“Cumhuriyet Halk Partisi, Atatürk tarafından 9 Eylül 1923’de kuruldu. Kurtuluş Savaşını örgütleyen ve yürüten ‘Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyetinin’ devamıdır.
Başlangıçta ‘Halk Fırkası’ adını alan Parti, 1924 yılında ‘Cumhuriyet Halk Fırkası’, 1935 yılında da ‘Cumhuriyet Halk Partisi’ oldu.
1927 yılında ‘Cumhuriyetçilik’, ‘Halkçılık’, ‘Milliyetçilik’, ‘Laiklik’ CHP’nin dört temel ilkesi olarak benimsendi.
CHP’nin tarihi Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihiyle özdeştir.
CHP kurucusu ve ilk Genel Başkanı Atatürk’ün önderliğinde bağımsızlığını kazandı, Cumhuriyeti kurdu, saltanatı kaldırdı, hilafete son verdi ve Ulusal Birliği sağladı.
Hukuk, eğitim ve toplumsal alanda gerçekleştirdiği reformlarla çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’ni biçimlendirdi.
1935 yılında daha önceki dört ilkeye ‘Devletçilik’ ve ‘Devrimcilik’ ilkeleri eklenerek ilkeler altıya çıkarıldı. Partinin amblemi olan 6 ok bu ilkeleri simgeler.
CHP, ulusal sanayinin ve ekonominin geliştirilmesine öncülük etti.
II. Dünya Savaşı sonrasında tek parti konumunun tüm olanaklarına karşın, çok partili rejime geçiş sağlayarak öncü misyonunu sürdürdü.
Bu dönemde parlamenter demokratik rejimin kurumsallaşmasına dönük değişimleri gerçekleştirme ve temel hak ve özgürlükleri geliştirme mücadelesi verdi
1960’lı yılların ortalarında CHP sola açılarak kendisini ‘ortanın solu’ olarak tanımladı.
1970’li yıllarda ideolojisini ‘demokratik sol’ kavramıyla tanımlayan CHP, önerdiği sosyal reformlarla ‘düzen değişikliği’ni hedefledi.
Bu süreçte CHP, ‘devlet partisinden’ ‘halkın partisine’, ‘düzen partisinden’ ‘değişimin partisine’ dönüştü.
Sosyalist enternasyonale katılan CHP, tarihsel geleneğini ve temellerini temsil eden ilkelerin yanı sıra sosyal demokrasinin evrensel ilkelerini de benimsedi.
Bu temel ilkelerin ışığında ‘özgürlük, eşitlik, dayanışma, emeğin üstünlüğü, gelişmenin bütünlüğü ve etkinliği ile demokratikleşme’ ilkeleri de CHP programında yer aldı.”
Geride bıraktığımız ay bir kurultay yaşayan CHP’nin bugün geldiği noktayı değerlendirirken, kuruluşundan bugüne izlediği siyasi seyire de mutlaka göz atmak gerekiyor. Aksi taktirde, bugün yaşananlar, kişisel hırs ve ihtiraslardan oluşan rekabetler zincirinin basit bir halkası konumuna indirgenir ki, böyle bir noktadan bakarak doğru ve bütünlüklü sonuçlar çıkarmak da mümkün olmaz. Bugün olup bitenler, özünde “Bir tükenişin tarihi”nin günümüzdeki süreçleridir. Henüz noktalanmamış olan ve nereye varacağı yazı boyunca değinilecek bir dizi başka gelişmeye bağlı olan CHP’nin hikayesi nereye oturuyor sorusunu yanıtlarken, CHP’nin kendisine dair yaptığı resmi tanımlamadan başlamak anlamlı olabilir. Yukarıdaki uzun alıntı, CHP’nin resmi sitesinden. (1) CHP, sitesinde, “Parti tarihi” başlığı altında, kendi tarihini kısaca böyle özetlemiş.
Üstten bakarak, subjektif bir tarzda ele alınıp öykülenmiş olan bu tarih ne kadar gerçeği yansıtıyor? CHP, kendi tarihinde iddia ettiği gibi, “devlet partisi”nden “halkın partisi”ne, “düzen partisi”nden “değişim partisi”ne dönüşmüş müdür? “Emeğin üstünlüğü”, “demokratikleşme” gibi iddialar, CHP’nin tarihinde ve bugününde ne kadar yer bulmuştur ve bulmaktadır?
Tek parti döneminin olanaklarının yitirilmesinin ardından, tekrar hükümet olabilmesi neredeyse istisnai durum olan CHP’nin, bunu yaşamasının nedeni, eğer resmi söyleminde kendisine atfettikleri doğru ise, halkın, işçi sınıfı ve emekçilerin onun kadrini bilmemesinden mi kaynaklanmaktadır?
Tüm bu sorulara verilecek yanıtlar, CHP’nin ve Türkiye’nin geçirdiği iç süreçlerle birlikte bağlandığı ve etkilendiği dış süreçlerle de doğrudan ilgilidir. Türkiye siyasetinin kaderinde önemli bir yer tutmuş bu partiyi anlamaya çalışırken, hem içeriden hem de dışarıdan bir bakışa ihtiyaç var.
CHP’nin tarihi, diğer bir yanıyla bir düzen tarihidir. Hakim burjuva siyasetin bu en yaşlı partisi, uzun süre yönettiği ya da etkilediği düzenin en geleneksel temsilcisidir. Hükümet olmuş diğer sermaye partileri de, burjuvazinin bu en köklü ve partisinden (ya da ondan türeyenlerden) türemişlerdir.
CHP, bir kurtuluş savaşının ardından kurulan bir devletin kurucu partisi olmanın verdiği avantajları uzun bir süre yaşamıştır. Halk kesimlerinin yaşadığı yoksulluğa ve demokrasi yoksunluğuna rağmen, emperyalizmin siyasal boyunduruğundan kurtulmuş olmanın sağladığı heyecan, bu sürecin örgütleyici partisi olarak görülen CHP’ye bağlılığın belirli dönem yaşamasında etkili olmuştur.
Kurulan İstiklal Mahkemelerinin verdiği kararlar ve Kürt isyanlarına karşı takınılmış olan resmi tavıra rağmen, CHP, tüm bunları “uluslaşma süreci”nin gerekleri olarak sunmuş, genç cumhuriyeti yıkmak isteyen “iç ve dış düşmanlara” karşı kendisini bir teminat gibi göstermeye çalışmıştır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün, CHP’nin 3. Kurultayı’nı açış için yaptığı konuşma, bunu kanıtlayan bir tarih belgesi gibidir:
“Efendiler, Cumhuriyet Halk Fırkasının üçüncü büyük kongresini açıyorum. Bu münasebetle, fırkamızın muhterem murahhaslarını hürmetle selamlarken, duyduğum sevinç ve saadetin büyük olduğunu heyecanla arzederim.
Arkadaşlar;
Birinci umumi kongremiz, bundan on iki sene evvel, Sivas’ta bir mektep dershanesinde yapılmıştı.
Oraya gelen murahhaslar, türlü takipler altında, birçok müşküllerle karşılaşmışlardı. Müzakerelerimiz dahili ve harici düşmanlarımızın süngü ve idam tehditleri altında vukuu buluyordu. Fakat, Türk milletinin hakiki his ve emellerini temsil ettiğine kani bulunan kongre heyeti, milli vazifesini ikmal lüzumunu her mülahazanın üstünde tuttu. Takip etmekte bulunduğumuz prensiplerin ilk esaslarını tesbit etti. Ondan sonra da feragatle ve azimle o esaslar üzerinde yürüdü. Muvaffak oldu. Milli mefküreye tam iman ve onun icaplarına tereddütsüz tevessülün neticesi elbette muvaffakiyettir.
Bugünkü kongremizin işlerine başlarken, Sivas umumi kongresini yadetmekten maksadım: Onun, fırkamızca inkılabımızın tarihi bir hatırası olarak, mahfuz tutulmasında fayda gördüğümdendir. Millet için ve milletçe yapılan işlerin hatırası, her türlü hatıraların üstünde tutulmazsa, milli tarih mefhumunun kıymetini takdir etmek, mümkün olamaz.” (2)
Yapılan işler, “millet” için yapılmıştır ve “kıymetinin takdir edilmesi” de milli bir görevdir. CHP’nin kurtuluş süreci içinde takındığı bağımsızlıkçı tavır ve ülke çağdaşlaşması bakımından, –izlediği yöntemler tartışılır olsa da– Türkiye’nin modernleşme sürecinin inşası bakımından üzerinden atlanılamayacak özellikler taşısa da, milleti canından bezdiren ve giderek bir sınıf partisi olarak kristalize olan özellikleri de inkâr edilemez.
CHP, Kurtuluş Savaşı yıllarının getirdiği coşku ve heyecanın sağladığı desteği adeta bir sermayeye dönüştürmüş, 1930’lu yılların Kadro dergisi teorisyenlerinin formülasyonuyla “sınıfsız-imtiyazsız bir kitle” anlayışına dayalı çağdaşlaşma politikasıyla ilelebet iktidarda kalabileceğini ummuştur.
Ancak, burjuvazinin güçlendirilmesine hizmet ederken, halkın her geçen gün belini büken bu politikaların sonuçları, sonunda CHP’yi vurmaya başlamıştır.
AVCIOĞLU’NUN KALEMİNDEN CHP’NİN TRAJEDİSİ
Solun Kemalist çizgiden sapmaması gerektiğini savunan Doğan Avcıoğlu’nun kaleminden de bu gerçeği okumak mümkündür: “Halkın güveninin boş laflarla değil, ona bir şeyler vererek kazanılabileceğinin başka bir çarpıcı örneğini, 1945 Toprak Kanunu’nun tek önemli uygulaması teşkil etmektedir. Kanun uyarınca, CHP iktidarı, Denizli bölgesinde Tavaslıoğulları’nın geniş arazisini kamulaştırmış ve üç-dört köye dağıtmıştır. Bu köyler devamlı CHP’ye oy vermektedir. Bütün bunlarla, bir bürokrasi meselesinin olmadığını söylemek istemiyoruz. Gelişme yolundaki bütün ülkelerde, hatta en devrimci ülkelerde bile, bir bürokrasi meselesi ortaya çıkmaktadır. Hele tutucu eşrafa dayanan bir parti ve bürokrasi ile yürütülmek istenen bir yenileşme hareketi –başarı şansı bir yana– kitlelerde hoşnutsuzluk ve tepki yaratacaktır. Üstelik bu yenileşme hareketi kitlelere bir şeyler vermezse hoşnutsuzluk daha da artacaktır. Kabul etmek gerekir ki, genç cumhuriyet çağdaş uygarlık yolunda büyük hamleler yapmakla birlikte, kitlelere pek bir şey verememiştir. Dünya buhranı, İkinci Dünya Savaşı gibi olağanüstü durumların ve kalkınma zorunluluklarının yarattığı sıkıntılar, kitleleri ezmiştir. Tarım ürünlerinde düşük fiyatlar, iş mükellefiyeti, el koymalar, yol vergisi v.b. artan eşraf sömürüsünün yanı sıra fakir kitlelerin sırtına yüklenmiştir. Bir ufak fikir vermek için demiryolu gibi haklı bir davayı gerçekleştirmek için alınan Yol Vergisi üzerinde duralım. 8 ilâ 15 lira arasındaki vergi, zengin fakir farkı tanımadan her ailenin yetişkin kişilerinden alınmaktadır. 5 yetişkin kişisi olan bir köylü ailesi 50 lira vergi ödemek zorundadır. Köylünün fazla para kullandığı yoktur. Paraya, en zorunlu ihtiyaçları, bir de vergi için başvurmaktadır. 50 lira vergi borcu dolayısıyla ürününü paraya çevirecektir. En yakın bakkala, tüccara, ağaya gidip ürününü değerinden aşağı bedelle satacak ve gerekli parayı sağlayacaktır. Hele 1929 buhranı patlayınca, buğday fiyatı 4 kuruşa kadar düşmüştür. 50 lira vergi ödeyebilmek için fakir köylü ailesinin bin kilodan fazla buğday satması gerekmiştir. Fakir köylü ailesine, ya yorganını sırtına vurup yolda çalışmak, ya da hapse girmekten başka bir yol kalmamıştır.” (3)
Ağa ve tüccar egemenliğinde bir parti olarak gelişen Demokrat Parti, bu hoşnutsuzluktan geniş ölçüde yararlanmıştır. 14 Mayıs 1950’de yapılan genel seçimlerde, CHP’nin Cumhuriyet’in kuruluşundan beri sürüp gelen yirmi yedi yıllık tek parti yönetimine son vererek iktidara gelen Demokrat Parti, İsmet Paşa yönetiminin ekonomi politikalarına ve faşist uygulamalarına öfke duyan halk yığınlarının desteğini almıştı. Geniş demokratik özgürlükler vaat eden ve böylece bir kısım “solcu” ve “aydın”ın da desteğini sağlamış olan DP, bu seçimlerde 408 sandalye kazanırken, CHP 69 sandalyeyi ancak kazanabilmişti.
Sosyalist Blok’un tek parti yönetim anlayışına karşı, Batı kapitalizminin çok partili siyasal yaşama geçişi destekleyen politikalarının sağladığı rüzgarın desteğini de arkasına alan DP’nin iktidar dönemi, SSCB ve halk demokrasilerine karşı tam bir düşmanlığın benimsendiği, ABD’ye olan bağımlılığın arttığı yıllar oldu.
CHP’nin ve Türkiye sosyal demokrasisinin bundan sonraki siyasal tercihleri de, uygulamalarıyla halkın gözündeki itibarı giderek yıpranan DP’den farklı bir sınıf politikası ekseninde hiç olmadı. CHP, çok uzun yıllar, sosyalizmin varlığı ve kazanımlarının etkisiyle belirlenen ve aynı zamanda ona karşı bir dalgakıran olarak kullanılan “sosyal devlet” politikaları üzerine oturan bir sosyal demokrasiyi benimsedi. Kendisini sol bir parti olarak tanımlayan CHP’nin, politika ve teoride sosyalizme ilgi gösterdiği kanallar da, sosyalizmin tarihinin ihanetçilerinin referans alınması biçiminde oldu. CHP geleneğinin kuramcılarından biri olarak kabul edilen İsmail Cem’in, “Sosyal Demokrasi Nedir, Ne Değildir” adıyla yayımlanan kitabında en fazla referans alınan iki isim, Bernstein ve Kautsky’dir. Cem, işçi sınıfının iktidarına karşı sınıf uzlaşmacılığının teorisyenliğini yapan, sosyalizm açısından karşı devrimci bir cephede bulunan 2. Enternasyonal’in bu ihanetçi şeflerini, sözde sosyalizmin mirasçıları olarak teorize etti ve bu kitabı Türkiye’de sosyal demokratlar arasında epey bir pirim de yaptı.
Aslında bu, CHP’nin kuruluş yıllarında Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilmesini sağlayan politikayla da son derece uyumlu bir tercihti. Bernstein ve Kautsky’nin temsil ettiği “sosyalizm”, sınıf uzlaşmacılığına karşı duran sosyalizm anlayışının tasfiyesi üzerinden kendini tanımlıyordu sonuçta.
CHP’nin, DP karşısında yitirdiği iktidarını yeniden kazanmasında ise, DP iktidarının ilk yıllarında halk yığınlarında uyandırılan “refah ve zenginlik” umudunun, DP’nin uyguladığı sömürü politikalarıyla yok olması etkili oldu. 21 Ekim 1961’de yapılacak genel seçimlerde muhalefetin her türünü susturmak için TBMM’de “Tahkikat Encümeni” kurmaya kadar varan, basına çok güçlü bir sansür uygulayan ve CHP’nin “milli güvenliği tehlikeye soktuğunu” ilan eden Menderes’in DP’sine karşı, halk ve gençlik içinde oluşan hoşnutsuzluk üzerinden, devlet düzeyinde örgütlü CHP’nin asıl gücü harekete geçti.
“Atatürk’ün kurduğu ve Milli Kurtuluş Savaşını yürütmüş olan parti, derhal üniversite çevrelerinde, orduda ve genel olarak aydınlar arasında geniş bir tepkiyi örgütleyerek harekete geçirdi. Merkezi yurt dışında bulunan TKP ve sol kamuoyu da, bu harekete katıldı. TKP, bu hareketi ‘faşizme karşı’ bir hareket olarak benimsedi.” (4)
27 Mayıs darbesine uzanan bir sürecin ardından da, burjuva demokratik anlamda görece özgürleştirici bir anayasanın benimsenmesinin ötesinde bir hamle yapılmadı, ve CHP bundan sonra da, iktidarı burjuva sağ bir partiye kaptırana kadar, bildiğimiz CHP’nin özünde bir değişim olmadı. CHP’nin kendi içinde yaşadığı değişim bakımından, 5 Mayıs 1972’de yapılan Beşinci Olağanüstü Kurultay, İnönü-Ecevit çekişmesine sahne oldu. Kurultayın gündemine göre, Parti Meclisi için güven oylaması yapılacaktı. Yapılan güven oylamasında Ecevit yanlısı Parti Meclisi kurultaydan 507’ye karşılık 709 oy ile güvenoyu alınca, İsmet İnönü, 8 Mayıs 1972 tarihinde, 33 yılı aşkın bir süre bulunduğu genel başkanlık görevinden istifa etti.
İstifadan hemen sonra, 14 Mayıs 1972’de tüzük gereği toplanan özel kurultayda Ecevit, CHP Genel Başkanlığı’na seçildi. 5 Kasım 1972 tarihinde de İsmet İnönü, 49 yıldır üyesi olduğu, 33 yılını genel başkan olarak geçirdiği partisinden istifa etti. Bundan sonraki yıllarda, Ecevit’in, siyasi rakibi Süleyman Demirel karşısında “halkçı Ecevit” gibi sıfatlarla anılmasında ise, CHP’nin kendi tercihlerini aşan ve ülkedeki devrimci muhalefetin baskısından kaynaklanan bir politik söylemin Ecevit tarafından benimsenmek durumunda kalınmasının rolünü belirtmek gerekir. Zira, bu dönemin siyasal konjonktüründeki değişimin ardından Ecevit, “sol milliyetçi” bir söylemle hareket etmeye başlamış ve 12 Eylül darbesiyle yaşanan kesintinin ardından, kendisini bugüne getiren DSP’yi de, böyle bir anlayışla inşa etmiştir. Ancak CHP geleneği, Cumhuriyetin kurucu partisi olarak kullandığı avantajı 27 yıllık iktidarının ardından yitirmesiyle birlikte, bir daha uzun süreli bir hükümet dönemi yaşayamamıştır.
PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye iadesi sürecinde yaşanan milliyetçi kışkırtmaların, milliyetçi sol ile milliyetçi sağı birlikte yükselttiği sürecin de, özelliği hatırlanıldığında, konjonktürel dalgalanmalar dışında, CHP kökenli sosyal demokrasinin, Türkiye’de, sürekli tükenişi yaşayan bir tarihe sahip olduğu görülecektir. Ve bu söz konusu yükselişlerde benimsenen politikaların şoven politikalar olması, halkın bu konudaki önyargılarının kaşınması ve pekiştirilmesinin tercih edilmesi de, yine CHP kökenli sosyal demokrasinin demokrasiye kapalı, üniterci ve gerici karakterini göstermektedir.
GARAJA SOKULAN DEMOKRASİ
Ecevit’ten koltuğu devralan Baykal da, koltuğu ondan almak için tek atımlık barutunu kullanan Mustafa Sarıgül de, çekirdeğinde statükoculuk olan bir demokrasi anlayışına sahip oldular. Türk siyasal tarihine “Garaj operasyonu” olarak geçen olay, Mustafa Sarıgül’ün, Baykal’a bayrak açtığı son kurultayda çizmeye çalıştığı görüntünün aksine, tam anlamıyla şoven ve ırkçı bir kafaya sahip olduğunun belgesi gibidir.
Sarıgül’ün, 1987 yılında, Şişli’de sahip olduğu şirketin garajında, SHP İstanbul Milletvekili Ali Topuz öncülüğünde organize ettiği toplantı, “SHP’yi Aleviler ve Kürtler ele geçirdi” iddiası etrafında örgütlenmişti. Büyük gürültü koparan ve Kürt milletvekillerinin SHP’den ihracına kadar varan olayları tetikleyen bu toplantının kamuoyuna mal edilmesi için, Türkiye’nin en çok tirajlı gazeteleri olan Hürriyet ve Milliyet’ten muhabir bile getirilmişti. Bu operasyonun kamuoyunda ses getirmesinde etkili olan iki gazeteciden biri olan Hürriyet Ankara Bürosu’ndan Emin Koç, şu anda CHP Yozgat milletvekili ve Baykalcı olarak biliniyor.
Mustafa Sarıgül’ün, ABD gezisinde “ana muhalefet partisi lideri” gibi karşılandığını öne sürerek, arkasına aldığı medya desteği ile oluşturduğu kamuoyunun baskısının kendisine CHP liderliğini getirebileceğini umduğu kurultay, Baykal’ın yeniden başkan seçilmesi ve Sarıgül’ün de umulandan daha fazla oy almasıyla noktalandı.
Baykal’ın, Sarıgül’ün rüşvetçiliğine dair propagandanın yanında ABD ile ilişkilerine dikkat çekmeyi diğer bir argüman olarak kullanmasında, 1 Mart tezkeresinde Türkiye halkının CHP iktidarını da baskılayan tercihinden yararlanma pragmatizminin etkili olduğunu özellikle belirtmek gerekir. Zira, CHP tarihi bakımından, “bağımsızlığa” dair politikalar, Atatürk’ün CHP’nin 3. Kurultayı’nı açarken yaptığı konuşmada kalmıştır. Türkiye’nin NATO’ya giriş tercihi, ABD politikalarına angaje olma çabaları, azılı Amerikancı Menderes’ten önce, İsmet İnönü ile başlamıştır. Bazı Kemalist tarihçilerin üzerinden atlamayı seçtikleri bu gerçek, Baykal’a kadar uzanan bütün CHP tarihine şekil veren gerçektir.
Sarıgül’ün aldığı oyda, onun kendi etkisini aşan bir oranın yakalanmasında Baykal’ın yaşadığı tükeniş de etkili olmuştur. Baykal, bugün büyük ölçüde 1 Mart tezkeresindeki tercihinden ötürü kendisine oy veren CHP’lilerin aradığı lider olmadığı için, ancak “yaralı başkan” olarak seçilebilmiştir. Baykal’a duydukları tepki nedeniyle Sarıgül’e destek veren CHP delegeleri açısından da, durum benzerdir.
Bir tükenişin tarihinin bugünkü sayfalarını yaşayan CHP açısından, ne K. Derviş’in koltuğu altında “solculuk” taslayan ve fırsatçı bir biçimde ortaya atılan, ancak ciddi bir politik açılım ve program ortaya koymayan Zülfü Livaneli ne de benzer bir tarzda hareket eden Hurşit Güneş bir yeniden doğuşu temsil edebilecek özellikle sahipler.
Temel olarak iki nedenle. Birincisi Livaneli ya da Güneş veya bir başka CHP’linin tarihi, demokratik bir Türkiye’yi inşa edecek cesarette bir programı ve buna uygun bağımsızlıkçı bir ekonomik politikayı savunabilecek özelliklerden yoksundur. Çünkü CHP’nin tarihi zaten bu özelliklerden kopuşun tarihidir. Kuruluşunda bu özelliklerin bir kısmını nispi düzeyde temsil edebilen CHP artık miadını doldurmuş bir partidir.
BUNDAN SONRASI
CHP’nin, hâlâ belirli bir düzeyde oy alarak ana muhalefet partisi konumunda olmasında ise, bir muhalefet yapması değil, başka faktörler belirleyicidir.
Bu faktörler arasında en başta geleni, geniş emekçi yığınların henüz CHP’ye ve iktidara alternatif olarak bir başka güce tam güven duyamamasıdır.
Bir siyasal partinin tükenmesi, hemen iflas ederek tasfiye olması anlamına gelmiyor. İşçi sınıfı ve emekçiler kendi sınıf partileri etrafından birleşinceye kadar, CHP ya da başka burjuva partilerin hükmünü icra etmeye devam edeceği de açıktır.
CHP’nin yaşadığı son kurultay, Baykal’ın ömrünün de çok fazla uzun olmayacağını göstermiştir. Ancak, bundan sonra önemli olan, umudunu CHP’ye bağlamış olan emekçilerin, yarın Baykal ya da Sarıgül’den görece farklı, ama özünde aynı burjuva programa hizmet eden bir başka isim etrafında birleşme tehlikesine karşı yanıt oluşturabilmektir.
(1) www.chp.org
(2) Hikmet Bila, CHP Tarihi 1919-1979, ANKARA, 1979
(3) Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, sf. 242-243, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1968,
(4) İlhan Akdere, Zeynep Karadeniz, Türkiye Solu’nun Eleştirel Tarihi-1, sf. 205, Evrensel Basım Yayın, İstanbul 1994