29 Mayıs’ta Fransa’da düzenlenen ve “Hayır” oylarının çoğunluğu elde ettiği Avrupa Anayasası referandumu, Fransa’da ve AB kurumlarında belirli bir krize yolaçtı. Ardından Hollanda seçmeninin de çoğunlukla “Hayır” oyu vermesi üzerine, Avrupa Birliği’nin geleceği sorunu tartışılmaya başlandı. Önümüzdeki dönemde de tartışılmaya devam edecek. Biz de, Fransa’daki kampanya boyunca aktif bir çalışma yürüten Fransa İşçileri Komünist Partisi (PCOF)’nin, kampanya çalışmaları, diğer güçlerle ittifakları, şimdiki durum ve gelecek üzerine değerlendirmelerini öğrenmek için kendileriyle söyleştik. Sorularımızı, PCOF ulusal sözcüsü ve La Forge dergisi yayın yönetmeni Christian Pierrel yanıtladı.
Rıza Saygılı
Christian Pierrel’le röportaj
fransa halkı neoliberalizmin fransız ve avrupalı versiyonlarını reddetti
– Avrupa Anayasası ile ilgili referandum kampanyası dönemi, aynı zamanda toplumun tüm kesimleri arasında politikaya ilginin yeniden canlandığı bir dönem oldu. Sandık başına gidenlerin sayısında önemli bir artış olduğu gibi, tartışmalara, toplantılara, gösterilere katılan, taraf olanlar da arttı. Neye bağlıyorsunuz bu durumu? Bu referandumun taşıdığı özel bir anlam mı vardı?
– Önce, Fransız burjuvazisi için taşıdığı önemden başlayalım. Avrupa’nın öteki ülkelerinin çoğunda hükümetler, anayasa meselesini parlamentodaki oylamalarla halletme yolunu seçtikleri halde, Chirac’ın niçin böyle bir konuda bir referandum düzenleme riski altına girdiğini, Fransız burjuvazisinin böyle bir yola neden başvurduğunu birçok kişi merak ediyor.
Birçok faktör var burada. Başlangıçta, referendum yapılması kararı alındığı sıralarda, Chirac ve diğer yöneticiler, “anayasaya evet” sonucu çıkacağından emin görünüyorlardı. Chirac’ın hesabı şöyleydi: Sağın bir kesimi Avrupa konusunda oldukça çekimser olmasına rağmen, sonuçta yine kendisinin arkasında saf tutacaktı. (Nitekim büyük ölçüde öyle de oldu.) Sosyalist Parti “evet” çağrısı yapacak ve bu doğrultudaki çalışmanın önemli bir kısmını omuzlayacaktı. Ve emekçiler, sosyal hareketin bileşenleri de sandık başına gitmemeye devam edecekti. Yani hesap, Sosyalist Parti’nin aktif bir şekilde, sağın daha ölçülü bir tarzda “evet” kampanyası yürütmesi ve emekçilerin de sandık başına gitmemesi üzerine kurulmuştu. Zira son yıllarda, özellikle de Avrupa Parlamentosu seçimlerinde sandık başına gitmeme oranı bakımından rekor seviyelere ulaşılmıştı. Hareket zemini buydu.
– 2007’deki cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimleri ile ilgili hesaplar da yok muydu işin içinde ?
– Hayır buraya kadar değil. Öncelikle Avrupa konusuydu sözkonusu olan. Ve Avrupa anayasasının da, az bir farkla da olsa, kesinlikle kabul edileceğine inanıyorlardı. Burada yaptıkları hata, emekçi kesimlerin Avrupa meselesine ilgisiz davranmalarından hareket etmekti. Halbuki, bu aynı kesimler içerisinde hükümetin politikalarına yönelik hoşnutsuzluk giderek artmaktaydı. Chirac, referandum kararını alırken bir müddet tereddüt etti, ama bir kere kararı aldıktan sonra da, artık geri adım atmanın imkanı yoktu.
Referandum yoluna iki nedenle başvuruldu. Birincisi; belirttiğim gibi, sonucun “evet” olacağına dair kesin bir güven vardı. İkincisi; Fransız burjuvazisi, Avrupa Birliği’nin kurucu temel direklerinden birisinde halkın onayını alarak, kendi projesine meşruiyet kazandırmak istiyordu. Başka herhangi bir Avrupa ülkesinde değil de, özellikle Fransa’da, referandumda alınan halk desteğiyle bu işin yapılması büyük bir önem taşıyordu.
Burjuvazi açısından bu anayasanın önemi nerede yatıyordu? Öncelikle, neoliberal politikayı, AB inşasının her alanına uygulanan anayasa hükmünde bir politika seviyesine çıkarmak esas hedefti. Bu anayasa, esasta tekellerin çıkarlarını ifade etmekteydi. Tekeller, anayasaya dayanarak, tüm Avrupa ülkelerinde kendilerinin çıkarlarını gözeten politikanın uygulanmasını garantiye almak istemektedirler. Meselenin özü burada yatmaktaydı ve tartışmanın esası da bu noktada yoğunlaştı zaten.
– Ama bu politikalar AB ülkelerinde zaten uygulanmıyor mu? AB üyesi ülkeler daha önceki dönemlerde de birçok anlaşmaya imza attılar ve halktan kayda değer bir tepki gelmedi veya tepkisini şimdiki gibi ifade edebileceği ortam doğmadı. Şimdi böylesine önemli bir tepki ifade etmesine yolaçan özel sebepler mi var?
– Emekçilerin neden daha çok ilgi gösterdikleri konusuna geçmeden önce, belirtmek gerekir ki, anayasa ile önceki anlaşmalar arasında bir nitelik farkı var. Avrupa Birliği’nin kuruluşundan bu yana imzalanan tüm anlaşmaların kapitalist emperyalist çıkarları gözettigi ve ona uygun olarak hazırlandıgı doğrudur. Ama örneğin Maastricht veya Amsterdam, Nice anlaşması ile anayasa arasında nitel bir sıçrama vardır. Anayasa, tüm toplumu biçimlendiren bir özellik taşıyor. Bir örnek vermek istiyorum: Anayasanın, ekonomik ve sosyal içerikli birinci ayağından sonraki ikinci esas ayağı, savunma politikaları üzerine olanıdır. Anayasanın bu bölümünde, açık olarak, tüm üye ülkelerin askeri kapasitelerini arttırma göreviyle yükümlü oldukları ve AB’nin, dünyanın her tarafına müdahale edebilecek bir askeri donanıma sahip olmasının zorunlu olduğu belirtiliyor. Burada sözkonusu olan şey, her burjuva anayasasında yeralan “vatanın savunulması” olayı değil, “AB’nin üstün çıkarlarının dünyanın dört bir yanında savunulması”dır. AB’nin üstün çıkarları denen şey ise, ekonomik çıkarlardır. Hammaddelere kolayca ulaşma, enerji kaynaklarından serbestçe ve rakipsiz yararlanma hakkıdır.
Maastricht, Amsterdam vb. gibi önceki anlaşmalar, tek tek ülkelerin ekonomilerini neoliberal kurallar çerçevesinde yeniden düzenlemenin anlaşmalarıydı. Anayasa ile ise, yeni bir aşamaya, politik bir çerçeveye ulaşılmak istenmektedir. Bu politik çerçeve ise, tüm AB ülkelerinde geçerli olacaktır. Anayasanın bizat kendisinde, Avrupa hukukunun tek tek ulusal hukuklar üzerindeki üstünlüğü açıkça ilan edilmektedir. Ekonomik ve sosyal tercihler, serbest rekabetin garantiye alınması ve uluslararası politika konuları, AB’nin karar alanına girmekte ve ulusal hükümetlerin üzerinde bir yere oturmaktadır.
Dolayısıyla, değişen birşeyin olmadığını, anayasada yeralan konuların zaten değişik anlaşmalarla yürürlükte olduğunu sanmak yanlıştır. Eğer kabul edilseydi, anayasada yeralan tüm anti demokratik saldırı formülasyonları anayasa hükmüne kavuşacaktı. Bu, özellikle Fransa gibi, anayasa meselelerinin tarihsel bir önem ve anlam taşıdığı politik bir gelenekten gelen bir ülkede çok hassas bir konudur. Fransa’da yürütülen büyük sosyal ve siyasal mücadeleler, her dönemde anayasal düzeyde de karşılığını bulmuş, onun üzerinde etkili olmuştur.
1945’de faşizmin yenilmesinden sonra yürürlüğe giren anayasa, güçler dengesine etki etme imkanı bulan işçi ve emekçiler için önemli birçok ilerlemeyi içermekteydi. Burjuvazi bu durumu asla hazmetmedi ve ilk fırsatta, 1958’de De Gaulle eliyle, beşinci Cumhuriyet anayasasını yürürlüğe sokarak, birçok hakkı geri aldı. Fransa’daki son anayasa kapışması, bu vesileyle, 1958’de yaşanmıştı ve o zamanın fotoğraflarına bakıldığında, gösterilerde, şimdiki gibi, üzerinde “non” yazan dövizler taşındığı görülecektir.
– Yani emekçi kitlelerin bu referandumda tamamen bilinçli bir oy kullandıklarını, anayasa metni içerisinde yeralan konuları inceleyerek ona göre tutum takındıklarını mı söylemek istiyorsunuz?
– Ulusal ve uluslararası planda tehlikeli bir faşistleştirme süreci yaşanıyor. Bu süreç, Avrupa’da, bu anayasa vasıtasıyla derinleştirilmek isteniyor. Peki bu durum, emekçi halk kitleleri tarafından ne kadar bilince çıkarılıyor? İşçi ve halk hareketi, anayasanın bu bakımdan taşıdığı tehlikenin bilincinde miydi? Sorun bu..
Buradan, bu anayasaya ilerici ve halkçı bir temelde “hayır” kampanyasının nasıl organize edildiğine geçebiliriz. İki aşamadan sözetmek gerekiyor. Başlangıçta, partimizin de kendi imkan ve gücüyle içerisinde yeraldığı anlama, açıklama, bilgilendirme süreci yaşandı. ATTAC vb. gibi kitlesel halk eğitim kuruluşları, bu bakımdan önemli bir görev yerine getirdiler. Anayasa metninin her bir cümlesi ve paragrafı, maddesi tek tek ele alınıp eleştirildi, anlamı ortaya konulmaya çalışıldı. Bu, aslında, sonraki hareketin üzerinde yükseldiği zemini hazırladı. “Anayasaya hayır” hareketi, baştan itibaren ikna edici argümanlarla donanmıştı ve itiraz, gelip geçici konularda değil, esasa ilişkin meselelerde odaklanmıştı. Yani baştan itibaren, önce dar bir çevrede, sonra ise giderek genişleyen çevrelerde bilinçli bir karşı çıkış oldu. Anayasanın tehlikeli bir içeriğe sahip olduğu anlaşılarak, karşı çıkıldı. Tartışmalar yoğunlaşıp derinleştikçe, metnin tehlikeli özü daha çok meydana çıktı. Dolayısıyla bu araştırma, açıklama ve anlatma işi, zor ve önemli bir işti. 450 kadar madde, ekler ve üstelik de anlaşılması zor formülasyonlarla doldurulmuş bir metni, halk kitleleri için anlaşılır hale getirmek, yoğun ve yararlı bir çalışma idi.
Bu arada şunu belirtmek gerekir ki, anayasa metni aylarca kamuoyundan gizli tutuldu. Bu da, metnin içeriğine ilişkin kaygıların güçlenmesine sebep oldu. Aslında referanduma sunulacak metnin içerisinde, şimdiki metnin 3. bölümü yeralmıyordu. Buna sadece bir gönderme yapılıyor ve zaten kabul edilmiş olduğu varsayılıyordu. Metnin içeriğini anlamaya çalışanlar, uzun bir süre internet üzerinde ve öteki kaynaklardan, bu üçüncü bölümün ne olduğunu anlamaya çalıştılar.
– İspanya referandumu yapıldığında, seçmenlerin bu üçüncü bölümden haberdar olmadıkları ve okumadıkları bir anayasayı onayladıkları belirtiliyor.
-Evet, İspanya’da seçmenlerin ezici bir kesiminin hiç anayasa metnini görmeden oy vermeye zorlandıkları doğrudur. Yani bu, hem tehlikeli bir metin, hem de onu hazırlayan ve oya sunanlar, manipülasyonlar yapıp yalana başvuruyorlar.
Halk hareketine gelince.. Zaten, yürürlüğe soktukları neoliberal reformlardan dolayı, Chirac-Raffarin hükümetine karşı genel bir hoşnutsuzluk vardı. Grevler, genel eylem günleri, büyük mitingler vasıtasıyla kendini ifade eden güçlü bir hareket sözkonusuydu.
Kampanya işte bu iki temel üzerine oturdu. Anayasanın içeriğini, taşıdığı tehlikeleri ortaya koyan bir araştırma inceleme faaliyeti ile, zaten hoşnutsuzluk ve kaynaşma halindeki işçi ve emekçi hareketinin birleşmesi, yakınlaşmasından, bu büyük “hayır” hareketi doğdu. Sendikal politik cephede çalışma yürüten militanlar, komiteler ve kollektifler şeklinde örgütlendiler. Bu kollektiflerin, anayasanın içeriği üzerine tartışmaları derinleştirmenin yanısıra en önemli görevleri, “hayır” sonucu çıkabileceğine inanç duymak ve bu doğrultuda bir çalışmayı tabanda örgütlemeye karar vermeleridir. Yani fabrikalarda, işyerlerinde, semtlerde somut bir çalışma yürütmek ve buraların emekçilerini, sandık başına giderek “hayır” demeye ikna etmek gerekmekteydi. Bu, çok önemli bir karar ve tercihti. Zira, kazanmanın önündeki en önemli engel, pasif tepki ve sandık başına gitmeme durumu olabilirdi.
– Kampanya boyunca ülke çapında 1000 kadar komite kurulduğu belirtiliyor. Bu komite ve kollektifler nasıl kuruldu? Bunların öncülüğünü ve çağrısını kim yaptı?
– Kampanyanın sonlarına gelindiğinde, dediğiniz rakama ulaşılmıştı. Önce, aralarında Fransız Komünist Partisi (FKP), Devrimci Komünist Liga (LCR), Yeşiller Partisi ile Sosyalist Parti’nin muhalif kesimleri, Köylü Konfederasyonu gibi siyasal ve sendikal çavrelerin desteklediği ve adına “200’ler çağrısı” denen bir çağrı yapıldı. Neoliberal anayasaya “hayır” oyu verilmesi çağrısı yapan bu metin, bu komiteler için bir nevi platform görevi gördü. Partimiz, faaliyet yürüttüğü her alanda, bu komitelerin içerisinde yeraldı.
– Bu konuya girmişken, partinizin bu kampanya boyunca yürüttüğü çalışmadan da biraz söz eder misiniz? Hedefleriniz neydi, nasıl ve hangi yöntemlerle yürüttünüz çalışmanızı?
– Partimiz kuruluşundan bu yana, Avrupa inşası ile ilgili meselelere özel bir önem verdi. İnşa edilmekte olan Avrupa’nın gerici ve emperyalist karakterde olduğunu her zaman belirttik. Avrupa ile ilgili tutumumuzun temelinde bu tespit yatmaktadır. Zaten bu nedenle de, Maastrich referandumu sırasında da “hayır” oyu verilmesi çağrısında bulunmuştuk.
Anayasa meselesi gündeme geldiğinde, daha Fransa’da bir referandum yapılması kararı alınmamışken, biz, referandum yapılmasını ve muhtemel bir referandumda da “hayır” oyu verilmesi gerektiğini belirtmiş, tutumuzu böyle ilan etmiştik. Başka güçler de, aynı doğrultuda çağrı yaptılar. Sonra referanduma karar verilip de, sözünü ettiğimiz “200’ler çağrısı” yapıldığında, bir tercih yapmak gerekiyordu. Bu çağrı metninde, bizim de tümüyle paylaştığımız görüşler, neoliberalizm eleştirisi vb. olmakla birlikte, bir de, “başka bir Avrupa”, “sosyal Avrupa” vb. üzerine, bizim paylaşmadığımız görüş ve tahliller de yeralmaktaydı. Biz, kapitalist emperyalist bir Avrupa’nın aynı zamanda “sosyal”, “demokratik” vb. olamayacağını düşünüyoruz.
– “Sosyal Avrupa” tezini ileri sürenler de, belirli bir değişimi önkoşul olarak ileri sürmüyorlar mı?
– Kapitalist emperyalist Avrupa’nın, daha sosyal ve demokratik içerikli başka bir yönelime girmesini beklemek bir illüzyondur. Burjuvazinin, ittifaklara girişerek ya da tek başına, dünya pazarlarında aslan payını elde etmek için mücadele içerisinde olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Avrupa Birliği inşası da bu mücadelenin unsur ve araçlarından birisidir. ABD, Japonya vb. büyük güçlere ve bloklara karşı mücadele çerçevesinde bir anlam taşımaktadır. Bu, Avrupa’nın kuruluşundan itibaren sahip olduğu, bugün ise daha çok berraklaşan hedefidir.
“Bir başka Avrupa” konusu, onu oluşturan devletlerin doğasından, karakterinden ve o ülkelerde devrimci sınıf mücadelesinin durumundan ayrı ele alınamaz. Bizce, mevcut emperyalist sistem içerisinde “bir başka” Avrupa’nın gerçekleştirilebileceğini söylemek, bir illüzyondur.
Peki böyle bir illüzyona sahip güçlerle birlikte olunmaz mı, ya da bu durum, birlikte mücadele örgütlemenin engeli olabilir mi? Bizce hayır. Tabii ki, illüzyon yayan fikirleri eleştireceğiz, ama bu, birlikte “neoliberal anayasaya hayır” kampanyası yürütmenin önünde engel olamazdı. Partimiz bu konuyu tartıştı ve bilinen tutumunu almayı irade birliğiyle kararlaştırdı.
– Uzun yıllardan beri ilk defa, FKP, troçkistler vb. gibi reformist güçlerin dışında kalan solun bir bölümünün, böyle bir kampanyada ortak hareket ettiklerini gördük. Partiniz de bu konuda özel bir çaba sarfetti. Bununla ilgili neler söylemek istersiniz?
– Partimizin asıl çalışması kollektifler içerisinde oldu. “Hayır”ın kazanması, bu kollektiflerin kurulmasına, iyi işlemesine ve emekçileri sandık başına gitmeye ikna etmesine bağlıydı. Parti, tek başına olsun, başka güçlerle birlikte olsun, bütün çalışmasını, referandumda “hayır”ın kazanması hedefine bağlayarak yürüttü. Birincil görev, emekçi saflarda sandığa gitmeme eğilimine karşı mücadele idi. Bu da, tabii ki, hükümetin politikalarına, anayasada ifadesini bulan neoliberal Avrupa politikalarına karşı bir mücadeleyi, bir aydınlatmayı zorunlu kılmaktaydı. Fransa hükümetinin hoşnutsuzluk ve öfke yaratan politikaları ile Avrupa politikaları arasındaki ilişkinin anlaşılması ve tepkinin sistemin kendisine kanalize edilmesi önem taşıyordu. Bunun anlaşıldığı yerde, “anayasaya hayır” oyunun çıkması garanti edilmiş olacaktı.
Sözünü ettiğiniz öteki sol gruplarla işbirliğimize gelince, onlarla ortak buluşma noktası, neoliberal Avrupa’nın eleştirisi ya da anayasa metninin reddedilmesi sınırlarının ötesinde bir noktadır. Bu örgütlerle birlikte Paris’te 5 Mayıs’ta ortak bir toplantı düzenledik, bu toplantıya 15 kadar yerli ve yabancı örgüt destek verdi. Bu toplantının ayırdedici özelliği, enternasyonalist karakteri idi. Diğerlerinin yanısıra, Afrika’dan partiler ve EMEP de destek verdi. Hem bileşimi, hem de içeriği itibarıyla enternasyonalist bir toplantıydı bu. Burada, bu neoliberal anayasa karşı olunduğu kadar, halkların dayanışmasından yana olunduğu mesajı da verildi.
Afrika’dan, Avrupa’dan, Türkiye’den örgütlerin katıldığı ve destek verdiği bu toplantı, kampanya boyunca düzenlenen tek gerçek enternasyonalist girişimdi ve bir eksikliği tamamladı.
– Bu toplantının ötesinde, ortak çalışmanın tümü hakkında bir değerlendirmeniz var mı? Önümüzdeki dönemde bu çalışmayı devam ettirme olanakları nelerdir?
– Değerlendirme süreci başladı. Tabii ki, anti emperyalist, anti tekel ve enternasyonalist bir odağın şekillenmeye başlaması bakımından olumlu bir gelişmedir. Şimdi bunu oluşturan güçlerin önündeki görev, katılabilecek öteki güçleri de içine çekerek, ileri adımlar atmaktır. Burada, kitlesel “hayır hareketi”nin dışına çıkmamak, ondan tecrit olmamak önem taşıyor. Aksine, içerisine daha çok nüfuz etmek ve hareketi ileriye çekecek bir perspektifle davranmak zorunludur.
Ortak çalışma, esas olarak, bu 5 Mayıs toplantısının hazırlanması çerçevesinde oldu. Onun ötesinde, bizim ve birlikte hareket ettiğimiz örgütlerin çalışma yürüttükleri alanlarda toplam 50 bini aşkın bildiri dağıtıldı, 1 Mayıs gösterilerine katılındı. Birlikte hareket eden örgütlerin tabanında bir yakınlaşma sağlandı ve ileride de ortak çalışmayı devam ettirme isteği yaratıldı.
– Referandumdan “hayır” oyu çıktı. Bu tabii ki, bu doğrultuda çalışma yürüten güçler ve genel olarak emekçi kitleler için bir başarıdır. Peki ama, şimdi ne olacak? Avrupa’da ve Fransa’da bir krizden sözediliyor. Sizce bir çıkış yolu bulabilecekler mi? Avrupa’yı ve Avrupa içerisinde Fransa’yı nasıl bir gelecek bekliyor?
– Olaya burjuvazinin cephesinden bakıldığında, mevcut neoliberal politikayı izlemek haricinde bir seçeneklerinin olmadığı görülüyor. Referandumdan çıkan sonuç, Avrupa Birliği’nin inşa felsefesini temelden değiştirecek bir anlam taşımıyor. Avrupa çapında kriz unsurlarının biriktiğini, AB’yi oluşturan Almanya, Fransa, İngiltere gibi büyük güçler arasında gerginlik olduğunu görüyoruz. Bir yeni güç paylaşımı kavgasının teşvik ettiği bu krizin nasıl gelişeceği ve nasıl aşılacağını tümüyle tahmin etmek zordur tabii ki. Zira bu kriz, emperyalist sistemin dünya çapındaki genel krizinden ayrı ele alınamaz.
Bu referandumda başarısızlığa uğrayan şey, neoliberal anayasayı halka yutturma girişimidir; bu, sonuçsuz kalmıştır. Fransa ve ardından Hollanda’da ortaya çıkan durum, bu anayasa projesinin öldüğü anlamına gelmektedir.
– Bir süre için ara verme ve sonra yeniden aynı metni gündeme getirme ihtimali de var. Mesela Fransa’da yeniden aynı metin üzerinde bir oylama, referandum yapılabilir mi?
-Hayır, yanılıyor da olabilirim, ama bunu, çok zayıf bir ihtimal, hatta imkansız olarak görüyorum. Burada iki şeye dikkat etmek gerekiyor. Bir, hükümetler krize nasıl bir çözüm bulabileceklerdir, iki, halk hareketi hangi mecrada yürüyecektir. Bizim, ancak halk hareketinin gidişatı üzerinde bir etkimiz olabilir ve elimizden geldiğince bunu yapmaya çalışacağız. Öte yandan, işçi ve halk hareketinin tüm Avrupa ülkelerinde eşit seviyede seyretmediğini de hesaba katmak gerekir.
Burjuvazi, tabii ki, uzlaşmaya dayanan “çözümler” bulacaktır. Bulunan çözümlerin kalıcılığı, sürtüşme halindekilerin aralarındaki güç ilişkilerine bağlı olacaktır.
Fransa’da ise, burjuvazinin işi biraz daha zor ve karmaşıktır. Fransa’da iktidar tahterevallisinin iki temel partisi, yani Chirac’ın merkez sağ partisi ile Sosyalist Parti bu referandumda aynı tarafta yeraldılar ve yenildiler, kampanyadan zayıflayarak çıktılar.
Chirac’ın ve ülkeyi yönetenlerin referandum sonuçlarından doğru ders çıkarmadığı görülüyor. Sağ’da önemli bir liderlik çekişmesi var. İlk defa iki başbakanlı bir durum doğdu. Chirac, bölünmeyi durdurmak için, birbiriyle rekabet eden eğilimlerin ikisini de hükümete almak zorunda kaldı. Ne kadar süreceğini izleyip göreceğiz.
– Yeni kurulan hükümeti, bir intikam ve savaş hükümeti olarak niteleyebilir miyiz?
– Hükümet programının aynı neoliberal çizgi üzerinde olduğu görüldü. Sağcı bir hükümetin bundan başka bir politika izlemesini beklemek de yanlıştır zaten. Çünkü bu, tekellerin politikasıdır. Sorun, bu politikanın nasıl hayata geçirileceği sorunudur. Bu bakımdan Sarkozy’nin hükümette yeralıyor olması, bir veridir. Sarkozy’nin açıkça neoliberal politikaların savunucusu olduğunu ve bunu uygulamak için şiddet de dahil her yola başvurmaktan yana olduğunu herkes biliyor.
Evet, bu, halka karşı saldırı politikası yürütecek bir savaş hükümetidir. Ama tek problem, karşısındaki halk hareketidir. Halk, sandıkta görüşünü ortaya koydu ve saldırıların devam etmesi halinde direnişe devam edecektir.
– Bu direniş eğilimi, şimdi referandumdan sonra da devam eder mi?
– Devam ediyor bile. İki örnek vereyim: Bretagne bölgesinde liman ve gemi işçilerinin eylemi oldu. Fransa ile İngiltere arasında ulaşım yapan şirket, İrlandalı işçileri işten atıp, yerine, çok düşük ücretle, Filipinlileri ve bazı Doğu Avrupa ülkelerinden gelen denizcileri işe aldı. Ve Roscof limanının tüm çalışanları, halkın da desteğini alarak, eyleme geçtiler. İşçileri kendi aralarında rekabete sürükleyen Avrupa direktiflerinin somut yansımasının işte bu olduğunu anladı ve anlattılar.
Daha dün demiryolu işçileri eylemdeydi. Yük taşıma işlemlerinin özel şirketlere devredilmesine karşı çıkan demiryolcular, raylara barikatlar kurdular.
Bu her iki örnekte görüldüğü gibi, dün “anayasaya hayır” oyu için kampanya yürütenler, bugün somut ekonomik ve sosyal talepleri için mücadele alanlarında buluşuyorlar. Referandum sürecinde oluşan “hayır hareketi”, sadece yarınki neoliberalizme değil, bugün bizzat kendisini etkileyen neoliberalizme de karşıdır ve ona karşı mücadele içerisindedir.
Biz bu hareketin devam etmesi, birleşik bir karakter kazanması için çaba sarfedeceğiz.
– Sonbahar aylarında güçlü bir hareket beklentisi var mı?
-Önceden tam olarak nasıl gelişeceğini söylemek mümkün değil. Şimdi gerçekleşen şey, neoliberalizmin ve onun uygulayıcılarının reddedilmiş olmasıdır. Şimdi ortak bir mücadele, başarı ve hatta bir zafer tecrübesine sahip bir sosyal, siyasal, kitlesel hareket var. Bu da, daha hızlı bir reaksiyon ve daha büyük çaplı bir seferber etme kapasitesine sahip bir hareketin varlığı anlamına gelir. Somut olarak nasıl gerçekleşeceğine ise, sabredip bakmak gerekir. Sonbahar tabii ki önemli. Çünkü, hükümetin kendisi de, zaten 100 gün müsade istedi ve bu süre sonbaharda doluyor. Bu dönemde, hükümetin programında yeralan ve en çok tepki toplayan özelleştirme vb. uygulamalar da yürürlüğe konacak. Bir nevi, sonbahara randevu veren hükümetin kendisidir.
– Bu referandumdan en zararlı çıkan güçlerden birisi de Sosyalist Parti oldu. Kampanya süreci ve sonuçlar, bu partideki bölünmeyi arttırdı. Sosyalist parti nereye gidiyor?
Sosyalist Parti’de ortaya çıkan bu kriz ve çatlama, solda yeni oluşumlara yolaçabilir mi? Almanya’da Lafontaine ile Gysi’nin başını çaktiği ve PDS ile yeni kurulan WASG partileri arasında bir yakınlaşma ve seçim ittifakı oluşuyor. Benzer bir girişim burada da eski sosyalist başbakan Laurent Fabius’un liderliğinde ve FKP’nin, LCR’nin, Köylü Konfederasyonu ve ATTAC’ın, Yeşiller ve Sosyalist Parti’nin bir bölümünün katılımı ile gerçekleşebilir mi?
-Üç şeyden sözetmek istiyorum. Birincisi, bu anayasaya karşı oluşan cephe içerisinde sadece bu güçler yok. Partimiz ve başka anti-tekel temelde mücadele yürüten güçler de var. Yani sorun, sadece büyük partiler arasındaki pazarlıklar sorunu değildir. Biz de bu panorama içerisinde yeralıyoruz. Başından beri yeraldık, bundan sonra da bulunmaya devam edeceğiz.
İkincisi, hareketin kendi gerçekliği ve kendi dinamikleridir. Onun üzerinden pazarlık yapacak olanların bu durumu hesaba katmaları gerekmektedir. Bu kitle hareketinin ortaya çıkardığı bir gerçek de, hareketin, partilerin kısa vadeli kombinezonlarında bir piyon olmak istemediğini ortaya koymasıdır. Bu, partilere karşı olunduğu anlamına gelmemekte, onun tarafından kullanılmaya karşı olmayı ifade etmektedir. Hareketin beklediği şey, bir nöbet değişimi değil, alternatif bir oluşum ve çizginin ortaya çıkmasıdır. Şimdi arayış bu yöndedir. 2007 seçimlerinde avantaj elde etmek için hareketi kullanmaya kalkışan herkes, hızla bu hareketin dışına düşecektir.
Üçüncü olarak da, bu kampanyanın ortaya çıkardığı dersleri iyi özümsemek gerekmektedir. Neoliberalizme karşı mücadelenin neden gerekli ve doğru bir şey olduğu ortaya yeniden ve yeniden konulmalı ve bu hareketin dinamiklerine dayanılarak gerçek bir alternatifin yaratılması için çalışılmalıdır.
– Son bir soru da Türkiye üzerine sormak istiyorum. Referandum kampanyası boyunca Türkiye’nin AB’ne girip girmemesi meselesi yoğun olarak tartışıldı. Başta ırkçı gerici partiler olmak üzere tüm burjuva partileri konuyu seçim malzemesi yaptılar. Ama referandum sonrasında yapılan kamuoyu yoklamaları, Türkiye konusunun seçmen tercihinde çok cüzi bir rol oynadığını ortaya koydu. Sizin bu konu hakkındaki gözlemleriniz nelerdir, değerlendirmeniz nedir?
– Türkiye konusunun insanların tercihlerinde çok marjinal bir yer tuttuğunu düşünüyorum. Kampanya süreci, asıl konunun ne olduğunu ortaya çıkarma bakımından olumlu oldu. Halk, neoliberalizmin Fransız ve Avrupalı tüm versiyonlarına hayır demek için sandık başına gitti. Türkiye’nin AB’ne girme konusunu öne çıkarmak ve gerici önyargıları teşvik etmek için çabalayanlar, asıl meseleyi gizlemek için manevra yapanlar olarak algılandılar. Asıl mesele, Avrupa’nın ve Chirac hükümetlerinin neoliberal politikalarına karşı çıkmaktı. Bu hedeften sapma manasına gelen herşey, seçmen tarafından bir kenara atıldı.
Bize gelince, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesi konusunda EMEP’in belirtmiş olduğu görüşleri değerlendirdik biz. Yani AB’ne girmenin, herşeyden önce Türkiye halkının çıkarına olmadığını açıklayan görüşü destekledik. EMEP’in bu konuda ileri sürmüş olduğu görüşler, yoldaşlarımızın burada neoliberal Avrupa anayasasına karşı yürüttüğü kampanyayı destekleyen, kolaylaştıran bir işlev gördü. Bizce Fransa’da “anayasaya hayır” için mücadele, Türkiye’de AB’nin gerici-emperyalist karakterini teşhir ederek mücadele eden yoldaşlara, ilericilere de bir destek anlamına gelmekteydi.
– Teşekkürler.