Yeni faşist barbarlık tehlikeleri üreten Kapitalizmdir

8 mayıs faşizmin yenilgisinin 60. yılı konuşması

İşçi sınıfı olarak, 20. yüzyıldan bize miras kalan iki günün yıldönümünü büyük bir gururla kutluyoruz. Övünç kaynağımız olan bu günlerden biri Ekim Devriminin gerçekleştiği, diğeri ise Alman faşizmini yenilgiye uğrattığımız gündür.
Emperyalizmin insanlığa tarifsiz acılar yaşattığı iki dünya savaşı yaşadık. Bu iki dünya savaşında yaşayarak gördük ki, kapitalizm, emekçi insanların yarattığı toplumsal zenginlikleri tüm insanlar yararına kullanmaz. Toplumsal emeğin yarattığı değerlerin özel mülkiyete geçirilmesinin sonucu olarak, sömürgecilik ve baskı, ekonomik krizler ve savaşlar yaşadık.
Eğer bir avuç azınlık, çoğunluğun sırtından geçiniyorsa, zenginliğini çoğunluğun sırtından çoğaltıyorsa, egemenliğini sürdürmek ve kurulu düzeni korumak için iktidarı elinde tutmak zorundadır. Kapitalizmin tarihi, bireyin özgürlüğü talebiyle başlamıştır. Ne var ki, kapitalizmin varacağı son nokta, azınlığın kârlarını güvence altına almak için çoğunluğun özgürlüklerini ayaklar altına almaktan başka birşey olamaz. Bu yüzden faşizmin ortaya çıkışı bir tesadüf değildir, kazara bir olay değildir; faşizm, kapitalizmin yanlış yola girmesi sonucu olarak da ortaya çıkmamıştır. Tam tersine, faşizm, doğrudan kapitalizmin ürünüdür. Faşizm tehlikesinin 8 Mayıs 1945’te tamamen ortadan kaldırıldığını da düşünmemeliyiz. Kapitalist sistem varolduğu sürece, faşizm tehlikesi de varolmaya devam edecektir.
Ancak bu sömürü sisteminden hiçbir çıkarı olmayanlar, sömürü sistemine karşı tavizsiz bir mücadele verebilirler. Bu özelliklere sahip olan sınıf, işçi sınıfıdır. İşçiler piyasaya sadece işgüçlerini arz edebilirler. Günümüzdeki toplumsal refahı yaratan da bu işgücüdür. Mantıklı ve ahlaki açıdan adil olan, zenginlikleri üretenlerin, yani çalışan insanların bu zenginliğin nasıl kullanılacağına karar verme yetkisine sahip olmasıdır. Bu hedef uğruna ilk bir araya gelenler, kendilerine “Adiller Birliği” adını vermişlerdi. Bu, komünist hareketin doğuşu oldu. On yıl sonra da Marx ve Engels “Komünist Manifesto”yu yazdı.
Bu sayede, tarihi, sınıflar mücadelesi tarihi olarak kavramayı öğrendik. Dinler ve felsefeler, her zaman adaleti ve kardeşliği toplumsal hedef olarak gördüler ve bireylerin davranışlarında bu ülküyü şiar edinmesini öğütlediler. Ancak dünyaya baskıyı ve sömürüyü getiren, insanın içindeki kötülük değildir; bu baskı ve sömürü, şeytanın işi de değildir. Adaletsizliğe karşı çıkmak, eşitliğe, dayanışmaya ve barışa ulaşmak için iyiniyetli olmak yetmez. Marx, Engels ve Lenin’in de bize gösterdiği gibi, toplumun bugün içinde bulunduğu durumu ve barındırdığı çelişkileri üreten, karşı karşıya olduğumuz üretim ilişkileridir.
Bundan dolayıdır ki; Ekim Devrimi, faşizm ve Alman faşizminin yenilgiye uğratılması arasında tarihsel-toplumsal bir bağ vardır. Sosyalizmin dünyanın altıda birinde inşası sonucunda, sınıf mücadelesi dünya çapında bir boyut kazanmıştır. İleri kapitalist devletlerdeki ekonomik kriz, aynı zamanda emperyalist güçler arasındaki rekabeti ve toplumsal çatışmaları derinleştirmiştir. Emperyalistler, bu koşullarda, egemenliklerini korumak için dizginsiz bir şiddete başvurmuşlardır. Dimitrof’un sözleriyle ifade edecek olursak; “mali sermayenin en gerici, en şövenist ve emperyalist unsurlarının açık, zorba diktatörlüğünü” kurmuşlardır. Bu da kendi ülkesinde işçi sınıfını ezme, dışarıda ise savaş anlamına gelir.
Bu strateji, sosyalist Sovyetler Birliği’nin boyun eğmez savunma savaşına ve halkların Alman işgalcilere karşı sürdürdüğü direnişe çarparak paramparça oldu. Stalin’in Lenin’den görevi devraldığı dönemde, Sovyetler Birliği savaşın ve içsavaşın yarattığı sarsıntılardan yeni çıkmıştı. Büyük bedeller ödenerek, 20 yılda, insanlara sosyal güvenlik veren bir toplum yaratıldı. Gelişen sanayi üretimi ve bilimsel araştırmalar, Sovyet halklarının Alman faşistlerini yenmesinin koşullarını yarattı. Stalin’in hız verdiği inşa politikasının doğru olduğu görüldü.
Artık sıra, barış içindeki dünyanın kurulması için bir sonraki adımı atmaya gelmişti. Hitler 1942’de “Rusya’yı, bir daha belini doğrultamayacağı şekilde imha edeceği”ni ilan etti. Stalin’in Ekim Devrimi’nin yıldönümü vesilesiyle yaptığı konuşmada buna verdiği yanıt şöyleydi: “Görevimiz Almanya’yı imha etmek değildir. Çünkü nasıl Rusya’yı imha etmek mümkün değilse, Almanya’yı imha etmek de aynı şekilde mümkün değildir. Ama biz Hitler devletini imha edebiliriz ve buna mecburuz.”
Stalin, faşizme karşı kazanılan savaşın ardından, 9 Mayıs 1945 tarihinde yaptığı konuşmasında Hitler’in bu tehdidine atıfta bulunarak, Rusya’yı parçalama tehdidini bir kez daha hatırlatıyor ve bir gün önce ilan edilen büyük askeri zafere rağmen şunları söylüyordu: “Sovyetler Birliği, Almanya’yı parçalama ve imha etme gibi bir hedef taşımaksızın bu zaferi kutluyor.” Stalin, savaşın ardından kurulmasını arzuladığı yeni dünya düzeninin çerçevesini şöyle çiziyordu: “Bu düzende büyük güçlü devletlerin iktidarının yerini halkların, karşılıklı güven ve desteğine dayanan ekonomik, siyasi ve kültürel işbirliği alacaktır.” Evet, biz kurtuluşumuzun ardından gelen yıllarda, Sovyetler Birliği’ni böyle yaşadık. Sovyetler Birliği bu zor günlerde, savaşın getirdiği yıkımların onarımının ve ülkenin yeniden inşasının getirdiği sıkıntıların aşılması için yardım elini uzattı, barışçı bir politika için çaba harcadı ve sömürgecilikten yeni kurtulmuş halkların dostu ve müttefiki bir ülke oldu.
Faşizme karşı kazanılan zafer, dünyadaki ilerici güçlerin kazandığı bir zaferdi. Ve 1945’te henüz genç olan ve antifaşist direnişten gelen bizler, barışçı ve sömürünün olmadığı bir dünya kurma umudunu ve arzusunu taşıyorduk.
Birleşmiş Milletler’in kuruluşu, bu gelecek vizyonumuzun bir ifadesiydi. Bunun barış ve özgürlük içinde, adaleti temsil eden dünya halklarının bir birliği olmasını hedefliyorduk. Programımız, kültürlerin çeşitliliği koşullarında, karşılıklı saygı ve eşitliğin kurulmasıydı. Ve unutmayalım ki; Sovyetler Birliği’nin 1936’da kabul edilen Anayasası’nda yer alan taleplerin birçoğu, BM’nin tüzüğüne alındı.
Günümüz toplumunun temel gerçeği, burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişkidir. Burjuvazinin sınıf egemenliği, içinde faşizm eğilimini taşır. Ama buradan, burjuva sınıfının her mensubu faşist egemenlik biçimini benimser sonucu çıkmaz; burjuvazinin her fraksiyonu, çıkarının tekelci sermayenin hizmetinde şiddet kullanılmasında yattığını düşünmez.
Burjuva toplum, aydınlanma ruhundan doğmuştur. Aklın ve insan haklarının galip gelmesi için, akıldışılığa ve feodalizmin keyfiliklerine karşı mücadele etmiştir. Onun ülküsü, bütün insanların kurtuluşu olmuştur. Kapitalist üretim ilişkilerinin hüküm sürdüğü koşullarda bu hedefin gerçekleşeceğine inanmak ise, bir hayal olmuştur. Ancak Marx’ın dediği gibi, bir “kahramanlık hayali”. Çok sayıdaki özel mülk sahibinin, el zanaatkarının, tüccarın ve küçük tarım üreticisinin bireyselliği, tek tek bireylerin özgür olmasını ister; iktidarın tekellerin elinde yoğunlaşmasını değil. Bu bireysellik yolunun özgür, dayanışmacı, yani egoist olmayan bir yurttaşlar birliğine çıkması mümkün olabilir. Çünkü tekellerin egemenliği, nasıl proletaryanın çıkarlarına düşmansa, aynı şekilde yurttaşların hayati çıkarlarına da düşmandır. Emperyalizme ve faşizme karşı bir ortak cephe kurulmasının, yani bütün insanların ittifakının kurulmasının olanakları vardır. Çünkü insanı insan yapan, akılcı düşünebilmesi, kendi düşünceleri doğrultusunda kararlar alıp harekete geçebilmesidir. Emperyalizm ve faşizm ise, onun bu özelliklerini elinden alır.
Kapitalizm insanları aşağılayarak, onları sermaye çarkının dişlileri haline getiriyor. Kapitalizmin en yüksek aşaması emperyalizmdir. Yani sermaye gittikçe daha az tekelin elinde toplanır ve bu sermaye güçleri karşılıklı rekabette ve sömürülenlerin ezilmesinde giderek saldırganlaşır. Faşizm ise, emperyalistlerin insanlık düşmanı siyasetlerini, insanlığın büyük çoğunluğuna karşı en acımasız şiddetle hayata geçirdikleri egemenlik biçimidir.
Alman emperyalizminin dağıtılmasıyla birlikte faşizmin kökünün kurutulduğuna inanmak bir yanılgıydı. Toplum kapitalist tarzda örgütlendiği sürece, üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduranlar, bu üretim araçlarını işleten işçiler üzerinde tahakküm kurarlar, onların yarattığı artıdeğere el koyarlar, gittikçe daha fazla sermaye biriktirirler ve bu sömürüye karşı ortaya çıkan her direnişi bastırırlar. Faşizmin zehirli çiçekleri, işte bu toprak üzerinde yeşerir.
Ve faşizmin değişik yüzleri vardır. Bilim adamları, Alman nasyonal sosyalizminin ortaya çıkardığı çirkin yüz üzerinde odaklaşarak, “başka neye faşizm denebilir?” sorusuna yanıt bulmak için kavgaya tutuşuyorlar. Acaba İspanya’da General Franco’nun, Şili’de General Pinochet’in rejimleri faşist değil miydi? Kuşkusuz İspanya ve Şili emperyalist güçler değildi. Bunun için gerekli ekonomik ve askeri güce sahip değillerdi. Ancak Franco ve Pinochet şiddet yönetimlerini, emperyalist merkezlerin onayını alarak sürdürüyorlardı. Hedef, kendi ülkelerindeki kurtuluş hareketlerinin zaferini engellemekti. Yani emperyalizmin işbirlikçilerinin uyguladığı bir “komprador faşizm”den söz edilebilir.
Bugün ABD faşist olmadığı için –belki de “henüz faşist olmadığı için” demek gerekiyor– Amerikan ordusunun Vietnam’da giriştiği terör savaşına, Guantanamo’daki zindanlarına faşist uygulamalar denilemez mi?
Faşizm tehlikesi, emperyalizmin kudurganca saldırdığı her yerde mevcuttur. Bugün 8 Mayıs 1945’i çok eskilerde kalmış bir tarihsel gün olarak anmıyoruz. Aksine, hala çıkarlarını gerçekleştirmek için en insanlık dışı şiddet yöntemlerine başvurmaktan çekinmeyen güçlerle bir ölüm-kalım savaşı verdiğimiz için bugün buradayız. Bu güçler, savaş olunca kasalarını dolduranlar, servetlerini güvence altına almak için terörist egemenliklerini sürdürenlerdir.
İster ABD, ister Avrupa, isterse Japonya olsun; hangi emperyalist metropole bakarsak bakalım, demokrasinin adım adım budandığını görüyoruz. Bütün bu devletlerde silahlanma ve savaş hazırlıkları almış başını gidiyor. Emperyalist büyük güçler, ABD Başkanı Bush’un horlayarak nitelediği şekliyle “dünyanın geri kalan kısmına”, neyi yapabileceklerini, neleri yapmamaları gerektiğini açıktan dikte edebilme hakkını kendilerinde görüyorlar. Ulusal bağımsızlık, silah gücüyle tehdit ediliyor. Örneğin Filistin halkına yarım yüzyıldır çektirilen acılar, ağır ağır gerçekleştirilen kesintisiz bir soykırımdan başka bir şey değildir.
Sermaye, üretim olmadan çoğalamaz. Üretmek için de yerküremizin kaynaklarına gereksinim duyuyor. Metropoller sermayelerini çoğaltmak için, başka ülkelerin enerji kaynaklarını ve doğal zenginliklerini talan etmek zorunda. Bu emperyalistlerin ortak çıkarıdır. Bu uğurda elele veriyorlar. Ama her biri, elde edilen ganimetin en büyük bölümünü almak istiyor; daha fazla büyüyebilmek için diğerlerini pazardan kovmaya çalışıyor. Bu da kapitalist sistemin çelişkisidir ve bütün halklar, bu çelişkinin bir parçası haline getirilmeye çalışılıyor.
Sistemin bütün bu çelişkilerinden kurtulmamızın yolu, bu sistemle çelişkiye düşmemizden geçiyor. Bu çelişkinin kaynağı ise, sermayenin kendi karşıtını kendisinin yaratmasında, ona gereksinim duymasında yatıyor. Sadece ihtiyacımız olan malları değil, sermayenin büyümesini de sağlayan artı değeri üreten ücretli emek olmasaydı sermaye de olmazdı. Kapitalist sistemdeki bütün çelişkiler, bu sistemin temel çelişkisinden, yani emekle sermaye arasındaki çelişkiden doğuyor.
Bu yüzden işçi sınıfının kazanacağı zafer, bizi faşizmin barbarlığına götüren ve durmaksızın yeni faşist barbarlık tehlikeleri üreten kapitalizmin sonu olacaktır. Karl Kautsky, 1892’de şöyle diyordu: “Kapitalist uygarlıkta ısrar etmek imkansızdır. Çünkü ya sosyalizme ilerleyeceğiz ya da barbarlığa geri döneceğiz. Başka yolu yok.” Rosa Lüksemburg da, buradan hareketle şu sonuca vardı: “Ya sosyalizm, ya barbarlık!”
İlerici insanlık, 8 Mayıs 1945’te, barbarlığa karşı unutulmayacak bir zafer kazandı. Karşı devrim ise, bu kazanımların birçoğunu tekrar ellerimizden aldı –ama kesinlikle tümünü değil. Sömürgeci bağımlılık altında tutulan ülkeler, biçimsel de olsa bağımsızlıklarını kazandı. Bunların bir kısmı, bugün, emperyalist güçlere kafa tutabilecek büyük güçler haline geldi.
Ancak insanlığın geleceğinin ne olacağı sorusu, devletler düzeyinde yanıtlanmayacak. Bu sorunun yanıtı, kitlelerin uluslararası dayanışma ve mücadele birliği içerisinde sürdüreceği sınıf mücadelesiyle verilecek.
8 Mayıs’tan çıkaracağımız ders budur!
Onun bizde yeşerttiği umut budur!

Çiftçi eylemleri neyi gösteriyor?

Çiftçi eylemleri sık sık duyulur oldu. Neredeyse her gün bir başka bölgeden farklı ürün üreticilerinin eylemleri yazılı, görsel, işitsel medyada yer almaya başladı. Bir gün soğanların çöplere atıldığı, nehirlere döküldüğü haberleri geliyor, bir başka gün ıspanakların hayvan yemi yapıldığı. Bir yandan karpuzların piyasa sürülmeden ucuzlamasından dolayı tarlada çürümeye terk edildiği bilgisi geliyor, diğer yandan turunçgil üreticilerinin eylem yaparak ürünlerini sokağa döktükleri haberi. Bir gün hububat üreticilerinin ürünlerini yola dökmelerinin görüntüsü yansıyor ekrana, ertesi gün bir başka ürün üretenlerin yolu trafiğe kapattıklarının…
Eylemlerin arkasında, birinde MHP il teşkilatı, bir diğerinde DYP il örgütleri, bazısında ziraat odaları, bazısında başka bir üretici örgütünün yer alması, gerçeğin üzerinden atlanmasına yol açmamalıdır. Sürekli savunmaya çekilen üreticinin artık sıkıştığı, savunmada kalamadığı açıkça görülmektedir. Kendi kendilerine çözüm yolu aramaya koyulan üreticiler, hayal kırıklığı yaşıyorlar. Herhangi bir üründen zarar eden üretici bir başka ürüne yöneliyor. O üründen bir yıl kâr etse, ikinci yıl yoğun üretimden dolayı zarar edip, vazgeçiyor. Yaşadıklarını kabul edip emek yoğun ürünlere yöneliyor, kendisini geçimlik pozisyondan yarı geçimlik pozisyona itiyor, ama yine de olmuyor, olmuyor.
AKP Hükümeti, sürekli tarımı desteklediğinin propagandasını yapıyor. Çeşitli kurumlar tarafından hazırlanan raporlar da, AKP’nin bu propagandasını destekliyor. Örneğin Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) tarafından, tarım konusunda çalışmalar yürüten Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nden iki profesöre hazırlatılan, “DTÖ ve AB’deki gelişmeler ışığında 21. Yüzyılda Türkiye Tarımı” raporunda şu ifadelere yer verilmekte: “Tarıma yapılan transferlerin Yurtiçi Gayrisafi Milli Hasıla içindeki payı tekrar eski seviyesi olan yüzde 4’e yükselmiştir. Tarım sektöründe yüksek oranda korumalarla sağlanan piyasa fiyat desteği de tekrar yüzde 80’lere ulaşmıştır. Transfer göstergelerindeki gelişmeler, politikalarda kalıcı ve köklü değişiklikleri taşımaktan uzaktır.” TÜSİAD raporu, IMF ve Dünya Bankası patentli tarım reformunda sapmaların olduğunu düşünüyor.
Verilere bakıldığında, hükümetin tarıma yönelik harcamalarında gerçekten de bir artış görülüyor. 2004’ün Ocak-Mayıs dönemine göre, 2005 aynı döneminde tarımsal kesime yapılan destekleme, yüzde 70.4 oranında yükseldi. Hatta hükümetin harcamadan yana böylesi “cömert” bir tavır içine girmesi, erken seçim tartışmalarını bile beraberinde getirdi. Bu noktada üretici eylemlerindeki artışın nedeni önem kazanıyor. Desteklendiği halde eylem yapan üreticiler “kötü niyetli” kişiler mi? Yoksa tarım kesimini içten içe kaynatan, öfke birikmesine yol açan çok ciddi sorunlar mı yaşanıyor?

VERİLERİN YORUMA YER BIRAKMAYAN ÇARPICILIĞI
Çiftçilerin son dönem eylemlerinin nedenini anlamak için, tarımın tablosuna iyi bakmak gerekir. Son beş yılda dünyanın en fazla gelir kaybına uğrayan çiftçisi, Türkiye çiftçisidir. 1999 yılında uygulanmaya başlanan IMF güdümlü ‘‘Tarım Reformu’’ nedeniyle, Tarım kesimine aktarılan kaynaklar, üç yılda 4.3 milyar dolar azaldı. Tarımsal gelirde büyük oranlı düşüşler yaşandı. Dünyanın en pahalı gübresini ülke çiftçisi kullanıyor. Uygulanan IMF güdümlü politikaların sonucu olarak, verimlilik açısından son derece önemli bir girdi olan gübrede tüm destekler kaldırıldı. Desteklerin kaldırılmasının yanı sıra, TÜGSAŞ’a bağlı gübre fabrikaları kapatıldı, satıldı. Elde kalan son fabrikalar da özelleştirilme sürecinde. 1999 yılında 1 kg amonyum nitrat 38 bin lira iken, 2003 yılında 230.300 TL’ye yükseldi.
Dünyanın en pahalı elektriğini kullanan çiftçi de bu ülkede bulunuyor. AKP, iktidara gelir gelmez, tarımsal sulamalara verilen desteği kaldırdı. 2002 Aralık ayında, yaklaşık 102 bin lira olan tarımsal sulamada kullanılan elektrik fiyatını yüzde 34,4 artırarak, 138 bin liraya çıkardı. Sanayide kullanılan elektriğin fiyatı 121 bin Lira iken, tarımsal sulamada kullanılan elektriğin fiyatı 135 bin lira. Kültür balıkçılığı ve kümes hayvancılığında kullanılan elektriğin fiyatı 141 bin; soğuk hava depolarında kullanılan elektriğin fiyatı ise 145 bin lira. Hayvancılık işletmeleri ve seralarda kullanılan elektrik, ticarethane gibi fiyatlandırılıyor. Yakın zamanda sanayi kesimi için yapılan bir araştırmanın sonuçları duyuruldu ve dünyanın en pahalı elektriğini ülke sanayiinin kullandığı açıklandı. Oysa, Türkiyeli üretici köylü, elektriği sanayiciden bile daha pahalıya kullanıyor.
Bu çerçevede, üreticiler, en düşüğü 50 milyar TL olan elektrik borçları ile karşı karşıya kaldılar. Hükümet, bu borçlara karşı eylemlerin ve tepkilerin artması üzerine, sulamadan kaynaklı borçların faizlerini sildiğini açıkladı. Hükümet, tarımsal sulamada kullanılan elektrik enerjisinin 660 trilyon TL ana parası dışındaki borcunun faizlerinin silineceğini, borcun, tarımsal TEFE ile yeniden yapılandırılarak, 36 ay taksitlendirileceğini belirtti. Yaklaşım, üretici açısından yakıcı bir soruna geçici çözüm bulma kolaycılığını yansıtıyor. Doğrudan Gelir Desteği ödemesi uzun süreler geciktirilirken üreticiye herhangi bir faiz ödemesi yapılmamasına koşut olarak, üreticiden elektrik enerjisi bedeli alacağı tahsil edilirken de faiz alınmaması doğal sayılmalı. Ancak, yetkililerin açıklamalarında ana para dışındaki faizlerin silineceği belirtilmesine karşın, borç, “Tarımsal TEFE” ile yeniden yapılandırıldı. “Tarımsal TEFE”, piyasa faiz oranlarının bir miktar altında olmakla birlikte, neticede, bir faiz uygulamasıdır. Oysa, bu alanda uygulanacak kalıcı yapısal önlem, tarımda kullanılan elektrik enerjisi bedelinin sübvanse edilmesi olmalıydı.
Dünyanın en pahalı mazotunu kullanan çiftçi de, maalesef Türkiye’de. 1999 yılında 260 bin lira olan mazotun litresi, 2003 yılında 1 milyon 400 bin liraya çıkmıştı. 2005 Haziran ayında, 1 milyon 900 bin lirayı buldu. Geçtiğimiz yıl, DGD parasından bir miktarı kesilerek, ‘‘mazot desteği’’ adı altında, çiftçiye ödeme yapıldı. Azami 500 dekara kadar olmak kaydıyla, 3.9 milyon TL/dekar destek sağlandığı ifade ediliyor. Türkiye tarım sektöründe 2.5 milyon ton düzeyinde mazot kullanılırken; 4.1 milyon tarım üreticisinden ancak 2.6 milyonu, 26 milyon hektar tarım alanının ancak 16 milyon hektarı için DGD başvurusu yapabildiğinden, ‘mazot desteği’nden üreticinin yüzde 60’ı, tarım alanının ise yüzde 63’ü yararlanabiliyor. Kaldı ki, toplamı 640 trilyon olan destek, DGD’nin içinde kaybolmakta ve tarımsal faaliyet dönemlerinde ödenmediğinden, gerçek bir destek niteliğine kavuşamamaktadır. Başbakan, bu yıl mazota 300 bin lira destek verileceğini açıkladı. “Devede kulak” sayılabilecek olan bu rakam, geçen yılki gibi, dönüm başına 8 litre mazot tüketildiği var sayılarak ödenecek. Ancak tarlaya hububat ekilecek ise, bir dönümde 15 litre, mısır ekilecek ise 20 litre, pancar ekilecekse 30 litre, ayçiçeği ekilecek ise 20 litre mazot tüketiliyor. Sulama pompasında harcanan mazot, bunun dışında. Hükümetin sadece 8 litre üzerinden hesap yapması ve bunun da çok azını karşılaması, desteği sözde kılıyor.
Türkiye’de tarımsal alt sektörler içinde en büyük çöküş, hayvancılık alanında yaşanıyor. Bunda; girdi maliyetlerinin yüksekliği, çayır ve meralardan yararlanma olanaklarının çeşitli nedenlerle kısıtlanması gibi etkenler yanında, Et Balık Kurumu, Süt Endüstrisi Kurumu ve YEMSAN özelleştirmeleri başat rol oynadı. Israrla özelleştirme uygulamalarını savunan, TŞFAŞ ve TEKEL’in de özelleştirilerek yabancı sermayeye geçişine yönelik uygulamaları sürdüren hükümetin, hayvancılık alanında yaşanan çöküşü engellemek için, EBK Kombinalarından kalanları, bakanlık bünyesinde toplamaya çalışıyor. Bu durum, hükümetin, kamusal piyasa düzenleme gücü olmaksızın tarım politikası uygulanamayacağı gerçeğini fark etmesi açısından, olumlu bir gelişme olarak değerlendirilebilir. Fakat tablo hiç iç açıcı değildir. Karma yemin (sığır) kilosu 2000 yılında 93.000 iken, 2003 yılında 242.000 TL’ye yükselmiştir. 2005 Mayıs ayı itibariyle, fiyat, 360 bin TL’dir. Artış oranı, üç kattan fazladır. Bu artış, hayvancılıktaki yüzde 10’luk üretim düşüşünün en başta gelen nedenlerinden biridir. Şu anda hayvancılıkla uğraşan üreticilerimiz, sattıkları 1 kilo süt karşılığında 1 kg yem alamaz duruma gelmişlerdir.
Tarımsal üretim etkinliğini artırabilmenin araçlarından biri de, tarımsal kredinin ucuz ve kolay ulaşılabilir olmasıdır. Geçen yıl, Ziraat Bankası ve tarım kredi kooperatiflerine olan toplam 2.7 katrilyonluk borçlarını ödeyemeyen ve haciz kıskacı altında olan üreticilerin borçları yeniden yapılandırıldı. Yine, 2004 yılında 2 katrilyon TL’nin üzerinde selektif kredi hacmi “yaratılmasına” karşın, kullanılan kredi miktarı, Ziraat Bankası’ndan 307 trilyon, tarım kredi kooperatiflerden 234 trilyon olmak üzere toplam 604 trilyon TL ile sınırlı kaldı. Bu verilere rağmen, Başbakan yaptığı açıklamada, 2005 yılı için tarımsal kredi hacminin genişletilmesini üreticiye müjde olarak sundu. Oysa veriler göstermektedir ki, giderek gerileyen bir tarımsal yapı ve azalan tarımsal gelir söz konusu iken, tarım üreticisinin faizle para kullanması mümkün olmuyor. 2004 yılının kredi hacminin neredeyse 1.5 katrilyonluk kısmı kullanılmamış iken, Başbakan’ın “2005 yılında 2.5 katrilyon TL’lik kredi hacmi yaratma” müjdesi, üreticiye inandırıcı gelmiyor.
Don, sel, fırtına, kuraklık, heyelan gibi doğal afetler karşısında en çaresiz çiftçi de Türkiye’de. Ülkemizde sık sık görülen doğal afetler karşısında tarımsal ürünü kaybetmek, devlet tazmini için yeterli şartı oluşturmuyor. Devlet yardımı, “tüm mal varlığının yüzde 40’ının yitirilmesi” gibi garip ve bir o kadar da ağır bir şarta bağlandığından, çiftçi devletten yardım alamıyor, doğal afetler karşısında çaresiz kalıyor. 2004 yılı içinde, yalnızca yaşanan don felaketinden dolayı ülke çiftçisinin uğradığı zarar, 1.5 katrilyon TL’dir. Yapılan ödeme, uğranılan zararın 40’ta birini bile karşılayamamıştır. Meyve-sebzede, pamukta, fıstıkta, kayısıda uğranan zarar, üreticiyi yıkıma uğratmıştır. Buna rağmen, Başbakan, tarımsal afet yaşayanlara 52,5 trilyon kaynak ayırdıklarını söyleyip, bununla övünebiliyor. Başbakan, aynı zamanda, Nevşehir ve Niğde yörelerinde görülen ve “kanserli patates” olarak anılan hastalıklı patatese karşı ivedi önlem aldıklarını, patates üretimine sınırlama getirildiğini, zarara uğrayan üreticilere 15 trilyon TL destek ayrıldığını, her fırsatta belirtiyor. Fakat korkunç gerçeğin üzerinden atlıyor; mantar hastalığından ötürü, pek çok tarlada en az 30 yıl patates yetiştirilemeyecek. Oysa mantarlı patates tohumları dışarıdan ithal edildi. Hastalıklı patatesin tüm vebali Tarım Bakanlığı’nda. Çünkü ithal edilecek tohumlukların incelenmesi için, yurt dışına, mantar ve virüs konusunda değil, bakteri konusunda uzman ziraat mühendisleri gönderildi.
Ülke çiftçisi, sağlıklı işleyen bir Tarım Sigortaları Yasası’na halen sahip değil. Şu an Meclis’te yasallaşmayı bekleyen Tarım Sigortaları Yasa Tasarısı’nın, üreticilere can simidi olmak yerine, özel şirketlere kaynak aktarmak gibi bir işleve sahip olduğu görülüyor. Tasarının içeriği kısaca şöyle: Yasayla, olası doğal afetlerin tazmin edilmesi için ödenecek tarım sigorta pirimlerinin yüzde 50’sini Hazine’nin ödemesi planlanıyor. Geriye kalan yüzde 50’lik bölümü, üretici ödeyecek. Ödenen primler bir havuzda toplanacak. Çiftçin zarar görmesi durumunda, eksperler tespitte bulunacak ve zarar, oluşturulan havuzdan karşılanacak. Uygulama, devletin yükünü hafifletmeyi hedefliyor. Özel şirketler şu anda da tarım sigortası yapıyorlar, ama üreticiler buna yanaşmıyor. Yanaşmamalarının nedeni ise, primlerin çok yüksek fiyatlı olması değil. Asıl neden, Gayrı Safi Milli Hasıla’dan en az payı alan çiftçilerin tarım sigortalarına ayıracak paralarının bulunmaması. Çiftçilerin büyük bir kısmının prim ödeme sorunu yaşayacak olması dikkate alınmaksızın, Tarım Sigortaları Kanunu ile, çiftçiler, zorunlu olarak özel şirketler tarafından sigortalanacak. Bu sigorta sistemine girmeyen çiftçilerin, zarar oluştuğunda, zararları kesinlikle karşılanmayacak. Tasarının sakıncalı bir diğer yanı ise, üreticilerden alınan primler ile Hazine’nin sağlayacağı kaynağın toplanacağı havuzun yönetiminin bir sigorta şirketinde olması. Bankacılıkta yaşanan ‘‘batık’’ olaylarının ardından, Türkiye’deki denetim otoriteleri ve mali sisteme güven duyulabilir mi? Kısa süreli aralıklarla ekonomik krize giren Türkiye’de, birikimler, kriz dönemlerinde nasıl korunacak? Sigorta şirketi batarsa ne olacak? Bu sorulara cevap veremeyen tasarı, şirketleri güvence altına almış durumda. Üreticilerle yapılan anlaşmaların üzerine çıkan hasarlarda, devlet şirketlere bu hasar fazlasını ödeyecek! Şirketler yerine üreticiyi güvenceye alan bir yasa hâlâ ihtiyaç.
AKP Hükümeti, çiftçiyi yeniden üretime döndürdükleri için, 2002’de 6 bin 300 olan yurt içi traktör satışının 2004’de 30 bine çıktığını ifade ediyor. Oysa ki, traktör satışı, 1997’de 48 bin, 1998’de ise 49 bin idi. Eğer iddia edildiği gibi, çiftçi üretime dönseydi, son iki yılda, Çukurova ve Ege’de pamuk, İç Anadolu’da buğday ekim alanları boş kalmaz; ekilen tarım arazisi, 2002 yılında 18 milyon 123 bin hektar iken, 2003 yılında 17 milyon 549 bin hektara inmezdi. Ülke çiftçisi, ürettiği için cezalandırılan bir pozisyonda. 2000 yılından bu yana uygulanan IMF güdümlü politikalar sonucu, son beş yılda, Türkiye’de, tarımsal fiyatlarda yüzde 13 düzeyinde bir reel düşüş olmuş, ekili alanlarda ise 450 bin hektarlık bir azalma görülmüştür.
Dünün en büyük tütün üreticisi olan Türkiye’de, tütün üretiminde, son üç yılda, yaklaşık yüzde 40 oranında bir azalma olmuştur. TEKEL’in içki fabrikalarının özelleştirilmesinin ardından, üzüm fiyatları, bu yıl, geçen yıla göre, yüzde 25-30 gerilemiştir. Şeker pancarına konulan kota sonucu, pancar üretimi gerilemiştir. Genetiği değiştirilmiş mısır ithalatı ve nişasta bazlı şeker kotalarının her yıl Bakanlar Kurulu kararıyla yüzde 50 oranında artırılması sonucu, pancar üreticileri engellenirken, yabancı mısır üreticileri ödüllendirilmektedir.

HEDEFTE OLMANIN TAŞIDIĞI KAÇINILMAZ POTANSİYEL
Türkiye tarımı böylesi bir tabloya sahip. Birçok iktisatçı, politikacı, sosyal bilimci bu tabloya bakmadan, soyut bir şekilde, 21. Yüzyıl’da Türkiye tarımın mutlaka rekabetçi bir yapıya kavuşturulması gerektiğini belirtiyor. Bu söylemlerini, “Dünya Ticaret Örgütü, AB, IMF ve Dünya Bankası kararlarının artık her türlü desteği ortadan kaldıracağını, oluşacak olan yeni koşullarda, ülke tarımın ayakta kalabilmesi için, rekabet edebilir bir yapıda olması gerektiği” tezine dayandırıyorlar. “Rekabetçi tarım sektörü” söylemiyle kastedilen şudur: Hiçbir devlet desteği olmadan, tarımın, piyasa fiyatlarından üretim faktörlerini edinebilmesi, diğer sektörlerle bu açıdan rekabet edebilmesi ve ürününü, makul bir kârla, işleyen piyasalarda satabilmesidir.
Yukarıdaki ülke tarımına ilişkin veriler dikkate alındığında, Türkiye tarımının, kendiliğinden, rekabete uygun hale gelmesi imkansızdır. Türkiye’de tarımın verimsizlik, çok parçalı ve küçük olma, teknolojik gerilik gibi yapısal sorunları da dikkate alındığında, rekabete açılması, yıkımdan başka bir anlam ifade etmiyor. Dünya tarımına da, aynı emperyalist merkezlerden, aynı politikalar dayatılıyor. Uluslararası kuruluşların verilerine göre, 1,5 milyar insan tarımla uğraşıyor ve bunlardan 1.3 milyarı (traktör, hayvan gibi  olanaklara sahip olmadığından), eliyle üretim yapıyor. Böylesi bir yapıda, kapitalist tarımın hakim olmasının doğal bir sonucu olarak, tarımdan kopup varoşlara akacak nüfus, AB ve ABD’deki gibi milyonlarla değil, yüz milyonlarla ifade edilecek. Brüksel’de “rasyonellik” masalı anlatılırken, AB’de, kapitalist tarımın doğal sonucu olarak, 1992-2002 yılı arasında, tarımdan kopan çiftçi sayısı 5 milyon. AB’de 10 yılda ortaya çıkan bu tablonun, Latin Amerika, Asya, Afrikaya doğru yayıldığında ortaya çıkaracağı sonuçlar, çok daha dramatik olacak.
2001’de DTÖ’ye dahil olan ve DTÖ kurallarını uygulamak zorunda kalan Çin’in iktisatçılarına göre, önlerindeki 10 yılda, ülkelerinde, 250 ile 400 milyon arasında köylü, topraklarını terketmek zorunda kalacak. Can alıcı soru burada yatıyor: “Daha şimdiden Çin’in büyük kentlerinin varoşları topraksız köylüler tarafından ‘istila edilmişken’, yarım milyara varan köylü nüfusunun varoşlara ulaştığı durumda söz konusu kentler ve oradaki ‘muhtemel yaşam’ nasıl ‘korkunç’ bir hal alacaktır?” Kısacası, Dünya Ticaret Örgüt (DTÖ), IMF’nin, Dünya Bankası’nın (DB) benimseyip dayattığı neolibarel politikalar, bugün tasarlandığı biçimiyle uygulanmaya devam ederse, ortaya çıkacak tabloyu hayal etmek bile ürperticidir.
Özgür Üniversite forum serisi içinde yer alan “Küreselleşme Çağında Tarım Sorunu” başlıklı kitaptaki “Kapitalizm ve Yeni Tarım Sorunu” başlıklı yazısında Samir Amin, kapitalist yıkıcı etkiye karşı, “piyasayla” köylü tarımı arasında bir düzenleme tasarlamak gerektiğine dikkat çekmiş. Amin, bahsettiği düzenlemelerle, ulusal ve bölgesel düzeyde, koşullara uygun olarak, şunların hayata geçirilmesi gerektiğini belirtmiş: “Ulusal üretimi korumalı, gıda güvenliğini sağlamalı ve emperyalizmin gıda silahı etkisizleştirilmelidir. Tarımsal fiyatların ‘dünya pazarı’ fiyatlarıyla bağını koparmak gerekir. Yavaş da olsa, köylü tarımında sürekli verimliliği artırarak, kırlardan kentlere göçü denetim altına almak mümkün olabilir. Dünya pazarı denilen düzeyde de, muhtemel arzulanır düzenleme, bölgeler arası anlaşmalar yapılabilir.”
Türkiye’de tarımsal soruna çözüm aramak yerine, tarımsal nüfusu azaltmak adına, tarımı kökten halletmek –ulusal ve uluslararası sermayenin dayatmaları sonucu– tercih ediliyor. Bu tercih, üreticileri sıkıştırıyor. Sürekli savunmaya çekilen üretici, artık savunma stratejisi de geliştiremez durumda. Çoğalan çiftçi eylemleri de, şu an gelinen noktanın doğal bir sonucudur. Yayılma, kitleselleşme potansiyeli taşımaktadır. Tıpkı emperyalist saldırıların direk hedefi konumundaki SEKA, Seydişehir Alüminyum, Ereğli Demir-Çelik, Türkiye Taş Kömürü İşletmeleri, TÜPRAŞ, TEKEL, Telekom gibi.
İşyerini savunmayı vatanı savunmayla eşdeğer görüp mücadeleye atılan Seydişehir işçisinin tavrını, üretim yaptığı toprağını savunmayı vatan savunusu sayan çiftçi de gösterme eğilimi taşımaktadır. Birçok Anadolu kentinin sosyo ekonomik yapısında çitçilik önemli bir yer tuttuğu için, kent halkıyla köylü hareketinin buluşması kolaydır. Bu duruma en iyi örnek, Tokat’ta, TEKEL’in özelleştirilme girişimine karşı yapılan mitingtir. Esnaf, çiftçi, işçi bu mitingde bir araya gelerek, kitlesel bir mitinge imza atmıştır.
Özelleştirme hedefindeki işletmelerin emekçilerine yönelen saldırılar ile çiftçilere yönelik saldırılar, sermayenin uluslararası hareketinin parçasıdır. Saldırılar, tüm işçi, emekçi ve köylüleri hedefliyor ve saldırıların etkisiz kılınması, ülke düzeyinde bir karşı koyuşu gerektiyor. Saldırılara karşı birleşik, yaygın ve etkili bir mücadelenin örgütlenmesi sorumluluğunu ve hedefini taşıyan sınıfın partisinin köylü hareketini dikkatle izlemesi ve hareketin taşıdığı potansiyeli değerlendirmesi, hedefleri ve misyonu açısından bir zorunluluktur.

Hamburg’un evladı, Alman işçi sınıfının önderi thaelmann

“21 Ekim Pazar günü, Baltık Denizi kıyılarında bulunan bütün limanların, Bremen, Stettin, Schweinemunde, Lübeck ve Hamburg limanlarının işçileri bir konferans düzenliyorlar. Delegelerin büyük çoğunluğunu SPD (Alman Sosyal Demokrat Partisi) üyeleri oluşturuyor, ama çoğu birkaç gündür grevde bulunan fabrikalardan gelmiş. Bu grevlerin ‘kanunsuz’ olduğunu ilan eden Maden İşçileri Sendikası’na üyelik kartlarını geri vermişler hepsi. Yirmi sekiz yıllık sosyal bürokratlığın oluşturduğu küf ve yosunlardan görünmeyen eski bir Sosyal Demokrat Partili Stettin delegesiyle, enine boyuna, iri kemikli, gür kaşlı ve sıkılı yumruğunu bir mil gibi indiren, demir pençeleriyle Hamburg Ayaklanması’nın dizginlerini tutmaya hazır bir işçi olan T. arasında büyük bir çarpışma oldu.
Burada, bu konferansta, T. her duruma egemen oluyor, davanın saptırılmaması için var gücüyle çabalıyordu. Sosyal bürokratları yakıcı kamçı darbeleriyle döven, kazınmaktan köpüre köpüre eriyen buz parçaları üzerinde yetkinliğinin verdiği bütün ağırlıkla arabasını çeken, ve artık tartışmaya dayancı kalmamış, gözünü öfke bürümüş olan militanları kendine getirmeye, yerlerine oturtmaya çabalayan T., kurşun yüklü arabalarını buzla kaplı köprülerin dik yokuşlarına sürmeye alışkın ihtiyar bir arabacıyı andırıyor.” (Larissa Reissner, Hamburg Barikatları, s. 71, Evrensel Basım Yayın)
Yoldaş T., Ernst Thaelmann’dır. 1923 yılı sonunda Hamburg kenti genelindeki işçi ve halk ayaklanmasına liderlik ederken, Almanya Komünist Partisi’nin (KPD) orta kademe yönetici kadrolarından biridir. Birinci Emperyalist Dünya Savaşı’nın hemen ardından patlak veren devrim (1919) geri çekilmiştir; ancak, Almanya’daki ekonomik durum her geçen gün daha kötüye gitmekte, açlık ve yoksulluk milyonlarca Alman işçi ve emekçisinin yaşamını tehdit eder hale gelmektedir. Almanya sermayedarlar sınıfının, burjuvazinin gerici partileri ülkeye hükmetme aczi içine düşmüşken, ülke genelinde işçi hareketi kabına sığmamakta, bunun sonucunda Saksonya ve Tühringen eyaletleri başta olmak üzere, Almanya’nın bazı bölgelerinde sosyal demokrat hükümetler kurulmaktadır. Ancak merkezi yönetim ve faşizmin gittikçe güç kazandığı Bavyera’nın orduları, işçi ve halk hareketlerinin iktidar mevzilerine dönüşme olanağı bulunan bu yönetimleri ezmeye hazırlanmaktadır. Ezilecek yerlerin başında ise Hamburg ve çevresi gelmektedir. Bu koşullar altında, Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi (KEYK), KPD yöneticilerinin ve Thaelmann’ın da katılımıyla yaptığı değerlendirme toplantısının ardından, Almanya’da devrimci durum oluştuğu sonucuna varır ve tüm dünya işçi ve ezilen halklarını Almanya işçi sınıfıyla dayanışmaya çağırır.
Komünistler, iki eyaletteki sosyal demokrat hükümetlere katılır ve işçi sınıfını yakında gerçekleşmesi kaçınılmaz görünen çarpışmalara hazırlamak için canla başla çalışmaya başlarlar. Her yerden yalan yanlış söylentilerin yayıldığı (Sovyet denizaltılarının Hamburg açıklarına geldiği vb.), her gün kendiliğinden ve hedefsiz grev, gösteri ve sokak çatışmalarının yaşandığı o kargaşalı günlerde Thaelmann’ın omzundaki yük oldukça ağırdır: İşçilerin örgütlülük düzeyinin iki hafta gibi kısa bir süre içinde ayaklanmaya hazır düzeye getirilmesi, yalpalayan sosyal demokratları -ilişkilerin tamamen kopmamasına büyük özen göstererek- devrim cephesine çekmek, Almanya ve Avrupa’daki siyasi gelişmeler konusunda KPD Merkez Komitesi ve KEYK’in değerlendirmelerini her gün takip edip kent ve bölge örgütlerini bu görüşlere kazanmak, askeri ayaklanma planı üzerinde çalışmak… Kuşkusuz bir devrimci ayaklanmanın önderinin çözmesi gereken sorunlar, karşılaşacağı zorluklar burada sayılamayacak kadar fazladır.
Üstelik bu işçi önderinin, henüz oldukça dar ve genç bir komünist partisinin, birkaç yıllık üyesi olması da dezavantajlardan biridir. Ancak Thaelmann bu görevi başarıyla yerine getirecektir. Hamburg ayaklanmasının liderliği, onun hayatı boyunca taşıdığı onurlu sıfatlardan biri olacaktır: Hamburg tersanelerinde taşıma işçiliğinden parlamentolarda milletvekilliğine ve Cumhurbaşkanı adaylığına, anti-faşist halk cephesinin ve dünyanın en büyük komünist partilerinden birinin mimarlığından, yıllarca zindanlarda geçen hayatının son döneminde dahi Hitler faşizmine karşı direnişini sürdüren bir komünist öndere kadar uzanan sıfatlardan biri.
Liman işçilerinin konferansından yalnızca bir gün sonra Thaelmann, bu kez bir grup KPD yöneticisiyle toplantıdadır. Ancak durum tamamen tersine dönmüş, burjuvazinin ve gerici sermaye partilerinin hizmetindeki Alman ordusu Saksonya eyaletine girmiştir. Artık ayaklanma için “dün çok erken, yarın çok geçtir”:
“Gece yarısının derin sessizliğinde ‘şeflerin’ toplantısı: Askeri örgüt liderleri, kendilerine derin bir doygunluk duygusu veren ‘savaş’ buyruklarını alıyorlar. Bir erteleme kararının alınması için saatlerce savaşan, hareketin olgunlaşmadan önce sokaklara dökülmesine yol açacak olan delikleri tıkayan T., şimdi bütün tıkaçları çıkarıyor ve ayaklanmanın selini durduran bütün muslukları açıyor (…)
Liderler, gece yarısı çeşitli bölgelere dağılarak işçileri yüzerlik birimler halinde bir araya topladılar ve onlara bilgi verdiler. Partili olmayan geniş işçi katmanları gibi partinin kendisi de, savaş birliği komandolarının karakollara el koyduğu sabaha dek, ayaklanmadan haberdar değildi. Yapılan programa göre, 23 Ekim sabahı gün doğmadan, saat 4.45’te, kentin bütün bölgelerinde bulunan karakollar basılacak, böylece polisin silahsızlandırılması işi, bütün kentte aynı anda gerçekleştirilmiş olacaktı. Karakollara el koyulmasından hemen sonra da Wandsbek barakaları kuşatılacak, oradaki silahlar alınacaktı. Adamlarını harekete geçirmiş bulunan savaş birlikleri liderleri, gece yarısından hareketin başladığı ana dek savaşçıların yanından ayrılmadılar; kimsenin evine gitmesine, ışık yakmasına ya da ‘karısına veda etmesine’ izin vermediler. Böyle önlemler sayesinde polis tam anlamıyla gafil avlandı ve silahlarını kuzu kuzu devrimcilere teslim etti. Hareket, bu büyük başarıyı T.’ye ve onunla birlikte çarpışma planını hazırlayan öteki yoldaşlara borçludur. Kitlesel ayaklanmadan önce askeri örgütün yaptığı bu beklenmedik ve sessiz darbe, karşılaşmanın yarı yarıya kazanılmış olmasını sağladı. Çünkü askeri birlikler, bu darbeyle, 1) düşmanı, destek noktaları olan karakollardan yoksun bıraktı, 2) polisten silahlarını almakla onu etkisiz bırakırken, işçileri silahlandırmış oldu, ve 3) kitlelerde bir zafer kazanıldığı bilinci uyandırarak, daha yeni başlamış olan bir mücadeleye kolayca katılmalarını sağladılar.” (A.g.e, s.72-73-74)
Ayaklanan Hamburg işçileri, büyük bir başarıyla kentin tamamına yakınını ele geçirir. Ancak hem sosyal demokratların sermaye partilerine yakın durması, hem KPD yönetiminin izlediği yanlış çizgi, hepsinden önemlisi Almanya işçi sınıfı ve KPD’nin ayaklanmayı ülke geneline yayabilecek örgütlülük ve siyasi olgunluğa sahip olmayışı, ayaklanmanın nihai başarısını engeller. Hamburg işçileri ve kimi zaman evlerini açarak, kimi zaman birlikte barikatlar kurarak onlara destek veren Hamburg halkı düzenli olarak çekilir. Birkaç gün sonra sanki burası bir ayaklanmanın meydana geldiği bir yer değil de, Avrupa’nın herhangi sakin bir kentiymişçesine, Hamburg’da her şey sakindir. Ancak düzenli çekiliş sayesinde işçi önderleri ve KPD’nin kayıpları bir düzineyi geçmezken, binlerce asker ve ağır silahlarla işçilere ve halka saldıran gerici ordu birliklerine 100’ün üstünde kayıp verdirmişlerdir. Ayaklanmanın ardından Hamburglu emekçiler adeta zafer kazanmış gibidir. Ayaklanma, Almanya işçi sınıfı için önemli tarihi dersler sunacak, KPD’nin kitlesel devrimci bir işçi partisine dönüşümünde bir basamak olacak, işçilerin ileri kesimlerinin sosyal demokratların gerici rollerini bir kez daha anlamalarını sağlayacak ve Thaelmann’ı partinin liderliğine yakınlaştıracaktır:
“Ayaklanmanın politik önderi, Ernst Thaelmann’dı. Hamburg işçileriyle yakınlığı, cesareti, organizasyon yeteneği, kesin ve net karar alma becerisi burada etkili oldu. Polisin ayaklanma merkezlerini çembere almasına rağmen ayaklanmacılarla bağlantıyı koruyor, onlara önerilerde bulunuyor ve moral veriyordu. Çoğunlukla bisikletle yollardaydı; gri rüzgarlık, işçi tulumu, konçlu çizme ve bildik mavi denizci kasketiyle.” (Alman Proletaryasının Önderi Ernst Thaelmann, Günther Hortzschansky-Walter Wimmer, s.80, Evrensel Basım Yayın)

AYAKLANMADAN ÖNCE VE SONRA
Thaelmann’ın hayatını anlatan yazı ve eserlerde Hamburg ayaklanması, “bir komünistin olgunlaşma dönemi”nin son günleri olarak değerlendiriliyor. Çocuk denebilecek yaşlarından itibaren Hamburg liman ve tersanelerinde günlük işlerde çalışan, en çok da taşıma işçiliği yapan Thaelmann’ın komünist kişiliği iki kaynaktan beslendi: Bir yandan çocukluğundan beri içinde yer aldığı işçilik yaşamı ve sendikal mücadeleler; diğer yandan, Birinci Emperyalist Savaş’ın sona ermesi ve Rusya’da sosyalizmin kurulmasıyla tüm dünya çapında sosyal demokrat ve komünist hareketler içindeki tartışma ve ayrışmalar.
Thaelmann, küçüklüğünden beri, Hamburg liman ve tersanelerinde günlük işlerde çalıştı, en çok da taşıma işçiliği yaptı. Taşıma İşçileri Sendikası’na üye olmakla kalmadı, kısa sürede arkadaşlarıyla birlikte, 300 üyesi olan sendika şubesine 1200 genç yeni üye kazandırdı. Böylece Thaelmann, patronlarla mücadelenin yanında, genç üyelere söz hakkı tanımayan ve çoğu sosyal demokrat olan sendika bürokratlarıyla mücadeleye de erken yaşlarda girişti. Girdiği işyerlerinde, patronların sendikal faaliyeti yürütmemesi karşılığında “müdürlük” gibi görevler teklif etmeleri de sık rastladığı olaylardandı. Ancak o, sendikal faaliyetlere daha sıkı sarıldığı gibi, genç bir delikanlı olarak, diğer devrimci işçiler gibi, Marksizmi öğrenme çabasına girişti ve SPD’ye üye oldu.
Bununla birlikte, kendisini güncel politik gelişmelerle çok yakından ilişkili olan ideolojik tartışmaların ortasında buldu. SPD’nin içindeki sağ ve sol kanatlar arasında, Birinci Dünya Savaşı’nda izlenen siyaset ve tarihteki ilk işçi iktidarını, sosyalizmi kuran Sovyetler Birliği karşısında alınacak tutum konusunda süren tartışmalar, bir ayrışmaya doğru gidiyordu. Nihayet 1918 yılında, 1917 Sovyet Ekim Devrimi’nin önderi Lenin ile birlikte hareket ederek, savaşın tarafı olan ülkelerin devrimcilerinin, kendi ülkelerinin gerici hükümetlerini değil, halklar arasında barışı ve devrimci işçi iktidarını sağlama çizgisini savunan Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg, savaşın hemen ardından, 1918 yılında KPD’yi kurdular.
Devrim dalgasının Almanya kentlerini sardığı bu günlerde SPD’nin sol kanadı içinde yer alan Thaelmann, Hamburg bölgesinde KPD’li işçi ve sendikacılarla ortak mücadeleyi, Sovyetler Birliği ve Komünist Enternasyonal ile kardeşçe ilişkileri savundu. Her grev hareketinde ve siyasi gösteride ortak kampanyalar örgütleyen SPD’nin sol kanadıyla KPD’nin birleşmesi uzun sürmedi. Birlik, işçi hareketinin güçlü olduğu Hamburg bölgesinde, Thaelmann ve yoldaşlarının özverili çabalarıyla daha güçlü sağlandı.
Thaelmann, bu dönemde, hem ciddi bir mücadele deneyimine sahip oldu, hem de bir işçi önderi olarak, Marksist aydınların başlattığı tartışmalarda aktif olarak yer aldı.

HİTLER FAŞİZMİNE KARŞI
Hamburg ayaklanmasını takip eden yıllarda Thaelmann dikkat ve enerjisini KPD’nin yenilenmesi, işçi sınıfı içinde kök salması çabalarına verdi. Komünist Enternasyonal’in yönlendiriciliğinde yapılan tartışmalar sonucunda, partinin işçi ve halk kitlelerinden tecrit olmasına sebep olan mevcut yönetim yenilendi ve Thaelmann ile arkadaşları yönetici kadrolar haline geldiler.
1925 yılından itibaren, KPD tarihinde yeni bir sayfa açılıyordu. Thaelmann’ın KPD’si iç disiplinini artırırken, diğer yandan da, işçi kitleleri ve sendikalar içindeki çalışmasını kat be kat artırdı. Partinin liderliğini ele aldığı 10. Kongre’de sunduğu sendikalar konulu rapor, hem işçi hareketini küçümseyen parti içindeki “sol” sekter çizgiye bir tokat, hem de parti tarihinde bir dönüm noktasıydı.
Eyalet parlamentosu milletvekilliğine seçilen Thaelmann, bu dönemde sürekli olarak sosyal demokrat ve Hıristiyan etiketli partilerin etkisi altındaki işçilere sesleniyor, sermayedarların gerici hesaplarına karşı işçilerin ve halkın geniş kesimlerinin birliğinin sağlanması sorununu sürekli partinin esas gündemi haline getirmeye uğraşıyordu.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki adaylıklarında aldığı ortalama 5 milyon oy, partinin geniş kitleler üzerindeki etkisinin arttığının işaretiydi. Ancak Alman mali sermayesinin desteğini alan Hitler faşizminin hızla yükselişi karşısında, bu, oldukça yetersizdi. Parti içinde, kitle çalışmasındaki eksikliklerin giderilmesi uyarılarını sürekli yineleyen Thaelmann, diğer yandan da, işçi önderlerine özgü, sade ama etkileyici hitabet gücüyle, binlerce toplantı ve mitingde SPD ve diğer ilerici güçlere anti-faşist birlik çağrılarını yineliyordu.
Hitler’in, 1933 yılı başında Başbakanlık koltuğuna oturmasından yıllar önce yaptığı bu uyarılar yeterli olamadı. Kendisinin de üyesi olduğu KEYK’in ve KPD Merkez Komitesi’nin özellikle 1929 sonlarından itibaren yoğunlaştırdıkları, faşizmin yükselişine karşı birleşik halk cephesi oluşturma siyasetinin başarıya ulaşması için, artık çok geçti. Naziler özellikle kırsal bölgelerde güçlenmiş, ülkenin her yerinde silahlanarak organize olmuşlardı.
Nitekim, Almanya parlamento binasındaki (Reichstag) yangın provokasyonunun ardından sürdürülen gerici kampanya eşliğinde, 3 Mart günü tutuklandı. Tutuklanmasından iki gün sonra yapılan seçimlerde KPD 4.8 milyon oy almış, Thaelmann da milletvekili seçilmişti; ancak faşist terör artık zincirlerinden boşanmıştı.

FAŞİZMİN ZİNDANLARINDA
Hayatının son 12 yılını hapishane hücrelerinde geçiren Thaelmann, fırsat buldukça, Hitler faşizmi ve savaşın girdabındaki Almanya ve dünyadaki gelişmeler hakkındaki değerlendirmelerini dışarıya ulaştırdı. KPD’nin izlediği çizgiye yönelik özeleştirel tespitleriyle, Hitler faşizmine karşı halkların ve Sovyetler Birliği’nin yürüttüğü mücadeleye dair analizleriyle yaşama ve partisine sarıldı.
Bu süre boyunca, kendisini sorgulayan faşistlere KPD’nin programını savunmaktan geri durmadı. Bu tutum karşısında, faşistler onu yargılamaktan bile çekindiler. Mahkemeyi KPD’nin kürsüsü haline getirme ihtimali karşısında, hakkındaki suçlamalar geri çekildi; ancak bu defa da “kamu güvenliği” açısından tutukluluğu devam ettirildi.
Tutukluluğu süresince, tüm dünya çapında “Thaelmann’a özgürlük” kampanyaları düzenlendi. Tüm Avrupa kentlerinde, Arjantin’de, ABD’de, Japonya’da çeşitli dayanışma kampanyaları ve gösteriler düzenlendi. Pek çok ülkede belediye meclisleri onu onur üyesi seçtiler. Birkaç defa yapılan hapisten kurtarma girişimleri ise, başarısızlıkla sonuçlandı.
Sovyet ordularının kuyularını kazdığını anlayan Naziler, Buchenwald toplama kampına naklettikleri Thaelmann’ı, 18 Ağustos 1944 günü katlettiler ve onun “bombardıman sırasında öldüğü” yalanını ortaya attılar. Tersanelerde, işçi evlerinde, mitinglerde, barikatlarda, parlamento kürsülerinde geçen yaşamı, faşist zindanda sona erdi.
Yıllar boyunca Thaelmann ile birlikte mücadele eden yoldaşı Wilhelm Pieck’in, ölümünden yıllar sonra, onun hayatını özetlediği makalesindeki şu sözleri, bugün Türkiye’de ve dünyanın her yerinde mücadele eden işçilere ve devrimcilere bir çağrı gibidir:
“Devrimci bir partinin esas olarak fabrikalara dayanması gerektiği görüşünü Bolşevik Parti’den alıp benimsedi. Thaelmann, parti yöneticilerine çalışmanın ağırlığının fabrika hücrelerine verilmesi gerektiğini hep yeniden anımsatıyordu. Partinin yönetici organlarından, her parti kararının fabrika çalışmasının şartlarına uygun olarak somutlaştırılmasını talep ediyordu. Ernst Thaelmann, bize, partinin, kitlelerin kendi gerçek çıkarları uğruna mücadelesine önderlik görevini, ancak fabrikalardaki işçilerle sımsıkı bir bağ kurarak başarıyla yerine getirebileceğini söylüyordu.” (Emekçi Halkın Evladı Ernst Thaelmann, Wilhelm Pieck, Özgürlük Dünyası, sayı:103)

Pravda: kollektif bir örgütleyici, propagandacı ve ajitatör*

Pravda, Rusya’da günlük proleter kitle gazetelerinin ilkidir; o, Stolipin gerici döneminin genel yorgunluğundan Rus işçi sınıfının güçlü uyanışı başladığında, Lena direnişinin fırtınalı günlerinde  doğdu. Prag Konferansı’nda oluşan Bolşevik partisi, güçlü devrimci yükselişi önceden kestirerek, en geniş proleter kitleleri onun bayrağı altında bir araya getirmek için girişimde bulundu. Prag Konferansı, “4. Duma seçimleri üzerine”  karar bildirgesinde, “legal işçi basınının sağlamlaştırılması ve geliştirilmesi”nin zorunlu olduğu tespitini yaptı. Zira partinin, örgütsüz proleter kitleleri kapsayacak, legal işçi örgütlerini ele geçirmeye hizmet edecek, onları illegal temelde toplayacak ve genel işçi hareketini belli amaca yöneltecek örgütlü bir merkeze ihtiyacı vardı.
Yeni tip legal kitlesel gazetenin ilk örneklerinden olan ve ilk sayısı 5 Mayıs 1952’de yayınlanan Pravda böylesine örgütleyici bir merkez oldu. Böylece o, burjuva ve sosyal demokrat gazetelerden çok farklı yeni bir rol oynadı. Burjuva basın, nihayetinde okuyucularını bilgilendirmeyi amaç edinirken –ve gerçekte kitleleri sınıf mücadelesinden uzaklaştırma ve saptırma organıyken–, partinin bir aracı olarak ortaya çıkan Bolşevik basın, Rus işçi kitlelerinin devrimci eyleminin örgütlenmesi mücadelesinde belirleyici önem taşıdı.
Lenin, Bolşevik basının bu yeni örgütleyici rolüne ilişkin taslağı, 1901 yılında, “Iskra”nın görevlerini ortaya koyduğu “Nereden Başlamalı” isimli makalesinde ele almıştı:
“Gazete sadece kolektif bir propagandacı ve kolektif bir ajitatör değildir, o, aynı zamanda kolektif bir örgütleyicidir de. Bu bağlamda o, inşaat halindeki bir binaya kurulan iskeleye benzetilebilir; binanın genel hatlarını gösterir, tek tek inşaat işçilerinin arasındaki ilişkiyi kolaylaştırır ve onlara işbölümünde yardımcı olur ve örgütlü çalışmayla hedeflenen genel sonuca ilişkin fikir verir.” (V. İ. Lenin, Seçme Eserler, Cilt 1, Dietz Yayınevi, Berlin 1951, sf. 309)
Sadece bu özellikleri taşıyan bir gazete, işçi sınıfının mücadelesinde etkili bir silah olabilirdi. Oportünizmin galip geldiği 2. Enternasyonal’in partileri, işçi sınıfının devrimci eylemini etkin bir tarzda örgütleyen yeni tipte benzeri bir basına sahip olamadılar.
Çar rejiminin bütün baskılarına rağmen Pravda’nın 1912 ile 1914 yılları arasında sergilediği güçlü devrimci kitle çalışması –görünüşte  40 bin baskıya sahip küçük bir dergiydi–, “Sovyetler Birliği Komünist Partisi (Bolşevik) Tarihi -Kısa Ders”in 4. bölümünde ayrıntılı olarak anlatılır. “Pravda”, proleteryanın eylemlerini örgütlemesinde ona yardımcı oldu ve Bolşeviklerin legal faaliyetleri ile illegal faaliyetleri arasında bağ kurulmasını sağladı. O, işçi sınıfının büyük kesimini Bolşevikler için kazandı, köylü kitleleri arasına girerek Çarın despot sistemine karşı yürütülen mücadelede onun işçi sınıfıyla kurduğu ittifakı sağlamlaştırdı. Bu çalışmanın anlamı öylesine büyüktü ki, Stalin 1922’de, “1912’deki ‘Pravda’, Bolşeviklerin 1917 yılında kazandıkları zaferin temel taşıydı” diye yazıyordu. (J.V. Stalin, Eserleri, Cilt. 5, Dietz Yayınevi, Berlin 1952, sf. 112)
Binlerce işçi muhabiri aracılığıyla kitlelerle sürekli, etkili ve hızlı bir bağ kurabildiği için, “Pravda”, devrimin bu kadar önemli bir aleti olabildi. “Pravda”nın 10 Yıldönümüne ilişkin anılarında, Yoldaş Stalin, daha gazetenin ilk sayısında işçilerin aktif faaliyetinin ve gazetenin yönetimine işçilerin çekilmesinin istendiğine vurgu yapar.

*
1. Dünya Savaşı için yaptığı hazırlıklarda Rus burjuvazisini rahatsız ettiği için 1914 Temmuzunda Çar polisinin yasaklamış olduğu “Pravda”, Şubat Devrimi’nden hemen beş gün sonra, yeniden Merkez Komitesi ve Bolşevik Partisi Petesburg Komitesi’nin legal organı olarak çıkmaya başladı. Ekim Devrimi’nin hazırlanmasında ve yapılmasında partinin belirleyici silahı olarak onun önemi, Merkez Komitesi’nin Stalin Yoldaşı onun yöneticiliğine getirmesiyle daha da açığa çıkar. “Sovyet işçileri ve asker delegeleri üzerine” isimli ilk makalesinde Stalin, işçi ve köylü kitleleri arasında devrimci sağlam bir birliğin önemini açıklıyor, bu birliğin organı olarak Sovyetlerin önemine vurgu yapıyor ve parti üyelerine ve emekçi kitlelere devrimin amacını –Sovyet iktidarının kurulmasını– gösteriyordu.
Yoldaş Stalin, “Pravda”yı, sosyalist devrimin hazırlanması sürecinde, partinin görevlerini yerine getirmesinde etkili bir araç yaptı. Stalin’in Eserleri’nin 3. Cildi, onun bu belirleyici mücadele aylarında kaleme aldığı partinin politikasını kısa ve net olarak açıklayan birçok makalesini içerir.
Lenin’in geri dönüşünden sonra, örneğin “Pravda”, onun “Proleteryanın günümüz devrimindeki görevleri üzerine” Nisan tezlerini içeren ve Nisan Konferansı’nın konuşmalarını ve sonuç kararlarını yayınlayarak, partinin tümüne ve emekçi kitlelere doğru bir yönelim veren tarihsel konuşmasının nüshasını verdi. Oportünizmle yürütülen tartışmalarda da, “Pravda”nın sütunları Lenin tarafından kullanıldı, üyelere ve sempatizan kitlelere harekete geçmelerinde somut görevler verildi. Böylece “Pravda”, parti tarafından kitlelerin günlük yönetilmesine hizmet etti.
1917 Temmuz gösterisinden sonra yasaklanmış olan “Pravda”, parti önderliğinin önemli bir aracı olarak, eski ünlü ismiyle, zaferi ve devrimin kazanımlarını sağlamlaştırmak için, proleteryanın 7 Kasım 1917’deki zaferinden sonra, hemen 10 Kasım’da yayınlandı. Yeniden çıkan ilk sayısında, “Pravda”, Lenin’in 2. Bütün Rusya Sovyet Kongresi’nde yaptığı tarihsel konuşmasını ve barış ile mülk ve toprak üzerine kararnameleri yayınladı. Mart 1918’den itibaren, Moskova’da, Merkez Komitesi’nin ve RKP (B) Moskova Komitesi’nin organı olarak yayınlandı.
İç savaş ve müdahale döneminde, “Pravda”, parti önderliğinin önemli bir aracıydı. Mücadele içindeki emekçilerin bütün gücünü harekete geçirmesine ve iç savaşın her aşamasında onların çabalarının nihai amaca doğru yönelmesine yardımcı oldu.

*
Müdahaleciler üzerindeki askeri zaferinden sonra önünde ekonomiyi harekete geçirmek görevi durduğunda, Bolşevik partisi, basını da en keskin silahı olarak kullandı. Lenin, daha “Sovyet iktidarının önünde duran görevler” adlı eserinin taslağında, Sovyet basınının yeni görevlerini genişçe analiz etti. O, bunları şöyle özetledi:
“Gazetelerimize bir bakılırsa, burjuvazinin ortaya attığı ve emekçilerin dikkatini Sovyet devriminin somut pratik görevlerinden uzaklaştırmak isteyen soruların ne kadar fazla yer kapladığı kolayca görülür. Bizim yapmamız gereken ve yapacağımız şudur ki; basını sansasyonel bir organ, politik yeniliklerin iletildiği basit bir aygıt, burjuva yalanlara karşı bir mücadele organı olmaktan çıkarıp kitlelerin ekonomik yeniden eğitiminde bir araç olarak dönüştürmek, çalışmanın yeni metodlara göre yeniden nasıl örgütleneceği üzerine bilgi veren bir araç olarak yeniden organize etmektir.” (V. I. Lenin, Eserleri, Cilt 27, 4.Cilt, sf. 178-179, Rusça baskı)
Devrimin zaferinden sonra basının önemi kesinlikle azalmadı. Tam tersine, parti basını proleterya diktatörlüğü sisteminde önemli bir kaldıraçtır.
İşçi sınıfının uyguladığı proleterya diktatörlüğünün işlevini yerine getirebilmesi için partinin belli taşıyıcı ya da ileticilere ihtiyacı vardır. Bunlar, partiyi emekçi kitlelerle bağlar ve gerekli olan, karşılıklı ilişkileri sürekli sağlar. Parti, bu transmisyonerleri (ileticileri –ç.n.) kitlelere yol göstermek ve onları parti politikasının doğruluğuna ikna etmek için kullanır. Aynı zamanda, bu ileticiler, onun, parti politikasının doğruluğunu pratikte gözden geçirmesine, kitlelerin görüşünü bilmesine ve onlardan öğrenmesine hizmet eder. Bu taşıyıcılar, emekçilerin çeşitli kitle örgütleridir.
Basın, bu tür, geçiş sağlayan bir cihaz değildir. Ama o, parti ile işçi sınıfı arasında buna benzer bir rol oynar. Yoldaş Stalin 13. Parti Kongresi’nde bunun üzerine şunları söyler:
“Basın, kitle aygıtı ve kitle örgütü değildir, ama o, bunlardan bağımsız olarak, parti ile işçi sınıfı arasında gözle görülmeyen bir bağ kurar. Bu bağ, gücü açısından, kitleleri kapsayan her hangi bir geçiş cihazıyla eşdeğerdedir… Basın güçlü bir silahtır, onun vasıtasıyla parti, hergün, her saat işçi sınıfına onun kendi bildiği dilden seslenir. Parti ile sınıf arasında gözle görülmez ilişkiyi sağlayan başka bir ip, başka bir araç, böylesine esnek bir aygıt henüz daha görülmedi.” (J.V. Stalin, Eserleri, Cilt 5, sf. 179)
Parti ile işçi sınıfı yığınları ve onun müttefiği emekçi köylülük arasında aktif karşılıklı etkileşimi sağlama alma görevini, “Pravda”, daima çok büyük bir canlılıkla yerine getirdi. Kolektif bir örgütleyici, propagandacı ve ajitatör olarak, faaliyetlerinde, kitlelere sürekli somut direktifler verdi. O bütün soruları, Yoldaş Stalin’in “Brdsola”nın ilk sayısı için “redaksiyonun önsözü”nde istediği gibi, bilimsel sosyalizmin teorisiyle aydınlattı; Troçkistler ve diğer hainlerin düşmanca teorileriyle girişilen sert tartışmalarda ilkesel sorulara açıklık getirdi ve parti politikasının doğruluğunu kitlelere günlük deneyimleri aracılığıyla açıkladı. Aynı zamanda, “Pravda”, binlerce işçi ve köylü muhabiriyle, partiye, politikasını pratikte denemesinde, kitlelerin sert, açık ve olumlu eleştirilerini geliştirmesinde ve böylece parti politikası pratikte uygulanırken ortaya çıkan hataların yok edilmesinde yardımcı oldu. Lenin, daha, gidişatı gösteren “Sovyet iktidarının önünde duran görevler” isimli çalışmasının taslağında, iş verimliliğinin yükseltilmesinde ve özellikle yarışmanın örgütlenmesinde basının araç olarak oynayacağı çok önemli rolü esas hatlarıyla çiziyordu. “Pravda”, sanayi bölgelerindeki muhabirleri tarafından ve ama özellikle işçi muhabirlerince, işletmelerdeki gelişmeye, planın ne kadar uygulandığına ve yarışmaya ilişkin sürekli bilgilendiriliyordu. O, iş verimliliğinin yükseltilmesinde kitlelerin inisiyatifiyle yaratılmış olan yeni biçimlerin nüvelerini keşfetti ve geliştirdi. “Pravda”,  ekonomik planların ve sosyalist iş disiplininin önemini kavraması açısından, kitleleri eğitti. O, yarışmanın en büyük çapta örgütlenmesinde yardımcı oldu ve yarışmada geri kalan büyük işletmelere yapıcı eleştiriler yaptı, aynı zamanda, deneyimlerin aktarılmasını örgütledi ve gerekli durumlarda, muhabirlerinin kişisel desteğiyle, iyi işletme gazetelerinin çıkarılmasına yardım etti. Sovyet iktidarının zaferinden sonra bile, sadece emekçi köylü kitlelerin işbirliği yapmasıyla Sovyet devleti tarafından sınırlanabilecek ve denetlenebilecek çok sayıda ve ekonomik açıdan güçlü olan sömürücü sınıf kulakların varlığını sürdürmesi nedeniyle, köylerde, köylü muhabirlerin faaliyeti çok büyük bir önem taşıyordu. Birçok ücra kırsal bölgede partiyle kitleler arasındaki diğer bağlantı biçimleri göreve uygun gelişmediğinde, “Pravda”nın köylü muhabirleri, pratik olarak işçi sınıfı egemenliğinin, işçi sınıfıyla emekçi köylülük arasındaki birliğin en önemli temsilcisiydi. Köylü muhabirler, kulakların entrikalarını ve onların kullandıkları mücadele biçimlerini açığa çıkarıyordu. Köylü muhabirler, Sovyet aygıtının işlemesinde kulakların faaliyetlerini kolaylaştıran ve işçi sınıfıyla orta köylülük arasındaki birliğin kuvvetlenmesini zayıflatan eksiklikleri, Sovyet kamuoyuna gösteriyordu. Köylü muhabirlerinin köylü kitleleri arasında büyük bir otoritesi vardı. Zira tecrübe, onların yaptığı haberin ve eleştirinin kısa sürede sonuç verdiğini göstermişti. Sovyet devleti ile emekçi köylülük arasında böylesine etkili bir bağ kurdukları için, tam da bu yüzden, cinayetlerden geri durmayan sınıf düşmanı onlara özel bir nefret besliyordu. 26 Ocak 1925’de, SKP (B) Merkez Komitesi Yürütme Bürosu oturumunda yaptığı konuşmasında Stalin Yoldaş, Ukrayna köyü Dymowka’da katledilen köylü muhabiri Grigori Malinowski’den sözeder. Tam da bu bağlantıda, Stalin Yoldaş, işçi ve köylü muhabirlerinin önemine değinir:
“Görüşüme göre ülkedeki kuruluş çalışmamızın düzeltilmesinde, hatalarımızın keşfedilmesinde ve böylece Sovyet çalışmasının düzeltilmesi ve iyileştirilmesinde işçi ve köylü muhabirlerin en önemli kaldıraçlardan birisi olacağı bir aşamaya girdik. Belki hepimiz bunu anlamıyoruz. Ama bence, tam da bundan, çalışmamızı düzeltmemiz gerektiği sonucu çıkar.” (J.V. Stalin, Eserler, Cilt 7, sf. 23, Rusça baskı.)
Daha sonra da, köyün kolektifleştirilmesi sürecinde, “Pravda” çok önemli bir rol oynadı. Onun aracılığıyla parti, komünistleri ve emekçi köylü kitlesini yönetti, kulaklara karşı sistematik bir mücadelenin örgütlenmesinde ortaya çıkan eksikliklerin giderilmesinde onlara yardımcı oldu. Yoldaş Stalin’in eleştirel makaleleri, “Başarılardan başı dönmek” ve “Kollektif köylü yoldaşlara cevap”, Sovyet ülkesinin her köşesinde, her ücra köylü evinde yerini buldu ve “Pravda”nın bu makaleleri yayınlayan sayılarını köylüler daha senelerce sandıklarında sakladı.
Sosyalist düzenin sanayide ve tarım ekonomisinde zaferi döneminde, “Pravda”nın görevleri partinin görevleriyle birlikte çoğaldı. Stahanovcu hareketinin gelişimi, bütün işçi sınıfının kültürel ve teknik düzeyinin yükseltilmesi, vasıflı tarım işçilerinin ve kadroların eğitilmesi, tüm bu görevlerin planlı olarak yerine getirilmesinde “Pravda” yardımcı oldu. O, düzenli çalışanlarının ve işçi, köylü muhabirlerinin dikkatini sosyalist toplumun gelişmesindeki en önemli sorunlara çekerek, bu sorunların çözümüne de katıldı. Böylece o, hem muhabirlerin çalıştığı bölgelerde, hem de aynı şekilde, haberleri okuyan milyonlarca okuyucunun bölgelerinde kitlelerin inisiyatifini harekete geçirdi. “Pravda”, böylece, tüm Sovyet halkını sorunların çözümünde harekete geçirerek, sosyalist ekonominin idaresine ve sosyalist toplumun yönetimine katılmasına katkıda bulundu.

*
Büyük anavatanı savunma savaşı zamanında, “Pravda”, faşizme karşı mücadelenin örgütlenmesinde önemli araçlardan biriydi. Nazi kuvvetlerinin kalleşce saldırısından sonra, o, partiye, Sovyet halkının barışçıl yaşamını çok kısa bir sürede savaşa uygun bir şekilde düzenlemesinde yardım etti. O, Yoldaş Stalin’in bu zor yıllarda her Sovyet insanına hızlı, etkili somut görevler veren konuşmalarını ve emirlerini yaygınlaştırdı. Sovyet Bilgilendirme Bürosu’nun günlük çalışmasında, Sovyet halkını cephedeki durum üzerine bilgilendiren “Pravda”, ona, cepheden somut, tipik ve harekete geçiren haberler verdi ve bir süre için işgal edilen bölgelerde faşist kuvvetlere karşı mücadelenin nasıl ve hangi araçlarla sürdürülmeye devam edildiğini ve zafere nasıl ulaşılacağını gösterdi.
Sovyet insanının büyük bir çoğunluğu işçi sınıfı egemenliği altında büyümüştür. İnsan yaşamına ve insan onuruna saygı duymayı öğrenmiştir ve diğer halklara karşı nefreti tanımaz. Bu nedenle, dolaysız olarak yaşamayanlar açısından, emperyalizmin faşist “düzen” tarafından yüzbinlerce insana hayvanca davranmayı öğrettiği gerçeğini çıplakca gözler önüne sermek zorunluydu; faşizmin canavarca karakterini, metodlarını ve Sovyet ülkesini ve bütün insanlığı tehdit eden tehlikenin büyüklüğünü göstermek zorunluydu. Bu görevi “Pravda” yerine getirdi. O, Sovyet insanını, insanlık onurunu ve ulusal gelenekleri ayakları altına alan Alman faşist ordusuna karşı şiddetli bir nefret duyması için eğitti ve Sovyetler Birliği vatandaşlarını, faşizmi ezmesi için gerekli bütün gücünü toplamasında harekete geçirdi.
“Pravda” cepheyle cephe gerisi arasında önemli bir bağ kurdu. O, cephe gerisindeki insanlara ordunun kahramanca mücadele haberlerini verdi ve cephedeki savaşçılara işletmelerdeki ve kolhozlardaki kahramanca çalışma haberlerini iletti. Aynı zamanda, “Pravda”, Sovyet insanına, Sovyet silahlı askeri güçlerinin büyük amaçlarını ve proleter enternasyonalizminin temel ilkelerini açıkladı. Böylece “Pravda”, faşizm üzerinde kazanılan zaferin bir aracı oldu.

*
Bugün, komünizme geçiş aşamasında, “Pravda”nın görevleri daha büyük ve çok yönlü olmuştur. O, daha üst aşamada, Lenin’in 50 sene önce “Nereden başlamalı” ve “Ne yapmalı” isimli eserlerinde Bolşevik basın için tespit ettiği görevleri yerine getirmektedir. “Pravda”, Stalin Yoldaş’ın 1923 yılında, şu kelimelerle esas hatlarını çizdiğinin cisimleşmesidir:
“Partinin ve Sovyet iktidarının ellerinde kolektif örgütleyici olarak gazete, ülkemizin emekçi kitleleriyle bağlar kurmak için ve onları partinin ve Sovyet iktidarının etrafında birleştirmede vasıta olarak gazete. Bu, şu anda basının önünde duran görevdir.” (J.V. Stalin, Eserleri, Cilt 5, sf. 248)
“Pravda”nın başmakalesi, partinin, görevlilerine, üyelerine ve bütün Sovyet halkına sürekli, somut direktifleridir. Başmakale, sistematik olarak toplumsal yaşamın çeşitli ağırlık noktalarını inceler ve Sovyet halkını, yaşamın bütün ortaya çıkış biçimlerinde, bütün zenginliklerinde, emekçi kitlelerin yaratıcı inisiyatifinin bir amaca –sosyalist toplumun hızla gelişerek komünizmin maddi-teknik temelinin yaratılması– yönelmesinde partiye yardımcı olur.
Başmakale, eleştiri vasıtasıyla, tipik örneklerle, bir alandaki güncel ana görevleri ve onların çözüm yollarını açıklar. Örneğin 17 Nisan 1952 tarihli başmakale, parti gruplarının büyük temel örgütlerdeki rolüyle ilgilenir. Ljubliner dökümhanesinin vagon bölümündeki ve Moskova’daki mekanik atelyelerdeki parti grupları örnekleriyle, o, böylesine grupların esas görevlerini gösterir: Üretim dilimlerinde ekonomik planların uygulanması ve hedeflerin aşılması, yarışa öncülük etme, partisiz işçiler arasında ajitasyon çalışması ve onların Sovyetler Birliği’ndeki ve uluslararası yaşamdaki önemli gelişmelerden haberdar edilmesi. Parti grubu, her komünistin kendini ideolojik açıdan geliştirmesini ve üretimde iyi bir kişisel örnek olmasını sağlar ve kitlelerin yaratıcı inisiyatifiyle yaratılan yeniyi tanır ve destekler. Vagon bölümündeki parti grubu, işin her aşamasında kalitenin yükseltilmesi için yarışı öneren genç Stehanovcu kadın işçiler Antonia Shandarowa ve Olga Agafonowa’nın inisiyatifçi girişimlerini de destekledi. Onların inisiyatifinin parti grubunca desteklenmesi ve işin hızlı bir tempoyla işletmeyi aşarak gelişmesi gerçeği, parti grubunun işini iyi yaptığına da gösterir. Şimdi Stalin nişanı ödülü de alan her iki kadın işçinin ismi, bütün Sovyetler Birliği’nde tanınıyor. Makale, kolektif işletmelerde parti gruplarının çalışmasından örnekler verir ve daha üst düzeydeki yönetim tarafından, parti gruplarının çalışması bazı durumlarda sert ve somut eleştirilir. Nihayetinde, bir dizi bölgesel gazetenin de parti gruplarının çalışmasına gerekli önemi vermediği noktasına dikkat çeker.
Bu türde bir başmakale, ilk önce, direkt olarak eleştirilen parti örgütlerinin ve parti yöneticilerinin eksikliklerin giderilmesinde etkili önlemlere sarılmasına neden olur. Ekseriyetle redaksiyonu konuya ilişkin bilgilendirir ve bir kaç ay sonra, “Pravda”nın yardımı sayesinde buradaki çalışmadan elde edilen başarıların haberi gelir. Ancak buna ek olarak, bu makale, aynı karakterdeki binlerce parti örgütünün ve üst düzeydeki yönetimlerinin, bu vesileyle, çalışmalarının ortaya konulan tipik hataları taşıyıp taşımadığı, temel örgütlerin doğru yönetilip yönetilmediği, çalışmalarındaki başarıların Lyubliner Dökümhanesi Vagon bölümündeki mekanik atelyenin parti gruplarınınkine denk düşüp düşmediği vb. gibi  konularda çalışmalarını gözden geçirmesine vesile olur, ve burada üyelerin inisiyatifi, daha büyük başarılara ulaşmak için yeni yollar aramada teşvik edilir. Aynı zamanda bölgesel gazetelerin redaksiyonları, bölgelerindeki çalışmayı ve parti gruplarının yönetimini daha iyi inceleyerek dikkatli olur ve bununla bir kez daha parti gruplarının gelişimine yardımcı olur. Böylece “Pravda”nın başmakalesi, kuvvetli güçleri uyandırır, kitlelerin yaratıcı inisiyatifini geliştirir ve onları en önemli bir sonraki hedefe yöneltir.
Bu amaca sadece başmakale değil, “Pravda”da yayınlanan diğer makaleler de hizmet eder. Örneğin o, sürekli olarak, can alıcı bir noktada parti çalışmasının çeşitli sorunları üzerine makaleler, belirli parti yöneticilerinin çalışma üzerine eleştirel bakışını içeren yazılar yayınlar. Ancak bu makaleler, sürekli olarak, tüm somut görev saptamalarında ve canlı malzeme bolluğunda parti çalışmasının şu tür temel sorunlarını da içerir ki, bunlar kendisini, dogmatizm, bürokratizm, klik ekonomisi, eleştirinin bastırılması gibi ifade edebilecek kapitalist dünya bakışının kalıntılarına karşı mücadeledir. Bu temel sorunlara, kadroların eğitimi, Bolşevik çalışma tarzına ulaşmak, politik ve ekonomik yönetimlerin doğru temelde işbirliği, kararların uygulanması ve denetimi, eleştirinin ve özeleştirinin sürekli ve kararlı kullanılması da dahildir.
Bir örnek: 8 Haziran 1951’de, “Pravda”, bölgesel bir gazete “Tschelwabinsker işçileri”nin çalışması üzerine eleştirel bir yazı yayınladı, burada, parti yaşamının sorunlarına yüzeysel yaklaşıldığına özellikle dikkat çekiyordu. Gazete eleştiriyi kabul etti. 3 Aralık 1951’de “Pravda”, şu sorunun cevaplandırılması için bir makale yayınladı: “Tscheljabinsker işçileri” eksiklerin giderilmesi için altı ay içerisinde ne yaptı? Makale, parti yaşamındaki sorunların ele alınmasında gerçi redaksiyonun planlar yaptığını, ancak bunların yerine getirilmediğini, emekçilerin yazdığı mektubun önemsenmediğini ve eleştirinin çok zayıf ele alındığını, hatta bazen eleştirinin engellendiğini tespit eder. O, üretimle ilgili bir  görüşmede yöneticilerini eleştirdiği için işten atılan bir ustanın olayına dikkat çeker. Usta, “Tscheljabinsker işçileri”nin redaksiyonuna başvurur. İşyeri parti örgütü, burada eleştirinin hasıraltı edildiğini tespit etmesine ve redaksiyonun mektubunu bir kez daha gözden geçirmesine rağmen, mektubu yayınlamaz. Bölge parti komitesi de, redaksiyonun hatasını görür ve bunun giderilmesi için etkili davranmak yerine, “Pravda”nın redaksiyonuna, bu sorunun “görüşülmek üzere hazırlanacağını” yazar.
Böyle bir makaleyle, “Pravda”, derinliğine inen, çok yönlü bir etkiye ulaştı. “Tscheljabinsker işçileri”nin çalışma yöntemi esaslı bir tarzda değiştirildi ve 19 Ocak 1952’de, “Pravda”, bu sorunun bölge parti komitesiyle görüşülmesi ve alınan kararlar üzerine haber yapabildi. Buna ek olarak, sadece birçok bölgesel redaksiyon, çalışmasını “Pravda”nın ortaya koyduğu noktalar açısından gözden geçirmekle kalmayacak, aynı zamanda, birçok parti yönetimi çalışmalarının ve onlara bağlı gazetelerin partinin taleplerine karşılık verip vermediğini araştıracaktır. Ayrıca “Pravda”, eleştirinin sözde “kabul edilmesinin” yetmediğini, ötesinde, eksikliklerin giderilmesi için önlemlerin alınması gerektiğini; uygulanmayacak ve bunların denetlenmesi örgütlenmeyecek olduktan sonra, iş planlarının işe yaramadığını, eleştirinin bastırılmasına hiçbir şekilde tahammül edilmeyeceğini, Sovyetler Birliğinin komünistlerine ve bütün emekçilerine gösterir. Gerçekten “Pravda”, eleştirinin yapılmasında gazetenin destekleyici tutumundan faydalanan Sovyet emekçilerinden sık sık mektuplar alır. Her olay özenle ele alınır ve çözülür. Ve bir kez daha, “Pravda” bununla emekçilerin inisiyatifini uyandırır, onları alınan kararların uygulanmasındaki denetimde, olumlu, yaratıcı eleştiride, mevcut hatalara karşı uzlaşmaz Bolşevik tutumda eğitir.
“Pravda”da düzenli yayınlanan, büyük işletmelerin çalışanları ve Sovyetler Birliği’nin bütün vilayetlerindeki emekçilerden Yoldaş Stalin’e gelen mektuplar, özel bir önem taşımaktadır. Bu mektuplar, katılımcılar tarafından toplantılarda özenle görüşülmektedir. Sovyet ülkesinin işçileri ve köylüleri Stalin’e sundukları bu mektuplarda, partiye ve bütün Sovyet halkına, geçen zaman dilimindeki çalışmaları üzerine hesap vermekte ve bir sonrakinde üzerine somut sorumluluklar almaktadır. Bu mektuplarda üstlenilen sorumlulukları her şart altında yerine getirmek, bütün Sovyet emekçileri için bir onur meselesidir.
Bu mektupların genel bir güçlü harekete geçirici etkisi vardır. 2 Mart 1952’de Pravda’da, Baschkirien’deki bir petrol işletmesindeki emekçilerden Yoldaş Stalin’e yazılan mektup yayınlandı. Bu mektupta çalışanlar belirli sorumluluklar üstleniyor ve aynı zamanda Sovyet petrol işletmelerinde çalışan bütün iş arkadaşlarını yarışa davet ediyorlardı. Amaçlarının çerçevesini şöyle çiziyorlardı:
“Sovyetler Birliği’nin bütün petrol işçileriyle birlikte o kadar çok petrol ve petrol ürünleri vereceğiz ki, bu komünizmin büyük eserlerine, ekonomimizin ihtiyaçlarına ve ülkemizin savunmasına yetecektir ve bununla Sovyet halkının dünya barışı için verdiği mücadeleyi desteklemiş olacağız.” (2 Mart 1952 tarihli “Pravda”)
Aynı sayıda, “Pravda”, bu yarış üzerine bir başmakale ve petrol ürünlerinin artırılmasının olanakları üzerine başka bir makale yayınladı. Kısa bir zaman sonra, Bakü’lü petrol işçilerinden, cevap verme sorumluluğu üzerine kısa bir haber geldi ve birkaç gün sonra, on ünlü petrol sondacısından büyük sorumlulukları üstlendiklerine ilişkin telefon geldi. Onlar, aynı zamanda, petrol sanayiinde çalışan bütün meslektaşlarına ve silah sanayiine üretim yapan işletmelere, üretimlerini, her defasında kararlaştırılmış somut belirli hedefler üzerinden artırmaları çağrısı yaptılar. Diğer taraftan, birkaç gün sonra, Türkmen petrol işçilerinden yarışa ilişkin bir haber geldi ve kısa bir zaman sonra, bunu, Tatar petrol sanayiinde çalışanların, görevlerine ilişkin, Yoldaş Stalin’e yazdıkları kapsamlı bir mektup takip etti. Aynı şekilde, Kuibyschev bölgesinden ve daha sonra Krasnodar’dan petrol işçileri cevap verdiler.
Bu sürede “Pravda”, Donbass ve metalürji işletmelerinden işçilerin yarışı üzerine iki yeni başmakale yayınladı. “Pravda”, her gün, üretimdeki emekçilerin yaratıcı inisiyatifince ortaya konulan yeninin nüvelerinin gelişmesi ve başarılı olması için yardım ediyordu. Yeni çalışma metodları üzerine makale ya da sıkça inisiyatifçilerin kendileri tarafından yazılan haberler yayınlıyor ve yaptığı haberlerle sistematik olarak yeni metodların üretimde geniş ölçekli kullanılmasına katkıda bulunuyordu. Böylece “Pravda”, komünizmin maddi-teknik temellerini yaratmak için yarışın temelli, kolektif bir örgütleyicisi olarak çalışıyor, bu arada kitlelerin yaratıcı inisiyatifini parti tarafından belirlenen yöne çeviriyor ve temponun hızlanmasına yardımcı oluyordu.
Bu çalışmanın başarısı ve Sovyetler Birliği’ndeki tüm toplumsal gelişmenin hızlanlandırılması için mutlak prensip, Marksizmin-Leninizmin Sovyet emekçilerince benimsenmesi ve uygulanmasıdır. Yayınlananmış olan “SBKP (B)’nin tarihi, Kısa Ders’le bağlantı halinde parti propagandasının şekillenmesi üzerine Sovyetler Birliği Komünist Partisi (Bolşevik) Merkez Komitesi’nin kararında şu denir:
“Marksist-Leninist propagandada mutlak silah, esas silah basın –dergiler, gazeteler ve broşürler– olmak zorundadır. (…) Basın şu ya da bu gerçeği bir darbeyle herkesin ortak malı yapar, bu nedenle o sözlü propagandadan daha güçlüdür.” (14 Kasım 1938 SBKP (B) Merkez Komitesi kararı, yabancı dillerde Literatur yayınevi, Moskova 1939, sf.10-11)
“Pravda”, sistemli olarak, propaganda makalesi yayınlar ve Sovyetler Birliği’nde genel propaganda çalışmasının düzeyinin sürekli yükselmesi için mücadele eder. Propagandacıların ve parti yönetimlerinin çalışmasını izler ve eleştirir. 19 Mart 1952’de, o, SBKP (B)’nin Moskova il örgütünün propagandacı kadrolarla çalışmasını inceler ve 11 Mart’da o, akademide bilim adamlarının yeterince Marksist-Leninist eğitimden geçirilmediklerinden dolayı Litvanyalı bilim akademisyenlerinin parti örgütünü eleştirmiştir vb.
“Pravda”, sistemli bir biçimde, insanların kafasındaki kapitalist düşünce tarzının kalıntılarının yok edilmesi için çalışır ve Sovyet toplumunun genel gelişme yasası olan eleştiri ve özeleştirinin ideolojik alanda da gelişmesine yardımcı olur. “Pravda”nın sütunlarında bilimdeki dogmatizme karşı bilinen tartışmalar yürütüldü. Bu tartışmalar arasında dilbiliminin sorunları üzerine bir tartışma vardı ki, Yoldaş Stalin’in tanınmış eseri “Marksizm ve Dilbiliminin Sorunları”, bu tartışmalar esnasında ortaya çıktı. Tam da bu eserinde, Yoldaş Stalin, dilbilimi üzerine açık bir tartışma başlatmakla, “Pravda”nın doğru davrandığına dikkat çeker. Bu bağlantıda Yoldaş Stalin şunları tespit eder:
“Hiçbir bilimin düşüncelerin çatışması, eleştiri özgürlüğü olmadan gelişemeyeceği ve ilerleyemeyeceği herkes tarafından bilinir.” (J.V. Stalin, “Marksizm ve Dilbiliminin Sorunları, Dietz Yayınevi, Berlin 1951, sf. 37)
Bu tartışmalarla “Pravda”, bilimci kadroların inisiyatifini geliştirmekte, Sovyet toplumunun genel gelişme yasası eleştiri ve özeleştirinin bilim alanında da gelişmesine yardımcı olmaktadır. Böylece, bilimin gelişmesine hizmet etmektedir ki, bu, Stalinist büyük eserlerin inşasında vazgeçilmez bir yardımcıdır.
Böylece “Pravda”nın planlı çalışması, Sovyetler Birliği’nin zengin yaşamındaki bütün çok yönlü alanları büyük hedefe yönelmektedir: Sosyalist toplumun gelişme yasalarının uygulanması ve komünizmin maddi-teknik temelinin yaratılması sürecini hızlandırmak için partiye yardımcı olmak.
Kapitalist kuşatma koşulları altında bu gelişmenin garantiye alınması için, bu gelişmeyi engellemek, çelişkilerini Sovyetler Birliği’nin sırtından çözmek ve dünyayı savaşa sürüklemek isteyen emperyalizmin girişimlerine karşı sürekli sistematik bir mücadele gerekmektedir.
Ekseriyetle haftada bir yayınlanan uluslararası sorunlara ilişkin birçok ülkedeki muhabirlerinin birçok makalesiyle, “Pravda”, kapitalist dünyadaki koşulları analize eder ve buradaki etkili güçleri gösterir. O, somut gerçekler aracılığıyla, örneğin Amerikan ekonomisini sarsan çelişkileri ya da İngiliz halkının yaşam düzeyinin düşmesini ve ulusun çıkarları için İtalyan ve Fransız işçi sınıfının verdiği mücadeleyi gösterir. “Pravda”, örneğin Hindistan’daki mevcut çelişkiler ve gelişme perspektifleri üzerine bir dizi çok önemli haberle okuyucularını bilgilendirir.
Alman halkının birlik ve barış için mücadelesine “Pravda” büyük bir dikkat gösterdi. Yoldaş Otto Grotewohl’un hükümet açıklamalarını, Halk Meclisi’nin açıklamalarını, Max Reimann’ın konuşmalarını “Pravda” yayınladı. Berlinli muhabirlerin makalesi, ulusal birliği sağlamak isteyen Alman halkının gücünü gösterir ve Adenauer ile Schumacher’in çevirdiği entrikaları teşhir eder. Alman işçi sınıfının ve onun partisinin bu tarihsel anda taşıdıkları büyük sorumluluk da bunlardan doğar.
“Pravda”, Sovyetler Birliği’ndeki insanlara dünyadaki gerçek güç ilişkilerini gösterir. O, Çin’deki kalkınmanın büyük başarıları, Avrupa ülkelerindeki halk demokrasilerinin gelişmesi üzerine haber verir ve bu sorunlara ilişkin yabancı yoldaşların makalelerini sıkça yayınlar. Sovyetler Birliği iktidarının bilinci ve onun önderlik ettiği tüm barış bloğunun gücüyle, Sovyet insanı, “Pravda”da, Sovyetler Birliği temsilcilerinin uluslararası konferanslarda barış için verdikleri kararlı, sert mücadele haberlerini, Kore halkının ve Çin gönüllerinin kahramanca günlük mücadele haberlerini okurlar.
“Pravda”nın enternasyonal haberlerinin de derin bir etkisi vardır. O, Sovyet insanını proleter enternasyonalizm duyarlılığı temelinde eğitir ve bütün Sovyetler Birliği halkını, büyük işletmelerdeki işçileri, aynı zamanda en ücra kollektif işletmelerindeki köylüleri uluslararası süreç üzerine bilgilendirir. Sovyet halkına gücünü ve aynı zamanda emperyalist savaşların gerçek tehlikesini göstererek, bu tehlikeyi önlemenin yoluna da işaret eder ki, bu yol, emperyalist savaşlara karşı mücadelenin örgütlenmesidir.
“Pravda”da ilk önce Yoldaş Stalin’in bütün dünyadaki barış savaşçılarına harekete geçmeleri için somut direktifler veren röportajı yayınlandı.
“Pravda”, Sovyetler Birliği’nde şu anda oluşan barış hareketinin kuvvetli, aktif bir güç olarak gelişmesinde yardımcı oldu. O, Sovyetler Birliği’nin güçlendirilmesinin barışın en önemli teminatı olduğu anlayışıyla yüksek bir sorumluluk üstlenerek barış nöbetine çıkan Sovyet emekçilerinin yaratıcı inisiyatifini destekledi. “Pravda”, Amerikan birliklerinin Kore’deki suçlarına ve onların yürüttüğü insanlık dışı bakteri savaşına karşı Sovyet halkının güçlü protesto hareketinde önemli bir taşıyıcı oldu. “Pravda”, Sovyetler Birliği’ndeki güçlü, aktif ve bütün halkı kapsayan barış hareketinin kolektif bir örgütleyicisi, propagandacısı ve ajitatörüdür.
“Pravda”, böylece, bugün, geçen 40 yılda olduğu gibi, toplumsal yaşamın her alanında, bütün komünist ve işçi partilerinin basınına da örnek olarak, Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin güçlü bir aracı rolünü oynamaktadır.

PCOF röportaj

29 Mayıs’ta Fransa’da düzenlenen ve “Hayır” oylarının çoğunluğu elde ettiği Avrupa Anayasası referandumu, Fransa’da ve AB kurumlarında belirli bir krize yolaçtı. Ardından Hollanda seçmeninin de çoğunlukla “Hayır” oyu vermesi üzerine, Avrupa Birliği’nin geleceği sorunu tartışılmaya başlandı. Önümüzdeki dönemde de tartışılmaya devam edecek. Biz de, Fransa’daki kampanya boyunca aktif bir çalışma yürüten Fransa İşçileri Komünist Partisi (PCOF)’nin, kampanya çalışmaları, diğer güçlerle ittifakları, şimdiki durum ve gelecek üzerine değerlendirmelerini öğrenmek için kendileriyle söyleştik. Sorularımızı, PCOF ulusal sözcüsü ve La Forge dergisi yayın yönetmeni Christian Pierrel yanıtladı.
Rıza Saygılı

Christian Pierrel’le röportaj
fransa halkı neoliberalizmin fransız ve avrupalı versiyonlarını reddetti

Avrupa Anayasası ile ilgili referandum kampanyası dönemi, aynı zamanda toplumun tüm kesimleri arasında politikaya ilginin yeniden canlandığı bir dönem oldu. Sandık başına gidenlerin sayısında önemli bir artış olduğu gibi, tartışmalara, toplantılara, gösterilere katılan, taraf olanlar da arttı. Neye bağlıyorsunuz bu durumu? Bu referandumun taşıdığı özel bir anlam mı vardı?
– Önce, Fransız burjuvazisi için taşıdığı önemden başlayalım. Avrupa’nın öteki ülkelerinin çoğunda hükümetler, anayasa meselesini parlamentodaki oylamalarla halletme yolunu seçtikleri halde, Chirac’ın niçin böyle bir konuda bir referandum düzenleme riski altına girdiğini, Fransız burjuvazisinin böyle bir yola neden başvurduğunu birçok kişi merak ediyor.
Birçok faktör var burada. Başlangıçta, referendum yapılması kararı alındığı sıralarda, Chirac ve diğer yöneticiler, “anayasaya evet” sonucu çıkacağından emin görünüyorlardı. Chirac’ın hesabı şöyleydi: Sağın bir kesimi Avrupa konusunda oldukça çekimser olmasına rağmen, sonuçta yine kendisinin arkasında saf tutacaktı. (Nitekim büyük ölçüde öyle de oldu.) Sosyalist Parti “evet” çağrısı yapacak ve bu doğrultudaki çalışmanın önemli bir kısmını omuzlayacaktı. Ve emekçiler, sosyal hareketin bileşenleri de sandık başına gitmemeye devam edecekti. Yani hesap, Sosyalist Parti’nin aktif bir şekilde, sağın daha ölçülü bir tarzda “evet” kampanyası yürütmesi ve emekçilerin de sandık başına gitmemesi üzerine kurulmuştu. Zira son yıllarda, özellikle de Avrupa Parlamentosu seçimlerinde sandık başına gitmeme oranı bakımından rekor seviyelere ulaşılmıştı. Hareket zemini buydu.

2007’deki cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimleri ile ilgili hesaplar da yok muydu işin içinde ?
– Hayır buraya kadar değil. Öncelikle Avrupa konusuydu sözkonusu olan. Ve Avrupa anayasasının da, az bir farkla da olsa, kesinlikle kabul edileceğine inanıyorlardı. Burada yaptıkları hata, emekçi kesimlerin Avrupa meselesine ilgisiz davranmalarından hareket etmekti. Halbuki, bu aynı kesimler içerisinde hükümetin politikalarına yönelik hoşnutsuzluk giderek artmaktaydı. Chirac, referandum kararını alırken bir müddet tereddüt etti, ama bir kere kararı aldıktan sonra da, artık geri adım atmanın imkanı yoktu.
Referandum yoluna iki nedenle başvuruldu. Birincisi; belirttiğim gibi, sonucun “evet” olacağına dair kesin bir güven vardı. İkincisi; Fransız burjuvazisi, Avrupa Birliği’nin kurucu temel direklerinden birisinde halkın onayını alarak, kendi projesine meşruiyet kazandırmak istiyordu. Başka herhangi bir Avrupa ülkesinde değil de, özellikle Fransa’da, referandumda alınan halk desteğiyle bu işin yapılması büyük bir önem taşıyordu.
Burjuvazi açısından bu anayasanın önemi nerede yatıyordu? Öncelikle, neoliberal politikayı, AB inşasının her alanına uygulanan anayasa hükmünde bir politika seviyesine çıkarmak esas hedefti. Bu anayasa, esasta tekellerin çıkarlarını ifade etmekteydi. Tekeller, anayasaya dayanarak, tüm Avrupa ülkelerinde kendilerinin çıkarlarını gözeten politikanın uygulanmasını garantiye almak istemektedirler. Meselenin özü burada yatmaktaydı ve tartışmanın esası da bu noktada yoğunlaştı zaten.

– Ama bu politikalar AB ülkelerinde zaten uygulanmıyor mu? AB üyesi ülkeler daha önceki dönemlerde de birçok anlaşmaya imza attılar ve halktan kayda değer bir tepki gelmedi veya tepkisini şimdiki gibi ifade edebileceği ortam doğmadı. Şimdi böylesine önemli bir tepki ifade etmesine yolaçan özel sebepler mi var?

– Emekçilerin neden daha çok ilgi gösterdikleri konusuna geçmeden önce, belirtmek gerekir ki, anayasa ile önceki anlaşmalar arasında bir nitelik farkı var. Avrupa Birliği’nin kuruluşundan bu yana imzalanan tüm anlaşmaların kapitalist emperyalist çıkarları gözettigi ve ona uygun olarak hazırlandıgı doğrudur. Ama örneğin Maastricht veya Amsterdam, Nice anlaşması ile anayasa arasında nitel bir sıçrama vardır. Anayasa, tüm toplumu biçimlendiren bir özellik taşıyor. Bir örnek vermek istiyorum: Anayasanın, ekonomik ve sosyal içerikli birinci ayağından sonraki ikinci esas ayağı, savunma politikaları üzerine olanıdır. Anayasanın bu bölümünde, açık olarak, tüm üye ülkelerin askeri kapasitelerini arttırma göreviyle yükümlü oldukları ve AB’nin, dünyanın her tarafına müdahale edebilecek bir askeri donanıma sahip olmasının zorunlu olduğu belirtiliyor. Burada sözkonusu olan şey, her burjuva anayasasında yeralan “vatanın savunulması” olayı değil, “AB’nin üstün çıkarlarının dünyanın dört bir yanında savunulması”dır. AB’nin üstün çıkarları denen şey ise, ekonomik çıkarlardır. Hammaddelere kolayca ulaşma, enerji kaynaklarından serbestçe ve rakipsiz yararlanma hakkıdır.
Maastricht, Amsterdam vb. gibi önceki anlaşmalar, tek tek ülkelerin ekonomilerini neoliberal kurallar çerçevesinde yeniden düzenlemenin anlaşmalarıydı. Anayasa ile ise, yeni bir aşamaya, politik bir çerçeveye ulaşılmak istenmektedir. Bu politik çerçeve ise, tüm AB ülkelerinde geçerli olacaktır. Anayasanın bizat kendisinde, Avrupa hukukunun tek tek ulusal hukuklar üzerindeki üstünlüğü açıkça ilan edilmektedir. Ekonomik ve sosyal tercihler, serbest rekabetin garantiye alınması ve uluslararası politika konuları, AB’nin karar alanına girmekte ve ulusal hükümetlerin üzerinde bir yere oturmaktadır.
Dolayısıyla, değişen birşeyin olmadığını, anayasada yeralan konuların zaten değişik anlaşmalarla yürürlükte olduğunu sanmak yanlıştır. Eğer kabul edilseydi, anayasada yeralan tüm anti demokratik saldırı formülasyonları anayasa hükmüne kavuşacaktı. Bu, özellikle Fransa gibi, anayasa meselelerinin tarihsel bir önem ve anlam taşıdığı politik bir gelenekten gelen bir ülkede çok hassas bir konudur. Fransa’da yürütülen büyük sosyal ve siyasal mücadeleler, her dönemde anayasal düzeyde de karşılığını bulmuş, onun üzerinde etkili olmuştur.
1945’de faşizmin yenilmesinden sonra yürürlüğe giren anayasa, güçler dengesine etki etme imkanı bulan işçi ve emekçiler için önemli birçok ilerlemeyi içermekteydi. Burjuvazi bu durumu asla hazmetmedi ve ilk fırsatta, 1958’de De Gaulle eliyle, beşinci Cumhuriyet anayasasını yürürlüğe sokarak, birçok hakkı geri aldı. Fransa’daki son anayasa kapışması, bu vesileyle, 1958’de yaşanmıştı ve o zamanın fotoğraflarına bakıldığında, gösterilerde, şimdiki gibi, üzerinde “non” yazan dövizler taşındığı görülecektir.

– Yani emekçi kitlelerin bu referandumda tamamen bilinçli bir oy kullandıklarını, anayasa metni içerisinde yeralan konuları inceleyerek ona göre tutum takındıklarını mı söylemek istiyorsunuz?
– Ulusal ve uluslararası planda tehlikeli bir faşistleştirme süreci yaşanıyor. Bu süreç, Avrupa’da, bu anayasa vasıtasıyla derinleştirilmek isteniyor. Peki bu durum, emekçi halk kitleleri tarafından ne kadar bilince çıkarılıyor? İşçi ve halk hareketi, anayasanın bu bakımdan taşıdığı tehlikenin bilincinde miydi? Sorun bu..
Buradan, bu anayasaya ilerici ve halkçı bir temelde “hayır” kampanyasının nasıl organize edildiğine geçebiliriz. İki aşamadan sözetmek gerekiyor. Başlangıçta, partimizin de kendi imkan ve gücüyle içerisinde yeraldığı anlama, açıklama, bilgilendirme süreci yaşandı. ATTAC vb. gibi kitlesel halk eğitim kuruluşları, bu bakımdan önemli bir görev yerine getirdiler. Anayasa metninin her bir cümlesi ve paragrafı, maddesi tek tek ele alınıp eleştirildi, anlamı ortaya konulmaya çalışıldı. Bu, aslında, sonraki hareketin üzerinde yükseldiği zemini hazırladı. “Anayasaya hayır” hareketi, baştan itibaren ikna edici argümanlarla donanmıştı ve itiraz, gelip geçici konularda değil, esasa ilişkin meselelerde odaklanmıştı. Yani baştan itibaren, önce dar bir çevrede, sonra ise giderek genişleyen çevrelerde bilinçli bir karşı çıkış oldu. Anayasanın tehlikeli bir içeriğe sahip olduğu anlaşılarak, karşı çıkıldı. Tartışmalar yoğunlaşıp derinleştikçe, metnin tehlikeli özü daha çok meydana çıktı. Dolayısıyla bu araştırma, açıklama ve anlatma işi, zor ve önemli bir işti. 450 kadar madde, ekler ve üstelik de anlaşılması zor formülasyonlarla doldurulmuş bir metni, halk kitleleri için anlaşılır hale getirmek, yoğun ve yararlı bir çalışma idi.
Bu arada şunu belirtmek gerekir ki, anayasa metni aylarca kamuoyundan gizli tutuldu. Bu da, metnin içeriğine ilişkin kaygıların güçlenmesine sebep oldu. Aslında referanduma sunulacak metnin içerisinde, şimdiki metnin 3. bölümü yeralmıyordu. Buna sadece bir gönderme yapılıyor ve zaten kabul edilmiş olduğu varsayılıyordu. Metnin içeriğini anlamaya çalışanlar, uzun bir süre internet üzerinde ve öteki kaynaklardan, bu üçüncü bölümün ne olduğunu anlamaya çalıştılar.

İspanya referandumu yapıldığında, seçmenlerin bu üçüncü bölümden haberdar olmadıkları ve okumadıkları bir anayasayı onayladıkları belirtiliyor.
-Evet, İspanya’da seçmenlerin ezici bir kesiminin hiç anayasa metnini görmeden oy vermeye zorlandıkları doğrudur. Yani bu, hem tehlikeli bir metin, hem de onu hazırlayan ve oya sunanlar, manipülasyonlar yapıp yalana başvuruyorlar.
Halk hareketine gelince.. Zaten, yürürlüğe soktukları neoliberal reformlardan dolayı, Chirac-Raffarin hükümetine karşı genel bir hoşnutsuzluk vardı. Grevler, genel eylem günleri, büyük mitingler vasıtasıyla kendini ifade eden güçlü bir hareket sözkonusuydu.
Kampanya işte bu iki temel üzerine oturdu. Anayasanın içeriğini, taşıdığı tehlikeleri ortaya koyan bir araştırma inceleme faaliyeti ile, zaten hoşnutsuzluk ve kaynaşma halindeki işçi ve emekçi hareketinin birleşmesi, yakınlaşmasından, bu büyük “hayır” hareketi doğdu. Sendikal politik cephede çalışma yürüten militanlar, komiteler ve kollektifler şeklinde örgütlendiler. Bu kollektiflerin, anayasanın içeriği üzerine tartışmaları derinleştirmenin yanısıra en önemli görevleri, “hayır” sonucu çıkabileceğine inanç duymak ve bu doğrultuda bir çalışmayı tabanda örgütlemeye karar vermeleridir. Yani fabrikalarda, işyerlerinde, semtlerde somut bir çalışma yürütmek ve buraların emekçilerini, sandık başına giderek “hayır” demeye ikna etmek gerekmekteydi. Bu, çok önemli bir karar ve tercihti. Zira, kazanmanın önündeki en önemli engel, pasif tepki ve sandık başına gitmeme durumu olabilirdi.

Kampanya boyunca ülke çapında 1000 kadar komite kurulduğu belirtiliyor. Bu komite ve kollektifler nasıl kuruldu? Bunların öncülüğünü ve çağrısını kim yaptı?
– Kampanyanın sonlarına gelindiğinde, dediğiniz rakama ulaşılmıştı. Önce, aralarında Fransız Komünist Partisi (FKP), Devrimci Komünist Liga (LCR), Yeşiller Partisi ile Sosyalist Parti’nin muhalif kesimleri, Köylü Konfederasyonu gibi siyasal ve sendikal çavrelerin desteklediği ve adına “200’ler çağrısı” denen bir çağrı yapıldı. Neoliberal anayasaya “hayır” oyu verilmesi çağrısı yapan bu metin, bu komiteler için bir nevi platform görevi gördü. Partimiz, faaliyet yürüttüğü her alanda, bu komitelerin içerisinde yeraldı.

Bu konuya girmişken, partinizin bu kampanya boyunca yürüttüğü çalışmadan da biraz söz eder misiniz? Hedefleriniz neydi, nasıl ve hangi yöntemlerle yürüttünüz çalışmanızı?
– Partimiz kuruluşundan bu yana, Avrupa inşası ile ilgili meselelere özel bir önem verdi. İnşa edilmekte olan Avrupa’nın gerici ve emperyalist karakterde olduğunu her zaman belirttik. Avrupa ile ilgili tutumumuzun temelinde bu tespit yatmaktadır. Zaten bu nedenle de, Maastrich referandumu sırasında da “hayır” oyu verilmesi çağrısında bulunmuştuk.
Anayasa meselesi gündeme geldiğinde, daha Fransa’da bir referandum yapılması kararı alınmamışken, biz, referandum yapılmasını ve muhtemel bir referandumda da “hayır” oyu verilmesi gerektiğini belirtmiş, tutumuzu böyle ilan etmiştik. Başka güçler de, aynı doğrultuda çağrı yaptılar. Sonra referanduma karar verilip de, sözünü ettiğimiz “200’ler çağrısı” yapıldığında, bir tercih yapmak gerekiyordu. Bu çağrı metninde, bizim de tümüyle paylaştığımız görüşler, neoliberalizm eleştirisi vb. olmakla birlikte, bir de, “başka bir Avrupa”, “sosyal Avrupa” vb. üzerine, bizim paylaşmadığımız görüş ve tahliller de yeralmaktaydı. Biz, kapitalist emperyalist bir Avrupa’nın aynı zamanda “sosyal”, “demokratik” vb. olamayacağını düşünüyoruz.

“Sosyal Avrupa” tezini ileri sürenler de, belirli bir değişimi önkoşul olarak ileri sürmüyorlar mı?
– Kapitalist emperyalist Avrupa’nın, daha sosyal ve demokratik içerikli başka bir yönelime girmesini beklemek bir illüzyondur. Burjuvazinin, ittifaklara girişerek ya da tek başına, dünya pazarlarında aslan payını elde etmek için mücadele içerisinde olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Avrupa Birliği inşası da bu mücadelenin unsur ve araçlarından birisidir. ABD, Japonya vb. büyük güçlere ve bloklara karşı mücadele çerçevesinde bir anlam taşımaktadır. Bu, Avrupa’nın kuruluşundan itibaren sahip olduğu, bugün ise daha çok berraklaşan hedefidir.
“Bir başka Avrupa” konusu, onu oluşturan devletlerin doğasından, karakterinden ve o ülkelerde devrimci sınıf mücadelesinin durumundan ayrı ele alınamaz. Bizce, mevcut emperyalist sistem içerisinde “bir başka” Avrupa’nın gerçekleştirilebileceğini söylemek, bir illüzyondur.
Peki böyle bir illüzyona sahip güçlerle birlikte olunmaz mı, ya da bu durum, birlikte mücadele örgütlemenin engeli olabilir mi? Bizce hayır. Tabii ki, illüzyon yayan fikirleri eleştireceğiz, ama bu, birlikte “neoliberal anayasaya hayır” kampanyası yürütmenin önünde engel olamazdı. Partimiz bu konuyu tartıştı ve bilinen tutumunu almayı irade birliğiyle kararlaştırdı.

Uzun yıllardan beri ilk defa, FKP, troçkistler vb. gibi reformist güçlerin dışında kalan solun bir bölümünün, böyle bir kampanyada ortak hareket ettiklerini gördük. Partiniz de bu konuda özel bir çaba sarfetti. Bununla ilgili neler söylemek istersiniz?
– Partimizin asıl çalışması kollektifler içerisinde oldu. “Hayır”ın kazanması, bu kollektiflerin kurulmasına, iyi işlemesine ve emekçileri sandık başına gitmeye ikna etmesine bağlıydı. Parti, tek başına olsun, başka güçlerle birlikte olsun, bütün çalışmasını, referandumda “hayır”ın kazanması hedefine bağlayarak yürüttü. Birincil görev, emekçi saflarda sandığa gitmeme eğilimine karşı mücadele idi. Bu da, tabii ki, hükümetin politikalarına, anayasada ifadesini bulan neoliberal Avrupa politikalarına karşı bir mücadeleyi, bir aydınlatmayı zorunlu kılmaktaydı. Fransa hükümetinin hoşnutsuzluk ve öfke yaratan politikaları ile Avrupa politikaları arasındaki ilişkinin anlaşılması ve tepkinin sistemin kendisine kanalize edilmesi önem taşıyordu. Bunun anlaşıldığı yerde, “anayasaya hayır” oyunun çıkması garanti edilmiş olacaktı.
Sözünü ettiğiniz öteki sol gruplarla işbirliğimize gelince, onlarla ortak buluşma noktası, neoliberal Avrupa’nın eleştirisi ya da anayasa metninin reddedilmesi sınırlarının ötesinde bir noktadır. Bu örgütlerle birlikte Paris’te 5 Mayıs’ta ortak bir toplantı düzenledik, bu toplantıya 15 kadar yerli ve yabancı örgüt destek verdi. Bu toplantının ayırdedici özelliği, enternasyonalist karakteri idi. Diğerlerinin yanısıra, Afrika’dan partiler ve EMEP de destek verdi. Hem bileşimi, hem de içeriği itibarıyla enternasyonalist bir toplantıydı bu. Burada, bu neoliberal anayasa karşı olunduğu kadar, halkların dayanışmasından yana olunduğu mesajı da verildi.
Afrika’dan, Avrupa’dan, Türkiye’den örgütlerin katıldığı ve destek verdiği bu toplantı, kampanya boyunca düzenlenen tek gerçek enternasyonalist girişimdi ve bir eksikliği tamamladı.

Bu toplantının ötesinde, ortak çalışmanın tümü hakkında bir değerlendirmeniz var mı? Önümüzdeki dönemde bu çalışmayı devam ettirme olanakları nelerdir?
– Değerlendirme süreci başladı. Tabii ki, anti emperyalist, anti tekel ve enternasyonalist bir odağın şekillenmeye başlaması bakımından olumlu bir gelişmedir. Şimdi bunu oluşturan güçlerin önündeki görev, katılabilecek öteki güçleri de içine çekerek, ileri adımlar atmaktır. Burada, kitlesel “hayır hareketi”nin dışına çıkmamak, ondan tecrit olmamak önem taşıyor. Aksine, içerisine daha çok nüfuz etmek ve hareketi ileriye çekecek bir perspektifle davranmak zorunludur.
Ortak çalışma, esas olarak, bu 5 Mayıs toplantısının hazırlanması çerçevesinde oldu. Onun ötesinde, bizim ve birlikte hareket ettiğimiz örgütlerin çalışma yürüttükleri alanlarda toplam 50 bini aşkın bildiri dağıtıldı, 1 Mayıs gösterilerine katılındı. Birlikte hareket eden örgütlerin tabanında bir yakınlaşma sağlandı ve ileride de ortak çalışmayı devam ettirme isteği yaratıldı.

– Referandumdan “hayır” oyu çıktı. Bu tabii ki, bu doğrultuda çalışma yürüten güçler ve genel olarak emekçi kitleler için bir başarıdır. Peki ama, şimdi ne olacak? Avrupa’da ve Fransa’da bir krizden sözediliyor. Sizce bir çıkış yolu bulabilecekler mi? Avrupa’yı ve Avrupa içerisinde Fransa’yı nasıl bir gelecek bekliyor?

– Olaya burjuvazinin cephesinden bakıldığında, mevcut neoliberal politikayı izlemek haricinde bir seçeneklerinin olmadığı görülüyor. Referandumdan çıkan sonuç, Avrupa Birliği’nin inşa felsefesini temelden değiştirecek bir anlam taşımıyor. Avrupa çapında kriz unsurlarının biriktiğini, AB’yi oluşturan Almanya, Fransa, İngiltere gibi büyük güçler arasında gerginlik olduğunu görüyoruz. Bir yeni güç paylaşımı kavgasının teşvik ettiği bu krizin nasıl gelişeceği ve nasıl aşılacağını tümüyle tahmin etmek zordur tabii ki. Zira bu kriz, emperyalist sistemin dünya çapındaki genel krizinden ayrı ele alınamaz.
Bu referandumda başarısızlığa uğrayan şey, neoliberal anayasayı halka yutturma girişimidir; bu, sonuçsuz kalmıştır. Fransa ve ardından Hollanda’da ortaya çıkan durum, bu anayasa projesinin öldüğü anlamına gelmektedir.

Bir süre için ara verme ve sonra yeniden aynı metni gündeme getirme ihtimali de var. Mesela Fransa’da yeniden aynı metin üzerinde bir oylama, referandum yapılabilir mi?
-Hayır, yanılıyor da olabilirim, ama bunu, çok zayıf bir ihtimal, hatta imkansız olarak görüyorum. Burada iki şeye dikkat etmek gerekiyor. Bir, hükümetler krize nasıl bir çözüm bulabileceklerdir, iki, halk hareketi hangi mecrada yürüyecektir. Bizim, ancak halk hareketinin gidişatı üzerinde bir etkimiz olabilir ve elimizden geldiğince bunu yapmaya çalışacağız. Öte yandan, işçi ve halk hareketinin tüm Avrupa ülkelerinde eşit seviyede seyretmediğini de hesaba katmak gerekir.
Burjuvazi, tabii ki, uzlaşmaya dayanan “çözümler” bulacaktır. Bulunan çözümlerin kalıcılığı, sürtüşme halindekilerin aralarındaki güç ilişkilerine bağlı olacaktır.
Fransa’da ise, burjuvazinin işi biraz daha zor ve karmaşıktır. Fransa’da iktidar tahterevallisinin iki temel partisi, yani Chirac’ın merkez sağ partisi ile Sosyalist Parti bu referandumda aynı tarafta yeraldılar ve yenildiler, kampanyadan zayıflayarak çıktılar.
Chirac’ın ve ülkeyi yönetenlerin referandum sonuçlarından doğru ders çıkarmadığı görülüyor. Sağ’da önemli bir liderlik çekişmesi var. İlk defa iki başbakanlı bir durum doğdu. Chirac, bölünmeyi durdurmak için, birbiriyle rekabet eden eğilimlerin ikisini de hükümete almak zorunda kaldı. Ne kadar süreceğini izleyip göreceğiz.

Yeni kurulan hükümeti, bir intikam ve savaş hükümeti olarak niteleyebilir miyiz?
– Hükümet programının aynı neoliberal çizgi üzerinde olduğu görüldü. Sağcı bir hükümetin bundan başka bir politika izlemesini beklemek de yanlıştır zaten. Çünkü bu, tekellerin politikasıdır. Sorun, bu politikanın nasıl hayata geçirileceği sorunudur. Bu bakımdan Sarkozy’nin hükümette yeralıyor olması, bir veridir. Sarkozy’nin açıkça neoliberal politikaların savunucusu olduğunu ve bunu uygulamak için şiddet de dahil her yola başvurmaktan yana olduğunu herkes biliyor.
Evet, bu, halka karşı saldırı politikası yürütecek bir savaş hükümetidir. Ama tek problem, karşısındaki halk hareketidir. Halk, sandıkta görüşünü ortaya koydu ve saldırıların devam etmesi halinde direnişe devam edecektir.

– Bu direniş eğilimi, şimdi referandumdan sonra da devam eder mi?

– Devam ediyor bile. İki örnek vereyim: Bretagne bölgesinde liman ve gemi işçilerinin eylemi oldu. Fransa ile İngiltere arasında ulaşım yapan şirket, İrlandalı işçileri işten atıp, yerine, çok düşük ücretle, Filipinlileri ve bazı Doğu Avrupa ülkelerinden gelen denizcileri işe aldı. Ve Roscof limanının tüm çalışanları, halkın da desteğini alarak, eyleme geçtiler. İşçileri kendi aralarında rekabete sürükleyen Avrupa direktiflerinin somut yansımasının işte bu olduğunu anladı ve anlattılar.
Daha dün demiryolu işçileri eylemdeydi. Yük taşıma işlemlerinin özel şirketlere devredilmesine karşı çıkan demiryolcular, raylara barikatlar kurdular.
Bu her iki örnekte görüldüğü gibi, dün “anayasaya hayır” oyu için kampanya yürütenler, bugün somut ekonomik ve sosyal talepleri için mücadele alanlarında buluşuyorlar. Referandum sürecinde oluşan “hayır hareketi”, sadece yarınki neoliberalizme değil, bugün bizzat kendisini etkileyen neoliberalizme de karşıdır ve ona karşı mücadele içerisindedir.
Biz bu hareketin devam etmesi, birleşik bir karakter kazanması için çaba sarfedeceğiz.

– Sonbahar aylarında güçlü bir hareket beklentisi var mı?
-Önceden tam olarak nasıl gelişeceğini söylemek mümkün değil. Şimdi gerçekleşen şey, neoliberalizmin ve onun uygulayıcılarının reddedilmiş olmasıdır. Şimdi ortak bir mücadele, başarı ve hatta bir zafer tecrübesine sahip bir sosyal, siyasal, kitlesel hareket var. Bu da, daha hızlı bir reaksiyon ve daha büyük çaplı bir seferber etme kapasitesine sahip bir hareketin varlığı anlamına gelir. Somut olarak nasıl gerçekleşeceğine ise, sabredip bakmak gerekir. Sonbahar tabii ki önemli. Çünkü, hükümetin kendisi de, zaten 100 gün müsade istedi ve bu süre sonbaharda doluyor. Bu dönemde, hükümetin programında yeralan ve en çok tepki toplayan özelleştirme vb. uygulamalar da yürürlüğe konacak. Bir nevi, sonbahara randevu veren hükümetin kendisidir.

– Bu referandumdan en zararlı çıkan güçlerden birisi de Sosyalist Parti oldu. Kampanya süreci ve sonuçlar, bu partideki bölünmeyi arttırdı. Sosyalist parti nereye gidiyor?
Sosyalist Parti’de ortaya çıkan bu kriz ve çatlama, solda yeni oluşumlara yolaçabilir mi? Almanya’da Lafontaine ile Gysi’nin başını çaktiği ve PDS ile yeni kurulan WASG partileri arasında bir yakınlaşma ve seçim ittifakı oluşuyor. Benzer bir girişim burada da eski sosyalist başbakan Laurent Fabius’un liderliğinde ve FKP’nin, LCR’nin, Köylü Konfederasyonu ve ATTAC’ın, Yeşiller ve Sosyalist Parti’nin bir bölümünün katılımı ile gerçekleşebilir mi?

-Üç şeyden sözetmek istiyorum. Birincisi, bu anayasaya karşı oluşan cephe içerisinde sadece bu güçler yok. Partimiz ve başka anti-tekel temelde mücadele yürüten güçler de var. Yani sorun, sadece büyük partiler arasındaki pazarlıklar sorunu değildir. Biz de bu panorama içerisinde yeralıyoruz. Başından beri yeraldık, bundan sonra da bulunmaya devam edeceğiz.
İkincisi, hareketin kendi gerçekliği ve kendi dinamikleridir. Onun üzerinden pazarlık yapacak olanların bu durumu hesaba katmaları gerekmektedir. Bu kitle hareketinin ortaya çıkardığı bir gerçek de, hareketin, partilerin kısa vadeli kombinezonlarında bir piyon olmak istemediğini ortaya koymasıdır. Bu, partilere karşı olunduğu anlamına gelmemekte, onun tarafından kullanılmaya karşı olmayı ifade etmektedir. Hareketin beklediği şey, bir nöbet değişimi değil, alternatif bir oluşum ve çizginin ortaya çıkmasıdır. Şimdi arayış bu yöndedir. 2007 seçimlerinde avantaj elde etmek için hareketi kullanmaya kalkışan herkes, hızla bu hareketin dışına düşecektir.
Üçüncü olarak da, bu kampanyanın ortaya çıkardığı dersleri iyi özümsemek gerekmektedir. Neoliberalizme karşı mücadelenin neden gerekli ve doğru bir şey olduğu ortaya yeniden ve yeniden konulmalı ve bu hareketin dinamiklerine dayanılarak gerçek bir alternatifin yaratılması için çalışılmalıdır.

Son bir soru da Türkiye üzerine sormak istiyorum. Referandum kampanyası boyunca Türkiye’nin  AB’ne girip girmemesi meselesi yoğun olarak tartışıldı. Başta ırkçı gerici partiler olmak üzere tüm burjuva partileri konuyu seçim malzemesi yaptılar. Ama referandum sonrasında yapılan kamuoyu yoklamaları, Türkiye konusunun seçmen tercihinde çok cüzi bir rol oynadığını ortaya koydu. Sizin bu konu hakkındaki gözlemleriniz nelerdir, değerlendirmeniz nedir?
– Türkiye konusunun insanların tercihlerinde çok marjinal bir yer tuttuğunu düşünüyorum. Kampanya süreci, asıl konunun ne olduğunu ortaya çıkarma bakımından olumlu oldu. Halk, neoliberalizmin Fransız ve Avrupalı tüm versiyonlarına hayır demek için sandık başına gitti. Türkiye’nin AB’ne girme konusunu öne çıkarmak ve gerici önyargıları teşvik etmek için çabalayanlar, asıl meseleyi gizlemek için manevra yapanlar olarak algılandılar. Asıl mesele, Avrupa’nın ve Chirac hükümetlerinin neoliberal politikalarına karşı çıkmaktı. Bu hedeften sapma manasına gelen herşey, seçmen tarafından bir kenara atıldı.
Bize gelince, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesi konusunda EMEP’in belirtmiş olduğu görüşleri değerlendirdik biz. Yani AB’ne girmenin, herşeyden önce Türkiye halkının çıkarına olmadığını açıklayan görüşü destekledik. EMEP’in bu konuda ileri sürmüş olduğu görüşler, yoldaşlarımızın burada neoliberal Avrupa anayasasına karşı yürüttüğü kampanyayı destekleyen, kolaylaştıran bir işlev gördü. Bizce Fransa’da “anayasaya hayır” için mücadele, Türkiye’de AB’nin gerici-emperyalist karakterini teşhir ederek mücadele eden yoldaşlara, ilericilere de bir destek anlamına gelmekteydi.
– Teşekkürler.

İspanya: Marksist-Leninist partiye doğru

İspanyol Marksist-Leninistlerinin tek partisini oluşturmaya yönelik heyecan verici görev gelişme kaydetmekte. Kesintilere, birçok zorluk ve soruna rağmen ilerledik. EKİM’in de üyesi olduğu Komünist Örgütler Ulusal Komitesi (CEOC), tüm İspanya çapında delegelerin ve CEOC ile ilişkisi olan örgütlerin katılımıyla geçen Şubat ayında II. Konferansı’nı yaptı. Ayrıca yeni ortaya çıkan Katalonya Komünist Örgütü’nden de bir delegasyon, tartışmalara doğrudan ve özgürce katılım hakkıyla davetli olarak Konferans’ta yer aldı. Gündemde esas öneme sahip iki konu vardı: “Nasıl bir Parti’ye ihtiyacımız var?” ve “İşçi hareketi ve sendikal hareket üzerine”. Her iki konu da haftalar öncesinden bütün birimlerde tartışılmış, düzeltme ve önerileri alınmıştı. Böylece çalışmalar hızla ve verimli bir biçimde ilerlemişti. Birkaç yıl öncesinde fikirler ve tutumlar konusunda birleşmek mümkün olmadığı halde, ideolojik ve teorik birliği sağladık. Şimdi görevimiz, günlük çalışma konusunda bütün örgütlerin pratiğini uyumlu hale getirmektir ki, ilkelerde birlik sözkonusu olduğundan, bunu sağlamak zor olmayacaktır.
Ne var ki, katettiğimiz yol güllerle döşeli değildi. Öncelikle, karşılıklı sınırlı bilgi nedeniyle her zaman ortaya çıkan “ötekine karşı” güvensizliği yenmek gerekti. Bu nedenle, uzun bir zamana ihtiyacımız vardı; sadece fikirleri tartışmak ve çatışmak için değil, aynı zamanda –ki bu ikincil bir sorun değildir– uzun ve bazen sıkıcı toplantılarda, Gençlik Kamplarında, İspanyol buruva hükümetine karşı günlük politik mücadelede, her tür reformist akımlara karşı sendikal mücadelede, Cumhuriyet için ve Franko’nun dayatması monarşiye karşı mücadelede vb. kişisel ilişkileri derinleştirmek ve birlikte yaşam açısından da bu gerekliydi. Ayrıca Marksist-Leninist Parti ve Örgütler Uluslararası Konferansı’nın (MLPÖUK) varlığı ve pratiğinin de başlangıçtan beri bizim açımızdan büyük yardımı olduğunu vurgulamamız gerekir. CEOC’ta yer alan diğer örgütlerden yoldaşları daima Konferans’ın çalışmaları ve açıklamaları hakkında bilgilendirmeye devam ettik. Konferans’ın bazı oturumlarına CEOC’dan yoldaşların da katılımı gerçekten olumlu oldu. Sadece Ekim Komünist Örgütü değil, CEOC mensubu diğer örgütler de, MLPÖUK’nı, en ileri uluslararası Komünist örgütlenme olarak ele alıyor ve gelecekteki Enternasyonal’in embriyonu olarak görüyorlar.

*
Ayrıca CEOC içerisinde de manevralara karşı da mücadele etmek zorundaydık. Bunlar, harekete yabancı unsurların teşvik ettiği, “koşullar henüz olgunlaşmış değil” diyerek birliği engellemeye ve geciktirmeye çalışan; sendikal mücadeleyi bir kenara bırakan ve onu kendiliğindenciliğe ve elitçi anarşizme teslim eden, reformist sendikalar içinde çalışmayı değersiz bulan ve buna karşı çıkan unsurlardı. Proletarya ve kitleler neredeyse komünistlerin oralarda çalışma yürütmesi gerektiğini öngören leninist öğretiyi anlamayan unsurlardı. İspanya’daki başlıca büyük sendikalar olan CC.OO ve UGT’nin reformist ve sosyal-ihanetçi oldukları ve üst düzey liderlerinin kapitalizme çok iyi hizmet ettikleri kesindir; fakat sendikalı işçilerin büyük çoğunluğunun bu iki sendikada örgütlü oldukları da bir gerçektir. Sendikalı işçiler sınıfın küçük bir kesimini oluştursa da elimizde olan budur…. Bu, çalışmalarımızı bu sendikalarla sınırlayacağımız anlamına gelmediği gibi, binlerce işçiyi kendi kaderine terkedeceğimiz anlamına da gelmez. Sendikaların reformist olmaları (ki İspanya’da hep böyle olduklarını söylemek gerekir) bunlar içerisinde çalışmaya son vermemiz anlamına mı gelir? Konferansa sunulan belgede de vurguladığımız gibi: “Kesinlikle hayır. İşçi hareketine müdahalemiz kesinlikle sendikal alanla sınırlı olmak zorunda değilse de, her bölgenin kendi somut koşullarından yola çıkarak işçilerin kendilerinin oluşturduğu platformlar, komiteler vb. diğer organik yapılarla da birlite çalışmamız gerekir; işçilerin kendi gücüne güven duymasını sağlamak için esas yapılması gereken sınıfı birleştirmektir ki bu da kitlelerin olduğu her yerde oportünistlere karşı mücadeleyi gerektirir.”
İspanya’da yeni Marksist-Leninist parti henüz doğmadı, hala oluşum halinde; ama oluşmadan önce onu yıkma ve sabote etme çabasıyla sınıf düşmanları bize saldırmaya ve karalamaya başladı bile. Bazısı örtülü bazısı açıktan yapılan bu tür saldırılar, farklı alanlardan olmakla birlikte, ilginçtir ki, hepsi de, zamanında revizyonist partiye bulaşmış çevre ve gruplardan geliyor. Bu bir tesadüf değildir. Bugün parçalanmış ve işlevini yitirmiş durumda olan eski İKP’den kopan kesimleri gözlemek kesin bir gerekliliktir. Bunların arasında bu durumdan çıkış yolu arayan dürüst insanlar, içten militanlar da var. Bunların birçoğuyla birlikte çalışma yürütüp iyi de sonuçlar aldık. Ancak ne yazık ki bunların arasında, revizyonist parti ile organik bağlarını koparmış olmakla birlikte ideolojik bağları devam eden, reformist ve belirsiz tutumlarını sürdüren, büyük ihanetçi Santiago Carrillo’nun tohumlarını attığı anti-Leninist ideolojiyle bulanmış birçok unsur da var. İlkel ve kindar anti-Stalinizmden ise daha söz etmedik. Bu unsurlar çoğu zaman tutumlarının objektif olarak anti-komünizme denk düştüğünün farkında değiller. Bu nedenle bizim gibi, bugün hala İspanya’da var olmayan komünist partinin yeniden inşası için yıllardır çaba gösterenlere saldırıyorlar. Bu nedenledir ki, bu duruma karşı durmak için Mmarksist-Leninist, ya da aynı anlama gelmek üzere devrimci bir partinin yaşamsal gerekliliği konusunda ısrarlı olmamız gerekir. Reformistleri, sosyal demokratları ve diğer komünizm düşmanlarını rahatsız eden nedir? Onları rahatsız eden, onlara zarar veren, Marksist-Leninistlerin –örneğin şiddete dayalı devrim ilkesinin genel geçerliliği konusundaki– açık ve tutarlı tutumlarıdır. Yıllardır sınıf mücadelesinin artık geçmişte kaldığını, proleter sınıfın artık varlığını yitirdiğini -son dönemlerin moda teorisi- çünkü globalleşmeyle birlikte onun artık “preker sınıf”a (yani, çalışacak iş bile bulamayan en alt tabaka– ç.n) dönüştüğünü iddia ediyorlar. Sınıf mücadelesi tarihin motor gücü müdür?
Onlara göre, bunlar eski, nostaljik teorilerdir: Sosyalizm şiddete başvurmaksızın pasif yollardan, parlamenter yoldan da gerçekleştirilebilir. Burjuvazi çok daha medeni hale geldi, öylesine ki, iktidarının proleter sınıf tarafından ele geçirilmesine şiddet yoluyla karşı gelmeyecektir… Bu, kendisini dayatan bir delilin görmezden gelinmesi, tarihin, tüm geçmiş deneyimlerin (ve gelecek olanların) inkarı anlamına gelir. Burjuvazinin ve onun esas ifadesi olan emperyalizmin doğasında hiçbir değişim olmamıştır, olamaz da. İnsanın insan tarafından sömürüsüne, örneğin Afrika’da açlığı ortadan kaldırmaya, yağma savaşlarına son vermeye karar veren, toplumsal gelişmeden yana tutum alan medeni varlıklar haline gelmemişlerdir. Kendi sınıf imtiyazlarını korumak, karlarını arttırmak için burjuvazi, emperyalizm değişik şekillerde ortaya çıkan –ekonomik tedbirlerden baskılara ve ihtiyaç duyarsa açık savaşlara kadar– sınıf şiddetini arttırmıştır. Globalleşme, iş güvencesinin olmaması, işten çıkarma, kazanılmış sosyal hakların tek tek budanması, özelleştirme vb. değilse nedir? Yalnızca büyük devrimleri değil, fakat örneğin Küba’ya ambargoyu, Nikaragua’daki manevraları, Venezuella’da Chavez’in yaptığı ufak tefek reformlara karşıyı tepkiyi de akılda tutmak gerekir. Biz komünistler, sadece şiddet kullanılsın diye şiddet istemiyoruz. Şiddet; burjuva devletin, emperyalizmin halka karşı, kendi dayatmalarını kabul etmeyenlere karşı kullandığı yoğun şiddetin gereği olarak ortaya çıkar. Hayır, burjuvazi ayrıcalıklarını kendi rızasıyla terkedecek kadar medenileşmemiştir. 
Saldırıların, daha önce de belirttiğimiz gibi, komünist hareketin saflarındaki ajanların gizli, ikiyüzlü, alçakça saldırılarının ortaya koyduğu da budur. Herşeyi doğru adlandırmak gerekir. Bazen bize, bu yolda ilerlemek için nasıl hareket ettiğimiz soruluyor. Bu makalede bunun yanıtı kısmen var; ama özetlemek gerekirse, şunları belirtmeliyiz: Açıklıkla konuşarak, tutumumuzu açıktan ortaya koyarak, başkalarının tutumunu reddetmeyerek, açık tartışmalar yürüterek, ortak noktalar arayarak, varılan anlaşmalara uyarak ve titiz bir saygı göstererek. Hepsinden önemlisi ise, esas dayanakları, yani Marksist-Leninistlerin, bir başka deyişle biz KOMÜNİSTLERİN savunması gereken ilkeleri belirleyerek. Buna ek olarak da, politik durum üzerine günlük çalışmada ortak planlar belirleyerek; çünkü sınıflı bir toplumda yaşıyoruz ve sınıf mücadelesi –döneklere rağmen– varlığını sürdürüyor ve bu mücadele, komünistlerin yer alması gereken, ertelenemeyecek bir mücadeledir. Bir diğer önemli soru da şudur: Politik taktiklerimizin doğruluğunu günlük çalışma içerisinde değilse başka nerede sınayabiliriz? Bu, başından beri CEOC içerisinde yer alanların açıkça bildiği bir konudur. Eylem çizgilerimizi oluşturmak için derin tartışmalar yürüttük. Hiçbir şey kendiliğinden ortaya çıkmaz. Herşey tahlillerin, alınan kararları uygulama ve doğru ya da yanlış olduğumuzu ortaya koyma çabasının bir ürünüdür. Marx’ın da ünlü “Feuerbach Üzerine Tezler”de belirttiği gibi, doğrunun kriteri pratiktir.
“[Pratik,]  insanın düşüncesinin doğruluğunu, bir başka deyişle gerçekliğini, gücünü, ‘dünyevi niteliğini’ gösterdiği yerdir.”
“…Yaşamın bakış açısı, pratik, bilgi teorisinin birincil ve temel noktası olmalıdır…” (Lenin)
“Devrimci pratik ile çözülmez bir bağ kurması durumunda teori, işçi hareketinin yenilmesi zor bir gücü haline gelir.” (Stalin)
Teori haline getirilemeyecek hiçbir şey yoktur, ancak onun doğruluğunu kanıtlayacak olan pratiktir. Ya da şöyle denebilir: Teori, pratiğe dayanarak doğar. İşçi hareketi tarihinde, günlük, somut pratiğin, oportunist tutumları ya da şu ya da bu kimselerin yanlışlarını nasıl darmadağın ettiğinin sayısız örnekleri vardır. Gerçeklerin inadı diye adlandırdığımız budur: Çarpıtmalara ve ayrıntılı tartışmalara rağmen, sonunda galip gelen onlardır. Biz İspanya komünistleri bu adımları atmaktayız. Zorluklara ve sorunlara karşı, düşmanlarımızın oyun ve çarpıtmalarına karşı, planlanan yolda ilerliyoruz.

Asgari Ücret Tartışmaları Üzerine

IMF Birinci Başkan Yardımcısı Anne Krueger’ın Türkiye’deki temasları sırasında dile getirdiği asgari ücretin yüksek olduğu yönündeki açıklamaları ve bu açıklamaların ardından sermaye çevrelerinin harekete geçmesi, IMF’nin rolü ve işlevini bir kez daha gözler önüne sermiştir. IMF sözcüsünün açıklamalarının ardından, Ankara Sanayi Odası (ASO)’nın alelacele bir asgari ücret dosyası ile ortaya çıkması, IMF’nin bir “dış güç” olmadığını; kapitalist sınıfın emekçilere yönelik kapsamlı saldırı programının teorik ve pratik çerçevesini belirlediğini göstermektedir. ASO’nun gündeme getirdiği asgari ücret tartışmasına hükümet kanadından Çalışma Bakanı’nın destek açıklamalarına bakılırsa, sermaye cephesi, emekçilere karşı geniş kapsamlı bir saldırı hazırlığı içindedir.
ASO’nun asgari ücret konusundaki görüşlerini bir kez daha hatırlayalım. ASO Başkanı Zafer Çağlayan, Başbakan’a rapor olarak sunacağı istihdam ile ilgili önerilerini şöyle açıklamaktadır: “Asgari ücretlinin eline net 350 milyon lira geçiyor. ‘Bu para fazla’ dersek vicdansızlık yapmış oluruz. Ama bir asgari ücretli için işveren de bir o kadar daha ödüyor. Çin’de asgari ücret 25- 75 dolar arasında, bizde ise işverene maliyeti neredeyse 500 dolar. Çinli’nin bir yılda aldığını biz 1 ayda ödüyoruz. Asgari ücret üzerindeki vergi yüklerini azaltmak hatta kaldırmak gerekiyor.” Çağlayan, istihdam yükleri açısından, OECD üyesi ülkeler içinde Türkiye’nin şampiyon olduğunu, bu yüzden sigortasız işçi çalıştırılmasının yaygın olduğunu öne sürmektedir. Bu nedenle asgari ücretin yapısının ve sisteminin yeniden tartışılmasının şart olduğunu belirten patron örgütü başkanı, “Birçok ülkede asgari ücret ya hiç uygulanmıyor ya da bölgesel uygulanıyor. Asgari ücreti bölgesel ve sektörel olarak yeniden belirlemeliyiz. Doğu ve Güneydoğu bölgesine teşvik uygulanıyor. Biz bu bölgede Türkiye’nin Çin’ini yaratalım. Bununla ilgili çalışmayı yapıyoruz. Raporu tamamlayıp Başbakan’a sunacağız.” demektedir.
ASO Başkanı, Türkiye’de kayıt dışı istihdamın yaygın oluşuna vurgu yaparak, şunları eklemektedir: “Hiç kimsenin isteyerek yanında sigortasız işçi çalıştırma düşüncesinde olduğuna inanmıyorum. Bu işi illegal yapmak yerine, biz o geri kalmış bölgeleri (en azından Çin rekabetinde) acaba Türkiye’nin Çin’i yapabilir miyiz? Özellikle emek yoğun sektörleri oraya götürerek, dünya ile rekabet edebilecek sektörleri oraya götürerek, ihracatı ön plana çıkararak bunu yapabilir miyiz? Buna bakılması lazım.”
ASO Başkanı, bu konuda hazırladıkları 3 kademeli öneriyi ise, şöyle açıklamaktadır: “Türkiye’deki 81 ilden, 49’u teşvik kapsamına alındı. Bunlardan 19’u çok yoksul iller. Bu iller asgari ücrette 1. bölge olarak kabul edilsin ve farklı bir asgari ücret uygulansın. Örneğin, 350 milyon yerine, 250 milyon lira. Yasal olarak takip edilebilmesi için yüzde 1 oranında SSK ve yine yüzde 1 oranında vergi konulsun. Bu uygulama 10 yıl süreli olabilir. 2. bölge ise teşvik kapsamındaki diğer 30 ili kapsayabilir. Asgari ücretten kesilen 86 milyon liralık vergi, bu illerde kaldırılsın. Bu uygulama da 5 yıl süre ile sürdürülsün. 3. önerisi ise, teşvik kapsamı dışında bulunan illerde uygulanan asgari ücrete ilişkin. Burada asgari ücret yine 350 milyon lira olarak uygulansın, bu tutardan alınan sigorta ve vergi yükü azaltılsın.” (05.06.2005, Hürriyet)
Ankara Sanayi Odası’nın bir toplantısında konuşan Çalışma Bakanı Murat Başesgioğlu, bölgesel asgari ücret konusuna bakanlık olarak çok katı bir şekilde yaklaşmadıklarını belirtmekte ve “eğer ekonomiye faydası olacaksa, istihdamı artıracaksa, bir uzlaşmayla, asgari ücretin bölgesel olması konusunda bizim yaklaşımımız müspet olur. Bu konu gelecek günlerdeki sıcak gündem maddelerinden biridir. Tartışılmaya değer bir konudur.” diyerek, ASO’nun önerilerine destek vermektedir. (26.05.2005, Evrensel)
Sermaye sözcülerinin, asgari ücret konusunda basına yansıyan talepleri şöyle de özetlenebilir:
1.    Türkiye’de kayıt dışı istihdam çok yaygındır.
2.    Kayıt dışı istihdamın temel nedeni asgari ücretin yüksek olmasıdır.
3.    Türkiye, Çin gibi ülkelerle rekabet edebilmek için asgari ücreti düşürecek önemler almalıdır. Bu önlemler, birincisi, asgari ücret üzerindeki vergi ve prim yüklerinin azaltılması, ikincisi, bölgesel ve sektörel asgari ücret belirlenmesi yoluyla asgari ücretin düşürülmesi olmak üzere, iki grupta toplanmaktadır.
Sermaye sözcülerinin söylediklerini, “kayıtdışı istihdamın önlenmesi”, “Çin ile rekabet”, “azgelişmiş illere yatırım yapılması” gibi, yalnızca “çağdaş sendikacıları” ikna edebilecek laf kalabalığından arındırdığımızda, karşımıza çıkan ana fikir şudur: Sermaye cephesi, Türkiye işçi sınıfına, 250 milyon TL asgari ücret dayatmaya hazırlanmaktadır.
Asgari ücretin bölgelere ve sektörlere göre belirlenmesi önerisi, yalnızca, örgütsüz işçiler için değil, örgütlü işçiler için de büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Asgari ücretin bölge ve sektöre göre farklılaştırılması halinde, en yoksul bölge ve en emek yoğun sektör için belirlenen asgari ücret, ülkedeki tüm emekçiler için geçerli [asgari] ücret haline gelecektir. Sözgelimi, ülkenin en yoksul illerinden Ağrı ve Hakkari gibi iller için, ASO başkanının önerdiği gibi, 250 milyon asgari ücret belirlenmesi halinde, İstanbul’da aynı sektörde çalışan işçiler, bu kez “Türkiye içindeki Çin rekabeti” ile karşı karşıya gelecek ve Ağrı’daki asgari ücreti kabul etmesi yönünde bir baskıyla karşılaşacaktır. Türk sermayesinin Ağrı’da yatırım yapmayacağı açık olduğuna göre, bu kurnazca önerinin hayata geçirilmesi, asgari ücretin resmi olarak düşürülmesinin bir aracı olacaktır. Sonuç olarak, sermaye bir kez daha emekçileri kendi içinde bölerek sefalette eşitlenmeyi dayatmaktadır. Zaten halihazırda, kapitalizmin bölgeler arası eşitsiz gelişme eğilimi nedeniyle, Ağrı ve Hakkari gibi illerden büyük kentlere göç eden birçok emekçi, hayatta kalabilmek için, asgari ücretin altındaki ücretlerle inşaat ve tekstil gibi emek-yoğun sektörlerde çalışmaktadır. Patronların talebi, bunun resmileştirilmesidir.
Bilindiği gibi, asgari ücret, yalnızca, emekçilerin asgari yaşam standartlarını karşılaması beklenen bir rakam değildir. Asgari ücretin düşük belirlenmesi, örgütlü işçiler açısından toplu iş sözleşmeleri üzerinde bir baskı oluşturmakta, ücret pazarlığında işçilerin elini zayıflatmaktadır. Öte yandan, asgari ücret ile toplu iş sözleşmesiyle elde edilen ücret arasındaki makasın büyüklüğü, uluslararası kapitalist düzende hakim eğilimlerden birisi olan taşeronlaştırmayı teşvik etmektedir. Taşeronlaştırma ise, sendikaların güç kaybetmesine, dolayısıyla, işçi sınıfının pazarlık gücünün zayıflamasına neden olmakta ve sonuçta genel ücret seviyesinin asgari ücret etrafında şekillenmesine yol açmaktadır.
Hatırlanacağı üzere, Türkiye’de özelleştirmenin aynı zamanda ideolojik bir taarruz olarak şekillendiği 1990’lı yıllarda, sermaye sözcüleri, kamu işçilerinin ücretlerinin çok yüksek olduğu, bunun KİT’lerin zarar etmesine yol açtığı ve KİT işçilerinin maaşlarının vatandaşın vergilerinden ödendiği yolunda yoğun bir propaganda faaliyeti yürütmüştür. Aynı propaganda, SEKA’nın kapatılması sürecinde yeniden gündeme gelmiştir. Özelleştirme harekatının bir yalan bombardımanı üzerine inşa edilmiş olması gerçeği bir yana, kamu işçilerinin, özel sektöre kıyasla, görece daha yüksek ücret ve sosyal haklara sahip olması, sermaye kesimini rahatsız etmektedir. Bu rahatsızlığın nedeni, “KİT’lerin zarar etmesi” değil, kamu işçilerinin elde ettiği ücret düzeyinin, özel sektörde çalışan işçilerin ücret talepleri için bir çıta işlevi görmesidir. Bugün asgari ücretin düşürülmesi anlamına gelen önerilerin temelinde de aynı gerekçe vardır: Bir bütün olarak ücretlerin düşürülmesi.
ASO Başkanının asgari ücretin ulusal düzeyde değil yerel düzeyde belirlenmesi önerisini dayandırdığı gerekçelerden birisi ise, bölgesel gelir farklılıklarına dayanmaktadır. Yukarıda aktardığımız haberde, Türkiye’de 2001 yılı rakamlarıyla kişi başına düşen milli gelirin 2 bin 140 dolar, bir asgari ücretlinin yıllık eline geçen asgari ücretin ise 929.5 dolar olduğunu belirten ASO Başkanı, aynı yıl Kocaeli’nin milli gelirden kişi başına aldığı pay 6 bin 165 dolar iken, Ağrı’da bu rakamın 568 dolar olduğunu vurgulamaktadır. Buna göre, Kocaeli’ndeki asgari ücretli, bu ilde üretilen kişi başına milli gelirin yüzde 15’ini, Ağrı’daki işçi ise, Ağrı’da üretilen kişi başına milli gelirin yüzde 150’sini almaktadır. ASO Başkanı, milli gelirden alınan pay bakımından da, Türkiye’de asgari ücretliler arasında ciddi bir dengesizlik bulunduğunu, İstanbul’da 2002 yılı rakamları ile 319 milyon lira, Ankara’da ise 270 milyon lira civarında bir tüketim harcaması yapılırken, Ağrı, Bitlis, Bingöl ve Muş gibi illerde bu rakamın 80 milyon lira civarında olduğunu ifade etmektedir.
Anlaşılan patron örgütünün sözcüsü alemi kör sanmaktadır. İller arasındaki gelir farklılıkları, kapitalizmin bölgeler arası eşitsiz gelişme eğiliminin sonucudur. Kocaeli’de kişi başına milli gelirin 6 bin dolar civarında olması, buna karşılık bu ilde asgari ücretli bir işçinin bu rakamın %15’ini alması, sanayinin gelişmiş olmasının ürünüdür. Bu olgu, işçi sınıfının bu ilde daha çok sömürüldüğünü, burjuva iktisadının terimleriyle gelir dağılımının çok bozuk olduğunu ifade etmektedir. Ağrı’da ise, asgari ücretli işçinin, il bazındaki kişi başına milli gelirin bir buçuk katını alması, Ağrı’daki asgari ücretlinin daha iyi durumda olduğunu değil, bu ilde sanayinin bulunmadığını ifade etmektedir. Patron sözcüsünün meramı, Kocaeli’deki işçinin neden tümünü kendi emekgücü ile yarattığı değerin %15’ini aldığı değildir. Tam tersine, Ağrı örneğine dayanarak tüm Türkiye’nin “Çinleştirilmesini” istemektedir.
Burada sergilenen yaklaşımın içinde gizlenen asıl tuzak ise, asgari ücreti hesaplarken, bireysel işçinin geçim şartlarını sağlayacak bir rakamdan sözedilmesidir. Böylece, asgari ücretin, işçinin ve ailesinin asgari geçim şartlarını sağlayacak, insanca yaşamasına yetecek bir ücret olarak gündeme geldiği unutturulmaya çalışılmaktadır. Türk-İş Araştırma Merkezi’nin yaptığı hesaplamaya göre, Mart 2005 itibariyle, dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 525,55 YTL’ye, yoksulluk sınırı ise 1.597,41 YTL’ye yükselmiştir. Bu durumda, 4 kişilik bir ailenin yalnızca gıda harcaması yapması halinde, asgari ücretle geçinmesi olanaksızdır. Eşlerden ikisinin de çalışması halinde, aile, yine açlık sınırında yaşamaya devam edecektir.

TEORİDE VE TARİHTE ASGARİ ÜCRET
Sermayenin profesyonel iktisatçıları, son yirmi yılda emekçilere karşı yürütülen ideolojik taarruzun başarısından güç alarak, asgari ücret sorununu tartışırken, asgari ücretin düzeyini değil, asgari ücret olgusunu tartışmaya açmaktadır. Bu iktisatçılar, 19. yüzyıl ortalarında klasik ekonomi politiğe karşı yürütülen bilinçli deformasyon çabaları sonucunda oluşturulan yüzeysel burjuva iktisadının (neoklasik iktisat) teorik yaklaşımından hareket ederek, ücret düzeyinin, işgücü piyasasında serbestçe belirlenmesi gerektiğini savunmaktadırlar. Bunlara göre, devletin piyasa mekanizmasına asgari ücret belirleme gibi yöntemlerle müdahale etmesi ya da işçilerin sendikaları aracılığıyla toplu sözleşme yapması, piyasa mekanizmasının işlemesine engel olmakta, bu nedenle işsizlik ortaya çıkmaktadır. Çünkü, savundukları yüzeysel ve gerçek-dışı teorik yaklaşım, ücretlerin tam rekabet şartlarının geçerli olduğu piyasa mekanizması aracılığıyla belirlenmesi halinde, ücret düzeyinin, işçinin verimliliğini yansıtacak düzeyde olacağını, böylece ekonomide tam istihdamın sağlanacağını söylemektedir. Eğer ücretler, piyasa mekanizmasının saptayacağı düzeyin üzerinde belirlenirse, firmalar, yani patronlar, ücret düzeyi işgücünün verimliliğini aştığı için, istihdamı sınırlayacaktır. Öyleyse işsizliğin nedeni, ücretlerin, işgücünün verimliğini yansıtmaktan uzak olmasıdır. Başka bir deyişle, burjuva iktisatçılara göre, işsizliğin nedeni, kapitalizmin işleyiş yasaları değil, ücretlerin yüksek olmasıdır.
Yüzeysel burjuva iktisadına göre, ücretler, işgücü piyasasında arz ve talep tarafından belirlenmektedir. Burjuva iktisadının ortaya koyduğu modele göre, işgücü talep eden firmalar, işe alınan son işçinin üretime yaptığı katkı sıfırdan büyük olduğu sürece, işçi istihdam etmeye devam etmektedir. Bu modelde, işgücü arz edenler ise, burjuva iktisadının hanehalkları olarak ifade ettiği işçilerdir. Modele göre, işçiler, birer “haz makinesi” olarak hareket eden rasyonel bireylerdir. Ne kadar çalışacaklarına, aylaklık etmenin sağlayacağı fayda ile çalışmaları halinde elde edecekleri gelir arasında yapacakları bir seçim süreci sonunda karar verirler. Bu seçim süreci sonunda bir işgücü arz eğrisi elde edilir. Ücret düzeyi, işgücü arz eğrisi ile talep eğrisinin kesiştiği noktada belirlenir. Bu ücret düzeyi, aynı zamanda tam istihdamı sağlar.
Görüldüğü gibi, burjuva iktisadının harika dünyasında, işçi sınıfı değil, işgücü arzeden bireyler sözkonusudur. Oysa, her işçinin kendi yaşamından bildiği gibi, işçilerin böyle bir seçim lüksü yoktur. Engels’in vurguladığı gibi, “Köle ömür boyu çalışması için satılır. İşçi ise, kendi kendini her gün ve her saat satmak zorundadır.” Burjuva iktisatçılarının, ancak dinsel terimlerle ifade edilebilecek bir bağlılıkla savundukları bu teorik modelin temel amacı, kapitalizmin işleyiş yasalarını gözlerden saklamak ve kapitalist sömürüyü meşrulaştırmaktır.
19. yüzyılın başlarından itibaren sanayi kapitalizminin gelişmesi, işçi sınıfının hem sayısal olarak büyümesine, hem de büyük fabrikalarda çok sayıda işçinin bir araya gelmesine yol açmıştır. İşçi sınıfı, kapitalist sömürüye karşı bireysel tepkiler geliştirdiği emekleme döneminin ardından, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, “vahşi kapitalizme” karşı kendi sendikal ve siyasal örgütlerini oluşturmuş, yürütülen zorlu mücadeleler sonucunda, kapitalist sömürüyü dizginlemek için önemli kazanımlar elde etmiştir. Asgari ücret, bu kazanımlardan birisidir. Asgari ücret, en yalın haliyle, artık değer sömürüsüne bir üst sınır koymaya dönük bir kazanımdır. Elbette, bu kazanım, işgününü sekiz saatle sınırlamaya yönelik diğer kazanımlarla birlikte bir anlam ifade etmektedir. Asgari ücret sayesinde, işçinin kapitaliste satmak zorunda olduğu bir meta olan emekgücünün karşılığında elde edeceği gelirin, kendisinin ve ailesinin asgari bedensel ve ruhsal gereksinimlerini, kira, yakacak, giyim ve eğitim gibi temel harcama kalemlerini karşılaması sağlanmaya çalışılmıştır.
Kapitalistler, asgari ücret kazanımı ile ücretlere bir alt sınır konulmasının artı değer sömürüsünü sınırlaması nedeniyle, asgari ücreti sürekli olarak düşük belirlemeye çalışmıştır. İşçi sınıfı ise, asgari ücretin, tüm sektörlerdeki ücret düzeyi bakımından taşıdığı stratejik önem nedeniyle, asgari ücretin belirlenmesi konusuna büyük ilgi göstermiştir. Dolayısıyla, asgari ücretin belirlenmesi süreci, işçi sınıfı ve kapitalist sınıfın belli bölüklerinin değil, tümünün karşı karşıya geldiği bir süreç olmuştur. Bu nedenle, kapitalist devletler, asgari ücretin belirlenmesi sürecine etkin bir şekilde müdahale ederek, sürecin açık bir çatışmaya dönüşmesini engellemeye çalışmış ve meseleyi bir sosyal politika oluşturma sürecine indirgeyerek, tarafsızlık görüntüsü altında, sermaye lehine hakemlik etmişlerdir.

ULUSLARARASI REKABET, KAPİTALİZMİN YENİDEN YAPILANDIRILMASI VE ASGARİ ÜCRET
Asgari ücretin düşürülmesi yönündeki önerilerin başlıca dayanağını, düşük işçilik maliyeti ile özellikle emek-yoğun sektörlerde büyük bir güç haline gelen Çin ile rekabet etme sorunu oluşturmaktadır. Çin ile rekabet sorunu, Türkiye açısından, özellikle 2005 yılında, Dünya Ticaret Örgütü anlaşmaları çerçevesinde tekstil kotalarının kaldırılması sonucunda ortaya çıkmıştır.  Türkiye gibi ülkeler için uluslararası piyasalarda rekabet etmek amacıyla ücretlerin bastırılmasına dayanan ve “ihracata dayalı büyüme stratejisi” adı verilen yönelim ise, yaklaşık 25 yıl önce gündeme gelmiştir. Bu strateji, IMF ve Dünya Bankası terminolojisinde, yeni sanayileşen ülkeler olarak adlandırılan Türkiye, kimi Uzak Doğu ve Latin Amerika ülkeleri için, uluslararası kapitalizmin belirlediği yeni işbölümünü ifade etmektedir. “İhracata dayalı büyüme stratejisi”, esas olarak emek-yoğun sektörlerin dinamizmine dayanmaktadır. Dinamizmi yaratan temel unsur ise, ücretlerin bastırılmasıdır. Türkiye’de bu amaçla gündeme gelen 24 Ocak Kararları ve onu izleyen 12 Eylül Darbesi ile birlikte, işçi sınıfı büyük bir baskı altına alınmış, sendikalar yasaklanmış, reel ücretlerde büyük düşüşler yaşanmıştır. Tüm bu gelişmeler, uluslararası kapitalizmin 1970’li yıllarda içine girdiği kriz konjonktürünü aşmak için gündeme getirdiği yeni mekanizmaların bir parçasını oluşturmaktadır.
1980’li yıllardan itibaren, uluslararası kapitalizmin, kâr oranlarının düşmesi eğilimine karşı geliştirdiği başlıca mekanizmalar, enformelleşme (kayıtdışılık), işgücü piyasalarında esnekleştirme, sosyal hakların geriletilmesi ve geleneksel olarak devletin karşıladığı toplumsal hizmetlerin piyasalaştırılması, sermayenin düşük ücret bölgelerine kaçması biçiminde ortaya çıkan coğrafi hareketlilik ve başta mali işlemler alanında olmak üzere, hizmet sektöründeki büyük gelişme olmuştur. İletişim ve ulaştırma teknolojisindeki büyük gelişmeler, bu yeni mekanizmaların yaşama geçirilmesini olanaklı kılmaktadır. 1970’li yıllardan günümüze, uluslararası kapitalizmin yaşadığı dönüşüm sürecinin temel karakteristikleri, bir yandan giderek güçlenen tekelleşme eğilimi ile diğer yandan bu eğilimin bir parçası olan parçalanma eğilimi olmuştur. Parçalanma eğilimi, büyük tekellerin, büyük fabrikalarda yapılan geniş ölçekli üretimin yarattığı güçlü sendikal örgütleri etkisiz kılmak ve düşük ücret dayatabilmek için, işin çeşitli süreçlerini taşerona devretmesini, sipariş üzerine üretim yapan ve büyük tekellerin piyasadaki dalgalanmalardan doğrudan etkilenmesini engelleyen, küçük ölçekli, ancak tekellerle bağımlı şirketlerin yaygınlaşmasını ifade etmektedir. Bu küçük ölçekli firmaların, büyük tekellere göre, yasal yükümlülüklerden kaçması daha kolay olmakta, ve çoğu kez kağıt-üstü kurdurulan bu tür taşeron firmalar aracılığıyla, sendikal yapılar zayıflatılmaktadır. Büyük tekellerin denetimindeki küçük firmalarda, sendikasız, sigortasız, kaçak işçi çalıştırmak daha kolay olmaktadır.
Türkiye işçi sınıfı üzerinde asgari ücretin düşürülmesi talebi ile yeni bir boyut kazanan ücret baskısı, uluslararası kapitalizmin değindiğimiz bu yeni mekanizmalarından kaynaklanmaktadır. Patron sözcülerinin demagojik bir biçimde diline doladığı kayıtdışı istihdamın engellenmesi savı, enformelleşme, yani kayıtdışılık eğiliminin, Türk sermayesinin bir parçası olduğu uluslararası kapitalizmin temel mekanizmalarından birisi olduğunu gözardı etmeye çalışmaktadır. Üstelik, asgari ücretin farklılaştırılması ya da düpedüz düşürülmesi, kuşkusuz kayıt-dışılığın önlemi olamaz. Bu, “dipsiz bir kuyu”dur. Bu kez, daha düşük ücret için kayıt-dışına başvurulacak ve pirim, vergi vb. “ek masraflar”dan kaçma yolu olarak kullanılacaktır.
Sermaye örgütleri ve sözcülerinin, asgari ücretin farklılaştırılmasını talep ederken öne sürdükleri kayıt-dışı istihdamın önlenmesi gerekçesi, yalnızca kapitalizmin güncel eğilimleri ile çatıştığı için değil, kapitalist düzenin gerçeklerine uymadığı için de bir demagojiden ibarettir. Çünkü kapitalist düzende, patronlar için, yasalarda belirtilen yaptırımlar yalnızca kağıt üzerindedir. Kayıt-dışı istihdam nedeniyle hiçbir patron, kovuşturmaya uğramamıştır. Aksine, her gelen hükümet, patronların SSK ve vergi borçları için af çıkarmaktadır. Patronların, asgari ücret üzerindeki vergi ve sigorta prim yüklerinin yüksek olduğu yönündeki şikayetlerinin temel nedeni, bir yandan birikmiş prim ve vergi borçlarının silinmesi yönünde kulis yapmak, diğer yandan asgari ücretten kesilen vergi ve primlerin düşürülmesini sağlayarak, aradaki farka el koymaktır. Dolayısıyla, patronların asgari ücretten kesilen verginin azaltılması önerisinin işçi sınıfı lehine bir içeriği yoktur. Patronların bu konudaki niyetini, ASO Başkanı’nın yukarıda aktardığımız sözleri ele vermektedir. ASO Başkanı, “teşvik kapsamı dışında bulunan illerde asgari ücret yine 350 milyon lira olarak uygulansın, bu tutardan alınan sigorta ve vergi yükü azaltılsın” demektedir. Yani patronlar, asgari ücretten işçinin ödediği vergi azaltılsın, ama aradaki fark işçiye yansıtılmasın, bizim cebimizde kalsın demektedir. Çünkü gelir vergisi, net asgari ücretten değil, brüt asgari ücretten kesilmektedir.
01.01.2005 – 31.12.2005   
16 YAŞINI DOLDURMUŞ İŞÇİLER İÇİN ASGARİ ÜCRETİN NETİNİN HESABI (YTL/AY)   
ASGARİ ÜCRET    488,70
SSK PRİMİ % 14    68,42
İŞSİZLİK SİG.FONU % 1    4,89
GELİR VERGİSİ %15    62,31
DAMGA VERGİSİ % 06    2,93
KESİNTİLER TOPLAMI    138,55
NET ASGARİ ÜCRET    350,15
İŞVERENE MALİYETİ (TL/AY)   
ASGARİ ÜCRET    488,70
SSK PRİMİ % 19.5 (İşv.Payı)    95,30
İŞVEREN İŞSİZLİK SİG.FONU % 2    9,77
İŞVERENE TOPLAM MALİYET    593,77
Patronların asgari ücretten yapılan SSK prim kesintilerinin azaltılması yönündeki talepleri ise, SSK’nın tasfiyesi, sağlık ve emeklilik sisteminin özelleştirilmesi yönündeki sermaye planlarının bir parçasını oluşturmaktadır.
Sermaye cephesinin incelikle tasarlanmış planlarına karşı, kapitalizmin safdil savunucusu Adam Smith, 1776 yılında yayınlanan Ulusların Zenginliği adlı eserinde şu uyarıyı yapmaktadır:
“Bu kesimden gelen ticaretle ilgili yeni bir yasa ya da tüzük önerisi, daima büyük bir dikkatle dinlenmeli, uzun uzadıya hem büyük bir kuşkuyla hem de büyük bir özenle dinlenmeden asla kabul edilmemelidir. Çünkü bu öneriler, çıkarları hiç bir zaman genel çıkarlarla bütünüyle uyuşmayan, genel olarak halkı aldatmakta ya da ezmekte çıkarı olan ve dolayısıyla birçok kez hem halkı aldatmış ve ezmiş olan kesimden gelmektedir.”
Sonuç olarak, sermaye cephesi, ülkedeki işsizlikten, işçi sınıfının ve diğer emekçilerin yaşadığı örgütsüzlük koşullarından yararlanarak, sermaye lehine kapsamlı bir yeniden yapılanmayı gündemine almıştır. Özelleştirme, taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma, iş yasasının değiştirilmesi, SSK’nın tasfiyesi, eğitim ve sağlığın özelleştirilmesi, kamu yönetimi ve yerel yönetim reformu adı altında sosyal kazanımların tasfiyesi ve kamuda işgüvencesinin ortadan kaldırılması, bu kapsamlı saldırının temel unsurlarını oluşturmaktadır. Asgari ücretin bölgelere göre farklılaştırılması yönündeki öneriler, sermayenin bu kapsamlı saldırısının son ayağını oluşturmaktadır. Ancak bu saldırının püskürtülmesi olanaksız değildir. İşçi sınıfının dünya görüşünün kurucusunun 150 yıl kadar önce söylediği gibi:
“… insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar. Çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte olduğu yerde ortaya çıkar.”

Komünist Enternasyonal’in VII. Dünya Kongresi ve Almanya Komünist Partisi*

WALTER ULBRİCHT

Komintern’in VII. Dünya Kongresi, yeni bir taktik çizgi oluşturdu. Bu yeni çizgi; SSCB’de sosyalizmin zafere ulaşması, Almanya’da Hitler faşizminin iktidara gelmesi, sosyal demokrasinin tutumunda değişiklikler yaşanması, halk kitlelerin Birleşik Cephe’ye dönük yöneliminin güçlenmesi gibi gelişmelerin yolaçtığı değişikliklerin ve nihayetinde son yılların sınıf mücadelelerinde kazanılan tecrübelerin bir sonucudur. VII. Dünya Kongresi, Birleşik Cephe’nin geliştirilmesi için en geniş temelin yaratılmasını ana görev olarak belirleyen bir kongreydi.
Komintern’in kahraman önderi Dimitrov yoldaş, kongrenin kürsüsünden yalnızca komünistleri değil, aynı zamanda kapitalist ülkelerdeki ve dünyanın bütün sömürgelerindeki milyonlarca emekçiyi de faşizme karşı mücadeleye ve Birleşik Cephe’yi yaratmaya çağırdı. Dimitrov yoldaş, Leipzig Mahkemeleri’ndeki tutumuyla barış ve özgürlük aşığı tüm insanların sevgi ve saygısını kazandı ve Alman işçi sınıfını faşizme karşı mücadeleye şevklendirdi. Şimdi de, Komintern’in VII. Dünya Kongresi’nde emekçi Alman halkına faşizmin boyunduruğundan kurtuluşun yolunu gösterdi. Kongre’de alınan kararların yaşama geçirilmesinde, KPD’ye dünya proletaryası karşısında büyük bir sorumluluk düşüyor. Zira şurası açık ki, Hitler rejiminin yıkılışı, uluslararası durumda, zamanında faşizmin Almanya’da zaferi elde etmesiyle yaşananlardan çok daha büyük değişikliklere neden olacaktır.

BARIŞ İÇİN MÜCADELE
Sovyetler Birliği’nin (SB) genişleyen gücü emperyalist savaşa karşı mücadelede yeni olanaklar sunmaktadır. Kapitalizmin bizzat emperyalist savaşlar tehlikesini kendi içinde taşımasına karşın; dünyayı bugüne kadar bir kan deryasından koruyan, barışın ülkesi SB’nin gücü ile halkların anti-faşist ve anti-emperyalist Birleşik Cephe uğruna mücadelesi olmuştur. Ama bununla birlikte, başta Hitler Almanya’sında olmak üzere, açıktan ve korkunç boyutlarda gerçekleşen silahlanma yarışı, askeri çatışmaların yakınlaşmasına işaret ediyor.
KPD, Komintern’in VII. Dünya Kongresi’nden beri, tüm gerçek barış yanlılarını, tüm faşist barbarlık karşıtlarını barış uğruna mücadele bayrağı altında birleştirmek için devasa bir çalışma yürütmektedir. Bu amaçla, sosyal demokratlarla ve sosyal demokrat örgütlerle ortak mücadele birliklerin oluşturulması için yoğun bir çaba sergilemektedir. Almanya’daki sosyal demokrat yığınların faşizmin savaş politikasına karşı olmaları ve SB’nin desteklenmesine sıcak yaklaşmaları bu görevin yerine getirilmesini kolaylaştırmaktadır.
Savaş hazırlıklarının faşist partinin Nürnberg Kongresi’nde bir gövde gösterisi şeklindeki sergilenişi, KPD’nin barış için mücadelede geride kalmışlığının kararlılıkla aşılması zorunluluğuna bir kez daha işaret etmiştir. Bu çerçevede, Birleşik Cephe uğruna verilen mücadelenin pratiği içinde; barışın korunması şiarının, aslında Hitler rejiminin yıkılması için halkın Birleşik Cephesi’nin geliştirilmesi şiarı olduğu kitlelere kanıtlanmak zorundadır.
Faşist “Führer”ler barışa olan sevgilerinden dem vuruyorlar; fakat aynı anda, Memel Bölgesi** ve Litvanya’yı ilhak etme, Avusturya’yı Nazi Almanya’sına bağlama ve sömürgeci fetihlerin hazırlıklarını yapıyorlar. Faşizm, başka halkları yağmalama ve baskı altında tutmada diğer emperyalistlerle “eşit haklara” sahip olmayı talep ediyor, Alman mali sermayesinin haydut emellerini gerçekleştirmede “eşitlik” istiyorlar. Alman Faşizm’i hunhar, barbar despotluğunu Litvanya ve Avusturya’ya, Alsas-Loren  ve sömürge ülkelere kadar genişletmek istiyor.

BAŞ DÜŞMAN FAŞİZMDİR
Komünist Enternasyonal’in VII. Dünya Kongresi, işçi sınıfının tüm örgütlerine ve tüm emekçilere; tüm güçlerin, insanlığın ve uygarlığın baş düşmanı Hitler Faşizmi’ne ve bütün ülkelerdeki faşist saldırganlığa karşı mücadelede yoğunlaştırılması çağrısı ile seslendi. Kongre, teslimiyetçilerin faşizmin zaferinin sözümona kaçınılmaz olduğuna ilişkin teorilerini reddetti ve Fransa Komünist Partisi örneği üzerinden, faşizmin saldırısının Birleşik Halk Cephesi politikasıyla nasıl başarıyla püskürtülebileceğini ortaya koydu.
Dimitrov yoldaş, konuşmasında; faşizmin Almanya’daki zaferini olanaklı kılan nedenlerin başında, özellikle sosyal demokrasinin önderlerinin savunduğu burjuvaziyle uzlaşma taktiğinin işçi sınıfının bölünmesiyle, proletaryanın burjuvazinin kararlı saldırıları karşısında politik ve örgütsel olarak silahsızlandırmasına yol açmasının geldiğini vurguladı. Bunun karşısında,  Almanya Komünist Partisi, henüz, sosyal demokrasisiz ve sosyal demokrasiye karşı yığınları harekete geçirecek ve faşizme karşı kararlı bir mücadeleye çekecek güce sahip değildi.
Dimitrov yoldaş, sadece bu gerçeğin tespitiyle yetinmedi, o, aynı zamanda, Almanya proletaryasının faşizmin zaferini zamanında nasıl engelleyebilirdi sorununa da açıklık getirdi.
Sosyal demokrasinin  gerici politikaları; Kızıl Cephe Savaşçıları Birliği’nin yasaklanması, 1 Mayıs 1929’da 33 işçinin sosyal demokrat polis şefi Zörgiebel’in emriyle katledilmesi, “zırhlı kruvazör” politikası, SA’nın*** barındığı kışlanın Severing’in polisleri tarafından korunması, işçi bölgelerinde faşist provakatörlerin örgütlediği mitinglerin korunması; bütün bunlar, tehdit edici boyutlarda yükselen faşist tehlikenin varlığı koşullarında, sosyal demokrasiye karşı derin bir kin yarattı. Fakat KPD, değişen koşullardan gerekli sonuçları zamanında çıkarmadı, ve tam da mücadelesinin baş hedefine faşizmi oturtması gerektiği bir zamanda, sosyal demokrasiye yüklenmeye devam etti. Bu durum, özellikle Prusya’daki halk oylamasında belirgin bir şekilde ortaya çıktığı gibi, Almanya Komünist Partisi’nin sosyal demokrat işçilerin ana kitlesinden tecrit olmasına yol açtı. Bunun üzerine, Komünist Parti’nin inisiyatifi ve cesaretli tutumunun ifadesi olan olaylar bile; söz gelimi Braunschweig’da politik grevlerin örgütlenmesi veya Berlin’deki ulaşım işçilerinin büyük grevi gibi geniş halk hareketine dönüşen olaylar, aynı şekilde işçi semtlerinin ve sendika binalarının faşist haydutlara karşı yürekli bir şekilde savunulması gibi eylemler bile; komünistlerin, sosyal demokrat örgütlerle birlikte ülke çapında Birleşik Cephe’nin oluşturulmasına yetmemiştir. Buna bir de, Komünist Parti’nin kendi doğal müttefikleri olan yoksul ve orta köylülük ile iflas etmiş kent küçük burjuvazisinden de tecrit olması eklendi.

SOSYAL DEMOKRASİ ÜZERİNE
Komünist Enternasyonal’in VII. Dünya Kongresi, güç dengesindeki değişikliklerin, komünist partilerin sosyal demokrasiyle ilişkisinde de değişikliklere yol açtığını gösterdi.
Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin iflası, sosyal demokrasinin faşizm tarafından baskı altında tutulması, sosyal demokrat fonksiyonerlerin de maruz kaldığı tutuklamalar ve işkenceler, sosyal demokrasi bünyesinde derin bir krizin oluşmasına eşlik etmektedirler. Reformist politikanın taşıyıcıları olan işçi aristokrasisi ve işçi bürokasisi, önceden sahip oldukları pozisyonlarını yitirmiş bulunmaktadırlar (faşizmin kampına iltihak edenleri tabii ki hesaba katmıyoruz). Bunlar koltuklarından defedilmektedir ve birçoğu da iş ve işçi bulma dairelerinde kendilerini işsiz olarak kaydetmek zorunda kaldılar. Bunların arasındaki kalifiye işçiler ise, faşist sömürünün ne denli ağır olduğunu bizzat kendi bedenlerinde hissetmek durumunda kaldılar. Bu nedenle, nitelikli işgücü olmalarından ötürü aldıkları nispeten yüksek ücrete rağmen, bu işçilerin çoğunluğu faşizme karşı bir tutum içindedirler.
Her ne kadar, Wels, Stampfer, Geyer ve diğerleri eski rollerine kavuşma hayalleri taşısalar da, Alman Sosyal Demokrasisi, artık burjuvazinin ana sosyal desteği olma rolünü oynamamaktadır. Sosyal demokrasinin bizzat kendi içinde bir ayrışma yaşanmaktadır. Sosyal demokratların çoğunluğu, kuşkusuz faşist rejimin yıkılmasından yanadır. Sosyal demokrasinin sol kanadı, dikkat çekici bir sosyal demokratik platform ortaya koymuştur: Burada, devrim konseyleri ve proleterya diktatörlüğü taraftarı olunduğu açıklanıyor; öte yandan ama,  Birleşik Cephe’yle ilgili de “ruhsal çabalar” gibi tumturaklı laflarla sınırlı kalınıyor, üstelik geçici de olsa, bu “çaba”yı pratikte kanıtlayan bir tavır içinde dahi olmadan.
Güç dengesindeki değişiklikler ve reformizmin temellerinin sarsılması, Birleşik Cephe’nin daha genişlemesine gelişmesinin koşullarını yaratmıştır. İşyerlerinde, ilçelerde ve ülke çapında sosyal demokratik örgütlerle Birleşik Cephe üzerine anlaşmalara varılması, gelinen yerde, sadece mümkün değil, aynı zamanda zorunludur da. Komünist partisi, böyle anlaşmaların olabildiğince hızlı sağlanması için her türlü çabayı sarf etmektedir. Birleşik Cephe ile ilgili takınılacak tavır, sosyal demokrat örgütün bir üyesinin devrimci ya da gerici unsurlara ait olup olmadığının bir mihenk taşı haline gelmiş durumdadır. KPD, özellikle sol sosyal demokratların Birleşik Cephe’nin yoluna girmelerini olabildiğince kolaylaştırmak için çaba sarf etmektedir.
Dimitrov yoldaş; devrimci işçilerin önemli bir kitlesinin, Alman proletaryasının birleşik bir devrimci partisinin yaratılması doğrultusundaki çabalarını dikkate alarak, VII. Dünya Kongresi’nin kürsüsünden, işçi sınıfının birleşik devrimci partisinin kurulmasını olanaklı kılan bir dizi öneride bulundu. Esasta bu sorun gelip şuna dayanıyor: Ortak düşmana, yani faşizme karşı, pratikte, geniş bir Birleşik Cephe’nin, komünist ve sosyal demokrat parti örgütlerinin bir ortak mücadele cephesinin kurulması.

YIĞINLARIN BİRLEŞIK CEPHE ARZUSU
VII. Dünya Kongresi, kitlelerin Birleşik Cephe’nin yaratılması doğrultusunda giderek artan bir arzusunun bulunduğunu saptamıştır. Alman ve Avusturya proleteryası için geçmiş yenilgilerin dersleri boşuna değildi. İşçi sınıfının mücadelenin yeni biçimlerine başvurduğu görülmektedir.
Komintern’in yeni taktik çizgisini belirleyen ve yukarıda açıklanan tüm faktörler, bir dizi sorunu; Birleşik Cephe, sendikal birlik, işçi sınıfının birleşik devrimci kitle partisi ve nihayet çalışmanın yeni metodlarına geçişin biçimleri ve tabii ki Halk Cephesi hükümeti sorununu yeni bir tarzda gündeme getirmektedir.
Bu politikanın Almanya’da yaşama geçirilmesinin hangi koşulları bulunmaktadır? Her şeyden önce, Almanya’da, işçilerin ve ücretli memurların faaliyetlerinde bir yeniden canlanmanın olduğu görülmektedir. Sendika temsilcileri konseyleri seçimleri, işçi sınıfının devrimci hareketi içinde bir dönüşümün olduğunu göstermiştir. İşçilerin ve ücretli memurların çoğu, bu seçimlerde nasyonal sosyalist adaylara oy vermemiştir. Ruhr bölgesindeki nasyonal sosyalist “Führer”ler, gayet doğru bir şekilde, faşist adaylara karşı kullanılan bu oyların Hitler hükümetine karşı kullanılmış oylar olduğunu açıklamışlardı.
Öte taraftan işçiler, kendi toplantılarında legal yollardan, kendi taleplerini savunabilecek durumda olan adayları kabul ettirmeyi denediler. Patronların gösterdikleri adaylarla sınıf davasına gönül vermiş adaylar arasında ayrım yaparak, farklı tavırlar sergilediler. Proleterya, Hitler faşizmine karşı mücadelede yeni biçimleri seçmeye, legal olanakları kullanmaya başladı. Bu geçiş, kısmen komünistlerin sosyal demokrat işçiler tarafından da selamlanan taktiğinin bir sonucuyken, kısmen de, işçilerin kendi deneyimlerinin bir ifadesiydi. İlk defa işçi sınıfının önemli bir kitlesi, sendika temsilcileri konseyleri seçimlerinde, özellikle de Berlin ve Ren bölgesindeki seçimlerde edindikleri deneylerle; işçi sınıfının büyük kurtuluş mücadelesinin hareket noktası olarak, serbest seçim hakkı, düşünce özgürlüğü ve kendi adaylarını belirleme hakkı için mücadelenin politik anlamının ne kadar devasa olduğunu kavradılar.
Böylelikle, demokratik özgürlükler şiarı yeni ve canlı bir içerik kazanmaktadır. Geçim koşullarının kötüleşmesine karşı ve politik haklar için mücadelede işçi sınıfının birleşme arzusu güçlenmektedir.
Denilebilir ki, Nürnberg’deki savaş hazırlıklarına dönük faşist gösteriler bile, işçi sınıfının yaklaşımındaki bu değişiklikleri kısmen yansıtmaktadır. Faşist “Führer”ler Nürnberg’de yaptıkları konuşmalarda, ülkenin tüm politik ve ekonomik güçlerinin savaş hazırlıkları için yoğunlaştırılmasını talep ettiler. Öte yandan, emekçi halkın yaşam koşullarını iyileştirmeyi ve ücret artışlarını sağlamayı kesin bir biçimde reddetmekle kalmayıp, aynı zamanda, faşizmin silahlanma masraflarının tüm yükünü, bugüne dek olduğundan çok daha fazla emekçilerin sırtına bindirme kararlılığında olduklarını da açık bir şekilde ortaya koydular. Hitler’in konuşması da burada dikkat çekiciydi. Hitler, konuşmasında, nasyonal sosyalizmin Marksizmin kökünü kazımayı başaramadığını itiraf etmek zorunda kaldığı gibi, işçi sınıfının örgütlenmesi ve birleşmesinin yeni belirtilerinin hisedildiğini de kabullenmek durumundaydı. Bir kaç hafta önce de, “Alman Emek Cephesi”nin lideri Ley, konuşmalarının birinde, Ruhr Bölgesi maden işçilerinin politik bakış açılarının değişmediğini tespit etmek zorundaydı. Yani bu demektir ki; faşizm, bu işçilerin önemli bir bölümünü kendi safına çekmeyi başaramamıştır. Hitlere göre; halkın hoşnutsuzluğunun arttığı koşullarda, faşist devletin bugüne kadarki yöntemleri yığınları baskı altında tutmaya artık yetmemektedir. Bundan dolayı Nürnberg’de; Nasyonal Sosyalist Parti’ye ve özellikle de SA’ya açıktan, anti-faşist harekete ve büyüyen hoşnutsuzluğa karşı kitle terörünü arttırma emri verildi.
Bu koşullarda, KPD’nin; faşist kitle örgütlerinin saflarında kapsayıcı ideolojik çalışmayı geliştirmek, işçi sınıfına karşı devreye sokulan silahlı faşist güçleri tarafsızlaştırmak ve faşizm tarafından yanıltılan bu insanları, proletaryanın, kapitalistler, yüksek devlet memurları ve faşizmin “Führer”leri gibi halkın gerçek düşmanlarına karşı mücadelesine kazanmak için tüm anti-faşist güçleri seferber etme çalışması özellikle büyük bir anlam kazanıyor.
Mevcut durumda, Birleşik Cephe’nin tabanın genişlediğini gözlemliyoruz. Faşizmin zindanlarına atılanlar için sosyal demokrat işçilerle birlikte örgütlenen yardım çalışmaları veya ücret taleplerinde ortak hareket etme vb. gibi mücadele biçimleri, bu genişlemenin hangi hat üzerinde gerçekleşebildiğini göstermektedir. İşçiler, “Emek Cephesi”nin ve diğer kitle örgütlerinin toplantılarında ortak hareket etmek konusunda birçok kez kendi aralarında anlaşmalar yapmışlardır.
Komünist Partisi, bugün; Berlin’de, Hamburg’da, Ren ve Ruhr bölgesinde, maden, çelik, kimya ve ulaşım gibi sanayi kollarında, proleter temsilcilerin “Emek Cephesi” içerisinde çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve işçi hakları için nasıl mücadele edebileceklerini canlı örnekleriyle göstermektedir. Başka bir deyişle, parti, proleter unsurların “Emek Cephesi” içinde işçilerin en has çıkarları için nasıl mücadele etmeleri gerektiğini göstermektedir. Ülkedeki sınıf mücadelesinin bu düğüm noktalarında; yaşam koşullarının iyileştirilmesi için ve emekçi halkın soyulmasına karşı, dipten gelen geniş bir protesto hareketi yükselmektedir. Böylelikle de, şu ana kadar Birleşik Cephe fikrini reddeden sosyal demokrat örgütlenmeler de Birleşik Cephe’ye yakınlaştırılmaktadır. Bugüne kadar SPD’nin Prag’daki yönetimi, sadece KPD’nin Birleşik Cephe’nin oluşturulması yönündeki tüm önerilerini reddetmedi, aynı zamanda, Birleşik Cephe’nin lehinde tutum alan SPD üyelerini de partiden ihraç etti. SPD’nin Prag’daki yönetiminin hesabı, ordu güçleri ve Alman burjuvazisinin benzeri unsurlarıyla ortak çalışarak, sosyal demokrasinin Almanya’daki durumunu iyileştirmektir.
Fakat, Alman faşizmi işçi sınıfının ana kitlesini kazanmayı başaramadığından, ve emekçilerdeki hoşnutsuzluk artmaya devam ettiğinden, Alman faşizmi; vatansever sosyal demokrasinin “Führer”lerine karşı, İtalyan faşizminin D’Aragona ve diğerlerine karşı uyguladığı taktiği uygulayacak bir pozisyonu yakalayamadı.
Bu durum, kuşkusuz, KPD ile Alman Sosyal Demokrasisi’nin arasında; faşizmin zindanlarında tutulanlara ortak yardım yapılması, faşist ajanların açığa çıkarılması, faşistlerin yönetimi altında olan “Emek Cephesi” ve benzer kitle örgütlerinde anti-faşist tedbirlerin ortaklaşa gerçekleştirilmesi gibi ertelenemez tek tek sorunlarda anlaşmalara varmasını kolaylaştıracaktır.

DEMOKRATİK ÖZGÜRLÜKLER İÇİN MÜCADELE
İşyerlerindeki çalışmanın canlandırıldığı ve emekçi kitlelerin hoşnutsuzluğunun arttığı koşullarda, kitleleri “genel olarak” özgürlük mücadelesine çağırmak, artık kesinlikle yeterli değildir. Demokratik özgürlükler uğruna mücadele, her yerde yerel koşullara sıkı sıkya bağlı kalınarak örgütlenmek durumundadır. Buradaki sorun; yığınların inisiyatifini; politik düşünceleri, dünya görüşleri ve dini inançlarından bağımsız olarak, faşizmin tüm karşıtları açısından anlaşılır ve benimsenir şiarlarla geliştirmektir. Örneğin, Hitler karşıtı tüm örgütlerin halk cephesi olarak birleşmesi, şu talepler temelinde mümkündür:
– Düşünce ve vicdan özgürlüğü, basın-yayın özgürlüğü, sanat ve bilim özgürlüğü;
– Politik tutsaklar için genel af;
– Mevcut dernek ve birlikler içinde yönetici organların ve kişilerin serbestçe seçim hakkı;
– Sendika üyelerinin çıkarlarının sendikalarca savunma özgürlüğü;
– Düşük ücret, emeklilik parası ve sosyal sigortaların diğer hizmetlerinin kısıtlanması gibi sineye çekilemeyecek politikaların ortadan kaldırılması;
– Daha yüksek ücret ve güvenlikli yaşam talebi;
– Sayısız kesintilerin kaldırılması;
– Köylülük ve esnaf üzerindeki vergi yükünün azaltılması;
– Köylülerin tarımsal ürünlerini pazarda serbestçe satış hakkının yeniden sağlanması, köylülüğün toprak talebinin karşılanması;
– Tüm toplumsal kurumlarda ve tüm seçimlerde serbest ve gizli oy hakkı.
Alman halkının bu talepler için mücadelesi, Hitler hükümetinin alaşağı edilmesi mücadelesidir.
Halk Cephesi, bu talepler uğruna mücadelesinde; kitle örgütlerinin legal konumdaki anti-faşist eğilimli fonksiyonerlerinin ve anti-faşist politikacıların yardımıyla ve aynı şekilde Halk Cephesi’nin, örgütsel biçimleri yerel koşullara göre değişecek ve bu özelliğiyle Gestapo karşısında da korunabilecek olan illegal komisyonlarını oluşturarak, birleşik organlar yaratacaktır. Burada tüm sorun; nasyonal sosyalizmin; “gericiliğe karşı mücadele”, “adil ücret”, “özerklik”, “sosyalizm” gibi şiarlarının demagojik niteliğini açığa çıkartmak ve bu şiarları faşizme karşı yöneltmek, onlara yeni bir içerik vermek ve onları faşist devlet erkinin yıkılması amacıyla geniş yığınların mücadele bayrağı haline getirmek için, faşist kitle örgütlerinin saflarında sürdürülen ortak anti-faşist çalışmada tüm legal olanakları kullanmaktır.

HİTLER’DEN SONRA NE OLACAK?
Geniş yığınların önünde bugünden şu soru durmaktadır: Hangi düzen Hitler rejiminin yerine geçebilir?
Devrimci proletaryanın, Hitler rejiminin devrilmesinden sonra proleterya diktatörlüğünü inşa etmeye gücünün henüz yetmemesi gibi bir durumun oluşması ihtimal dışı değildir.
Dimitrov yoldaş konuşmasında şunları açıkladı:
“Bir proleter Birleşik Cephe hükümeti ya da anti-faşist Halk Cephesi hükümetinin kurulmasının sadece olanaklı olması değil, aynı zamanda proletaryanın çıkarları bakımından da gerekli olacağı bir durumun gündeme gelmesini göz önünde bulundurmaktayız. Ve açıktır ki, böylesi bir durumda, hiçbir tereddüt göstermeksizin, bu nitelikte bir hükümetin kurulması için harekete geçeceğiz.” (“Komünist Enternasyonal’in VII. Kongresi, kısaltılmış stenografik protokolü”, Moskova 1939, sf. 174)
Dimitrov yoldaş, Lenin’in ta 15 yıl öncesinde; tüm dikkatimizi proleter devrime geçişin biçimlerini bulma veya buna yaklaşma görevi üzerinde yoğunlaştırmamız gerektiğini öğrettiğini hatırlattı.
Komünistler, Alman halkının serbest seçimler ve seçim listelerinin hür bir biçimde  hazırlanması aracılığıyla özgür iradesini ifade etme olanağına kavuşması için mücadele edeceklerdir. Bu anlamda, komünistler, Hitler’in devrilmesinden sonra, özgür bir Alman Ulusal Meclisi’nin toplanmasından yanadır. Bu Ulusal Meclis, Halk Cephesi’nin taleplerini sahiplenecek ve Halk Cephesi’nin organlarına dayanarak, gerici unsurlara karşı halkın haklarının savunulmasını üstlenecektir.
Alman emekçilerinin Hitler faşizmi koşullarında geçirdikleri ağır sınavlar, Ulusal Meclis’in ve 1919’un koalisyon politikasının birçok hatalarını yinelememeye veya 1923’de Saksonya’da yapılan hataları tekrarlamamaya yardımcı olacak büyük bir ders niteliğine sahiptir. Bu tecrübe, kazanılan demokratik özgürlüklerin tasfiye edilmesine bir daha meydan vermemeye yardımcı olacaktır.
Bu arada sosyal demokrasinin sağcı liderleri, olup biteni, sanki biz komünistler sosyal demokrasiye özgü bir uzlaşmacı politikaya geçiş yapıyormuşuz gibi yansıtmaktadırlar. Bu bir yalandır. Bir kere, sosyal demokrasi, kendi koalisyon politikasını kapitalizmi muhafaza etme kaygılarıyla takip etti; sosyal demokrasi, can çekişen emeryalizmin hasta yatağında doktor olarak belirdi ve proleteryayı silahsızlandırdı, karşı devrimin ve gericiliğin güçlerini ise silahlandırdı. Halk Cephesi’nin hükümeti ise, Halk Cephesi’nin organlarına yaslanarak, emekçilerin ekonomik ve politik taleplerini gerçekleştirmeli ve proleter devrimin  daha ileri hedefleri uğruna sürdürülecek mücadele için uygun bir zemin yaratmalıdır. Komünist parti, her zaman Lenin’in öğretisinin ruhuyla hareket edecek; parti, “tüm uzlaşmalarda –ki kaçınılmaz oldukları ölçüde– ilkelerimize, sınıfımıza, devrimci görevlerimize, devrimi hazırlama ve devrimde zaferi kazanmak için halk kitlelerini eğitme davamıza sadık kalacaktır.” (V. İ. Lenin, Toplu Eserler, 21. Cilt, Viyana/Berlin, 1931, sf. 163)

TRUVA ATI’NIN SIRRI

VII. Dünya Kongresi, faşist terör koşulları altında, Hitler faşizminin alaşağı edilmesine yardımcı olacak çalışma yöntemlerini ortaya koymuştur. Faşizmin Aşil topuğu; ülkenin emekçi nüfusunun çoğunluğunun gönüllü ya da zorlanarak, çeşitli faşist kitle örgütlerine girmiş olması ve özellikle de bu örgütlerde emekçi kitlelerin çıkarlarıyla mali sermayenin çıkarlarını temsil eden Hitlerci politikalar arasındaki ana çelişkinin çok bariz bir şekilde ortaya çıkmasıdır. Dimitrov yoldaş, Leipzig yargılamaları sırasında, Alman proletaryasına; en ağır faşist terör koşullarında bile, nasyonal sosyalizmin maskesinin nasıl düşürülebileceğini, isabetli sorularla onun gerçek yüzünün nasıl açığa çıkarılabileceğini ve işçi sınıfına mücadelenin yolunun nasıl gösterilebileceğini gösterdi. Alman komünistleri, Berlin’de, akşamları, Dimitrov yoldaşın faşizmi yargılayan konuşmalarının plak kayıtlarını radyodan dinlediklerinde, faşizme karşı mücadelede yeni yöntemlerin gerekliliğini ta o zamanlar açıkça hissediyorlardı. Ne var ki, Alman komünistleri, bu yöntemleri, parti çalışmasının tüm alanlarında uygulamayı bilemediler. Dimitrov yoldaş, şimdi de, verdiği Truva Atı örneğiyle, Komintern’in VII. Dünya Kongresi’nin kürsüsünden, Alman emekçilerine, eğer milyonları harekete geçirmek istiyorlarsa, anti-faşist mücadelenin yöntemlerinin ne kadar derinlemesine dönüştürülmesi gerektiğini açıklamıştır. Ancak kitle örgütleri içindeki çalışma, geniş yığınları ortak mücadelede birleştirmek üzere, bilinçlerini legal yollardan etkileme olanağını sunmaktadır.
Komünist partisi, alt kademeleri ele geçirmek ve çeşitli örgütlerin taban ve kısmen de yönetici fonksiyonerlerini anti-faşist cepheye kazanmak için kararlı bir mücadele vermektedir. Aslında faşist liderlerin, bu sayısız fonksiyonerleri gözden geçirme ve sistematik olarak denetleme olanakları yoktur. Faşist örgütlenmeler içerisinde, istenilen adayların istenilen yere başarıyla mevzilendirilmesi, bu örgütlenmelerdeki anti-faşist unsurlara bağlıdır. “Alman Emek Cephesi” içerisinde yer alan komünistler, taban örgütlerinin, üyelerinin hakları ve çıkarlarının savunulmasıyla doğrudan ilgilenmesi için mücadele etmektedirler. “Neşeyle güçlenmek” (KdF)***** adlı faşist örgütçe alınan tedbirlere gelince: Burada komünistler; gezi, seyahat, çevre oluşturma vb. şeylerin örgütlenmesinde yer alıyorlar; işverenlerden maddi destek talep ediyorlar; etkinlik planlarını etkilemeye çalışıyorlar ve onları faşizme karşı mücadeleye katabilmek için bilim adamları, yazar ve sanatçılarla ilişki kurmanın tüm olanaklarını değerlendirmeye çalışıyorlar. Spor örgütlerinde de komünistler; bu örgütlerin çalışmasının, faşist komiserlerin militarist planları için değil de, üyelerinin spor ihtiyaçlarına gerçekten cevap veren faaliyetler olarak yürütülmesi için bütün tedbirleri almaya çalışıyorlar. Biz, spor derneklerinin yeniden örgütlenmesine karşı mücadele ediyoruz. Bu alandaki mevcut derneklerin korunması ve ülke çapındaki tüm spor örgütleri arasında canlı bir bağın oluşmasından yana tutum alıyoruz.
“Kızıl Yardım”***** (‘Rote Hilfe’) örgütünün faaliyetleri, nasyonal sosyalist sosyal sigorta örgütlerinin içine kaydırıldı. Ve burada, sosyal sigorta hizmetlerinin kısıtlanmasını öngören faşist politikaya karşı ilkesel mücadeleyi zayıflatmaksızın; anti-faşist tutuklular ve geçim araçlarından yoksun bırakılmış emekçiler için mümkün olan en büyük maddi desteği sağlamaya çalışmaktayız.
Bu arada, “Kızıl Yardım” aktivistleri ise, çalışmalarını; Katolikler ve “Çelik Miğfer”in****** aranan üyelerini de kapsamak üzere, emekçilerin en geniş kesimlerine yaymakla kalmıyorlar, aynı zamanda, faşizmin kurbanlarına destek çalışmalarını, benzer faaliyetler içinde olan sosyal demokratik örgütlerle de birleştiriyorlar.
Geniş bir Halk Cephesi’nin yaratılması, KPD’den; çalışmasının o eski dar çerçevesinin aşılmasını; köylülük, yıkıma terk edilmiş küçük burjuvazi, edebiyat, sanat ve bilimin tüm ilerici temsilcileri gibi yakın müttefiklerine faşist barbarlığa karşı kendi haklarını savunma  mücadelesinde en aktif desteği sunmayı talep etmektedir. Bu destek, ancak; köylü örgütlerinin, tarım kooperatiflerinin, zanaatkar birliklerinin ve aydınların mesleki örgütlerinin –öğretmenlerin, sinema ve tiyatro oyuncularının, doktorların vs.– içinde yer alma, mevzilenmeyle gerçekleştirilebilir. Komünist partisi, bu yığınların talep ve çıkarlarını temsil ediyor; örneğin köylülük ve küçük burjuvazi üzerindeki vergi yükünün hafifletilmesi, kesintilerin azaltılması, köylülüğe serbest pazar ticareti yapma hakkının yeniden verilmesi vb. taleplerini savunuyor.
Şu bir gerçektir ki, ülkemizi kabul edilemez bir sıkıntıya ve dayanılamaz bir utancın içine sürükleyen nasyonal sosyalistler, “Alman halkının en iyi geleneklerinin koruyucuları” maskesiyle ortalıkta dolaşmaktadırlar. Bu tür söylemlerle, aydınlar ve küçük burjuvazi üzerinde etkili olmaya çalışıyorlar. Doğrusu, faşistlerin gerçek yüzlerini bu tür söylemlerle gizleme olanağına kavuşmasını, biz komünistler kolaylaştırmış olduk. Zira yakın zamana kadar; Alman halkının en iyi kültürel ve gerçekten de ulusal gelenekleri için; Schiller ve Goethe, Fichte ve Lessing gibi büyük klasiklerimizin eserlerinin propagandası için yetersiz düzeyde mücadele ettik ve bu gelenekleri halkın kurtuluşu mücadelesinde değerlendirmeyi bilemedik. Almanya Komünist Partisi, Komintern’in VII. Dünya Kongresi’nin kararları ışığında, şimdiye kadarki parti yayınevi çalışmasını genişletti ve bu çerçevede geniş halk yığınlarına dönük eserleri ve en iyi ulusal geleneklerimizi yansıtan bildiri ve broşürleri yayınlamaya başladı.
Bu yoldan da, faşist kitle örgütlerinde örgütlü olan halk kitlelerini harekete geçirmeye çalışmaktayız.
Çalışmanın bu yöntemleri, nasyonal sosyalist demagoji tarafından henüz zehirlenmemiş emekçileri kazanma ve onlarda başlangıçta mütevazi talepler için de olsa mücadele isteğini uyandırma olanaklarını sunacaktır. Bunların gerçekleşmesi mümkündür; yeter ki, kitle örgütlerinin alt kademedeki fonksiyonerleri, kendilerini, nasyonal sosyalist örgütlerin saflarındaki emekçilerin günlük çıkarları uğruna verilen mücadeleye adasınlar.

GENÇLİK İÇİNDEKİ KİTLE ÇALIŞMASININ YENİLENMESİ
VII. Dünya Kongresi, Komünist Gençlik Örgütleri’nin faaliyetleri, gençlik içindeki kitle çalışmasının bütünü için de yeni direktifler verdi. Alman gençliğinin devrimci hareketi içinde yeni olan şey, ifadesini, sosyal demokrat gençlik örgütlerinin anti-faşist eğilimli olan üyelerinin de genel olarak faşizme karşı mücadele etme isteğini taşıyor olmasında bulmaktadır. Faşizm, milyonlarca genci çok çeşitli örgütler içinde toplamış bulunuyor ve askeri talimin yanı sıra, bu gençleri kapsamlı bir şekilde de etkiliyor. Bu durum, Komünist Gençlik Örgütü’nün (KJVD) çalışmalarında köklü bir değişikliği zorunlu kılmaktadır. Bugüne kadar KJVD içindeki sekter eğilimler, komünist partisinde olduğundan daha çarpıcı bir biçimde ortaya çıkıyordu. KJVD, partinin belirlediği görevleri, bunları, gençlik içindeki çalışma açısından asgari düzeyde bile özgünleştirmeden, kopyalamaktaydı.
Gençlik içindeki çalışmanın yeniden yapılandırılması, pratik ifadesini, Alman Komünist Gençlik Örgütü’nün faşizme karşı mücadelenin, gençliği devrimci Marksizmin ruhuyla eğitme mücadelesinin gerçek bir örgütüne dönüştürülmesinde bulmaktadır. Görevlerindeki bu genişleme, KJVD’ye, aynı zamanda daha geniş bir kitle tabanını sağlamakta, en geniş (kesimleri kapsayan -ç.n.) taktiğin –faşizme karşı mücadelede Birleşik Cephe– yaşama geçirilmesi koşullarını yaratmaktadır. Komünistler, emekçi gençliğin yerel, bölgesel ve ülke çapında birleşik bir örgütünün kurulmasını hedeflemektedirler. Emekçi gençliğinin, KJVD’nin de mensubu olacağı bu örgütü, barış ve özgürlük için mücadele etmek isteyen tüm gençliği kapsamalıdır. Bu gençlik örgütü, adını kendisi koyacaktır. Gençliğin geniş yığınlarına dönük hangi yayın organlarını çıkaracağı, hangi uluslararası örgütlere katılacağı ve politik partiler karşısında hangi tutumu alacağı kendi iradesine bağlı olacaktır. Emekçi gençlik içindeki kitle çalışmasının bu yenilenmesi, komünist örgütlerden en güçlü çabayı sarfetmelerini; emekçi gençliğin güncel talepleri uğruna verdiği ve militarizme karşı sürdürdüğü mücadelesine ve birleşik bir örgütünün yaratılmasına en büyük desteği sunmasını gerekli kılmaktadır.

ALMANYA KOMÜNİST PARTİSİ’NİN FAALİYETİ SORUNU ÜZERİNE
KPD’nin kitle politikasına yönelimi, Ocak 1935’te, o dönem alınan kararların bir sonucu olarak gerçekleşti. Ocak kararlarının yaşama geçirilmesi sürecinde, Komünist Partisi içindeki sekter geleneklerin ne denli kökleşmiş oldukları açığa çıktı. Bunlar, birçok komünistin faşist kitle örgütlerinde faaliyet yürütmekten geri duruşuyla kendisini dışa vuruyordu.
Her yenilgi döneminde olduğu gibi, Hitler’in zaferi ve KPD’nin önderi Thälman yoldaşın tutuklanmasından sonra da, komünist partisinin bünyesinde önemli iç sorunlar baş gösterdi. Bazı yoldaşlar, bu yeni koşullar altında, taktiği, özellikle de sosyal demokrasiye yönelik taktiği değiştirmeye çalıştılar. Dikkatleri faşist kitle örgütlerine çekmenin zorunluluğunu gördüler. Ama KPD’nin bazı üyeleri de tam tersi bir görüşü savundular. Bunlar, sosyal demokrasiyle ayrım çizgilerinin daha keskin bir biçimde koyulmasını talep ettiler; ve Sosyal Demokrat Parti’nin sol kanadının içinde bulunduğu gelişme süreci karşısında tam bir anlayışsızlık gösterdiler. 30 Haziran 1934 olayları; yani Hitler’in faşist silahının namlusunu kendi partisindeki muhalefete doğrultması ve işçi sınıfının da henüz seyirci pozisyonda bulunması, kısacası bu olaylar, Alman komünistlerine, KPD’nin kitle politikasını yenileme zorunluluğuna işaret ettiler.
1 Ağustos’ta, Birleşik Cephe taktiğinin kapsamlı bir biçimde hayata geçirilmesi ve özgür sendikaların yeniden kurulması kararı alındı. Fakat birçok yoldaş durumun değiştiğini hemen anlayamadı ve yeni koşullara denk düşmeyen eski formülasyonlara sarılmaya devam etti. Bu, kendisini, yalnızca bir dizi sekter hatanın yapılmasında göstermedi, aynı zamanda, bu sekter savrulmalar karşısında toleranslı bir tutumun alınmasında da açığa vurdu. Komünist Partisi’nin kitle çalışmasını tutarlı bir şekilde ve sağlıklı bir özeleştiri temeli üzerinde yenileyebilmesinin olmazsa olmazı olan coşku, her defasında ve her komünistte varolan bir şey değildi maalesef. Bürokratlara özgü kendi kendinden memnun olma ve yeterli bir sistematik ile yaşama geçirilmeyen kararlarla böbürlenme gibi eğilimler uç verdi.
Ocak Kararları, ülkedeki tüm komünist örgütlerin en canlı onayını aldı. Fakat koşullardaki değişim ve yeni taktik çizginin yaşama geçirilmesi, aynı zamanda, parti çalışmasının yöntemleri ve örgütsel biçimlerinin yeniden düzenlenmesini gerekli kıldı. Bu arada, örgütsel sorunlarda yeni bir tarz da kararlaştırılması gerekiyordu. Komünist hücreler, kitle örgütleri içerisinde inşa edilmek zorundaydı ve bu parti örgütlerinin yönetimini de, kitlelerle en sıkı bağı olan ve yığınların güvenini kazanmayı başarmış yoldaşlar üstlenmeliydi.
En önemli sorunu ise, komünist partinin kadrolarının eğitimi sorunu teşkil etti. Kadroların, en geniş inisiyatife sahip ve aynı zamanda kitlelerle en sıkı ilişkiyi sürdürebilen kadrolar olarak eğitilmesi gerekiyordu. KPD içerisinde; kitlelerden kopmuş, talepleriyle ilgisi kesilmiş ve onların içinde bulundukları havayı algılamaktan uzaklaşmış yoldaşlar da bulunmaktaydı. Bu bakımdan, parti fonksiyonerlerinin yürütülmesi gereken çalışma açısından uygunluklarının titizlikle gözden geçirilmesi gerekiyordu. Aynı şekilde, Lenin ve Stalin’in bize öğrettikleri doğrultuda devrimci kitle politikası izleyebilecek kadroların eğitiminin tüm yöntemleri de yeniden değerlendirilmek zorundaydı.
Şu anda komünist partisinin yönetici kadroları; parti militanlarıyla, ancak istisnai durumlarda ve çok uzun zaman dilimleri arasında birebir görüşüp direktifler verebildikleri için, parti örgütlerinin yönetilmesi işini, bu nedenle, “Kızıl Bayrak” ve diğer yazılı materyaller aracılığıyla yürütüyorlar. Bundan ötürü, taban örgütleri ve kadrolarının kendileri, bizzat partinin politikasını somutlaştırma ve olayların gelişimine göre bağımsız ve hızlı kararlar alma yeteneğine sahip olmak zorundadırlar. Kuşkusuz bunun olabilmesi için, “Kızıl Bayrak”ın da geliştirilmesi gerekiyor; politik sorunlar, bu organda daha titiz ele alınmalı, organın kitle mücadelesine doğrudan kılavuzluk etmesi daha da düzeltilmelidir.
Açıktır ki, KPD’nin önderi Thälmann yoldaş aramızda olsaydı, bütün bu büyük görevlerin üstesinden çok daha kolay gelinebilirdi. Zira, Birleşik Cephe’nin yaratılması için en kararlı bir şekilde mücadele eden, yığınların sesini dikkatle dinleyen, onların sıkıntı ve kaygılarını derinden hissederek mücadelemize Marx, Engels, Lenin ve Stalin’in bayrağı altında yön ve hedef veren özellikle de Thälmann yoldaştı. Şurası açıktır ki, ancak Komintern’in VII. Dünya Kongresi’nin kararlarını coşku ve kararlılıkla yaşama geçiren Alman komünistleri, Ernst Thälmann’a layık mücadele yoldaşları olarak hareket etmiş olacaklardır!
Komintern’in VII. Dünya Kongresi kararları ve özellikle Dimitrov yoldaşın KPD’nin çalışmasına ilişkin önerileri; Komünist Parti’nin içten sağlamlaştırılmasının, parti kadrolarının inisiyatifinin geliştirilmesinin ve Almanya’da en geniş Birleşik Cephe ile anti-faşist Halk Cephesi’nin yaratılmasının temelidir. KPD, bu kararları yaşama geçirmekle, Komintern’in yeni taktik çizgisine dönük kavrayışsızlığın kalıntılarını nihai olarak aşmış olacak ve tüm anti-faşist güçleri ortak tutum ve eyleme çekecektir. Umarız ki, KPD’nin yeni taktiğini Komünist Enternasyonalin tüm faaliyetlerini çok yönlü yenilenmesi süreci temelinde belirleyen VII. Dünya Kongresi’nin bu kararları; KPD’nin gelişmesinde ve işçi sınıfının ve Almanya’nın milyonlarca emekçisinin faşist diktatörlüğün yıkılması için Birleşik Cephe ile Halk Cephesi’ni inşa etme mücadelesinde yeni bir aşamayı başlatır!

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑