Sınıf örgütleri olarak sendikaların doğuşu

Sendikaların ve sendikal örgütlenmelerin işçi sınıfı mücadelesi açısından taşıdığı önem, sendikaların ilk ortaya çıktığı günden günümüze kadar hemen her dönem, en önemli tartışma konularının başında gelmiştir.
Sendikaların işçi sınıfı örgütleri olarak ortaya çıkış koşulları ve daha sonraki dönemde yaşadığı gelişim, söz konusu gelişim sürecinde yaşanan zorluklar ve karşılarına çıkan/çıkarılan engeller, sendikaların hangi koşullarda işçi sınıfının örgütlenme ve mücadele merkezleri haline geldiğinin anlaşılması açısından önemlidir.
Sendikaların ortaya çıkış koşullarının tartışılması, işçi örgütlerinin hangi ihtiyaçtan, nasıl ortaya çıktığını hatırlamak, sadece geçmiş açısından değil, günümüz açısından da öğreticidir. Bu durum, sendikaların sadece oluşum sürecini anlamak açısından değil, kapitalizm koşullarında sendikaların yapısı ve işlevinin tarihsel gerçekler ışığında yeniden gündeme getirilmesi açısından da önemsenmelidir.
Sendikaların neden ve hangi gerekçelerle işçi sınıfının mücadele örgütleri olarak kabul edildiği ve işçilerin önce kendi aralarındaki yardımlaşma ve dayanışmaları ile başlayan, zaman içinde sendikaları kurarak onları birleşme ve mücadele merkezleri haline getirmesi ile tarih içinde oynadıkları rolü bir kez daha hatırlamak, özellikle günümüzde sendikal örgütlenme ve mücadele alanında yaşanan gelişmelere daha sağlıklı bakabilmek açısından önem taşımaktadır.
Sendikaların işçi sınıfı tarihi içinde hangi koşullarda ve ne tür engelleri aşarak, nasıl oluştuğuna baktığımızda, sorunun sadece geçmişle ilgili olmadığı, pek çok yönden günümüze de ışık tutan zengin bir içerikle karşılaşmak mümkündür.

SENDİKALARIN ORTAYA ÇIKIŞ KOŞULLARI
16. yüzyılın ortalarından 18. yüzyılın sonlarına kadar kapitalist üretim basit elbirliği ve imalata dayalı atölye üretimi anlamına gelen manüfaktür üretim şeklinde yapılmıştır. Ticaret kapitalizminin egemen olduğu bu dönemde, küçük atölyelerde, Ortaçağdan kalma lonca sistemini (meslek birlikleri) sürdürmekte olan farklı mesleklere ait zanaatçılar ile köyünden, toprağından henüz kopmuş olan vasıfsız işçilerin (eski serfler) çalıştığı görülmektedir.
Sanayi Devrimi’ne kadar olan dönemde, insanların en önemli üretim faaliyeti alanı tarım ve ticaret olmuştur. Bu dönemde üretim büyük ölçüde tarıma dayalı olarak yürütülürken, tarım dışı üretim el sanatlarından ve küçük imalattan oluşmuş, fabrika sistemi öncesinde üretim dağınık ve plansız bir içerikte gerçekleşmiştir.
Manüfaktür sistemi, kendilerine az para veren ya da onları dışta bırakan loncalara karşı önemli bir alternatif olarak ortaya çıkmıştır. Manüfaktür ile beraber, loncalarda çırak ve kalfalar ile ustalar arasında sürmekte olan ataerkil ilişkiler, zamanla yerini, işçiler ile kapitalistler arasındaki çıkar karşıtlığına dayanan ilişkilere bırakmaya başlamıştır.
Manüfaktür öncesi dönemde işçiler, emek güçlerini satabilir konumdayken, var olan lonca örgütlenmesi bunun önünde uzun süre engel olarak yer almıştır. Ancak manüfaktür ile birlikte lonca sistemi hızla çözülmeye başladığında, modern fabrikaların öncülleri olarak kabul edilen manüfaktürler, köylüleri ve zanaatçıları yığınlar halinde kendisine çekmiş ve daha sonra onların büyük bölümünün işçileşmesinin önünü açmıştır.
Üretimin pazar için yapılmaya başlanması feodalizmin yapısı üzerinde çözücü bir etki yaratmış ve feodalizmi zayıflatıp, sonra onun yerini alacak güçlerin büyümesine uygun bir ortam sağlamıştır. Bu dönemde kentlerin birer ticaret merkezi olarak gelişmesi, özellikle küçük mülk sahipleri üzerinde olumsuz anlamda etkili olmuştur. Feodal sömürü ilişkileri çözülmeye başladıkça, işçiler, köylüler ve küçük mülk sahipleri üzerindeki baskılar artmıştır. Ticaret kapitalizminin gelişmesiyle birlikte tarımın gerilemeye başlaması, şehirlere olan göçü hızlandırmış; bu gelişme, özellikle İngiltere, Fransa ve Almanya’da şehir nüfusunun hızlı bir şekilde artmasını ve modern işçi sınıfının oluşum sürecini beraberinde getirmiştir.
18. yüzyılın sonlarında Avrupa’da yaşanan köklü değişimler, biri İngiltere’de, diğeri Fransa’da, birbiriyle sıkı ilişkili iki önemli tarihsel olay olan Sanayi Devrimi ve Fransız Devrimi’nin getirdiği ekonomik, toplumsal ve siyasal değişimlerle sınıf mücadelesinde yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur.
Sanayi Devrimi, teknolojinin üretimde kullanılmasıyla ortaya çıkan ekonomik devrimle İngiltere’de başlamış ve Fransa’daki siyasal devrimle bütünleşmiştir. Burjuvazi, önce Sanayi Devrimi, ardından Fransız Devrimi ile ekonomik ve siyasal olarak güçlendikçe, geçmişte kendisiyle birlikte hareket eden ve özellikle Fransız Devrimi’nin başarısında dolaysız katkıları bulunan işçi ve köylüleri dışlamış, bir anlamda, sonraki yıllarda sınıf mücadelelerinin içeriği ve şiddetini belirleyecek ilk adımları bizzat kendisi atmıştır.
1789’da gerçekleşen Fransız Devrimi ile burjuvazi, seçme-seçilme hakkı başta olmak üzere, bazı temel hakları sadece mülk sahibi erkekler ile sınırlı bir ayrıcalık olarak hayata geçirmiştir. Bu durum, devrimin başarısında burjuvaziyle birlikte mücadele eden ve tamamı mülksüz olan işçi sınıfı açısından büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştır. Ancak bu olumsuz gelişme, tarih sahnesinde dönemin hızla büyüyen gücü olan işçi sınıfına tarihi bir ders de vermiştir. Günümüzde de geçerliliğini sürdüren bu önemli tarihsel ders, işçilerin burjuvaziden ve onun uzantılarından ayrı ve bağımsız bir sınıf olarak örgütlenmedikçe, burjuvazinin tahakkümü ve etkisinden kurtulmalarının mümkün olmamasıdır. Bu durumun sonraki döneme yansıyan en somut sonucu, işçilerin burjuvaziden, sermayeden ve sonraki süreçte devlet mekanizmasından bağımsız olarak örgütlenme ihtiyacının artması olmuştur.
18. yüzyılın son çeyreği ve 19. yüzyılın ilk yarısında işçiler, patronların büyük baskısı ve cezalandırma uygulamaları altında çalıştırılmıştır. İşi bırakıp giden işçiler dövülmüş, işkence görmüş ve zindanlara atılmıştır. Hatta patronlara itaat etmeyerek “disiplinsiz davranan” bazı işçilerin kulakları kesilmiş, bu şekilde işçi sınıfının ilk kuşakları korkutulmak, sindirilmek istenmiştir.
Fabrika sisteminin ilk ortaya çıktığı zamanda fiziksel güçleri ve uzun süre çalışmaya uygun oldukları için önce sadece erkek işçilerin fabrikalarda istihdam edildiği görülür. İşçilerinin birbiriyle acımasız bir rekabet içine girmesi sonucunda ücretlerin sürekli olarak düşmesinin kaçınılmaz sonucu olarak, zaman içinde, kadın ve çocuk işçiler de fabrika yaşamına zorunlu olarak katılmak zorunda kalmışlardır.
Bu dönemde sayıları hızla artan işçiler, üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran kapitalistler tarafından acımasızca sömürülmüş, pek çok işçi toplama kamplarından farksız olan fabrikalarda kölelik koşullarında çalışmışlardır. Eski zanaatkârlar ve evde iş yapanlar için fabrikalarda çalışmak çok zor olmuş, işçiler için fabrikada çalışmak, kışlaya ya da hapishaneye girmekten farklı görülmemiştir.
İlk yıllarında kapitalizmin, fabrikalarda yaşanan yoğun sömürünün doğal bir sonucu olarak oldukça hızlı gelişme göstermesi, burjuva sınıfın her geçen gün güçlenmesini ve daha fazla zenginleşmesini beraberinde getirmiştir. Kapitalist gelişme sınıflar arasındaki uçurumu sürekli derinleştirmiş ve bu uçurum, sonraki döneme damgasını vuracak olan sınıf çatışmalarının nesnel zeminini oluşturmaya başlamıştır. Ancak işçiler fabrikada çalışmaya başladıklarından itibaren birbirlerini rakip olarak görmüşler, işyerinde yaşanan rekabet, patronlara geniş işçi kitlelerini istedikleri gibi denetleme ve yönlendirme konusunda büyük kolaylıklar sağlamıştır.
İşçi sınıfının içinde bulunduğu yoksulluk koşulları, özellikle İngiltere ve Fransa’da 19. yüzyılın başlarında kendisini en acımasız şekilde göstermiştir. Bu dönemde, tek tek fabrikalarda birbirinden kopuk çok sayıda grev ve direnişin yaşandığı bilinmektedir. İşçilerin, birbiri ile rekabetinin patronlar karşısında kendilerini nasıl zayıf düşürdüğünü çok acı deneyimler üzerinden öğrenmeye başlamaları, ilk işçi örgütlerinin tek tek fabrikalarda, fiilen ve kendiliğinden oluşmasını sağlamıştır. Bu durum, o döneme kadar kendinden son derece emin olan kapitalistlerin fabrikadaki mutlak hakimiyet ve otoritelerinden kaygı duymalarına yetmiştir.
İşçi sınıfı, tamamı kendiliğinden başlayan ve her adımda patronlara ve makinelere karşı şiddet eylemleri içeren grev ve direnişlerin de etkisiyle, 1800’lü yıllardan itibaren fabrikalarda fiilen örgütlenmeye başlamış, ilk örgütlü işçi hareketleri işçilerin kendilerini yoksulluğa ve sefalete iten kapitalist sömürü koşullarına karşı gösterilen tepkiler şeklinde olmuştur.

İLK İŞÇİ EYLEMLERİNİN KARAKTERİ
İşçilerin burjuvaziye karşı ilk kitlesel tepkileri, o dönemde yaşanan ağır yoksulluk ve sefaletin de etkisiyle, çoğunlukla şiddet ve “suç işlemek” şeklinde olmuştur. Örneğin 18. yüzyılın sonlarında, o dönem “baldırıçıplak” (sans cullottes) olarak ifade edilen çok sayıda işçi ve işsiz, zenginleri gördükleri yerde döverek cezalandırmaya çalışmış ve ceplerindeki bütün paraları alarak (çalarak/el koyarak), modern işçi sınıfının burjuvaziye karşı duyduğu öfkeyi çeşitli “şiddet eylemleri” üzerinden ve “hırsızlık” yaparak göstermiştir.
Bu dönemde işçilerin burjuvaziye karşı beslediği düşmanlığın ilk ve en başarılı ifadesinin bu tür “hırsızlık/el koyma” eylemleri olması, o dönemin koşulları dikkate alındığında son derece anlamlıdır. Engels, bu döneme ilişkin olarak “İşçi, bütün halk içinde çile çekenin niçin yalnız kendisi olduğunu kavrayacak nitelikte değildi… Sonunda ihtiyaçlar, mülkiyetin kutsallığına beslediği köklü saygıya üstün geldi ve hırsızlığa başladı.” (1975:12) ifadesini kullanmıştır.
İşçi sınıfının gerçek sınıf düşmanlarını tanıması ve ona karşı kitlesel mücadeleyi öğrenmesi hiç de kolay olmamıştır. İşçilerin burjuvaziye karşı beslediği düşmanlığın ilk biçimi zenginlere yönelik şiddet eylemleri  ve hırsızlık şeklinde olsa da, esas şiddetli eylemler, makineli üretimin yaygınlaşmasıyla birlikte yaşanmıştır. Bu eylemler, kimi yerlerde işçilerin bireysel girişimleri şeklinde yaşanırken, kimi yerlerde işçi örgütlerinin eylemi şeklinde görülmüştür .
İşçilerin bilinen ilk kitlesel eylemi makine kırma eylemleri olmuştur. İlk makine kırma eylemi, 1758 yılında İngiltere’de, mekanik yün biçme makinesine karşı yapılmıştır. En yaygın makine kırma eylemleri, İngiltere ve Fransa başta olmak üzere, Avrupa’da 1811-1813 yılları arasında özellikle Manchester merkezli olarak gerçekleşmiştir . Makine kırıcılığı (Luddite hareketi) olarak da bilinen bu eylemler, işçilerin burjuvaziye karşı daha önce yürüttüğü dağınık ve amaçsız mücadeleye yeni boyutlar kazandırmıştır.
“1808’de Manchester dokumacıları isyan etti, greve başladı, silahlı çatışmaya girdi ve mağlup oldu. Ancak bu insanların Manchester’da kral ve kilise için yürümeyen ilk ‘ayak takımı’ olduğu pamuk patronlarının kafasına dank etmiş oldu. 1812’ye gelindiğinde Manchester, makine kırıcılığı hareketinin kontrolündeydi: Nottinghamshire’daki dokumacılar, kendilerinin ve sanatlarının yerine geçen mekanik dokuma tezgâhlarını paramparça ederek köylerin kontrolünü ele geçirmişti. Lancashire dokumacıları otomatik dokumanın başladığı birkaç fabrikaya saldırarak olaylara katıldı. Hareket, yedi işçinin öldürülmesi ve 17 kişinin Avustralya’ya gönderilmesiyle bastırıldı” (Mason, 2010:36).
İşçiler tarafından makinelere yapılan saldırılar, aynı zamanda patronları ücretler ve diğer konularda uzlaşmaya zorlama aracı olarak kullanılmıştır. Bu eylemler sırasında gerçekleşen grevler sırasında patronların silahlı adamları ile işçiler arasında silahlı çatışmalar yaşanmış ve çok sayıda işçi öldürülmüştür. Makine kırıcılığı hareketi İngiltere’de burjuvazinin saflarında öyle büyük bir korku yaratmıştır ki, dönemin İngiliz parlamentosu, makine kıran işçilerin idam edilmesi ile ilgili bir yasa bile çıkarmıştır. 
İşçi sınıfının mücadele tarihinde önemli bir yere sahip olan makine kırıcılığı hareketi, o dönem işçi hareketi ve sendikaların radikal ve devrimci bir içerikte şekillenmesinde etkili olurken, son derece disiplinli ve etkili bir sınıf hareketi olarak kendisini göstermiştir. Makine kırıcı işçiler, içinde bulundukları koşulların da etkisiyle, başlarda mücadelelerini nasıl bir düşmana karşı verdiklerinin bilincinde olmamışlardır.
Sanayi Devrimi’nin gelişim süreci içinde işçiler, zamanla makineleri kırarak sonuç alamayacaklarını görmeye başlamışlardır. Çünkü makineleri kırmak işsizliği önlememiş, yaşanan yoksulluğu azaltmamış, işçilerin yaşadıkları sefalete son vermemiştir. “Makine kırıcılığı hareketi, ilerlemeye karşı geleneksel bir tepki olarak değerlendirilse de, devrimci hedeflerin etrafında gelişmiş ve işçi hareketine belli bir militanlık ruhu getirmiştir. Makine kırıcılarının topraklar üzerindeki ipotekleri kaldırma, vergileri düşürme gibi hedefleri vardır” (Thompson, 2004:665).
İşçiler, gerçek düşmanlarının makineler değil, makinelerin sahipleri olan kapitalistler olduğunu zamanla daha net kavramışlar ve mücadelelerini kalıcı hale getirmek için mevcut örgütlülüklerini gözden geçirerek, mücadelelerini sendikalar çatısı altında daha planlı ve daha disiplinli hale getirmeye çalışmışlardır.

İLK SENDİKALARIN KURULUŞU

Bugünkü sendikalara benzer özellikte, bilinen ilk sendikal örgütlenmeler, 1700’lü yılların sonlarına doğru, ilk kez İngiltere’de ortaya çıkmıştır. Bu dönem kurulan işçi örgütlerinin büyük çoğunluğu meslek sendikaları olmuştur. İşçi sınıfı, yasal anlamda sendikalarına kavuşmak için uzun yıllar mücadele etmiştir. İşçi birlikleri şeklinde kurulan ilk örgütlenme çalışmalarının arkasından, ilk sendikaların matbaa işçileri ve dokumacılar tarafından İngiltere’de kurulduğu bilinmektedir. 
Makine kırıcılığına paralel olarak işçiler, kendi aralarında yardımlaşma dernekleri/sandıklar kurmuşlar, yazışma dernekleri üzerinden farklı şehirlerdeki sınıf kardeşleri ile iletişime geçerek örgütlenmeye çalışmışlardır. Daha sonradan sendikalara dönüşecek olan bu sandıklar, aynı mesleğe sahip erkek işçilerin kendi aralarında kurdukları ilk örgütlenme biçimleri olmuştur.
Sandıklar üzerinden, çalışma koşulları nedeniyle hastalanan, iş göremez hale gelenlere yardımlar yapılmıştır. Zaman içinde yardım sandıkları dönüşüm yaşayarak, işçilerin grev ve direnişlerini de örgütlemeye başlamış, işçi hareketinin giderek güç kazanmasının ardından köklü bir dönüşüm yaşanmıştır. İşçi sınıfı, yardımlaşma sandıkları şeklinde başlattığı örgütsel deneyimini geliştirerek, sonradan en önemli sınıf örgütleri haline gelecek olan sendikaları oluşturmuştur.
İşçilerin, önce birbirlerine karşı, sonra üretimde kullanılmaya başlanan gelişmiş makinelere karşı mücadeleye girişmelerinin ardından sendikaları kurmaları önemlidir. Tarihte işçi sınıfının burjuvaziye karşı bir sınıf olarak gerçekleştirdiği ilk örgütlü ve kitlesel eylemin makine kırıcılığı hareketi olması ve o dönemin sendikalarının bu hareketin etkisinde biçimlenmesi dikkat çekicidir. Bu dönemde, İngiltere’de sendikalar militan ve mücadeleci bir karakter kazanmış; işçilerin mücadelesinin daha da şiddetlenmesinde korkan burjuvazi, sendikal örgütlenmeyi yasaklayan 1799 tarihli Birleşme Yasaları’nı (Combination Act) 1824 yılında yürürlükten kaldırmak zorunda kalmıştır.
Marx, İngiltere’de sendika kurma yasağının kaldırılmasının işçi hareketi ve sendikalar açısından önemini şu cümlelerle ifade etmiştir; “(Kapitalistlerin) işçilere kıyasla sayıca az olmaları, ayrı bir sınıf oluşturmaları ve aralarındaki sürekli sosyal ve ticari ilişkiler onları ayakta tutar. (…) Buna karşılık işçiler ta başından itibaren, sıkı kurallarla biçimlenen ve yetkilerini görevlilere ve komitelere devredebilen güçlü bir örgüte mutlaka gerek duyarlar. 1824 Kanunu bu örgütleri tanıdı. Bu tarihten itibaren emek İngiltere’de bir güç haline geldi.” (1975:117).
İngiltere’de sendikaların kurulması yasağının kalkmasının ardından giderek güçlenen sendikalar, bir taraftan yeni üyeler yaparak büyürken, diğer taraftan üyelerinin katılımıyla patronlara karşı nasıl mücadele edeceklerinin yollarını aramaya başlamışlardır. Bu dönemde, işçiler ve sendikaların, görüşlerini yaymak ve işçileri kendilerine çekmek için bildiriler ve işçi gazeteleri  çıkardıkları, kendi içlerinde tartışma toplantıları yaptıkları bilinmektedir. İşçilerin başlarda çoğunlukla çalışma koşulları ve ücretlerle sınırlı olan mücadelesi, zaman içinde daha da genişlemiş, işçi sınıfının demokratik-siyasal taleplerini de kapsar hale gelmiştir.
İşçi sınıfının yardımlaşma sandıkları ve meslek sendikaları ile başlayan mücadelesi, İngiltere’de 1838 yılında Çartistlerin Halkın Bildirgesi’ni (People’s Charter) yayınlayana kadar genellikle ekonomik taleplerle sınırlı kalmıştır. Marx ve Engels tarafından işçi sınıfının ilk siyasal işçi hareketi olarak tanımlanan Çartist hareket, yayımladığı bildirgede herkes için gizli oy, işçiler için parlamentoda temsil hakkı, eşitlik, adalet gibi siyasal içerikli talepler öne sürmüş ve bunun için kısa sürede milyonlarca imza toplayarak, İngiliz Parlamentosu’na dilekçeler ile başvurmuştur.
İngiltere’de sendikalar 1824 yılından itibaren yasal olarak tanınmasına karşın, işçilerin mücadelesi dönemin iktidarı tarafından her fırsatta fiilen engellenmek istenmiş, çok sayıda işçi direnişi şiddetle ve zor kullanılarak bastırılmıştır. Bu dönemde İngiltere’de çok sayıda fabrikada işçilerin, bütün baskılara rağmen fiilen grevler örgütledikleri, patronların saldırılarına karşı aynı şiddette kitlesel yanıtlar verdikleri bilinmektedir.
Aynı dönemde Fransa’ya baktığımızda, işçi sınıfının çok daha vahşi saldırılarla karşı karşıya kaldığı görülmektedir. Fransa’da örgütlenmek ve grev yapmak 1791 yılında çıkarılan bir yasa ile yasaklanmış, ancak bu yasaklar işçi sınıfının mücadelesini zayıflatmak bir yana daha da güçlenmesini ve militan bir içerik kazanmasını sağlamıştır. Fransa’da işçi sınıfı, ağırlıklı olarak Lyon ve Paris’te, tekstil ve maden ocaklarında, son derece zor koşullarda çalışmıştır. O dönem işçiler için sendika kurmak ya da grev yapmak, en acımasız saldırıların ve patron şiddetinin hedefi olmak anlamına gelmiştir. Fransa’da sadece işçiler değil, işçi ailelerinin tamamı yürütülen fiili mücadelenin somut bir parçası olmuş, sendika ve grevlere yönelik saldırılardan işçi sınıfını bütün bireyleri etkilenmiştir.
1827 yılında Lyonlu dokumacılar tarafından bir işçi örgütü olarak örgütlenen Karşılıklı Sorumluluk Derneği gizli olarak kurulmuş, sadece yirmi beş yaşını doldurmuş ve en az bir yıllık usta işçi olanlar bu derneğe üye olarak kabul edilmiştir. Bu dönemde Lyon dokuma işçileri Fabrikanın Sesi adında bir işçi gazetesi çıkarmışlar ve bu gazete Lyonlu dokuma işçilerinin haberleşmesi ve örgütlenmesinde önemli bir işlev görmüştür.
Fransa’da işçiler uzun çalışma sürelerine ve düşük ücret dayatmasına isyan ederek, 1831 yılında başlayan fiili grevler üzerinden büyük bir ayaklanma gerçekleştirmişlerdir. İşçiler üç gün boyunca şehri ele geçirmelerine rağmen, güvenlik güçlerinin işçilere ateş açmasıyla çok sayıda işçi öldürülmüş ve ayaklanma vahşi bir şekilde bastırılmıştır. Lyon dokuma işçileri daha sonra da sık sık fiili grevler ve işyeri işgalleri gerçekleştirmişlerdir. Lyon’lu dokuma isçilerinin o dönemdeki kitlesel eylemlerine damgasını vuran slogan işçi sınıfı tarihine “Çalışarak yaşamak ya da savaşarak ölmek!” olarak geçmiştir. 
1844 yazında, Almanya’nın en yoksul işçi bölgelerinden olan Silezya’da yaşanan dokumacılar ayaklanması ise, örgütsüz, siyasal hedeften yoksun, tamamen yoksulluğa karşı yapılmış olmasına rağmen, Alman işçi sınıfının ilk kitlesel bağımsız eylemi olarak bilinmektedir. Dönemin hükümetinin İngilizlerle rekabet edebilmek için 1823 sonrasında makineleşmeyi teşvik etmesiyle, eski teknolojiyle çalışanların çoğu iflas etmiş, dokumacıların hemen hepsi işsiz kalmıştır. 4 Haziran 1844’te, çalışma ve yaşam koşullarının çekilmez hale gelmesiyle işçiler, birlikte yaşadıkları mahallelerinden harekete geçerek, tıpkı İngiltere ve Fransa’da olduğu gibi, önce fabrika sahiplerinin evlerine saldırmış, ardından fabrikalara yönelerek makineleri parçalamışlardır.
Yine aynı Haziran ayı içinde, bu kez binlerce dokumacı harekete geçmiş, Prusya askeri birliğinin dokumacıların üzerine ateş açması sonucu aralarında çocukların ve kadınlarında bulunduğu 11 dokumacı öldürülmüştür. Silezyalı dokuma isçilerinin ayaklanmasının duyulmasından sonra dokuma işçilerinin yoğun olduğu bazı köylerde de kitlesel ayaklanmalar olmuş, ancak hepsi şiddetle bastırılmıştır.
İngiltere, Fransa, Almanya ve ABD’de ilk işçi örgütlenmelerinin kurulduğu ve işçi sınıfı mücadelesinin yükseldiği dönemlerde gözlenen ortak özellik, işçi sınıfının yasak ya da engel tanımadan mücadelesini yürütmesi, sendikalarını fiilen ve çoğu zaman gizli olarak kurması ve yaptığı grevlerle kendilerinden söz ettirmeleridir. Dönemin burjuva sınıfının işçilere ve onların örgütlü mücadelesine saldırısı ne kadar vahşi ve sert olmuşsa, işçilerin bu saldırılara cevabı aynı şiddet ve içerikte olmuş, işçi sınıfının bütün bireyleri, bu sert ve çatışmalı mücadele sürecinde çoğu zaman canlarını kaybetmeyi bile göze alarak hareket etmişlerdir.
Sendikaların ilk kurulduğu yıllarda karşı karşıya kaldıkları zorluklar, kadını, erkeği, çocuğuyla işçi sınıfının bütün bireylerinin, işçi ailelerinin topyekun yürüttüğü fiili mücadeleler ve burjuvazi tarafından yasaklanmasına rağmen yapılan fiili grevlerle, sendikaların işçi sınıfının en önemli mücadele araçları olarak gelişmesini ve yaygınlaşmasını sağlamıştır.   
Sendikaların, ilk ortaya çıktığında sadece yetişkin erkek emeğinin merkezinde olduğu sınırlı sayıdaki işkollarının dar örgütleri olduğu unutulmamalıdır. Özellikle 18. yüzyılın son çeyreğinden itibaren önce kadın ve çocuk emeğinin, sonrasında makinelerin üretimde yaygın bir şekilde yer alması, işçi sınıfının örgütlü gücünü boğmaya, mücadelesini zayıflatmaya yetmemiştir. Vasıfsız işçiler ve kadınlar o dönemde sendikalara üye olarak kabul edilmediği gibi, bazı sendikalara üye olmak için belli bir süre işçilik yapma şartı (kıdem) bile aranmıştır. İlk ortaya çıktıkları dönemdeki son derece dar ve sınırlı yapıları bile, sendikaların işçiler için önemini asla azaltmamıştır.
Engels’in, sendikaların henüz bilinen anlamıyla kitlesel sınıf örgütleri olarak yaygınlaşmadığı bu dönemde kaleme aldığı İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu (1845) adlı eserinde, işçi örgütleri olarak sendikalar ile ilgili olarak yaptığı şu tespit önemlidir: “Sendikalar, burjuvazinin üstünlüğünün tamamen, işçiler arasındaki rekabete dayandırıldığı gerçeğinin yani işçiler arasındaki bütünlük eksikliğinin itirafı demektir. Ve sendikalar kendilerini, tam da şimdiki toplumsal düzenin can damarlarına yönelttikleri için, ne kadar tek yanlı ve ne kadar dar bir çerçevede olsa da, bu toplumsal düzen için büyük bir tehlikedirler.” (1997:292–293). Engels’in bu satırları yazdığı yıllarda, sendikalar, bugünkü yapılarından çok farklı olarak, sadece belli meslek gruplarına mensup (dokumacılar, ayakkabıcılar, marangozlar gibi) vasıflı işçilerin  örgütleri olarak bilinmektedir.
“Büyük sanayi birbirlerini tanımayan büyük insan kalabalıklarını bir yerde yoğunlaştırır. Rekabet, bunların çıkarlarını böler. Ama ücretlerin korunması, patronlara karşı sahip oldukları bu ortak çıkar, onları ortak bir direnme düşüncesinde birleştirir –dayanışma. Demek ki dayanışmanın her zaman ikili bir amacı vardır; işçiler arasındaki rekabeti durdurmak, kapitalistlerle olan genel rekabeti sürdürmek” (1992:156-157).
İlk ortaya çıktığı dar biçimleriyle bile, sendikalar, kapitalist sınıfın büyük öfkesini çekmiştir. Sendikalar işçi sınıfının kitlesel sınıf örgütleri haline geldikçe, o zamana kadar işçi sınıfını ezme, acımasızca sömürme işini kazanılmış bir hak olarak gören patronlar, işçilerin sendikalarda birleşerek hakları için mücadele etmeye başlamaları ile birlikte, sendikaların etkisini azaltmak için başka çözümlere yönelmeye başlamışlardır.

SINIFIN VE MÜCADELENİN ÖRGÜTÜ

Modern işçi sınıfı tarihi açısından baktığımızda, ilk işçi hareketleri ve buna paralel olarak ortaya çıkan sendikalar, işçilerin çalışma ve yaşam koşullarından kaynaklı olarak, işçi sınıfı içinde ortak dayanışma duygusunun gelişmesini sağlamış, işçilerin kendi aralarındaki rekabete son vererek, patronlara karşı ortak çıkarları çerçevesinde birleşmelerine ve sınıf çıkarlarının farkına varmasına yardımcı olmuştur. Marx, bu durumun etkisini, Felsefenin Sefaleti adlı eserinde şu cümlelerle açıklar: “Ekonomik koşullar ülkenin halk yığınını ilkin işçi haline getirir. Sermayenin dayanışması, bu yığın için ortak bir durum, ortak çıkarlar yaratmıştır. Bu yığın, böylece, daha şimdiden sermaye karşısında bir sınıftır, ama henüz kendisi için değil. Ancak birkaç evresini belirtmiş bulunduğumuz bu savaşım içinde bu yığın birleşir ve kendisini kendisi için bir sınıf olarak oluşturur. Savunduğu çıkarlar sınıf çıkarları olur.” (1992:157).
Sendikalar, ilk ortaya çıktığında sınıfın genelinin çıkarlarını gözeten bir yapıda oluşmamış olmasına rağmen, Marx ve Engels tarafından ısrarla işçi sınıfının en geniş kesimlerini birleştirme ve örgütlenme merkezleri olarak görülmüştür. Sendikaların, daha önce işçilerin dağınıklığından ve birbiriyle rekabetinden yararlanan kapitalistler açısından ilk yıllarından itibaren “tehlike” olarak görülmesi ise, kesinlikle bir tesadüf değildir.
Sendikalar, zaman içinde işçilerin ekonomik çıkarları için yürüttükleri mücadelenin ötesine geçerek, toplumsal ve siyasal olarak etkinliğini arttıran işçi sınıfı hareketinin önde gelen mücadele araçlarından birisi haline gelmişlerdir. Marx, 23 Kasım 1971’de F. Bolte’ye yazdığı ünlü mektubunda, bu durumu şöyle ifade etmektedir: “(…) işçilerin ayrı ayrı ekonomik hareketlerinden politik bir hareket doğar. Bu hareket çıkarlarını, genel bir biçimde, zorlayıcı nitelikte genel bir toplumsal gücü içerir biçimde, elde etmeyi amaçlayan sınıfın hareketidir. Eğer bu hareketler, önceden belirli ölçüde örgütlenmiş olmayı gerektiriyorsa, kendileri de aynı şekilde bu örgütlenmeyi geliştiren araçlardır.” (1975:91).
Kapitalizmin tarihi incelendiğinde, işçilerin mücadelesinin patronlara karşı yürütülen ekonomik mücadeleler düzeyinde kalmadığı ve giderek genel bir sınıf hareketi düzeyine yükseldiği görülmüştür. Bu durum, kuşkusuz sınıf hareketinin gelişiminin tarihsel kökleriyle yakından ilgilidir.
Marx ve Engels, fabrika içindeki rekabetin çok sayıda işçiyi, sayıları sınırlı olan patron ya da yöneticiler karşısında zayıf düşürdüğünü her fırsatta vurgulamışlar, ancak tek başına işçiler arasındaki rekabetin sona erdirilmesinin de yeterli olmayacağını özellikle belirtmişlerdir. “İşçiler kendi aralarındaki rekabete son verme adımının ötesine geçemezlerse, ücretleri belirleyen yasa uzun vadede yeniden geri gelecektir. Ama işçiler yeniden geri çekilmeye ve kendi aralarındaki rekabetin bir kez daha ortaya çıkmasına hazır değillerse, o zaman bu noktanın ötesine geçmelidirler.” (Engels, 1997:293).
1864 yılında İngiltere’de toplanan I. Enternasyonal (1864–1876) toplantısı, sendikalarla, bilimsel sosyalist düşünce ile işçi hareketi ve sendikaların buluşması açısından önemli ve tarihi bir gelişme olmuştur. O dönem etkili olan İngiliz ve Fransız sendikalarının yoğun çabalarıyla I. Enternasyonal’in kurulması, işçi sınıfı ve hareketinin, sendikaların işçi sınıfının ve en önemli sınıf örgütlerinden birisi olduğu gerçeğini kavraması açısından dönüm noktasını oluşturmaktadır.
I. Enternasyonal, 1866 Cenevre Kongresi’nde, tüm ülkelerde 8 saatlik işgünü için mücadele çağrısı yaparken, işçilerin her meslek ve işkolunda, işçiler arasında erkek-kadın, vasıflı-vasıfsız ayrımı yapmadan örgütlenmesi, ülke çapında birleşerek sendikal örgütlerin kurulması çağrıları yapmıştır. Bu çağrıya ilk cevap ABD’den gelmiş ve ABD sendikaları, işçilerin siyah-beyaz, erkek-kadın, vasıflı-vasıfsız olmalarına bakmaksızın bir sınıfın üyeleri olarak örgütlemeye ve mücadele içine çekmeye çalışmışlardır .
Marx’ın Cenevre’de toplanan I. Enternasyonal Kongresi’ne sunduğu “Sendikaların Rolü, Önemi ve Görevleri Hakkında” kararla, ilk defa, bir sınıf örgütü olarak sendikalar üzerine Marksist düşüncenin temelleri atılmıştır. Bu karara göre, sendikalar, her yerde işçi sınıfının örgütlenme ve mücadele merkezleri olarak örgütlenmeli, kendilerini sadece ekonomik mücadele ile sınırlamamalı, aynı zamanda işçi sınıfının tam kurtuluşu için mücadele etmelidir. “(Sendikalar) özgün amaçlarının yanı sıra, artık, daha büyük çıkarları olan tam kurtuluş için işçi sınıfını örgütleme merkezleri olarak bilinçle hareket etmeyi öğrenmelidirler. Bu amaca yönelik her toplumsal ve politik harekete yardımcı olmalıdırlar. (Böylece) kendilerini tüm işçi sınıfının temsilcileri ve savunucuları sayarak ve böyle davranarak birliğin dışında kalanları da saflarına katmayı başaracaklardır” (Marx, 1975:79).

SINIFIN KİTLESEL ÖRGÜTLERİ
I. Enternasyonal ile birlikte sendikaların niteliğinde önemli değişiklikler yaşanmış; sendikalar, erkek-kadın, vasıflı-vasıfsız, siyah-beyaz vb. ayrımlar yapmadan, bütün işçi sınıfının birleşme ve ortak sınıf çıkarları doğrultusunda hareket eden mücadele merkezleri haline gelmeye başlamıştır.
I. Enternasyonal ile birlikte, o zamana kadar sendikaların ve sendikal mücadelenin oldukça dar olan içeriği önemli bir değişim yaşamış, hem nicelik, hem de nitelik açısından sendikaların işçi sınıfının bütün üyelerini kapsayan kitlesel sınıf örgütleri haline gelmesi yönünde ilk adımlar bu dönem atılmıştır.
İşçi hareketinin tarihsel ilerleyişi içinde siyasi mücadele öncelik kazanmış, ama bu gelişme sendikal mücadelenin gereğini ve zorunluluğunu asla ortadan kaldırmamıştır. Marx ve Engels, bütün sınırlılıklarına rağmen işçi sınıfının sendikal örgütlerine büyük önem vermiş, fakat onların sendikalara yaklaşımı, sendikaların işçi sınıfını tek bir çatı altında toplayan ve işçi sınıfının kısa, orta ve uzun vadeli çıkarları için mücadele eden kitlesel sınıf örgütleri düzeyine yükseltilmesi açısından olmuştur.
İşçi sınıfının mücadele tarihine bakıldığında, sendikaların emekçileri birleştiren ve mücadeleye yönelten bir rol üstlendikleri zaman, yaşanan saldırılar ne kadar büyük ve kapsamlı olursa olsun, kendi içinde birleşen işçilerin mücadelesiyle geri püskürtülebildiği görülmüştür. İşçi sınıfını birleştirme ve mücadeleye çekme noktasında sendikalar kadar kitlesel, etkili ve önemli başka bir örgütlenme biçiminin olmaması onların önemini daha da arttırmaktadır. Sendikaların, Marx tarafından “Sermaye ile emek arasındaki yer yer küçük çatışmalardan ibaret gündelik savaş için vazgeçilmez iseler de, örgütlü aygıtlar olarak, bizzat ücretlilik sisteminin kaldırılması için çok daha önemli” (1999:80-81) sınıf örgütleri olarak tarif edilmesi boşuna değildir.
Marx’ın, sendikaların işçi kitlelerinin en geniş kesimlerini birleştirici rolünü öngörerek yaptığı değerlendirmeler, o dönemde olduğu kadar, bugün için de geçerlidir. I. Enternasyonal’de sendikaların, işçi hareketinin geleceği açısından önemini Marx, şu ifadelerle açıklamaktadır; “İşçi sınıfının siyasal hareketinin kesin amacı, siyasal iktidarın ele geçirilmesidir ve elbette ki, bunun için daha önceden belli bir gelişim düzeyine ulaşmış, bizzat iktisadi savaşımlarda oluşmuş ve büyümüş bir işçi sınıfı örgütü gerekir.” (1999:83-84). Marx’ın, söz konusu “iktisadi savaşım örgütleri” derken, işçi sınıfının kitlesel sınıf örgütleri olan sendikaları kastettiği açıktır.

Sonuç
1880’li yıllara kadar sendikaların örgütlenme ve eylemlerinin büyük atölyeler, fabrikalar ve fabrika havzaları merkezli olarak gerçekleşmiş olması önemlidir. Bu tarihe kadar sendikal mücadelenin örgütlenmesi ve yönetilmesi, tek tek fabrikaların içinden, başka bir ifade ile işyerlerinden başlatılmış ve yürütülmüştür. Yani ilk sendikaların, tek tek işyerlerinde işçilerin kendi aralarındaki rekabete son verip patronlara karşı güçlerini birleştirmesi anlayışı üzerinden oluşturulmuş olması, sadece tarihsel açıdan değil, güncel açıdan da önemlidir. Ancak bu önem, sendikaların ve sendikal mücadelenin nasıl görülmesi gerektiği konusundaki kafa karışıklığının sürdüğü gerçeğini değiştirmemektedir.
“İşçi sendikaları, sermaye saldırılarına karşı direniş merkezleri olarak görevlerini yaparlar. Kısmen başarısız olmalarının nedeni, güçlerini akılsızca kullanmalarındandır. Sendikalar, mevcut sistemin doğurduğu etkilere karşı küçük küçük çarpışmalardan ibaret bir savaş yürütmekle yetinip, bunları yaparken aynı anda, sistemi değiştirmeye uğraşmadıkları, örgütlü güçlerini emekçi sınıfın nihai kurtuluşu, yani ücret sisteminin tümüyle yok edilmesi için bir manivela olarak kullanmadıkları zaman genellikle başarısız olurlar” (Marx, 1975:79).
Sendikalar, işçi sınıfını öncelikle sömürüyü sınırlandırmak amacıyla ekonomik mücadele içinde birleştiren, ancak sadece bununla yetinmeyip sömürüyü tamamen ortadan kaldırmak amacıyla sınıfın siyasal mücadelesini güçlendiren örgütler haline getirildiklerinde, işçi sınıfının sadece bir bölümünün değil tamamının temsilcileri olarak, kendilerinin dışında olanları sınıf mücadelesine katmak noktasındaki tarihsel deneyimler, dün olduğu gibi günümüzde de yol gösterici olma özelliğini sürdürmektedir.

Kaynakça:

Friedrich ENGELS, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu, çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yayınları, 1997, Ankara.
Karl MARX, Felsefenin Sefaleti, çev: Ahmet Kardam, Sol yayınları, 1992, Ankara.
Karl MARX, Ücret, Fiyat ve Kar, çev: Sevim Belli, Sol yayınları, 1999, Ankara.
Karl MARX, Friedrich ENGELS, V. İ. LENİN, Sendikalar Üzerine, çev: Engin Karaoğlu, Bilim Yayınları, 1975, İstanbul, s.117.
E.P. THOMPSON, İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu, çev: Uygur Kocabaşoğlu, Birikim Yayınları, 2004, İstanbul.
Erkan AYDOĞANOĞLU, Sınıf Mücadelesinde Sendikalar, Evrensel Basım Yayın, 2007, İstanbul.
Paul MASON, Çalışarak Yaşamak ya da Savaşarak Ölmek, çev: Gözde Orhan-Mehmet Ertan, İstanbul: Yordam. 2010. İstanbul.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑