Emperyalizm uzunca süredir bir dünya sistemi haline gelmiş bulunmaktadır. Emperyalist egemenlik sistemi, diğer tüm ilişkileri kendisine bağlamakta, onları kendi hizmetine almaktadır. Kapitalist ilişkileri kendisine kılavuz edinen ideoloji, politika, kültür, sanat, spor vb. tüm etkinlikler sonuçta gelip emperyalizme ve onun çıkarlarına bağlanmakta, emperyalist dev tekellere hizmet etmek üzere şekillendirilmektedir. Burada şu soru sorulmalı ve yanıtı aranmalıdır: Din ile emperyalizm arasında bir ilişki var mıdır? Eğer varsa, bu nasıl bir ilişkidir ve din mevcut burjuva toplumunun en küçük hücrelerine kadar sızmış, sermaye çıkarları temelinde şekillenmiş bu bağımlılık ilişkilerinin dışında kalabilir mi? Emperyalizm döneminde dinin emperyalist egemenlik ilişkilerinin dışında kalmadığını, onun tarafından kullanıldığını olay ve olgular açıkça gösteriyor.
Dinin dünyanın en eski ideolojisi olduğu sık sık dile getirilir. Buradan yola çıkılarak, tarihi binlerce yıla dayanan dinin, 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başı diyebileceğimiz bir tarihte şekillenmeye başlayan emperyalist ilişkilerin egemenliği altına girmeyeceği ileri sürülebilmektedir. Oysa toplumların tarihi, ilkel komünal toplum dışta tutulacak olursa, aslında sınıflı toplumların ve onların sınıf mücadelelerinin tarihidir. Bazı dinler, başlangıçta, alt sınıfların ideolojisi ve isyanı olarak -Hıristiyanlık gibi- ortaya çıksa da, giderek üst sınıfların onların yararını keşfetmesiyle, kurulu düzenin resmi dini haline gelmişler, toplumlar değişse de, onlar “tepe”deki yerlerini sürekli korumuşlardır. Böylece, din, sömürücülerin ellerinde, sömürülenleri avutmanın, uyutmanın bir aracı olarak sürekli kullanıldı ve kullanılıyor. ”Dinin ezilenlerin afyonu” olması da, bu ilişkiyi tanımlayan en özlü ifadedir.
İlkel dinleri bir yana bırakacak olursak, büyük dinlerin izlediği yol hep böyle olmuştur. Örneğin Hıristiyanlık açısından durum şudur: Hıristiyanlığın başlangıçta alt sınıfların isyanı ve sesini duyurmak için ortaya çıktığı ve yaygınlaştığı genel olarak kabul edilmektedir. Bu din, milattan sonra 4. yüzyılda resmi din olarak kabul edildikten sonra, köleci Roma’da köle sahiplerinin, karanlık ortaçağlarda aristokrasi ve krallıkların, kapitalizmin egemen olması ile birlikte burjuvazinin –burjuvazi, devrimci döneminde din ve devlet işlerini ayırmış, laisizmi benimsemiştir– hizmetine girmiş, açıkçası tüm bu toplumlara uyum sağlamış; egemen sınıflar da, dinin yararını keşfetmekte gecikmemişlerdir.
Bu durum; dinin dayanıklılığı ve yeni koşullara uyum yeteneğinin olduğu kadar, sınıflı toplumlarda, üst sınıfların, bu ideolojinin –dinin– kitleler üzerindeki etkisini, sınıf egemenliklerini sürdürmelerinin bir aracı olarak kullanmanın faydasını görmelerinin bir sonucudur. Kapitalizmin tekelci kapitalizme, yani emperyalizme dönüştüğü tarihsel aşamada, din ile egemen üst sınıflar arasındaki ilişkinin tarihte olduğu gibi şekillenmemesinin herhangi bir nedeni bulunuyor mu? Olgular bulunmadığını göstermektedir. ”Emperyalizmin siyasi gericilik” olması, bir yanıyla, tüm geri ilişkileri kullanma ve hizmetine almada kendisini göstermektedir. Emperyalizmin komünizme karşı mücadelesinde Papa ve Kilisenin oynadığı rol sır değildir. Keza ABD emperyalizminin, Sovyetlere karşı, “mücahitler”i, Taliban’ı örgütlediği, Bin ladinlerin bu ilişkilerin çocuğu olarak dünyaya geldikleri de bir sır değildir. Bugün de dine sıkça vurgu yapıldığını, onun, emperyalist çıkarlara hizmet için göreve çağrıldığını görüyoruz. Bugün ”kurtarıcı”, bu işle “görevlendirilmiş kişi”, “görevlendirilmiş devlet” vb. terimleri, özellikle ABD emperyalizmi tarafından sıkça kullanılıyor, kitlelerin en geri duygularına hitap eden emperyalist bir propaganda yürütülüyor.
Gerçekten de kısaca bir bakalım; tarihin hangi döneminde din, bugün olduğu kadar politikanın hizmetine koşulmuştu? Eski çağların rahip krallı devletlerini bir yana bırakırsak, bu soruya duraksamadan verilecek ilk yanıt, her halde Ortaçağ olacaktır. Ancak Ortaçağ’ı bugünden ayıran temel bir özellik bulunuyordu. Bu özellik, kilisenin toplumdaki etkin konumudur. Ortaçağ’da Kilise, iktidar sahibi bir kurumdur. Bu iktidar, sadece inananlar üzerinde cennetin anahtarını elinde tutmaktan kaynaklanan ipotekten ileri gelmez. Aynı zamanda, büyük toprakları elinde bulundurması, feodal toprak sisteminde önemli bir yer tutmasından da ileri gelir. Krallar Papa’nın önünde diz çöker ve onun eliyle taç giyerler. Ta ki kralın hakkı krala, tanrının hakkı tanrıya –Sezar’ın hakkı Sezar’a, tanrının hakkı tanrıya– verilinceye kadar. Bu, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrıldığını, göksel iktidarın dine, bu dünyadaki iktidarın ise krallara verildiğini ifade eder.
Reform ve Rönesans’la başlayan Aydınlanma ve ardından gelen burjuva devrimleri ile devam eden süreç, din ve devlet işlerini birbirinden köklü bir biçimde ayrıştırdı. Burjuvazi, yeni iktidarın sahibi sınıf olarak, alt sınıfların devrim tehdidinden korkarak, dini kendi hizmetine alsa da, tarihsel bir kazınım olarak laisizm, genel olarak egemen oldu. Ancak dinin kurulu düzenin çıkarları için kullanılmasından hiçbir dönemde vazgeçilmedi. Üretim araçları üzerinde özel mülkiyete dayanan kapitalist sistem, işçi sınıfına ve ezilen yığınlara bu dünyada verecek fazla bir şeyinin olmadığını itiraf eder gibi, sömürülen ve ezilen yığınları öbür dünyanın ödülleri ile avutmayı, düzenin devamı için hayati önemde gördü. Bu dünyanın kötülüklerine karşı –sömürü, baskı, açlık, yoksulluk vb.– mücadele ve isyan etmemenin ödülü, öbür dünyada rahat ve bolluk içinde bir yaşamdı!
Ancak din, kurulu sermaye düzeninin sadece kendi halkını avutmak* için kullandığı bir araç olmadı. Sömürgecilik ve emperyalizm, dini hizmetine aldı ve diğer ülkelerin halklarını egemenlik altına almaya hizmet eden bir araç olarak kullandı. Bu kullanmanın en etkili yöntemlerinden birisi de misyonerlik faaliyetleri oldu. Misyonerler, ”barbar halkları uygarlaştırmanın, onları eğitmenin” görevlileri olarak, Afrika, Asya, Latin Amerika’ya vb. gönderildiler. Gerçekte misyonerler, dinin değil, sömürgecilik ve emperyalizmin misyonerleri olarak görev yaptılar.
Kısaca da olsa, bu misyonerlik faaliyetlerine değinmek gerekiyor. Misyonerlik üzerine oldukça ünlü bir eski Afrika özdeyişi bulunuyor. Özdeyiş şöyle der: ”Hıristiyanlık Afrika’ya geldiğinde, Afrikalıların toprakları, Hıristiyanların ise İncilleri vardı. Hıristiyanlar bize gözlerimizi kapayarak dua ve ibadet etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda onlar bizim topraklarımızı, biz de onların İncillerini almıştık.” Bu özdeyiş durumu oldukça iyi açıklıyor. Ancak bu misyoner ”Hıristiyanların” sömürgecilik ile olan bağları üzerinde biraz durmak gerekiyor. Sömürgeciliğin hizmetindeki Hıristiyan misyonerlerin özellikle Afrika’da yürüttükleri faaliyetler, çarpıcı sonuçlara yol açmıştır. Bu çalışma, neredeyse tüm Afrika toprakları üzerinde sürdürülmüş, buna, koloniler halinde bu topraklara yerleşme eşlik etmiştir. Misyonerler, ”kutsal kitapları” ile, her zaman sömürgeciliğin hizmetinde oldular, bir taraftan sömürgeciliğin açtığı yolda yürürken, diğer tarafta onlar bir yol açmayı başardıkça, sömürgecilik onları izledi. Yani işler, sadece ”kutsal kitabın” ikna gücüne bırakılmadı. Bu ”ikna”, silahların ve orduların gücüyle, oldukça ”dünyevi” bir güce dönüştürüldü.
Bu faaliyetler, misyonerlerin, özünde, soyut bir ”din uğruna” çalışmadıklarının tipik bir örneğidir. Onların Afrika’da ve diğer bölgelerde yürüttükleri bu sömürgeleştirme faaliyetleri, olduğu gibi, emperyalizm tarafında devralındı; ve din, kitlelerin emperyalist soygun ve zulme itaatle boyun eğmesinin bir aracı olarak kullanıldı ve kullanılıyor. Ancak emperyalizm dönemiyle birlikte, dinin yanı sıra, pek çok etkin aracın –emperyalist kültür objeleri vb.– da devreye sokulduğundan söz edilebilir. Örneğin son zamanlarda, tüm dünya, ABD Başkanı Bush’un ağzından inanç ve tanrı ile ilgili sözler duyuyor. Bush, inançsız birinin başkanlık yapamayacağından söz ediyor. Bush, bu sözleri ile, ortalama ABD vatandaşının duygularına sesleniyor, onların, emperyalist dünya politikasının yedek gücü olmasını sağlamak istiyor. Elbette bu gerici tutum, ABD toplumunu etkilemekle sınırlı kalmıyor ve diğer Batı toplumlarının halklarını da etkiliyor, onları emperyalizmin yedeği yapmayı hedefliyor. Bu tutum, emperyalizmin dini kullanmasının en uç noktalarından birisini oluşturuyor ve olayların gelişimi, bu kullanmanın giderek daha fazla yoğunlaşacağını açıkça işaret ediyor.
Ancak emperyalizmin, dinsel olarak, sadece Hıristiyanlığı kullandığını ileri sürmek, eksik ve yanıltıcı bir tabloyu resmetmek, emperyalizm-din ilişkisini görece dar bir alana hapsetmek olacaktır. Emperyalizmin sadece Hıristiyanlığı hizmetine almadığını, İslam dinini de gerici amaçları için kullandığını tarihsel ve politik gerçekler göstermektedir. Hatta rahatlıkla ileri sürülebilir ki, özellikle İslam ülkeleri söz konusu olduğunda, emperyalist merkezler, bu ülkelerdeki emekçi yığınları geri ilişkiler içinde ve bağımlılık altında tutmanın aracı olarak İslam dinini daha fazla kullanmışlardır. Tarikatların, kralların, prenslerin, şeyhlerin desteklenmesi ve korunması, onlar aracılığı ile diğer İslam ülkelerinde yürütülen faaliyetler –petro dolarlar–, bu kullanmanın içinde oldukça önemli bir yer tutmaktadır. Bugün ”ılımlı İslam”dan bolca söz edilmektedir. Bir dönem önce ise, ”yeşil kuşak” gözde idi. Adlandırmalar değişmiş, ama işin özü değişmemiştir. Bu öz, dinin –burada İslamın– emperyalizm tarafından kullanılmasıdır.
Bu bölümü tarihsel bir örnekle bitirmek yararlı olacak. Tarihe bakıldığında, 19. yüzyılın sonu ve 20 yüzyılın başında, örneğin Pan-İslamizm fikrinin, İslam ülkelerinde ortaya çıkmadığını görmek ilginçtir. Bu akım, özellikle İngiliz sömürgeciliğine ve Ortaasya’da Rus hegemonyasına karşı –sömürgelerin önemli bir kısmı İslam ülkeleri idi– Alman emperyalizmi tarafından geliştirilmiş, oradan İslam ülkelerine, özellikle de, neredeyse yarı-sömürgesi sayılabilecek Osmanlı İmparatorluğuna aktarılmıştır. Amaç, İngiltere’ye karşı bu halkların hoşnutsuzluğunu körüklemek, Osmanlılar üzerinden yeni topraklara ve sömürgelere sahip olmaktı.
MÜSLÜMAN MİSYONERLER!
Misyonerlik çalışmaları, sadece Hıristiyanlar tarafından yapılmıyor. İslam dininde de benzer çalışmalara rastlanmaktadır. Ancak arada bazı ciddi farklılıkların bulunduğu da gözardı edilmemelidir. Bu farklılıkların en belirgini de, Hıristiyanlığın emperyalizme doğrudan hizmeti ve bu arada ”kendi dinine hizmet” iken, bugün İslam’da misyonerlik adına yola çıkanların emperyalizme –özellikle ABD’ye– hizmetleri söz konusudur. Bu bakımdan, örneğin Gülen ”cemaati”nin özellikle ”Türki Cumhuriyet”lerdeki ”eğitim faaliyetleri” oldukça dikkate değerdir. Bu okulları destekleyenler, bunların ”devletin yapamadığını” yaptıklarını ileri sürmektedirler. Buralarda onlarca okul bulunmaktadır ve bunlar, ”resmi müfredat”ın yanı sıra özel bir eğitim de gerçekleştirmektedirler. Nurcu olarak bilinen bu cemaatin buralarda yürüttüğü faaliyetin kime ve neye hizmet ettiği, irdelenmesi gereken bir konudur. Cemaatin Lideri Fethullah Gülen, yıllardır ABD’de yaşamaktadır. Cemaatin faaliyet gösterdiği ”Türki Cumhuriyetler” ise, ABD’nin ilan ettiği Geniş Ortadoğu Projesi’nin hedef ülkeleri arasındadır. Bu iki gelişmenin tesadüfen bir araya geldiğine inanmak için ortada herhangi bir neden bulunmamaktadır.
Burada açığa çıkarılması ve anlaşılması gereken sorun şudur: Fethullahçılar bu ülkelerde ne amaçla bulunmaktadırlar ve kimin çıkarlarına hizmet etmektedirler? Bu soruya en son verilecek yanıt, herhalde, soyut olarak ”din adına, dine hizmet için burada bulunuyorlar” olacaktır. Sorunun elbette dinle ilgili bir yanı bulunmaktadır. Ancak burada ”nasıl bir din, kimin hizmetinde bir din” sorusu hemen gündeme gelmektedir. ABD emperyalizminin gerek soğuk savaş dönemindeki ”yeşil kuşak” projesinde, gerekse şimdilerin ”ılımlı İslam” döneminde, İslam dinini kendi emperyalist çıkarları için kullandığı bilinmektedir. Deyim yerinde ise, ABD ‘dini askere almıştır’. Aşağıdaki kısa alıntı da, bu sorunun yanıtını yeterli açıklıkta vermektedir.
Gülen, Milliyet gazetesinde yayınlanan röportaj dizisinde, kendisine sorulan BOP’a ilişkin soruyu şöyle yanıtlıyor: ”BOP lazım mı, değil mi? Biz buna inanıyor muyuz? Eğer inanıyorsak, Türkiye, dünya muvazenesindeki yerinin paha biçilemez olduğunu Rusya’ya, Avrupa Birliği’ne ve Çin’e karşı da iyice ortaya koymalı. Büyük bir Ortadoğu olacaksa, bunun ancak Türkiye’nin ağırlığı ile olabileceği iyi anlatılmalı. BOP ciddi bir proje ise ve gerçekten demokrasi getirmek gibi bir hüsnüniyet taşıyorsa bile, Türkiye temkinli davranarak plana katılmaya bakmalı, kendi çıkarlarını gözetmeli, niyetleri, oyunun kurallarını ve detaylarını öğrenmeli; Ortadoğu’daki diğer ülkelere de bu mesele mal edilmeli. Şayet projeye tamamen kapanırsa oyun aleyhte neticelenir, çıkarlarımızı koruyamayız.” (abç.) Gülen, Rusya’ya, AB’ye, Çin’e karşı tutum ortaya koyuyor. Sorun, bu tutumu kimin adına ortaya koyduğudur. Gülen, ABD ile BOB bağlantısına ilişkin bir soruyu, ”Türkiye’nin fikirlerinin alınması” temelinde yanıtlarken, bu sorunun yanıtını da veriyor. Hizmet edilen güç ABD’dir ve Türkiye, bekçi, muhafız ve misyoner olarak ona hizmet edecektir.
Bu durumdaki bir Müslümanın, ”misyoner” olarak, dini kendi stratejik amaçları için kullanan ABD emperyalizmine hizmet ettiği ortadadır. Burada şöyle çelişkili bir durum ortaya çıkmaktadır: Hıristiyan misyoner, kendi yerindedir. Yani hem kendi devletine ve onun emperyalizmine hizmet etmekte, hem bu arada din için de av peşinde koşmaktadır. Çünkü kitleleri dine kazanmanın, onlar arasındaki direnme ve mücadele etme isteğine darbe vuracağı hesap edilmekte, bu yönde faaliyet gösterilmektedir. Ama örneğin Fethullahçı bir misyoner ise, amacını ne biçimde gizlerse gizlesin, korumasına girdiği emperyalist devlete –burada ABD– hizmet etmektedir. Kendi “İslam kardeşleri”ni ABD emperyalizmine peşkeş çeken bir din misyonerinin ise, kendi dini konusunda da samimi olmadığı ortadadır.
Dinin, bu dinlerden birisi olan İslam’ın günümüzde egemen sınıfların gericiliğine hizmet ettiği gerçeği göz ardı edilmemelidir. Ancak İslam dini açısından, yukarıda da değinilen ikili özelliğin üzerinden atlamamak gerekir.
Bu özellik şudur, bugün pek çok İslam ülkesinde gerici iktidarlar emperyalizm tarafından ayakta tutulmaktadır. Sorunu, din cephesinden gelerek izah edecek olursak, İslami iktidarlar, ve yönetimler, birkaçı dışında, emperyalizm –emperyalist ülkelerde egemen din genel olarak Hıristiyanlıktır!– tarafından ayakta tutulmaktadır. Bu gerçeğin temelinde, birkaçı dışında İslam ülkelerindeki işbirlikçi egemen sınıfların emperyalizmin hizmetine girmesi yatmaktadır. Onların, yakın zamana kadar açıkça –şimdi daha kapalı olmak zorunda, çünkü konjonktür değişti– kendi dinlerini yaymak üzere görevlendirildikleri -–önce ”yeşil kuşak, şimdilerde ”ılımlı İslam”– bilinmektedir. Örneğin Kafkaslardaki Çeçen faaliyetlerinin bir boyutu budur. Bu ”dini yayma” faaliyetinin din uğruna yapıldığına birkaç saf dışında inanan bulunmamaktadır. Bu yönlü faaliyetlerin, Müslüman kitleler arasında emperyalizme dayanak oluşturmak amacıyla yürütüldüğü, bu bölgedeki egemenlik çatışmalarında kullanılan bir alet olduğu artık iyice açığa çıkmıştır.
Özetle ifade edilecek olursa; üst sınıflar ve devletler tarafından desteklenen İslamı yayma çalışmaları, önemli ölçüde emperyalizmin çıkarlarına hizmet eden bir faaliyet haline gelmiştir. Bu durumun sonuçlarından birisi, herhalde, mezhep ve tarikatlar içerisinde, üst sınıflarla alt sınıflar arasındaki çelişkilerin sertleşmesi olacaktır. Bağımlı ve ezilen halk ve ulusların bağımsızlık mücadeleleri, zorunlu olarak emperyalizmi ve onunla işbirliği içindeki İslamcılığı –ılımlı İslamcılığı da– hedef almak zorundadır. Kuşku yok ki, ”ılımlı İslamcılığın” karşıtı ”radikal İslam” değildir. Ancak bu yöndeki eğilimlerin, başka modern bir alternatifin yokluğunda, güç ve mevzi kazanacağı da bilinmektedir, bilinmelidir. Bilinen bir başka şey de, bunların, zorunlu olarak, emperyalizm ile mücadele etme eğilimi içerisine –elbette rasgele ”Cihat” ilan eden terörist gruplar kastedilmiyor, ancak bir yanıyla, bunlara da zemin oluşturmak üzere– girecek olmalarıdır. Bu yazının doğrudan konusu olmamakla birlikte, bu durumun, Müslüman ülkelerde, emperyalizme karşı Müslüman kitleleri seferber etme mücadelesini geniş ve kapsamlı, esnek taktikleri ve yöntemleri olan vb. bir mücadele haline getireceği açıktır.
DİN KARŞISINDAKİ TUTUM
Burada, kısaca da olsa, bilimsel sosyalizmin din karşısındaki tutumunu hatırlatmakta yarar var. Bilimsel sosyalizmi, Marksizm-Leninizmi kendisine kılavuz edinmiş partiler, mevcut devletin –burjuva devletin–, dinin, kişinin ”özel sorunu” olduğunu kabul ve ilan etmesini sürekli savunmuşlar ve bu ilkeye bağlı kalmışlardır. Bu, geniş anlamı ile tanımlayacak olursak, din ve devlet işlerinin ayrışmasını, devletin tüm dinler ve dinsizlik karşısında yansızlığını korumasını, her türlü dinsel baskının ortadan kalkmasını içerir.
İşçi sınıfı partileri vatandaş ve devlet arasındaki dine ilişkin bağıntıyı bu şekilde ortaya koyarken, kendileri, kuşkusuz “dine karşı acul bir savaş” açmazlar, ancak din karşısında yansız değillerdir, materyalisttirler. Bu partilerin programları ve tüzükleri bellidir ve bunu kabul eden ve bu temelde çalışan işçi ve emekçiler bu partilere üye olabilirler. Kuşkusuz bu partiler, üyelerini, ”dini bir sınavdan” geçirmezler. Dine inanan üyelere de sahip olabilirler. Sorun, bunların da, partinin yürüttüğü ideolojik, politik, örgütsel çalışmaya kayıtsız şartsız katılması, kendi inançlarının propagandasını yapmamasıdır. Marksist-Leninist partilerin dünya görüşünün diyalektik materyalizm üzerinde şekillenmiş olduğu, din de dahil olmak üzere, her türlü idealist, metafizik düşünceyi mahkum ettiği bilinmektedir. Burada bir çelişki bulunmuyor mu? Kuşkusuz bulunuyor. Ama bu çelişki, partinin bir çelişkisi değil, ”inanmış olanın” çelişkisidir ve zamanla pratik içerisinde ve partinin ideolojik yardımıyla kuşkusuz çözülecektir.
Burada bir noktanın altı özenle çizilmelidir; işçi partileri dine karşı tantanalı, gösterişli savaşlar açmazlar. Bu partilerin çizgileri, işçi sınıfının, emekçi yığınlarının geniş kesimlerini pratik mücadele içerisine çekmek, onların dikkatlerini ortak sorunlara çekmek, yığınların bu mücadele içerisinde ilerlemesine, tecrübe kazanmasına ve aydınlanmasına yardım etmektir. Burjuvazinin radikal kesimleri, zaman zaman dine karşı gösterişli savaşlar açmışlardır. Ancak bu savaşların, modern toplumların burjuvazi ile proletarya arasındaki temel çelişkisinin üzerini örtmeye, dikkatleri o günün temel sorunlarından başka bir yana çekmeye, sınıf bölünmeleri yerine, dinsel bölünme tehlikesine kapı açmaya yaradığı açıkça görülmüştür. Üstelik bu ”savaşlar” çoğu durumda tam ters bir etki yaratmış, dinin güçlenmesine yol açmıştır. Bunun karşısında, işçi partileri, materyalist dünya görüşünün sistematik olarak savunuculuğunu yaparlar, her türlü gerici ideolojiye karşı ideolojik mücadeleyi ara vermeden sürdürürler. Gerici, idealist akım ve düşüncelerin, bilim dünyası dahil, tüm düşünce dünyasından sürülmesi ve mahkum edilmesinin özel bir önemi bulunmaktadır. Sürdürülen bu ideolojik mücadele ile doğrudan yığınları ilgilendiren politik mücadelenin görevleri ve sürdürülüş biçimi elbette farklı olmak zorundadır.
Ülkemizde de, tek tek direniş ve eylemlerde, dini ideolojiden etkilenmiş işçilerin pratik mücadeleye katıldıkları, hatta çok iyi proleter savaşçılar oldukları görülmüştür. İşçiler, emek ile sermaye arasındaki mücadeleden yola çıktıklarında, aralarındaki sınıf duygusu, ortak mücadele değerleri güçlenmekte, ideolojik ve politik olarak ilerlemelerinin, geri ayak bağlarından kurtulmalarının yolu da açılmaktadır. Bütün bunlar şu anlama gelmektedir ki; işçi partileri, devrimci mücadelenin toplumsal pratiğinde, yığınları bu pratiğin içine çekerek, onlardaki dini ideolojik önyargılar dahil, geri tutumları geriletebilir ve işçi ve emekçileri tarihin bilinçli dönüştürücü öznesi haline getirebilirler. Din karşısındaki her türlü süslü, tantanalı, gösterişli çıkış bu partilere yabancıdır, ve onlar, bunu, işçi ve emekçi mücadelesi için tehlikeli bulmaktadırlar.
Çünkü bu partiler, felsefi materyalizmi kendilerine kılavuz edinmişlerdir ve dinin köklerinin ”göklerde” değil, modern toplumun derinliklerinde olduğunu, yani toplumsal olduğunu bilmektedirler. Her birisi sermaye düzeninin sonuçları olan işsizlik, yarının ne getireceğinin belirsizliği, geleceğe güvensizlik, krizler, savaşlar, önlenebilir veya zararı en aza indirilebilir doğal afetler karşısındaki çaresizlik vb., sürekli olarak, dinsel düşünceyi besler ve onu yaşatır. Bu demektir ki, esas mücadele toplumsal zeminde olacaktır ve yığınlar, bu mücadelenin içine çekilmek zorundadır.
Yine vurgulamak gerekir ki; günümüz toplumlarında, özellikle Türkiye gibi ülkelerde, zaman zaman din sorunu bir vesileyle öne çıkmakta, toplumun tüm dikkatlerini kendi üzerinde toplamakta, toplum içerisinde bu temelde –inanlar-inanmayanlar, laikler ve karşıtları vb.– bir bölünmenin derinleşmesine yol açabilmektedir. Böylesi dönemlerde, işçi partileri, tüm emekçileri birleştiren bir politikaya ve taktik tutuma sahip olmak, onları bölen değil, birleştiren ve mücadele hattına yerleştiren tavrıyla soruna müdahale etmek durumundadırlar. Bitirirken eklemek gerekir ki, kendi mücadele tarihimizde bu politik tutumun olumlu örnekleri bolca bulunmaktadır.