hardt ve negri’nin “çokluk” kitabı üzerine bir inceleme liberal sol devrimci öznesini arıyor!

Sosyalist, sol çevrelerde, küreselleşme tartışmaları söz konusu olduğunda, üzerinde uzlaşılamayan, politik ve ideolojik kamplaşmanın taraflarını belirleyen iki temel konunun bulunduğunu söylemek mümkün. Birincisi ulus-devlet mefhumu, yani ulus-devletlerin varlıklarını sürdürüp sürdürmediği, daha doğrusu ulus-devletlerin mevcut üretim biçimi üzerinde hâlâ hegemonik bir konumda bulunup bulunmadığı sorunu. Diğeri ise, emperyalizm ile küreselleşme arasındaki ilişki. Küreselleşmenin yeni ve daha kapsayıcı bir süreç mi, yoksa emperyalizmin yapısal bir eğilimini mi temsil ettiği tartışması. Her iki konuya yaklaşımın uzun süredir sol/sosyalist politikaların belirlenmesinde, taktik ve stratejilerin çizilmesinde temel birer dinamik olduğu muhakkak. Zira Irak’taki işgalden Avrupa Birliği tartışmalarına dek bir dizi aktüel gündem karşısında alınacak tavrın ne olacağı sorusu, küreselleşmeyi algılayış biçimiyle doğrudan ilintili. Dolayısıyla küreselleşme üzerine yürütülen tartışmalar, sadece hangi kavram veya kategorinin kimin tarafından, ne şekilde tanımlandığı meselesinin ötesine geçip, dünyanın nasıl algılandığına dair daha tarihsel bir tartışmanın unsuru haline geliyor. Bu da politikayı, politikanın öznesini, tarzını, araçlarını, dilini vb. dolaysız biçimde belirliyor.
Muhalif kesimler içinde yürütülen bu tartışmalar, çeyrek yüzyılda devasa bir teorik külliyat oluşturdu aslında. Ancak Michael Hardt ve Antonio Negri’nin ilgiyle karşılanan kitabı “İmparatorluk”, bu bağlamda büyük bir öneme haiz. Tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de yankı yaratan “İmparatorluk”ta, Hardt ve Negri, dönemin karakterine ve politik mücadelelere ilişkin iki temel tez ileri sürüyorlardı. Birincisi; küreselleşme ile birlikte emperyalizmin sona erdiği ve “İmparatorluk” olarak adlandırılan yeni bir dönemin başladığı iddiasıydı. Yazarlar, emperyalizm teriminin artık günümüz dünyasını açıklayamadığını, bunun yerine ulus-devletler kadar ulusüstü kurum, şirket ve sivil toplum kuruluşlarını da içeren, her yere yayılan bir “emperyal ağ”ın varolduğunu savunuyorlardı.
İkinci tezleri ise; bu yeni sisteme karşı mücadelenin nasıl olacağına dairdi. Onlara göre, “İmparatorluk” döneminde, yerel mücadeleler hiçbir sonuç veremezdi, mücadele, dolayımsız biçimde küresel olmak zorundaydı. Bu da, yeni bir enternasyonalizm perspektifi demekti. Bütün bunları, devrim adına, kitabın son cümlesinde ifade ettikleri gibi, “komünist olmanın dayanılmaz hafifliği ve sevinci” adına söylüyorlardı, Hardt ve Negri. Kimilerine göre “İmparatorluk”, yeni toplumsal hareketlerin devrimci eylem kılavuzuydu. Ünlü Sloven siyaset felsefecisi Slavoj Zizek içinse, bundan çok daha fazlasıydı. “İmparatorluk”u 21. yüzyılın “Komünist Manifestosu” olarak tanımlıyordu. Reklam sloganlarında da kullanılan bu yorumdan sonra kitap, küreselleşme karşıtlarının yeni manifestosu olarak anılmaya başlandı. Böylece politik arenada giderek daha fazla boy göstermeye başlayan küresel muhalefet, uzun süredir beklediği “kutsal metnine” de kavuşmuş oluyordu. (1)

İMPARATORLUK’UN SIRRI VE YENİ ÖZNENİN DOĞUŞU
Daha önce de benzer tezleri işleyen onlarca kitap yayınlanmasına rağmen, “İmparatorluk”u onlardan ayıran, bu denli etkili kılan, küreselleşme külliyatı içinde üst raflara yerleştiren sırrın, kitabın ideolojik arka planında ve denk düştüğü konjonktürde gizli olduğunu söylemek gerekir.
“İmparatorluk”u yeşerten ideolojik iklim, “küreselleşme karşıtı” harekette yansımasını bulan, ama ondan bağımsız bir tarzda da gelişen bir dizi paradigmayla sıkı sıkıya bağlı. Son yirmi otuz yılda, solda ister Marksist kavramlarla, ister Marksizmin açık biçimde reddi temelinde geliştirilmiş olsun, bütün “yeni teorileri” bir araya toplayan ve sistematize eden bir kitap niteliğinde. Referansları, eski Roma ve Helen dünyasından başlıyor, Spinoza, Machiavelli, Montesquieu ve Descartes’tan geçerek, günümüzde Carl Schmitt, John Rawls, Mouffe ve Laclau’ya dek uzanıyor. Ekonomiden uluslararası hukuka, psikanalizden felsefeye, bütün bir post-modernist yazına kadar oldukça geniş bir disiplinlerarası alanda geziniyor, zaman zaman ortodoks Marksizm’in kavramlarını sorumsuzca kullanmaktan da imtina etmiyor.
Bu ideolojik birikimin, “topyekun bir teori” olarak, karşımıza biraz da şanslı sayılabilecek bir konjonktürde çıktığını söylemek, abartı olmasa gerek. Nitekim İmparatorluk’ta küreselleşme karşıtı hareket kilit bir önemde. Hardt ve Negri’nin kitabı, Seattle’daki Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) protestoları ile başlayan ve Cenova’da doruğa çıkan küreselleşme karşıtı hareketin yoğunlaştığı bir aralıkta kaleme alınmıştı. Seattle ve ardından gelen eylemler, bu eylemlerin örgütleniş biçimi, yaygınlığı ve etkisi, kitabın bazı tezlerinin gerçek dünyada doğrulandığı şeklinde yorumlandı.
“İmparatorluk”ta karşımıza çıkan ve belki de kitabın en çok tartışılan bölümünü oluşturan “çokluk”, yani Hardt ve Negri’nin “yeni öznesi” de, işte bu eylemlerden doğdu. Eylemlerde, işçi sendikalarından çevrecilere, Katoliklerden anarşistlere, eşcinsellerden emperyalist ülkelerin muhalif partilerine, “üçüncü dünya ülkeleri”nin köylü örgütlerinden öğrencilere kadar çok farklı yelpazeden protestocunun bir araya gelmesi, yeni bir enternasyonalizm arayışının da vesilesiydi. Ayrıca hareketin, görünüşte, hiçbir ulusal ayırım taşımaksızın, dolayımsız biçimde uluslararası bir karakter taşıması da, “İmparatorluk” perspektifine paralel bir gelişmeydi. Protestoların örgütlenmesinde merkezi yapıların var olmaması, düzenlemelerin neredeyse kaotik bir özellik taşıması, Hardt ve Negri’nin öne çıkarttığı şebeke (ağ) tarzı örgütlenmeye uygun düşüyordu.
Dolayısıyla “çokluk”, Hardt ve Negri’nin teorisinin üzerinde yükseldiği yegane kaide olarak baş köşeye oturdu. Ne var ki, “çokluk”, “İmparatorluk” kitabında pek de sağlam temellere dayanmıyordu. Zaten İmparatorluk’a yönelik eleştirilerin yoğunlaştığı başlıca konulardan birisi de, “çokluk”un nasıl bir şey olduğu, bu farklılıktan nasıl bütünleştirici bir politik öznenin doğabileceği sorusuydu. “İmparatorluk” kitabında oradan oraya savrulan, yerli yersiz karşımıza çıkan onlarca kavramın (biyopolitika, biyoiktidar, biyoüretim) gerçek dünyayla ilişkisi de, “çokluk”un açıklanmasına hayati derecede bağlıydı.
İşte Hardt ve Negri’nin yeni kitabı “Çokluk – İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi”, hem bu eleştirilere bir cevap, hem de “İmparatorluk”un eksik kalan kısmını, yani “devrimci özneyi” anlatma iddiasıyla geçtiğimiz aylarda piyasaya çıktı. (2) Ama kitabın bu iddiaların sınırını aştığını da hemen belirtelim. Hardt ve Negri, tıpkı “İmparatorluk”ta yaptıkları gibi, “Çokluk”ta da, yeni politik öznelerini tarif ederken; sınıf, emek, üretim, bölüşüm, birikim gibi Marksizmin temel argümanları üzerine sürdürülen oldukça geniş bir tartışma külliyatını kendi paradigmalarında toplayıp yeniden sistematize ediyorlar. Bu nedenle kitabın ileri sürdüğü tezler, işçi hareketi içinde, sol/sosyalist kesimlerde, sendikal çevrelerde giderek yoğunlaşan “yeni” muhalefet arayışına da denk düşmüyor değil. Yani yine talihli sayılabilecek bir konjonktürel rüzgarı arkasına alıyor, bu kitap da…
Örneğin; referansını, sanayi proletaryasının hegemonik konumunu kaybettiği iddiasında bulan toplumsal hareket sendikacılığı, farklılıklara dayanan otonom örgütlenme modelleri, kimlik siyaseti, sivil toplumculuk; Hardt ve Negri’nin “yeni öznesi”nin pratiğinde anlamını buluyor. Daha doğrusu, bu “yeni özne”, bu siyaset tarzları içinde kendi ontolojik kuruluşunu tamamlıyor.
“Çokluk” kitabı da, bu pratiğin ve politika tarzının bir arkeolojisini sunma niyetinde zaten. Dolayısıyla Hardt ve Negri’nin tezlerinin anahtarı, “çokluk”un ne olduğunda düğümlenmiş durumda. Her ne kadar kendileri böyle bir iddia da bulunmasalar bile, henüz önsözde okuyucuya ilk elden acele bir tarif yapma gereğini duymaları, bu kanıyı güçlendiriyor:
“Çokluğu kavramsal düzeyde, halk, kitleler ve işçi sınıfı gibi diğer toplumsal özne mefhumlarından ayırmalıyız. Halk, geleneksel olarak üniter bir kavramsallaştırma olmuştur. Nüfus elbette birçok farklılık tarafından belirlenir, ancak halk, bu çeşitliliği bir tekilliğe indirger ve nüfusa bir özdeşlik dayatır: Halk birdir. Çokluksa aksine çoktur. Çokluk, asla bir tekilliğe ya da tek bir özdeşliğe indirgenemeyecek sayısız içsel farktan müteşekkildir: Kültür, ırk, etnik köken, toplumsal cinsiyet ve cinsellik farkları kadar farklı emek biçimlerini, farklı yaşam tarzlarını, farklı dünya görüşlerini, farklı arzuları da kapsar. Çokluk tüm bu tekil farkların çoğulluğudur…” (sf. 12)
Burada çokluğun ne olduğundan ziyade ne olmadığını anlatan Hardt ve Negri, “çokluğu”, esas itibariyle işçi sınıfı kavramından özenle ayırma gereği üzerinde ısrar ediyorlar. İşçi sınıfı; onlara göre, dışlayıcı bir tanımlama ve sadece sanayide çalışan işçilere gönderme yapıyor. Mülk sahibi olan sınıfları dışladığı gibi, yoksullar, ücretsiz ev işçileri ve ücret almayan diğer herkesin dışarıda bırakıldığını savunan yazarlar, “çokluk”un ise, aksine daha kapsayıcı ve küresel ekonomideki yeni değişimlerin önemini yakalama çabasında olduğunu iddia ediyorlar. Böylece Hardt ve Negri, “çokluk”un her ne kadar farklılıklar temelinde oluştuğunu söylese de, asıl olarak onun izlerinin, yine de üretim biçiminde bulunduğunu ima ediyorlar. Bu nedenle, Hardt ve Negri’nin, bazen “küresel üretim” bazen “postmodern üretim”, ama çoğunlukla da “biyoüretim” olarak adlandırdıkları “yeni üretim biçiminin” ne olduğu üzerine odaklanmak, giderek kavramsal bir kaosa dönüşen “İmparatorluk ve Çokluk” teorisinin incelenebilmesinin elle tutulur yegane somut noktası gibi duruyor.
Hardt ve Negri, gerek “İmparatorluk”un gerekse “Çokluk”un muhtelif yerlerinde, üretim biçiminin köklü bir değişime uğradığını sık sık tekrar etme ihtiyacını hissetmişler. Bu iddiayı, kendilerine maletmekten çok, verili bir gerçeklik olarak kabul ettiklerini anlıyoruz. Zira genel olarak post-fordizmin kapitalist üretim biçimini yapısal bir değişime uğrattığı, esnekleşmenin de, klasik sömürü ilişkisine son verdiği yönünde egemen bir kanı hali hazırda mevcuttu. Üstelik yazarlar da, bu yöndeki tartışmaların bir dökümünü yapma gereği duymadıkları gibi, henüz üzerinde yoğun tartışmaların sürdüğü bir çok tezi de, olduğu gibi aktarma lüksünü kendilerine tanımışlar.
Bu ön kabullerden hareketle, Hardt ve Negri, üretimin niteliğinin, asli olarak, maddi üretimden manevi üretime doğru bir seyir izlediğini ortaya atıyorlar. Onlara göre, burada hegemonik bir değişim sözkonusu:
“Günümüzde emek ve üretim sahnesi, maddi olmayan emeğin, yani enformasyon, bilgi, fikir, imaj, ilişki ve duygulanımlar üreten emeğin hegemonyasına dönüşüyor. Bu sav, nasırlı elleriyle makineleri çalıştıran endüstriyel işçi sınıfı ortadan kalktı demek değil. Hatta, bu tür işçilerin küresel planda azaldığı anlamına bile gelmiyor. Aslında maddi olmayan üretimle uğraşan işçiler, küresel bütün içinde bir azınlık. Bu savın asıl anlamı, maddi olmayan üretimin niteliklerinin diğer emek biçimleri ve de toplumun bütününü dönüştürmekte olduğudur.” (sf. 83)
Üretilen şeyin sadece maddi mallar değil, gerçek toplumsal ilişkiler ve yaşam biçimleri olduğundan hareketle de, bu yeni üretim biçimine “biyopolitik üretim” adını veriyorlar. Burada bir parantez açıp, Hardt ve Negri’nin argümanlarının şifrelerini çözmenin son derece faydalı olacağını söylemek gerekir. Çünkü yazarların teorisinin esbab-ı mucibesi, biraz da, teorilerini “kavramsal bir karadeliğin” tam ortasına yerleştirmelerinden ileri geliyor.

HARDT VE NEGRİ’NİN KAVRAMSAL ŞİFRELERİ
“İmparatorluk” kitabında ilk defa rastladığımız “biyo” önekli kavramlar (biyopolitika, biyoiktidar, biyoüretim), ilk bakışta ne kuramsal bir bütünlük arzeden ne de gerçek hayatla bir bağlantısı bulunan “laboratuvar çıktısı” hissini uyandırsa da, gerçekte, Hardt ve Negri’nin niyetini ele veren kilit argümanlar aslında. Örneğin; “İmparatorluk”un “biyoiktidar” özelliği, sermayenin pürüzsüz ve bütünleşmiş bir dünya yaratma arzusuna ulaştığını ifade eder. Buna göre, küreselleşmeye dahil olmamak ekonomik olarak ne derece imkansızsa, politik açıdan da, imparatorluğun dışına çıkmak o derece imkansızdır. Sonuçta, sistemin egemenlik alanı bakımından, “dışarısı” denilebilecek bir yer artık bulunmaz. Dolayısıyla sistemden kaynaklanan krizlerini kendi sınırlarının ötesine seferler düzenleyip yeni kaynaklar bularak çözmeye çalışan, bunun için gerektiğinde birbiriyle ve elbette başkalarıyla çatışmaktan kaçınmayan emperyalist devletler de artık yoktur. “İmparatorluk”un iktidarı, dışsallaştırılamaz olduğu için de, onun bir zayıf halkasını aramak hayaldir!
Bu tezler, şüphesiz, doğrudan Lenin’in emperyalizm teorisini hedef alıyor. Ama aynı zamanda, Hardt ve Negri’nin hayranlıkla karşılanan “büyük teorisi”nin çapını da gösteriyor. Emperyalizm çağı sonrasında yeni bir dönem açıldığını söylerken hiçbir somut kanıta başvurmamak, “enformatikleşme”, “bilgi toplumu” vb. gibi spesifik argümanlara atıflar yaparak, yeni bir çağa girdiğimizi ilan etmek ne derece kuramsal bir sorumluluk, elbette tartışılır. Üstelik bu iddialı sözler, komünizm adına söyleniyorsa! (3)
Hardt ve Negri’nin bu kavramsal oyunlarını, belki de “İmparatorluk”tan daha iddialı oldukları “Çokluk” kitabında da yoğun biçimde görmek mümkün. Bütün bir teoriyi üzerine inşa ettikleri “çokluk”un doğumhanesi olarak işaret ettikleri “biyoüretim”, tıpkı “biyoiktidar” gibi son derece ideolojik mahiyette bir kavramsallaştırma. Bilimsel olması bir yana, amprik olarak dahi elle tutulur hiçbir somut kanıta dayanmayan “biyoüretim”i şöyle tarif ediyor Hardt ve Negri:
“Genel olarak maddi olmayan emeğin hegemonyası, üretimin örgütlenişini bant sistemindeki doğrusal ilişkilerden dağınık ağlardaki sayısız ve belirsiz ilişkilere doğru dönüştürme eğiliminde. Enformasyon, iletişim ve işbirliği, üretimin normları haline geliyor ve ağ da üretimin başat örgütleniş tarzı oluyor. Dolayısıyla üretimin teknik sistemi üretimin toplumsal bileşimine büyük ölçüde tekabül ediyor: Bir yanda teknolojik ağlar, diğer yanda çalışan toplumsal öznelerin işbirliği. Bu mütekabiliyet emeğin yeni topolojisini çiziyor ve aynı zamanda yeni sömürü pratikleri ve yapılarını şekillendiriyor… üretken işbirliğinin temel yapıları artık kapitalist tarafından ve emeği örgütleme amacıyla yaratılmıyor, bizzat emeğin üretken enerjilerinin içinde doğuyor. Maddi olmayan emeğin kilit özelliği de bu: İletişim, toplumsal ilişkileri ve işbirliğini üretmek.” (sf. 128)
Bu uzun pasajda, üretimin yapısı ve emeğin karakteri üzerine oldukça iddialı sözler mevcut. Her bir cümlesi ciddi bir tartışma konusu. Ama bu ciddiyet, Hardt ve Negri’nin tezlerinin derinliğinden ileri gelmiyor; işçi sınıfının devrimci özne konumuna dair yarım yüzyıldır sol liberal cepheden gelen ısrarcı saldırıların neredeyse tamamını, sadece bir pasajda ifade etmeyi başarmalarından kaynaklanıyor. Bu bakımdan, Hardt ve Negri’nin performansı hiç de yabana atılır değil doğrusu!
Yazarlar, öncelikle, üretim biçiminde hegemonik bir değişimi tarif ediyorlar. Yani maddi üretimden maddi olmayan üretime doğru bir geçişin olduğunu, dolayısıyla da maddi emekten ziyade maddi olmayan emeğin üretimin temel karakterini belirlemeye başladığını, bu üretim biçiminin de fikirler, imajlar, duygular, enformasyon, ilişkiler vb. gibi “maddi olmayan mallar” ürettiğini, bunun da, “biyoüretim” adını verdikleri yeni bir üretim biçimine geçtiğimizin kanıtı olduğunu savunuyorlar. Bu, tekerleme gibi önermenin sonucunda ulaştıkları ilk teorik düzey, artık tüm emek biçimlerinin üretken olduğu; son teorik düzey ise, işçi sınıfının asli üretken sınıf olma özelliğini yitirmesinden dolayı, sermayeye karşı koyacak tek özne olma konumunu da yitirdiği. Şimdi bu büyük sözlerin kanıtlarının nasıl sunulduğuna bir göz atalım:
“Birinci kanıt: İstihdamdaki eğilimler. Hakim ülkelerde istatistiklere göre en hızlı büyüyen mesleklerin merkezinde maddi olmayan emek var: Yemek servisi yapanlar, satış elemanları, bilgisayar mühendisleri, öğretmenler, sağlık çalışanları gibi. (Yazarlar, burada, istatistiki kanıt olarak, bize, ABD Çalışma Bürosu’nun 2000-2010 yılları arasında en hızlı büyüyecek mesleklerle ilgili tahminlerinin yayınlandığı bir internet adresini referans veriyorlar!)…
“İkinci kanıt: Diğer emek ve üretim biçimlerinin maddi olmayan üretimin niteliklerini benimsemeye başlaması. Mesele sadece bilgisayarın her tür üretime entegre olmasıyla bitmiyor; daha genel olarak da, iletişim mekanizmaları, enformasyon, bilgiler ve duygulanım, geleneksel üretim pratiklerini dönüştürüyor.
“Üçüncü kanıt: Maddi olmayan emeğin merkezi konumunun bir yansıması, onun ürettiği maddi olmayan mülkiyet biçimlerinin artan önemi. Patent, telif hakkı ve çeşitli maddi olmayan malların özel mülkiyet olarak korunması.
“Dördüncü kanıt: Son olarak en soyut ve en genel kanıt, maddi olmayan üretime özgü dağınık ağ biçiminin, beyinsel fonksiyonlardan terörist örgütlere kadar her şeyi anlamak için bir yöntem olarak kullanılması ve toplumsal yaşamın her yerine yayılması. Bir hegemonik üretim biçiminin nihai rolü de budur: Yani tüm toplumu kendi imajına göre dönüştürmek, ki hiçbir istatistik bu eğilimi yakalayamaz.” (sf. 129)
Bu uzun alıntıyı yapmamızın nedeni oldukça basit aslında: üretimin değiştiğine dair Hardt ve Negri’nin elinde somut herhangi bir kanıtın olmadığını göstermek! Hiçbir zaman sunmadıkları, istitastiki verilerin yakalayamayacağı bir eğilim olarak bahsettikleri “ağ örgütlenmesini” anlatırken, El Kaide’yi örnek verecek kadar basit bir analiz bu, çünkü. (4) Ne var ki, Hardt ve Negri’nin amprik verilere dayanan bilimsel bir analiz yapmaya niyetli olmamaları, onların ortaya attığı fikirlerin ideolojik gücünü hafife almamızı gerektirmiyor. Bu nedenle, maddi/maddi olmayan üretim üzerine yürüttükleri tartışmanın ideolojik peçesini aralamak bakımından, yazarların nereye ulaşmaya çalıştıklarını araştırmaya devam edelim.

MARX’I BAŞAŞAĞI ÇEVİRMEK
“Marx’ın tarihsel materyalizminin özü, toplumsal teorinin güncel toplumsal gerçekliğin ana hatlarına uygun şekillendirilmesi gerektiğidir” diyor yazarlarımız ve devam ediyorlar: “Yöntem ve töz, biçim ve içerik birbirine tekabül etmelidir. Bu da, tarih ilerleyip toplumsal gerçeklik değişince, eski teorilerin yetersiz kalacağı anlamına gelir. Yeni gerçeklik karşısında yeni teorilere ihtiyacımız olur. Demek ki, Marx’ın yöntemine uymak istiyorsak, Marx’ın eleştirdiği kapitalist üretim değiştiği ölçüde, Marx’ın teorilerinden uzaklaşmamız gerekir.” (sf. 157)
Böylece Hardt ve Negri’nin niyetini bir nebze olsun anlamış oluyoruz. Sosyalist hareket içerisinde Marksizme yönelik en bayağı eleştiriler, bizatihi Marx’ın söylediklerini tepe-taklak ederek yapılanlar olsa gerek. Hardt ve Negri’nin Grundrisse’den aldıkları bir cümle ile tarihsel materyalist yöntemi tahrif etmeleri de, kendi öncülleri olan Bernstein ve Kautsky’nin yaptıklarından bir adım ileri gidemiyor. Bu küçük kurnazlık, ideolojiyi tanımlarken, Marx’ın kullandığı harikulade metaforu anımsatıyor bize, Rumen Cacus mitini. Cacus, çaldığı sığırları sakladığı mağaranın bulunmaması için, sığırları geri geri yürütürmüş. Marx da, burjuva ideolojisinin, tıpkı Cacus’un yaptığı gibi, toplumsal gerçekliği baş-aşağı algılamamıza neden olduğunu söyler. Hardt ve Negri de, benzer bir ideolojik mistifikasyonu, Marx’ın yöntemine karşı uyguluyorlar ve klasik ekonomi politik teorisinin aşıldığını, bunun da bizzat tarihsel koşullar tarafından gerçekleştirildiğini savunuyorlar. Referans olarak da Marx’ı işaret ediyorlar tabii ki..
Yazarların temel iddiası, Marksizmin emek değer teorisinin artık hükmünü yitirdiği yönünde. Maddi olmayan üretimin hegemonyası altında şekillenen “ağ tipi üretim” biçimi içinde (burada tam da internet ağları kastediliyor), kendi ontolojik kuruluşunu tamamlayan yeni bir öznenin, yani “çokluk”un, bu üretim biçimine denk düşen yeni bir toplumsal yapının –yani “biyoiktidar, biyopolitika vb.” – yükseldiğini ileri sürüyorlar. Tüm bu tezlerini, yeni bir emek-değer yasası üzerine inşa ediyor, Hardt ve Negri. Bunun için, öncelikle, Marx’ın soyut emek ve değer arasındaki kurduğu ilişkinin değiştiğini kanıtlama çabasındalar:
“Marx’ın soyut emek kavramını ve onun değer ile ilişkisini alır almaz, Marx’ın dönemiyle günümüz arasındaki önemli bir fark göze çarpar. Marx, emek ile değer arasındaki ilişkiyi birbirine denk nicelikler arasındaki bir ilişki olarak koyar: Belirli bir miktar soyut emek belirli bir miktar değere denktir. Başka bir biçimde söylersek, kapitalist üretimi belirleyen bu değer yasasına göre, değer, emek zamanının ölçülebilir, homojen birimlerinde ifadesini bulur. Marx, daha sonra da bu düşüncesini çalışma günü ve artıkdeğer ile ilgili analizlerine bağlar.” (sf. 161)
Marx’ın bu analizinin geçerliliğini kaybettiğini ileri süren yazarlar, artık emeğin ölçülebilir bir değere sahip olmadığını, zamansal niteliğini kaybettiğini iddia ediyorlar. Kanıtlayıcı örnekleri ise, çalışma günlerinin ve üretim zamanının ciddi biçimde değişikliğe uğraması! Yani “çalışma günü” diye bir tabirin sonuna geldiğimizi, iş ile yaşam arasındaki 19. yüzyıla ait katı sınırların hükmünü yitirdiğini savunuyorlar. Elbette Hardt ve Negri, bundan daha fazlasını da söylüyor; onlara göre, maddi olmayan emek, fikirler, imajlar, duygular üreten emek, kapitaliste bağımlılığı da kalmayan bir karaktere sahip. Çünkü bu mantığa göre, maddi emek yaşam araçlarını üretiyorsa, maddi olmayan emek doğrudan doğruya yaşamın kendisini yaratıyor! Böylece, kendi varoluşunu sürdürmek için kapitaliste emeğini satmaktan doğan zorunluluk ilişkisi (biz buna sömürü diyoruz), yaşamı ürettiği için doğal bir ilişki (Hardt ve Negri de buna “sömürü” diyor) haline dönüşüyor.
Hardt ve Negri, ayrıca, Marx’ın değer teorisine dayandırdığı sömürü kavramının, değer teorisi değiştiği için, geçersiz kaldığı görüşünde. Onlara göre, ne değerin ne de sömürünün merkezine tek bir sınıf yerleştirilemez. Dolayısıyla da devrimci özne konumu, sömürü ve değer yaratma kavramları bağlamında anlaşılamaz. Başından beri ulaşmaya çalıştıkları mutlak sonucun özeti bu. (5)

TEORİDEN GERİYE NE KALDI…
Hardt ve Negri, hem “İmparatorluk”ta hem de “Çokluk”ta, bize, işçi sınıfının tarihsel rolünün bittiğini müjdeliyorlar ve onun yerine kendimize yeni bir devrimci özne bulmamızı öğütlüyorlar. Kitaplarında birer tekerleme gibi tekrarlayıp durdukları, “maddi olmayan üretimin hegemonyası”, “ağ tipi örgütlenmiş üretim biçimi”, “biyoiktidar”, “çokluk” vb. argümanlar hakkında en küçük bir somut kanıtı bizden esirgeyen yazarlar, oldukça bulanık bir teorik yığın dışında, geriye pek bir şey bırakmıyor aslında. Hardt ve Negri’nin teori ile gerçek hayat arasında bir bağ kurma çabasında olmadıkları aşikar, ve belki de, yaptıkları şeyi, teorilerin üzerinde bir teori inşa etme çabası, veya bir bakıma, içinde yaşadığımız dünyanın değil, “teorilerin teorisini yapma” iddiası olarak nitelendirmek daha doğru olacaktır. (6)
Zira “İmparatorluk” ve “Çokluk”tan geriye kalan yegane “büyük fikrin”, “merkezin” tamamen yok edildiği yatay bir kapitalist-egemen yapının içinde “çokluk”un sömürüsünün yeni bir biçiminin yaratıldığı “iktidarın küresel ağ temelinde dağıtımı” olarak özetlenebilir. Çünkü yazarlar, çeşitli emperyalist ülkelerin, birbirleriyle savaşmak yerine, kendi çıkarları doğrultusunda, “İmparatorluk” içinde birbirlerini karşılıklı olarak etkiledikleri yeni bir döneme inanmaktadırlar.
Bu kulağa hoş gelen düşüncelerin Kautsky’nin “ultra-emperyalizm” teorisiyle birçok yönden benzeşmesi dikkatlerden kaçmıyor elbette. Nitekim Kautsky, Hardt ve Negri’den çok önce, salt ekonomik açıdan, kapitalizmin artık yeni bir evreye, tekellerin yöntemlerinin uluslararası politikaya damgasını vurduğu bir tür “ultra-emperyalizm” evresine girmesinin imkansız olmadığını söylemişti. Ve devamında Kautsky, tüm dünya emperyalizmlerinin birbirleriyle savaşmak yerine, birleşerek, emperyalist ülkelerin uluslararası mali sermaye koalisyonunun çıkarına, dünyanın kolektif sömürüsüne kendilerini adayacakları bir kapitalist rejim altında, savaşsız bir döneme gireceğimizi iddia etmişti.
Bu benzerlik karşısında şu soruyu sormak pek de mantıksız olmasa gerek: “Ultra-emperyalizm” teorisi birkaç yıl içerisinde 1. Dünya Savaşı’na çarparak dağılan Kautsky’i bile aşamayan bir “İmparatorluk”, küreselleşme ile öngörüleri daha da pekişen Lenin’in emperyalizm teorisinin aşıldığına bizi nasıl ikna edebilir ki?
Gelelim “çokluk” fikrine… O denli bulanık bir kavram ortaya atıyorlar ki Hardt ve Negri, ne ilk ne de son kitaplarında “çokluk” konusunda tek bir berrak, açık, net bir paragrafa rastlamak mümkün. Yazarlara göre, genel zekanın ortaya çıkışı (bilim, iletişim ve dilin, hiçbir dolayım olmadan, bizzat üretici güce katılarak, yeni bir soyut emek türü oluşturması), emek gücünde radikal değişikliklere yol açmıştır. Emek gücünün, onlara göre yeni olan bu niteliğinin, aslında yeni olmadığını biliyoruz. Marx’ın, daha o zaman, makineyi, birikmiş sermaye ve cansız emek olarak analiz etmesi, bize, Kapital’de toplumsal ilişki içinde analiz edilen emek gücü ve emeğin, bu nitelikleri taşıdığını gösterir. Sadece tek fark, Marx bu nitelikler üzerinden kapitalist birikim rejiminin özgül yasalarını çıkartırken, Hardt ve Negri, bunu, kapitalizmin aşıldığının bir kanıtı sayıyorlar.
Bunun dışında Marx, pek çok eserinde sınıfı ve üretim içinde bulunduğu konumu gayet açık bir dille tanımlamıştı. İşçi sınıfının neden devrimci bir özne olduğunu, en başta da sınıf çatışması temeline oturtarak analiz etmişti. Oysa Hardt ve Negri, bir yandan ateşli devrim çağrıları yaparken, diğer yandan, “hiçbir zayıf halkası bulunmayan İmparatorluk”la, nasıl bir konumda bulunduğu belli olmayan bir “çokluk”un başa çıkabileceğini iddia ediyorlar! Üstelik “çokluk”un ne olduğu sorularına verdikleri yanıt, daha da kafa karıştırıcı. Örneğin; bütün bir kitap boyunca “çokluk”un ne olduğunu okuyucularına tanımlamaya çalışırlarken, kitabın sonunda, asıl önemli olanın, “çoklukun ne olduğu” değil, “neye dönüşmesi gerektiği” sorusu olduğunu söylüyorlar. Bu da “çokluk”un maddi bir güç olmaktan ziyade, bir olanaklar dizisi, daha doğrusu bir ilişkiler bütünü olduğunu ima ediyor.
Elbette Hardt ve Negri’nin ortaya attıkları tezler üzerine çok fazla şey söylenebilir. Burada sadece ana argümanlarını incelemeye çalıştık. “İmparatorluk” ve “Çokluk”ta, her ne kadar, sadece bir dizi “kavramsal oyun” ile karşı karşıya bulunduğumuzu hissetsek de, bu fikirlerin, toplumsal muhalefet üzerinde dikkate değer bir etkiye sahip liberal solun ideolojik cephaneliğini güçlendirdiği muhakkak. Bunu AB tartışmalarında, sendikal hareketteki “toplumsal hareket sendikacılığı” eğilimlerinde, küreselleşme karşıtı otonom hareketlerde görmek mümkün. Hardt ve Negri’nin de, zaten bu rüzgarları dikkate alarak teorilerini geliştirdiğini unutmamak gerekiyor.

DİPNOTLAR
1- M.Hardt ve A.Negri, İmparatorluk, Ayrıntı Yay., 2001, çev: Abdullah Yılmaz. Kitap üzerine, çıktığı dönemden bu yana, hemen her ülkede kapsamlı tartışmalar yapıldı. Kitabın tezlerine dair ayrıntılı eleştiri yazıları daha önce Özgürlük Dünyası’nda da yayınlandığı için, burada sadece temel tezleri hatırlatmakla yetindik.
2- M. Hardt ve A. Negri, Çokluk, Ayrıntı Yay., 2004, çev: Barış Yıldırım
3- Hardt ve Negri’nin “kuramsal sorumluluğu”nu anlamak için, aşıldığını iddia ettikleri Lenin’in emperyalizm üzerine yaptığı çalışmanın titizliğini hatırlamak, sanırız yeterli. 1. Dünya Savaşı’nın başladığı bir dönemde, o kadar politik yoğunluğunun arasında, aylar boyunca kütüphanelere kapanarak, dönemin iktisatçılarının ciltler dolu eserlerinden tek tek istatistiki veriler topluyor. Ardından tezlerini kanıtlamak için amprik verilere başvuruyor, bu da yetmiyor; bankaların, tekellerin bilançolarından, sermaye ihracı eğilimini kanıtlayacak hesaplamalar yapıyor. Ve belki de en önemlisi, kendinden önceki çalışmaları yok saymıyor, büyük bir dikkatle Hobson’un, Hilferding’in, Buharin’in emperyalizm üzerine yaptıkları çalışmaları inceliyor. Kapitalizmin tespit ettiği yeni eğilimlerinin felsefi yönlerini kaçırmamak için ise, tekrar dönüp Hegel külliyatını baştan sona eleştirel bir süzgeçten geçiriyor. Peki Hardt ve Negri ne yapıyor?
4- Hardt ve Negri, ne “İmparatorluk” ne de “Çokluk”ta hiç bir istatistiki veri vermiyorlar. Oysa kendi teorilerinin öncülleri olarak kabul ettikleri ve kitaplarında atıflar yaptıkları birçok çalışma, küreselleşmenin yol açtığı değişimi tartışırken, iktisadi ve istatistiki verileri daima göz önünde bulunduruyorlardı.
5- Marx’ın emek-değer teorisine yönelik her dönem eleştiriler olmuştur. Hardt ve Negri de, aslında kendilerinden önceki eleştirilerden çok farklı bir yaklaşım sergilemiyorlar. Benzer biçimde, işçi sınıfının devrimci konumu da, aynı eleştirilerin hedefi olmuştur. Değer yasası ve sınıfın devrimci konumu üzerine bir tartışma, bu yazının sınırlarını bir hayli aşacağı ve ayrı bir yazı konusu olduğu için burada yer verilmemiştir.
6- Burada kastettiğimiz “teorilerin teorisi”, elbette yeni bir teori inşa ettikleri anlamına gelmiyor. Söylenen, daha çok, Hardt ve Negri’nin kitaplarının, kendilerinden önce yapılan küreselleşme, sınıf, siyaset vb. üzerine tartışmaların bir araya toplandığı bir “katalog” görünümünde olmasıdır.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑