Son zamanlarda sıkça tartışılan konulardan birisi “ılımlı İslam” ve bununla bağlantılı olan “dinde reform” sorunudur. Bu sorun, ABD’nin Ortadoğu merkezli BOP –bu proje Büyük Ortadoğu, Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika vb. adlar alıyor– projesi ile daha da güncelleşmiş durumdadır. Bu proje, ABD’nin bu bölgedeki emperyalist çıkarlarını genel olarak ifade etmektedir. Bölge halklarının ağırlıklı olarak İslam dinine mensup olması, BOP ideologlarınca da İslam dininin “terör ve şiddeti” doğuruyor sayılması, beraberinde İslam dininin “ılımlılaştırılması”, “reformdan geçirilmesi” hedeflerini de beraberinde getirmektedir. Ancak bu “ılımlılaştırma” ve “reformdan” geçirme, “Amerikan İslamı” denilebilecek gerici bir amaçla ele alınmaktadır. Bu nedenle, bugün “ılımlı İslam”ın ve bununla bağlantılı olan dinde “reform” çalışmalarının, ABD’nin dünya egemenliği politikasından, bunun içinde İslam ülkelerine yönelik stratejilerinden ayrı ele alınması olanaklı görünmemektedir. Bölgedeki İslam halkları, ABD’nin müdahale ve işgallerine razı bir pozisyona getirilmek istenmekte, bu amaçla, bugün onlar arasında hemen hemen en etkili ideoloji durumundaki İslam, ABD’nin gerici, emperyalist girişimlerine olur verecek biçimde yeniden yorumlanmak istenmektedir. AB’nin bir “medeniyet projesi” olarak yansıtılması gibi, “Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika” projesi de, “bir uygarlık ve demokrasi projesi” olarak yansıtılmaktadır.
Türkiye açısından bütün bu gelişmeler son derece önemlidir. Çünkü Türkiye, bu bölgede, GOP sözcüleri tarafından, “model” ve “örnek” ülke olarak takdim edilmektedir. Ülkenin, İslami kökenlerine vurgu yapan bir hükümet tarafından yönetilmesi, bu hükümetin ABD’nin bölge politikalarına yatkınlığı, Türkiye’de de, “ılımlı İslam” sorununun tartışılmasını doğal olarak beraberinde getiriyor. Bölgedeki gelişmeler, uluslararası politik ilişkiler, belli başlı emperyalist büyük güçler arasındaki derinleşen çelişkiler, BOP’u ve onun stratejik dayanaklarından birisi olmaya aday “ılımlı İslam” sorununu, yakın gelecek dönemde sürekli olarak gündeme getirecektir. Burada belirtmek gerekir ki; bu yazı, soyut olarak “dinde reform” sorununu ele alma amacında değildir. Sorunu, asıl olarak, ABD’nin bölge politikaları ve müdahaleleri açısından ele almakta, bu arada kısaca dinde reform örneklerini ve İslam halklarının geçmişini hatırlatmaktadır.
Burada konuya daha yakından girmeye başlayabiliriz. Din ve reform üzerine kısaca neler söylenebilir? İlk elden söylenebilecekler, her halde şunlar olmalıdır; “Ilımlı İslam” tartışmaları beraberinde din ve dinde reform meselesini doğal olarak gündeme getiriyor. Çünkü ortada “ılımlılaştırılmak istenen” bir din var ve bu dinin nasıl ve hangi yönde “ılımlılaştırılacağı” –neden ılımlılaşma ve İslam? Bunu ileride açmaya çalışacağız– sorunu, bu sorunun temelini oluşturuyor. Bu nedenle, kısaca, dinler açısından, genel olarak tarihsel gelişmeye bir göz atmak gerekmektedir. Genel olarak dinlerin gelişim evrelerine bakıldığında, onların, genelde “çağın koşullarına ayak uydurma” yönünde bir değişimden geçtiğini görüyoruz. Bunun en belirgin örneği Hıristiyanlık’ta görülmektedir. Hıristiyanlık, Luther Hareketi ile bir reformasyondan geçmiş, yükselen kapitalizm koşullarına uygun bir içerik ve biçim kazanmıştır. Protestanlık, bu gelişimin ürünü olarak şekillenmiştir. Kazanç ve kâr kutsanmış, “kazancın” buyruğu ile dinin bu yönde evrimleşmesinin, daha sonraki gelişmelere uyum sağlayabilmesinin önü açılmıştır.
Musevilik ise, bir taraftan kendi katı iç kuralları ile dikkat çekmekte, diğer taraftan ise, daha baştan beri, özellikle mülk sahibi kesimlerinin aşırı tutkusunu ifade eden tefecilik ve ticaretle adeta özdeşleşmekle karakterize olmaktadır. Bu ikinci yanı ile, Museviliğin her döneme iyi uyum sağladığı görülmekte; Musevilik, bu yanıyla sınırlı kalmak üzere, çağın değişen koşullarına, “dünyasal işlere” uyumu ile dikkati çekmektedir. Ancak dinsel fanatizmin bu dinde halen etkili olduğu gerçeği yadsınamaz. Bu dinin kendi içinde ayrıca bir iktidar talebinin olmaması –kendi sermayesinin ve uluslararası sermayenin Yahudi etiketli kesimlerinin zaten bu işlevi yerine getirdiği varsayılmaktadır– güncel bir çatışmaya yol açmamaktadır. Bu çatışma, Siyonizm aracılığı ile kendi dışına, özellikle de İslam’a, Müslüman halklara karşı yönelmiş durumdadır. Filistin sorununun güncelliği, somut bir kanıt olarak ortada durmaktadır.
Bugün “ılımlılaşması” için emperyalizmin temsilcileri tarafından hedefe konan din, asıl olarak İslam’dır. Bu hedefin neye göre belirlendiğine ise, yazının giriş kısmında kısaca değinildi. Bir cümle ile ifade edecek olursak, neden, ABD’nin bölge çıkarlarının güvenceye alınmasıdır. –Yazının ilerleyen bölümlerinde İslam’ın ABD çıkarlarına ne ölçüde tehdit oluşturup, oluşturmadığına değinilecektir, ancak– Bugün başta ABD olmak üzere, emperyalist büyük güçler, İslam’ı “uygarlaştırma ve “ehlileştirme” peşindedirler. İslam halklarının bir zamanlar insanlığın ilerlemesine yaptığı katkılar unutulmakta, onların da bir uygarlık yarattığının üzeri örtülmekte, bu halklar, “uygarlaştırılmaları” gereken barbar sürüleri olarak görülmektedir. Bu nedenle, burada, kısa bir hatırlatma yararlı olacaktır. İslam dininin bir reformdan geçmediği genelde kabul edilmektedir. İslam’ın yükseliş dönemi, özellikle 8., 9. yüzyıldan 11. yüzyıla kadar olan dönem, “İslam rönesansı” olarak da adlandırılmaktadır. İslam’ın yükseliş döneminde, bu dine mensup Arap halklarının tıp, astronomi, matematik ve bilimin çeşitli dallarında çok önemli bilim adamları yetiştirdiği bilinmektedir. Batı rönesansının sonradan yararlandığı antik Yunan kaynaklarını Arapça’ya çeviren, koruyan ve tabii bu arada Yunan filozoflarından, özellikle de Aristo ve Platon’dan büyük ölçüde etkilenen İslam filozofları olmuştur. Orta Çağlarda, Batılılar, El Farabi’ye, “ikinci usta” demektedirler. “Birinci usta”, elbette Aristo’dur. El Farabi, Platon ve Aristo’ya dayanarak –yeni Platonculuk–, idealist dinsel felsefeyi yetkinlikle işlemiştir. (Bu konularda mükemmel bir özet için Enver Hoca’nın Ortadoğu Üzerine Düşünceler adlı kitabında yer alan “halkların Şanlı Geçmişleri İnkar Edilemez” makalesine bakılabilir.)
Avrupa’da, 17. yüzyılda “din mi-akıl mı” sorunu Descartes’le birlikte tartışıldı ve bu sorun aklın yararına çözüldü. Böylece iman ve irrasyonalizme karşı, rasyonel bakış açısı egemen oldu. İslam Dünyası’nda ise, bu tartışma, çok erken bir dönemde, 11. yüzyılda gündeme gelmişti. İslam bilgini Gazali bu sorunu aklın değil, dinin yararına çözdü. Her şey akıl ve akıla göre değil, Kur’an’la ve Kur’an’a göre açıklanmak zorundaydı. Hiçbir düzeltme ve gelişme, Kur’an hükümlerine uygulanamazdı. O zaten mükemmeldir ve tanrının kelamıdır. Daha sonra içtihat kapısının kapanması –hadislerin koşullara göre yorumlanması çabası– vb. nedenlerle, İslami dinsel ideoloji, bütünüyle taşlaşmıştır. Kapitalizmin İslam toplumları arasındaki geç gelişiminin de, özünde bu durumu değiştirmediği görülmüştür. Ancak İslami ideolojinin çağa ayak uydurması yönündeki çabaların, özellikle 20. yüzyıldan itibaren yoğunlaştığını da görmekteyiz. Ancak İslam ülkeleri, 19 ve 20. yüzyılda sömürgeciliğin ve emperyalizmin denetimi ve yönetimi altına girdi, ve bu güçler, her türlü gelişmenin önünü daha baştan kestiler, dinsel düşünceyi halkı uyuşturmanın etkili bir aracı olarak kullandılar.
Özellikle Ekim Devrimi ve onun ateşlediği ulusal kurtuluş mücadelelerinin, İslam ağırlıklı Doğu halkları arasında büyük bir uyanışa neden olduğunu tespit etmek gerekir. Bu etkinin “İslam sosyalizmi” vb. adlar almaya kadar uzandığını görebiliriz. Elbette bu tür adlandırmanın bir yanı, İslam halklarını modern sosyalizm düşüncesinden, materyalist felsefeden uzak tutma çabalarıdır. Ama madalyonun diğer yanında, sosyalizmin prestijinden yararlanma, halkların hareketine bir itilim kazandırma bulunmaktadır.
FARKLI İKİ YÖN
Burada zorunlu olarak sorulması gereken soru şudur; dinin –burada İslam’ın– reforma tabi tutulması, ılımlılaştırılması, başlı başına, karşı çıkılması gereken bir gelişme midir? Dinin fanatik savunucuları olan küçük bir azınlık dışında, bu düşünceye karşı çıkan hemen hemen yok gibidir. Toplumsal, tarihsel koşullardaki değişme ve gelişmeler, dinin, çağın koşullarına ayak uydurmasını her zaman beraberinde getirmiştir. Burada önemli olan, bu hareketin söz konusu toplumun kendi iç dinamiklerinin ürünü olması, toplumun kendisini ve dine yaklaşımını bilinçli olarak bir reforma tabi tutmasıdır. Ya da gerçekten ilerici düşünce ve akımların dış zorlamasının –sosyalizm, ulusal kurtuluş vb.– itici güç olmasıdır. Bu tür bir reform hareketi, dinin içinden gelebileceği gibi, dinin dışından, ama söz konusu toplumun içinden de gelebilir. Örneğin Kemalist Türkiye’nin hilafetin kaldırılması, laiklik vb. reformları bu türden bir harekettir. Dinin çağın koşullarına ayak uydurması çabalarının birinci yönü budur. Burada doğal olarak bu tür hareketlerin başarı derecesi üzerine ayrıntılı bir değerlendirmeye girilmeyecek, dini bu tür reform ve ılımlılaştırma –içinden veya dışından gelsin– çabaları, bu yazının konusu olmayacaktır. Ancak şu söylenebilir ki, bu tür hareketler belli bir başarı sağlamışlar, toplumsal ilerlemeye katkıda bulunmuşlardır. Bu tür bir gelişme evresinden geçse de, dinin idealist özünün korunduğunu ve halkı uyutmaya devam etmek üzere kullanıldığını, sanırız ayrıca belirtmeye gerek yoktur.
Dinin reforma tabi tutulması çabalarının ikinci yönü, bizi asıl ilgilendiren yönü ise, topluma ve dine dıştan dayatılan “ılımlılaştırma” çabalarıdır. Burada temel amaç, toplumu ve dini çağdaşlaştırma, reformdan geçirme değildir. Dışarıdan dayatılan belli bir gerici politikaya –burada emperyalist politika– uyum göstermesi, onun bir aleti olmasıdır. BOP’la yeniden güncelleşen “ılımlı İslam” dayatmaları, bu türe girmektedir. Burada İslam, belirli bir emperyalist politikanın hizmetine koşulmak üzere, ehlileştirilmekte, söz konusu ülke halkının, yerli işbirlikçiler aracılığıyla, uysal köleler haline getirilmesi hedeflenmektedir. Emperyalist Batı’nın dini –Hıristiyanlık– ile olan çelişkiler yumuşatılmakta, İslam, Hıristiyanlıkla yeni bir uzlaşmaya –Hıristiyanlık yararına– zorlanmaktadır. Açıkça görülmektedir ki, İslam, emperyalizm yararına, geriye doğru bir reforma tabi tutulmakta, bu dinde önemli bir unsur olan “esarete karşı savaşın” üstü örtülmekte, işgal altındaki, baskı altındaki Müslümanlara “cihat” ve mücadele yasaklanmaktadır. Bu, şu açıdan, son derece önemlidir; eğer bir İslam ülkesi işgal altındaysa, dine göre, cihat zorunludur. Bugün de, örneğin Irak’ta yankılanan ve etki bulan çağrılardan en önemlisi, her halde budur. “Cihat”ın hedefini, cihat eden güçler nasıl açıklarsa açıklasın, cihatın, objektif olarak, emperyalist müdahale karşıtı olduğu gerçeği göz ardı edilemez. Burada, elbette, cihat adına yapılan terör saldırılarını dışta bırakmak gerekir.
Burada, “Hıristiyanlık ile Müslümanlığın uzlaşmasının ne kötülüğü olabilir?” sorusu akla gelebilir. Ancak sorun bu değildir. Bu halklar, barış içinde ve yan yana, iç içe yaşamanın olumlu örneklerini verdiler ve veriyorlar. Sorun, İslam halklarının emperyalist müdahaleye teslimiyet sınırına çekilmesi, bu teslimiyetin, “Hıristiyan-Müslüman” uzlaşması olarak sunulmasıdır.
“YEŞİL KUŞAK” VE “ILIMLI İSLAM”
Burada, bugünkü Amerikan doktrinine hizmet eden “ılımlı İslam” ile, bir önceki dönemin –soğuk savaş– İslam ülkeleri için tasarlanmış dinsel ideolojisi ve yine Amerikancı olan “yeşil kuşak” arasındaki belirgin farklılığı da vurgulamak gerekir. ABD ve Batı açısından, bir önceki dönemin temel düşmanı “Sovyet yayılmacılığı” ve onun şahsında simgeleşen “komünizm” idi. Materyalist ve tanrı tanımayan komünizme karşı, Müslümanlardan beklenen, “cihada” daha fazla sarılmaları, dinsel manevi değerleri yükseltmeleri idi. Din, bu alanlarda, olabilecek en radikal tarzda yorumlanıyor ve sadece Sovyetlere karşı değil, içte, işçi ve emekçi hareketine karşı da kullanılıyordu. Bu mücadelede temel müttefik ABD’ idi ve İslamcı kralların, şeyhlerin, şeriat yönetimlerinin açıktan desteklenmesinde bir sakınca bulunmuyordu. Afganistan’daki Taliban hareketinin ve Bin Ladin’in, ABD ile bu ilişkinin çocukları olarak dünyaya geldikleri, çok iyi bilinmektedir. Öz olarak denilebilir ki, Yeşil Kuşak İslamı’nın temel karakteristiği, anti-komünizm idi. İslam, “komünizme” karşı yöneltilmişti.
Doğu Bloku’nun çökmesinin ardından gelişen süreç ise, farklı bir dünya ortaya çıkardı. ABD, tek süper güç ve dünya zorbası olarak, kapitalist emperyalist dünyanın başına oturdu. Dünyanın yeniden paylaşımı söz konuydu ve bu paylaşımda aslan payını almak isteyen de, ABD idi. Ve paylaşılacak alanların başında ise, petrol ve enerji kaynakları zengini Ortadoğu ve çevresi gelmekteydi. ABD, bu alanda hem sahip olduklarını korumak, hem yenilerini kazanmak zorunluluğu ile karşı karşıya idi. Burada temel sorunlardan birisi, bu ülkelerin halklarının Müslüman olmaları idi. “Komünizme, Sovyet yayılmacılığına” karşı, “cihat ruhuyla”, “anti-komünizm” temelinde eğitilen İslam dünyasının, yakın geleceğin işgalci ve müdahalecisi ABD karşısında yeni bir eğitime tabi tutulması gereği ortada idi. ABD provokasyonu olup olmadığı tartışılan 11 Eylül terör saldırısının ardından, ABD’nin, BOP ve onun içinde temel ayaklardan birisi olan “ılımlı İslam” projesi, yeniden güncelleşti ve piyasaya sürüldü.
Ancak bu kez, “ılımlı İslam”, işaret edildiği gibi, “Yeşil Kuşak İslamı”ndan farklı özellikler taşımak zorundadır. Bir kere, işgalciye karşı “cihat” aforoz edilmiştir. Çünkü işgalci, Sovyetler gibi “tanrısızlık” değil, “özgürleşme uygarlık ve demokrasi” getirmektedir. “Cihat”, artık terörizm olarak ilan edilmiştir. Ülkelerinin bağımsızlığı için savaşanlar ise, artık bir önceki dönemdeki gibi, “özgürlük savaşçıları” değil, “uluslararası terörizmin” taşıyıcılarıdır. Artık “kurtarılacak topraklar” yoktur. İşgal kabul edilmeli, “tevekkülle” sineye çekilmelidir. “Yeşil Kuşak”ta İslam içerisindeki mezhepler arasındaki farklılık, “komünizme” karşı ortak mücadele gereği, öne çıkarılmazken, “ılımlı İslam” döneminde, Irak’ta olduğu gibi, asıl vurgu ayrılığadır. Sunni ve Şiiler belirgin bir biçimde ayrıştırılmış, hatta mezhep çatışması körüklenmeye başlanmıştır. Bu, sömürgeciliğin ve emperyalizmin bölme ve yönetme politikasına uygun gerici bir politikadır. Ilımlı İslam’ın temel karakteristiği, İslam’ın, müdahaleci güçler yararına, İslam’a karşı kullanılmasıdır. Ilımlı Müslümanlar, radikallere ve genel olarak bağımsızlık mücadelesine yönelen İslam halklarına karşı kullanılacaktır. Tabii ABD’nin hizmetine koşularak. Örneğin, “İslamda reform”, “ılımlı İslam” dayatmalarında bulunanların, kendi gerici amaçlarını şöyle açıkladıklarını görüyoruz; “Anti-emperyalist ve sosyalist düşüncelerinden dolayı laiklere –İslam ülkelerindekiler kastediliyor– güvenilmez. Fundamentalistlere ve geleneksel Müslümanlara da. Fundamentalist ve gelenekseller arasında oluşabilecek bir yakınlık kesinlikle engellenmeli. Hatta birbirleriyle savaşmaları teşvik edilmeli. ABD ve Avrupa için güven telkin edilenler sadece, kitleleri yönlendirmede Kur’an’ı sınırlandıran modernist Müslümanlardır. Bu grup desteklenmelidir. Fundamentalistler zayıflatılmalı ve yok edilmelidir.”* (* RAND Corporation’ın hazırladığı ve muhafazakar Smith Richardson Vakfı’nın finanse ettiği “Sivil Demokratik İslam: Ortaklar, Kaynaklar ve Stratejiler” başlıklı 88 sayfalık rapor. Rapor Yeni Amerikan Yüzyılı projesinin ideologlarından, Bush’un şimdiki Afganistan temsilcisi Zalmay Halilzad’ın karısı Cheryl Benard tarafından hazırlanmıştır. Aktaran: İ.Karagül, 30 Kasım Yeni Şafak) Rapor, buna benzer pek çok gerici düşünceyi içermekte, ABD yönetimine, bir “ılımlı İslam” stratejisi sunmaktadır. “Ilımlı İslam”da anti-komünizm ise, dinin, olağan komünizm karşıtlığının sınırlarına çekilmiştir.
Bu gerici politikanın hayata geçebilmesi için, işgalciye karşı dinin yumuşatılması, işgale ve emperyalist müdahaleye razı bir pozisyona çekilmesi, özel bir önem kazanmaktadır. İşgalci, ne de olsa bir dine sahiptir ve üstelik bu din –Hıristiyanlık–, Kur’an tarafından, “hak dini” –semavi din– olarak nitelenmektedir. Diğer “hak dini” ise, Museviliktir. Bu dinlerin yeni uluları –Bush ve çetesi–, İslam ülkelerine karşı seferi, “Yeni Haçlı seferi” olarak niteleseler de, bu, onların, cephe gerisini düzlemek için kullandıkları bir laftır ve “ılımlı İslamcılar”a göre, buna fazla itibar etmemek gerekir! Onlara göre, artık dinsel hoş görüye sahip olmak ve diğer dine saygılı olmayı öğrenmek gerekir. Böylece İslam, adeta Hıristiyanlığın uysal bir alt mezhebine indirgenir ve bu mezhebin “sapkınlarına” karşı Haçlı seferleri açılır.
Bu “argümanların”, bir önceki dönemin “Yeşil Kuşak” argümanlarından farklı olduğu ortadadır. Ortak nokta ise, yine dinin kullanılması, üstelik her iki dönemde de, ABD emperyalizmi lehine kullanılmasıdır. Ama bu kez, kullanılma yönü değişmiştir. Artık İslam, İslam’a karşı kullanılacaktır. “Dinin akideleri”nin, bu yön değişikliğine uygun olarak yorumlanması gerekir. Yani, Kabe, Washington’dur ve tanrının kelamını –Kur’an’ı– değiştirmeye, sadece emperyalist ideologlar, bu “yeni peygamberler” yetkilidir. Dinde reformasyon, böylece, “Beyaz Saray Buyrukları” olarak yerine getirilir. Bu amaçla, “yeni Kur’an” bile yazılmış durumdadır. “Yeni Furkan” adıyla CIA tarafından yazdırılan bu kitap, “BOP”un “kutsal kitabı” olarak piyasaya sürüldü. Kitap, ABD’nin Ortadoğu’da Müslüman ülke ve halklara karşı güç ve egemenlik için yaptığı saldırıları, “Hıristiyanlık” ve onun müttefiki “Musevilik” açısından kutsuyor ve bu saldırıya ideolojik temel sağlıyor. Kitap, “üç dinin kitabı” vb. biçimlerde de adlandırılıyor. ABD’nin bu iş için geniş bir işbirlikçiler ağını kullandığını, elbette, ayrıca belirtmek gerekir.
İslam’da reform tartışmalarının, ABD ile doğrudan bir bağlantısının olduğu açıkça görülmektedir. ABD emperyalizmi, dünya egemenliğinin kilit sorunu olarak, Ortadoğu’yu, buranın petrol ve enerji kaynaklarını, geçiş yollarına sahip olmayı görmektedir. Doğal olarak, bu gerici amaç, bölgeye müdahale ve saldırıyı da beraberinde getirmektedir. Keskinleşen emperyalistler arası çelişkiler, ABD’nin bu bölgeye eski yöntem ve tarzlarla egemen olamayacağını göstermektedir. Din açısından bakılacak olursa, bölge halkları ağırlıklı olarak Müslüman, müdahaleci gücün dini ise, Hıristiyanlıktır. Bu çelişkinin bir biçimde çözülmesi veya uzlaşır hale getirilmesi gerekmektedir. Yukarıda işaret edilen gerici çabalar, bu uzlaşmayı olanaklı hale getirmeyi amaçlamaktadır.
DİN TEMELİNDE YÜRÜTÜLEN BİR MÜCADELENİN BAŞARI ŞANSI VAR MI?
Burada genel olarak şu soru öne çıkmaktadır: ABD emperyalizminin önderliğinde, Ortadoğu’nun Müslüman halklarına karşı yürütülen bu savaş ve müdahale saldırısı, dine, Kur’an’a dayanarak püskürtülebilir mi? Ortadoğu’nun Arap, Kürt, Türk, Pers ve diğer halkları, tek bir “cihat bayrağı” altında toplanarak, ya da tek tek ülkelerde, bu emperyalist saldırıyı püskürtebilirler mi? Yoksa Ortadoğu halkları ulusal ve sosyal kurtuluş için farklı bir temele dayanmak, birliğini ve mücadelesini bu temel üzerinden geliştirerek zafere ulaşmak zorunluluğu ile mi karşı karşıya? Orta ve Yakındoğu halklarının önümüzdeki dönemde yürütecekleri mücadelenin kaderinin, büyük oranda bu sorunun çözümünde yattığı ortadadır.
Bugün Ortadoğu’daki Müslüman halklarının, tarihlerinin en büyük saldırısı ile karşı karşıya geldikleri açıktır. Düşman, ABD’nin şahsında simgelenen emperyalizmdir. Bugünkü emperyalist saldırının, geçmiştekilere göre çok daha köklü ve güçlü olduğu görülmektedir. Çünkü Ortadoğu, bugün, yeni bir paylaşım mücadelesinin tam göbeğinde bulunmaktadır ve bu niteliği ile, hem yeni bir dünya savaşının, hem de ulusal ve sosyal kurtuluş hareketlerinin başlangıcı olmaya aday bir bölgedir. Petrol ve zengin doğal kaynakları, büyük geçiş yollarının merkezi olması, yüz milyonlarca nüfusu ile büyük bir pazar olma niteliği, bu bölgeyi, dünyanın paylaşımındaki “en değerli mücevher” haline getirmektedir. Bölgeye sahip olan, aynı zamanda, rakipleri üzerinde stratejik bir üstünlük sağlayacaktır. ABD emperyalizmi, bölgeye büyük güçler yığmaya ve bölge gericilikleri kendi etrafında birleştirmeye, saldırılarını daha da yıkıcı hale getirmeye adeta mahkum durumdadır. Rakip emperyalistlerin de, eğer dünyanın bölüşülmesinde söz sahibi olacaklarsa, giderek buna yakın bir gücü harekete geçirmek zorunda oldukları kendiliğinden anlaşılır.
Bütün bunlara karşın, bölgenin Müslüman halkları, dine, Kur’an’a sarılıp, “cihat bayrağını” yükselterek, birliklerini sağlayıp bu büyük saldırıya karşı koyabilirler mi? Olgu ve olaylara gerçekçi bir bakış, tarihsel deneyimler, böylesi bir birliğin sağlanamayacağını göstermektedir. Bunun nedenleri kısaca şunlardır; İlk olarak; din –burada söz konusu olan Müslümanlıktır–, kendi içerisinde farklı mezheplere bölünmüştür ve bu bölünme, halkları birleştirme değil, ayrıştırma yönünde etkide bulunmaktadır. Irak’taki Şiilerin direniş hareketine katılmamaları, ya da bazı kesimlerinin zayıf bir destek vermeleri, güncel bir örnektir. Bu, halkların birliğini zayıflatmakta, mücadelelerini güçten düşürmektedir. Ayrıca aynı mezheplerin bile, kendi içerisinde alt parçalara bölündüğü, dini farklı biçimlerde yorumladıkları bir gerçektir. Bu durum, bölünmeyi derinleştiren bir etkide bulunmaktadır. İkinci olarak; bölge halklarının farklı devletlere, uluslara bölünmüş olduğu, bunlar arasında, yine kaynağını emperyalizm ve gericilikten alan köklü çelişkilerin (Türk-Kürt, Arap-Kürt, Arap-Fars vb.) olduğu bilinmektedir. Bu çelişkiler, emperyalizm tarafından kışkırtılmakta ve derinleştirilmektedir. Üstelik Araplar da, farklı uluslaşma yönünde ilerlemekte, farklı devletlere sahip olma ile birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Bütün bu farklılıkları Müslümanlığın “ümmet birliği” ya da Arapların “Arap Birliği” altında toplayamayacağı ve toplayamadığı, bugün de, geçmişte de görülmüştür. Üçüncü olarak; İslam halkları, işgalciyi, aynı zamanda, Hıristiyanlığın temsilcisi olarak görmektedirler. Emperyalizmin saldırısı, “Hıristiyan emperyalizmin” ülkelerine saldırısı olarak algılanmaktadır. Bu, dinsel karşıtlıkları körükleyen –bu, emperyalistlerin işine gelmektedir, zaman zaman kasıtlı olarak bu yönü öne çıkarmaktadırlar– bir yaklaşımdır. Oysa “Hıristiyan dünyada” bir de işçi ve emekçi yığınlar vardır. Bunlar, halkların işgale ve emperyalizme karşı mücadelesinin doğal müttefikleri durumundadırlar. Ezen ve ezilen halkların mücadelesinin aynı hedeflere yönelmesi hayati bir önem taşımaktadır. Irak’ın işgali öncesinde, milyonlarca “Batılı Hıristiyan”ın işgale karşı çıktığı unutulmamalıdır. Din merkezli bir mücadele, bu doğal müttefikliği baltalayan, onun gerçekleşmesini önleyen bir yönde etkide bulunmaktadır.
O halde, bölge halklarının, dinsel, mezhepsel etkilerden kurtuldukları oranda, hareketlerini birleştirme ve güçlendirme yeteneğine sahip olacakları anlaşılamaz bir şey değildir. Bu ise, ancak, dinsel ve gerici etkilerden kurtulmuş, modern bir hareket etrafında birleşmekle olanaklı olabilir. Bu halkların işçi ve emekçilerini, ulusal ve sosyal kurtuluş etrafında birleştirebilecek, onların emperyalizme karşı birliğini, kendi içlerinde demokrasiyi sağlayabilecek tek modern hareket ise, sosyalizmdir. Dinin, eski toplumun böldüklerini, ancak sosyalizm birleştirir ve bir araya getirebilir. Bu, elbette, bütün bu toplulukların hemen sosyalizmi benimsemeleri gerektiği ve bunun bir çırpıda olabilirliği anlamına gelmiyor. Vurgulanmak istenen, mücadele birliğini, dinin değil ancak sosyalizmin, buna varan bir ulusal kurtuluş fikrinin sağlayabileceğidir. Bu mücadele birliği ise, anti-emperyalist, demokratik ilkeler etrafında sağlanabilir. Farklı din ve mezhepler ise, bu birlik altında ve birbiri ile çatışmadan yer alabilirler.
Öte yandan, İslam ülkelerinde, “İslamcıların” yekpare bir bütün oluşturmadıkları da bilinmektedir. İslamcıların aralarında anti-emperyalist, anti-Amerikan kesimler bulunmakta, bunlar, giderek güçlenmektedirler. Bu kesimler, daha çok, alt ve orta sınıflardan gelmektedirler. İşçi ve emekçi kesimlerin anti-emperyalizmi, bugün sosyalizmin zayıflığından dolayı, kendisini, İslami kılıklarda da ifade edebilmektedir. Ancak savaş ve işgaller dönemi, halkları, geçmişe –görece olağan günlere– göre, daha çabuk olgunlaştırmaktadır. Onlar, bugün, İslam ülkelerindeki üst sınıfların Amerikancılığını daha fazla fark etmekte, kendilerini şeyhlerden, krallardan, prenslerden ayrıştıran farklılıkları daha fazla görmektedirler. Bütün bu gelişmelerin, İslam ülkelerinde modern düşünce ve akımların gelişmeleri yönünde etkide bulunduklarını görmek gerekiyor. Aksi bir gelişme ise, işgale ve müdahaleye karşı İslam’ın tek alternatif olarak sivrilmesini, dinin, giderek daha radikal biçimler kazanmasını da beraberinde getirecektir. Burada, Türkiye işçi sınıfının oynayabileceği tarihsel rol, son derece önem kazanmaktadır.
“ILIMLI İSLAM” VE TÜRKİYE
Türkiye, ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik emperyalist stratejisi içerisinde kilit öneme sahip ülkelerden birisidir. Ülke, “ılımlı İslam”a yatkın, ABD ile işbirliğine hazır bir hükümet tarafından yönetilmekte, nüfusunun çok önemli bir kısmını Müslümanlar oluşturmaktadır. ABD’li stratejistler, Kemalizm’in vaktini doldurduğunu –Türkiye’nin Kemalizm’le ilişkisini kesmesi, kuşkusuz uzun yıllar önce gerçekleşti, ama burada, içte laikliğin yumuşatılması, dışta saldırgan bir politikanın uygulanması kastedilmektedir– hükümet ve devlet yöneticilerinin kulağına üflemektedirler.
Bu üflemelerin etkisiyle, politik düzeyde “ılımlı İslam”ı savunan kesimlerin, şu tür düşüncelerin daha yüksek sesle dile getirdikleri görülmektedir: “Cumhuriyet dönemi ile birlikte, kendi içine kapanma yaşandı. Çevremizde olup bitenler –özellikle İslam ülkelerinde– artık buralara ilgisiz kalamayacağımızı açıkça göstermektedir. Türkiye tarihten gelen mirasını ve tecrübesini bu alanda kullanmalıdır vb.” AKP Hükümeti, Fethullahçılık vb. gibi kesim ve akımlar da, Amerikan İslamı diyebileceğimiz bu gerici düşüncelerin piyonluğuna soyunmuş durumdadırlar. Fethullahçılar, ABD’yi mesken tutmuşlar, Kabe yerine Beyaz Sarayı tavaf etmenin “İslami duygularını” daha da güçlendirdiğini keşfetmişlerdir. İşbirlikçi Türkiye egemen sınıfları arasında, bir tür “Yeni Osmanlıcı” diye adlandırabileceğimiz bir klik, giderek palazlanmaktadır. ABD ile, özellikle Kürt sorununda, Kürt halkının başı üzerinden yeni, gerici bir anlaşmaya gidilmesi durumunda, bu kliğin ağır basacağı kesindir.
Böylece “Ilımlı İslam” ülkesine dönüştürülmüş bir Türkiye’nin, Ortadoğu’nun diğer Müslüman halklarının üzerine doğru sürülmesinin kolaylaşacağı hesap edilmekte; Türkiye, BOP’un temel ayaklarından biri yapılmak istenmektedir. Diğer ayağın ise, İsrail olduğu tartışılmazdır. İsrail, bölgede, ABD çıkarlarının en güçlü bekçisi ve temsilcisi durumundadır. ABD çıkarları ne zaman tehlikeye düşse, bölgede İsrail’in provokasyonları başlamaktadır. Kuşkusuz, İsrail’in kendi gerici bağımsız çıkarları bulunmaktadır. Ancak, arkasında ABD desteği bulunmayan bir İsrail’in, bölgedeki durumunun bugünkü gibi olamayacağı da, bir gerçektir. ABD’deki güçlü Yahudi sermayesi bu ittifakı pekiştirmekte, hatta ABD’nin İsrail tarafından kullanıldığı gibi bir görüntü bile ortaya çıkabilmektedir. Çıkarların iç içe geçtiğini, ama asıl kumandanın, emperyalist sermayede olduğu gerçeğini gözden kaçırmamak gerekmektedir. Din sorununun çokça öne çıkması, bu gerçeği karartmakta, emperyalist politikanın dini kullandığı gerçeği kararmakta, dinin emperyalizmi –din de kuşkusuz bu durumdan yararlanmaktadır– kullandığı gibi bir görüntü egemen olabilmektedir. Oysa halkların emperyalizme karşı mücadelesinin gelişebilmesi için, bu ayrımın yapılabilmesi büyük bir önem taşımaktadır.
Bütün bunlara karşın, Türkiye’de, diğer Müslüman ülkelere göre, gelişmiş bir işçi sınıfının ve daha ileri toplumsal koşulların olduğu yadsınamaz. Ayrıca Türkiye işçi sınıfının küçümsenmeyecek bir sosyalizm birikimi de bulunmaktadır. Bu yanıyla, Türkiye emekçileri, bölgede, anti-emperyalist ve demokratik bir hareketin başını çekebilecek potansiyele sahiptirler. Türkiye’nin bölgede ABD stratejisi için kilit önemi, Türkiye işçi sınıfının ve emekçilerinin bu potansiyeli ile boşa çıkarılabilir, ve Türkiye, emperyalist saldırının değil, bölge halklarının mücadelesinin kilit ülkesi olabilir. Türkiye halkının, daha geri koşullarda, geçmişte böyle bir rolü oynamış olduğu gerçeği, gelecekte de böyle bir rol oynayabileceğinin bir kanıtı değil midir?