IMF Birinci Başkan Yardımcısı Anne Krueger’ın Türkiye’deki temasları sırasında dile getirdiği asgari ücretin yüksek olduğu yönündeki açıklamaları ve bu açıklamaların ardından sermaye çevrelerinin harekete geçmesi, IMF’nin rolü ve işlevini bir kez daha gözler önüne sermiştir. IMF sözcüsünün açıklamalarının ardından, Ankara Sanayi Odası (ASO)’nın alelacele bir asgari ücret dosyası ile ortaya çıkması, IMF’nin bir “dış güç” olmadığını; kapitalist sınıfın emekçilere yönelik kapsamlı saldırı programının teorik ve pratik çerçevesini belirlediğini göstermektedir. ASO’nun gündeme getirdiği asgari ücret tartışmasına hükümet kanadından Çalışma Bakanı’nın destek açıklamalarına bakılırsa, sermaye cephesi, emekçilere karşı geniş kapsamlı bir saldırı hazırlığı içindedir.
ASO’nun asgari ücret konusundaki görüşlerini bir kez daha hatırlayalım. ASO Başkanı Zafer Çağlayan, Başbakan’a rapor olarak sunacağı istihdam ile ilgili önerilerini şöyle açıklamaktadır: “Asgari ücretlinin eline net 350 milyon lira geçiyor. ‘Bu para fazla’ dersek vicdansızlık yapmış oluruz. Ama bir asgari ücretli için işveren de bir o kadar daha ödüyor. Çin’de asgari ücret 25- 75 dolar arasında, bizde ise işverene maliyeti neredeyse 500 dolar. Çinli’nin bir yılda aldığını biz 1 ayda ödüyoruz. Asgari ücret üzerindeki vergi yüklerini azaltmak hatta kaldırmak gerekiyor.” Çağlayan, istihdam yükleri açısından, OECD üyesi ülkeler içinde Türkiye’nin şampiyon olduğunu, bu yüzden sigortasız işçi çalıştırılmasının yaygın olduğunu öne sürmektedir. Bu nedenle asgari ücretin yapısının ve sisteminin yeniden tartışılmasının şart olduğunu belirten patron örgütü başkanı, “Birçok ülkede asgari ücret ya hiç uygulanmıyor ya da bölgesel uygulanıyor. Asgari ücreti bölgesel ve sektörel olarak yeniden belirlemeliyiz. Doğu ve Güneydoğu bölgesine teşvik uygulanıyor. Biz bu bölgede Türkiye’nin Çin’ini yaratalım. Bununla ilgili çalışmayı yapıyoruz. Raporu tamamlayıp Başbakan’a sunacağız.” demektedir.
ASO Başkanı, Türkiye’de kayıt dışı istihdamın yaygın oluşuna vurgu yaparak, şunları eklemektedir: “Hiç kimsenin isteyerek yanında sigortasız işçi çalıştırma düşüncesinde olduğuna inanmıyorum. Bu işi illegal yapmak yerine, biz o geri kalmış bölgeleri (en azından Çin rekabetinde) acaba Türkiye’nin Çin’i yapabilir miyiz? Özellikle emek yoğun sektörleri oraya götürerek, dünya ile rekabet edebilecek sektörleri oraya götürerek, ihracatı ön plana çıkararak bunu yapabilir miyiz? Buna bakılması lazım.”
ASO Başkanı, bu konuda hazırladıkları 3 kademeli öneriyi ise, şöyle açıklamaktadır: “Türkiye’deki 81 ilden, 49’u teşvik kapsamına alındı. Bunlardan 19’u çok yoksul iller. Bu iller asgari ücrette 1. bölge olarak kabul edilsin ve farklı bir asgari ücret uygulansın. Örneğin, 350 milyon yerine, 250 milyon lira. Yasal olarak takip edilebilmesi için yüzde 1 oranında SSK ve yine yüzde 1 oranında vergi konulsun. Bu uygulama 10 yıl süreli olabilir. 2. bölge ise teşvik kapsamındaki diğer 30 ili kapsayabilir. Asgari ücretten kesilen 86 milyon liralık vergi, bu illerde kaldırılsın. Bu uygulama da 5 yıl süre ile sürdürülsün. 3. önerisi ise, teşvik kapsamı dışında bulunan illerde uygulanan asgari ücrete ilişkin. Burada asgari ücret yine 350 milyon lira olarak uygulansın, bu tutardan alınan sigorta ve vergi yükü azaltılsın.” (05.06.2005, Hürriyet)
Ankara Sanayi Odası’nın bir toplantısında konuşan Çalışma Bakanı Murat Başesgioğlu, bölgesel asgari ücret konusuna bakanlık olarak çok katı bir şekilde yaklaşmadıklarını belirtmekte ve “eğer ekonomiye faydası olacaksa, istihdamı artıracaksa, bir uzlaşmayla, asgari ücretin bölgesel olması konusunda bizim yaklaşımımız müspet olur. Bu konu gelecek günlerdeki sıcak gündem maddelerinden biridir. Tartışılmaya değer bir konudur.” diyerek, ASO’nun önerilerine destek vermektedir. (26.05.2005, Evrensel)
Sermaye sözcülerinin, asgari ücret konusunda basına yansıyan talepleri şöyle de özetlenebilir:
1. Türkiye’de kayıt dışı istihdam çok yaygındır.
2. Kayıt dışı istihdamın temel nedeni asgari ücretin yüksek olmasıdır.
3. Türkiye, Çin gibi ülkelerle rekabet edebilmek için asgari ücreti düşürecek önemler almalıdır. Bu önlemler, birincisi, asgari ücret üzerindeki vergi ve prim yüklerinin azaltılması, ikincisi, bölgesel ve sektörel asgari ücret belirlenmesi yoluyla asgari ücretin düşürülmesi olmak üzere, iki grupta toplanmaktadır.
Sermaye sözcülerinin söylediklerini, “kayıtdışı istihdamın önlenmesi”, “Çin ile rekabet”, “azgelişmiş illere yatırım yapılması” gibi, yalnızca “çağdaş sendikacıları” ikna edebilecek laf kalabalığından arındırdığımızda, karşımıza çıkan ana fikir şudur: Sermaye cephesi, Türkiye işçi sınıfına, 250 milyon TL asgari ücret dayatmaya hazırlanmaktadır.
Asgari ücretin bölgelere ve sektörlere göre belirlenmesi önerisi, yalnızca, örgütsüz işçiler için değil, örgütlü işçiler için de büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Asgari ücretin bölge ve sektöre göre farklılaştırılması halinde, en yoksul bölge ve en emek yoğun sektör için belirlenen asgari ücret, ülkedeki tüm emekçiler için geçerli [asgari] ücret haline gelecektir. Sözgelimi, ülkenin en yoksul illerinden Ağrı ve Hakkari gibi iller için, ASO başkanının önerdiği gibi, 250 milyon asgari ücret belirlenmesi halinde, İstanbul’da aynı sektörde çalışan işçiler, bu kez “Türkiye içindeki Çin rekabeti” ile karşı karşıya gelecek ve Ağrı’daki asgari ücreti kabul etmesi yönünde bir baskıyla karşılaşacaktır. Türk sermayesinin Ağrı’da yatırım yapmayacağı açık olduğuna göre, bu kurnazca önerinin hayata geçirilmesi, asgari ücretin resmi olarak düşürülmesinin bir aracı olacaktır. Sonuç olarak, sermaye bir kez daha emekçileri kendi içinde bölerek sefalette eşitlenmeyi dayatmaktadır. Zaten halihazırda, kapitalizmin bölgeler arası eşitsiz gelişme eğilimi nedeniyle, Ağrı ve Hakkari gibi illerden büyük kentlere göç eden birçok emekçi, hayatta kalabilmek için, asgari ücretin altındaki ücretlerle inşaat ve tekstil gibi emek-yoğun sektörlerde çalışmaktadır. Patronların talebi, bunun resmileştirilmesidir.
Bilindiği gibi, asgari ücret, yalnızca, emekçilerin asgari yaşam standartlarını karşılaması beklenen bir rakam değildir. Asgari ücretin düşük belirlenmesi, örgütlü işçiler açısından toplu iş sözleşmeleri üzerinde bir baskı oluşturmakta, ücret pazarlığında işçilerin elini zayıflatmaktadır. Öte yandan, asgari ücret ile toplu iş sözleşmesiyle elde edilen ücret arasındaki makasın büyüklüğü, uluslararası kapitalist düzende hakim eğilimlerden birisi olan taşeronlaştırmayı teşvik etmektedir. Taşeronlaştırma ise, sendikaların güç kaybetmesine, dolayısıyla, işçi sınıfının pazarlık gücünün zayıflamasına neden olmakta ve sonuçta genel ücret seviyesinin asgari ücret etrafında şekillenmesine yol açmaktadır.
Hatırlanacağı üzere, Türkiye’de özelleştirmenin aynı zamanda ideolojik bir taarruz olarak şekillendiği 1990’lı yıllarda, sermaye sözcüleri, kamu işçilerinin ücretlerinin çok yüksek olduğu, bunun KİT’lerin zarar etmesine yol açtığı ve KİT işçilerinin maaşlarının vatandaşın vergilerinden ödendiği yolunda yoğun bir propaganda faaliyeti yürütmüştür. Aynı propaganda, SEKA’nın kapatılması sürecinde yeniden gündeme gelmiştir. Özelleştirme harekatının bir yalan bombardımanı üzerine inşa edilmiş olması gerçeği bir yana, kamu işçilerinin, özel sektöre kıyasla, görece daha yüksek ücret ve sosyal haklara sahip olması, sermaye kesimini rahatsız etmektedir. Bu rahatsızlığın nedeni, “KİT’lerin zarar etmesi” değil, kamu işçilerinin elde ettiği ücret düzeyinin, özel sektörde çalışan işçilerin ücret talepleri için bir çıta işlevi görmesidir. Bugün asgari ücretin düşürülmesi anlamına gelen önerilerin temelinde de aynı gerekçe vardır: Bir bütün olarak ücretlerin düşürülmesi.
ASO Başkanının asgari ücretin ulusal düzeyde değil yerel düzeyde belirlenmesi önerisini dayandırdığı gerekçelerden birisi ise, bölgesel gelir farklılıklarına dayanmaktadır. Yukarıda aktardığımız haberde, Türkiye’de 2001 yılı rakamlarıyla kişi başına düşen milli gelirin 2 bin 140 dolar, bir asgari ücretlinin yıllık eline geçen asgari ücretin ise 929.5 dolar olduğunu belirten ASO Başkanı, aynı yıl Kocaeli’nin milli gelirden kişi başına aldığı pay 6 bin 165 dolar iken, Ağrı’da bu rakamın 568 dolar olduğunu vurgulamaktadır. Buna göre, Kocaeli’ndeki asgari ücretli, bu ilde üretilen kişi başına milli gelirin yüzde 15’ini, Ağrı’daki işçi ise, Ağrı’da üretilen kişi başına milli gelirin yüzde 150’sini almaktadır. ASO Başkanı, milli gelirden alınan pay bakımından da, Türkiye’de asgari ücretliler arasında ciddi bir dengesizlik bulunduğunu, İstanbul’da 2002 yılı rakamları ile 319 milyon lira, Ankara’da ise 270 milyon lira civarında bir tüketim harcaması yapılırken, Ağrı, Bitlis, Bingöl ve Muş gibi illerde bu rakamın 80 milyon lira civarında olduğunu ifade etmektedir.
Anlaşılan patron örgütünün sözcüsü alemi kör sanmaktadır. İller arasındaki gelir farklılıkları, kapitalizmin bölgeler arası eşitsiz gelişme eğiliminin sonucudur. Kocaeli’de kişi başına milli gelirin 6 bin dolar civarında olması, buna karşılık bu ilde asgari ücretli bir işçinin bu rakamın %15’ini alması, sanayinin gelişmiş olmasının ürünüdür. Bu olgu, işçi sınıfının bu ilde daha çok sömürüldüğünü, burjuva iktisadının terimleriyle gelir dağılımının çok bozuk olduğunu ifade etmektedir. Ağrı’da ise, asgari ücretli işçinin, il bazındaki kişi başına milli gelirin bir buçuk katını alması, Ağrı’daki asgari ücretlinin daha iyi durumda olduğunu değil, bu ilde sanayinin bulunmadığını ifade etmektedir. Patron sözcüsünün meramı, Kocaeli’deki işçinin neden tümünü kendi emekgücü ile yarattığı değerin %15’ini aldığı değildir. Tam tersine, Ağrı örneğine dayanarak tüm Türkiye’nin “Çinleştirilmesini” istemektedir.
Burada sergilenen yaklaşımın içinde gizlenen asıl tuzak ise, asgari ücreti hesaplarken, bireysel işçinin geçim şartlarını sağlayacak bir rakamdan sözedilmesidir. Böylece, asgari ücretin, işçinin ve ailesinin asgari geçim şartlarını sağlayacak, insanca yaşamasına yetecek bir ücret olarak gündeme geldiği unutturulmaya çalışılmaktadır. Türk-İş Araştırma Merkezi’nin yaptığı hesaplamaya göre, Mart 2005 itibariyle, dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 525,55 YTL’ye, yoksulluk sınırı ise 1.597,41 YTL’ye yükselmiştir. Bu durumda, 4 kişilik bir ailenin yalnızca gıda harcaması yapması halinde, asgari ücretle geçinmesi olanaksızdır. Eşlerden ikisinin de çalışması halinde, aile, yine açlık sınırında yaşamaya devam edecektir.
TEORİDE VE TARİHTE ASGARİ ÜCRET
Sermayenin profesyonel iktisatçıları, son yirmi yılda emekçilere karşı yürütülen ideolojik taarruzun başarısından güç alarak, asgari ücret sorununu tartışırken, asgari ücretin düzeyini değil, asgari ücret olgusunu tartışmaya açmaktadır. Bu iktisatçılar, 19. yüzyıl ortalarında klasik ekonomi politiğe karşı yürütülen bilinçli deformasyon çabaları sonucunda oluşturulan yüzeysel burjuva iktisadının (neoklasik iktisat) teorik yaklaşımından hareket ederek, ücret düzeyinin, işgücü piyasasında serbestçe belirlenmesi gerektiğini savunmaktadırlar. Bunlara göre, devletin piyasa mekanizmasına asgari ücret belirleme gibi yöntemlerle müdahale etmesi ya da işçilerin sendikaları aracılığıyla toplu sözleşme yapması, piyasa mekanizmasının işlemesine engel olmakta, bu nedenle işsizlik ortaya çıkmaktadır. Çünkü, savundukları yüzeysel ve gerçek-dışı teorik yaklaşım, ücretlerin tam rekabet şartlarının geçerli olduğu piyasa mekanizması aracılığıyla belirlenmesi halinde, ücret düzeyinin, işçinin verimliliğini yansıtacak düzeyde olacağını, böylece ekonomide tam istihdamın sağlanacağını söylemektedir. Eğer ücretler, piyasa mekanizmasının saptayacağı düzeyin üzerinde belirlenirse, firmalar, yani patronlar, ücret düzeyi işgücünün verimliliğini aştığı için, istihdamı sınırlayacaktır. Öyleyse işsizliğin nedeni, ücretlerin, işgücünün verimliğini yansıtmaktan uzak olmasıdır. Başka bir deyişle, burjuva iktisatçılara göre, işsizliğin nedeni, kapitalizmin işleyiş yasaları değil, ücretlerin yüksek olmasıdır.
Yüzeysel burjuva iktisadına göre, ücretler, işgücü piyasasında arz ve talep tarafından belirlenmektedir. Burjuva iktisadının ortaya koyduğu modele göre, işgücü talep eden firmalar, işe alınan son işçinin üretime yaptığı katkı sıfırdan büyük olduğu sürece, işçi istihdam etmeye devam etmektedir. Bu modelde, işgücü arz edenler ise, burjuva iktisadının hanehalkları olarak ifade ettiği işçilerdir. Modele göre, işçiler, birer “haz makinesi” olarak hareket eden rasyonel bireylerdir. Ne kadar çalışacaklarına, aylaklık etmenin sağlayacağı fayda ile çalışmaları halinde elde edecekleri gelir arasında yapacakları bir seçim süreci sonunda karar verirler. Bu seçim süreci sonunda bir işgücü arz eğrisi elde edilir. Ücret düzeyi, işgücü arz eğrisi ile talep eğrisinin kesiştiği noktada belirlenir. Bu ücret düzeyi, aynı zamanda tam istihdamı sağlar.
Görüldüğü gibi, burjuva iktisadının harika dünyasında, işçi sınıfı değil, işgücü arzeden bireyler sözkonusudur. Oysa, her işçinin kendi yaşamından bildiği gibi, işçilerin böyle bir seçim lüksü yoktur. Engels’in vurguladığı gibi, “Köle ömür boyu çalışması için satılır. İşçi ise, kendi kendini her gün ve her saat satmak zorundadır.” Burjuva iktisatçılarının, ancak dinsel terimlerle ifade edilebilecek bir bağlılıkla savundukları bu teorik modelin temel amacı, kapitalizmin işleyiş yasalarını gözlerden saklamak ve kapitalist sömürüyü meşrulaştırmaktır.
19. yüzyılın başlarından itibaren sanayi kapitalizminin gelişmesi, işçi sınıfının hem sayısal olarak büyümesine, hem de büyük fabrikalarda çok sayıda işçinin bir araya gelmesine yol açmıştır. İşçi sınıfı, kapitalist sömürüye karşı bireysel tepkiler geliştirdiği emekleme döneminin ardından, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, “vahşi kapitalizme” karşı kendi sendikal ve siyasal örgütlerini oluşturmuş, yürütülen zorlu mücadeleler sonucunda, kapitalist sömürüyü dizginlemek için önemli kazanımlar elde etmiştir. Asgari ücret, bu kazanımlardan birisidir. Asgari ücret, en yalın haliyle, artık değer sömürüsüne bir üst sınır koymaya dönük bir kazanımdır. Elbette, bu kazanım, işgününü sekiz saatle sınırlamaya yönelik diğer kazanımlarla birlikte bir anlam ifade etmektedir. Asgari ücret sayesinde, işçinin kapitaliste satmak zorunda olduğu bir meta olan emekgücünün karşılığında elde edeceği gelirin, kendisinin ve ailesinin asgari bedensel ve ruhsal gereksinimlerini, kira, yakacak, giyim ve eğitim gibi temel harcama kalemlerini karşılaması sağlanmaya çalışılmıştır.
Kapitalistler, asgari ücret kazanımı ile ücretlere bir alt sınır konulmasının artı değer sömürüsünü sınırlaması nedeniyle, asgari ücreti sürekli olarak düşük belirlemeye çalışmıştır. İşçi sınıfı ise, asgari ücretin, tüm sektörlerdeki ücret düzeyi bakımından taşıdığı stratejik önem nedeniyle, asgari ücretin belirlenmesi konusuna büyük ilgi göstermiştir. Dolayısıyla, asgari ücretin belirlenmesi süreci, işçi sınıfı ve kapitalist sınıfın belli bölüklerinin değil, tümünün karşı karşıya geldiği bir süreç olmuştur. Bu nedenle, kapitalist devletler, asgari ücretin belirlenmesi sürecine etkin bir şekilde müdahale ederek, sürecin açık bir çatışmaya dönüşmesini engellemeye çalışmış ve meseleyi bir sosyal politika oluşturma sürecine indirgeyerek, tarafsızlık görüntüsü altında, sermaye lehine hakemlik etmişlerdir.
ULUSLARARASI REKABET, KAPİTALİZMİN YENİDEN YAPILANDIRILMASI VE ASGARİ ÜCRET
Asgari ücretin düşürülmesi yönündeki önerilerin başlıca dayanağını, düşük işçilik maliyeti ile özellikle emek-yoğun sektörlerde büyük bir güç haline gelen Çin ile rekabet etme sorunu oluşturmaktadır. Çin ile rekabet sorunu, Türkiye açısından, özellikle 2005 yılında, Dünya Ticaret Örgütü anlaşmaları çerçevesinde tekstil kotalarının kaldırılması sonucunda ortaya çıkmıştır. Türkiye gibi ülkeler için uluslararası piyasalarda rekabet etmek amacıyla ücretlerin bastırılmasına dayanan ve “ihracata dayalı büyüme stratejisi” adı verilen yönelim ise, yaklaşık 25 yıl önce gündeme gelmiştir. Bu strateji, IMF ve Dünya Bankası terminolojisinde, yeni sanayileşen ülkeler olarak adlandırılan Türkiye, kimi Uzak Doğu ve Latin Amerika ülkeleri için, uluslararası kapitalizmin belirlediği yeni işbölümünü ifade etmektedir. “İhracata dayalı büyüme stratejisi”, esas olarak emek-yoğun sektörlerin dinamizmine dayanmaktadır. Dinamizmi yaratan temel unsur ise, ücretlerin bastırılmasıdır. Türkiye’de bu amaçla gündeme gelen 24 Ocak Kararları ve onu izleyen 12 Eylül Darbesi ile birlikte, işçi sınıfı büyük bir baskı altına alınmış, sendikalar yasaklanmış, reel ücretlerde büyük düşüşler yaşanmıştır. Tüm bu gelişmeler, uluslararası kapitalizmin 1970’li yıllarda içine girdiği kriz konjonktürünü aşmak için gündeme getirdiği yeni mekanizmaların bir parçasını oluşturmaktadır.
1980’li yıllardan itibaren, uluslararası kapitalizmin, kâr oranlarının düşmesi eğilimine karşı geliştirdiği başlıca mekanizmalar, enformelleşme (kayıtdışılık), işgücü piyasalarında esnekleştirme, sosyal hakların geriletilmesi ve geleneksel olarak devletin karşıladığı toplumsal hizmetlerin piyasalaştırılması, sermayenin düşük ücret bölgelerine kaçması biçiminde ortaya çıkan coğrafi hareketlilik ve başta mali işlemler alanında olmak üzere, hizmet sektöründeki büyük gelişme olmuştur. İletişim ve ulaştırma teknolojisindeki büyük gelişmeler, bu yeni mekanizmaların yaşama geçirilmesini olanaklı kılmaktadır. 1970’li yıllardan günümüze, uluslararası kapitalizmin yaşadığı dönüşüm sürecinin temel karakteristikleri, bir yandan giderek güçlenen tekelleşme eğilimi ile diğer yandan bu eğilimin bir parçası olan parçalanma eğilimi olmuştur. Parçalanma eğilimi, büyük tekellerin, büyük fabrikalarda yapılan geniş ölçekli üretimin yarattığı güçlü sendikal örgütleri etkisiz kılmak ve düşük ücret dayatabilmek için, işin çeşitli süreçlerini taşerona devretmesini, sipariş üzerine üretim yapan ve büyük tekellerin piyasadaki dalgalanmalardan doğrudan etkilenmesini engelleyen, küçük ölçekli, ancak tekellerle bağımlı şirketlerin yaygınlaşmasını ifade etmektedir. Bu küçük ölçekli firmaların, büyük tekellere göre, yasal yükümlülüklerden kaçması daha kolay olmakta, ve çoğu kez kağıt-üstü kurdurulan bu tür taşeron firmalar aracılığıyla, sendikal yapılar zayıflatılmaktadır. Büyük tekellerin denetimindeki küçük firmalarda, sendikasız, sigortasız, kaçak işçi çalıştırmak daha kolay olmaktadır.
Türkiye işçi sınıfı üzerinde asgari ücretin düşürülmesi talebi ile yeni bir boyut kazanan ücret baskısı, uluslararası kapitalizmin değindiğimiz bu yeni mekanizmalarından kaynaklanmaktadır. Patron sözcülerinin demagojik bir biçimde diline doladığı kayıtdışı istihdamın engellenmesi savı, enformelleşme, yani kayıtdışılık eğiliminin, Türk sermayesinin bir parçası olduğu uluslararası kapitalizmin temel mekanizmalarından birisi olduğunu gözardı etmeye çalışmaktadır. Üstelik, asgari ücretin farklılaştırılması ya da düpedüz düşürülmesi, kuşkusuz kayıt-dışılığın önlemi olamaz. Bu, “dipsiz bir kuyu”dur. Bu kez, daha düşük ücret için kayıt-dışına başvurulacak ve pirim, vergi vb. “ek masraflar”dan kaçma yolu olarak kullanılacaktır.
Sermaye örgütleri ve sözcülerinin, asgari ücretin farklılaştırılmasını talep ederken öne sürdükleri kayıt-dışı istihdamın önlenmesi gerekçesi, yalnızca kapitalizmin güncel eğilimleri ile çatıştığı için değil, kapitalist düzenin gerçeklerine uymadığı için de bir demagojiden ibarettir. Çünkü kapitalist düzende, patronlar için, yasalarda belirtilen yaptırımlar yalnızca kağıt üzerindedir. Kayıt-dışı istihdam nedeniyle hiçbir patron, kovuşturmaya uğramamıştır. Aksine, her gelen hükümet, patronların SSK ve vergi borçları için af çıkarmaktadır. Patronların, asgari ücret üzerindeki vergi ve sigorta prim yüklerinin yüksek olduğu yönündeki şikayetlerinin temel nedeni, bir yandan birikmiş prim ve vergi borçlarının silinmesi yönünde kulis yapmak, diğer yandan asgari ücretten kesilen vergi ve primlerin düşürülmesini sağlayarak, aradaki farka el koymaktır. Dolayısıyla, patronların asgari ücretten kesilen verginin azaltılması önerisinin işçi sınıfı lehine bir içeriği yoktur. Patronların bu konudaki niyetini, ASO Başkanı’nın yukarıda aktardığımız sözleri ele vermektedir. ASO Başkanı, “teşvik kapsamı dışında bulunan illerde asgari ücret yine 350 milyon lira olarak uygulansın, bu tutardan alınan sigorta ve vergi yükü azaltılsın” demektedir. Yani patronlar, asgari ücretten işçinin ödediği vergi azaltılsın, ama aradaki fark işçiye yansıtılmasın, bizim cebimizde kalsın demektedir. Çünkü gelir vergisi, net asgari ücretten değil, brüt asgari ücretten kesilmektedir.
01.01.2005 – 31.12.2005
16 YAŞINI DOLDURMUŞ İŞÇİLER İÇİN ASGARİ ÜCRETİN NETİNİN HESABI (YTL/AY)
ASGARİ ÜCRET 488,70
SSK PRİMİ % 14 68,42
İŞSİZLİK SİG.FONU % 1 4,89
GELİR VERGİSİ %15 62,31
DAMGA VERGİSİ % 06 2,93
KESİNTİLER TOPLAMI 138,55
NET ASGARİ ÜCRET 350,15
İŞVERENE MALİYETİ (TL/AY)
ASGARİ ÜCRET 488,70
SSK PRİMİ % 19.5 (İşv.Payı) 95,30
İŞVEREN İŞSİZLİK SİG.FONU % 2 9,77
İŞVERENE TOPLAM MALİYET 593,77
Patronların asgari ücretten yapılan SSK prim kesintilerinin azaltılması yönündeki talepleri ise, SSK’nın tasfiyesi, sağlık ve emeklilik sisteminin özelleştirilmesi yönündeki sermaye planlarının bir parçasını oluşturmaktadır.
Sermaye cephesinin incelikle tasarlanmış planlarına karşı, kapitalizmin safdil savunucusu Adam Smith, 1776 yılında yayınlanan Ulusların Zenginliği adlı eserinde şu uyarıyı yapmaktadır:
“Bu kesimden gelen ticaretle ilgili yeni bir yasa ya da tüzük önerisi, daima büyük bir dikkatle dinlenmeli, uzun uzadıya hem büyük bir kuşkuyla hem de büyük bir özenle dinlenmeden asla kabul edilmemelidir. Çünkü bu öneriler, çıkarları hiç bir zaman genel çıkarlarla bütünüyle uyuşmayan, genel olarak halkı aldatmakta ya da ezmekte çıkarı olan ve dolayısıyla birçok kez hem halkı aldatmış ve ezmiş olan kesimden gelmektedir.”
Sonuç olarak, sermaye cephesi, ülkedeki işsizlikten, işçi sınıfının ve diğer emekçilerin yaşadığı örgütsüzlük koşullarından yararlanarak, sermaye lehine kapsamlı bir yeniden yapılanmayı gündemine almıştır. Özelleştirme, taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma, iş yasasının değiştirilmesi, SSK’nın tasfiyesi, eğitim ve sağlığın özelleştirilmesi, kamu yönetimi ve yerel yönetim reformu adı altında sosyal kazanımların tasfiyesi ve kamuda işgüvencesinin ortadan kaldırılması, bu kapsamlı saldırının temel unsurlarını oluşturmaktadır. Asgari ücretin bölgelere göre farklılaştırılması yönündeki öneriler, sermayenin bu kapsamlı saldırısının son ayağını oluşturmaktadır. Ancak bu saldırının püskürtülmesi olanaksız değildir. İşçi sınıfının dünya görüşünün kurucusunun 150 yıl kadar önce söylediği gibi:
“… insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar. Çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte olduğu yerde ortaya çıkar.”