Hükümet ve sermaye medyası, Türkiye’nin gündemini “AB’ye girmek için tarih alınıp alınmayacağına” kilitleyip, dünyayı 17 Aralık etrafında döndürdükleri son 2-3 ay içinde, hem dünyada hem de Türkiye’yi de kapsayan bölgede çok önemli gelişmeler gerçekleşti. Elbette ki, burada sözü edilen “yeni gelişmeler” birden ortaya çıkmış değil. Tersine, bunlar, dün olan ve bölgeye emperyalizmin müdahalesine bağlı gelişmeler, ama bugün, bir yandan Bush’un seçimi kazanması, öte yandan Avrupa’nın giderek Bushçu Amerika’ya benzeme çabaları; ABD’nin, Türkiye’den beklediği desteği “istediği çabukluk ve düzeyde” elde edememesine tepkileri ve Türkiye üstüne yeni bir “Amerikan operasyonu” fikrini güçlendiren gelişmeler; bölgedeki gelişmelere, “yeni” diyebileceğimiz önemli unsurlar eklemiştir. (*)
– Irak direnişi, ABD’nin başlıca kentleri yeniden sokak sokak savaşarak zaptetmek zorunda kaldığı bir aşamaya ulaştı.
– ABD’de Bush’un seçimleri kazanması, bu ülkede, dünyanın her yerindeki Amerikancılar için, en gerici güçlerin zaferi olarak gerçekleşti. Ve ABD yönetimi, daha sert bir Bush’çuluk için hazırlıklarının sonuna geldi.
– Bush’un seçimleri kazanması, Ortadoğu’da ABD’nin daha saldırganlaşacağının işareti olurken, aynı zamanda, İran’a yönelik Amerikan saldırganlığını daha açık hale getirdi. İran’ın yanı sıra Suriye’ye yönelik tehditler de arttı.
– Arafat’ın ölmesi, bir yandan Filistin direnişini yeni bir yol ayrımına getirirken, öte yandan İsrail-ABD cephesine, Filistin’de kalıcı bir çözüm için adım atmak zorunda olduğunu daha iyi görmeye başlaması için bir fırsat sundu.
– Bölgenin en güçlü ve en önemli ülkesi Türkiye’ye ABD’nin biçtiği rol konusunda yeni bir krizin ipuçları ortaya çıktı. ABD’nin Fener Patrikhanesi’nin statüsü üstünden Türkiye’nin içişlerine açıkça müdahaleye varan girişimine, AKP Hükümeti’nin tepki göstermesi, Musul yakınlarında 5 Türk Özel Tim elemanının öldürülmesi ile birleşerek, Ankara-Washington ilişkilerinde “başa çuval geçirilen günleri” anımsatan bir kiriz eşiğine gelindiğinin işaretlerini verdi.
Elbette ki, ABD’nin Ortadoğu’ya ve Türkiye’ye müdahaleleri, bölge için amaçları bilinmez değil. Dahası, Irak’ın işgalinden sonra, kendisini, Ortadoğu’nun efendisi, bölgeyi ıslah edecek güç, Batı uygarlığının “seçilmiş koruyucusu” olarak gören ABD’nin, bölge ülkelerinin kiminin sırtını okşaması, kimisini “düşman”, “terörist” ilan etmesi de yeni değil. Ancak, bir yandan Bush’un yeniden seçilmesi sonrasında, bu saldırganlığın ideolojik biçimlenişi ve bölgedeki hedeflerini yenilme bakımından bu gelişmelerin önemli olduğu da bir gerçek. Bu yüzden de, bu yazı çerçevesinde; Bushçuluğun ideolojik dayanakları ve bu dayanakların bugünkü biçimlenişi ile, Türkiye-ABD ilişkileri ile bölgedeki hedefleri arasındaki bağlantının üstünde duracağız.
BUSH’UN SEÇİMİ KAZANMASININ ANLAMI
Bush’un 2 Kasım 2004’te yapılan seçimi rakibine fark atarak kazanmasını, Bushçular; Amerikan halkının Bush’un izlediği politika ve temsil ettiği radikal, Evangelist Hıristiyanlık tutumunu, ABD’nin “terörizme karşı mücadele” adı altında dünyanın her köşesine saldırılar düzenlemesi ve ülkeleri işgal etmesine onay verdiği biçiminde yorumladılar. Bunun, dünya kamuoyu ve özellikle de Avrupa’nın gerici güçleri için bir mesaj anlamı vardı, ama, asıl olarak, bu tutumun, dünya halkları bakımından anlamı, Bush yönetiminin saldırgan tutumunu daha da ileriye götüreceği idi. Çünkü Bushçular; önceki dönemde, Amerikan tekelci sermayesi ve gerici güç odaklarından tam destek almışlardı, ama halkın bu saldırgan emperyalist politikalara destek vermesi konusunda endişeliydiler. Bu yüzden de, bazı konularda ikircikli tutumlar aldılar; hatta Bush yönetiminin önde gelen simaları, kendi aralarında çatışmak durumunda kaldılar. Örneğin Colin Powell gibi; Bush’un ve Rumsfeld’in temsil ettiği değerlerle çelişen, zaman zaman onları engelleyen durumlar yaratan bir kişiye Dışişleri Bakanı olarak tahammül ettiler. Oysa şimdi, seçimle, bu türden tereddütlerini de geride bırakmış olarak sahneye çıkmaktadırlar. Nitekim, Bush ekibindeki “güvercin” Dışişleri Bakanı Powell’in yerine, Bush’un Ulusal Güvenlik Başdanışmanı “yarasa” Condoleezza Rice’ın, Bush takımının en fanatik kişisinin getirilmesi, yeni Bush döneminin dünyaya nasıl bir yazgı yazmaya hazırlandığının işareti olarak görülmelidir.
Amerikan seçimlerinde Bush ve adamları; “terörizm” adını verdikleri tehdidi, “Amerikan hayat tarzına karşı bir saldırı”, “Amerikan değerleri”ni tehdit eden uluslararası bir güç olarak tarif edip; kendilerini de, bu saldırıyı Amerikan topraklarına gelmeden önlemeye çalışan bir “seçilmiş kurtarıcılar ekibi” olarak sunmuşlardır.
Demokratlar ise, muhtemeldir ki, bu seçimi kazanmak da istemedikleri için, Kerry gibi bir kişiliksiz adayla Bush’a karşı yarışırken, politik tutum olarak da, mevcut politikaları, kendilerinin, Bush ve ekibinden daha etkin ve daha az masrafla gerçekleştireceklerini propaganda etmeyi öne çıkarmışlardır. Çünkü, Demokratlar da, “Amerikan hayat tarzını koruma” ve ona yönelen tehdidi yok etme dışında bir teze sahip olamamışlardır.
Hal böyle olunca; “terörizm” korkuluğu ile sindirilip, “tehdit” paranoyasına sürüklenmiş basit, orta sınıf Amerikalı için; dünyanın kaymağını yiyen Amerikan tekelci burjuvazisinin sofrasından fırlayan kemiklere sahip olamama korkusu, her endişenin önüne geçmiştir.
– Çünkü, Amerikan orta sınıfı için; “hayat tarzına saldırı” ve “Amerikan topraklarında güvenlik yokluğu”, içinden sayısız Hollywood filmi senaryosu çıkarılacak bir ana çerçeve oluşturmaktadır!
Burada en can alıcı sözcükler; “Amerikan hayat tarzı” ve “Tehdidi Amerikan toprakları dışında karşılamak”tır.
– Çünkü, Amerikan orta sınıfı, 1990 öncesindeki, yarım yüzyıllık dönemi kapsayan bütün bir soğuk savaş sürecindeki şartlanmalarını; “Amerikan hayat tarzına komünizmin yönelttiği tehdit”, “komünizm geliyor” paranoyası arkasında yaratılan ruh haline kolayca geri döndü. Çünkü; söylenen şey çok basitti, “herkesin bildiği” ve “yeniden kanıtlanmasına gerek olmayacak kadar bilinen” bir şeydi; sadece “komünizm”in yerine “terörizm” geçirilmişti.
Amerikan propagandasında en önemli yeri tutan “Amerikan hayat tarzı” denilen şey; sadece, sınırsız bir tüketme güdüsü ve bu güdünün verdiği saldırganlık, geri kalan dünyanın yanmasını umursamamak değildir. Elbette ki; temelde bu vardır; ama bu, aynı zamanda, Amerikalıların tanrı tarafından seçilmiş bir ulus olduğu; Amerikan çıkarlarının tüm diğer ulusların çıkarlarından önemli olduğu; bu çıkarların savunulması için her yolun mubah sayıldığı bir dünya görüşünü de içermektedir. Dolayısıyla bir “öz savunma”, en fazla “masum bir bencillik” ifade eder gibi görünen “Amerikan hayat tarzı” kavramı, bir yanıyla açık emperyalist saldırganlığa, bir yanıyla Anglosakson ırkçılığına, öteki yanıyla Evangelist mezhebinin meczup Şeriatçılığına karşılık gelen ögelerle iç içe geçmiş bir “hayat tarzı”nı belirtmektedir.
Uzaktan bir bakışla Hıristiyan Evangelist görüşlerin baskısının “Amerikan hayat tarzı” içindeki etkisi pek hissedilmezse de, bu hayat tarzı; günlük aşırı tüketim alışkanlıklarından dinin sosyal yaşamı belirlemesine; sosyal yaşamı taşranın, küçük fanatik cemaatler oluşturan “müminlerin” damgaladığı bir tür şeriatçılığın resmi eğitimi, bilimi, siyaseti baskı altına almasının mekanizmalarını oluşturan bir hayat tarzı olarak şekillenmiştir. Ve kendisini ayakta tutmak için, emperyalizm, bu Ortaçağ kalıntısı güçleri yardıma çağırmıştır.
Ortaçağı yaşamamış, ama gerçek bir Aydınlanma da yaşamamış olan Amerika, Aydınlanmanın Avrupa’dan sürdüğü bu gerici fikirler için de sığınak olmuş; bugün de bu Ortaçağ dünya görüşünü, kendi yeni dünyasının ideolojik dayanağı olduğu kadar, bu inancı, tipik bir Amerikan ideolojisi olan pragmatizmle birleştirerek, “Amerikan hayat tarzı”nın da bir dayanağı yaparak, bu radikal Hıristiyan Evangelist kitleyi sistemin kitlesel dayanağı da yapmayı amaçlamıştır. Tıpkı Hitler’in milliyetçi sosyalizmi ideolojik motif olarak kullanırken, işsizleri, en yoksulları ve gelecek endişesi içindeki geniş küçük burjuva yığınları politikasının kitlesel dayanağı yapması gibi.
Amerika ve Amerikan ulusunun “seçilmiş” olduğunu düşünen bu geniş kesim (Son Amerikan seçimleri sırasında yapılan araştırmalara göre, Amerikan seçmenlerinin yüzde 62’si, Amerika’nın “tanrı tarafından seçilmiş bir ülke”, Amerikan ulusunun da “seçilmiş bir ulus” olduğunu düşünmekteymiş!); elbette ki, bu toprakların “kafir”, inançsız, vahşi sürülerin ayağı altında kirlenmesini istemez. Yani Amerikan ordusunun onlarla savaşını da, bu seçilmiş topraklar dışında, (Amerikan toprakları dışında) başka ülkelerin sınırları içinde yapmasını uygun görür. Dolayısıyla bu yaklaşıma göre, Bush ve yandaşlarının; başka ülkelere müdahale ve o ülkeleri işgal etmesi, gayet normaldir. Aksi ise, Amerikan yaşam tarzı ve Amerikan ulusunun “seçilmiş bir ulus” olarak varolma hakkıyla çatışır! Bunu içindir ki, “bütün dünyanın nefretini kazanan en büyük Amerikalı” olan Bush, Amerikalı seçmenler tarafından “zafer” denilecek bir farkla seçilmiştir.
Bush’un iki seçimine bakıldığında, birinci seçimi, liberal Clinton’dan sonra, “muhafazakar”, pürüten Hıristiyan, Evangelist değerlerin seçimidir. Bush’un ikinci kez seçimi ise, bu değerlerin, emperyalist Amerika’nın çıkarları uğruna (Amerikan tekelci burjuvazisinin demek daha doğru) dünyanın kana bulanması, bir üçüncü dünya savaşı da dahil, her şeyin göze alınmasının arkasına konularak, Bush’un temsil ettiği saldırganlığın “referandum”a sunulmasıdır. Bu yüzdendir ki, ikinci Bush dönemi, birincisine göre daha saldırgan bir mevziden hareket edecektir demek bir yanılgı olmaz. Nitekim bunun ilk emareleri de, Irak’ta; Felluce’nin yerle bir edilmesinde, saldırganlığın bir soykırıma dönüştürülmesi boyutuna götürülmesinde; camiler, türbeler gibi İslam’ın kutsal mekanlarının topa tutulması ve Amerikan askerleri tarafından bu yapıların tahrip edilmesindeki pervasızlıkta görüldü.
AVRUPA KENDİ BUSH DÖNEMİNE GİRİYOR
Kuşkusuz ki; Ortaçağ değerlerine dönüş, bu değerlerin emperyalizmin dayanağı yapılarak, toplumsal yaşamda, bu türden dinci, ırkçı değerlerin itibarının yükselmesi gibi gelişmeler, ABD gibi dünya kapitalizmin baş patronu olan bir ülkede oluyorsa, sadece Amerika’ya özgü olarak kalamaz. Bütün diğer kapitalist ülkelerde de benzer eğilimlerin güç kazandığına tanıklık edilir.
Gerçekte de böyle olmaktadır.
11 Eylül sonrasında, kendi “demokratik normları” ve kişisel özgürlüklerinin sınırlarından endişeye düşen Avrupa’da; “iç güvenlik”, “terörizme karşı önlem” adına pek çok kişisel hak sınırlamaları gündeme gelmişti. Bu sınırlamalar, hava alanları başta olmak üzere, kalabalıkların bulunduğu mekanlarda polisiye önlemlerin artırılması biçiminden başlayarak, yasalardaki anti-demokratik uygulamalar ve iç güvenlik güçlerinin yetkilerinin artırılmasına, “yabancıların”, “göçmenlerin”, Müslümanların polis ve “sivil vatandaşlar” tarafından taciz edilmesine kadar uzanmıştı.
Dolayısıyla, 11 Eylül sonrasında Avrupa ülkelerinde, “muhafazakarlık”, “Hıristiyan demokratlık”, neo nazilik”, “yabancı düşmanlığı” gibi bilinen şer güçlerin harekete geçtiğine tanık olunmuştu. Ama Bush’un ikinci kez seçilmesi; sadece bu şer güçlerin nispeten güç kazanmasını değil, aynı zamanda, bu şer güçlerin Amerika’daki gibi, Hıristiyan değerlerini öne çıkaran bir kanala girdiklerini de göstermektedir. Bunu bazen şu ülkede bazen bu ülkede, şu ya da bu vesileyle ortaya çıkan tutumlarda değil, ama aynı zamanda, tüm Avrupa ülkelerinde; “yabancı düşmanlığı”, “neo nazizmin yükselişi”, “İslam karşıtlığı”, “Hıristiyan değerlerinin öne çıkarılması” olarak da görüyoruz. Dahası, dün bu “aşırılıklar”, neonaziler, neofaşistler, kimi küçük dini cemaatler tarafından temsil edilirken, bugün; Hıristiyan demokrat”, “muhafazakar” adı altında faaliyet gösteren, kimi ülkelerde iktidar, kimi ülkelerde ana muhalefet olan kitle partilerinde de bu eğilimlerin temsil edilmeye başlandığına tanık oluyoruz. Örneğin, Türkiye’nin AB’ye girmek için yaptığı girişimler karşısında, Avrupa, neredeyse ikiye bölünmüştür. Bir bölümü, Müslüman olan Türkiye’nin AB’ye alınmasını savunmuş, bir bölümü ise; Haçlı seferlerini, Viyana Kuşatmasını, tarihteki Müslüman-Hıristiyan çatışmasını “bugün de oluyor”, “yarın da olacak”mış gibi göstererek, Müslüman bir ülke olan Türkiye’nin, Hıristiyan uygarlığının bir merkezi olarak görünen AB’ye girmesine karşı çıkmışlardır. Üstelik bu karşı çıkış içinde olanlar, sadece küçük, marjinal uç partiler değil; Fransa, Almanya, İngiltere gibi Avrupa’nın en önemli ülkelerinin iktidar ya da iktidara aday partilerinin içinde yer aldığı siyasi mihraklar olmuştur. Yapılan kamuoyu yoklamalarında da, nüfusun yüzde 50’sinden çok fazlasının (hiçbir ülkede nüfusun çoğunluğu, Türkiye’nin AB’ye alınmasından yana değildir), Türkiye’nin AB’ye alınmasına karşı çıktığı görülmüştür. Ve dahası, genel olarak politikanın dışında kalmayı tercih eden Vatikan bile, sıcak tartışmaya katılarak; Müslüman Türkiye’nin Avrupa’da yeri olamayacağını öne sürmüştür.
İşin ilginci; Türkiye’nin AB’ye alınmasını isteyen sosyal demokratlar, sosyalistler, komünistler, yeşiller gibi “ilerici” partilerin Türkiye’nin AB’ye alınmasının gerekçeleri de; asla bir insanlık bütünleşmesi; ırkların, milliyetlerin, dinlerin böldüğü insanlığı yüksek insani değerler etrafında birleştirmek değildir. Tersine onlar da; emperyalist Avrupa’nın duyacağı silah gücü ihtiyacı, Ortadoğu ve İslam dünyası üstünde egemenlik kurmada Türkiye’nin önemli bir ülke olduğu gerekçesiyle Türkiye’nin AB’ye alınmasını savunmaktadırlar. (Aslına bakılırsa, Türkiye’nin bu açıdan önemini “Hıristiyan partiler” de kabul etmekte, ama “içimize almadan ayrıcalıklı ortak olalım” demektedirler.)
Yine Türkiye-AB tartışmaları içinde görülmüştür ki; Fransa, Avusturya gibi ülkeler; eğer Türkiye’nin AB’ye girişini öteki yollardan engelleyemezlerse, “referandum”a giderek engelleyeceklerini öne sürmüş; şimdiden bu doğrultuda karar almışlardır. Yani, referandum gibi demokratik bir araç; burada, halklar arasında düşmanlığı körüklemek, Avrupa’da Türk ve Müslüman düşmanlığını teşvik etmek için kullanılmak istenmektedir. Nitekim daha bugünden; din ve milliyet ayrılıklarını, halkları kötülemeyi, halklar arasında düşmanlık yayan görüşleri ders kitaplarından çıkarmayı “norm yapan Avrupa”nın parlamentosunda; Türkleri, Viyana’yı kuşatan, barbar, saldırgan bir halk; Müslümanlığı, asla uzlaşılamayacak, uygarlık dışı bir din olarak gösteren konuşmalar yapılmaktadır.
Bu açıdan bakıldığında, Amerika’da Bush’un seçimi ve çoğunluğun Bush’un temsil ettiği politikalar etrafında birleşmesi eğilimini, Avrupa’da da görüyoruz. Özellikle Bush’un seçim zaferi sonrasında, Hıristiyanlık ve muhafazakar değerler daha da yükselen bir trend göstermektedir. Çünkü; Bush’un seçim kazanması, gerici, Hıristiyan partiler için, dünyanın, bir “muhafazakarlık iklimine uygun” olduğu fikrini getirmiştir. Nitekim; son günlerde Türkiye üstünden estirilen Hıristiyanlık, Avrupa’nın Hıristiyan bir birlik oluşturduğu fikrinin yanı sıra, Avrupa ordusunun kurulması çabalarının artması, radara yakalanmayan nükleer denizaltı örneği silahlanmanın öne çıkarılması, Amerika karşısında (Rusya ve Japonya karşısında da) Avrupa’nın çıkarlarını korunması için “siyasi bir güç oluşturulması fikrinin önceki dönemlerde görülmedik biçimde işlenmesi, deyim yerindeyse, Avrupa’nın kendi Bushlarını iktidar getirmek üzere, kendi Bush dönemine hazırlık yaptığının işaretleri olarak görülmesi gerekir. Dahası; bu politikalar prim yaptıkça (ki öyle görünüyor), bugün nispeten daha demokratik değerleri savunur gözüken sosyal demokrat, yeşil vb. partilerin de aynı kulvara yönelmesi için hiç bir engel görünmemektedir.
‘PATRİKHANE SORUNU’ BİR PATRİKHANE SORUNU DEĞİL
Bush ve onun temsil ettiği tekelci kliğin politikaları; püriten Hıristiyan değerler ile emperyalist yağmacılığın birleştirilmesi üstünden biçimlenen bir ideolojik zemine oturtulmuştur. Şimdi Avrupa’da da, bu biçimleniş, hızla rağbet kazanmaktadır. Bu ise; ABD ile Avrupa arasındaki rekabeti, hızla “genel olarak olan” bir karakterden çıkarıp somut ve güncel politik tutumlarda da kendisin ifade eden bir gerçeklik düzeyine yükseltmektedir. Irak’ın işgaline Fransa-Almanya blokundan gelen açık karşı çıkış, İran politikasında Avrupa ve Amerika’nın karşıtlaşması, Avrupa Ordusu’nun vurucu gücünün artırılması ve silahlanma için kararlar alınması,… gibi.
ABD karşısında Avrupa’nın sözcülüğünü, son yarım yüzyıldır olduğu gibi yine Fransa yapmaktadır. Ve bu sefer, yanına, ebedi düşmanı Almanya’yı da almıştır. Bu ikili, Rusya’yı da yanlarına alarak, ABD’yi, sadece mali ve siyasi bakımdan değil, askeri bakımdan da dengeleyebilecek karşıt bir mihrak oluşturmak hesabı içindedirler. En azından gelecekte buna ihtiyaç duyacaklarının farkında olarak davranmaktadırlar.
Bu rekabet, ABD’ye, Avrupa’da ikinci bir hamle yapma ihtiyacını dayattığı gibi, bir müdahale imkanı da yaratmıştır. Rusya’da ve öteki doğu Avrupa ülkelerinde müdahalenin en etkin yolu olarak Hıristiyan değerlerinin önemini gören ABD, bu ülkelerde de, Ortodoks Kilisesi’nin devletlerle iç içeliğini görmüş ve Ortodoks Kilisesi’ne el atmıştır. Burada da kilit nokta, uzunca bir zamandan beri hamisiz, Türkiye’nin de baskılarından muzdarip olan Fener Patrikhanesi’dir.
Eğer Fener Patrikhanesi’ni kendi etkisi altına alır, “ekümenlik” sıfatını tanıtabilirse, Amerika, Ortodoks dünyasında (dünyada 350 milyon Ortodoks var), Ortodoksluğun ruhani lideri Fener Patriğini Müslüman-Türk baskısından kurtarıp özgürlüğüne kavuşturan yeni hami olarak büyük bir otorite kazanacağı gibi, bütün Ortodoks ülkelere müdahale için de çok önemli bir mevzi kazanmış olacaktır. Hele Rus, Yunan ve Bulgar patrikhanelerinin Fener Patriği’nin “ekümen” olmasını istemedikleri düşünüldüğünde, ABD, bu ülkelerdeki kiliseleri de en azından ikiye böleceğini hesaplamaktadır.
Demek ki; son günlerde Türkiye ile ABD’nin arasında ciddi bir gerginliğe yol açan ve Türk-Amerikan ilişkilerini “çuvallama dönemi”ndeki gibi kritik bir aşamaya getiren “ekümenlik krizi”, basitçe bir Hıristiyan mezhebinin baskı altında tutuluyor olmasından duyulan bir rahatsızlığın çok ötesindedir. Tersine, ABD’nin bütün bir Doğu Avrupa’nın Ortodoks ülkelerine müdahalesinin kilit noktası olarak ortaya çıkmıştır. Bu müdahalenin, Türkiye gibi bir İslam ülkesinde, ama Amerika’nın elinin altındaki bir ülkede yapılacak olması da, onun için bir avantaj oluşturmaktadır. Bu yüzden de ABD, Avrupalılardan da (AB de, Kopenhag Kriterleri üstünden, Fener Patriği’nin daha serbest çalışması, Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması, kiliselerin tamirine imkan tanıması gibi sorunların çözümü için uğraşıyordu) önce vaziyete hakim olmak için, “ekümenlik” üstünden bir girişim yaparak, AB’yi de sürecin dışına itip, Ortodoks dünyasına müdahalede ilk adımı atmıştır. (Bu hamlenin,, aynı zamanda Türkiye’yi Amerikan yörüngesine tam oturtmak için süren Amerikan operasyonunun devamı olarak da bir öneminin olduğu apaçıktır.)
Amerika’dan Doğu Avrupa’ya kadar, bakıldığında; ABD’de Evangelist Hıristiyanlık bir yükseliş içindedir ve Amerikan toplumu içindeki bütün tutucu, küçük burjuva değerlerle bütünleşerek toplum yaşamını biçimlendiren bir canlanma göstermektedir.
Avrupa’da ise, Hıristiyan değerler yeniden öne çıkarılmakta, Aydınlanma değerlerini toplum yaşamından kovmaya girişen din, bir yandan devlet ve siyasi partiler, öte yandan değişik “sivil kurumlar” aracılığı ile yeniden toplum yaşamındaki etkisini artırmaktadır.
Ortodoks Hıristiyan dünyasında ise, din; geçen 50-60 yıl boyunca sosyalizme karşı kullanıldıktan sonra, şimdi de bir kez daha, bu eski sosyalist ve halk demokrasisi ülke haklarının zapturapt altına alınıp ABD ya da Avrupa emperyalizmi tarafından yedeklenmelerine vesile edilmek üzere kullanılmak için, her gün yeni hamleler yapılmaktadır. Dolayısıyla Amerika’nın, durup dururken, Ortadoğu’daki en iyi müttefiki Türkiye ile “papaz olması”nın boş yere ve sorunun da “Fener patriği ekümen mi olsun yoksa düz patrik mi” gibi kıytırık bir mesele olmadığı anlaşılır.
Kuşkusuz ki; sorun, ne “saf Hıristiyanlık” idealidir (Hıristiyanlık için Hıristiyanlık) ne de Hıristiyan değerleri kullanmaktan ibarettir. Tersine; emperyalizm, egemenliğini tehdit eden güçleri ürettiği için, birinci tehdit olarak gördüğü İslam dünyasında da bir bölünme yaratarak; “Ilımlı İslam” adını verdiği (“ılımlılık”, az Şeriatçı olmaları değil, Amerika ile işbirliği içine girmeleri anlamında kullanılmaktadır. Yoksa en radikal Şeriatçı Vahabiler; Arabistan’da, Çeçenya’da Amerika’nın himayesinde faaliyet göstermekte, Afganistan ve Pakistan’da radikal Şeriatçı gruplar, ABD ile işbirliği içinde oldukları için ılımlı görülmektedir!) Amerikancı, emperyalizmin dünya egemenliğinde Amerika ile işbirliği yapacak bir İslami eğilimi de, kendi müttefiki olarak görmektedir. Bu yüzden de, İslam’ı, “radikal” ve “ılımlı” diye ayırmakta; “ılımlı İslam”ı, “radikal İslam”a karşı, radikal Hıristiyanlığın müttefiki olarak görmektedirler.
Bu tabloda açıkça görüldüğü gibi, Hıristiyanlık (ve “ılımlı İslam”), günümüz emperyalizminin ihtiyacına uygun olarak, emperyalist ülke halklarını kendi tekelci sermayesinin yedek gücü olarak hazırlanması için kullanılırken, tüm dünya işçi sınıfı ve ezilen halkların muhtemel başkaldırılarına karşı bir panzehir olarak kullanılmak üzere de hazırlıklar yapılmaktadır.
Başka bir söyleyişle, kapitalizm; kendisinden önceki dünyanın şer güçlerini kendi imdadına çağırmıştır, ve 21. yüzyılın, Yeni Dünya Düzeni’nin kurulacağı yüzyıl; savaşsız, baskısız, refahın paylaşıldığı bir yüzyıl olacağını ilan eden emperyalizmin ideolog ve propagandacıları, şimdi herkesi; Ortaçağın, insanlığın en karanlık çağının değerleri etrafında birleşmeye çağırmakta; insanlığın kurtuluşunu, Ortaçağ değerlerine dönüşte görmektedirler.
TÜRKİYE BU GERİLİMİN NERESİNDE?
Ortalıktaki resmi söyleme bakılırsa, Türkiye, bu olup bitenle ilgisiz; fırtınaların birbirine karıştığı bir okyanusta, asude bir liman gibidir. Ama görünüşün arkasındaki gerçeğe bakıldığında, Türkiye, bütün bu olup bitenlerin merkezindedir; bütün çelişmelerin en girift bölgesinde yer almaktadır.
Bu yüzden de sıkça; “Türkiye ABD’nin Ortadoğu’daki en iyi müttefiki mi”dir yoksa, ABD’nin Ortadoğu’daki “hedef ülkelerinden birisi mi” sorusu, bütün bu kargaşa içinden çıkıp, gündemin ivedilikle yanıtlanması gereken sorusu haline gelmektedir.
Kuşkusuz ki, Türkiye’nin böylesi kritik bir önem kazanması, hem ABD’nin amaçları, hem de Türkiye’nin Ortadoğu’da tuttuğu tarihsel, coğrafi, ekonomik, siyasi, askeri, stratejik,… pozisyonla ilgilidir.
Ancak sorunun bu yanına değinmeden önce; son 50 yılda Türkiye-ABD ilişkilerinin bir yönüne dikkat çekmek oldukça aydınlatıcı olacaktır.
Çünkü genel bir bakışla; “Türkiye-ABD ilişkileri, son 60 yıl içinde, Kıbrıs bir yana bırakılırsa, hemen hiçbir ciddi krizle karşılaşmamış; gelen de giden de, Amerika ne emrederse onu yapmaya çalışmıştır” diye görülebilir. Ama gelişmelere daha yakından bakınca, sorunun pek öyle olmadığı, dahası, ABD için, “ne istiyorsa onu yapmış olmanın” çoğu zaman yetmediği görülür.
Şöyle ki;
Türkiye, Amerika’nın, İsrail’le birlikte, tartışmasız Ortadoğu’daki en iyi, en sadık, en güçlü, en vazgeçemeyeceği müttefikidir. 50, hatta 60 yıldan beri, hükümetler, ufak tefek kimi pürüzler bir yana bırakılırsa, Amerikan stratejisine bağlanmak, onunla uyum içinde olmak için ellerinden geleni yapmışlardır. Dahası denebilir ki, hiçbir Amerikan dostu ülke, ABD’ye, Türkiye kadar sadakat göstermemiştir. Türkiye’yi bugün yöneten AKP Hükümeti ise, gelmiş geçmiş hükümetler içinde, en Amerikancı hükümetlerden birisidir. Dahası AKP Hükümeti, Kemalizm’le hesaplaşmak, iktidara gelmesinde yığınsal destek gördüğü muhafazakar ve dinci güç odaklarını rahatlatmak için, Amerika’yı arkasında görmek isteyen bir iç politika tarzı benimsemiştir. Bu yüzden de, AKP Hükümeti, gelmiş geçmiş hükümetler içinde, ABD ile işbirliğine en hevesli hükümettir demek bir abartı olmaz. Bir adım daha atarak, şunu söyleyebiliriz ki, son yıllarda, Amerikan dünya egemenliği stratejisinin merkezi Ortadoğu’ya kaymıştır. Dolayısıyla ABD’nin, Ortadoğu ve İslam dünyası ilişkileri önem kazanmıştır; bu çerçevede de, Türkiye’de, İslam dünyasındaki İslamcı, Şeriatçı rejimlerle ilişki kurabilecek İslamcı ve Amerikancı bir Türkiye Hükümeti, Amerika için asla vazgeçilmezdir.
AKP Hükümeti de, kurulduğu günden beri, elinden ne geliyorsa, onları seferber ederek, büyük gayretle ABD’ye hizmette kusur etmemeye çalışmaktadır. Bu amaçla, Irak’ın işgali gibi, BM yaslarına aykırı, bütün uluslararası hukuk kurallarını çiğneyen bir eylemi bile, Türkiye Hükümeti destekledi; yetmedi, “kararname” çıkararak Amerikan kuvvetlerinin Türkiye’de üslenmesi ve Türkiye’nin işgal üssü yapılması için elinden gelen gayreti gösterdi. Bunu başaramayınca da, Türkiye’yi işgalin lojistik destek üssüne dönüştürdü. Ama bu ve bu türden pek çok desteğine karşın, AKP Hükümeti, ikide bir, ABD ile karşı karşıya kalmaktadır. Bu karşı karşıya geliş, Irak’ın işgalinden sonra, Türk askerlerinin Kuzey Irak’ta Amerikan askerleri tarafından yakalanıp başlarına çuval geçirilmesine kadar vardı. Aradan 15 ay geçtikten sonra; son günlerde benzer bir süreç işlemeye başlamış; Fener Patriği’nin “ekümenlik sıfatı”nın ABD tarafından tanınması üstünden; ABD’nin açık diplomatik saldırısı (Ankara’da “Ekümen Patrik” adına yemek düzenlenmesi ve hükümetin katılmamasını not etmesi, Büyükelçi Edelman’ın Tayyip Erdoğan’ın kendisine altı haftadır randevu vermediğini New York’ta, Türkiye’ye karşı bir “nota verme” biçiminde açıklaması), beş Türk Özel Tim elamanın resmi görevleri gereği gittikleri Musul yakınlarında pusuya düşürülüp öldürülmesiyle yeni bir krizin eşiğine gelinmiş bulunulmaktadır.
Olup biteni anlamak için tarihe şöyle bir göz atalım:
Menderes, 1950’de, “Türkiye’yi Küçük Amerika yapacağım” iddiasıyla iktidara gelmiş; 10 yıllık devri iktidarı boyunca da, ABD’nin bir dediğini iki etmeyen bir ABD işbirlikçiliğinin dünyadaki simgelerinden biri olmuştur.
Ancak Menderes’i ve partisini devirerek, iktidarı eline geçiren 27 Mayıs ihtilalcilerinin ilk açıklamaları da, “NATO’ya, CENTO’ya bağlıyız” olmuştu. Üstelik bu “aşk” tek yanlı da değildi. Çünkü sonraki yıllarda görüldü ki, 27 Mayıs darbesini, Kemalist çevreler, her ne kadar Kemalist, Türkiye’nin demokratik ve bağımsız bir ülke olması için girişilen bir “Kemalist ordu harekatı” olarak sunsa da, darbe, ABD’nin bilgisi dahilinde bir harekat olarak gerçekleşmiştir. Zaten o günün dünya koşulları ve Türkiye’nin o dünya içindeki yeri düşünüldüğünde, ne ordu ne de başka bir devlet gücü, ABD izin vermeden “tuvalete” bile zor giderdi.
Sadece Menderes de değil. O Süleyman Demirel ki, siyasete atılmaya hazırlandığı günlerde; Amerikan Ordusu’nun inşaat işlerini yürüten bir Amerikan inşaat firması olan Morisson’nun Türkiye temsilcisiydi. 27 Mayıs sonrası ortamında ortaya çıkan anti-Amerikancılığı bastırmak; Menderes’in belirlediği ama ulaşamadığı amaçların gerçekleşmesini sağlamak, dolayısıyla Türkiye’de dizginlerin yeniden ama daha ileri bir düzeyde ele alınması için hazırlanmış politikaları hayata geçirmek için rol verilen bir kişidir. Demirel de, kendisine biçilen bu rolden hoşnutsuz değildir. Ve bu Demirel; Amerika’nın arkasında olduğunu göstererek, partisi AP (Adalet Partisi) içindeki “en Amerikancılık” yarışını kazanmak için, dönemin ABD Başkanı L. Johnson ile kol kola çekilmiş fotoğraflarını dağıtacak kadar Amerikanofildir.
Ama bu “sıfır Amerikancı” Demirel ve partisi, 12 Mart darbesiyle iktidardan uzaklaştırılır. 12 Mart darbesi sonrasında yaptığı bir konuşmada, Demirel, Amerika’yı kastederek; “Adamlar altımı oymuş da, haberim olmamış” diye yakınarak anlatır olup biteni. Demirel’in burada “Adamlar” dediği, Amerka’dır; Amerika’nın Türkiye’deki görevlileridir; “altını oymak”tan kastı da, Amerika’nın ordu içinde cunta örgütlemesi, üstelik de, bu organizasyonu yaparken, MİT’i de kontrol altına alması ve cunta organizasyonundan, MİT’in bağlı olduğu Başbakanı haberdar beli etmemesidir.
Ama 12 Mart darbesi tokadı bile, Demirel’in Amerikan aşkını (biraz buruklaştırsa da) kıramaz; Demirel, sonraki yıllarda da, Amerikan stratejisine (“Yeşil Kuşak” ve anti-komünist kampanyaya katılma vb.) uygun davranmak için elinden geleni yapmıştır. Ama buna rağmen, Demirel; 12 Eylül Cuntası’na da başbakan olarak yakalanır; soluğu Zincirbozan’da alır. Ve 12 Eylül Cuntası’nın da bir ABD yapımı olduğu, daha harekat başladığında bilinir. O gün Washington’da bir tiyatro seyrederken, “Türkiye’de darbe” haberini alan dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter’in, yanındakilere, “Telaş edecek bir şey yok. Bizim çocuklar yaptı” şeklindeki sözlerini, daha 12 Eylül’ün hemen arkasından, cuntanın, arkasında Amerika’nın olduğunu göstermek için basına sızdırdığı bir gerçekti. Cunta ve sonrası Özalcı dönemi; bu dönemin ilişkilerindeki çığrından çıkmış Amerikancılığı biliyoruz.
Yukarıda şöyle bir değindiğimiz, 20 yıla sığan üç askeri darbe açısından bakıldığında; Türkiye’de iktidar değişimlerinde, “Amerikan uşaklarının Amerikan uşakları tarafından darbeyle uzaklaştırılması” gibi bir ironi ile karşı karşıya kalırız. Ya da bu 20 yıllık dönemi; Amerika’nın, yeni uşaklarına yol açmak için, eski uşaklarına karşı darbe yaptırdığı bir dönem olarak görebiliriz.
Gerçek böyle midir? En azından görünüşte olan budur. Ancak; ABD bunu, yeni uşaklar kolayca ikbal sahibi olsun da, bana daha çok hizmet etsin, ya da kudretinden sual olunmaz bir güç olduğunu dost düşman görsün diye yapmamaktadır. Ama Amerikan uşakları, işbirlikçileri; Amerikan stratejisinin değişen ihtiyaçlarını anlamama, onlarla çelişen (ya da verilen rolde etkisiz duruma gelme) bir pozisyona düşme ve bu strateji içinde kendi rollerini yeterince başarıyla oynayamamaları sonucu Amerikan (ya da olurunu alan) müdahalesiyle karşı karşıya kalmışlardır. Menderes de, Demirel de bu nedenle askeri darbeyle düşürülmüştür. “Eğer askeri bir müdahaleyle ipler yeniden ele alınmasaydı, ülkede kontrolü imkansız hareketler meydana gelebilirdi” iddiası, 27 Mayıs’ta da, 12 Mart’ta da, 12 Eylül’de de, darbeciler ve arkasındaki güçlerin değişmez “tezi” olmuştur. Hatta ünlü “28 Şubat” harekatının bile; ABD’nin bu müdahale içinde etkin bir rol oynadığı, sonradan “medeniyetler savaşı” olarak adlandırılan ve İslam dünyasında Amerikan ve Batı karşıtı eğilimlerin Türkiye merkezli bir mihrak oluşturma ihtimaline karşı bir müdahale olarak, Amerikan icazetinde ve kontrolünde geliştiğini söylemek gerekir. Çevik Bir ve onun etrafındaki organizasyon bunu açıkça göstermektedir.
AKP Hükümeti ile ABD arasında ikide bir denecek sıklıkta oluşan, ama bir darbeye varmayan “krizlere” bu tarihsel dayanaklardan bakıldığında, çatışmaların arkasında benzer nedenler görülüyor.
Evet, AKP Hükümeti, var gücüyle Amerika’nın Ortadoğu üstünden giriştiği dünya hegemonyası mücadelesine uyumlu bir rotada ilerlemeye çalışıyor; bunun için gayret ediyor ama, bir yandan Türkiye halkı içindeki anti-Amerikan duygular ve yatıştırılması sorunu, öte yandan da İslam dünyasındaki tepkiler karşısında panikliyor; Amerika’nın istediği kararlılıkta bu eğilimlerin karşısına çıkıp; onların geri döndürülmesi için başarılı hamleler yapamıyor. Burada, Amerika neyi kast ettiğini, bir buçuk yıl önceki “çuval krizi” sırasında, Rusmsfeld ve Wolfowitz gibi Pentagon’un kurtlarının ağzından açıkça söyledi. Hükümet ve Genelkurmay’ın, “Biz elimizden gelen gayreti gösterdik ama, ne yapalım ki Meclis’te gerekli çoğunluğu sağlayamadık” mazeretine karşı, Amerikan tarafı; “Türk hükümeti ve Genelkurmay Başkanlığı, kararnamenin Meclis’ten geçirilmesi sürecinde kararlı bir önderlik sergileyememiştir!” diyerek açıkça acizlik ve yeteneksizliklerine işaret etmiştir. Başka bir söyleyişle, ABD; Türkiye’deki hükümetten beklediğinden daha az destek görüyorsa; işbirlikçilerini, uşaklarını işe yaramaz görmekte, daha becerikli ve yetenekli olanları onların yerine geçirmek için, mekanizmaları harekete geçirmektedir. Ancak son 15 yıldır; Yeni Dünya Düzeni’nde, darbeler klasik biçimiyle, hiç olmazsa şimdilik de olsa, tercih edilen bir yol olmadığı için, ABD, işbirlikçilerini; “havuç” ve “sopa” yöntemiyle “eğitmek”te; konuşmakta, pohpohlamakta, para-pula boğarım vaadleri yapmakta; yine de sonuç alamazsa, “başına çuval geçirmekte”, içeride ve dışarıda “şer güçleri” harekete geçirmekte, kucağına alıp bir güzel pataklayarak aklını başına getirmeye çalışmaktadır.
AKP Hükümeti ile ABD’nin ilişki biçimi, şimdi, böyle bir platformda cereyan etmektedir. ABD’nin bölge stratejisine, Türkiye’deki hükümet, askerler, başka türden güç odakları, verebilecekleri azami desteği vermede yetenek gösteremezlerse, Amerika’nın şiddetini üzerlerine çekmektedirler. Kaldı ki, ABD, Türkiye’yi, herhangi bir Ortadoğu ülkesinden fazla olarak; bir “ılımlı İslam modeli” ve kendi kurmak istediği “Ortadoğu İslam düzeni”nin “model ülkesi” olarak seçmiştir; ondan, bu modelliğe uygun davranışlar beklemektedir. Çünkü model ülke olmak, örnek davranışlar sergileyen bir ülke de demektir.
Evet; Türkiye, 50-60 yıldır Amerika’nın dostu ve en sadık müttefikidir. AKP Hükümeti de, ABD için her şeyi yapmaya çalışmaktadır, ama Türkiye hükümetlerinin, genelkurmayının ve öteki Amerikancı odakların kendilerine göre “takıntıları” (bu takıntılar, bir önceki dönemde Amerika için önemli değildi) vardır. Amerika; “ılımlı İslam” derken, aslında Amerikancı İslam dediğini; Müslüman işbirlikçilerinin de, kendi ülkelerinin ya da İslam ülkelerinin değil, “Amerika’nın hassasiyetlerini dikkate almaları” gerektiğini, bunları bilmelerini istemektedir. Oysa, örneğin, Irak’ın toprak bütünlüğünde ısrar, İran’la ilişkilerde Amerika’nın isteklerini yeterince süzememek, “ılımlı İslam değil, laik bir ülke”, Kıbrıs ve son zamanlarda da Ortodoks Patriği konusundaki “takıntılar”, Türkiye’yi yöneten Amerikancı güç odaklarıyla ABD’yi sık sık karşı karşıya getirmektedir.
Hal böyle olunca da, ABD; bütün bu takıntıları aşmak için işbirlikçilerini zorlamakta; eğer istekleri dikkate alınmaz ve gereği yapılmazsa, “takıntı” edilen konuların, başlarına gelecekler yanında hiçbir şey olmadığını göstermeyi amaçlamaktadır. Kuzey Irak’taki “kırmızı çizgiler” efelenmesinin çökmesi, “ekümenlik belası”nın çıkarılması, kamyon şoförlerinin öldürülmesi ve Irak’ta iş yapan şirketlerin korunmaması, en son 5 özel timcinin öldürülmesi – bunların; Amerika’nın burun sürtme, sopa ile hizaya getirme uygulamalarının göze batanları olarak görülmesi gerekir.
Bunu içindir ki, ABD’nin en yakın müttefiki Türkiye de, zaman zaman Amerikan operasyonlarının hedefi olmakta; bu operasyonlarla, halka gözdağı verildiği kadar, işbirlikçilere de “balans ayarı” yapılması amaçlanmaktadır.
EMPERYALİZME KARŞI MÜCADELEDE GÜNCEL GÖREVLER
Bush ve Bushçuların iddiasına göre; “Amerikan yaşam tarzı”na ve onun şahsında temsil olunan değerlere uluslararası planda bir terörist saldırı stratejisi vardır. ABD, bu saldırıyı, kendi topraklarına gelmeden, hatta doğduğu topraklarda yok etmeyi amaçlayan bir kuvvet politikası geliştirmiştir. Amerika’ya yönelik saldırının kaynakları ise; radikal İslamcı görüşlere dayanan bir tutum olduğu kadar, bu tutum, kimi İslam ülkelerinin yönetimleri tarafından da desteklenmektedir. Bu İslam ülkesi yönetimleri de, Amerikan stratejisinin hedefleridir.
Bu mücadelenin bir yanı da, bir “Medeniyetler Savaşı”dır. Bu “Medeniyetler Savaşı”nın doğru, haklı olan yanını, Hıristiyan-Yahudi değerlerini savunan Bush’un başını çektiği ABD yönetimi ve onun müttefikleri temsil etmektedir. Bu yüzden de, bu değerlerin tüm dünyada egemen olması için mücadele, uygarlık ve insanlığın ilerlemesi mücadelesidir. Bu mücadelenin liderliğinde Bush yönetimi vardır. Bugün bu tutum, Avrupa’da da öne çıkan ve giderek yaygınlaşan bir tutumdur. Dünün pasif muhafazakar, Hıristiyan demokrat partilerinin daha radikal bir söylem ve politikaları benimsemeye yönelmiş olmaları bir rastlantı değildir. Kısacası; Hıristiyan-Yahudi dünyası, radikal bir Batı uygarlığının temsilcisi olduğunu iddia eden en gerici dini ve siyasi odaklar; “Batı uygarlığı”nı, ilkel, çağdışı uygarlıklara karşı savunmak iddiasını kendilerine paravan yapmış; “ılımlı İslamcı” güçleri de yedekleyerek, amaçlarına yürümek istemektedirler.
Sorunun, bir “uygarlık”, “insanlığın yarattığı en ileri değerlerin savunulması” olarak konması bir aldatmacadır. Ama; kuşkusuz ki, örneğin Amerikan tekellerinin çıkarlarını savunmak, Amerika’nın dünyayı yağmalama hakkını savunmak demekten çok daha masumdur ve çok daha geniş kesimleri yedekleme imkanı tanımaktadır. Dahası; bir uluslararası strateji oluşturmak bakımından, “Amerikan hayat tarzı”ndan (“Amerikan hayat tarzını korumak” iddiası, ancak ABD’nin kendi iç politikası bakımından önem taşır) bile kapsayıcıdır. Çünkü, Hıristiyan dünyasının dini etki altındaki geniş yığınlarını (elbette ki Kilise’yi ve çeşitli muhafazakar dini ve siyasi toplulukları,…) olduğu gibi, İslam dünyası ve öteki “uygarlık” bölgelerinde de “Batı değerleri”nin insanlık için önemini gören geniş bir kesimi, daha da önemlisi entelektüel çevreleri de yedekleyici bir karaktere sahiptir. Bu yüzdendir ki, “Medeniyetler Savaşı” kavramı öyle kafadan atılmış, marjinal bir çevrenin öne sürdüğü bir saçmalıktan çok fazla bir şeydir.
İslamcı ve Şeriatçı çevreler bakımından da, “Medeniyetler Savaşı”; Şeriatçılığı savunmaktan daha kapsayıcı; İslami değerlerin etkisindeki geniş Müslüman çevreleri de, Şeriatçı, marjinal dini çevrelere yedekleme imkanı tanıdığı için “sarılınan” bir kavrama dönüşmüş bulunmaktadır.
Avrupa Birliği’nin Türkiye ile ilişkileri ve kendi “Ortadoğu projesi”nde Türkiye’ye vermek istediği rol de aslında hiç farklı değildir. Onlar için de, Ortadoğu; istikrasız yönetimlerden radikal İslamcı eğilimlere yataklık yapan, yoksulluktan şeyhlik rejimlerine sayısız sorunları olan, ama bir dünya hegemonyası mücadelesinde de; petrol ve doğalgaz rezervleri ve enerji geçiş yollarının güvenliği açısından jeo-stratejik konumundan dolayı, olmazsa olmaz olan bir bölgedir. Türkiye ise; bu bölgede, egemen sınıfları Batıya sadakatle bağlı, Batılıların oturup konuşabilecekleri ve Batı emperyalizminin amaçları üstünden geleceğe dair hesaplar yapabilecekleri “çok önemli” bir ülkedir.
Kuşkusuz ki, Almanya ve Fransa’nın başını çektiği Avrupa; bölgeye, bugün ABD ile aynı amaçla, ama “farklı bir üslupla” yaklaşmakta, bu ülkelerin ordularla işgal edilmesine, silahla hizaya getirilmesine karşı görünmektedir. Çünkü bir yandan, şu anda sorunlara yaklaşımı nedeniyle, öte yandan ve bununla bağlantılı olarak, ABD ile silahla müdahale alanında rekabet edemeyecekleri için, böyle bir üslup kullanmaktadırlar. Yugoslavya’da, Afganistan’da, Makedonya’da, Bosna ve Kosova’da, en son da Irak’ta bunu gördüler. Bırakalım başka kaygıları; eğer ülkeleri silahla hizaya getirmek öne çıkarılırsa; ABD’nin, kendilerini paylaşım masasının dışına iteceğini artık biliyorlar. Bu yüzden de; Yugoslavya’ya silahlı müdahaleye ses çıkarmayan AB’nin patronları, Irak’ın işgaline karşı çıktıkları gibi, İran’ın güçle hizaya getirilmesine, öteki İslam ülkelerini de ABD’nin silahla tehdit etmesine sıcak bakmıyorlar.
Ama bundan, AB’nin daha insancıl bir emperyalizm türü geliştirdiği (1960’lı yıllarda böyle teoriler öne sürülmüş, hayli de taraftar toplamıştı. Maoculuğun temeli yapılan ünlü “Üç Dünya Teorisi” de, bu varsayım üstüne oturtulmuştu.) anlamı çıkmaz. Nitekim daha geçtiğimiz ay, Fransa’nın Afrika’da yaptıklarına tanık olduk.) Ama; dünya hegemonyası için ABD ile şimdilik silahla rekabet etme imkanı olmamasından kaynaklanarak, AB de, kendi güçlü olduğu alan olan diplomasiyi öne çıkarmaktadır. Kaldı ki; Amerika’dan sonra, Avrupa’da da emperyalizm, bir süreden beri Hıristiyanlığı; yabancı düşmanlığını, ırkçılığı, muhafazakar değerleri” yardımına çağırmış bulunmaktadır. Ve Amerika’dan yükselen ideolojik planda Ortaçağa dönüş, Avrupa’yı da etkilemekte (Avrupa emperyalizminin gerici duygularını kışkırtmakta); dolayısıyla, Amerikan üslubunun Avrupa’da egemen üslup olması, bu üslubun gerektirdiği diplomatik ve askeri donanım imkanlarının geliştirilmesi, iç politikanın buna göre yeniden şekillendirilmesi eğilimi güçlenmektedir. Avrupa’da neo-Nazi ve yabancı düşmanı marjinal odaklardan sonra, kitle partileri olan Hıristiyan ve muhafazakar partilerin Hıristiyan değerleri öne çıkarması, bunun alametidir.
Öte yandan, Türkiye’nin, iki emperyalist gücün (Rusya, Çin ve Japonya’nın da bölge ile yakın ilgisi olduğu unutulmamalıdır) çatışma alanında bulunması ve aynı zamanda “çatışma konusu” olması; Türkiye’nin, Kürt sorunu başta olmak üzere, demokrasi sorunundan ekonomiye, tarihsel sorunlardan Şeriatçı eğilimlerin kışkırtılmasına, “ılımlı İslam” müdahalelerine, pek çok konuda müdahaleye açık olması; Türkiye’ye emperyalistlerin müdahalesini kolaylaştırmaktadır. Bu müdahaleler, aynı zamanda, bütün bu sorunların demokratik halkçı çözümü ve ülkenin demokratikleşmesi için mücadele ile emperyalizme karşı mücadelenin genel ve sloganlar düzeyinden çıkarılarak, emperyalizmin somut hedefi olan ve bu bölgedeki hedef ülkelerden biri olan Türkiye’de mücadelenin, kendine özgün talepleri bakımından yenilenmesini zorlamaktadır. Örneğin Irak’ın işgaline, bölgeye ABD müdahalesine karşı mücadele, sadece “ABD’ye hayır”, “Diren Felluce” denilerek(**) olamaz; olmamalıdır da. Tersine, Türkiye’de anti-emperyalist mücadeleye katılımın; Türkiye’nin savaşa verdiği desteği kesmesi, hükümetin ABD yanlısı tutumuna son vermesi, üslerin kullanımına son verilmesi, Kürt sorunun çözümü ve bu sorunu ABD’nin müdahalelerinden koruyacak bir sahiplenmenin öne çıkarılması,… gibi Türkiye halkı için somut taleplerle zenginleştirilmesi aciliyet kazanmış bulunmaktadır. ABD işbirlikçisi ve Avrupa ile de işbirliği isteyen bir hükümetin varlığı, Türkiye’nin bölgedeki konumu ve mücadelenin aynı zamanda işbirlikçi egemen sınıflar ve onların hükümetlerine karşı bir mücadele olduğu göz önüne alındığında; taleplerin söz ve içerik olarak yenilenmesi, bu perspektiften yeniden değerlendirilmesi gereken önemli bir görev haline gelmiştir.
Yani; ABD ve Avrupa’daki gelişmeler; Türkiye-ABD ve Türkiye-AB ilişkilerinin muhtemel seyri; propaganda ve ajitasyondan demokratikleşme ve anti-emperyalist mücadelenin taleplerini özgünleştirmeye, bir yenilenmeye aciliyet kazandırmıştır. İlerici aydınlar ve demokrat güçler arasında; egemenlerin Avrupa kapitalizmine entegre olma ve Avrupa emperyalizmine silahlı güç olma eğiliminin “demokrasi ve özgürlüklerin Avrupası”na, “Emeğin Avrupası”na katılma olarak algılandığı; bir bilgisayara sahip olma ve internete girmenin gerçek bilgiye ulaşma sayılmasının egemen bir görüş olduğu göz önüne alındığında; emperyalizmi, onun insanlığı nasıl bir karanlık döneme doğru sürüklediği gerçeğini aydınlar arasında olduğu kadar, emekçiler arasında da tartışmaya açmanın; kürsüyü, hem aydınlar, demokrat çevreler arasına, hem de halk yığınları arasına kurmanın önemi daha açık görülür.
Kapitalizmin insanlığa “yeni Ortaçağ” denebilecek bir gelecek hazırladığını deşifre etmek; bu amaçla genel olarak kültür, sanat piyasa kıskacına sokulurken, resmi eğitimin de gericiliğin pençesine atıldığı; gerçeğin bilinemeyeceği, sermeye güçlerinin ihtiyaç duyduğu ve söylediği “piyasa gerçekleri” dışındaki her şeyin aslında gerçek olmadığı biçimindeki yönelişi deşifre etmek; bu geniş alanda kapsamlı bir ideolojik mücadeleyi örgütlemek; bu ideolojik mücadeleyi, güncel mücadelenin ihtiyaçlarıyla birleştirirken, güncel mücadelenin bir araya getirdiği güçleri de ideolojik mücadelenin güçleri olacak biçimde aydınlatmayı örgütlemek, düne göre, bugün on kat, yüz kat daha önem kazanmıştır.
Muhtemeldir ki, 2005; sınıflar mücadelesinin ve dünya ölçüsündeki ilericilik-gericilik mücadelesinin bu yönlerinin öne çıktığı, emperyalizme karşı mücadelenin ideolojik boyutunun da işçi sınıfı, emek örgütleri ve tüm öteki ilerici demokrat güçlerin ilgi ve dikkat alanı içine gireceği, girmesi gereken bir yıl olacaktır.
(*) “AB’ye giriyoruz” gürültüsü arkasında, IMF ile üç yıllık stand-by anlaşmasının yapılması, Bütçe’nin emekçilerden kaçırılması, eğitim alanında Milli Eğitim Bakanlığı’nın hamleleri ve SSK yasasının değiştirilerek “genel sağlık sigortası” tasarısının gözlerden saklanması gibi çok önemli gelişmeler de gözden kaçırılmıştır. Ama bu yazının konusu emperyalizmin Ortaçağ değerlerine dönmesi ve bölgeye emperyalizmin müdahaleleri ile bunun Türkiye üstünde yarattığı sorunlar olduğu için, güncel gelişmelerin, “AB’yi fethettik” yaygarasının örttüğü bu sorunlara bu yazı kapsamında yer verilmemiştir.
(**) Irak’ta işgale hayır mitingleri çalışması sırasında; Felluce katliamı, Irak’a destek için yapılan ajitasyon sırasında hamlıktan gelen en ilginç tepkilerden birisi de, “Irak’taki mücadeleye nasıl destek vereceğiz. Biz de oraya gidip direnişçilere mi katılalım?” biçimindeki sorulardır. Çünkü; iki yıldır süren savaş karşıtı çalışmalar boyunca, somut yaklaşım; “tezkereye hayır” dönemi dışındaki genel tutum; “Kahrolsun Amerika”, “Savaşa hayır”, İşgale hayır” ve “Diren Felluce” gibi,… direnişi övme sloganlarından ibaret kalmıştır. Bu da, ister istemez, “Irak’a destek” denilince, akla ya buradan “kahrolsun” sloganları atma ve öfke boşaltmayı ya da Irak’a gidip savaşmayı akla getirmiştir. Oysa Türkiye hükümeti, savaşın lojistik hizmetlerini üstlenerek, üsleri kullandırarak, uluslararası her platformda Amerika’nın arkasında yer alarak savaşın tarafıdır ve bunlardan hareket eden özgün taleplerle hükümetin karşısına çıkmak; hükümeti savaşın tarafı olmaktan çıkarmak, herhalde Irak’a yapılacak en büyük destek ve ABD emperyalizmini kahretmenin en kestirme yoludur.