bugün “akademik kapitalizm” adı verilen dönüşüm sürecinin temelinin bu yıllarda atıldığı söylenebilir. “Akademik kapitalizm”, bir yandan üniversite eğitiminin ve üniversitede üretilen bilginin çok daha araçsal bir mantıkla, sanayinin ya da genel anlamda piyasanın dolaysız talepleriyle bağlantılı olarak ele alınmaya başlanmasına neden olurken, üniversiteye yönelik teknisist bir bakış açısının da yerleşmesine yol açtı. Bu çerçevede bilginin araçsallaşması, üniversitelerde üretilen tek tip bilgiyi kolaylıkla üretebilecek, piyasanın talep ettiği araştırma faaliyetlerini sorgulamadan icra edebilecek esnek ve güvencesiz bir istihdam politikasını beraberinde getirdi.
Üniversitelere son dönemde damgasını vuran ticarileşme eğilimi, üniversitenin geleneksel işlevinin yeniden tanımlanmasına yol açacak denli önemli bir kırılma yarattı. Yukarıda değinildiği gibi, Kıta Avrupası üniversite modeli, büyük ölçüde araştırma ve öğretimin bütünleştirilmesine dayalı olarak işleyen ve bu çerçevede “bilgi arayışına sorunların çözümüne ve yüksek düzeyde insanların eğitilip yetiştirilmelerinin eleştirel bir değerlendirmesine kendisini bilinçle adamış bir kurum”du.  Üniversitenin bu algılanışı, üniversitede özgür bilim üretimini güvence altına almak için, en azından biçimsel olarak, devletten ve toplumdaki egemen güç odaklarından özerk işleyen bir yapı öngörüyordu. Üniversite özerkliğinin en önemli güvencesi ise, harcamalarının kamusal finansmanıydı. Ancak 1970’li yıllardan itibaren benimsenen neoliberal politikalar doğrultusunda üniversite bütçelerinde kesintiye gidilmesi ya da hızla artan öğrenci sayısı oranında fon ayrılmaması, üniversiteleri farklı gelir arayışlarına yöneltti. Aynı dönemde kapitalist ekonominin yapısında ortaya çıkan değişimlerin yarattığı yeni ihtiyaçlar, üniversitelerin gelir getirici faaliyetlere yönelmesini hızlandırdı. Bu durum, üniversitenin kendini kendi seçtiği kurullar aracılığıyla ve kendi saptadığı bilimsel ölçütlere göre yöneten geleneksel üniversitenin yapısında radikal değişikliklere yol açtı.

ESNEK BİRİKİM VE ÜNİVERSİTELER
Üniversitenin kapitalist bir girişime dönüşmesi, üniversitedeki emek sürecinin de yeni bir bakış açısıyla ele alınmasını beraberinde getirdi. Hatta bu sürecin asli değişkeninin emek sürecinin yeniden yapılandırılması olduğu söylenebilir. Bu konuda öncü bir çalışmaya imza atan H. Braverman’ın vurguladığı gibi, emeğin fabrikadaki kontrolü, bir bütün olarak kapitalist sistemde emeğin toplumsal kontrolüyle yakından ilişkilidir . Dolayısıyla, üniversitedeki emek sürecinin denetimindeki dönüşümleri anlamanın anahtarı, fabrikadaki emek sürecindeki dönüşümdür. 19. yüzyıl sonlarından itibaren ileri kapitalist ülkelerde hayata geçirilen iş idaresi pratikleri, işin basit ve tekrarlanabilir unsurlara ayrılarak kontrolünün kolaylaştırılmasını ve emek sürecinin kontrolünün işçiden alınarak kapitaliste bağlı profesyonel bir yönetim aygıtına devredilmesini öngörüyordu. ABD’de Frederick Taylor’un gerçekleştirdiği çalışmalarla oluşturulan bu model, Taylorizm adı altında, modern kapitalizmin emek sürecinin kontrolünde karşılaştığı güçlüklere önemli bir çözüm getirdi ve işgücü verimliliğini (sömürü oranını) devasa ölçekte artırdı. Üniversite çalışanları, en azından 1970’lere kadar, işgücünün modern kapitalist denetiminden muaf kaldılar. Kapitalizmin o güne kadarki ihtiyaçları çerçevesinde gündeme gelen bilim ve ideoloji üretiminin özgül yapısı ve kitlesel bir emek gücüne dayanmaması, bilimsel emek sürecinin standardizasyonunu ve doğrudan kontrolünü gündeme getirmemişti. Bilim üretimi üzerindeki ideolojik denetim, yukarıda değindiğimiz gibi, elitist bir istihdam politikası ve akademik gelenekler gibi daha dolaylı yöntemlerle gerçekleştiriliyordu.
Ancak 1970’li yıllarda emek sürecinin kapitalist denetiminin yeni bir yöntemi olarak gündeme gelen esnek birikim modeli, geleneksel Taylorist modelden farklı olarak, özellikle çok erken bir dönemde girişimci üniversite fikriyle tanışan Amerikan üniversitelerinde hızla uygulama alanı buldu. Esnek birikim modelinin Taylorist modelden temel farkı, işçiyi üretim sürecinin bilgisinden koparan ve yabancılaşmayı derinleştiren yeknesak çalışma ritminin yerine, belirsizliğin hâkim olduğu piyasalardaki hızlı değişimlere kolay uyum sağlayabilen, çalışma koşulları bakımından standart iş sözleşmesi yerine esnek ve güvencesiz istihdam biçimlerine dayanmasıydı. Üniversitelerin hizmetler sektörünün bir alt sektörü olarak yapılandırıldığı koşullarda yeni emek denetiminin yaygınlaştırılması büyük bir önem taşıyordu. Ancak, 1970’li yıllardan itibaren kapitalist ekonominin yapısındaki değişimin gündeme getirdiği esnek istihdam rejiminin, özellikle üniversite gibi değişime kolay uyum sağlayamayan bir kurumda güçlü dirençlerle karşılaması kaçınılmazdı. Bu çerçevede Avrupa üniversiteleri, ABD üniversitelerinin meydan okumasına yanıt vermek üzere uzun yıllara yayılan yeniden yapılandırma çabalarının boşa çıkmasının ardından, Amerikan üniversiteleri gibi rekabetçi bir biçimde yapılanabilmek için “Bologna Süreci”ni gündeme getirdiler.
Türkiye’de ise, bu dönüşüm çok daha önceden başlamıştı. Türkiye üniversite sistemini denetim altına almak üzere 12 Eylül darbesinin ardından hayata geçirilen YÖK, kısa dönemde otoriter siyasal işlevi ön plana çıksa da, stratejik olarak üniversitenin piyasa odaklı dönüşümüne yoğunlaştı. 1990’lı yıllardaki TÜSİAD raporları, Dünya Bankası’nın ve diğer uluslararası kuruluşların yönlendirmeleri, bu tür girişimci, esnek istihdama dayalı üniversite modelinin Avrupa’ya göre çok daha önceden tasarlanmasını ve bu yönde önemli adımlar atılmasını sağladı.

ANAHTAR KAVRAM: ESNEK ÇALIŞMA
Bu sürecin en önemli adımı, özellikle akademik hiyerarşinin en altında yer alan, akademinin proleterleri diyebileceğimiz asistanların istihdamında atıldı. YÖK yasasında 33. maddede düzenlenen araştırma görevlisi istihdamı, özellikle 1990’lı yıllardan itibaren, güvencesiz ve süreli istihdamı mümkün kılan 50/d maddesi ile gerçekleştirilmeye başlandı. Söz konusu düzenleme, üniversitede lisansüstü eğitim yapanların bir yıllık geçici, her yıl yenilenen sözleşmelerle lisansüstü eğitim süresince araştırma görevlisi olarak istihdam edilebileceğini öngörüyordu. Türkiye üniversiteleri, bu maddeye dayanarak, üniversitelerde yarı akademik ve idari işleri yerine getirebilecek, lisansüstü eğitim boyunca istihdam edilip iş güvencesi olmadığı için de kolaylıkla denetlenebilecek, iş güvencesi olmadığından işini kaybetme korkusuyla çatlak ses çıkarma ihtimali olmayan asistan istihdam etme yoluna hızlı bir biçimde başvurmaya başladılar. Asistan istihdamında bunlar yaşanırken, doktora sonrası üniversitede kalanlar giderek daha zorlu ve daha güvencesiz atanma ve yükselme koşullarına katlanmak zorunda kaldılar. Türkiye özgülünde yaşanan en önemli dönüşüm ise, vakıf üniversitesi adı altında özel üniversitelerin giderek yaygınlaşması oldu. Bu üniversitelerde istihdam koşulları tümüyle güvencesizliğe dayalıdır, özellikle araştırma görevlileri ağır sömürü koşullarında çalışmaktadır.
Üniversitenin temel işlevinde yaşanan bu radikal değişiklikler, geleneksel Kıta Avrupası üniversite modelinin dayandığı “bilim etiği” ve “toplumsal yarar” söyleminin terk edilerek bilim insanlarının piyasa ilişkilerine tabi hale gelmelerine yol açtı. Böylece neyin değerli, neyin değersiz olduğunu dolaysızca piyasa kuralları belirlemeye başladı.
Piyasanın bilimsel çalışmanın içeriğine ilişkin bir diğer dolaysız etkisi, tüm insan eylemlerini katıksız bir öz-çıkar arayışına indirgeyen neoliberal dünya görüşünün hegemonik hale gelmesiyle ortaya çıktı. Neoliberal ideoloji, bilim insanlarını bilimsel çalışmaya teşvik eden temel güdünün bireysel çıkarlar olduğu saptaması doğrultusunda üniversiteyi biçimlendiren politikalara esin kaynağı oldu.
Akademik üretimin içeriğindeki bu dönüşüm, doğal olarak bilimsel araştırmanın temel unsuru olan eleştirel, sorgulayıcı düşüncenin ortadan kalkmasına, konformizme ve üniversitede maddi çıkarlar için ekonomik ve politik suiistimali meşrulaştırmaya dönük faaliyetlerin egemen hale gelmesine yol açtı. Kaldığı kadarıyla işbirliğinin ve paylaşımın yerini rekabet, bilimsel sofistikasyonun yerini “kalite”, entelektüel merakın yerini “girişimci ruh” aldı.
Üniversitelerin birer işletmeye dönüştürülmesiyle bilme ve öğrenme etkinliğinin tevazu ve toplumsal düşünmeye dayalı binlerce yıla uzanan bilme merakı, yerini, piyasada rekabet şartlarını düzenleyen iş etiği ilkelerine bıraktı . Öğrenci ve öğretim elemanı arasındaki ilişki, bilime giden zorlu yolda bir rehberlik ilişkisi olmaktan çıkarak, çıplak çıkar ilişkisine dönüştü. Öğretim elemanları ve öğrenciler piyasanın talep ettiği pratik bilginin arz ve talep kesimlerini oluşturur hale geldiler. Bilimsel faaliyete yön veren entelektüel dürtünün ortadan kalkması, bilimsel üretim sürecine yabancılaşmayı derinleştirdi. Maddi çıkarlar için yapılan bilgi üretimi, bilginin paylaşılması yerine saklanmasını, özel mülkiyete dönüşmesini getirdi.
Üniversitede yaşanan dönüşümün bilim insanlarının üzerindeki etkisini anlamak için, kapitalizmin kökenlerine ilişkin tartışmalarda gündeme gelen fırsat olarak piyasa-zorunluluk olarak piyasa kavramlarına başvurulabilir  Üniversitenin ticarileşmesinin başlangıç aşamalarında öğretim üyeleri için ek gelir, sosyal çevre ve prestij öğesi olarak algılanan piyasa-odaklı araştırmalar, süreç ilerledikçe, tüm bilim insanları için varoluşsal bir zorunluluk haline gelmektedir. Bunun işaretlerini bugünden görmek mümkündür. Güvencesiz çalışmanın araştırma görevlisi ve öğretim görevlisi düzeyinde giderek yaygınlaşması, atama ve yükselmelerin önüne getirilen keyfi kısıtlamalar, her geçen gün altyapısı daha da sağlamlaştırılan performansa dayalı ücretlendirme, vakıf üniversitelerinde iş sözleşmelerinin performansa dayalı olarak yenilenmesi, gerçek bir bilimsel çalışmanın olmazsa olmazı olan geleceğe güveni ortadan kaldırmaktadır.
Ticarileşme süreci üniversite politikasına yön veren kesimlerin tasarıları ve yönlendirmeleri doğrultusunda mantıksal sonuçlarına ulaştıkça, piyasa, tüm bilim insanları için, yaptıkları araştırmalarda, verdikleri derslerde dikkate alınması gereken temel bir ölçüt olmakla kalmamakta, öğretim elemanlarının üniversitede istihdam edilme koşullarını belirleyen bir zorunluluk alanı olarak belirmektedir.
Üniversitelerde hayata geçirilmeye çalışılan piyasa odaklı dönüşüm geriletilemezse, üniversitede istihdamın tümüyle güvencesiz ve esnek bir istihdama dönüşmesi kaçınılmaz görünmektedir. Bu tür bir istihdamın, üniversitedeki piyasanın mantığı doğrultusunda biçimlendirilen eğitim ve araştırma faaliyetlerinin sorgulanmadan hayata geçirilmesinde elzem olduğu ve bunun aynı zamanda ideolojik bir denetim işlevi gördüğünün de altı çizilmelidir. Sözgelimi, mevcut YÖK yasasının 50/d maddesi aracılığıyla yaratılan öğretim elemanı tipolojisini bunun en somut göstergesidir. Kamu üniversitelerinde asistan alımını düzenleyen bu madde, üniversitede esnek ve geçici istihdamın bir laboratuarı işlevi görmektedir. Üniversitede, uygulama ve laboratuar derslerine girmek, sınav kâğıdı okumak, öğrenci danışmanlığı yapmak, ders ve sınav programlarını hazırlamak vb. akla gelen her türlü işi yapan asistanlar, lisansüstü eğitim sonrasında kapı önüne konulmakta, yaşamını üniversite dışında sürdürmeye ya da oluşturulmaya çalışılan akademik işgücü piyasasının belirsizlikleriyle boğuşmaya zorlanmaktadır. Geçici istihdam koşulları nedeniyle birçok asistan işten atılma ya da gelecekte daha güvenceli bir kadro ile işe alınmama korkusuyla pasif ve itaatkâr olmayı tercih etmektedir. Böylece, işgücü piyasasının yarattığı belirsizlik, ülkesinde ve dünyada olup bitenlere ve mesleki sorunlarına duyarsız, entelektüel ilgileri olmayan, bilimsel heyecan duygusuyla hiç tanışmamış, akademik kariyeri piyasada daha iyi bir iş bulabilmek için atlama tahtası olarak gören bir öğretim elemanı tipolojisinin giderek yaygınlaşmasına yol açmaktadır. Güvencesiz çalışmanın yaygınlaşması, güvenceli bir kadro elde etme ve sorunsuz bir şekilde yükselme umuduyla, otoriter bir piyasalaşma ile yozlaşan üniversitelere hâkim olan güç ilişkilerini gözlemleyen, akademik çalışmalarını ve ilişkilerini bu güç ilişkileri/ağları doğrultusunda seferber eden bir akademisyen tipolojisi yaratmaktadır.
Bu durumda bilimsel çalışmanın en önemli unsuru olan akademik özgürlük ipotek altına alınmakta, özgür düşüncenin olmazsa olmazı olan bireysel özgürlükler yerini piyasa dolayımıyla tanımlanmış tahakküm ilişkilerine bırakmaktadır. Nitekim, AKP de bunun farkında olduğu için, örgün eğitimden farklı olarak büyük üniversitelerde muhafazakar-gerici emellerini piyasa ilişkileri aracılığıyla hayata geçirmeyi hedeflemektedir. Ortada dolaşan YÖK tasarılarında görüldüğü gibi, yöneticilerini daha da otoriter bir biçimde hükümetin ve iş dünyasının belirleyeceği bir üniversitede işgüvencesi ortadan kaldırıldığında gerici kadroların ve zihniyetin geniş bir hareket alanı bulacağı açıktır.
Bugün özgür bilim ve demokratik üniversite için yürütülen mücadelenin önündeki en büyük engelin YÖK’ün baskıcı karakterinden çok, uzun bir sürece yayılan piyasalaşma sürecinin yarattığı entelektüel ve bireysel yozlaşma olduğunu söylemek mümkündür. Ancak sözünü ettiğimiz yozlaşma, akademinin proleterleri olan araştırma görevlileri içinde, öğretim üyelerinde olduğu kadar etkili değildir. Çok sayıda araştırma görevlisi kendi istihdam ve çalışma koşullarına tepki göstermekte, son dönemde asistanların işgüvencesi talebi etrafında yürütülen çalışmalar hız kazanmaktadır. Ancak bu çalışmalarda somut olarak işten atılma tehdidi gündeme gelmeden bir hareketlenme sağlanamaması, yukarıda sözü edilen yeni akademik ortamın olumsuz özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Tüm bu olumsuzluklara rağmen kimi üniversitelerde sonuç alıcı ve kitlesel çalışmalar örgütlenebilmiş olması gelecekten umutlu olmak için yeterlidir.
Bugüne kadarki birçok “reform” girişiminde görüldüğü gibi, burjuvazi, birçok alanda programını hayata geçirirken bu alanlardaki direnci zamana yayarak aşmaya çalışmakta, bu alanlarda çalışanları dönüşüm sürecinin bir parçası haline getirerek, güçlü bir muhalefetin oluşmasını engellemeye çalışmaktadır. Üniversitelerde, araştırma görevlilerini dışarıda tutarsak, öğretim elemanları cephesinden kitlesel bir karşı çıkış olmaması bir ölçüde bununla ilgilidir.
Bu sorunlar dikkate alındığında üniversitenin bilimsel niteliklerine sahip çıkma ve sermayeyi değil, toplumu ve insanlığın çıkarını da gözeten bir kurum olmasını sağlamanın sadece öğretim elemanlarının sağlayabileceği bir şey olmadığı anlaşılmaktadır. O halde yazının başındaki stratejik soruya dönebiliriz. Bu gelişmeler emekçileri neden ilgilendiriyor; emekçiler neden üniversite sorunu ile yakından ilgilenmek zorundalar? Bu sorunun yanıtı, aynı zamanda üniversitenin geleceğinin nasıl şekilleneceğine dair mücadelenin de ana hatlarını içeriyor.
En genel biçimiyle üniversite reformu, eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik alanlarında sürdürülen kapitalist saldırının organik bir parçası olarak gündeme geliyor. Ancak üniversitenin farklı bir yapıya sahip olması, üstlendiği işlevin özgün niteliği, ürettiği hizmetin temel karakteristiklerine nüfuz etmenin zor olması gibi nedenler, bu alandaki dönüşümün, emekçilerin gündelik yaşamı ile ilişkisinin görülmesini engelliyor. Bırakalım sıradan emekçiyi, emek ve demokrasi mücadelesinin birçok ileri unsuru, özgür bilim ve demokratik üniversite mücadelesinin emekçilerin gündelik yaşamı ve ülkenin genel demokrasi ve özgürlükler mücadelesi ile yakından ilişkili olduğunu kavrayamıyor.
Öte yandan, sermaye ve hükümetin üniversiteyi yeniden biçimlendirme yolundaki girişimlerinin hız kazanması, bu algının değişmesi için çok sayıda önemli veri sunuyor. Sözgelimi, Prof. Onur Hamzaoğlu’nun Kocaeli Dilovası’ndaki sanayinin yol açtığı kirliliğin halk sağlığı üzerindeki etkilerini ortaya koyan araştırması sonrasında başına gelenler, Prof. Beyza Üstün’ün sermayenin kâr iştahı ile doğa katliamı yaptığı HES projelerine yönelik eleştirileri nedeniyle Çevre Bakanı tarafından hedef gösterilmesi, Bergama’da altın madenine karşı direnişte üniversitelerin sermaye yanlısı tutumu, çalışma ekonomisi, sosyoloji ve iktisat bölümlerinin piyasa odaklı çalışmasının emekçilerin hayatına etkileri, Kürt sorunu, insan hakları vb. birçok başlıkta özgür bilimsel çalışmanın öneminin her geçen gün daha fazla kendisini hissettirmesi, emekten ve demokrasiden yana ilerici öğretim elemanları üzerindeki baskıların artması, emekçilerin neden üniversitelerdeki piyasacı dönüşüme karşı çıkması gerektiğini fazla söze gerek bırakmadan ortaya koyuyor. Bu tür bir mücadeleye yöneldiklerinde, geçmişten farklı olarak, yanlarında geniş bir öğretim elemanı kitlesi bulacakları şüphesizdir. Öğretim elemanları da, artık işçiler ve emekçiler gibi güvenceli çalışma ve onurlu bir yaşam mücadelesinin bir parçasıdırlar, çünkü bu sorunlar artık kendilerinin de sorunudur.

Çin’in Afrika istilası

Afrika’nın her bam teline basıldığında onun sesi geliyor: Çin… Fransa, ‘İslami terör’le ‘mücadele’ için Mali’ye girdiğinde –diplomasi diliyle bağıra çağıra ifade edilemiyor ama– Çin medyası ayağa kalkıyor: “Fransa’nın derdi terör değil, asıl amaç Çin’i bölgeden ve bölgedeki hammadde kaynaklarından çıkarmaktır. Mali ve Çin arasında yakın zamanda yapılan ticari antlaşmalar dikkat çekiyordu. Fransa’nın hedefi Çin’i Sahraaltı Afrika’sından olabildiğince uzak tutmaktır.”
Tüm dünya, hatta Rus kaynaklar bile, İslami terör bir yana, Fransa’nın Mali müdahalesini, tehlikeye giren enerji kaynaklarını güvence altına alma harekatı olarak değerlendirdi. Ancak Çin devlet medyasını ayağa kaldıran bu işgal, Afrika’da Fransa ve ABD ile Çin arasındaki kıyasıya mücadele ve rekabetin lokal bir göstergesi oldu.
Afrika’da her taşın altında Çin’i bulmak giderek mümkün hale geliyor. Kıtada geleneksel sömürgecilerinin başında gelen Fransa’nın hâlâ önemli bir kontrolü söz konusu. Keza ABD’nin, 2000’li yılların başından itibaren Afrika’ya özel bir önem verdiği de biliniyor. Ancak Çin’in Afrika’daki yayılımını bunların hiçbirisi tanımlamaya yetmiyor. Çünkü hem ABD, hem de Fransa bunu engellemek üzere müdahale, darbe, rüşvet vb. her türlü aracı kullanmalarına karşın, Çin elindeki avantajları iyi kullanarak, masadan kazanarak kalkmasını, en azından şimdilik biliyor.
Çin; Afrika’da, ABD ve Fransa için açık bir tehdit durumunda. Öyle ki, ABD’nin Afrika’ya siyasal ve askeri müdahale planlarının merkezine konuşlanan ve 2008 yılına kurulan Afrika Birleşik Komutanlığı’nın (Africa United Command-AFRICOM) ilan edilmiş hedeflerine şöyle bir bakmak yeterlidir:
AFRICOM’a temel olarak altı görev verilmiştir: 1) Terörizm ile mücadele 2) Doğal kaynakların güvence altına alınması 3) Silahlı mücadeleleri ve insani krizleri kontrol altına alma 4) AIDS’in yayılmasını yavaşlatma 5) Uluslararası suçları azaltma 6) Çin’in artan nüfuzuna karşılık verme.
ABD ve Avrupa’da yayınlanan birçok dergi, biraz da karşı propaganda ve önlem çağrısıyla, Çin’in Afrika’daki ‘istilası’na işaret ediyor.
Bu ‘istila’nın bir diğer örneği ise, Sudan. Sudan yönetimiyle ülkesindeki “Hıristiyanların haklarını güvenceye almaması” gerekçesiyle ilişkilerini askıya alan ABD ve AB, Sudan’ı hızla ‘Çinleşmiş’ buldular. ABD, Sudan yönetimine karşı referandumla ayrı bir devlet haline gelen Güney Sudan’a tutunurken, Çin’in, hem Kuzey hem de Güney Sudan’la ilişkilerini geliştirdiği görülüyor.
Çin, Sudan’ın hemen her sektöründe önemli bir ağırlığa sahip. Son yıllarda bulunan petrol büyük oranda Çinliler tarafından çıkarılmakta ve piyasaya sürülmekte. Ülke, tabiri caizse tümüyle Çin’in güdümüne girmiş durumunda. Batının uyguladığı ambargodan bunalan Sudan yönetimi, kendisini dünya siyasetinde önemli bir aktör olan Çin’e yakınlaşmak zorunda hissetmiş, bu açıkça görülüyor. Uluslararası platformlarda Çin’in desteğine ihtiyaç duyan Sudan tüm yatırım alanlarında Çin’e kapılarını sonuna kadar açmakta ve Çin her geçen gün Sudan’daki varlığını daha da güçlendirmektedir.
ABD, Sudan’daki Çin etkisine karşı açık bir mücadele içinde. Sudan’ın iç meselelerine doğrudan müdahil olarak, hem Sudan yönetimini hem de Sudan’daki Çin etkisini dize getirmeyi hesap ediyor. Güney-Kuzey barışının ardından, bölgede Darfur sorununu gündem edinen ABD, bu sorun üzerinden Sudan’a yönelik baskı politikası izliyor.
Keza Orta Afrika Cumhuriyeti… Seleke isyancılarının Başkent Bangui’yi ele geçirmesi ve hükümeti devirmesine, ülkede önemli bir askeri varlığı ve etkisi bulunan Fransa nedense ses çıkarmamıştır. Çünkü devrik başkan Francois Bozize, 2012 Temmuz’unda altın ve elmas madenlerinin işletme hakkını Çin şirketlerine vermişti. Dolayısıyla, Fransa’nın, kendi kontrolündeki bir hükümeti devirme girişimi karşısında kolayca ‘terör’ olarak tanımlayabileceği bir isyan, Çin etkisini yok etmek söz konusu olunca, ‘tarafsız kalmayı gerektiren’ bir halk tepkisi olarak algılanmıştır. Fransa’nın konuyla ilgili resmi açıklaması ise çarpıcıdır: “Fransa, Afrika ülkelerinin içişlerine karışmayı doğru bulmamaktadır.”
Dolayısıyla ABD ve Fransız emperyalizminin Afrika’ya yönelik her politika, uygulama ve söylemi; bölgedeki Çin etkisini hedefe koyarken, onu azaltmak ve ortadan kaldırmak üzere bir stratejiyle birleşiyor. Tabii, Çin de boş durmuyor…

ÇİN’DE KAPİTALİZM VE ÇİN’İN KAPİTALİZM İHRACI
Çin yayılmacılığı açısından dönüm noktasının 1978 reformları olduğu söylenebilir. Çin’de ibrenin tamamen piyasadan yana kırılması, ‘Kültür Devrimi’ sırasında ÇKP’den uzaklaştırılan Deng Xiaoping’in 1978 yılında parti içinde ve dolayısıyla ülkede iktidarı ele geçirmesiyle başladı. Deng Xiaoping’in “iki raylı yaklaşım” olarak adlandırılan reformlarıyla, ekonominin planlı bölümünün yanında, piyasaya dayanan bir ekonomik alan oluşturulması kararlaştırıldı. İlk adımlar kırlardaki köy komünlerinde atıldı. ‘Hanehalkı sorumluluğu’ sistemiyle her aile belirli bir üretim miktarının üstündeki ürününü piyasada satmaya başladı. Başlangıçta ek gelir gibi gözüken bu uygulama, bir süre sonra köylülüğün milyonlar halinde mülksüzleştiği serbest piyasa ekonomisinin yolunu açtı. Deng Xiaoping reformlarında amaç yalnızca piyasanın alanını genişletmek değil, tüm ülkeyi hızla uluslararası tekellere (resmi literatüre göre “sosyalist modernizasyon”a) açmaktı.
1979 yılında, 2 güney kıyı eyaletinde 4 özel ekonomik bölge kuruldu. Burası tamamen yabancı sermaye yatırımları için tasarlanmıştı, öyle de oldu, ‘başarı’ sağladı. 1984’te, 14 kıyı şehri Açık Sahil Şehri ilan edildi.
1984 sonrasında, sanayi ve hizmet sektöründe de özel işletmelerin kurulmasındaki kısıtlamalar aşamalı olarak kaldırıldı. Doğrudan yabancı yatırımlara izin verilirken, devletin dış ticaret üzerindeki tekeli kaldırıldı. Böylece tamamen piyasaya dayanan bir ekonomik yapı oluşturuldu.
Fiyatlarda piyasanın belirleyiciliği yüzde 3’ten yüzde 96,6’ya çıktı. 2003 yılına gelindiğinde, üretilen artı-değerin yüzde 59’u özel sektör tarafından yaratıldı.
2004 yılında, anayasada piyasa ekonomisinden geri dönüşün olamayacağı ifade edilirken, olası kamulaştırılmalara karşı burjuva özel mülkiyet güvenceye alındı. 2005 yılında, özel şirketlerin elektrik, su, finansal hizmetler gibi alanlarda faaliyet göstermesini engelleyen düzenlemeler ilga edildi. Günümüze gelindiğinde, Çin, özel ekonomik bölgeleri, açık sahil şehirleri, köylerinde mülksüzleşip şehre gelerek işçileşen yüz milyonlarca köylüsü, ucuz işgücü ve büyük ‘yatırım’ avantajlarıyla dünyanın en önemli yatırım ve üretim cehennemi haline geldi.
Güvencesizlik ve düşük ücret, ağır çalışma koşulları, yani neoliberalizmin çalışma yaşamında hayata geçirmek istediği ne varsa, Çin’de tek parti diktatörlüğü altında (Çin Komünist Partisi dışında görünüşte 8 parti daha vardır, ama ÇKP’yi desteklemektedirler) yaşama geçirildi. Neoliberalizmin kapitalist dünyanın geri kalanında uygulamak istediği “koalisyon yerine tek parti”, başkanlık sistemi vb., ‘istikrar’ sağlayan siyasal yapı, Çin’de başka bir biçimde yaşama geçirilmiş durumda. Bu ‘düzen’ içerisinde emekçilerin demokratik hak ve özgürlükleri ortadan kaldırıldığı gibi ‘baskı istikrarı’ da sağlanmıştır.
Çin’de devasa bir döviz rezervi ve sermaye birikimi sağlayan Çin burjuvazisi, enerji ve hammadde kaynaklarının güvenliğini sağlamak, yeni sömürü alanları bulmak ve diğer emperyalist tekellerle mücadeleyi ‘kazanmak’ üzere tüm dünyada yatırım fırsatı kolluyor. ÇKP üyesi de olan Çinli milyarderler, devlet desteğiyle yeni sömürü bölgelerine büyük avantajlarla girmesini de biliyor. Afrika da, emperyalistler arası mücadele ve sömürü rekabetinde başlıca alanlarından birisi.
Çin Devlet Başkanları her yıl deniz aşırı ilk ziyaretlerini Afrika ülkelerine yapıyor. Yeni Devlet Başkanı Xi Jinping de, bu ‘yeni’ geleneğe uyarak, ilk ziyaretini Tanzanya’ya gerçekleştirdi. Jinping’in ziyaret rotası, elbette, Çin’in dış politikasındaki önceliklere işaret ediyor.
Çin’de serbest piyasa alanının devasa genişletilmesi, yabancı yatırımcılara tüm kapıların sonuna kadar açılması, ucuz işgücü ve trilyon dolarlara varan sermaye birikimiyle, Çin, dünyanın kapitalist üretim cehennemi haline geldi. Zaaf ve bağımlılıkları bir yana, ülke içindeki bu devasa birikim, yine devasa nüfusla birleşince, bu gücün devamlılığı için gerekli enerji ve hammadde kaynaklarının güvenliği, yine biriken para-sermayenin ülke dışında verimli alanlarda değerlendirilmesi kaçınılmaz bir zorunluluk oldu. Siyasi ve askeri bileşenleriyle birlikte bu ekonomik gereklilik, Çin dış politikasının yayılmacı eksenini oluşturdu. Bu nedenle, bu dış politika konseptinin köklerini; Çin’de “serbest piyasa reformları”nın önemli bir dönüm noktası olan 1978 Deng Xiaoping “reformları”nda bulmak mümkündür. İşte bu kapsamda, Afrika, Çin için geçmişteki ‘siyasal’ anlamının çok çok ötesinde anlamlar kazanmış, dış politikasının önemli bir bileşeni ve merkezi faktörlerinden birisi haline gelmiştir. Afrika-Çin ilişkilerinin bu kapsamdaki değişimi çarpıcıdır.

AFRİKA-ÇİN İLİŞKİLERİ TARİHİNE BAKIŞ
Çin Halk Cumhuriyeti, 1949 yılında, Afrika ülkelerinin büyük bir bölümü gibi, emperyalizme karşı kurtuluş savaşı vererek kurulmuş bir ülkedir. Bugünü bir yana, Çin, Afrika’da; ABD, Fransa ve diğer sömürgeci ülkeler gibi ‘beyaz’ sömürgeciliğinin ‘teşhir olmuş’ temsilcilerinden biri değildir. Batı emperyalizminin Afrika’da yaptığı katliamlar, köle ticareti, apartheid rejimi, yönetimde siyahlara en ufak bir söz hakkı dahi vermemesi, bütün bunlar Afrika’da Batı emperyalizmine karşı büyük bir öfke ve güvensizlik yarattı. Bu, Afrika’nın geniş halk kesimleri için böyle olduğu kadar, Afrikalı yöneticiler için de tarihsel bir referanstır. Afrikalı bir devlet temsilcisi, en çok da “aşağıdan” halktan gelen baskıyla Batılı ‘beyaz’a karşı tarihsel ve geleneksel bir tepki ile yaklaşırken, Çin’in devraldığı böyle bir miras yoktur. Tersine Çin, şu veya bu düzeyde Afrika’da ulusal kurtuluş mücadelelerini “üçüncü dünyanın kurtuluşu” olarak selamlamış ve bir biçimde (en azından bir dönem) dayanışma içinde olmuştur.
Çin’in hem Afrika’da kötü bir geçmişi ve anısının olmaması, hem de bugünkü Afrika devletlerinin kuruluşu olan ulusal kurtuluş mücadelelerine desteği önemli bir avantajı olarak hanesinde yazılı. Bu, elbette Afrika yönetimlerinin Batı emperyalizmine karşı bağımsızlıkçı bir tutum aldıkları anlamına gelmiyor. Ancak Çin’le ilişkiler, ticaret, Batı’ya göre hem daha fazla kazanç sağlamaya müsait, hem de halk yığınları açısından daha meşru görünüyor. Çin de bunu sonuna kadar değerlendirdi, değerlendiriyor.
Çin’in Afrika ile ilişkilerinde önemli bir başlangıç noktası, İkinci Dünya Savaşı sonrasında gelişen ulusal kurtuluş hareketleridir. Çin ile Afrika arasındaki ilişkiler, Afrika’da ulusal özgürlük mücadelelerinin boy gösterdiği ve bağımsız devletlerin kurulduğu 1950-70’li yıllar arasında yükselmiştir. Bu dönemde Çin’in vurgusu, emperyalizme karşı sömürge/yoksul dünyanın dayanışmasıydı.
Özellikle iki tarih önemlidir: Birincisi, 1955 Nisan’ında Endonezya’nın Bandung kentinde yapılan Asya-Afrika Konferansı’dır. Çin, 1954 yılında Hindistan ile anlaşmaya vardığı Barış İçinde Yaşamanın Beş İlkesi’ni 1955 yılında 29 Asya ve Afrika ülkesinin katılımıyla gerçekleşen Bandung Konferansı’na taşımıştır. Konferans, farklı politika sahibi ülkeleri kapsadığından, etkili bir sonuçtan bahsetmek mümkün değildir. Ancak Çin ve Afrika ilişkileri açısından önemli bir fırsat olmuştur. İkincisi ise, 1957’de kurulan ve aynı yıl ilk konferansı gerçekleştirilen Afro-Asyalı Halkların Dayanışma Organizasyonu’dur (Afro-Asian People’s Solidarity Organization – AAPSO). Bu iki konferans, Bağlantısızlar Hareketi’nin temelini oluşturmuşlardı .
1960’ların başında Sovyetler ile Çin arasındaki gerilim, bu konferanslara katılan Afrika ve Asya ülkeleri üzerindeki etki mücadelesine dönüştü. Çin bu dönemde bazı Afrika ülkelerindeki bağımsızlık hareketlerine para ve silah yardımında bulunurken, Başbakan Çu En Lay 14 Aralık 1963’ten 4 Şubat 1964’e kadar Afrika ülkelerine ziyaretler gerçekleştirdi.
Bunlar, bir Çin başbakanının Afrika ülkelerine düzenlediği ilk ziyaretlerdi. Çu En Lay gezisinde; “yoksul dostlar” arasında karşılıklı ekonomik yardımlaşmayı savunup, “büyük ve güçlü” ülkelerin, zayıf ve güçsüz ülkelere dayattığı zorbalığa savaş açma çağrısı yaptı. En Lay, kendisinin “yoksulun, yoksula yardım etmesi” olarak adlandırdığı politikayı ifade ederken; hem Washington’la, hem de Moskova ile ‘siyasi’ bir savaş içerisine girildiğini ifade etmişti . Bu dönemde, Çin-Afrika işbirliği ve yardımları, en azından “ulusal kurtuluş mücadelelerine destek” ile ifade edilebilecek bir siyasi hatta dayanıyordu. Daha sonra, bu, Sovyetler Birliği ve ABD arasındaki kutuplaşmadan ‘bağımsız’ kalmış (önemli bir kısmı da bu iki kutuptan birisiyle hareket eden) ‘yoksul’ bağlantısızlar hareketi ülkeleriyle, hem de bunların kimi gerici liderleriyle dayanışma ve işbirliğine kadar ilerledi.
Bununla birlikte, 1960’lı yılların ortalarında Çin ile Afrika ülkeleri arasında önemli anlaşmazlıklar da olduğunu belirtmek gerekir. 1965 yılında Burundi, Benin, Orta Afrika Cumhuriyeti, Gana ve Tunus Çin’le diplomatik ilişkilerini kesmiş, Kenya ise Çin’in diplomatlarını sınır dışı etmişti .
Çin, bu ‘ikili’ ilişkiler içinde Afrika’ya bağış biçiminde yardımlar sağlamaya başladı. Çin’in yardımları, bir ölçüde olsa da, hafif sanayi, ulaşım, tarım, su kontrolü ve sulama, kamu sağlığı, enerji, iletişim, spor, kültürel tesisler ve ağır sanayi gibi çeşitli sektörlere aktarılıyordu. 1960’ların sonuna doğru, 600 milyon doların üzerinde bir maliyete sahip olan dev Tanzanya-Zambiya demiryolu (1967–1975) 15 bin Çinli işçinin yardımıyla inşa edilmiş ve Çin-Afrika ilişkileri için önemli bir sembol olmuştur .
Bu destek, 1970’li yıllarda, bağımsızlığını yeni kazanan bu ülkelere gönderilen doktor, mühendis ve öğretmenlerle devam etmiştir. Sonuç olarak, ilişkilerin belirleyici etkeni siyasal olmuş, bu dönemde Çin’in Afrika ülkeleriyle yakınlaşması “kendisi gibi Batı sömürgeciliğinin sıkıntısını yaşamış olan ülkelerle dayanışma” çerçevesinde gelişmiştir .
Bununla birlikte, Çin’in politikası, emperyalizme karşı mücadele eden devrimci hareketleri destekleme ile gerici ülke yönetimleriyle dayanışma perspektifi arasında gidip gelmiştir. Örneğin Çin, Angola’da Portekiz sömürgeciliğine genel olarak karşı çıkarken (!) Angola’nın özgürlük hareketine hiçbir belirgin destek vermemişti. Çin’in Afrika’nın özgürlük hareketlerine verdiği destek, büyük ölçüde, giderek Çin’in jeopolitik ilgisi ve değişik ulusalcı gruplar arasında salınması şeklinde gerçekleşmeye başladı ve belli bir uyum ya da süreklilik arz etmekten uzaklaştı .
1978 yılında Deng Xiaoping liderliğindeki ‘piyasa reformları’na odaklanan Çin’in Afrika ile ilişkileri bir süre durakladı. Afrika’ya gerçekleştirilen toplam Çin yardımları, 1976 yılından 1982 yılına gelindiğinde, 100.9 milyon dolardan 13.8 milyon dolara geriledi. Ancak yardımlar gerilerken, iki bölge arasındaki ticaret ilerledi. Çin ve Afrika arasındaki ticaret, 1976 ile 1988 yılları arasında, 300 milyon dolardan 2.2 milyar dolara yükseldi. Bunun nedeni, Çinli liderlerin ekonomik modernizasyona, yabancı pazarlara ve sermayeye yatırımlarına öncelik vermeye başlamış olmalarıdır. Böylece Çin’in Afrika siyaseti, ‘ulusal özgürlük mücadelelerine’ destekten ziyade, Çin’in ekonomisini güçlendirecek yeni ticari bağlar aramaya dönüşmüştür .
Çin ve Afrika ülkeleri arasındaki ilişkilerde 1990’ların sonlarına gelindiğinde yeni bir dönem başlamıştır. ‘Küresel güç’ olabilmek için zorunlu olan enerji kaynaklarının güvenlik altına alınması konusu 1990’ların ortalarından itibaren Çin dış siyaseti için anahtar bir güdü haline geldi.
Çin Devlet Başkanı Jiang Zemin’in 1996 yılındaki Afrika ziyareti sırasında, diplomatik ve ekonomik açılımlar bağlamında, 6 Afrika ülkesiyle 23 ekonomik ve teknik işbirliği anlaşması imzalandı. Zemin, Çin-Afrika işbirliği çerçevesinde 5 maddelik bir çerçeve de ortaya attı: İki bölge arasındaki ‘içten’ dostluğun arttırılması adına tüm ilişkiler eşitlik, egemenliğe saygı duymak ve birbirinin işlerine müdahalede bulunmamak, ortak çıkar bağlamında birlikte gelişme, küresel meselelerde arttırılmış bilgi paylaşımı ve işbirliği ve son olarak da adil ve dürüst bir uluslararası ekonomik ve siyasi düzen peşinde koşmak maddelerine dayandırılmalıydı. Bu beş maddelik öneriyi, 2000 yılının Kasım ayında, Pekin’de Afrikalı ve Çinli bakanlar tarafından gerçekleştirilen ve kalıcı bir Çin-Afrika İşbirliği Forumu (Forum on China-Africa Co-operation – FOCAC) kurulmasına yol açan bir konferans izledi. İlk gerçekleştirildiği yıldan bu yana Çin ile Afrika ülkeleri arasındaki ilişkileri geliştiren bir araç haline gelen FOCAC’ın diğer toplantıları, 2003, 2006, 2009 ve 2012 yıllarında gerçekleştirildi.
Özetle, Çin’in Afrika politikası, ‘emperyalizme karşı dayanışma’dan klasik bir ekonomik yayılmacı ve sömürgeci ilgiye dönüşmüştür. Bugün Çin’in dış politikası “değişken, farklılaştırılmış ve proaktif”tir. Yeni stratejisi ile Çin, kaynak diplomasisi yanı sıra “yumuşak güç”ün çeşitli biçimlerini kullanmaktadır. Kültürel ve akademik paylaşımın artırılmasına çabalanan kamusal ilişkiler, sağlanan dış yardım, yatırımlar yumuşak gücün başlıca araçlarıdır. Bu ekonomik ilgi hammaddelere erişim, yatırımlar aracılığıyla nüfuz alanlarını genişletme, ticaret ve askeri ‘yardımlar’ şeklinde yaşama geçmektedir .

AFRİKA’NIN ÇİNLEŞMESİ!
Çin’in, Afrika’da hızlı bir biçimde ekonomik ve siyasal etkisini artırdığı bir sır değil. Dünyanın üretim havuzu Çin, ekonomik gelişimini devam ettirmek için büyük miktarda enerji ve hammaddeye ihtiyaç duyuyor. İşte bu ihtiyaçlar; Çin’in dış politikasının önemli bir belirleyicisi durumunda.
Dünyanın en büyük petrol üreticisi ülkeleri Ortadoğu’da bulunmaktadır. Sadece bu durum bile, Ortadoğu’nun çatışma, entrika ve emperyalist müdahalelerin merkezi olma sebebini açıklayabilir. Bölgede dünyanın en büyük tekelleri yoğun bir faaliyet içindedir. Çin de bu bölgeyle petrol alışverişi halindedir. Ancak Ortadoğu petrolleri Çin’in kontrolünde olmaktan çok uzaktır. Çin, bu çerçevede hem Orta Asya’da bölgesel birlikler ve ticari ilişkiler kurmakta, hem de özellikle ABD ile mesafeli olan Latin Amerika ülkeleriyle genel olarak ticaretini özelde de petrol ithalatını geliştirmektedir.
Ancak Çin açısından Afrika özellikle önemlidir. Dünyanın paylaşılmış (elbette yeniden paylaşılmaya aday) enerji kaynaklarının yanında, Afrika, mevcut ve potansiyel enerji kaynakları açısından henüz tam olarak paylaşılmamış bir bölgedir. Çin, buradaki boşluğu değerlendirmek için ABD ve Avrupa ülkeleriyle kıyasıya bir mücadele içine girmiştir.
BP verilerine göre, dünya kanıtlanmış petrol rezervlerinin yüzde 9.6’sı Afrika kıtasında. Dünya petrol rezervlerinin dağılımında, 1989 yılında Afrika kıtası yüzde 5.9’luk bir paya sahipken, bu oran, 1999’da yüzde 7.8’e, 2009 ise yüzde 9.6’ya yükseldi. Böylece Afrika’nın dünya petrol rezervleri içindeki yüzdelik payı 20 yıl içinde yüzde 62 oranında artış gösterdi. 2025 yılına kadar Afrika’nın petrol rezervlerinin yüzde 91 oranında artması bekleniyor.
Çin, dünyanın ABD’den sonra ikinci büyük petrol tüketicisi ülkesi. Dünyanın üretim cehennemi olan Çin’de devasa bir petrol talebi olması da gayet doğal. Çin, petrol ithalatının önemli bir bölümünü, yani dörtte birini Angola, Cezayir, Çad ve Sudan kanalıyla Afrika’dan karşılıyor.
Çin; Ekvator Ginesi, Gabon ve Nijerya’daki enerji yatırımlarını da hızla arttırıyor. Çin’in Sudan petrolü üzerindeki kontrolü ise tartışmasız. Çin Ulusal Petrol Kurumu, 1995 yılında Sudan’da petrol araştırmaları yapma hakkını elde etmişti. Washington’un Sudan ile ilişkilerini kesmesinden 2 yıl sonra, Çin, Sudan’ı denizaşırı petrol üretim üssü haline getirerek boşluğu doldurdu. Sudan, petrol ihracatının yarıdan fazlasını Çin’e yapıyor, Çin ise, toplam petrol ihtiyacının yüzde 5’ini Sudan’dan karşılıyor.
Çin’e deniz aşırı petrol ihracı esas olarak Somali körfezinden yapılıyor. Afrika’nın güneydoğusundaki korsan faaliyetleri Çin’in enerji geçiş yollarını tehdit etmektedir. Dolayısıyla Afrika’da ekonomi, enerji ve askeri alanlardaki kontrol Çin açısından zaruridir.

***
Çin’in Afrika ‘istilası’, ihracat ve ithalat hacmindeki genişlemenin yanı sıra  hızla artan yatırımlarından kaynaklanıyor. Çin dünyanın en çok yatırım çeken ülkesi olduğu gibi, ulusal sermaye birikimini hızla gerçekleştirmekte olan Çinli tekeller dünya genelinde yeni yatırım alanları arayışı içinde. Çin’de işgücü oldukça ucuzdur; ancak artan yatırımlarla beraber bir ölçüde yükselmektedir. Diğer yandan Çinli sermayedarlar için Çin içindeki yatırım kadar ülke dışında ve özellikle madenlerde yapılacak yatırımlar da önem taşımaktadır. Çin devleti de bu tür yatırımları teşvik etmekte, Çin yayılmacılığının aracı olarak kabul etmektedir.
Afrika, Batı emperyalizminin özellikle maden ve enerji kaynakları açısından yağmaladığı, ama iç çatışma ve istikrarsızlık nedeniyle de gerçek üretici yatırımlardan uzak durduğu bir bölge. Çin ise, hem enerji ve maden yatırımları hem de diğer yatırımlar açısından Afrika’yı ‘bakir orman’ misali yağmalamak, Afrika ülkeleriyle bu yatırım ve projeler kapsamında ilişkilerini geliştirmek üzere yoğun bir faaliyet halinde. 2010 yılında 1700’e yakın Çin firması Afrika’da 10 milyar dolar doğrudan yatırım yaparken, bu rakamın 2015’te 50 milyar doları bulması bekleniyor.
Yeraltı zenginlikleri, tarıma elverişli arazileri Afrika’yı özellikle cazip kılıyor. Kıta, yeryüzündeki altının yüzde 40’ına, platinyum ve kromun da yüzde 80’ine sahip. Tarıma elverişli, ama ekilmemiş arazi ise, kıtanın yüzde 60’ını oluşturuyor. Araştırmacılara göre, Afrika’da keşfedilmeyi bekleyen daha birçok zenginlik gizli.
Afrika, Çin’in gözünde hem ucuz doğal kaynak cenneti, hem de doğrudan yatırım yapmak için fırsatlar merkezi. Örneğin, Çinli tekstil şirketlerinin Afrika’da şirket kurmasıyla, Çin’e uygulanan birçok Amerikan veya Avrupa kotasını ortadan kaldırılmış oluyor.
Çin, dünyanın en büyük kereste tüketicisi durumunda. Toplam çinko üretiminin yüzde 30’u, demir-çeliğin yüzde 27’si, kurşunun yüzde 25’i, alüminyumun yüzde 23’ü, bakırın yüzde 22’si Çin tarafından tüketiliyor. Çin, Mozambik’te kereste için ağaçları, Sudan’da petrolü, Zambiya’da bakır madenlerini, Zimbabve’de uranyumu, Kongo’dan kobaltı direkt yatırım yaparak alıyor .
Çin, bu doğal kaynaklara ulaşmak için altyapı yatırımları da yapıyor: Angola’ya hızlı tren hattı döşüyor. Nijerya’ya uydu, kırsal Gana’ya telekomünikasyon ağı kuruyor. Hastaneler, su depoları, boruları, ray hatları, havaalanları, oteller, futbol statları, parlamento binaları gibi birçok bina ve altyapı çalışması Çinliler tarafından doğal kaynaklara ulaşmak için inşa ediliyor. Küçük Lezoto’da süper marketlerin yarısından çoğu Çinliler tarafından işletiliyor. Birçok Çinli fabrikaya ev sahipliği eden Mauritius’ta Çince, okul eğitim programına eklenmiş durumda.
Afrika’da; gericilikler ile bağımsızlıkçıları karıştırarak da olsa sürdürülen “emperyalizme karşı dayanışma” ilişkilerini geride bırakan Çin’in, Afrika’daki esas ‘istilası’ 2000’li yıllarda başlamıştır. Kasım 2000’de Pekin’de gerçekleştirilen ve 44 Afrika ülkesinden temsilcinin katıldığı Çin-Afrika İşbirliği Forumu Zirvesi’nde iki bölge arasında stratejik ortaklığın temelleri atılmıştır. Zirve sonrası deklare edilen Pekin Deklerasyonu, Çin ve Afrika’nın ortak kalkınmasını sağlamak amacı ile ticaret, finans, sağlık, tarım, teknoloji, kültür ve eğitim alanlarında yeni anlaşmaların zemini olmuştur.
Çin’in Afrika ile ticareti 2000 yılında 10.6 milyar dolar iken 2008 yılında 100 milyar doları aşmıştır. 2009 yılında, Çin, ABD’yi geride bırakarak, Afrika’nın en büyük ticari partneri unvanını elde etmiştir. Çin-Afrika ticaret hacmi, 2010 yılında 120 milyar doları, 2012’de ise 200 milyar doları aşmıştır. 2012’de ABD’nin Afrika ticaret hacmi ise, 100 milyar dolar civarındadır. Afrika’nın ‘gelişmekte’ olan ülkeler ile ticaret hacmi bir önceki 10 yıla oranla yüzde 23’den yüzde 39’a yükselmiştir. Afrika Kalkınma Bankası verilerine göre, Afrika’nın gelişmekte olan ülkeler arasında en büyük beş partneri yüzde 38.5 ile Çin, yüzde 14.1 ile Hindistan, yüzde 7.2 ile Kore, yüzde 7.1 ile Brezilya ve yüzde 6.5 ile Türkiye’dir.
Çin’in Afrika ülkelerinden yaptığı değerli maden ve petrolün tüm ithalat kalemlerine oranı, yüzde 95 seviyesinde seyretmektedir. Afrika’dan hammadde alıp bitmiş ürün satan Çin’in başlıca ihracat kalemleri ise, makine, tekstil, ayakkabı ve plastik ürünlerden oluşmaktadır. Çin’in kıtadaki başlıca ticaret partnerleri ise, yüzde 24 ile Angola, yüzde 17 ile Güney Afrika, yüzde 8 ile Sudan, yüzde 7 ile Nijerya ve yüzde 6 ile Mısır başta gelmektedir.
Çin-Sahra Altı Afrika İşbirliği Forumu’na göre, 2000 yılından bu yana Çinli firmalar Afrika genelinde 60 bin km asfalt yol ve 3.5 milyon kw elektrik üreten elektrik santralleri inşa etmiştir. UNCTAD’ın 2010 Dünya Yatırım Raporu, Çinli firmaların Afrika’ya yaptıkları doğrudan yatırımlarda da büyük artış yaşandığını ortaya koymaktadır. Çin’in en çok yatırım yaptığı üç ülke Sudan, Nijerya ve Güney Afrika’dır.
Çin, ayrıca, ‘karşılıksız’ kalkınma yardımları ve düşük faizli kredi, borç silme gibi kolaylıklar sağlayarak, Afrika ülkeleri ile ilişkilerini hızla arttırmaktadır. 2008 yılında Demokratik Kongo Cumhuriyeti (DRC) ile uzun vadeli altyapı anlaşması imzalayan Çin, Mashamba West ve Dikuluwe’deki 50 milyar dolar rezerve sahip iki önemli bakır madeninin 9 milyar dolara işletmesini almıştır. İmzaladığı 6 milyar dolarlık anlaşma ile de 3.900 km otoyol, 3.200 km demiryolu, 32 hastane, 145 sağlık ocağı ve iki üniversite inşa etmek üzere anlaşmıştır. Benzer bir operasyonu Zambia’da gerçekleştiren Çin, bu ülkedeki Copper Belt eyaletini özel ekonomik bölge ilan ederek, 800 milyon dolar tutarında çeşitli kalkınma projeleri başlatmıştır. Çin, AB ve ABD’nin ilgi duymadığı Çad, Zimbabve gibi ülkelerle de ikili ilişkilerini geliştirmektedir.
Afrika ülkelerinin altyapı yatırımlarında ve dış ticaretinde önemli bir yer tutan Çin, hızla baş aktör haline gelirken, Avrupa Birliği ve ABD’nin ise kıta ile ticaretlerinde gerileme yaşanmaktadır. Çin Afrika ile dış ticaretlerinde fazla verirken ABD ve AB ülkeleri açık vermektedir. Afrika mallarının en büyük alıcısı Amerika iken Çin Afrika’nın en büyük mal tedarikçisidir.

AFRİKA’DA KIZIŞAN REKABET
Çin emperyalizminin Afrika’daki bu hamleleri; elbette ekonomik ilişkilerle sınırlı değil. Çin; Afrika’da siyasetinden ideolojisine, kültüründen medyasına kadar her alanda yoğun bir faaliyet halinde.
Çin, Afrika ile ilişkilerini “Barışçıl Yükseliş” tezi ve dış politikada “Harmonik Dünya” yaklaşımı çerçevesinde tanımlıyor. Çin’in Afrika’daki yayılımına gelen tepkiler üzerine, 2005’te, New York’taki BM toplantısında, Cumhurbaşkanı Hu Jin Tao, “Afrika ülkeleriyle geliştirilen ilişkilerin Harmonik Dünya Dış Politikası çizgisinde olduğunu ve tehdit içermediğini” söylemişti.
Çin’in, Afrika ile ilişkilerinde en temel vurgulardan birisi ‘eşitlik’ oldu. “Çin’in, Avrupa’nın aksine hiçbir zaman Afrika’yı sömürmediği” sık sık hatırlatıldı. Çin Başbakanı Wen Jia Bao, 2006’daki Güney Afrika ziyaretinde “Çin tarih boyunca Afrika’nın bir karış toprağını bile işgal etmemiştir” demişti. Çin-Afrika Karma Toplantıları Pekin Zirvesi’nde Çin Cumhurbaşkanı Hu Jin Tao, yine, ‘eşitlik’ ve ‘denklik’ ilişkisini özellikle vurgulamıştı: “Çin ve Afrika ülkeleri arasında 50 yıldır sürekli ilerleyen ilişkilerimiz hep karşılıklı denk olma, dostluk ve destekleme esasına göre gelişmiştir. Bu ilişkilerin tarihin seyri ve uluslararası esen rüzgarların sınavındadır. Önemli olan dürüst bir şekilde bu dostluğu ve karşılıklı desteği ilerletmektir.”
Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in, göreve gelmesinden kısa bir süre sonra yaptığı ilk deniz aşırı ziyaret Afrika’ya, Tanzanya’ya oldu. Ziyaret sırasında konuşan Tanzanya Devlet Başkanı Jakay Mrisho Kikwete, Çin ile artan ticaretin teknolojik yatırım getirdiğini ifade ederken, şunları söyledi: “Biz geleneksel teknoloji kullanıyoruz. Hala elimizde çapalar var. Bu şekilde tarımı geliştiremiyoruz. Gübre kullanmıyoruz. Yüksek verimli tohum kullanmıyoruz. Tarlalarımızı sulayamıyoruz. Yani bizim teknolojiye ihtiyacımız var. Büyüme sürecince bizim ihtiyacımız olan teknolojidir.”
Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ise, aynı ziyarette, Afrika ve dünyanın diğer bölgelerindeki faaliyetlerini hatırlatırcasına, “Ben de varım” diyordu: “Değişen bir çağa şahit oluyoruz ve değişen bir dünya ile karşı karşıyayız. Bu dünyada kalkınma, işbirliği ve kazan kazan formülü zamanın trendine dönüştü. Eski sömürge sistemi çökmüştür. Soğuk Savaş döneminin grupları arasındaki uyuşmazlıklar artık yok. Dünya tek bir ülke ya da blok tarafından yönetilemez.”
Çin’in “Harmonik Dünya Dış Politikası”nda özellikle dünyanın tek bir blok tarafından yönetilemeyeceği vurgusu esastır. “Çok kutuplulaşan dünyada”, ekonomik ve siyasal olarak payını isteyen Çin, farklı güçler arasında şimdilik “harmonik bir uyumun” olması gerektiğini düşünüyor. “Barışçıl Yükseliş” tezi de bu perspektifle uyumlu. Örneğin Çin’in Afrika’daki faaliyetleri, hem Çin’in hem de Afrika’nın barışçıl bir biçimde yükselişi olarak açıklanıyor.
Çin’in eşitlik vurgusu, Avrupalı’yı karşısında gördükçe ‘beyaz’ zulmünü hatırlayan Afrikalı için oldukça önemli. Ancak, elbette sadece bir ‘vurgu’ gerçeği değiştirmekte yeterli değildir. İkili ilişkilerde bu ‘tatlı rüya’ söz konusu olsa da, hammadde ithal edip işlenmiş ürün satan, madenlere ve diğer doğal kaynaklara yatırımlar yapan yani klasik bir emperyalist sömürü mekanizmasını işleten Çin’e, Afrikalı tepkiler de yok değil:
Afrika’nın yeni emperyalizmle karşı karşıya olduğunu söyleyen Nijerya Merkez Bankası Başkanı Lamido Sanusi, Çin’i Afrika’nın sanayisini daha da kötü hale getirmek ve az gelişmişliği artırmakla suçladı. Sanusi, 11 Mart 2013’te Financial Times’a yazdığı makalede, Çin’in Afrika’dan temel ürünler aldığını ve karşılığında sanayi ürünleri sattığını ve bunun sömürgecilik tanımının özü olduğunu söyledi.
KwaZulu Natal Üniversitesi’nden Profesör Patrick Bond, Afrika ülkelerinin aldıkları yatırımlara ve yardımlara dikkat etmesi gerektiğini söylüyor. Bond, “kardeşlik” söylemlerinin ötesine bakıldığında, 19. yüzyıldan çok farklı olmayan düzensiz bir emperyalist rekabetin gözlemlenebileceğini ve Çin’in Afrika kaynaklarını sömürürken, sanayileşmeye yeterince “katkıda bulunmadığını” ifade ediyor.
Çin’in Afrika’da desteklediği projeler; hammadde üretimine yoğunlaştıkları, şeffaf olmadıkları, yeterince istihdam yaratmadıkları ve dolayısıyla kalkınmaya destek vermedikleri yönünde eleştirilere konu oluyor. Ancak buna rağmen Çin’in Afrika’da, Batılı ülkelere göre; reel yatırımlarda daha istekli olduğu, yardım konusunda daha rahat davrandığı ifade ediliyor. Çin bu konudaki başarılarının nedenlerinden biri de Çin bürokrasisi içinde de oldukça yaygın olan rüşvet ve benzeri uygulamaların Çin sermayedarlarınca rahatça kullanılıyor olması.
Çin’in Afrika’da etkisini giderek artırdığı bir diğer konu da, silah ticareti. 1990’ların sonlarında Habeşistan ve Eritre arasındaki silahlı çatışmalarda kullanılmak üzere yaptığı silah satışının tecrübesiyle, şimdi tüm Afrika, Çin silahları için büyük bir pazar. İç savaşların, isyanların ve katliamların bitmek bilmediği Afrika’da, Çin, birçok ülkeye silah satıyor ya da satmaya çalışıyor. Afrika’da yürütülen askeri operasyonlara destek veren Çin, ABD ve Rusya’dan sonra Afrika’nın üçüncü büyük silah tedarikçisidir.

***
Çin’in “yumuşak güç” faaliyetlerinden birisi de, 2000’li yıllardan itibaren ‘itibarını iade ettiği’ Konfüçyüs Enstitüleridir. 2004 yılından bu yana dünya genelinde kurulan, Çin kültürünü ve dilini yaygınlaştırmayı amaçlayan, aynı zamanda siyasal, iktisadi ve kültürel ilişkisel hedefleri de olan Konfüçyüs Enstitülerinin sayısı 350’yi aştı. Afrika ülkelerinde de, bu enstitüler hızla yayılıyor. Çin üniversitelerinde Afrikalı öğrencilerin eğitim alabilmeleri için burslar verilirken, Afrikalı işadamları ve ticaret yetkililerinin eğitim almalarını sağlanıyor. Çin eğitimleriyle Afrika’nın gelecek yönetici ve elit kuşağı içerisinde Çin etkisinin artırılması hedefleniyor.
Çin’in Afrika’da çeşitli dillerde yayın yapan televizyon ve radyo istasyonları ve bir haber ajansı bulunuyor. Çin’in bu alandaki en yeni girişimi ise Kenya’da İngilizce olarak yayımladığı bir gazete.
Çin, Afrikalı gazetecilere, Çin’de eğitim almaları için burslar dağıtırken, kendi medya kuruluşlarını kurmayı da ihmal etmiyor. Çin, AB ve ABD’yi basın/medya alanında da rahat bırakmamaya kararlı. Çin, güncel ve tarihsel gelişmeleri Çin’in çıkarları çerçevesinde Afrikalılara doğrudan ve bizzat ulaştırmak istiyor. Öyle ki, İngilizce yayın yapan CCTV Africa televizyonu, magazin programlarından sohbet programlarına; belgesellerden internet televizyon programına kadar her alanda yayın yapıyor. Çin’in resmî haber ajansı Şinhua da, Afrika’nın Sahraaltı bölgesindeki ilk mobil haber hizmetini başlatmış buluyor.
Bu medya kuruluşlarındaki çalışma tarzı ve işleyişi doğrudan Çin’e bağlı. Bu kuruluşlardan birisinde çalışan Kenyalı bir gazeteci, “Metinleri önce İngilizce yazıyoruz sonra yerel dile, Suaheli’ye çeviriyoruz. Ancak Nairobi’den canlı yayın yapmıyoruz, tüm ürettiklerimizi önce Pekin’deki merkeze gönderiyoruz, yayın oradan yapılıyor. Bunun ötesinde düzenli olarak Pekin’e gidiyoruz ve Çinlilerin çalışma yöntemlerini öğrenmek için orada kurslara katılıyoruz” diyor.
Çin medyasında, anlaşılacağı üzere hiçbir haber sansürsüz geçmiyor. Özellikle hükümetlerle iyi ilişkiler söz konusu olan ülkelerde, hükümet aleyhine ya da toplumsal huzursuzlukları yansıtan hiçbir haber yayınlanmıyor. Daha çok hükümeti öven haberler ve günlük sıradan gelişmeler haber konusu olabiliyor.

***
Dünyanın en büyük piyasası haline gelen Çin’in, devasa sermaye birikimi ve büyümesinin devamı için gereken enerji ve hammadde kaynakları, bunların güvence altına alınması ihtiyacı, dünyada ve kara kıtada yeni çatışmaları gündeme getirecek gibi gözüküyor. Çin’in; bir yandan dışa bağımlı, diğer yandan dışarıyı bağlayan ekonomik yapısı ve trilyon dolarları bulan sermaye birikimi; ülke dışında yeni yatırım alanlarını da zorunlu kılıyor.
Afrika’da iktisadi, siyasal, kültürel alanlarda, dört bir yandan gelişen Çin hegemonyası, ABD’yi ve kıtanın geleneksel sömürgeci gücü olan Fransa’yı alabildiğine rahatsız ediyor. ABD, 2008 yılında kurduğu AFRICOM’la bölgeye daha ileriden bir müdahaleyi hesaplarken, Fransa da, Mali, Orta Afrika Cumhuriyeti ve diğer ülkelerde Çin etkisini kırmak üzere askeri müdahale ve destekleri ister istemez öne çıkarmak durumunda kalıyor.
Çin emperyalizmi ise, dış politikada karşılıklı saygı, içişlerine karışmama vb. kuralları resmi politikasının tabelası olarak kullansa da diğer emperyalist devletler ne yaptıysa, özü itibarıyla aynısını yapıyor. Ancak gücü ve dünya dengeleri açısından da yaptığını ‘yumuşak güç’le yapmak durumda olduğunu, kültürel ve diğer ilişkilerin buna katkı sunacağını biliyor.
Ancak diplomasi diliyle, onun arkasındaki ekonomik ve siyasi, hatta askeri ilişkiler arasındaki açı farkı, mesele Afrika olunca, daha da açılacak gibi gözüküyor. Fransa’nın ve ABD’nin her adımında ayağına basılan Çin, Çin’in her adımında ayağına basılan Fransa ve ABD daha fazla bağıracak. Zengin doğal kaynaklara sahip olan Afrika halklarının bu sömürü ve çıkar çatışmasına mahkum olmadığı ise açıktır. 1960’lı yılların bağımsızlıkçı mirasını alıp sosyalizme taşımaksa, yine açıktır ki; Afrikalıların kurtlar sofrasından tek kurtuluşudur.

‘ALMAN İDEOLOJİSİ’ yeni bir materyalizmin doğuşu

MARX VE ENGELS’İN ORTAK DÜŞÜNCELERDE BULUŞMALARI
Alman İdeolojisi, Türkçede ilk kez tam metin olarak Evrensel Basım Yayın tarafından yayımlandı. Marksizm’in çok yönlü gelişiminin başlangıcını, felsefe, iktisat ve tarih gibi alanları kapsayan büyük bütünlüğünü inşa etme çabasının en önemli aşamasını temsil eden bu eser, yazılışından 167 yıl sonra, (ikinci cildinin üçüncü ve dördüncü bölümlerinin el yazmaları bulunamadığı için, hiçbir zaman basılamayan bölümler hariç) eksiksiz olarak Türkçeye çevrilmiş bulunuyor.
Söz konusu eserin, gerek dönemin aydınlar arası tartışmalara yönelttiği eleştireler bakımından, gerekse işçi hareketi içindeki ideolojik belirsizlikleri giderme amacı açısından büyük önemi vardır.
Her ikisi de bu tartışmalarla yakından ilgilenen ve taraf olan Karl Marx ile Friedrich Engels, 1844 Eylül ayı başında Paris’te karşılaştılar ve tüm teorik alanlarda aynı fikirde olduklarını görerek, bilimsel çalışmalarını ve proletarya davası için devrimci mücadelelerini birleştirmeye karar verdiler.
Bruno Bauer ve şürekâsına karşı eleştirel eleştirinin eleştirisi adını vermeyi düşündükleri ilk ortak çalışmaları da böylece başlamış oldu. Sonradan Marx’ın Kutsal Aile-Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi adını uygun göreceği bu çalışma için, Paris’te on günlük ziyareti sırasında Engels, bu kitap için yedi kısa bölüm yazdı. Kitabın büyük bölümü Marx’ın kaleminden çıktı.
Marx, 1843 yılından beri canlı bir işçi sınıfı hareketine sahne olan ve Almanya’ya göre kapitalizmin daha ileri olduğu Fransa’daydı. Almanya’da Genç-Hegelcilerin başkaldırısının başarısızlığa uğramasının nedenleri üzerine düşünürken, iki ülke arasındaki gelişmişlik farkını belirleyici etken olarak düşünüyordu. Paris’te işçi sınıfı hareketiyle olan ilişkisinin önemli sonuçlarından biriydi bu.
Burada yazdığı önemli iki makalesinde, Yahudi Meselesi Üzerine ve Hegelci Hukuk Felsefesinin Eleştirilmesine Katkı, sosyalizme yönelişini de ilk kez gösteriyordu. Ancak bu makalelerde Marx, işçi sınıfını “hakikî” insan ilişkilerini gerçekleştirecek ve felsefenin meselelerini çözecek bir araç olarak görüyordu. Henüz yirmili yaşlarındaki genç düşünür, bu dönemde proletaryayı tarihsel dönüşümün öznesi olan bir sosyal güç halinde kavramanın eşiğindeydi.
Ancak bu makalelerde, daha sonra sistemli bir bütün haline getireceği, düşüncelerle toplumsal değişim-dönüşüm arasındaki ilişki hakkındaki teorisi yolunda da önemli adımları atmıştı. Toplumsal koşulları eleştirecekleri yerde, “felsefenin postulalarından” hareket ederek; yani hakikat, özgürlük, adalet, gibi genel fikirlerden yola çıkarak siyasal ve toplumsal eleştiri geliştirmeye çalışan Genç-Hegelci Bauer ve arkadaşlarını şiddetle eleştiriyordu. Bu grubun en tanınmış üyeleri arasında, ekonomi ve politika konularında gazetelerde yazılar yazan Arnold Ruge, ilahiyat okutmanı Bruno Bauer, öğretmen Max Stirner ve artık yalnızca kitaplarının okunmasıyla ve sohbetlere katılmakla yetinen Ludwig Feuerbach bulunuyordu. Fransa’da patlayan Temmuz Devrimi’nden sonra Prusya’da kendini gösteren gericilik yıllarında bu gençler, o günkü devleti ve toplumu eleştirmeye koyulmuşlardı. Çünkü onlar, devletin, Hegel’den öğrendikleri üzere, ‘Mutlak Tin’i, Hürriyet ve Adalet fikirlerini varlığında taşıması gerektiğini düşünüyor, oysa Prusya devletinde bu fikirlerin hâkim olmadığını görüyorlar, eleştirilerini bu temelde yükseltiyorlardı. Sert ve etkili sözleri yalnızca aydınlar arasında değil, örgütlü işçi ve emekçi zanaatkârlar üzerinde de etkili oluyordu.
Grubun önceleri Halle Yıllığı ve daha sonra Alman Yıllığı adını taşıyan organı, gittikçe daha politik bir tutum almaya başladı. Ama o günkü kavramları ve kabul edilmiş kural ve hükümleri enine boyuna “eleştiren” bu grubun esas özelliği, toplumsal hareketlere katılmamak ve kitlelerin eline geçtiği zaman saflıklarını kaybeden fikirlerin yozlaşacağından korkmalarıydı. Devrimci düşünceler ve halk kitleleri arasında bir uzlaşmazlık olduğunun ileri sürülmesi, mevcut şartların desteklenmesi ile toplumsal reform hareketleri arasında kopmaya yol açmıştı. Sonunda, bu grubun üyelerinden birçoğu, azılı gericiler haline geldiler. Feuerbach, politik mücadelelere doğrudan doğruya katılmaktan çekinmiş ve felsefesi de soyut ve etkisiz bir felsefe durumuna düşmüştü. Stirner ise, kendi başına, yapayalnız ve sadece sözde kalan bir muhalefete geçmişti.
Marx’ın önce Kutsal Aile’de, sonra da daha gelişmiş biçimiyle Alman İdeolojisi’nde kapsamlı bir biçimde geliştireceği ana fikirler, bu çevreye yöneltilmiş eleştiri yazılarında tohum halinde bulunuyordu.
Engels de, Carlyle’ın Geçmiş ve Şimdi adlı eserini ele alan makalesinde, bu yazarın, sosyal şartları eleştirmesini övüyor, ama bu şartların özel mülkiyetten doğmuş bulunan kaçınılmaz sonuçlar olduğunu ve ancak sosyalist hareket sayesinde ortadan kalkabileceklerini göremediği için de eleştiriyordu.
Marx ve Engels arasındaki bu ortak nokta, dönemin genel ve egemen “ilerici, eleştirel” felsefi akımlara temelden karşıttı.
Ortak çalışmaları olan Kutsal Aile (1845) adlı eserde, işçi sınıfının gelişen devrimci hareketiyle bağlantı içinde Genç-Hegelcileri eleştirdiler. Bruno Bauer, Edgar Bauer, Szeliga vb. gibi yazarların ileri sürdükleri fikirleri bütün ayrıntıları ile ele alıp inceleyen ve reddeden Marx’ın bu eleştirileri, Marksizm’in gelişimini anlamak bakımından da önemle incelenmesi gereken özellikler taşımaktadır.

İŞÇİLERLE VE İŞÇİ HAREKETİYLE İLİŞKİLER
Marx, Paris’te “Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi” çalışmasını sürdürürken, Engels’le birlikte hazırladıkları planı genişleterek, (1844’te yazdığı) felsefi el yazmalarının bir kısmını ve 18. yüzyıl sonundaki Fransız burjuva devrimi hakkında tuttuğu notları ve değerlendirmeleri de kullandı.
Bu arada, Marx, Fransız demokratları ve sosyalistlerle, Adiller Birliği’nin Paris’teki liderleriyle ve çoğu illegal olan Fransız işçi örgütleriyle bağlantısını sürdürmekte, Alman ve Fransız işçi ve zanaatçıların toplantılarına katılmaktaydı. Marx ve Engels Belçikalı demokratlarla ve sosyalist eylemcilerle, ayrıca Polonyalı mültecilerin temsilcileriyle de sık sık görüşmekteydiler.
Sınıf mücadelesinin Avrupa çapındaki her alanına ilgi duyan, işçi ve emekçi örgütlerinde faal rol alan bu iki devrimci düşünürün “bilimsel sosyalizm”e doğru ilerleyişlerinde yalnızca teorik öngörülerinin değil, işçi sınıfı hareketi içindeki bu etkili pratik faaliyetlerinin de rolü olduğunu görmek zor değil.
Aynı dönemde Engels, İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu adlı eserinin yazım çalışmalarını sürdürmektedir. Çok kapsamlı bir sosyal ve ekonomik inceleme olan bu eser, sınıf hareketinin içinden yazılmış olması bakımından ayrıca önemlidir ve bilimsel sosyalizmin doğuş koşulları hakkında açık bir fikir vermektedir.
Engels, aynı zaman aralığında, Almanya’daki sosyalist propaganda çalışmalarına, demokrat ve sosyalist hareketin örgütlenme çalışmalarına da aktif olarak katılmaktadır. Eberfeld, Köln, Düsseldorf, Bonn ve başka kentler arasında irtibat kurmakta, toplantılarda komünizmin fikirlerini anlatmakta ve sosyalist yayınların çıkarılması çalışmalarına katılmaktadır.
Aynı yıl Temmuz ayında Marx ve Engels, İngiliz ekonomi literatürünü incelemek ve İngiltere’nin ekonomik ve politik yaşamını gözlemlemek, İngiliz işçi hareketini daha yakından tanımak için birlikte Londra ve Manchester’e gittiler.
1845 İlkbaharında, Karl Marx, Feuerbach üzerine Tezler’i yazdı.
11. Tez’in “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumladılar, aslolan onu değiştirmektir” biçiminde bir “son nokta” olarak yazılmış olmasını, bütün bu ilişkilerin ve çalışmaların kapsamına bakarak, daha derinden anlayabiliriz. Marx ve Engels’i Hegelcilikten tam olarak kopmaya, Feuerbach’ı da artık eleştirmeye yönelten maddi zemin, işçi sınıfı içindeki çalışmaları olmuştur.
Sonraki aylarda, Marx ve Engels, Londra’da Northern Star’ın (Kutup Yıldızı) yazarlarından olan George Harney ile ve başta Karl Schapper ve Josef Moll olmak üzere uluslararası bir işçi örgütü olan “Adiller Birliği”’nin Londra’daki yöneticileri ile buluştular. Çartistler, Adiller Birliği yöneticileri ve çeşitli ülkelerden devrimci ve demokrat hareketin aktivistlerinin  bulunduğu bir toplantıya katıldılar. Bu toplantıda, Engels’in desteklediği, tüm uluslardan demokratların tek tek ülkelerdeki demokrat ve devrimci hareketler hakkında karşılıklı bilgi alışverişinde bulunacakları bir birliğin yaratılması kararı alındı. Bu “Enternasyanal”in kuruluşu için atılmış ilk adımlardan biri olacaktır.
Eylül ayında, Marx ve Engels, Komünist partinin felsefi ve teorik temellerinin geliştirilmesinde önemli bir aşamayı temsil eden Alman İdeolojisi eserinin çalışmalarına başladılar. Marx, bu nedenle, Politika ve İktisat Eleştirisi’nin ilk cildinin çalışmalarına ara verdi. Bu arada, 1846 yılı İlkbaharında, Marx ve Engels Brüksel Komünist İrtibat Komitesi’nin liderliğinde, proleter bir partinin kuruluşunun zeminini hazırlamak için çeşitli ülkelerdeki sosyalist ve işçi hareketinin ileri temsilcilerinin ideolojik ve örgütsel birliğini sağlamak için çalışıyorlardı.
Engels, 1885 yılında, Komünistler Birliği’nin Tarihine İlişkin  makalesinde şunları yazdı: “İkimiz de politik hareketin ortasına dalmış bulunuyorduk, kültür dünyasında, özellikle Batı Almanya’da, belli bir taraftar kitlemiz vardı ve örgütlü proletaryayla epey temas içindeydik. Görüşlerimizi bilimsel olarak temellendirmekle yükümlüydük; ama başta Alman proletaryası olmak üzere Avrupa proletaryasını düşüncelerimize kazanmak da bizim için bir o kadar önemliydi.”

ALMAN İDEOLOJİSİ ÜZERİNE ÇALIŞMA
Alman İdeolojisi, ilk başta Marx’in yönlendirdiği kolektif bir eser olarak tasarlanmıştı. Bazı eleştirel bölümler Moses Hess tarafından yazılacaktı. Ama “gerçek sosyalizm”in ilk kurucularından biri olan Hess, çeşitli etkiler altında ani bir dönüş yapınca, anlaşma suya düştü. Marx’in alayla “sünger” adını taktığı Hess de eklektisizme yöneldi.
Hess iki bölüm yazmıştı: Birisi genç Hegelci Arnold Ruge’ye, ötekiyse, “Gerçek sosyalist” George Kuhlmann’a saldırıyordu; ancak bunların ilki metnin son şeklinden çıkarılmış, öteki ise Marx ve Engels tarafından yeniden gözden geçirilmişti.
Alman ideolojisi’nin yazılışında Marx ve Engels yeni ve daha üst düzeyde bir ortak çalışma anlayışına ulaştılar. Bu, Kutsal Aile üzerindeki çalışmalarından çok farklıydı. Kutsal Ailedeki işbölümü çok yalındı: Belirli bir plana göre, her ikisi de kendilerine düşen bölümü yazmışlardı, bu da kitabın başında belirtilmişti. Ama Alman İdeolojisi, özellikle ilk cilt, ortak araştırmanın modern bilimin temel ilkesi olduğuna inanan ve bunun mükemmel bir örneğini yaratan iki adam tarafından birlikte yazılmıştı. Bununla birlikte, tarihsel materyalizmin ve Bilimsel Komünizm teorisinin ortaya çıkarılmasında tayin edici rolü oynayan Marx’tı. Yıllar sonra arkadaşı öldüğünde, Engels, her zamanki alçak gönüllülüğüyle, temel düşüncelerin çoğunun, son biçimlerine kavuşturulmasının Marx’a ait olduğunu yazmıştı. “Marx daha yüksekte durur ve daha ileriyi görürdü. Ve her şeyi hepimizden daha geniş bir perspektifle ve daha çabuk kavrardı. Marx bir dahiydi. Biz ötekilerse en çoğundan yetenekliydik. O olmasaydı teori bugün olduğu kadar ilerlemiş olamazdı. Bu nedenle teori haklı olarak onun adını taşır.”
Marx ve Engels Alman İdeolojisi’ni Kasım 1845’de yazmaya başladılar. Ama nihai, iskelet bir anda ortaya çıkmadı. İşe, Bauer’le Stirner’in makaleleri ve Feuerbach’ın çalışmalarının genel eleştirisiyle başladılar. Daha sonra ise, birincisini iki ayrı bölüm halinde sunmayı, ardından Feuerbach’ın düşüncelerinin eleştirel bir çözümlemesiyle kendi düşüncelerinin kısaca sergilendiği Feuerbach üzerine bir bölüm oluşturan önsözü yazmayı kararlaştırdılar. Bu nedenle, bu bölümdeki aşırı teorik taşmaları önsöze aktarmak için Stirner üzerine eleştirilerine iki kere ara verdiler. Onun yerine esas olarak eleştirel malzemeyi koydular. Öte yandan Bauer ve Stirner’e yönelik polemiksel pasajlar da önsözden ikinci ve üçüncü bölümlere aktarıldı. Böylelikle Birinci Cildin malzemesi farklılaştırılmış ve ortaya serilmiş oldu, iskeleti de kristalleşti.
Teorik bakımdan en önemli kısım Birinci Cildin ilk giriş bölümüdür.
Marx ve Engels kendi teorik görüşlerini en çok burada dolaysız olarak açıklarlar. Öteki bölümlerde ise, bu daha çok karşıtlarının eleştirisi yoluyla yapılır. Bitirilmeden kalan önsöz, tarihsel materyalizmin ve Bilimsel Komünizm teorisinin oldukça sistematik bir sergilenişini sunar.
I. Cildin öteki iki bölümü, esas olarak Genç Hegelci felsefenin eleştirisidir. Biri Bruno Bauer’e (II. Aziz Bruno), öteki Max Stirner’e (III. Aziz Max) yöneliktir. Bu bölümlerde Bauer ve Stirner’in Wigand’s Vierteljahrsschrift’teki makaleleri “Leipzig Konsili (Ruhanî Meclisi)” diye alaya alınır. Ayrıca, bu iki bölüme “Leipzig Konsili” başlıklı bir genel giriş ve “Leipzig Konsili’nin Kapanışı” başlıklı özel bir sonuç bölümü eklenmiştir.
Stirner üzerine yazılan bölüm, en uzun ve yapısal bakımdan en karmaşık olanıdır. Stirner’in Ekim 1844 sonunda çıkan kitabı Biricik ve Onun Mülkiyeti, teorik bakımdan Hegel’in bütün başarılarının içinde yok edildiği, zaaflarınınsa olmayacak kadar büyütüldüğü bayağı ve yozlaşmış klasik Alman felsefesinin karakteristik ürünlerinden biriydi. Hegel’in nesnel idealizmi saf öznelciliğe ve bireyselciliğe, diyalektiği sofizme, eleştirelliği safsatacılığa indirgenmişti. Stirner aşırı bir bireyciliği vaaz ediyordu. Bireyci-anarşist düşünceleri, Alman küçük burjuvazisinin kapitalizmin gelişmesi karşısındaki hoşnutsuzluğunun yansımasıydı. Ama Stirner aslında komünizme ve özel mülkiyete yönelen her türlü tehdide düşmandı. O günün Almanya’sının koşullarında küçük burjuvazi, aydınlar ve dolaylı olarak işçi sınıfı hareketi üzerinde belirli bir etkiye sahip oluşu nedeniyle Stirner’in tipik küçük burjuva düşüncelerine, saldırmak gerekiyordu.
Alman İdeolojisinde Stirner üzerine olan bölüm, ilginç bir polemiksel aygıt üzerine kuruludur. Stirner kendi kitabında düşüncelerini sık sık birbiriyle ilgisiz “episodik pasajlar”da sergiliyordu. Marx ve Engels de o bölüme Stirner’in yazış tarzını alaya alarak başladılar. Bunu, görünüşte makalenin anlamını açıklığa kavuşturmayı amaçlayan ve aşağı yukarı bütün bölümü kaplayan kitabın kendisi hakkındaki üç yüz sayfalık büyük “episodik pasaj” izliyordu. Marx ve Engels bunun ardından makale üzerindeki incelemelerini özetleyerek, bu alelâde eserin aslında yazarın kendisinin alelâdeliğinin ve kendini temize çıkarma çabalarının tıpkısı olduğunu gösteriyorlardı. Pasajın iskeleti eleştirdikleri kitabın yapısıyla çakışan iki bölümden oluşuyor ve mizahi bir tarzda “Eski Ahit”, “Yeni Ahit” başlıklarıyla sunuluyordu.
Alman İdeolojisi’nin II. Cildi Çeşitli Peygamberleri Şahsında Alman Sosyalizminin Eleştirisi başlığını taşır. Almanya’da 1844’te yayılmaya başlayan bu küçük burjuva sosyalizmi türünün tipik özelliklerinden biri, Alman felsefesinin, özellikle Hegel ve Feuerbach’ın, en başta Fransız ütopiklerince yayılan sosyalist öğretiler ile birleştirilmesiydi. Sonuç tamamen soyut ve gerçekten ve pratik ihtiyaçlardan kopuk bir sosyalist öğretiydi. “Gerçek sosyalistler” proletaryanın sınıf mücadelesi yoluyla kurtuluşu yerine insanlığın aşk üzerine verilen duygusal vaazlarla kurtarılmasını savunuyorlardı. Kapitalizmin gelişmesi karşısında dehşete kapılan Alman küçük burjuvazisinin gerici çıkarlarının ifadesi olan bu akım, “kaba, yırtıcı arzularla dolu” olduğunu söyledikleri devrimci komünizme yönelik açık bir mücadele çağrısıydı.
II. Cildin 1. Bölümü “gerçek sosyalizm”in felsefesini yapan Friedrich Semmig ve Rudolph Mathai’nin makalelerinin bir eleştirisini içerir. IV. Bölüm, akımın başlıca savunucularından Kari Grün’ün “gerçek sosyalizm”in tarih yazımına örnek oluşturan kitabının eleştirisini içerir. V. Bölüm ise, George Khulmann’ın “gerçek sosyalist din” adını verdiği düşüncelerini ileri sürdüğü kitabının eleştirisini içerir. Alman İdeolojisi’nin bugün elde bulunan elyazması metninde II. ve III. Bölümler yoktur. Engels’in “gerçek sosyalistler”in şiir ve nesrini eleştiren Şiir ve Düz Yazıda Alman Sosyalizmi adlı makalesinin II. Cildin bir parçası olması oldukça mümkündür. Bu yazı, Deutzche-Brüsseller-Zeitung’da Aralık 1847’de yayımlanmıştı.
Alman İdeolojisi’nin her iki cildi üzerindeki çalışmanın büyük bölümü Nisan 1846’da bitmişti. Ancak üzerinde ertesi yıl da çalışıldı, en son “gerçek sosyalist” eserleri eleştiren II. Cildin kapanış bölümü olarak Engels’in yazdığı “gerçek sosyalistler” adlı makaleyle çalışma sonuna vardırıldı.
Alman İdeolojisi’nin elyazmaları için Marx ve Engels’in tasarladıkları yol hep çıkmazlara açıldı. Nisan 1846 sonunda elyazmasının bazı bölümlerinin temize çekilmesine katılan ve yayın hazırlıklarını üstlenen Weydemeyer, Almanya’ya gitmek üzere Brüksel’den ayrıldı. Marx ve Engels’in Fransız ve İngiliz sosyalist yazarlarının çevirilerini yayımlamak üzere daha önce yaptıkları tasarının gerçekleştirilmesi için de hazırlıklar yapılması gerekiyordu. Weydemeyer, Westhpalia’ya giderken Alman İdeolojisi’nin 1. Cildinin el yazmalarını yanında götürdü (Feuerbach üzerine olan ilk bölüm tamamlanmamış olduğu için yanında yoktu.) Mayıs ve Haziran 1846’da II. Cilt de gönderildi. İki cilt bir arada aşağı yukarı 50 forma tutuyordu.
Sansürün bunların basılmaması için çeşitli engeller çıkartacağı belli olmuştu. Gerçekte Alman devletlerinin çoğunda 20 formadan daha hacimli kitapların çoğu çıkmazdan önce sansür gözetiminden bağışık tutuluyordu; ama baskıdan çıkar çıkmaz el konulması mümkündü. Bu yüzden böyle bir riski göze alabilecek bir yayımcı bulmak zordu.
Bu koşullar altında Marx ve Engels, yayını finanse etmeye söz vermiş olan iki Westphaliali girişimci Julius Meyer ve Rudolph Rempel’den yardım istemeyi kararlaştırdılar. Kendilerine komünist diyen bu iki burjuva (Marx onlara “komünist burjuvalar” diyordu) tipik birer “gerçek sosyalist” olmuşlardı. Yeni eseri okuduklarında tutumları değişti. Temmuz 1846 başlarında, Weydemeyer’in bu iki adamla uzlaşmaya çabalamasının boşuna olduğu ortaya çıktı. 9 Temmuz’da Meyer, 11 Temmuz’da Rempel, Marx’a yazdıkları mektuplarla, paralarını başka bir işe yatırmış oldukları gerekçesini ileri sürerek Alman İdeolojisi’nin basılmasını finanse etmek için verdikleri sözleri geri aldıklarını bildirdiler. 26 Aralık 1846’da Marx, Rus tanıdığı P.V. Annenkov’a bir mektup yazdı: “Böyle bir yayının Almanya’da ne güçlüklerle karşılaştığını duysan kulaklarına inanamazsın; bir yanda polis, öte yanda saldırdığım akımların çıkarlarının temsilcileri olan kitapçıların kendileri…”
1846 ve 1847 boyunca Marx ve Engels bir yayımcı arayışlarını sürdürdüler.. Kasım 1846’da her iki cildin de bir tek yayınevince basılması umudundan vazgeçtiler ve Kasım 1847’de “gerçek sosyalist” Grün’e II. Cilt’ten bir bölümü Das Westphalische Dampfboot gazetesinde bastırtmayı başardılar.
Alman İdeolojisi ilk kez 1932’de SSCB’de tam olarak basıldı. Kitap yaşadıkları zaman içinde gün ışığına çıkmadıysa da, çabaları boşa gitmiş sayılmazdı. Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya 1859’da yazdığı önsözde Marx, “Elyazmasını, asıl amacımıza –kendimizi aydınlatmaya– ulaştığımız için farelerin kemirici eleştirisine gönül rahatlığıyla terk etmiştik” diyordu.

BAŞLICA ÖZELLİKLERİ

Eğer Kutsal Aile, bilimsel sosyalizmin temeline vurulan ilk ve etkili bir kazma ise, “Alman İdeolojisi”, inşaatın tamamlanmasıdır.
Özetleyecek olursak, Marx ve Engels, kendi alçakgönüllü ifadeleriyle, “eski bilinçleriyle hesaplaşmak”, bir başka deyişle zihinlerini iyice açmak üzere bu esere başladılar. Bir bakıma, Kutsal Aile’de başladıkları işi ilerletmek ve sonucuna ulaştırmak için, eleştiri hedeflerini değiştirmeden, kendi görüşlerini artık Hegel ve özellikle de Feuerbach’tan tümüyle arındırmaya yöneldiler. Kutsal Aile muhteşem bir başlangıçtı, Alman İdeolojisi işin bitirildiği, tarihsel materyalizmin temel tezlerine ve kavramlarına son biçimin verildiği bir son nokta oldu.
Burada açıklık ve kesinlik kazanan temel tezleri şöyle sıralayabiliriz:
İnsanın toplumsal var oluşunun onun toplumsal bilincini belirlediği tezini ortaya koydular ve açıkladılar.
Toplumsal yaşamının bütününde üretim ilişkilerinin belirleyici rolünü gösterdiler. Üretici güçlerle üretim ilişkilerinin en genel nesnel gelişim yasalarını formüle ettiler.
Toplumun gelişiminin nesnel yasalarını çözümleyerek, politik ve ideolojik üst yapının “son çözümlemede” her bir tarihsel gelişim aşamasında var olan ekonomik ilişkiler tarafından belirlendiğini ortaya koydular.
Devletin rolünü, egemen sınıfın iktidar aracı olarak tanımladılar.
Sınıf mücadelesi ve devrimlerin, tarihin ilerletici gücü olduğunu gösterdiler.
Proletaryanın tarihsel rolünü yerine getirmek için politik iktidarın ele geçirilmesi gereğini ilk kez bu kitapta ileri sürdüler.
Ekonomi politiğin eleştirisine ilişkin bir dizi başlangıç tezini yine bu kitapta inşa ettiler.
Genç Hegelcilerin estetik görüşlerini eleştirirken Marksist estetiğin dayanaklarını ortaya koyup temellendiler. Sanatın ve sanatçının yaratıcı ruhunun, tarihsel gelişimin her bir somut aşamasındaki toplumun ekonomik ve politik yaşamına bağımlı olduğunu sergilediler.
Bruno Bauer ve Max Stirner’e yönelik eleştirileri dolayımıyla, Marx ve Engels, Genç Hegelcilerin felsefelerinin tümünü, Hegel felsefesini ve genel olarak idealist felsefeyi eleştirdiler. Küçük burjuva duygusal sınıflar barışı düşüncelerini yaymakta olan Alman “hakiki” sosyalistlerinin küçük burjuva görüşlerinin gerici özünü açığa çıkardılar.
Ne var ki, aslında kendi görüşlerini berraklaştırmak ve sistemli hale sokmak amacıyla giriştikleri çalışmanın yayımlanamaması onları üzmedi. Örgütlü işçilerin ve devrimci aydınların o dönemin sınıf hareketi içinde ihtiyaç duydukları düşünsel dayanakları inşa etmiş olmak, kendi teorik ve pratik faaliyetlerini üzerinde yükseltecekleri teoriyi temellendirmek önemliydi. O yüzden daha sonraları Engels eseri gönül rahatlığıyla “farelerin kemirici eleştirisine” terk ettiklerini yazacaktır; çünkü “Alman İdeolojisi” için yaptıkları çalışma aynı zamanda, kendi “geçmişteki bilinçleriyle hesaplaşma” kavgasıdır. Örneğin “Kutsal Aile”de hâlâ, bakış açısını aşmaya giriştikleri Feuerbach’a övgü vardır; ama “Alman İdeolojisi”nin merkezi Feuerbach eleştirisine oturtulmuştur.

GENÇ-HEGELCİLERİN VE FEUERBACH’IN ELEŞTİRİLMESİNDE TEMEL NOKTALAR
Alman İdeolojisi’nin bütün basımlarında ilk bölümde yer alan “Feuerbach Üzerine Tezler”, aslında Marx’ın kitaba dâhil etmeyi düşünmediği ilk notlardır. Bu “karalamaların” büyük değerini bilen Engels, ilk kez, Marx’ın ölümünden sonra, 1888’de Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu adlı eserinde “Tezler”i ek olarak yayınladı. Gerçekten, “Tezler”, “Alman İdeolojisi ile varılan bütün “son nokta”ları özetleyen olağanüstü bir yoğunluk sergilemektedir.
“Bundan önceki tüm materyalizmin (Feuerbach’ınki de dâhil olmak üzere) başlıca kusuru…” sözleriyle başlayan “Feuerbach Üzerine Tezler”in birincisi, “Kutsal Aile”de Fransız Materyalizmine karşı yürütülen eleştiri kampanyasını ele aldıkları VI. Bölümde yazdıklarının tam anlamıyla yoğunlaştırılmış özetidir. “Fransız materyalizmi” olarak da işaret edilen “bütün eski materyalizmler”in ortak görüşü,  “fikirlerin eleştirisi” üzerinden toplumsal ve siyasal alanları da kapsamak üzere her şeyin değişebileceğini ileri sürmesidir.
Burada sorun, “metafizik materyalizm”in “yanlış fikirlere karşı doğru fikirler” biçiminde özetleyebileceğimiz ve insanın tarihsel pratiğini etken güç olarak dışarıda bırakan genel yapısıdır. İnsan, orada daima bir soyutlama olarak yer alır. İnsan etkinliği, “nesnel etkinlik olarak kavranamaz”. İşte bu yüzden Feuerbach, “devrimci pratik-eleştirel etkinliğin önemini kavramaz.”
Tezlerdeki ana düşünce, devrimci maddi pratiğin toplumsal hayatta oynadığı belirleyici role ilişkindi. Marx, pratiğin, her şeyin, dolayısıyla felsefî algının da çıkış noktası, temeli, amacı ve ölçütü olduğunu söylüyordu. Aslında bu haliyle, bu düşünce yeni sayılmazdı. Marx’tan önce başka düşünürler de pratiğin, algının ölçütü ve amacı olduğunu söylemişlerdi, ama pratiğin toplum hayatında, algı sürecinde ve felsefede bir kategori olarak taşıdığı önem, gerçekten ancak proletaryanın, tutarlı devrimci sınıfın döneme damgasını vuran mücadelesi içinden geliştirilmiş yeni bir bakış açısından anlaşılabilirdi. Diğer düşünürlerde olmayan, ama Marx ve Engels’te olgunlaşmaya başlamış olan buydu. İnsanın tarihsel eylemi, dünyayı yalnızca değiştirmekle kalmayıp bir yandan yeniden yaratan maddi güçtü ve materyalizmin tanımlanmasının kaynağı bu olmalıydı. Hayatı değiştirecek olan “doğru fikirler”, “etkili eleştiri” vb. değil, pratik-eleştirel toplumsal hareketti.
Bu çıkış noktası, Feuerbach’ın “insanın özü” kavramıyla yücelttiği bir başka idealist dayanağa karşı da yeni bir tez geliştiriyordu. Feuerbach’ın soyut birey olarak metafizik ve tarih dışı insan kavramına karşılık, Marx, tarihsel materyalizmin bir başka kilit öğretisini geliştirmiş bulunuyordu. İnsanın özü toplumsal ilişkilerinin birliğidir! İnsan toplum içinde var olur, o toplumun ürünü ve yalnızca soyut olarak toplumun değil, her an belirli bir toplum biçiminin ürünüdür.
Bu temel düşünceden hareket edilince, örneğin din eleştirisinde, önceki materyalistlerden tümüyle farklı bir noktaya ulaşılır. Özellikle Feuerbach, dini kendi dünyevi temellerine indirgemiş ve onu derinlemesine eleştirmişti. Onun gözden ırak tutulmaması gereken tarihsel başarısı da buradaydı. Ama dinin bu dünyevi temeldeki çelişkilerden, toplumsal çelişkilerden kaynaklandığını ve dini ortadan kaldırma yolunun toplumu devrimci bir dönüşüme uğratmak olduğunu gösteren Marx oldu. Onun için, dinin kendisi değil, onu ortaya çıkaran bütün bir tarihsel koşullar silsilesi önemliydi.
Tezler’in sonuncusuyla birlikte, şu temel görüş vurgulanır: Teorinin dönüştürücü karakteri, devrimci pratiğe bağlıdır. “Devrimci fikirler”, ancak insanın devrimci, pratik-eleştirel etkinliğiyle dönüştürücü bir güç haline gelir.
Yine aynı düşüncenin sonucu olarak, Marx ve Engels, insanın toplumsal var oluşunun onun toplumsal bilincini belirlediği tezini ilk kez bu kitapta geliştirdiler. Böylece bilinç ve maddi var oluş koşulları arasında, genel olarak bütün idealist felsefe tarafından tersinden kurulan ilişki yıkıldı. Bunun en önemli sonuçlarından birisi, Aydınlanma döneminden o güne (hatta bugüne) kadar egemen olan “yanlış fikirleri düzelterek toplumu kurtarma” umutsuz çabasının şiddetle (bazen de alay ederek) eleştirilmesi oldu.
“İnsanlar şimdiye dek kendileri hakkında, ne oldukları ve ne olmaları gerektiği hakkında daima yanlış tasavvurlar geliştirdiler. İlişkilerini, tanrı tasavvurlarına, normal insan tasavvurlarına vb. göre düzenlediler. Kendi beyinlerinin ürünlerine hâkim olamadılar. Yaratıcılar, kendi yaratılarının önünde diz çöktü. Biz onları boyunduruğu altında köreldikleri kuruntulardan, fikirlerden, dogmalardan, hayali yaratıklardan kurtaralım. Fikirlerin bu egemenliğine isyan edelim. İnsanlara, bu kuruntuların yerine insanın özüne uygun düşen düşünceleri koymayı öğretelim… böylece mevcut gerçeklik yıkılacaktır…”  
Bu görüşleri, ilericilik adına sahiplenecek pek çok kişi bugün de çıkabilir. Bizde resmi ideolojiyle beslenen egemen aydın bakış açısının temel tezi de bu sözlerle özetlenebilir.
Oysa “Alman İdeolojisi” bütün bu sözleri, “çocuksu hayaller” olarak mahkûm eder: Yer çekimi fikrini reddetmekle, yere düşmekten kurtulamazsınız!
Örneğin dine, dinsel düşüncelere karşı eleştiriyi başlıca uğraş konusu edinen “eski materyalistler” karşısında Marx’ın tutumu, “gerçek durumun eleştirisi”ni esas almak olur. Marx ve Engels, materyalizmi din karşıtlığına eşitleyen eski materyalizmin “madde” anlayışının karşısına “tarihsel eylemi içindeki insan” anlayışını koyarak, üretim ilişkileri, ekonomik yasaların ve kategorilerin nesnel karakteri, burjuva toplumunun ekonomik yasaları gibi yeni kavramlar geliştirdiler. Din eleştirisinin temelini dünyanın değiştirilmesi eylemi olarak gösterdiler.
Bu arada Feuerbach, çok ilgi çekici bir sonuca varmış bulunuyordu. Bu filozof, dini, insanoğlunun gerçek menfaatlerinin ters bir görüntüsü ve hayalî bir tatmini olarak açıklıyor ve tanrının yerine insanın konulduğu bir dininin kurulması gerektiğini ileri sürüyordu. Bir dinin yerine bir başka din koyarak “kurtuluşu sağlamak” fikri, Marx ve Engels’e göre, çocukça olmanın da ötesindeydi.
Evet, insanların bu dünya koşullarında dine ihtiyaçları vardır; en azından zulüm ve yabancılaşma koşullarında insanlar daha iyi bir dünya için mücadele vermek ve kendilerini kurban etmek için yüksek ideallere, kahramanlara, hatta uzak umutlara muhtaçtır. Ama dinin doğuşunu koşullayan gerçekle uğraşmak yerine ona hem de bir başka dinle karşı çıkmak ne anlama gelir? Marx bunu dördüncü tezde şu şekilde ifade eder:
“Feuerbach dinsel kendine-yabancılaşma olgusundan, dünyanın biri dinsel ve imgesel, öteki gerçek olmak üzere ikiye bölünmesi olgusundan hareket eder. Onun eseri, dinsel dünyayı seküler temeline oturtmaktan ibarettir. Bu iş tamamlandıktan sonra, asıl işin halen yapılmayı beklediğini gözden kaçırır. Zira seküler temelin kendi kendinden ayrılıp bulutların arasında kendine bağımsız bir krallık tayin etmesi olgusu, ancak bu seküler temelin kendi iç çekişme ve çelişkileriyle açıklanabilir. Yani bu temelin kendisi, kendi çelişkisi içinde, ardından da çelişkinin ortadan kaldırılmasıyla pratikte kökten değiştirilmek zorundadır. Böylece, örneğin, dünyevi ailenin kutsal ailenin sırrı olduğu bir kez keşfedildikten sonra, birincisinin teoride eleştirilmesi ve pratikte dönüştürülmesi gerekir.”
Tarihsel materyalizm, bu ve benzeri tartışmalar içinde yepyeni kavramlardan örülmüş bir bütünlük halinde doğdu.
Marx ve Engels, “tarihteki tüm çatışmaların kökeninde üretici güçler ile ekonomik ilişki biçimi arasındaki çelişkinin yattığı” ve bu çelişkinin “her seferinde bir devrim halinde patlak vermek”  zorunda olduğu sonucuna da buradan geçerek ulaştılar.
Böylece devrimleri “devrimci filozofların kafasından çıkan bir şey” olarak tanımlayan Fransız materyalizmi geleneğine de son darbeyi vurdular.
Alman İdeolojisi’nin geliştirdiği en önemli görüşlerden bir diğeri, toplumsal yapıların “alt yapı ve üst yapı” kavramlarıyla tanımlanan özelliklerine ilişkindir. Örneğin, sanatın ve sanatçının yaratıcı ruhunun, tarihsel gelişimin her bir somut aşamasındaki toplumun ekonomik ve politik yaşamına bağımlılığının gösterilmesi, düşünmenin, zihinsel ihtiyaçların, ilgilerin, eğilimlerinin ve insanın duygularının özünün ve rolünün açıklanması, bunların değişimi ve gelişiminin belirleyici nedenlerinin toplumun maddi yaşamında temel bulunduğunun gösterilmesi vb. bu kavramlar üzerinden geliştirilmiştir.
Yine Alman İdeolojisi’nde, ütopik sosyalizmin ortaya attığı, “genel insan sevgisi”nin sınıflar arasında barışı getireceğini ileri süren küçük burjuva duygusallığına dayanan Alman “hakiki” sosyalistlerinin görüşlerinin eleştirisi aracılığıyla bir “hümanizm” eleştirisine de girilir. Bu propaganda, halkın bütün demokratik güçlerinin mutlakçılığa ve feodal koşullara karşı mücadelesinin keskinleştiği ve aynı zamanda proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişkilerin giderek daha belirgin bir biçimde gün yüzüne çıktığı devrim öncesi Almanya’da işçi hareketine özellikle zarar veriyordu. Marx ve Engels, “hakiki” sosyalistlerin milliyetçiliğini, kendilerini diğer uluslardan üstün görmelerini de eleştirdiler.
“Alman İdeolojisi”nde, gelecekteki komünist toplumun kimi temel çizgilerine de işaret edilmektedir. Marx ve Engels’e göre, komünist toplumun temel özelliği, insanların nesnel ekonomik yasaları bilinçli olarak kullanacak olmaları ve böylelikle üretime, değişime, kendi toplumsal ilişkilerine egemen olmalarıdır. Ancak komünizmde her insan tüm yeteneklerinin ve becerilerinin tam, çok yönlü bir gelişimine kavuşacaktır.
Ele aldığı konular bakımından çok geniş kapsamlı olan bu eserde, yine de Marx’ın ve Engels’in tamamen kesin şeklini bulmuş düşünceler ileri sürdükleri söylenemez. Daha sonra “Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu” adlı eserin önsözünde, Engels “Alman İdeolojisi”nden söz ederken şöyle diyor: “Kitabın Feuerbach ile ilgili bölümü tamam değil. Bitirilmiş olan parça, sadece maddeci tarih anlayışını kapsıyor ve o sırada ekonomi tarihi hakkındaki bilgilerimizin ne kadar eksik olduğunu ortaya koymakla kalıyor.”
Lenin, “Felsefe Defterleri”nde, “Kutsal Aile”nin incelenmesine ayırdığı sayfalarda, bazı bölümleri “biraz da usanç verici eleştiriler” olarak not etmişti.  Aynı uzun ve okunması zor eleştiri sayfaları, yoğun biçimde Alman İdeolojisi’nde de yer alıyor. Ancak özellikle Marx’ın kullandığı alaycı ve iğneleyici üslup ayrıca incelenmeye değer edebi özellikler, bu bölümlerin görünüşteki korkutucu yapısını kolayca dağıtıyor. Ayrıca Türkiyeli okuyucunun, Lenin gibi nefes alacak zamanı olmayan bir devrimciden farklı olarak, Marx’ı sabır ve zevkle okumaya ayıracağı bolca zamanı mutlaka vardır!

TARİHSEL MATERYALİZM
1848 Devrimi’ne giden süreç içinde Avrupa’da ve işçi sınıfı hareketi içinde bir militan gibi çalışarak yaşayan Marx’ın halledilmesi gereken felsefi problemler okyanusunda çabalaması, gündelik pratik koşuşturmanın güçlüklerini bilenler açısından “kahramanca” bir mücadele olarak görülecektir. Lenin öyle tanımlamıştır.
Devrimi ve sınıf mücadelesini henüz felsefi bir sorun olarak ele alan, ama özellikle de Fransa’daki ve İngiltere’deki sınıf mücadelesinin içinde hareketi bütün özellikleriyle izleyen genç düşünürün “dünyayı değiştirmek” için sürdürdüğü arayışlarını etkileyen de içinde yer aldığı bu ortam olmuştur. Öyleyse, 1844 El Yazmaları ile başlayıp, Kutsal Aile ile ilerleyen ve Alman İdeolojisi’nde sonuçlanan “felsefi olandan toplumsal-tarihsel olana geçiş” sürecini, ki bu aynı zamandan tarihsel materyalizmin yaratılması sürecidir, anlamamızın kilit noktası burasıdır.
Rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Marx ve Engels’i Genç Hegelciler’den ayıran şey, felsefi görüşler (o pek alay ettikleri “fikirler”) değil, kendilerini anlamaya adadıkları “tarihsel koşullar” içinde tuttukları yerdir.
Bununla birlikte, dönemin baş eseri Alman İdeolojisi’nin felsefî bir eser olması yine o koşullar içinde kaçınılmazdır.
Marx ve Engels, yeni dünya görüşünü Hegel-sonrası Alman felsefesine yönelik bir eleştiri içinde yarattılar. Bu çetin tartışmanın başlıca konusu, mevcut gerçekliğin nasıl değiştirileceği idi. Genç Hegelciler’in temel derdi dindi. Mevcut koşulları dine saldırarak eleştiriyor ve böylece gerçekliğin kendisiyle değil, gölgesiyle dövüşüyorlardı. Ama hem düşünsel etkinlikleriyle, hem de siyasal tutumlarıyla, o koşulları kabul ediyorlar, yalnızca ona farklı bir açıklama getirmeye uğraşıyorlardı. Marx ve Engels’in derdi ise, gölgelere karşı verilen ve gerici sonuçlar doğuran bu felsefî “mücadeleye” son vermekti.
Dünyayı eleştirmenin ya da Tezler’de söylendiği gibi, yorumlamanın yetmediği, onun değiştirilmesinin gerekli olduğu tezi, böyle bir ilişkiler ağının sonucunda ortaya çıktı.
Marx ve Engels, tarihin kendisinin öncülü olan insanları, insanların faaliyetlerini ve faaliyetlerinin maddi koşullarını deşmekle işe başladılar. Felsefelerinin öncüller olmaksızın da olabileceğini söyleyen Hegel’in izleyicisi Alman idealistlerinin tersine, Marx ve Engels,  yeni dünya görüşünü inşa etmede çıkış noktasının ne olması gerektiğini sorarak işe başladılar.
Marx ve Engels, bu yüzden çok açık ve kesin bir biçimde, daha ilk sayfalarda, gerçek olan belirli öncüllerden yola çıkmış olduklarını ilan ediyorlardı.
Doğanın değişmez temel olduğu yolundaki metafizik görüşü benimseyen eski materyalizme karşı, Marx ve Engels, insanın içinde yaşadığı ve faaliyet gösterdiği doğal koşulların da tarihsel olduğunu söyleme cesaretini gösterdiler. Antik Yunan materyalistlerinden o güne, başta Fransız ve İngiliz materyalistleri olmak üzere, herkesin hiç tartışmazsız yola çıkış noktası olarak kabul ettiği bu “postula”ya karşı yeni bir şey söylemek için gerçekten olağanüstü cüretkar olmak gerekiyordu.
Çok eski felsefelerde ve Zerdüştlük gibi dinlerde evrenin dört temel elementten oluştuğu kabul edilmişti: Toprak, su, hava ve ateş! Deyim yerindeyse, Marx ve Engels, beşinci elementi keşfetmişlerdi: İnsan!
Önce, insanın hazır olarak bulduğu koşullarla, kendi faaliyetiyle yarattığı koşullar arasına bir ayırım çizgisi çektiler. Mevcut toplumda maddi çevrenin kendisi de insanın tarihsel faaliyetinin ürünü haline gelmişti. Feuerbach’ın insanın doğa üzerindeki etkisini anlayamadığını ve görmezden geldiğini gören Marx ve Engels şöyle yazıyorlardı:
“Feuerbach’ın elbette, insanların da ‘duyusal nesne’ olduğunu kabul etmesiyle ‘saf’ materyalistlere göre büyük bir artısı vardır. Ne var ki, bu noktada da teori alanında kalmaya devam ettiğinden ve insanları verili toplumsal bağlamları ile onları var eden mevcut yaşam koşulları içinde ele almadığından, insanı ‘duyusal faaliyet’ olarak değil, yalnızca ‘duyusal nesne’ olarak görmesi bir yana, gerçekte var olan faal insana asla ulaşamaz. Tersine, ‘insan’ soyutlamasında duruverir ve duyusal olarak kavradığı ‘gerçek, bireysel, etten ve kemikten insan’ın ötesine geçemez; yani, ‘insan ile insan arasında’ aşktan ve dostluktan başka bir ‘insani ilişki’ bilmez, üstelik bunları da idealize eder. Mevcut yaşam koşullarına hiçbir eleştiri yöneltmez. Bu yüzden de, duyusal dünyayı onu meydana getiren bireylerin canlı duyusal faaliyetinin toplamı olarak kavramayı asla başaramaz. Dolayısıyla, örneğin sağlıklı insanlar yerine, açlıktan ve aşırı çalışmaktan bitkin düşmüş sıracalı bir kalabalık gördüğünde ‘yüksek sezgi gücü’ne ve soyut ‘tür içi dengelemeye’ sığınmak zorunda kalır. Böylelikle, komünist materyalistin gerek sanayide gerek toplumsal yapıda, bir dönüşümün hem zorunluluğunu hem de koşulunu gördüğü her noktada, o, idealizme saplanıp kalır.
“Feuerbach, materyalist olduğu zaman gündemine tarih girmez, gündemine tarih girdiği zaman da materyalist değildir.”
Doğal varlıkların insanın faaliyetiyle “nesnellik” kazandığını görmek, eski materyalizmin bütün “nesne” kavramını kökten yıkan bir yenilikti.
Herkes biliyor ve söylüyordu ki, belirli bir doğal çevre insan toplumunun varlığının ve gelişmesinin nesnel maddi koşuludur ve insanın fiziksel, maddi düzeni onun doğal çevreye karşı tavrını belirler! Ancak Marx ve Engels’in üzerinde durdukları bundan ötesiydi. Tarihin bu iki ön koşulundan başka, onları da bir biçimde harekete geçiren belirleyici etken olarak insan faaliyeti görülmeksizin, eski materyalizmin sınırları aşılamazdı!
Günümüzde tarihsel materyalizmi, örneğin pozitivistlerin materyalizminden ayıran temel özelliğin ne olduğu sorusuna Marx’ı okumuş olanlar içinden bile net cevap alamadığımız olmuştur. Bizde “ilericilik, maddecilik” gibi özellikler meşrutiyet aydınları aracılığıyla ve pozitivizm biçiminde geliştiği için, “Marksist” materyalistimiz de farkında bile olmadan o gelenek üzerinden materyalisttir!
Tarihe bu açıdan bakılınca, üretim ilişkileri, üretici güçler, üretim tarzı gibi kavramların geliştirilmesi mantıksal bir zorunluluk oluyor.
Toplumsal ilişkiler, karşılıklı ilişki tarzı üretici güçler tarafından belirlenir; bu güçler gelişmelerinin belirli bir aşamasında mevcut karşılıklı ilişki tarzıyla bir çatışma, bir çelişki içine girerler. Bu, toplumsal devrim yoluyla çözülen bir çelişkidir. Artık bir pranga halini alan eski üretim biçimi, yerini daha gelişmiş üretici güçlere denk düşen yeni bir üretim biçimine bırakır. Bu yeni biçim de, bir süre sonra, gelişen üretici güçlere ayak uyduramaz olur ve onun yerini, devrim yoluyla, kendisini izleyen daha ileri bir karşılıklı ilişki alır.
Marx ve Engels, bu büyük buluşun ne anlama geldiğini çok iyi biliyorlardı.
Bu buluş, toplumsal gelişme kanunlarının kavranılması bakımından önem taşıyordu. Daha önce Marx siyasi, hukuki ve başka ilişkilerin ekonomik ilişkiler tarafından belirlendiğini ortaya çıkarmıştı. Şimdi ise, Marx ve Engels, bizzat ekonomik ilişkileri neyin belirlediğini ortaya koyuyor, böylelikle tarihsel sürecin temeline daha derinlemesine giriyorlardı.
Marx ve Engels, bunun arkasından, karşılıklı ilişki alanını, yani toplumsal ilişkileri, toplumsal sistemi, toplumun sınıf yapısını, bireyler, sınıflar ve toplum arasındaki ilişkileri incelemeyi sürdürdüler. Ardından, genel olarak devletin, özel olarak da burjuva devletinin özüne ilk kez getirdikleri bilimsel bakışla siyasal üstyapıyı ele aldılar ve devlet, hukuk ve mülkiyet arasındaki ilişki üzerinde özellikle durdular.
Marx ve Engels, toplumun ve toplum tarihinin materyalist kavranışının incelenişini, egemen bilinçle egemen sınıf arasındaki ilişkiyi sergiledikleri ve ideolojik üstyapının sınıfsal karakterini gösterdikleri toplumsal bilinç şekilleri üzerine bir incelemeyle sona erdirdiler.
Eksikliklerinin yanı sıra, tamamlanmamış olmasından doğan dipnot ve açıklayıcı not bolluğu dolayısıyla okunmasında karşılaşılacak güçlükler, bu büyük ve derin eseri incelemeyi engellememelidir. Özellikle Marksizm’in doğuş ve gelişme özellikleri, sınıf mücadelesi içindeki yeri, sonraki eserlerde daha da işlenip geliştirilerek sağlamlaştırılacak olan temel tezler bakımından devrimcinin kitaplığında vazgeçilmez bir yeri vardır.
Dergimizin ilerdeki sayılarında, “Alman İdeolojisi”ni farklı yönleriyle inceleyen başka yazılara da yer vereceğiz.

Kaynakça:

–    Marx, Engels, Kutsal Aile ya da Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi, çev. Kenan Somer, Sol Yayınları, Ekim 1976
–    Marx, Engels, Alman İdeolojisi, çev. Tonguç Ok, Olcay Geridönmez, Evrensel Basım Yayın, mart 2013
–    K. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, çev.Sevim Belli, Sol Yayınları, Temmuz 1979
–    K. Marx, 1844 Elyazmaları, çev. Kenan Somer, Sol Yayınları, Kasım 1993
–    K. Marx, F. Engels, Seçme Yazışmalar, çev. Yurdakul Fincancı, Sol Yayınları, Kasım 1995
–    F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, çev. Sevim Belli, Ocak 1976
–    Lenin, Felsefe Defterleri, çev. Atilla Tokatlı, Sosyal Yayınlar, Mart 1976
–    Sovyet Bilimler Akademisi Kolektifi, Karl Marx-Biyografi, çev. Ertuğrul Kürkçü, Eylül 1976
–    Yelena Stepanova, Friedrich Engels-Biyografi, çev. Alaattin Bilgi, Yurt Yayınları, Temmuz 1994

Sunu ve İçindekiler 241

Özgürlük Dünyasının Mayıs 2013 sayısı çıktı

Alman İdeolojisi: Yeni bir materyalizmin doğuşu
Aydın Çubukçu

Kürt sorununda yeni müzakere süreci ve ‘sol’dan okumalar
Seyfi Selçuk

Suriye Kürtleri, sol ve ‘muhalefete ayar’
Fatih Polat

Kitle psikolojisi ve sınıf politikaları
Yusuf Akdağ

Sömürü ilişkilerine bakış:
Faiz, rant ve kâr hattında durum!

Bülent Falakaoğlu

Üniversitenin dönüşümü ve mücadele dinamikleri
Muammer Kaymak

Çin’in Afrika istilası
Arif Koşar

 

SUNU
Kürt sorunu tabii ki küçümsenemez öneme sahip ve Türkiye ve çevresindeki gelişmelere “alıcı gözle” bakan herkes, bu sorunun hemen bütün sorunların gelip düğümlendiği noktada durduğunu ve diğerlerinin gelişmesini ve yönünü de şöyle ya da böyle ama mutlaka etkilediğini teslim edecektir. Bu, sorunun, “görüşmeler” odağında bunca gündemde oluşundan belli olduğu kadar, çözümden yana ya da değil, siyasal tutum alan tüm tüzel ve özel kişilerin hemen bütün açıklama ve konuşmalarını bu sorun ekseninde yapmalarından da bellidir. Günümüz siyasal saflaşmaları da, mutlaka bu sorunla ilişkisi içinde şekillenmekte; eskiden eveleme geveleme ile idare edebilenler, bugün Kürt sorunun geldiği, belki yarım-çözümün elde edileceği kritik noktada artık eskisi gibi davranamaz olmakta ve savrulmalar olarak açık tutumlar alınmaktan kaçınılamamaktadır.
MHP en net olan partilerin başında gelmektedir. AKP de belirli bir tutum almış durumdadır; ayrıntılı pazarlık koşullarını belirlemeyi, gelişmelere göre ne verip vermeyeceğini saptamayı “geleceğe” bırakmış görünse de, “tekçi” tutumunu korumaktadır. Ve aslında bu, onu MHP ile birleştiren temeli verdiği gibi, yanlarında örneğin İP-Aydınlık da vardır. Yeterince nettirler. Yine de biri (AKP) kendince “çözüm”den yanadır, diğer ikisi her tür çözüme karşıdır ya da Cumhuriyet’in, hatta Osmanlı’nın çözüm olmayan çözüm durumundaki ulusal inkarcılık ve zorbalığını “çözüm” saymada kararlıdırlar.
Çözüm ve kuşkusuz barışı savunan başlıca iki güç var; biri sorunun öznesi Kürt halkı ve ulusal hareketi, diğeriyse sosyalistlerdir. Öylesine net ve açıktır ki bu, flulaştırılabilir bir olgu türünden değildir. Kürt halkı ve ulusal hareketinin barış talebinden kuşku duyulamaz. Aynı şekilde sosyalistlerin Kürt halkının barış ve ulusal hak eşitliği mücadelesine verdikleri karşılıksız destekten de en azından Kürt dostlarımızın kuşku duymaması gerektir.
Sosyalizm ve sosyalistlik adlarını kullanan ama öteye beriye savrulmaktan, bir türlü kurtulamadığı Türk milliyetçiliğinin etkisinde MHP-İP’e doğru kaymaktan kaçınamayanlar var diye, sosyalizmin ezilen ulusun hak mücadelesine yıllar boyu vermekte olduğu desteği flulaştırıcı kuşkulu açıklama ve tutumlar yerinde ve doğru olmasa gerektir. Dost da düşman da emin olabilir ki, sosyalistlerin ulusların kaderlerini tayin hakkını tanımaları, bu hak mücadelesine, ulusal zorbalığa karşı hak talebi içerikli olduğu sürece destek sunmaları ve sunacak olmaları herhangi kayıt ve şarta bağlı değildir, karşılıksızdır. Bu desteğin sosyalistler bakımından sözü edilebilecek tek karşılığı, genel olarak halkların kardeşleşmesine, özel olarak da Kürt işçi ve emekçilerin şimdiden sosyalist politikayı sınavdan geçirmeleri üzerinden iki ulustan işçilerin birliğine sunacağı katkı olabilir. Kürt halkı ve işçilerinin dost ve düşmanlarını ulusal demokratik mücadeleleri içinde görüp tanımaları, “gönül köprüsü”nün temelinin atılması –bu yeterli bir kazançtır ki, kimse bunun politik içerik ve önemini yok sayamaz.
Varsın sosyalizmi çekiştiren başkaları ezilen ulusun hak mücadelesine karşı pozisyon alarak ezen ulus burjuvazisinin en gerici saflarına sürüklensin. Varsın gericiliğin plan ve oyunlarını ileri sürerek, sosyalizm adına ortalıkta dolaşan başkaları, on yılların direnişini yok sayıp, burjuvazinin en gerici politik ağzıyla “gericilik” olarak nitelediği ezilen ulusun mücadelesinin karşısında safa girerek Kürt işçi ve emekçileriyle aralarına aşılmaz duvarlar örmekte olsunlar.
Kürt ulusal hareketinin ulaştığı düzey ve Kürt sorununun bugün geldiği görüşme ve müzakere aşaması, yarım da olsa bir çözümün ayak seslerinin duyuluyor olması, evet, saflaşmayı tahrik etmiş ve hızlandırmıştır. Evet, politik tutumlar, öncelikle Kürt sorunu ve ulaştığı bugünkü kritik aşamadan etkilenerek oluşturulmaktadır. Evet, sorunun sadece varlığı bile, üstünü örttüğü çok şeyin önemsizliğinin varsayılmasına götürmektedir. Hangi ulustan olurlarsa olsunlar sömürenlerle sömürülenlerin ayrı ve birbirine karşıt saflarda toplanması ve sınıf mücadelesinin gelişmesinin önünü kestiği kesindir.
Ama en azından toplumun “ileri” kesimlerince bu sorunun her şeyin üzerini örtüp görünmez kılmasına da izin verilmemelidir. Örnekse, Kürt sorununun varlığı ve ulaştığı kritik aşama, sosyalizm adını kullanan örneğin İP-Aydınlık’ın MHP’den farksız pozisyon alışı ve siyaset yürütmesini önemsizleştirmemeli; Türkiye’nin faşizme karşı mücadeleyle dolu geçmişi kadar, geleceğinin de gerek sermaye gerekse faşizmle mücadele ve hesaplaşmayı kapsayacağının farkında olunmalıdır. Veli Küçük’le, emekli-muvazzaf generallerle, MHP’yle içli dışlı ve el ele İP’lilerin ne mal oldukları bugünden görünmeli ve kesinlikle yalnızca Kürt sorununa yorulmamalıdır. Daha geneldir; sermaye ve faşizmle ilgilidir tutum alışlar, burjuvazi ve gericiliğine özgüdür.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑