1917 Ekim Devrimi, sömürülen emekçi yığınlarıyla, başlıca yoksul köylülükle ittifak kuran işçi sınıfının, kendisini egemen sınıf olarak örgütlemeye giriştiği ikinci, iktidarı on yıllarca elinde tutarak sosyalist ekonominin inşasında –birçok alanda dünyanın en ileri kapitalist ülkelerini geride bırakmayı başararak– ciddi ilerlemeler sağladığı ilk ve önaçıcı, dünya işçi sınıfını, tarihsel inisiyatifi ellerine almaya teşvik edici, örnek oluşturan deneyimidir.
“Gökyüzünü fethe kalkışan” Paris işçilerinin kendi devletlerini kurmaya başladıkları, ama, kısa sürede yenilen 1871 Komün deneyinin ardından otuz yıldan fazla zaman geçmişti. Nispeten barışçıl koşullarıyla bu dönem, bir yandan kapitalizmin alabildiğine hızla gelişmesinin yanı sıra, sermaye birikiminin merkezileşmeye ve tekellerin doğup yerleşik hal almasına, sermaye ihracı ve hızlı bir uluslararasılaşması üzerinden dünyanın ekonomik ve toprak olarak paylaşılmasının tamamlanmasına götüren kapitalist emperyalizmin dünya sahnesine çıkışına sahne oldu. Tek tek ülkelerde emekle sermaye ve dünya ölçeğinde birkaç büyük kapitalist emperyalist devletle ezilen emekçi halklar arasındaki çelişki keskinleşip derinleşti. Paylaşılmış, ve kapitalizmin, en ücra köşelerini bile pençesine aldığı bir sistem haline geldiği dünyada, kapitalizmin ikinci başlıca çelişkisi olan tek tek fabrikalar ve kapitalist devletlerin özel mülk olarak örgütlülüğü ve birbirleriyle rekabetinden üreyen çelişki, işletmelerin, işkollarının ve kapitalist devletlerin eşitsiz ve sıçramalı gelişmesinin hızlandığı koşullarda, başlıca, uluslararası burjuvazi ve emperyalist büyük devletler arasındaki, dünya ölçeğinde “çözülebilir” –ve diğer başlıca çelişmelerle birlikte– kapitalizmin genel bunalımını karakterize eden bir çelişki olarak şekillendi.
Öte yandan, bu dönem, aynı zamanda, yaratıcı ve geliştiricilerinin uzun ve meşakkatli teorik çalışmasının yanı sıra, 1848-49 devrimlerinin ardından Paris Komünü pratiğinin başlıca tezlerini doğrulamasının ürünü olarak, ütopik sosyalizm, Lui Blancçılık, Blankizmden başlayarak, Marksizmin, sınıf-dışı burjuva, küçük burjuva sosyalizm akımları ve anarşizm karşısında zaferini sağlayıp, özellikle Avrupa’nın ileri işçileri ve örgütleri üzerinde büyük etki sahibi olduğu bir dönem oldu.
Ancak kuşkusuz, bir kez teorik zaferini sağlamış olması, Marksizmin açık ya da örtülü hiçbir itiraz ve tahrifatla karşılaşmayacağı anlamına gelmedi. Tersine, bilime karşı çıkmakla eşitlendiği için, Marksizme açıktan karşı çıkmanın zorlaştığı koşullarda, Marksizme özellikle “içeriden” saldırılar ve iğdiş edilmesi girişimleri, dışarıdan saldırıların önüne geçti ya da hatta yerini aldı. Emperyalist ülkelerde yığılan sömürge kârlarından işçi sınıfının üst tabakalarına (işçi aristokrasisine) ve sendika bürokrasisine dağıtılan paylar; Bernstein ile başlayan Marksizmin revizyonu çabalarının, bu tabakaların işçi hareketi içinde ve işçi partilerinin önemli sayıda sandalyeler kazandığı parlamento gruplarında tuttuğu yer üzerinden ciddi dayanaklara oturmasına neden oldu. Marksizmin, hem de belli başlı temel tezlerinin, önce sağından-solundan tırtıklanarak ve üstü özenle örtülerek, giderek ise, örtülemez hale gelerek, -–oportünizm ve Marksizmin revizyonu eğiliminin, 1. Emperyalist savaşın öngünü ve sırasında açıktan işçi partilerinin çoğunluklarının “kendi burjuvazileri”ni desteklemeye “evrilmesi”nin gözler önüne serdiği gibi– açık bir bozuşmaya varılarak inkarı, bu, kapitalizmin nispeten barışçıl gelişme döneminin “bedeli” ve olanak sağlayıp teşvik ettiği yasallığa tapınan barışçıllıkla parlamenter avanaklığın, tümünün altında yatan sınıf işbirliği düşünce ve pratiğinin ürünü olarak gerçekleşti. Bu dönemin özelliği, son derece güçlenmiş işçi partilerinin ve uluslararası işçi partisi olarak II. Enternasyonal’in yozlaşması ve çöküşü oldu. Sağcı, oportünist, revizyonist yozlaştırıcı eğilimin gelişmesi, “karşıtı” görünümüne bürünen “solcu”, anarşist küçük burjuva eğilimlerini de teşvik ederek, görünüşte, Marksizme sadakat nutukları eşliğinde yürüdü. Dönemin en ileri gelen Marksistlerince Marx’ın mektupları çekmecelerde gizlenerek, öğreti ve tezleri dikkatli çarpıtma ve tahrifatlara uğratılarak, işçilerin elinden eylem kılavuzu olarak alınmaya girişilen Marksizmin bilimsel içeriği yok edilmeye çalışıldı.
Çarpıtıcıları, Marksizm düşmanı saflara savrulurken, Marksizmin bilimsel değerinin korunmasını, onun, Marksizm düşmanları karşısında savunulmasının yanında, kapitalizmin emperyalizme vardığı koşullarda geliştirilmesi işini, başta Lenin olmak üzere, Marksistler kuşkusuz üstlendiler.
Lenin’in, emperyalizm koşullarında geliştirdiği, Marksizmi, Marksizm-Leninizm düzeyine yükselten bilimsel ve politik çalışması, hem Marksizmin yeniden ayağa dikilmesi anlamına gelmek üzere, revizyonu ve değersizleştirilmesi çabaları karşısında belli başlı tüm tezlerinin yeniden savunulması, hem de emperyalizm koşullarında kesin bir ihtiyaç haline gelmiş olan teorik temelinin yenilenmesini sağladı. Lenin ve Bolşevik Partisi, Ekim Devrimi’ne böyle hazırlandı. Ekim Devrimi’nin zaferinde bu teorik hazırlığın tayin edici rolü olduğu kuşkusuzdur. Devrimin güçlerinin, işçi ve emekçi yığınların devrime politik olarak hazırlanması bu granitten zemin üzerinde başarılmış ve o hazırlık ki, devrimin zaferini garanti altına almıştır.
Her şeyin başında, devrim fikrinin yeniden işçi ve emekçi yığınların gündemine taşınması, Lenin tarafından başarılan Marksizmin teorik temellerinin yenilerek yeniden savunulması çalışmasının doğrudan sonucudur.
Devrimin zaferi için böyle bir hazırlık kuşkusuz zorunluydu. Çünkü, devrim için bir devrimci durumun varlığı önkoşuldur; sadece “alt sınıfları” etkilemekle ve onların eskisi gibi yaşamak istememeleriyle değil, ama, “üst sınıfları” da etkileyen ve eskisi gibi yönetmeye devam edemedikleri, bu iki koşulun ürünü olarak, olağan günlerde sömürülüp ezilmelerine ses çıkarmayan emekçi yığınların bağımsız tarihsel eyleme atılmalarıyla karakterize olan devrimci bir durum gelişmeden, devrimin patlamayacağı ve herhangi türden zorlamanın maceradan öteye gitmeyeceği, Marksizmin bilinen bir öğretisiydi; Lenin, bu hasır altı edilen öğretiyi, özellikle emperyalist savaş ihtimalinin belirmesiyle birlikte yeniden ele alıp işledi. Vurgu yaptığı önemli unsur, işçi sınıfının; devrimci durumun oluşması halinde bile, devrimi zafere ulaştırmaya hazırlanmış devrimci sınıf ve sömürülen yığınlar tarafından zorlanmadıkça devrilmeyecek sömürücü sınıflar egemenliğini sadece alaşağı etme değil, ama sosyalist toplumu kurma yeteneğinin işlevsel olabilmesi için hazırlanmasıydı. Her devrim durumunun devrime yol açmayacağı doğruydu, ancak, devrimin zaferi için, devrimci durumun varlığının yanı sıra, öncü sınıfın ideolojik olarak kazanılmış ve sömürülen yığınları yıkıcı tarihsel eylemlerinde yönetebilmek ve yeni toplumu kurmak üzere politik ve örgüt bakımından hazırlanmış olması da zorunluydu. 1917 Ekim Devrimi, bu hazırlığın hakkıyla yapılmış olduğunu doğruladığı gibi, bu hazırlığın bütün yönleriyle bilimsel temelde gerçekleştirilmesini olanaklı kılan Marksizmin teorik zaferini yeniden ve bir kez daha ilan etti. Rus Devrimini zafere götüren Marksizmin, işçi sınıfının bilimsel eylem kılavuzu olarak, işçi sınıfının devrimci eylemi sürecinde ve bu eylemin taçlandığı Ekim Devrimiyle pratik olarak doğrulanması; Marksizmi tahrif ve revize ederek sınıf düşmanı burjuvaziye bağlanan çarpıtıcılarını püskürttüğü gibi, sömürülen milyonları önünü açıp eyleme çekerek, onun dünya ölçeğinde ideolojik hegemonyasının gerçekleşmesi bakımından muazzam bir zemin sağladı.
Tüm düşmanlarının üstesinden gelmeye güç yetirip zafer üstüne zafer kazanarak ilerleyen ve ilk günden başlayarak, tüm dünya işçi sınıfı ve dünyanın sömürülen yığınlarının gönlünde taht kuran Sovyet Devrimi’ne ve onun pratiği içinde sınanarak çelikleşen Marksizm-Leninizme, işçi sınıfı ve davası adına, sosyalizm adına karşı çıkmak artık hiç kolay değildi. Karşı çıkışlar, Marksizmi yeni koşullar içinde bozuşturma girişimleri olmadı değil, kuşkusuz. Ama artık Marksizm yozlaştırıcılarının işi hiç de kolay değildi. İki temel etken, Marksizmin yozlaştırılması girişimlerini olağanüstü zorlaştırmaktaydı. Birincisi, Marksizm-Leninizm, zaferini, sosyal pratiğe dayalı olarak, Sovyet Devrimi’nin doğrulamasıyla elde etmişti. Ve ikincisi, kendisi, başta işçi sınıfı olmak üzere, sömürülen yığınların tarihsel inisiyatifinin ürünü olan Sovyet Devrimi, yığınların bu inisiyatifinin önünü ardına kadar açmıştı. İnisiyatifi ellerine alan milyonlarla baş etmek kuşkusuz en zor işti.
EKİM DEVRİMİNİN ARDINDAN RUSYA
Dünyanın altıda birinde, Rusya’da, Ekim Devrimi’yle burjuvazinin egemenliği devrilmiş; çürümüş burjuva devlet aygıtı kırılıp atılarak, inisiyatif göstererek kendi kaderlerini ellerine almış işçi ve sömürülen yığınların her kademede (işletme, işkolu, ilçe, il ve bölgelerde ve merkezi olarak işçi, köylü, askerlerden bileşen) kurdukları kitlesel mücadele ve iktidar örgütleri sovyetlere ve başlıca işçi- yoksul köylü ittifakına dayanan, Bolşevik Partisi tarafından yönetilen işçi sınıfı, kendisini egemen sınıf olarak örgütlemiş, proletarya diktatörlüğünü kurmuştu. Artık sömürülenler değil sömürücü sınıflar baskı altına alınmış, demokrasi, ilk kez, zenginler arası bir oyun olmaktan çıkarılmış ve yığınların hizmetine girmiş, toplumun ezici çoğunluğu için demokrasi düzeyine yükseltilmişti. Uzun süren ve on dört yabancı ülkenin müdahale ederek gericiliği desteklediği bir iç savaşın ardından, Sovyet işçi ve emekçi köylüleri zaferi kazanmakla kalmamış; devrim, birbirini takip ederek eski Rus sömürgeleri ve bağımlı ülkelere yayılmıştı. On altı ülke, önce federasyon, sonra Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği olarak birleşti.
İç savaş sürecinde zorunlu olarak izlenen zoralıma ve başta ekmek olmak üzere bölüşmeye dayalı “savaş komünizmi”ni, yine zorunluluktan, bir yandan savaşın yıkıntılarını ve ekonomi üzerindeki tahribatını gidermeyi amaçlayan, öte yandan yaygın küçük üretim üzerinden ilerleme ve onu aşmanın tek yolu olan, proletarya diktatörlüğü altında kapitalizmin geliştirilmesi politikası olarak NEP (Yeni Ekonomi Politika) dönemi izledi. Yıkılmış işletmelerin birleştirilmesi ve belirli bir birikim sağlanmasına bağlı olarak ve sanayideki devlet işletmelerine dayanarak, sosyalizmin inşasına ve tarımın kolektifleştirilmesine geçildi. Merkezi planlama, kapitalist üretimin anarşik niteliğinin karşıtı olarak sosyalist ekonominin inşasına yön verdi. Artı-değerin gaspına dayalı kâr amaçlı kapitalist üretimin zıttı olarak işçi ve emekçi yığınların ihtiyaçlarının karşılanmasını esas alan sosyalist üretimin gelişmesiyle, konut, kitlesel ulaşım, eğitim, sağlık gibi temel ihtiyaçlar bütünüyle parasız hale getirilerek, eskiden el konulmuş işgücünün ürünleri olarak mülk sahipleriyle kapitalistlere giden üretilen değerin önemli bir bölümünün toplandığı emek fonlarından karşılandı; geri kalanıysa, halkın ihtiyaçlarını genişleyerek karşılaması için genişlemesi gereken üretime, özellikle ağır sanayiye yönlendirildi. Ağır sanayi gelişip makine insanın yerini aldıkça, çalışma saatleri düşürüldü. İşsizlik ve enflasyon belalarının tarihe karıştığı Sosyalist Sovyetler Birliği, beş yıllık planlarla, tarihsel bakımdan kısa süre içinde, demir, kömür vb. üretimi gibi birçok sektörde dünyanın en gelişmiş kapitalist ülkelerini geride bıraktı. Bilimin gelişmesinin önünün açılması ve toplumsal ihtiyaçları karşılamaya yönlendirilmesi, tıp, biyoloji, mühendislik gibi başlıca alanlarda, SSCB’yi kapitalist ülkelerin önüne geçirdi. Örneğin ilk uzay aracı (Sputnik) ve uzaya ilk insan (Yuri Gagarin) SSCB tarafından gönderildi.
İşçi ve emekçilerin kendi kaderlerini ellerine almaları ve sosyalizmin başarılı gelişmesinin, sadece Rusya ve sonra SSCB ile sınırlı olmayan, dünya ölçeğinde sonuçları oldu. Dünyanın ezilenleri, bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar gözlerini “yeni dünya”ya diktiler; sosyalizmde kendi özlemlerini gördüler ve ondan güç aldılar. Önce Almanya ve Macaristan’da ayaklanan işçi ve emekçiler, Rus işçi sınıfının yolunu izledi, ama yenildiler. Mustafa Kemal’in başında olduğu ulusal kurtuluş savaşı, SSCB ile ittifak halinde başarı kazandı. Gelişmesi içinde, Hitler Almanyası’nın SSCB’ye saldırmasıyla bir yönüyle sosyalist anavatanın savunulmasına dönüşen 2. Emperyalist Savaş, dünya kapitalizminin çok sayıda mevziini kaybetmesiyle sonuçlandı. Bütün bir Doğu Avrupa’dan Çin Denizi’ne kadar işçi ve halklar kaderlerini ellerine almaya giriştiler ve SSCB ile ittifaka girdiler.
SOSYALİZMLE KAPİTALİZM KAVGASI
Bütün bu gelişme, Rusya’da proletarya diktatörlüğünün kurulmasıyla birlikte, emek-sermaye, emperyalizmle ezilen halklar ve emperyalistler arası çelişmelerin yanına eklenen kapitalist ve sosyalist sistem arasındaki çelişmenin keskinleşmesine götürdü. Alman faşizmini SSCB’nin üzerine sürüp, müdahale etmeden seyrederek, sosyalizmin sonunu görme hayalleri kuran Anglo-Amerikan emperyalizmi etrafında birleşen uluslararası burjuvazi, topraklarının büyük bölümü savaş alanı haline gelerek yakılıp yıkılmış, en büyük maddi kaybı üstlenmiş, aralarında en fedakar komünistler ve parti kadroları olmak üzere, 25 milyon insanını yitirmiş sosyalizmin ülkesine karşı “haçlı seferi” açtılar. Avrupa ve SSCB’nin güney komşuları üzerindeki Sovyet etkisini kırmaya yönelik Marshall Planı destekli “kapitalizmin sosyalizasyonu” (“sosyal devlet”) uygulamaları, “hür dünya” ve “demokrasi”nin savunulması demagojisiyle beslenen, SSCB’yi ve doğal müttefiki Batı’daki barış ve sosyalizm yanlılarını hedef alan Mc Cartycilik, 5. kol faaliyeti, silahlanma harcamalarının artırılması, kapitalist ekonomilerinin askerileştirilmesi ve silahlanma yarışının dayatılmasıyla karakterize olan “soğuk savaş”la birleştirildi. SSCB politik olarak yalıtılmaya, bağımlı ülkelerin desteklenmesi ve kurulan paktlarla askeri olarak kuşatılmaya ve baskı altına alınmaya çalışıldı.
İç savaş, NEP, tarımın kolektifleştirilmesi ve sosyalizmin inşası dönemleri de, kuşkusuz karşı koymasız, sabotajlara varan direnişler olmaksızın yaşanmamıştı. Proletarya diktatörlüğü kurulmuş ve sosyalizm başarıyla inşa edilmekteydi. En başta işçi ve emekçilerin kaderlerini ellerine almaları ve sosyalist inşada sağladıkları kazançlarla sosyalizm ve yol göstericisi Marksizm-Leninizmin pozisyonu olağanüstü sağlamlaşmış ve giderek pekişmekteydi. Ancak elde yaşanmış bir deney olmaksızın girişilen sosyalist inşanın ilk kez karşılaşılan sorunları, kuşkusuz yaratıcı teorik ve pratik çalışmaları gereksiniyor, süreç tartışmalarla ilerliyordu.
Ve sorunun can alıcı bir yanı vardı. Tartışmaların bir bölümü kuşkusuz ilerleticiydi ve işçi sınıfının çıkarlarını ve sosyalist inşanın selametini temel edinerek yürüyordu. Ancak “iyi fikirler tartışmadan doğar” ya da “doğruya tartışmayla varılır” türünden pek “demokratik” görünen, soyut sınıflarüstü bir yaklaşımın burjuva aldatmacasından ibaret olduğu ortadadır. Tartışma vardır, tartışma vardır.
Tartışmalarıyla birlikte bütün bir süreç, proletarya diktatörlüğü altında yaşanıyordu. Proletarya diktatörlüğü ise, kapitalizmden komünizme geçiş döneminden başka bir şey değildi.
Ekim Devrimi proletarya diktatörlüğünün kuruluşuyla taçlanmış ve sosyalist inşa giderek artan bir hızla ilerliyordu. Marx’ın 1852 tarihli Weydemeyer’e mektubunda “benim yeni olarak yaptığım şey” dediklerinden ikincisi, “sınıflar savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatorasına götürdüğü” bilimsel tezi, Marksizmin zafer ilanı olarak, Ekim Devrimi pratiğiyle kanıtlanmıştı. Yeni olarak yaptığı “üçüncü şey” olan “bu diktatoranın kendisinin de bütün sınıfların ortadan kalkmasına ve sınıfsız bir toplumun kurulmasına geçişten başka bir şey olmadığını tanıtlamak” ise, işçi sınıfının devrimci pratiğiyle doğrulanmayı bekliyordu.
Ve Lenin, Ekim Devrimi’nin hemen ardından sorunu ortaya koymuştu:
“Proletarya diktatörlüğü, yeni sınıfın kendisinden daha güçlü olan bir düşmana karşı, devrilmesiyle (bu devrilme tek bir ülkede olsa da) direnme gücü on misline çıkan burjuvaziye karşı, en kahramanca ve en amansız savaşıdır. Burjuvazi, gücünü, sadece uluslararası sermayenin gücünden, burjuvazinin uluslararası bağlarının kuvvet ve sağlamlığından almaz; burjuvazi, gücünü, aynı zamanda alışkanlıklardan, küçük üretimden alır; çünkü, ne yazık ki, dünyamızda hala pek, pek çok büyük miktarda küçük üretim vardır; oysa küçük üretim durmadan, her gün, her saat, kendiliğinden ve geniş ölçülerde, kapitalizmi ve burjuvaziyi doğurur. Bütün bu nedenlerden ötürü, proletarya diktatörlüğü zorunludur; ve uzun bir savaşı, kıyasıya, amansız bir savaşı, kendine hakimiyeti, disiplini, sağlamlığı, tek ve yenilmez bir iradeyi gerektiren bir ölüm-kalım savaşını göze almadan, burjuvaziyi yenmek mümkün değildir.” (“Sol” Komünizm, sf. 11-12)
Sınıf mücadelesinin zorunlu olarak götürdüğü proletarya diktatörlüğünün kendisi de sınıf mücadelesi arenası ya da geçiş dönemi olarak, sınıf mücadelesinin doğrudan doğruya kendisiydi. Proletarya diktatörlüğü, burjuvaziye karşı amansız bir savaş dönemiydi. Böyle oldu.
Zaten kendisi bütün sınıfların ortadan kalkmasına geçiş olan proletarya diktatörlüğü kurulur kurulmaz sınıflar ortadan kalkmayacaktı, kalkmadı, tersine sömürücü sınıfların direnişleri arttı. Küçük üretimin beslediği kapitalizm, uluslararası burjuvazi tarafından desteklendi.
Savaş, burjuvazi ile işçi sınıfı, kapitalizmle sosyalizm arasındaki savaş tüm amansızlığıyla bütün alanlarda sürdü. Sosyalist inşanın sürdüğü iktisadi alanda, politik ve özellikle ilk dönemlerde sık sık askeri alanda, kültürel ve ideolojik alanda, hukuk, eğitim vb. tüm alanlarda, eski toplumun alışkanlıkları ve küçük üretim tarafından beslenen burjuvaziyle proletarya karşı karşıya geldi ve çatıştılar.
Bu çatışma, eskisinden daha çok keskinleşen burjuvazi ile proletarya arasındaki sınıf mücadelesi, ideolojik ve politik alanda sadece burjuvazi ile işçi sınıfının cepheden ve açıktan karşı karşıya gelmesiyle sürmekle kalmadı. İşçi hareketi ve parti içine yansıdı. Sosyalizm ve işçi davasına inançsız, örneğin sosyalizmin “tek ülkede inşa edilemeyeceğini” teorileştiren ya da NEP’in (kapitalizmin) sonuna kadar sürdürülmesini savunan, tarımın kolektifleştirilmesine zengin köylülerin çıkarları yönünden itiraz eden türden, burjuvazi ile proletarya arasında süren savaşın amansızlığını göğüsleyemeyen ve burjuvaziye eğilim gösteren, çıkarlarını onun çıkarlarında gören unsurlar ortaya çıkmadan edemedi. Parti içindeki ideolojik mücadelenin ayırt edici özelliği, partinin, proletarya diktatörlüğünün yönetici gücü olduğu koşullarda ortaya çıkması ve burjuva fikirler ve ideolojisinin egemenlik sağlaması durumunda, partiyle birlikte, Ekim Devrimi’nin başlıca meyvesi olan proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesinin, kuşkusuz sosyalist inşanın başarısızlıkla sonuçlanacak olmasıydı. Parti içinde ortaya çıkan “tartışmalar”ın bir bölümünün sert çatışmaların konusu olmasını, bu gerçek açıklar.
Troçki, Buharin, Kamanev ve Zinovyev’in anti-Marksist platformlarıyla partiye, proletarya egemenliğine ve sosyalizmin inşasına karşı açtıkları savaş, bu zeminde gelişti. İç ve uluslararası burjuvazi tarafından desteklendi, ancak püskürtüldüler. Burjuva demokratizmiyle Ekim Devrimi ve Bolşevik Partisi’ne karşı ileri sürülen en yaygın suçlamalardan olan “muhalefete tahammülsüzlük” ve “sertlikle bastırılması”; burjuvazinin desteklediği, proletarya diktatörlüğü ve sosyalizmin “içeriden” çökertilmesinin başarısızlığa uğratılmasının hıncıyla yapılmış sınıfsal yazıklanmalardır, işçi davasına ve sosyalizme ölesiye düşman burjuva karakterli propagandif demagojilerdir. Duruşmalarında, tüm burjuva muhalefetin, gerek iç gerek uluslararası burjuvazi ile Alman faşizmi ve istihbarat örgütleriyle ilişkileri ortaya çıkmıştır.
KAPİTALİZMİN KALINTILARI VE GEÇİŞ DÖNEMİ
Sorunun, işçi sınıfı davasına, parti ve proletarya diktatörlüğüne yönelik bu ilk muhalefet ve çökertme girişimleriyle bitmediği ortadadır.
Yıkıcı girişimlerinin üstesinden gelinerek ve 2. Emperyalist Savaş henüz başlamadan, sanayiin sosyalist dönüşümünün burjuvazinin sınıf olarak tasfiyesiyle esas olarak tamamlanması ve tarımın kolektifleştirilmesinin başarılmasına dayanarak burjuvazinin tarımdan da sökülüp atılmasıyla, devrim yeni bir aşamaya varmıştı. 1936 Anayasası’na da yansıyarak, sosyalizmin anayurdu artık burjuvaziden temizlenmişti.
’17 Ekimi’yle yola koyulan Sovyet Devrimi, o güne dek dünya üzerinde ulaşılmış en ileri noktaya ilk kez olarak varmıştı. Proletarya diktatörlüğü “burjuvazisiz burjuva devleti”ydi; şimdi sosyalist toplum da burjuvazisiz aşamasındaydı. Bu, bir ilkti!
Sanayide tümüyle devlet mülkiyeti gerçekleştirilmiş, tarım, kolektif çiftlikler (sovhozlar) ve çiftçilerin araç ve emek güçlerini birleştirdikleri kolhozlar halinde örgütlenmiş, küçük üretim ve denetim altındaki değişimleri görece küçük bir alana geriletilmişti.
Peki, burjuvazi sınıf olarak tasfiye edildiğinde, sınıf mücadelesi sona mı erecekti? Ermeyecekse, kime karşı ve niçin yürütülecekti? Proletarya diktatörlüğü, burjuvazinin tasfiye edildiği koşullarda, kimin üzerinde baskının aracı olacaktı? SSCB, dünyada tek sosyalist ülkeydi ve kuşkusuz kapitalist kuşatma altındaydı; burjuvazi, dünyanın altıda beşini egemenliğinde tutuyordu ve dişinden tırnağına silahlıydı. SSCB’ne karşı çökertme plan ve girişimlerinden vazgeçmemişti, istihbarat örgütleri boş durmuyordu. Ama burjuvazinin tasfiye edildiği koşullarda kimi destekleyecekti? Proletarya diktatörlüğü sadece “dış düşmanlara”, casuslara vb. karşı mı işlevsel olacaktı? Bu, gerekiyordu. Ama sosyalizmin anayurdunda daha yapacak çok iş vardı.
Neydi bunlar?
Yanıtın ipuçları, Marx’ın öngörülerinde bulunuyordu. Proletarya diktatörlüğü kapitalizmden komünizme geçiş dönemiydi. Burjuvazi sınıf olarak tasfiye edilmişti; ancak kalıntıları, alışkanlıklar, burjuva ve küçük burjuva zihniyet ve özlemler, bencillik, önyargılar vb. olarak nesnel ve düşünsel süreçlerde hâlâ varlıklarını korumaktaydı ve giderilmeleri uzun bir zamana ihtiyaç gösterecekti. Toplumsallıkla uyumlanmaya buralardan direnç göstermesi anormal olmayan bireyselliğin, kolektivizm karşısında bireycilik, grupçuluk ve kariyerizmin, cahillik ve eğitimsizliğin ürünü olan ve üretici güçlerin yeterince gelişmemişliğinden kaynaklanan (giderek farklılıklar olarak görünen yöneten-yönetilen çelişmesi buradan doğar) bürokratizmin nesnel koşulları yok edilmemişti, ve bu, uzunca bir zaman alacaktı. Varlıkları ve etkilerini göstermelerinde, nesnel nedenlerle ya da kapitalizme ve burjuva eğilimlere karşı mücadele tavsadıkça, zaman zaman tehlikeli boyutlar kazanmalarında şaşılacak bir şey yoktu. Peki, sorun, sadece eğitsel miydi, örneğin yalnızca bir kültür devrimi sorunu muydu? Bu, kuşkusuz gerekliydi. Ancak burjuvazi ve kapitalizmin nesnel iktisadi kökleri derinlerdeydi ve bu köklerin kazınması zorunluydu.
“Geçiş dönemi”ne ya da komünizmin “ilk evresi”ne ilişkin Marx’ın çözümlemeleri, sağlam ipuçları vermekteydi. “Gotha Programının Eleştirisi”nde Marx sorunun temelini koymuştu:
“Burada karşılaştığımız şey, kendine özgü temeller üzerinde gelişmiş olan bir komünist toplum değildir, tersine, kapitalist toplumdan çıkıp geldiği şekliyle bir komünist toplumdur; dolayısıyla, iktisadi, manevi, entelektüel, bütün bakımlardan, bağrından çıktığı eski toplumun damgasını hâlâ taşıyan bir toplumdur.” (sf. 29)
Komünizmin ilk evresi olarak sosyalizmin esas olarak inşa edildiği bir toplum olan SSCB, burjuvazinin sınıf olarak tasfiyesinden sonra da, hâlâ, eski, kapitalist toplumun “damgasını taşıyan” bir toplum durumundaydı. “Geçiş dönemi” teziyle birleştirildiğinde, buradan çıkan sonuç; burjuvazinin tasfiyesinin gerçekleştirildiği sosyalist toplumun, tamamen sınıfsız topluma, komünizmin ikinci evresine varıncaya kadar, kapitalizmle sosyalizmin, kapitalist sınıf tasfiye edildiğine göre, kalıntılarıyla birlikte, kapitalizmden geri kalan unsurlarla sosyalizmin unsurları arasında mücadele toplumu, burjuvazisiz, ama sınıf mücadelesinin sürdüğü bir toplum olacağıdır.
Nerelerdedir kapitalizmin unsurları? Sosyalizm, neleri giderek, geriletip toplumdan izleriyle birlikte silerek, komünizme varacaktır?
İlk olarak giderilmesi zorunlu olan unsur, üretim (mülkiyet) ilişkilerindeki çeşitliliktir. Sosyalist üretim (mülkiyet) ilişkileri esasta gerçekleşmiştir; ancak hâlâ ileri adımlarla çözümlenmesi gerekli sorunlar olduğu kuşkusuzdur. Henüz tek bir toplumsal (sosyalist) mülkiyet biçimi genelleşmemiştir. Tam toplumsal devlet mülkiyeti sanayide ve tarımın bir bölümünde (Sovhozlar) kurulmuş; ancak kolhozlar, –yine bir toplumsal mülkiyet biçimi olmakla birlikte– üretim araçları ve emek güçlerini birleştiren köylülerin grup mülkiyeti durumundadır. Ve küçük üretim ve mülkiyet ilişkileri hâlâ varlığını korumakta, köylüler ürünlerini pazarlarda satabilmektedirler.
Kuşkusuz dış ticaret, bankalarla birlikte devletleştirilmiş ve iç ticaret tamamen proletarya diktatörlüğünün denetimine alınmış, merkezi planlamanın unsuru kılınmıştır. Ancak farklı toplumsal ve alanı iyice daraltılmış olsa bile bireysel mülkiyet ilişkilerinin varlığının çıkar farklılıklarını koşullaması kaçınılmazdır. Sosyalist eğitim ve merkezi planlamaya karşın, birçok kolhoz açısından grup mülkiyetinin geçerliliği, toplumsal çıkarlarla uyumlu hale getirilmiş olsa bile, grup çıkarlarının, en azından elverişli ortam bulduğunda çığrından çıkabilecek olmasının zeminini sağlamaktadır ki, bu çıkar farklılıklarının, uyum durumunda da, –henüz tarihe malolmamış bireysel, mülkiyetçi vb. alışkanlık ve önyargılar vb. göz önünde bulundurulduğunda– yine baştan çıkarıcı işlevsellikler kazanması ve belirli bir etkide bulunmasının kaçınılmazlığı anlaşılabilirdir. Denetim altındaki, yaygınlık ve etki alanı daraltılmış, kapitalizmi doğurması engellenmiş küçük üretim ve değişimin de, tamamen sıfırlanıncaya kadar, tehlike kaynağı olmaktan çıkmayacağı ortadadır.
Mülkiyet farklılıklarının varlığının, kapitalizmden çıkıp geldiği haliyle komünist toplumun ilk evresi (sosyalizm) bakımından bir anormalliği yoktur. Sorun, sosyalist inşanın ilerletilmesi, kapitalizmin bu zorunlu mirasının giderilmesi yönünde sürekli çaba içinde olunmasıyla çözülecek türdendir. Ancak önemli olan odur ki, sınıf mücadelesinin sürdürülmesini zorunlu kılan ve giderilme konusu olan kapitalizmin kalıntıları vardır; ve Kruşçev’le birlikte başlayan, Gorbaçov’un noktasını koyduğu grup mülkiyetiyle bireysel mülkiyetin önünü açıp devlet mülkiyeti aleyhine bunları güçlendiren liberal “reformlar”ın yıkıcılığı düşünüldüğünde, bu kalıntılar karşısındaki tutum tayin edicidir. Sosyalizmin pekiştirilmesi ve kapitalizmin bütünüyle tasfiye edilmesine yönelik sınıf mücadelesi sürdürülmediğinde, kapitalizmden komünizme geçiş döneminden, henüz tamamen kurulmamış komünizmden (ilk evresinden) yeniden kapitalizme geçişe, kapitalizmin restorasyonu dönemine dönülecektir.
Üretim ilişkilerin ötesinde bölüşüm ve ona yön veren değişim ilişkileri bakımından sınıf mücadelesinin sürdürülmesi yine temel önemdedir.
Komünizmin ilk evresi, “emeğe göre” ilkesiyle karakterize olur. Üretici güçlerin görece geriliği ve kaynakların henüz yeterince harekete geçirilemediği, “bireylerin işbölümüne ve onunla birlikte kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişkiye kölece boyun eğişleri sona erdiği zaman; emek, sadece bir geçim aracı değil, ama kendisi birinci hayati gereksinme haline geldiği zaman; bireylerin çeşitli biçimde gelişmeleriyle, üretici güçler de arttığı ve bütün kolektif zenginlik kaynakları gürül gürül fışkırdığı zaman” (Age, sf. 31) öncesinde, “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” komünist ilkesinin işlevselleşemeyeceği bilinir. Ama bu, henüz burjuva hukukunun sınırlı ufkunun aşılamadığı ve ne denli denetim altına alınırsa alınsın, burjuva emek-değer ilkesinin geçerli kalmaya devam ettiği anlamına gelir.
İşçi, genel olarak emekçi, devlet ya da kolektif bir başka işletmede çalışmakta ve harcadığı emeğine göre ücret almaktadır. Marx şöyle der:
“Besbelli ki burada uygulanan ilke, eşit değerler değişimi olduğu ölçüde, meta değişimine hükmeden ilkenin aynıdır. Esas ve biçim değişiktir; çünkü koşullar değişik olduğundan, kimse emeğinden başka bir şey sunmadığı gibi, bireyin mülkiyetine bireysel tüketim maddelerinden başka hiçbir şey geçmez. Ama birey olarak ele alınan üreticiler arasında bu maddelerin paylaşılması konusunda egemen ilke, eşdeğer metaların değişimine hükmeden ilkeden farksızdır: bir biçimdeki aynı miktar emek, başka bir biçimdeki aynı miktar emekle değişilmektedir.
“Demek ki, burada da, eşit hak, ilke olarak, ilke ile pratik çelişmemekle birlikte, burjuva hukukundan başka bir şey değildir, oysa bugün eşdeğerler arasındaki değişim metalarda ancak ortalama olarak mevcuttur ve bireysel durumlarda söz konusu değildir.
“Ama bu ilerlemeye karşın, eşit hak, hala burjuva sınırlar içinde kalmaktadır. Üreticinin hakkı, sunmuş olduğu emekle orantılıdır; buradaki eşitlik, emeğin ortak ölçü birimi olarak kullanılmasından ibarettir.” (Age, sf. 29-30)
Emek-değer ilkesi, meta değişimine yön veren temel ilkedir. Ve burjuvazi tasfiye edilmiş olsa bile, sosyalizmin henüz aşamadığı ilke durumundadır. Bu demektir ki, kapitalist ilişkilerin genel yasası olan emek-değer yasası, burjuvazinin tasfiyesiyle, artı-değer yasası mezara gömülmüş olmakla birlikte, henüz sosyalizmde geçerli kalmayı sürdürmektedir ve “emeğe göre” bölüşüm üzerinden, herkesin toplumdan ihtiyacı kadarını alabileceği koşullar yaratılıncaya kadar, “ilk evre”yi de etkisi altında tutmaktadır. Kuşkusuz, yönetmemektedir; yönetici yasa olması, meta değişimine esasta son verilmesi ve emek sömürüsünün önlenmesiyle kaldırılmıştır. Ancak, etkisini, yalnızca emeğe-göre bölüşüm ilkesi dolayısıyla, ücretlendirme sisteminin sürüyor olması üzerinden değil, ama, proletarya diktatörlüğü ve merkezi planlama tarafından denetim altına alınıp etkisi sınırlandırılsa bile, her ne kadar kolektivizme ve emekçilerin çıkarlarına dayanıyor olsalar da, grup mülkiyeti işletmelerinin ürünlerinin devlet mülkiyeti işletmelerinin ürünleriyle değişimi üzerinde de gösterir. Bireysel küçük üretim ve değişim açısından ise, bu, tamamen geçerlidir. Ürünler ne miktar emek karşılığı oldukları gözetilmeden değiştirilemez, plan da bunu gözetmeden “çala kalem” yapılamaz.
Üstelik emek-değer yasası, ücret farklılıklarına yön vermekle kalmaz; işgücünün yenilenmesi açısından ayrılan emek-fonlarının yanında, genişleyen sosyalist üretim için zorunlu yatırım fonlarının miktarı ve kullanılışını da etkiler. Henüz kaynak ve ürünler “ihtiyaca göre” değerlendirilememekte, ama değerler üretimi ve bölüşümü, maliyet muhasebesi vb. gibi bu yasanın zorunlu sonuçlarıyla birlikte, onun etkisi altında şekillenmekte, merkezi plan da bu koşulları yansıtmazlık edememektedir. Egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya, bu etkinin sınırlandırılmasını örgütlemeyi sürekli kılmak zorundadır. Ancak, bu yasanın hâlâ etkili olabildiği koşulların, özellikle sınırlandırılma işi aksatıldığında, artı-değer üretiminin yeniden doğabileceği koşullara dönüşebileceği kuşkusuzdur.
Üçüncü olarak, yönetenlerle yönetilenler arasında farklılıkların devam etmesi ve giderilmesinin, yalnızca cahilliğin ortadan kaldırılmasına yönelik eğitimle değil ama geriliği nesnel olarak koşullayan üretici güçlerin gelişmesine bağlı olarak sağlanabilecek oluşunun sözünü etmek gerekir. İstendiği kadar önü kesilsin ve yönetim işlerinin, basit kayıt işlerine basitleştirilerek, işçiler tarafından kitlesel biçimde üstlenilmesinin önü açılsın, buradan bürokrasi fışkırmaması olanaksızdır. Sorun, bürokrasi ve bürokratizmin sürekli mücadele konusu edilmesinde belirir. Bu mücadelede tutuklukların, nesnel zemini olan bürokrasi eğilimlerini besleyeceği, her gün her saat engellenmeyen bürokrasi eğilimlerinin kabaracağı kesindir.
Örnekleri verilenler, sosyalizmde kapitalizmin belli başlı unsurları ya da kalıntılarını oluştururlar. Ancak sosyalist ilişkilerin hız verdiği üretici güçlerin gelişmesine bağlı olarak ve sınıf mücadelesinin konusu edilerek sınırlandırılır, etkileri azaltılır ve sonuçta tümüyle giderilmeleri mümkün olabilir.
Öyleyse, proletarya diktatörlüğünün başlıca işlevi, kapitalizmin kalıntılarına karşı mücadelenin örgütlenmesi ve üzerlerinden yeniden kapitalizmin yeşermesinin önlenmesi, askeri amaçlarla olduğu kadar, buna yönelik dış her türden müdahale ve destekleri etkisiz kılmaktır. Bu mücadele, kuşkusuz yalnızca iktisadi alanda değil, bütün alanlarda sürdürülmek durumundadır.
İlk tecrübesi yaşanan ve önceki bir deneyden yararlanma olanağı olmayan bu mücadelenin kazanılamadığı ve Rusya’da kapitalizmin restore edildiği biliniyor.
Kruşçev, 2. Dünya Savaşı’nın yolaçtığı tahribatların kolaylaştırdığı koşullarda, henüz tamamıyla silinip atılamamış kapitalizmin kalıntıları üzerine oturarak ve ilk işi olarak bunların önünü açmak üzere, uzun süre yüzünü gizlemeyi başararak işbaşına geldi. Brejnev, kapitalizmin restorasyonunu sürdürdü; Gorbaçov ise, kapitalizme tam dönüşü gerçekleştirdi.
KAPİTALİZMİN KALINTILARI VE MODERN REVİZYONİZM
Bernstein’in Kautsky ve hempalarıyla, sonradan tamamen burjuvaziye iltihak eden Noske türünden sosyal faşistlere ilham olan revizyonizminden sonra, Marksizmin ikinci topyekun revizyonu Kruşçev tarafından başlatıldı. Dayanakları, kuşkusuz, kapitalizmin kalıntılarıyla bunlar tarafından baştan çıkarılmış, ideolojik olarak yozlaşma halinde, parti ve devlet yönetiminin bürokratlaşmış unsurlarıydı. Bunlardan güç alarak ve uluslararası burjuvazi ve emperyalizm tarafından desteklenerek, Kruşçev ve ekibi, Bolşevik Partisi 20.Kongresi’nde (1956) yönetimi ele geçirerek, kapitalizmin unsurlarının sınırlandırılması ve tasfiyesi mücadelesini durdurdu ve tersine çevirdi. Önü açılan kapitalizmin unsurları örgütlendirildiler ve sosyalizmin kazanımlarını yok etmeye giriştiler. Kapitalizmden sosyalizme geçiş dönemi kapitalizmin restorasyonu dönemine dönüştü, geçiş dönemi devleti, artık restorasyonun devleti haline getirildi, kapitalist unsurlar egemenliklerini örgütlediler. Devlet mülkiyeti ve merkezi planlamadan, grup mülkiyeti ve giderek işletmelerin fiilen kendi üretim miktarları vb. üzerine kararlar almasına ve piyasanın (değer yasasının) biçimsel plan kabuğu içinde belirleyici hale gelmesine ilerleyen süreç işledi, bölüşüm tamamen bozuldu. Halkın ihtiyaçlarını karşılamayı esas alan üretimden, yeniden kâr için üretime, artı-değer üretimine geçildi. Zenginlik kaynakları kapitalist unsurların kontrolünde birikmeye başladı. Sosyalist biçimlerin korunmaya devam etmesi, görünüşte planlama, kapitalist unsurlar tarafından ele geçirilmesine rağmen kolektif mülkiyet biçimleri, adı komünist olan parti ve merkezi devlet iktidarının vb. sürmesi, ülke içi ve dışında komünistlerin gözünü kararttı; çok sayıda komünist ve devrimcinin, kapitalizmin restorasyonu ve onun önünü açan modern revizyonizmi, “hataları olan sosyalizm” olarak algılamalarına ve karşı tutum geliştirememelerine dayanaklık etti. Bu durum, Gorbaçov’un açıktan kapitalizm ilanına kadar, azalarak da olsa sürdü.
“REEL SOSYALİZM” SAFSATASI
Başlangıçta, bu yanılsamalı düşünme biçimini; uygulamalarının, bilimsel sosyalizm olan Marksizmden uzaklığının, Marksist teori ile kapitalizmin önünü açan ve destekleyen revizyonist pratik arasındaki açının gitgide büyüyerek karşıtlığının her geçen gün daha çok görünür olmasının aldatıcı açıklaması olarak, iktidara oturan modern revizyonizm ortaya atıp teşvik etti. Marksist teoriye, evet bağlıydılar, ama nesnel pratik zorunluluklar vardı ve “sosyalizm”, pratikte, teoride ortaya konulmuş “idealler”den farklılıklar taşıyarak, kaçınılmazlıkla, “reel sosyalizm” olarak biçimlenmek durumundaydı! “Reel” ya da “varolan” “sosyalizm”in, nesnel gerçek olarak “yaşayan” sosyalizmin, teoride ileri sürülmüş düşüncelerle tam çakışması beklenemezdi!
Bu tez, bir kez ortaya atılıp yerleştikten sonra, modern revizyonizme eleştiriler yönelten, ama ondan kopmamış, tersine derin etkisi altında bulunan kişi ve gruplar tarafından da devralınıp savunuldu. Bu kez, SSCB’de varolan “hatalara sahip sosyalizm”in yarı açıklaması yarı eleştirisinin dayanağı kılındı. Revizyonist uygulamanın bazı sapkınlıkları görülüyor, eleştiri konusu ediliyor, ancak revizyonizmin burjuva niteliği kavranamayarak, bu sapkınlıklar “sosyalizm”e mal ediliyor, ve bilimsel sosyalizm ile revizyonist uygulama arasındaki farklılık, “reel sosyalizm” teziyle izah ediliyordu.
Bu temelde, revizyonizmle göbek bağlarına sahip çok sayıda fikir ve akım gelişti.
Geçiş dönemi olarak proletarya diktatörlüğünü, onu karakterize eden kapitalizmle komünizm arasındaki amansız sınıf mücadelesini, ya kapitalizmin tüm unsurlarıyla tasfiyesi yolunda ilerleneceği ya da kapitalizmin restorasyonunun kaçınılmaz olduğunu kavrayamayan ve Kruşçev’in uygulamaya koyduğu liberal “reformların (Liberman reformları) SSCB’nin ve devletin sınıf niteliğini değiştiren süreci başlattığını, giderek sosyalizmin kazanımlarını tüketerek, yalnızca biçimsel bir “kabuk”a dönüştürdüğünü, revizyonizmin ileri sürdüğü anti-Marksist görüş ve tezlerin sosyalizm düşmanı ideolojik siyasal yaşamı örgütlediği ve yansıttığını, sonuçta sosyalizmin yerini devlet kapitalizminin, proletarya diktatörlüğünün yerini ise revizyonist burjuva diktatörlüğünün altığını anlayamayan, Marksizme yönelik modern revizyonist tahribatının altında ezilen kişi ve gruplar, bu tahribatın bir parçası oldular.
Kruşçev’le birlikte devlet ve toplumun sınıf niteliğindeki keskin farklılaşmayı göremeyenler, Ekim Devrim’inden Gorbaçov’un ve SSCB’nin son günlerine kadar, tüm gelişmeyi tek bir sosyalist süreç olarak ele aldılar ve “reel sosyalizm” teziyle açıklayarak, eleştirilerini sosyalizme yönelttiler. Doğal ki, ileri sürdükleri görüşler, Troçki’nin, Buharin’in vb. tezleriyle birleşti. Uluslararası burjuvazinin “zayıf halka” olarak belirleyerek, “mızrağın sivri ucu”nu yönelttiği Stalinizmi, “hata” ve “kötülükler”in kaynağı olarak, eleştirdikleri zemin haline getirdiler. Onlara göre, Stalin’i suçlamasına karşın Kruşçev, ardından Brejnev vb. tümü “Stalinistler”di. Kruşçev’in SBKP 20. Kongresi’nde açtığı anti-Stalinist kampanyadan da etkilenerek, emperyalist istihbarat örgütleriyle zamanında Troçki tarafından ileri sürülmüş düzmeceleri benimsemekte sakınca görmediler. Burjuvazi ile işçi sınıfı, kapitalizm ile sosyalizm arasındaki farkı yakalayamayanların, Kruşçev ve Brejnev’le Stalin arasında fark bulamamalarında şaşılacak şey yoktu. Revizyonizmin geliştirip dayandığı bürokratik yozlaşmaların tanıklığında, Troçki’den feyz alıp, “Stalin bürokratizmi”ni eleştirmeye yöneldiler. Troçki, “Stalin bürokrasisi”ni suçluyor ama “işçi devleti”nden, “sosyalist toplum”dan söz açıyordu; “reel sosyalizm”ciler de benzer görüşler savundular. Hem sosyalizm ve proletarya diktatörlüğü hem bürokrasinin egemenliği! Zıtlığı önce görmediler, sonra görmemek ve üstünü örtmek işlerine geldi.
Buradan, yenilgi ruh haliyle, “nasıl” bir “sosyalizm” gerektiğinin yanıtlarını aramaya başladılar! “Reel sosyalizm” ile Marksizm arasındaki “açı”yı kendi kavillerince kapatmaya giriştiler. Bürokratizm saptaması üzerinden, sosyalizmi “demokratikleştirme”ye yöneldiler. Burjuva “politik çoğulculuk”unu, parti içinde hiziplerin gerekliliğini savunup, “tek parti diktatörlüğü”ne vb., ardından doğrudan proletarya diktatörlüğüne karşı çıkmaya vardılar. Sosyalist üretim ilişkilerini, teoride, piyasayla bağdaştırmaya uğraştılar. Çekoslovakya ve Afganistan müdahalelerini, Asya ve Afrika’ya yayılmacılığı bile savundular. Aynı tezin savunucularından kimileri, daha ileri giderek, anarşizmden ödünç aldıkları fikirlerle, devletin bir sınıfın bir başka sınıf üzerinde baskı aracı olduğunu ve olmasının kaçınılmazlığını görmezden gelerek, sınıflarüstü “özgürlükçü” burjuva demokratizmi bakış açısıyla, özgürlüklerle çeliştiğini, zaten SSCB’de bireysel özgürlüklerin dert edinilmediğini ileri sürerek, proletarya diktatörlüğünü “yanlışlık” ilan ettiler, iktidar fikrini, devlet olarak proletarya diktatörlüğünü ve ona dayanarak sosyalizmin inşasını, devletçiliği eleştirdiler. Eleştirileri, siyasal-düşünsel zemini aşamadı, altyapıda, üretim ilişkileri vb. bakımından zaten sorun yoktu; sosyalizm geçerliydi! Sorgulayıp saldırdıkları, kuşkusuz, bilimsel sosyalizmdi, Marksizmdi.
Burjuvazi ile işçi sınıfı ve davasını, kapitalizmle sosyalizmi ayırt etme yeteneğinde olmayan “reel sosyalizm” tezi bugün hâlâ işlenip savunuluyor. Hareket noktası olarak tutarsızlığı; teori ile pratiği birbirinden koparması, Marksizmi, işçi sınıfının devrimci pratiğiyle, sosyalizm pratiğiyle ilişkisizlendirmesi ve onu, kurgusal fikirler yığını olarak, tıpkı idealist burjuva filozoflarında olduğu gibi, “mutlak hakikatler” peşinde bir felsefe sistemine indirgemesi, Marksizmin tüm öğreti ve tezlerinin, kuşkusuz bilimsel çalışmaya bağlı olarak, ama doğa ve toplum bilimlerindeki gelişmelerin yanı sıra, işçi sınıfının pratiği içinde geliştirildiğini, ancak böyle gelişip zenginleşeceğini anlamamasıdır. “Reel sosyalizm” tezine göre, Marksizm, düşünce birikimi olarak, ayrı bir yerde durmaktadır, “varolan” sosyalizm ise başka bir yerde. Ve kendi yolundan gelişmektedir. Ya da hem Marksizm Kant’ın “kendinde şeyi” olarak düşüncede vardır, hem de, bu tez sahiplerinin Kant’a katkısı olarak, “reel sosyalizm” “kendinde şey” olarak pratikte! Oysa, birisi işçi sınıfının dünya görüşü ve eylem kılavuzu, diğeri eylemidir ve kopmazca birbirlerine bağlıdırlar; Marksizm, işçi sınıfının eyleminden gelişip zenginleşir ve onu besler, ona yolgösterir.
Aslında, bu “reel sosyalizmi” “sosyalizm” yapan kendine özgü ayrı bir yolu olmalıdır! Burjuva revizyonist yol.
“Reel sosyalizm” tezini ileri sürenler, gerçekte, bunun peşindedirler ve bugün vardıkları “nasıl bir sosyalizm” arayışlarında, Marksizmin yerine koyacakları bu anti-Marksist burjuva sosyalizm türüne ulaşmaya çalışmaktadırlar. Bu arayışın burjuva demokratizminin ufkuyla sınırlı olduğu bir gerçektir.
MARKSİZM; SINIFIN EYLEMİNDE GELİŞEN, KURGUSAL OLMAYAN BİLİMSEL SOSYALİZMDİR
Marksizm, henüz ilk yaratıcılarının ellerinde, sınıf-dışı ve bilimsel olmayan kurgucu sosyalizmin, dünyaya, kapitalizmin eleştirisinden hareketle, ancak maddi gerçeklerden, en başta emek-sermaye karşıtlığı ve işçi sınıfının dönüştürücü gücünden, dayanağını bu güçte bulmaktan uzak, doğrudan düşüncenin ürünü “hakikatler”den, iyi niyetli ya da çok bilmişlerin ortaya attığı dayanaksız fikirlerden yola çıkarak yeni bir toplumsal düzen verme yönelimlerinin karşısında zafer kazanmıştı. Daha 1831 Lyon Ayaklanması’ndan başlayarak, işçi sınıfının, kendisini başlıca kapitalizm karşıtı güç olarak ortaya koyuşu, 1848-49 Devrimleri ve en son 1871 Paris Komünü, kurgucu sosyalizmi, –sınıflar ve sınıf mücadelesini, kuşkusuz işçi sınıfının eylemini dayanak edinmeyen– idealist tarih anlayışını çöküşe götürmüştü. Marx ve Engels, ütopik sosyalizmin dayanaksızlığını ve kapitalizme alternatif oluşturamayışını kaydeder ve örneğin Dühring’in kurmaca “sosyalizmi”ni püskürtürken, tamamen bilimsel araştırma ve çalışmalarıyla, bu çalışmalarının işçi sınıfının eylemi içinde sınanmasını esas almış, öğretilerini, sınıfın eyleminin ortaya koydukları üzerinden geliştirmişlerdir.
Marksist devlet öğretisinin geliştirilişi, iyi bir örnektir. Önceki toplumların tarihsel gelişiminin incelenmesi içinde toplumsal gelişme yasalarının çözümlenmesi, tarihin materyalist yorumunun geliştirilmesi, kuşkusuz Marx ve Engels’in temel bilimsel bir buluşu olarak büyük emek gerektirmiştir. Burjuva bilim adamları tarafından tanımlanan sınıflar ve sınıf mücadelesi gerçeğinin tam bir açıklaması Marx ve Engels tarafından yapılmış; sınıfların varlığının, tamamen üretimin tarihsel gelişme evrelerine bağlı olduğu düşüncesini, materyalist tarih anlayışıyla, onlar geliştirmişlerdir. Kurmaca, hayalci sosyalizm düşüncelerinin belinin kırılması buradan başlamıştır. Bir kez ulaştıktan sonra politik ekonomi incelemelerine kılavuzluk etmiş olan genel sonucu Marx, “kısaca şöyle formüle edilebilir” diyerek anlatmıştır:
“Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.” (Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Önsöz, sf. 25)
Devrim fikri, yine, genel bir sonuç olarak, doğrudan buradan çıkmıştır. Marx, özetine kaldığı yerden devam ederek, şunları yazmıştır:
“Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üst yapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder.” (Age, sf. 26)
Toplumların üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çatışma üzerinden geliştiği, üretici güçlerin gelişme düzeyiyle belirlenen üretimin tarihsel gelişme evrelerinde, insanların belirli üretim ilişkileriyle aralarında ilişkilendikleri ve üretim araçları (mülkiyeti) karşısındaki konumlarına bağlı olarak –mülk sahibi olan ve olmayan olarak temel bölünmeleriyle, çıkarları birbirlerine karşıt– belirli sınıflara bölündükleri ve aralarındaki çatışmanın, toplumu hareket ettiren başlıca dinamik olduğu, belirli üretim (mülkiyet) ilişkileri, yeni üretici güçlerin gelişmesini engellemeye başladığında toplumsal devrimin gerekli ve kaçınılmaz hale geldiği saptandıktan sonra, devlet sorununa açıklama getirmek tamamen mümkün olmuştur.
Öncelikle, bilince, belirli toplumsal bilinç şekillerine denk düşen siyasi üstyapıya öncelik veren devlet anlayışı eleştirilip dışlanmıştır: “…devlet topluma dışarıdan dayatılmış bir güç değildir; Hegel’in ileri sürdüğü gibi, ‘ahlak fikrinin gerçekliği’, ‘aklın imgesi ve gerçekliği’ de değildir.” (Engels; Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, sf. 175) Siyasal üst yapı olarak devlet, Marx’ın “Önsöz”de belirttiği gibi, üretim ilişkilerinin tümünden oluşan toplumun iktisadi yapısı üzerinde şekillenir. Ama toplumlar üretici güçlerle üretim ilişkilerinin çatışması ya da onun sosyal görünümü olarak uzlaşmaz sınıf karşıtlıkları üzerine kuruludur. Ve Engels formüle eder: “Devlet, daha çok, toplumun gelişmesinin belirli bir aşamasındaki bir ürünüdür; bu, toplumun önlemekte yetersiz bulunduğu uzlaşmaz karşıtlıklar biçiminde bölündüğünden, kendi kendisiyle çözülmez bir çelişki içine girdiğinin itirafıdır. Ama karşıtların, karşıt iktisadi çıkarlara sahip sınıfların, kendilerini ve toplumu kısır bir savaşın içinde eritip bitirmemeleri için, görünüşte toplumun üstünde yer alan, çatışmayı hafifletmesi, ‘düzen’ sınırları içinde tutması gereken bir güç gereksinmesi kendini kabul ettirir; işte toplumdan doğan, ama onun üstünde yer alan ve gitgide ona yabancılaşan bu güç, devlettir.” (Agy.)
Formüle edilen düşünce nettir: “Devlet uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının ürünü ve belirtisidir.” Marx’ın, kendisinden hem önce hem de sonra, en çok çarpıtılan öğretilerinden önde gelenlerinden biri budur. Ve aynı zamanda, sınıfların varlığı ve mücadelesinin kabul edilmesinin yetmediğini, yine en başta devlet öğretisine yönelik çarpıtmalar göstermektedir. Biçimi değişse de, özü aynı kalan belli başlı çarpıtma, devletin sınıfların “uzlaşma organı” varsayılmasıdır. Oysa uzlaşma organı olmak bir yana, devlet, uzlaşmaz karşıtlığın üzerine oturduğu gibi, kendi düzenlerinin devamını sağlamak üzere uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarını hafifletme uğraşındaki mülkiyet sahibi sınıfların devleti olarak, sömürülen sınıflar üzerinde baskı ve zor aracıdır. Ama bu, toplumların ve kapitalist toplumun bilimsel incelenmesinden çıkarılan ve toplumlara uygulanan tarihsel materyalist yorumun ürünü olarak, henüz sorunun “abc”sidir.
Evet, “artı-değer”in bulunuşuyla kapitalizmin nasıl bir uzlaşmaz karşıtlık üzerine kurulu olduğu açıklanmıştır, uzlaşmaz karşıtlıkların ürünü devlet, burjuva devlet olarak burjuvazinin işçi sınıfı üzerinde baskı aracıdır ve komünist devrim zorunludur. Ancak, Marx ve Engels, Kasım 1847’de, henüz 1848 devrimlerinden önce yayımlanan “Komünist Manifesto”da, komünizmin asli sahibi olan işçilere, düşüncede geliştirilmiş “mutlak hakikatler” dikte etmez, devlet ve devrim üzerine, ancak bilimsel olarak söyleyebileceklerini söyler, “çok bilmişlik” etmez ve ötesini işçi hareketinin yol göstericiliğine, işçilerin ellerine bırakırlar:
“Proletaryanın gelişmesinin genel evrelerini çizerek mevcut toplumun içindeki az ya da çok gizli iç savaşı, açık bir devrimin patlak verdiği ve burjuvazinin zorla devrilerek proletaryanın kendi egemenliğini kurduğu noktaya kadar izledik.” (sf. 60, Evrensel Basım Yayın) ve,
“Yukarıda gördük ki, işçi devriminde atılacak ilk adım, proletaryanın egemen sınıf konumuna yükselmesidir, demokrasinin mücadeleyle kazanılmasıdır.
“Proletarya, kendi siyasal egemenliğini, tüm sermayenin adım adım burjuvazinin elinden koparılmasına, tüm üretim araçlarının devletin elinde, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın elinde yoğunlaştırmasına ve üretici güçleri büyüklüğünün olabildiğince hızla artırılmasına kullanacaktır.” (Age, sf. 71)
Manifesto’da, henüz yalnızca, “burjuvazinin zorla devrilmesi” olarak şiddete dayalı devrim, “proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesi” ve “egemenliğini sosyalizmin kuruluşu için kullanması” fikirleri vardır. Henüz, burjuva devlet aygıtının ne olacağı, bir başka aygıtla değiştirilip değiştirilmeyeceği, değiştirilecekse, yerine ne konulacağı sorularının yanıtları verilmemiş, ya da, tamamen soyut olarak, ve aslında, sorunları koyarak, ama çözüm yollarını göstermeyerek verilmiş, yalnızca “proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesi” ve “siyasal egemenliği”nin zorunluluğundan söz etmekle yetinilmiştir. Söylenen; devlete ve sosyalist devrime uygulanan sınıf mücadelesi öğretisinin izin verdikleridir: Burjuva egemenliği, ancak, kendisini, egemen sınıf konumuna yükseltmek zorundaki proletarya tarafından ve zorla devrilebilir, ve bu, bir işçi devriminde atılacak ilk adımdır. Lenin, Marx’ın kurguculuktan bütünüyle uzak ve bilimsel tutumunu, “Proletaryanın bir egemen sınıf olarak örgütlenmesinin hangi somut biçimleri alabileceği, bu örgütlenmenin, demokrasinin en tam, en tutarlı fethiyle hangi belirli biçimde uyuşabileceği sorusuna yanıtı, Marx, ütopyaya düşmeden, yığın hareketi deneyinden bekliyordu.” (Devlet ve İhtilal, sf. 49) diyerek açıkladı.
Fransa’da Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire hükümet darbesiyle nihayetlenen, kıta çapına yayılmış 1848 Devrimleri deneyi üzerinden, Marx, açıkça formüle ettiği “proletarya diktatörlüğü”nü de kapsayan devlet öğretisini geliştirmeye girişir.
Önce “18. Brumaire”de burjuva devlet makinasının kırılması gereğini ortaya koyar:
“Devrim, ilk önce yetkinleştiriyor; parlamenter iktidarı, sonradan devirebilmek üzere. Bir kez bu ereğe varıldıktan sonra, yürütme gücünü yetkinleştiriyor, onu en yalın ifadesine indirgiyor, onu tecrit ediyor, bütün tahrip kuvvetlerini onun üzerinde toplayabilmek için bütün kendi kusurlarını ona yöneltiyor…
“Askeri ve bürokratik muazzam örgütü ile, karmaşık ve yapma devlet mekanizması ile, yarım milyon insandan bir memurlar ordusu ve bir ikinci beş yüz bin askerlik ordusu ile, bu yürütme gücü, Fransız toplumunun bütün bedenini bir zar gibi saran ve bütün deliklerini tıkayan bu korkunç asalak yapı, mutlak krallık döneminde, devrilmesine yardım ettiği feodalitenin sona erişinde meydana geldi… birinci Fransız Devrimi, zorunlu olarak mutlak krallık tarafından başlatılan işi, hükümet iktidarının merkezileşmesi, ama aynı zamanda genişliği, özel nitelikleri, ve aygıtı işini zorunlu olarak geliştirecekti. Napeleon, bu devlet mekanizmasının yetkinleşmesi işini tamamladı… Sonunda, parlamenter cumhuriyet, kendini devrime karşı savaşımında baskı önlemleri ile hükümet iktidarının eylem olanaklarını ve merkezileşmesini kuvvetlendirmek zorunda gördü. Bütün siyasal devrimler (burjuva devrimleri- K.Y), bu makinayı kıracakları yerde, yetkinleştirmekten başka iş yapmadılar. Ardarda iktidar uğruna savaşan partiler, bu muazzam devlet yapısını ele geçirmeyi, kazananın en birinci ganimeti saydılar.” (sf. 129-130)
Burjuva devrimleri sürekli ordu ve memurlar ordusundan (bürokrasi) oluşan devlet aygıtını, kıracak yerde, sürekli olarak yetkinleştirmişlerdir. Oysa, kuşkusuz, onu kırmak gerekirdi. Ve Marx, burjuvazinin en tam devlet biçimi olarak parlamentarizmin, devrimin, bütün tahrip kuvvetlerini onun üzerinde toplayabilmesi için üzerine düşeni yaptığını ekler. Burada, Komünist Manifesto’da söylenmeyen söylenmiş, “egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya”nın, mevcut burjuva devlet makinasını devralıp kullanamayacağı, ama onu kırıp parçalamak zorunda olduğu açıklanmıştır. Lenin, “Marx bu sorunu 1852’de koyar ve çözer. Ve, kendi diyalektik materyalizm felsefesine bağlı kalarak, 1848-51 büyük devrim yıllarının tarihsel deneyimine dayanır. Bu temel üzerinde, Marx’ın öğretisi, her zaman olduğu gibi, yaşanmış deneyin, derin bir felsefi görüş ve geniş bir tarih bilgisiyle aydınlanmış bir bilançosunu çıkarır.” (Devlet ve İhtilal, sf. 37) der.
18. Brumaire’i yazdığı 1852 yılında, Marx, Weydemeyer’e, önceden aktardığımız mektubunu da yazar ve “yeni olarak yaptığı şey”in özünün “proletarya diktatörlüğü”nün zorunluluğunu kanıtlamak olduğunu belirtir. Geriye, Paris Komünü deneyi üzerinden girişilecek –memurculuğun (bürokrasinin) kaldırılarak tüm görevlilerin seçimle gelmesi ve geri alınması, en yüksek işçi ücretinden fazla maaş almamaları, ucuz devlet, militarizme son verilmesi ve işçi ve emekçilerin silahlandırılması, parlamentarizmin lağvı ve yasama ile yürütmenin birleştirilmesi vb. gibi– ayrıntılı ve net sonuçları genelleyerek formüle etme işi kalır. Lenin, “Ereğine ulaşmamış da olsa, yığınların devrimci hareketinde Marx, çok önemli bir tarihsel deney, dünya proleter devriminde ileriye doğru kesin bir adım, yüzlerce program ve usyürütmeden çok daha önemli gerçek bir ilerleme görüyordu. Bu deneyi çözümlemek, ondan taktik dersler çıkarmak, teorisini sıkı bir eleştiriden geçirmek için ondan yararlanmak: Marx’ın kendisi için saptadığı görev, işte budur.” (Age, sf. 45)
Daha Komün günlerinde Marx, bu kez Kugelmann’a mektubunda şöyle yazar:
“Eğer benim Onsekizinci Brumaire’nin sön bölümüne bakarsan, Fransız Devrimi’nin gelecek girişiminin, önceki gibi artık, bürokratik-askeri mekanizmayı bir elden ötekine devretmek değil, onu parçalamak olduğunu ve bunun Kıta üzerindeki her gerçek halk devriminin başta gelen koşulu olduğunu belirttiğimi göreceksin. Bizim kahraman Parisli arkadaşlarımızın kalkıştıkları şey de işte budur.” (K. Marx-F. Engels, Seçme Mektuplar, sf. 57)
Ve Marx’la Engels, Komünist Manifesto’nun 1872 Almanca Baskısı’na Önsöz’lerinde işçi sınıfının devrimci pratiğinin teoriye yol gösterdiğini belirterek düzeltme yaparlar:
“Gerek büyük sanayiin son yirmi beş yıl içinde süren büyük gelişimi ve işçi sınıfının buna koşut ilerleyen parti örgütlenmesi karşısında, gerekse önce Şubat Devrimi ve daha fazlasıyla proletaryanın iki ay boyunca siyasal iktidarı elinde tuttuğu Paris Komünü karşısında, bugün bu program yer yer eskimiştir. Özellikle Paris Komünü, ‘işçi sınıfının hazır devlet aygıtını öylece ele geçirip onu kendi amaçları için işletemeyeceğini’ kanıtlamış bulunuyor.” (K. P. Manifestosu, sf. 29)
Marksizm ve öğretilerin gelişmesi, “reel sosyalizm” savunucularının, kıt akılla ileri sürdükleri “Marksizm başka ‘yaşanmış sosyalizm’ başka” kurgucu dayatmalarından bambaşka bir yol izlemiştir. Marxsizm, yaşanmış deneylerden ayrı durmamış, Marx, tersine, bu deneylerden sonuçlar çıkararak genelleştirmiş ve teori düzeyine yükseltmiştir. Öyleyse, “reel sosyalizm” yandaşlarının iddia ettikleri gibi, Marksizm ile “yaşanmış deney” ya da “reel sosyalizm” arasında bir uyumsuzluk ve ayrılık varsa, ki olduğu açıktır, doğru olan; ya Marksizmin bu deney üzerinden geliştirilmemesi kusurundan ya da deneyin sahteliği ve gericiliğinden, “sosyalizm” etiketi takılanın sosyalizm olmadığından söz etmek, olmalıdır. Marksizmin, önce Lenin ve ardından Stalin tarafından emperyalizm ve proleter devrimleri çağı ve sosyalist inşa koşullarında geliştirildiği kesindir. Buna itirazı olanlarla, başka makalelerde tartışırız. Ama Kruşçev ve peşinden gelenlerin Marksizmi geliştirmek bir yana, ona ihanet ettikleri ve “sosyalizm” olarak ileri sürülen “reel sosyalizm”in de, onların rayından çıkarıp kapitalizme yönelttikleri ve sonunda dönüştürdükleri “sosyalizm” olduğu, yine kesindir. Marksizm ile sosyalizm arasında Lenin ve Stalin döneminde bir kopukluk yoktur, ama Kruşçev ve ardından Marksizmle SSCB’de olup-bitenlerin tamamen karşıtlık oluşturduğu, en azından bugünden bakıldığında, SSCB’nin başına gelenler tarafından doğrulanmaktadır.
Sosyalizm, işçi sınıfının eylemi olarak, deneylerinden ders çıkarılarak Marksizmin geliştirildiği ve yine, SBKP 20. Kongresi’ne kadar, Marksizm tarafından yolu aydınlatılan, dolayısıyla pratiği ile Marksist teori arasında uyumsuzluk değil, uyum olan, hem kitapta ve hem de gerçekte yeri olup yaşanan, bildiğimiz, aynı ve tek sosyalizmdir. Ekim Devrimi tarafından yolu açılan bu sosyalizm, Marksizm düşmanı Kruşçev tarafından saldırıya uğramış, saldırı Brejnev ve Gorbaçov tarafından sürdürülmüş ve kapitalizm tarafından geçici bir yenilgiye uğratılmıştır. Gerisi, burjuva yutturmacasıdır.
Şimdi sıra, pahalıya patlamış da olsa, yeni elde edilen –kapitalist restorasyon türü– deneyler üzerinden, bu kez, yenilmez Ekim Devrimleri’ndedir. Dünyanın ezilen milyarlarının tek kurtuluş umudu olduğu kanıtlanmış olan Ekim Devrimi ve sosyalizmin yenilenmesinin önünü hiçbir güç kesemez. İşçi sınıfı ve köleleştiricisi, tüm ezilen halkları pençesine almış, kendi içinde dalaşması savaşlara varmış kapitalizmin çürümüşlüğü gerçektir. Sosyalizm de, bilimseldir ve geleceğin tek gerçeğidir.
Marksistlerin görevi, yeni Ekim Devrimlerinin hazırlanması ve bu kapsamda yenilenmiş teorik temelleriyle Marksizmin geliştirilip savunulması, işçi sınıfının eylem kılavuzu olarak yeniden işlevsel kılınması ve zaferinin üçüncü kez ilanı koşullarının yaratılmasıdır. Bunun koşulları, her zamankinden çok bugün vardır.