Günümüzdeki işçi sınıfının, bırakalım 19. yüzyılın sonlarını, son çeyrek yüzyılda bile epeyce değiştiğini ileri süren politik akım ve çevreler var. İşçi sınıfının niteliğinin değişip değişmediğine ilişkin tartışmalar ve bunun sosyalizm mücadelesine nasıl bir etki yapacağı sorunu sürekli olarak gündemde tutuluyor. İşçi sınıfının niteliğinin değiştiği, artık “eski işçi sınıfı” kalmadığı, dolayısıyla “devrimci görevini yerine getirecek” bir sınıftan söz edilemeyeceği üzerine yüklü bir külliyat bulunuyor. Kuşkusuz bu konuda pek çok polemik yapıldı ve Özgürlük Dünyası’nda da konu üzerine epeyce makale yayınlandı. Ancak konu sürekli olarak çeşitli yönleri ile güncellenen bir konu ve bu nedenle sorunu zaman zaman değişik yönleri ile ele almak gerekli olabiliyor.
Hasan Bülent Kahraman bu konu üzerine çeşitli zamanlarda düşüncelerini dile getirdi. Şubat ayı içerisinde Sabah Gazetesi’ndeki köşesinde konuya ilişkin bir dizi makale yayınladı. “Solu Yeniden Kurmak” (11 Şubat), “Proletaryasız sol, hangi sol…”, (13 Şubat), “Solun Sahibi Kim?” (15 Şubat) başlıklı makalelerde sözünü ettiğimiz sorunları işledi.
Kahraman, sorunu, çerçevesi pek belli olmayan bir “sol” açısından ele alıyor ve “Solun sahibi kim?” sorusuna, sonuçta, “Solun sahibi gerçek soldur!” yanıtını veriyor. Tabii bu durumda, bu “gerçek sol” nasıl bir “sol”dur sorusunun yanıtlanması gerekiyor. Kahraman bu soruyu açıkta bırakmıyor ve “gerçek sol”un sosyal-demokrasi olduğunu açıkça dile getiriyor. Sosyal-demokraside ifadesini bulan bu “gerçek sol”un da, Bernstein, Bad Godesberg –kısaca Willy Brand çizgisi diyebiliriz– çizgisinde kimliğini bulduğunu ortaya koyuyor.
Kolayca tahmin edilebileceği gibi, yapılan bütün bu tartışmalarda işçi sınıfının “eski proletarya” olmadığı, bu sınıfın yapısının değişmiş olduğu görüşü/iddiası merkezi bir yer tutuyor. İşçi sınıfının yapısının değişmiş olduğu tezleri zorunlu olarak “nasıl bir sosyalizm?” tartışmalarına açılıyor. Bu nedenle, biz de, konunun ele alınışına, birbiriyle bağlantılı olarak bu iki konudan başlamak gerektiğini düşünüyoruz.
Kahraman, önce “hangi sol” olduğunu bilemediğimiz bir solla polemik yapıyor ve Murat Belge’den kendisinin de katıldığı ve onayladığı bazı aktarmalar yapıyor. Şunlar ona ait: “Belge, çok çarpıcı bir noktadan hareket ederek ele alıyor: İşçi sınıfı ve sol düşüncede ona atfedilen önem. Solun bizdeki temel kabullerinden biri işçi sınıfının olmaması: Sanayi devrimini yaşamadığımız için bir işçi sınıfı da oluşmadı! Bu yorum veya hareket noktası çok dramatik bir sonuç türetiyor ki, o da sosyalist camia veya düşüncenin ikinci temel kabulünden kaynaklanıyor: ‘işçi sınıfı tanımı gereği devrimcidir.’ Eh, ‘tanımı gereği’ devrimci olan bu sınıf olmadığına göre, sosyalizm de söz konusu olmaktan çıkıyor… Belge’nin itirazı bu algılamaya dönük. Hiçbir şeyin hayatta ‘tanımı gereği’ bir özellikle sonuna kadar yüklü olamayacağını vurguluyor. Öte yanda, asıl can alıcı nokta şu: 21. yüzyılda işçi sınıfı, işçi ne demektir, kimdir, ne yapar, potansiyeli nedir?… Galiba yakın tarihin hiçbir döneminde sosyalistlerle kitleler arasındaki bağ bu ölçüde kopuk olmamıştı. Belge, haklı olarak ‘aslında yok böyle bir bağ’ diyor. Sosyalistlerle kitleler arasındaki ‘bağsızlık’, kopukluk bir vakıa, ama bence, sosyalizm konusundaki düşünce üretimi faaliyeti de hayli zayıf. Zaten eğer o merkezde bir etkinlik, canlılık olsaydı, diğeri de bu derecede vahim noktada bulunmazdı. Asıl sorunun bu olduğu kanısındayım.“
“Belge, sosyalist bir tasavvuru diri tutmak maksadıyla farklı bir saptamada bulunarak, bir işçi sınıfının olup olmamasının değil, önem taşıyan konunun, niteliği ne olursa olsun, bir ‘sınıfın’ mevcudiyeti olduğunu belirtiyor. Eğer öyleyse, ben, bir sosyalist olarak, o sınıf kavramıyla iç içe geçmiş tahakküm durumu üstünde düşünmek zorundayım. Maksadım da o tahakküme son verecek düzenin nasıl oluşacağı üstünde düşünmektir.Gerçekten de asıl sorun bu. Çünkü 21. yüzyılda, 1848’in şartlarını taşıyan bir proletarya bundan sonraki teknoloji-egemen dünyada olmayacak. Komünist Manifesto’nun o sınıfa atfettiği işlev de, bundan sonra, o günkü dinamikler içinde söz konusu olmayacak. O zaman geriye çok önemli bir soru kalıyor, bundan sonra bir sosyalist düzen neye dayanarak inşa edilebilir? Ve onu kim inşa edecek, taşıyıcı elemanı, itici gücü ne olacak o yeni oluşumun? Bu sorunun yanıtı elbette önemli. Çünkü, bizatihi sorunun kendisi dar anlamda bir sınıf temeline oturmuş, taşıyıcı unsuru (proletarya) ve onun, haydi diktatoryasını demeyelim, hâkimiyetini tesisle mükellef bir aracı (parti) devre dışı bırakıyor. Bu, teknolojik bir sonuç olmaktan ziyade Bad Godesberg’den beri gelen bir entelektüel tercih olarak kabul edilebilir. Nitekim 1959 tarihli Alman Sosyal Demokrat Partisi Manifestosu bu maksatla sosyalizme farklı temellerden gelinebileceğini ifade ediyordu. Bunlar klasik felsefe, Hıristiyanlık düşüncesi ve hümanizma olabilirdi. Burada önemli olan nihai maksattı: Sömürünün olmadığı, tahakkümün bulunmadığı bir dünyanın kurulması.”
Bizde yukarıda iddia edildiği gibi işçi sınıfının olmadığını ileri süren solcular var mıdır? Varsa, sosyalist hareket üzerindeki etkileri ne ölçüdedir? Doğrusu bunların yanıtlarını yazıda göremiyoruz. Hiç kuşkusuz, Kahraman CHP solculuğunu ve Kemalist geleneği kast etmektedir. Ancak CHP’nin “ülkede sınıfların olmadığı” düşüncesi 30’lu yıllara ait bir düşüncedir ve bunun günümüzde etkili olması beklenemez. Böyle bir etki bulunmamaktadır. Kemalizm, farklı ideolojik boyutları ile (laiklik, ulusalcılık vb,) günümüzde bazı sol kesimleri etkilemektedir. Bugün işçi sınıfının eski işçi sınıfı olmadığı yönünde bir etki varsa, bu etki, asıl olarak işçi sınıfı ve sosyalizm tartışmalarından, “elveda proleterya”cı kesimlerden gelmektedir. Bu niteliğiyle ise, sadece ülkeyi ilgilendiren bir tartışma olmaktan çıkmaktadır. Zaten Kahraman’ın verdiği örnekler de uluslararası düzeydedir. Dolayısıyla, “madem ki işçi sınıfı değişti, o halde devrimci bir sınıf da bulunmuyor” tezi, tam da bu nedenle, sadece ülkeyi ilgilendiren, onun içinden türemiş bir tez değil, asıl olarak uluslararası boyutları bulunan bir tezdir.
Burada şöyle bir tablo ile karşı karşıyayız. Kahraman işçi sınıfının değiştiğini söylerken, Belge “niteliği ne olursa olsun” bir “sınıf”ın olduğunu kabul etmekte, ancak bu sınıfın “tanımı gereği bir özellikle sonuna kadar yüklü olamayacağı”nı (devrimcilik kastediliyor) vurgulamaktadır. Açıkçası, işçi sınıfının ‘devrimci barutunun bittiği’ bilmem kaçıncı kez ilan edilmekte, ama “sosyalizm” idealinden vaz geçilmemektedir! Ancak istenen “sosyalizm”in nasıl bir “sosyalizm türü” olacağı epeyce muğlaktır! Bilimsel sosyalizm ise kabul görmemektedir. Böyle olunca, doğal olarak sosyalizme katılan güçler, hatta oraya varmaya yarayacak, hizmet edecek ideolojiler epeyce “genişlemektedir”. İslamcılık, demokratizm, adaletli paylaşımcılık, insan hakçılığı, Hıristiyan düşüncesi, humanizm vb., sosyalizmin “kaldıraçları” olarak görülmektedir. Kuşkusuz sosyalistlerin bütün bu sorunlara ilişkin düşünceleri, yaklaşımları bulunmaktadır. Ancak “adaletli”, demokratik, eşitlikçi –sınıfların ortadan kaldırılması anlamında– bir dünya kurulacaksa, bunun işçi sınıfının merkezinde olduğu bir sosyalizm mücadelesi ile olanaklı olacağını hem tarihsel deneyler, hem de günümüzün tecrübeleri yeterince ortaya koymaktadır.
İŞÇİ SINIFININ NİTELİĞİ VE NİCEL DURUMU
Sosyalizm tartışmalarında ve görüldüğü gibi Kahraman’ın eleştirilerinde merkezi yeri işçi sınıfının nitel ve nicel durumu tutmaktadır. Dolayısıyla, burada da, sorunun bu yanı ağırlıklı olarak işlenmeye çalışılacaktır. Eleştiri konusu yapılan diğer sorunlar ise doğrudan doğruya ideolojik yaklaşımlardan kaynaklanmaktadır ve bunlara yönelik eleştiriler nispeten daha kısa ele alınacaktır.
Burada, artık, işçi sınıfı ve onun özellikleri sorununu biraz açmak gerekiyor. İşçi sınıfı, artık kalmadığı iddia edilen devrimci niteliğini nereden almaktadır? Ona bu niteliği kazandıran nedir? İşçi sınıfının “tanımı gereği bir özellikle sonuna kadar yüklü olamayacağı” tezi ne anlama geliyor? Sanırız, bu konuyu irdelemek gerekiyor.
İşçi sınıfı kapitalizmin özel ve temel ürünüdür. Bunun anlamı şudur: Kapitalist toplumda işçiler hiçbir üretim aracına sahip değillerdir ve yaşamlarını ancak işgüçlerini kapitalistlere satarak sürdürebilirler. Üretim araçlarına sahip olan sermayedar sınıf (burjuvazi), böylece, işgücüne karşılıksız olarak elkoyma etkinliği olarak, artı-değer sömürüsünü gerçekleştirir. Yani kapitalizm, işgücünden başka satacak bir şeyi bulunmayan, işgücünü kapitaliste satarak onun sermayesini çoğaltacak, kendisi hiçbir üretim aracına sahip bulunmayan özel bir sınıf meydana getirmiştir. Emek ile sermaye arasında uzlaşmaz çelişki, işte bu ilişkide kendisini gösterir. İşçi sınıfı devrimci niteliğini bu ilişkiden alır ve onun sınıf çıkarı sermaye egemenliğinin bütünüyle yok edilmesindedir. Yani işçi sınıfı, sömürülen ve ezilen farklı sınıf ve katmanlardan –küçük burjuvazi vb– farklı olarak, kapitalist toplumda temel sömürü ilişkisinin üzerinden üretildiği bir sınıftır ve devrimci özelliğini bu ilişkinin yıkılmasına kadar korur. Yani onun devrimciliğini “sonuna kadar” korumasının “sırrı” budur. İşçi sınıfı, varlığı ve tanımında ifadesini bulan toplumsal ve maddi kökenleri ortadan kaldırılmadan, canı “yeni bir şeyler” yumurtlamak isteyen kişilerin, sınıfın bu devrimci niteliğini birkaç “felsefi” söz kırıntısıyla ortadan kaldırabilmeleri elbette olanaklı değildir. Bu niteliği ortadan kaldırmak için kapitalist toplumun kendisinin ortadan kaldırılması gerekir.
İşçi sınıfının kapitalist toplumdaki bu özel ve temel konumu o kadar kesin bir gerçektir ki, bugün de somut olarak gözlenebileceği gibi, yönetilen diğer bütün sınıflar modern sanayi karşısında sürekli olarak dağılır, istikrarsızlığa sürüklenir ve kararsızlık içerisinde yeniden farklı düzeylerde oluşurken, işçi sınıfı varlığını korur ve gelişmelerin de kanıtladığı gibi, daha geniş kesimler artı-değer sömürüsü içerisine çekilirler. Bunun nedeni, emek sermaye ilişkisinin kapitalizmin temel ilişkisi olması, sermayenin ücretli emeği sömürmeden kendisini üretip genişletemeyeceği gerçeğidir. Sermayenin yeniden üretimi, işçi sınıfını ve devirmci niteliğini de durmaksızın yeniden ve yeniden üretir. İşçilerin kullandıkları aletler, işin örgütlenmesi, işgücünün sömürülmesindeki yoğunluk derecesi, kapitalist ülkeler arasında işçi sınıfının dağılımı sürekli olarak değişebilir. Hatta modern sanayinin kendisi de sürekli bir yapılanma içerisindedir. Ama ücretli emeğin sömürülmesi hep değişmeden kalır. Çünkü bu ilişki kapitalizmin temel ilişkisidir ve artı-değer sömürüsü sadece ücretli emek sömürüsü üzerinden gerçekleştirilebilir.
Şimdi artık, buradan, işçi sınıfının nicel durumuna geçebiliriz: Dünyada bugün yaklaşık 700 milyon dolayında sanayi işçisi bulunuyor (ILO rakamları). Kapitalizmin ileri ölçüde geliştiği ülkelerde sanayi işçilerinin sayısında dramatik düşüşlerin olduğuna ilişkin çok ciddi veriler bulunmamaktadır. Bazı ülkeler ve bazı sanayi kollarında işgücünün daha ucuz olduğu ülkelere kaymalar olmuş, buna karşın, “göç veren” ülkelerde hizmetler gibi bazı alanlarda işçi sayısında büyük artışlar gündeme gelmiştir. Dünya ölçeğinde genel olarak işçi sayısı 1 milyar 200 milyon dolayındadır. Sanayi, hizmetler, tarım birlikte ele alındığında, bu sayı, neredeyse 3 milyara ulaşmaktadır. Hizmet sektörünün bazı alanlarında kol gücü ile çalışma hala çok yaygındır. Örneğin ABD’de hizmet sektöründe çalışan 112 milyon işçinin 42 milyonunun kol emeğine dayanan işlerde çalışmakta olduğu bilinmektedir.
Burada işçi sınıfının nicel varlığı ile ilgili bazı hatırlatmalar yapmak yararlı olacaktır. 1861’de İngiltere ve Galler’de toplam 20 milyon insan yaşıyordu. Fabrika sanayiinin ana dallarında çalışan işçi sayısı ise 1.605.440 idi. ABD’de, 1900’lerde, yaklaşık 11 milyon sanayi işçisi bulunuyordu. Bu sayı, 1950’lerde yaklaşık 21 milyona, 2000’li yıllara yaklaşıldığında ise yaklaşık 31 milyona çıkmıştı. Almanya’da, 1970’li yıllarda sanayi sektöründe 12.706 bin işçi çalışıyordu. Bu rakam 2004 10.796 bindir. Aynı dönem için Japonya’da bu rakamlar 17.880 ve 17.301’dir. Dünyanın üretim atölyesi gibi çalışan Çin’de 80’li yılların sonuda yaklaşık 30 milyon işçi bulunuyordu. 2011 verilerine göre, Çin’de endüstride çalışan işçi sayısı ise 225 milyon dolayındadır. Hizmetlerde 272, tarımda 265 milyon işçi bulunmaktadır. “Gelişmiş” denilen ülkelerde 1950’li yılların başında 87 milyon sanayi işçisi bulunuyordu. 2000’li yıllarda, bu sayı yaklaşık 112 milyon olmuştur. Arada dalgalanmalar olsa da, dünya ölçüsünde sanayi işçisi sayısında artış olmuştur. Ayrıca unutmamak gerekir ki, çeşitli istatistik oyunları, sanayi, hizmet sektörü arasında çeşitli oynamaları gündeme getirmektedir.
Kapitalist ülkeler içinde sanayi işçilerinin sayısının düştüğü ülkeler de olmuştur. İngiltere ve Belçika gibi ülkeler buna örnek olarak verilebilir. Örneğin İngiltere’de 1978’de yaklaşık 7 milyon olan sanayi işçilerinin sayısı, 2005’e gelindiğinde 3.2 milyona düşmüş, ama aynı dönemde hizmet sektöründe çalışan işçi sayısı 14.8 milyondan 21.5 milyona çıkmıştır. Yine bu aynı dönemde, genel olarak dünyada sanayi işçilerinin sayısında artış görülmüştür. Bu durum, bütünüyle eşitsiz gelişme, ucuz işgücü bölgelerine kayma ya da sektörlerde meydana gelen değişimler nedeniyle olmuştur. Örneğin İngiltere’de 1980’li yılların ortalarında 1 milyon kömür işçisi bulunuyordu. Artık bu işçiler yok. Buna karşın sadece bir süpermarket zincirinde (Tesco) 250 bin işçi çalışmaktadır vb. Tek tek ülkeler ele alındığında buna benzer pek çok örnek verilebilir.
Burada, bazı önemli ülkelerde işçi ve çalışan sayısı ile ile ilgili verileri topluca vermek yararlı olacaktır.
Dünya Bankası verilerine göre, 2011’de dünyadaki toplam çalışan nüfus 3.264.688.006’dır.
ABD…………………………………: 158.415.787
Rusya………………………………: 76.307.744
Çin…………………………………: 806.026.432
Almanya……………………………: 42.237.922
Japonya………………………………….: 66.615.344
Türkiye (çalışan-işçi sayısı)…… : 26.984.806
İsviçre………………………………..: 4.541.780
Bu rakamlar mal ve hizmet üretiminde çalışan 15 yaş üzeri işçi ve işiz kalanları kapsamaktadır. Yani çocuk işçiler bu rakama dahil değildir. Kol gücüyle çalışanları, mevsimlik işçileri, ilk kez iş arayanları, evde çalışanları, kayıt dışıları içermiyor.
Ayrıca OECD istatistiklerine göre dünyada işçilerin durumu ise şöyledir (2013 ilk çeyrek rakamları):
ABD……………………………………….. 143.366.700
Türkiye…………………………………….. 25.421.570
Avrupa alanı (17 ülke)………………….139.999.600
Avrupa Birliği (27 ülke) ……………….. 215.953.200
G7 Ülkeleri……………………………… 342.070.000
OECD ( Toplamı)………………………. 554.576.300 / 2011’de 550.381.400
2011’de diğer bazı ülkelerdeki işçilerin sayısı
Fransa……………………………………29.057.200
İngiltere………………………………….31.632.000
İspanya…………………………………..23.103.600
Ayrıca, dünyada çalışan nüfus toplamının % 30.5’u kırsal/tarımsal alanda çalışmaktadır. 15 yaş üzeri toplam dünya kadın nüfusunun %51’i çalışmaktadır. Yine 15 yaş üzeri toplam dünya erkek nüfusunun % 77’si çalışmaktadır. Bu rakamlar okuyucuya genel bir fikir verecektir. Kuşkusuz bu rakamlar kendi içerisinde sektörlere göre kesin bir ayrışmayı belirtmemektedir. Bu konuda bir kaynak şu verileri ortaya koymaktadır.
Temel sektörlerde uzun vadeli istihdam gelişmesi – uluslararası karşılaştırması
USA GB NL F D
(ABD) (B.Britanya) (Hollanda) (Fransa) (Almanya)
PRIMÄRER SEKTOR (LANDWIRTSCHAFT/TARIM)
1870 50 23 37 49 50
1913 28 12 27 41 35
1950 13 5 14 28 22
1992 3 2 4 5 3
SEKUNDÄRER SEKTOR (INDUSTRIE/ENDÜSTRİ)
1870 24 42 29 28 29
1913 30 44 34 32 41
1950 34 45 40 35 43
1992 23 26 24 28 38
TERTIÄRER SEKTOR (DIENSTLEISTUNG/HİZMET)
1870 26 35 34 23 22
1913 43 44 40 27 24
1950 54 50 46 37 35
1992 74 72 72 67 59
Kaynak: Maddison 1995.
Bu oranlar, asıl olarak, söz konusu ülkelerde tarımda çalışanlar aleyhine bir işgücü azalması olduğunu açık seçik ortaya koymaktadır. Endüstri işçiliğinde ise, üzerinden sosyalizm ve işçi sınıfı aleyhine ideolojik sonuçlar çıkaracak aleyhte gelişmeler olmadığı gibi, daha önceki rakamlardan da anlaşılacağı üzere, bu sektördeki genel işçi sayısı dünya çapında artmış durumdadır.
Diğer taraftan, işçi sınıfının niteliğinin değiştiğine ilişkin tezler ileri sürenlerin iddialarında, işçi sınıfı, sanki ilk ortaya çıktığı koşullardaki gibi üretim yapan bir sınıf olarak varsayılmaktadır. Oysa işçi sınıfının ilk ortaya çıktığı günden bu yana üretimde kullandığı aletler, üretimin örgütlenmesi, üretimin teknolojik temeli sürekli değişmekte ve gelişmektedir. Ancak bu gelişmelerin hiçbiri, sermaye ile emek arasındaki temel ilişkiyi, yani işgücünün sermaye tarafından ücretli emek olarak üretime koşulmasını ve işgücü üzerinden artı-değer elde edilmesini ise hiç değiştirmemiştir. Artı-değer ancak emek sömürüsü üzerinden elde edilebilir. Tüm dünyada, sanayide gerçekleşen bütün maddi üretimin temelinde, sayısı neredeyse 700 milyona ulaşan sanayi işçisi bulunmaktadır. Sanayi işçiliğinin önemi, tarımı dışta tutarsak, gerçek maddi değerlerin bu alanda üretilmesi, sanayinin kapitalist üretim tarzının temel direği olmasındandır. Sanayi işçiliği kapitalist üretim biçiminin tam kalbinde bulunmakta, sanayi işçileri de bütün işçi sınıfının merkezinde yer almaktadır. Giderek daha fazla yaygınlaşan hizmetler vb., gerçekleşen bu maddi üretim üzerinde hayat bulmakta, özünde üretim sürecini artı-değerin (bir gerçekleşme biçimi olarak kârın) realize edilmesini tamamlayan halkalar olarak işlev görmektedir. Üretim olmayınca, bu büyüklükte sunulacak bir hizmetin de olmayacağı açık bir gerçektir. Hizmetlerde çalışan işçileri –temizlik, taşımacılık, her türlü posta işleri, dev marketler, yiyecek sektörü vb.vb.– sanayi ve üretimin çeşitli kolları etrafındaki halkalar olarak değerlendirmek, sermayenin sömürü çarkının döndürülmesinde etkin dişliler olarak ifade etmek doğru olacaktır ve bu kesimler sonuçta maddi üretimi gerçekleştiren işçilerle aynı kadere sahiptirler. Yani emek sömürüsüne tabi tutulmakta, üzerlerinden artı-değer elde edilmektedir. Diğer yandan unutmamak gerekir ki, hizmetlerde çalışan işçilerin bir kısmı doğrudan kol gücü isteyen işlerde ve ağır çalışma koşulları altında çalışmaktadırlar.
Dolayısıyla, artık işçi sınıfının olmadığını ve işçilerin eskisi gibi sömürülmediği hikayelerinin gerçekle bir ilişkisi bulunmamaktadır. Kapitalizmin teknik temeli sürekli olarak değişmekte, ancak emek ile sermaye arasındaki temel ilişki olduğu gibi kalmaktadır. İşçi sınıfı açısından “devrimci bir sınıf olma” özelliği de işte bu ilişkiden kaynaklanmaktadır. İşçi sınıfı, tarihsel olarak sermaye egemenliğini yıkmayı, sömürüsüz bir dünya kurmayı –işçilerin verili andaki bilinç düzeyinden bağımsız olarak– kendisi için devrimci bir görev olarak benimsemeye mahkum edilmiştir. Çünkü işçi sınıfının bunu başarmaktan başka bir kurtuluş yolu bulunmamaktadır. Durum böyle olunca, işçi sınıfının “tanımı gereği bu özellikle sonuna kadar yüklü olamayacağı” içerikli tezler içi boş sözler olarak kalmaktadır. Yukarıdaki rakamlar açıkça göstermektedir ki, emek sömürüsü içine çekilen, üzerinden artı-değer üretilen işçi sayısı giderek daha fazla artmakta, genel olarak nüfus içerisinde sermayenin emek-sömürüsü gerçekleştirdiği oran artmaktadır.
SOSYAL-DEMOKRASİ ÇARE OLABİLİR Mİ?
“Duvarların yıkılması”nın ardından sosyalizme yönelik yoğun bir ideolojik saldırı başladı. Bu ideolojik saldırıların bir bölümünün uluslararası sermayenin neo-liberal politikalarını diğer sermaye partileri ile birlikte uygulayan sosyal-demokrasiden gelmesi ilginçtir. Ancak bu durum sosyal-demokrat partilerin kitleler içerisinde güç kaybetmesine, gerilemesine yol açtı. Bu durum, sosyal-demokrasinin “klasik çizgisi”ne doğru bir dönüşü de beraberinde getirdi. Sosyal devlet, emek üzerindeki vahşi sömürünün kısıtlanması, sosyal haklara yönelik saldırıların durdurulması gibi talepler bu partilerin özellikle “sol kanatları”nın ileri sürdükleri talepler oldu.
Kahraman, tam da bu çizgi üzerinde kendi önerilerini geliştiriyor. “Bugün gelinen nokta gene Bernstein çizgisi mi? Muhtemel bazı ‘pedantik’ (aşırı detaylı) irdelemeler ve bazı entelektüel tercihler bu önermeye bazı itirazlar geliştirebilir. Geliştirmeli de. Fakat bu temel gerçeği değiştirmiyor. Bugün dar sınıf temeline oturmuş, salt işçi sınıfının mevcudiyetini ve geleceğini gözeten bir sosyalist projenin uygulanması imkânsız denecek kadar zor.” derken ve yine “… Aslına bakılırsa Bad Godesberg, Bernstein’ın yüzyıl başında Marx’ın görüşlerine yaptığı eleştirinin benimsenmesiydi. Bernstein, parlamenter demokrasiyi, kapitalizmi ve dönüşen işçi sınıfı gerçeğini işaret ediyordu. Bunun o dönemde ‘radikal sol’ tarafından kabul edilmemesi anlaşılabilir bir şeydi. Ama 1968 sonrasında da benimsenmedi. Ancak 1975 civarında oluşan Akdeniz Sosyalizmi, proletarya diktatoryasını partilerin nihai hedefi olmaktan çıkardı. O da ne mücadeleler pahasına.” derken de işte bu çizgi üzerinde bulunmaktadır.
“Akdeniz sosyalizmi” malum “Avrupa Komünizmi”dir. Bu çizginin ulaştığı yer ise, gelişmelerinde kanıtladığı gibi, burjuva ideolojileri içerisinde erimek ve kapitalizme karışmak olmuştur. Bu çizginin tarihsel esin kaynağı olan Bernstein çizgisinin ulaştığı yer de, en fazlasından düzen içerisinde “küçük kazanımlar” ve bir belediye sosyalizmi olmuştur. Burada uzun uzun Bernstein’ın revizyonizmini irdelemek gerekmiyor. Ancak kısa bazı hatırlatmalar yapmak yararlı olacaktır. Bernstein’ın tüm fikirlerini şu ünlü sözü özetliyordu: “Bence hareket herş eydir ve sosyalizmin sonal ereği (nihai hedefi) denilen şey hiçbir şeydir.” Bernstein’in kendisi revizyonizmini de şöyle özetlemişti: “Aslında, yalnız kuramsal sonuçlar için anlam taşıyan bir sözcük olarak revizyonizm, siyasal dile çevrilince, reformculuk adını alır. Reformculuk, devrimci bir felaketi, hareketin istenen ya da kaçınılmaz bir evresi olarak gören politikanın tersine, sistemli bir reform çalışmasına yönelik bir politikadır.” (Bernstein, “Bir sosyal demokrat parti programının teorik bölümü için ilkeler”, Sosyalist Siyasal Düşünüş 1, Bilgi Yayınevi) Küçük adımlar, parlamenter çalışma, belediyelerde mevzi kazanmak vb. bu akım için temel çalışma biçimleridir. Kapitalizmin çıkmazlarından ve çözümsüzlüklerinden kaynaklanan krizler ve çöküntülerin devrimci gelişmelere yol açması ve buradan yürünerek sömürü ilişkeleriyle kapitalizmin tasfiyesi ise açıkça reddedilmektedir.
Daha önce de vurgulandığı gibi, bu anlayışlar klasik sosyal-demokrasi ve “piyasa sosyalizmi” anlayışına ulaşmışlardır. Bu nedenle ve bu sorun ÖD’nin önceki sayılarında işlendiği için, “piyasacı sosyalizm” anlayışları üzerine ve pratik olarak ileri toplumlarda hükümet olmuş ve işlevleri çok açık ve net görülmüş olduğu için sosyal-demokrasi eleştirisi üzerine burada yeniden durmak gerekmiyor. Ama bir yaklaşım farklılığının altını da çizmek gerekiyor. Bernstein günlük küçük adımları, hareketi herşey, nihai hedefi, yani sosyalizmi hiçbir şey olarak nitelerken, günümüz Bernsteincıları ve Belge ve Kahraman gibiler, nasıl bir yoldan geçilirse geçilsin ama bir “sosyalizm”e ulaşılsın çizgisindedirler. Bu ama, sosyalizm olur mu olmaz mı, önemsememektedirler. İşçisiz ama sermayeli ve kuşkusuz piyasalı bir “sosyalizm” pek yaman bir sosyalizm “tercihi”dir! Eskilerle yeniler açısından ortak olan şey ise, aslında sosyalizmi kurmanın pratik olarak olanaksızlığıdır. Bernstein bunu sosyalist mücadeleyi çıkmaz yollara sokarak gerçekleştirirken, günümüzdekiler sosyalizme varmayı olanaksızlaştıracak adımlar atarak –kitleleri etkileyen her türlü gerici ideolojiyle uzlaşma önermek gibi– yapmaya çalışmaktadırlar. Bütün bunlar üzerinde uzun uzun durmak gerekmiyorsa da, işin işçi sınıfına yönelik kısmı üzerinde kısaca da olsa durmak gerekiyor.
Madem ki “bugün dar sınıf temeline oturmuş, salt işçi sınıfının mevcudiyetini ve geleceğini gözeten bir sosyalist projenin uygulanması imkânsız denecek kadar zor” deniyor, o halde bunu biraz irdelemek gerekiyor.
Sosyalistler de bugünün dünyasında yaşıyorlar ve çevrelerinde olup bitenler konusunda bütünlüklü fikirlere sahipler. Bu fikirler, bütünüyle, kapitalist toplumun güncel gelişmesinin incelenmesine, sermaye düzeninin toplum ve doğa üzerinde yaptığı derin tahribattan sonuçlar çıkarılmasına dayanıyor. Bu durum, doğal olarak, sosyalizm mücadelesi veren işçi sınıfını da yakından ilgilendiriyor ve işçi sınıfı partileri, doğanın, insanlığın tarihsel mirasının tahrip edilmesine, toplumun çöküntüye götürülmesine karşı toplumun tüm ezilen, sömürülen, mevcut durumdan rahatsızlık duyan kesimlerini kendi etrafında birleştirmeye çalışıyor. Bunun nedeni son derece açıktır: Bugünün toplumu sermaye egemenliği ve kâr üzerine kuruludur ve doğayı, toplumu, insanlığı tarihsel ve kültürel mirasını kâr elde etmenin aracı olarak görmektedir. Tekelci kapitalizm, tüm alanları üzerlerinden aşırı kârlar vurulacak “av alanları” saymakta ve büyük sermayenin hükümetler eliyle attığı her adım bu yöne doğru ilerlemektedir. Modern işçi sınıfı, bütün bu gidişatı, kendi etrafında topladığı toplumsal güçlerle tersine çevirmeye çalışmaktadır.
Elbette sadece bu kadar da değil. Bugünün modern işçi sınıfı ve onun partileri demokrasi, insan hakları gibi kavramlara da gerçek içeriğini kazandırmaktadır. Burjuva devrimlerinin hukuksal düzeyde düzeyde sağladıkları özgürlük, eşitlik, adalet biçimsel olmaktan kurtulup, sosyalizm mücadelesi tarafından; tüm toplumun yeniden örgütlenmesi, bu temelde iş, gelecek, eğitim, sağlık vb. hakların sağlanması, tüm yöneticilerin ve görevlilerin seçimle iş başına getirilmesi ve gerektiğinde görevden alınabilmesi, her türlü sömürünün, sınıfların ortadan kaldırılmasına doğru ilerleyiş içinde gerçek temellerine oturmak üzere genişletilmektedir. Bütün yerel yöneticilerin halk tarafından seçilmesi, halkı temsilen seçilen vekillerin denetlenmesi ve gerekirse azledilmesi gibi talepler işçi sınıfının programına girmiş durumdadır. Ezilen ulusların özgürlük sorunu kadar kadın sorunu da kesin çözümlerini sosyalizm de bulacaktır. Bu gerçekler, işçi sınıfı hareketine yönelik getirilen “dar sınıf temeli” eleştirilerini iki yönden boşa çıkarmaktadır. İlk olarak: Bu sorunların köklü çözümü sosyalizmde olsa da, işçi sınıfı, kendi dışındaki sömürülen ve ezilen kesimleri müttefik olarak görmekte, onların mücadelesini de desteklemektedir. İkinci olarak: Yukarıda da vurgulandığı gibi, sermayenin emek sömürüsü içine çektiği yığınların genişlemesindeki sürekli artış nedeniyle, kavramsal bakımdan darlık atfedilen “sınıf” ve “sınıf temeli” olguları, nesnel olarak darlık değil genişlik üretmenin dinamiği durumundadır.
Dolayısıyla, Kahraman’ın “O zaman söz konusu geniş katılımlı model nasıl oluşacak? Murat Belge bu bağlamda dinselliğin/İslam’ın önemine değiniyordu. Ben onu biraz daha açayım: böyle bir tasavvur, elbette sömürü, haksızlık, eşitsizlik üstünden gelişecek bir itici güce dayanır. Öncelikle. Ama bu model aynı zamanda kitleleri bünyesine çekecek yeni unsurları da içerir. Zorluk burada başlıyor. Bugünkü dünyada sömürü sadece ekonomik ve tarihi dönüştürecek (yani ‘artık değerle’ ilgili) bir kavram değil. Aynı zamanda bir insan hakları ve demokrasi kavramı. Dolayısıyla çok geniş bir kesim, bazen kapitalizmle de hiç sorunu olmaksızın, çıplak bir sömürüye şiddetle karşı çıkıyor. Mikro-demokrasi anlayışı da bunu gerektiriyor. Böylesi bir düzen içinde durum karmaşıklaşıyor. Geçen yazımın sonunda bu projenin sol/sosyalist bir model olarak oluşturulmasındaki güçlüğe değinmiştim. Gerçekten zor. Tarihin sonu-proletarya iktidarı söz konusu değilken, işçi sınıfı teknolojiye bağlı olarak dönüşmüşken, emek kavramı değişmişken, artık sadece ekonomik değil çok daha zengin bir değerler yelpazesi kitleleri etkiliyor ve bu durum 1980 sonrasında sürekli olarak gelişiyor.” gibi tespit ve eleştirilerinin soyut içerikleri ve temelsiz bağlantılarının hiçbir geçerliliği kalmıyor.
İşçi sınıfı, hem sosyalizm mücadelesi içerisinde, hem de kurmayı hedeflediği toplum biçiminde haksızlıkların ve eşitsizliklerin kökenini ve gerçekleşme koşullarını yok edip, sınıfların ve sömürü ilişkilerinin kaldırılmasına bağlı olarak insan hakları ve demokrasiyi gerçek temellerine oturtma mücadelesi vererek ve kurulacak yeni toplumu bu temelde inşa ederek bu sorunlara köklü bir çözüm getirmek istemektedir. Bunun ise “tahakküm” ve “hegomonya kurmak”la bir ilişkisinin olmadığı, ama sermaye hegomonyasını kırmakla bir ilişkisinin olduğu son derece açıktır. Ama işçi sınıfı, tüm bu sorunlardan bunalan ezilen kesimleri kendi etrafında birleştirme görevi ile karşı karşıyadır. İşçi sınıfı, sadece burjuva sınıfı, sadece sınıfsal ayrıcalıkları değil, bizzat sınıfların kendisini ortadan kaldıracak tarihsel bir harekete yönelmiştir. Böyle bir tarihsel hareketin önderliğini yapması ve onun ana gövdesini oluşturması, işçi sınıfının kaçınılamaz bir sorumluluğudur. Tüm dünyada milyarlarca insan emek sömürüsüne tabi tutulurken “dar sınıf temeli” eleştirisinde bulunmak en hafif deyimiyle maddi gerçekleri çarpıtmak olmaktadır. Buna karşın sınıf hareketinin konjönktürel zayıflığından yola çıkarak, her türlü burjuva ve dinsel ideolojiye kapıyı sonuna kadar açmak, sosyalist hareketi güçlendirmeyeceği gibi, sosyalizmin kurulmasına da hizmet etmeyecektir. Ama bu akımlardan etkilenmiş kesimleri somut pratik mücadele içerisinde aydınlatmak ve kazanmak da işçi sınıfı partilerinin sırt çeviremeyecekleri bir görevdir.
Kahraman eleştirilerini sıralamaya şöyle devam etmektedir: “Galile, ‘bana bir kaldıraç verin dünyayı yerinden oynatayım’ demişti. Ben de ‘solun dünyayı yerinden oynatacağı kaldıraç nedir’ diye soruyordum.
“Şimdi, işçi sınıfının dönüştüğü, işçilik zeminine oturmuş ve ‘demokratik merkeziyetçiliği’ öngören Leninist dar parti modelinin ortadan kalktığı, aydın öncülüğünün söz konusu bile olmadığı, yatay örgütlenmelerin dikey ve hiyerarşik örgütlenmelerin yerini aldığı, sivil toplum girişimlerinin ve gevşek dokulu ittifakların harekete geçtiği bir dönemde solun sahibi kim olacak? Bu sorunun cevabı çok bellidir.
“Birincisi ‘olayların mantığı’ gerçeğini bilmektir. Yani, kapitalizan üretim ilişkilerinin getirdiği dinamiği yadsıyan bir solu ben bilmiyorum. Marx’ın dünyayı ‘yorumlayışı’ (‘kurgulayışı’ değil) sosyalizm değil kapitalizm üstündendir. İkincisi, her şeye rağmen sol dünya görüşü adalet temeline oturur. Yani sömürü kavramını kendisine çıkış noktası almamış bir sol olamaz. Ama en geniş manada bir sömürü ve sol beraberliği. Tüm ezilenler, mağdurlar, madunlar, dışlanmışlar, en geniş adalet paydasında solun doğal müttefikleridir. Eşitlikçi bir ekonomi politika anlayışı ve gene hakların eşitliği anlamına gelen bir demokratikleşme anlayışı olmadan sömürüye karşı çıkan sol tasavvur söz konusu edilemez.
“Fakat asıl üçüncüsüdür en ciddisi, hele Türkiye’yi düşünüyorsak: Modernleşme ve büyüme/kalkınma ekonomileri.
“Türkiye sağının soldan ayrıldığı eşik budur. Sağın büyüme modellerine ve gelişme/modernleşme yaklaşımına karşılık sol, en fazlasından, eşitlikçi bölüşüm politikalarını savunmuştur. Bölüşecek bir şey olmayınca, ne paylaşılacak? Bugün de, hâlâ Türkiye’nin ana sorunu budur. On yıldır iktidarda olan AK Parti bunu kendisine özgü bir ideoloji çerçevesinde gerçekleştiriyor. Ama o arada devleti de dönüştürüyor.
Yeni bir solun bu sistematiği peşin hükümlerle reddetmesi değil sahiplenmesi, savunması gerekir. Sol o kitleyi, onun Varoluşçu dünya görüşünü (bu eğer İslam’sa İslam’dır…) öncelikle benimseyerek bu ittifakı kuracak. Onu kültürel temelde değil ekonomik, sosyal ve politik temelde dönüştürmeyi öngörecek. Oysa nasıl Türk modernleşmesi esasen kültürel bir dönüşümse, 1960 sonrasındaki sol uyanış da kültürel bir hareketti. Ekonomik değildi.
“Sadece Türkiye’nin sorunu değil bu yetersizlikler, kısıtlamalar. Tüm dünya bu sorunu tartışıyor. Ama Türkiye’deki solun sorunu iki katlı. Hem bunlarla yüzleşmesi gerekiyor, hem de bizim devletçilik, ulusalcılık/ milliyetçilik, asker/darbecilikten oluşan zincirlerini kırması gerekiyor.
“Solun bu geçmişi gerçekten çok arkaik bir mimari. ‘Türk Solu’ henüz tarih öncesini aşamamış durumda. Hâlâ 19. yüzyıl Pozitivizminin elit öncülerbilimselcilik hattındaki ittifakını savunarak ve çıkış noktası alarak, sol, işte en fazla bugünkü noktaya gelebilirdi. O bakımdan da öncelikle dünya soluyla arasında ciddi kriz var. Hâlâ Kemalizmi sosyal demokrasi, CHP’yi sol sanarak, kültüralizmi toplumsal dönüşüm dinamiği kabul ederek daha fazla bir yere varılamaz.
“Sol önce zincirlerini kırmak ve evrenselleşmek zorundadır.
Solun sahibi gerçek soldur!”
Kahraman’ın “Leninist parti modeli”, “yatay”, “dikey” örgütlenmeler vb. gibi eleştirilerine konunun dağılmaması için burada girmeyeceğiz. Belki bunlar başka bir yazının konusu olabilir. Sadece şunu hatırlatalım ki, bugün emperyalist burjuvazi tüm dünyayı aşırı ölçüde “dikeyleşmiş” ve “hiyerarşik” ilişkiler bütünü ile yönetmekte, “yatay” örgütlenmelerin gidişatı değiştirecek ciddi bir etkisi görülmemektedir. Buna karşın Lenin’in de vurguladığı gibi “her ulus”, “her kuşak” sosyalizme farklı farklı yollardan yürüyeceklerdir. Kuşkusuz bu kuşaklar burjuvazinin aşırı merkezileşmiş ve birleşmiş gücüne karşı kendi güçlerini en fazla birleştirecek ve merkezileştirecek örgütsel biçimleri bulacaklardır. Yalnız şu kadarını söylemek gerekir ki, işçi ve emekçi halkın güçlerini “demokratik merkeziyetçilik” dışında birleştirebilen ve yoğunlaştırabilen bir örgütsel biçim henüz icat edilmedi.
Burada dile getirilen düşüncelerin bazılarına şimdi değinmek gerekiyor. Öncelikle vurgulamak gerekir ki, “Marx’ın dünyayı ‘yorumlayışı’ (‘kurgulayışı’ değil) sosyalizm değil kapitalizm üstündendir” tespiti, doğru gibi görünen, ama yanlışları ve eksikleri içinde barındıran bir tespittir. Marx ütopyacı değildi ve bazı temel çizgilerini işaret etmenin dışında ayrıntılı bir sosyalizm tanımlamasına ya da “yorumlamasına” gerek duymadı. Marx için temel sorun, güncel kapitalizmin iç işleyişinin sergilenmesi, bunların köklü bir eleştirisi, bu eleştirinin işçi sınıfı tarafından pratik eylemle sonuçlarına ulaştırılmasıydı. Yani Marx, filozofların dünyayı “yorumlamak”la yetindiği bir noktada değil, aslolanın onu değiştirmek olduğu bir platformdaydı. Kapitalizm kendini yıkıma götürecek güçleri üretiyordu ve sosyalizm de kapitalizmin ortaya çıkardığı güçler tarafından kurulacaktı. Marx’ın da dikkat noktasını asıl burası oluşturuyor, Marx bu mücadelenin ideolojik, politik ve örgütsel sorunları üzerinde yoğunlaşıyordu.
Diğer taraftan, “sol”, AKP’de temsil edilen sağın “büyüme ve gelişme modellerine” katılabilir mi, bu modelleri benimseyip savunabilir mi? Ya da bu “sistematik” peşin olarak reddedilmeli mi?
Bugün “büyüme ve gelişme” denilerek pompalanan ekonomik gelişmenin büyük sermayenin gelişip palazlanmasından ibaret olduğu, gelir dağılımının bozukluğu, işsizliğin yaygınlığı çok iyi bilinen olgulardır. AKP’ye oy veren dinden etkilenmiş kitlelere gelince, bunların zaten büyük çoğunluğu işçi ve emekçidir ve eğer “sol” sömürüye son verilmesi ve sınıfların kaldırılmasını amaçlayan sosyalizm diye bir mücadele sürdürecekse, bu kitleyi kazanmak için çaba göstermeye mahkumdur. Bu durumun “İslam”la ideolojik yakınlaşma ve bağlar kurmak ve hele İslami dünya görüşünü “benimsemek”le bir ilişkisi de bulunmamaktadır. Bugün “laikçi sol” la, din ve vicdan özgürlüğünü savunan, dinsel ideolojiden etkilenmiş, işçi ve emekçi kesimlerini kendi sorunları ve talepleri temelinde mücadeleye çekmeye çalışan “sosyalist sol” zaten büyük ölçüde ayrışmış durumdadır. Bu ayrışma süreci bugün gerçekleşiyor gibi görünse de, ulusalcığın, Kemalizmin, askerciliğin ve darbeciliğin eleştirisi çok yıllar önce yapılmış, sonrasında ortaya çıkan olay ve gelişmeler ışığında bu eleştiri genişletilmiş ve tazelenmiştir. CHP, ulusalcılar vb. gibi çevreler için sorun elbette farklıdır ve bu akımlar söz konusu olduğunda, sorun, “sol içinde” olmaktan ziyade, egemen sınıf klikleri, burjuva akımlar arasındaki farklılıklar olarak ele alınabilir.
Üretim olmadan paylaşımın olmayacağı doğrudur. Ancak “nasıl bir üretim?” ve “nasıl bir paylaşım?” sorunları üzerinden atlanacak sorunlar değildir. Öncelikle şu gerçek aydınlatılmalıdır: Üretim araçlarının kapitalistlerin özel mülkiyetinde olduğu bir toplumda eşitlikçi bir paylaşım olabilir mi? Böyle bir toplumda üretilen ürünlerin dağılımını üretim araçları sahipliği belirlemektedir ve öncelikle üretim araçları kapitalistler arasında ”bölüşülmüştür”. Bu “bölüşümü” ortadan kaldırmadan tüketim mallarını eşit olarak dağıtmak olanaklı değildir. Bugünün kapitalist toplumunda üretim toplumsal bir karakter gösterirken, mülk edinme özel bir karakter göstermektedir. Mülk edinmenin bu özel karakteri değiştirilip kollektifleştirilmeden toplumsal eşit bölüşüm olanaklı değildir ve bu durumun tek bir örneği de bulunmamaktadır. Başta işçi sınıfı olmak üzere, tüm ezilen ve sömürülen kesimler bu durumdan doğrudan etkilenmektedirler. Buna karşın günümüzün tekelci burjuva devleti, son ekonomik krizde de somut olarak görüldüğü gibi sadece sömürüyü ağırlaştırmamakta, toplumun sırtından edinilen tüm zenginlikleri dev tekellerin kasalarına yığmaktadır. Bu gerçekler karşısında “üretim ve bölüşüm” üzerine kurulan sosyal-demokrat hayaller yerle bir olmaktadır.
Doğrudan üretimin kendisi söz konusu edilecekse, bu alanda da sermaye ve özel mülkiyete dayalı kapitalist üretim ilişkileri değil, işçi sınıfı ve kollektif mülkiyete dayalı sosyalist üretim ilişkileriyle karşılaştırılamaz bile. Kapitalist üretim, her şey bir yana, gözlerimizin önünde önce ABD’yi ve şimdi Avrupa’yı kavurmakta olan krizleriyle maluldür ve kendi üretken potansiyelini bile gerçekleştirememektedir. Üstelik sadece krizleri değil ama kapitalizmin “sağlıklı” canlanma dönemleri de kârlı olmadığı için üretime uygulanmayıp çekmecelerde “unutulan” keşif ve icatlarla doludur. Kapitalist üretim ilişkileri, özellikle tekellerle birlikte, üretici güçlerin geliştiricisi olmaktan çoktan çıkmış ve gelişmelerinin önünde engel haline gelmiştir. Sosyalist üretim ilişkileri ise tersine üretici güçlerin önünü açar ve gelişmelerini koşullar. Bundandır ki, sosyalist Sovyetler Birliği, birkaç on yıl içinde en gelişmiş ülkeleri belli başlı bütün üretim dallarında yakalamış ve çoğunda da geride bırakmıştır.
Dolayısıyla ne üretim ne de bölüşüm alanında “gerçek sol”un, sosyalizmin ne AKP ne de bir başka burjuva “büyüme ve gelişme modeli”nde benimseyeceği ya da öğreneceği bir şey bulunabilir!
1960 sonrasının “sol uyanışını” kültürel bir hareket olarak ele almak da bu hareketin karakterini anlamamak ya da onu bilerek daraltmak anlamına gelmektedir. Olan, toplumda genel bir uyanışın gündeme gelmesi, işçilerin sendikalaşma hareketleri, köylülerinin uyanışı, toprak talepleri, gençliğin bağımsızlık ve demokrasi talebidir. Sosyal, ekonomik ve kültürel bir hareket söz konusudur. O dönem TİP’inin üzerinde yükseldiği temel de budur. İşte bu temelde Kahraman’ın CHP’yi eleştirmesi anlaşılır ise de, onu “sol” olarak solun merkezine koyması bir o kadar anlaşılmaz ve kabul edilmezdir.
Bitirirken ifade edebiliriz ki, eğer sosyalizm bir ideal olarak benimseniyorsa, bu durumda “solun sahibi” sosyal-demokraside simgeleşen hareketler değil, işçi sınıfı hareketinin üzerinde yükselen, aydınları, gençliği ve diğer emekçi tabakaları kucaklayan sosyalizm hareketidir ve bu hareketin de Kahraman’ın eleştirdiği “solla” bir ilgisinin bulunmadığı ortadadır.
Modadır, çünkü kolay da olmaktadır; “sosyalizm”, “sosyalist” ya da “sosyalistlik”ini ileri sürerek “sol” hareket adı takılan sosyalizmle ilişkisiz hareketleri, parti ya da grupları eleştirmek.. CHP ya da olur olmaz “sol” örgütler ve sosyalizme mal edilen görüş ve anlayışlarından hareketle sosyalizmi karalamak…