Irak’taki son gelişmeler, ABD’ye karşı giderek, hem birleşen ve halk hareketi haline dönüşen, hem de daha geniş alanlara yayılıp etki gücü artan direniş, bazı kesimlerce beklenilmeyen, biraz da şaşırtıcı bir durum olarak karşılandı. Gazetelerindeki köşelerinden işgal başlamadan ABD’nin zaferini ilan edenler ise, inanılmaz bir suskunluk içersinde. Hatta denilebilir ki, Kıbrıs meselesi onlar için neredeyse bir can simidi oldu. Son zamanlarda onca olay, onca kanlı çarpışma, isyan girişimi dünyanın ilgi alanı olmasına karşın, bu kişiler, sanki bu dünyada yaşamıyormuşçasına, gelişmelerle ilgili tek bir satır yazmadılar!
Konu mu önemsizdi? Gelişmeler, Irak’ta son yaşananlar üzerinde durmaya değmeyecek kadar küçük boyutlu muydu? Hiç şüphesiz, eğer giderek köşeye sıkışan Irak halkı, egemenliğini pekiştiren de ABD olsaydı; söz konusu yazarlar son derece keyifli yazılar kaleme alırlar, işgalin, işgal altındaki Irak halkına sunduğu fırsatlar üzerine tonla yazılar yazarlardı. Ama işler “tersine” gidince, “kapağı” Kıbrıs’a attılar. Ama, onların kapağı Kıbrıs’a atması, Irak’taki gelişmeleri ortadan kaldırmıyor. Irak’ta her gün yeni gelişmeler oluyor; işgalci güç köşeye sıkışırken, ilk şoku üzerinden atan halk, işgalciye karşı giderek güçlenen bir moralle direniş hattını daha sıkı ve kalıcı biçimde örmeye devam ediyor. Genişleyen ve etkinleşen, geniş halk kesimlerini içine katan direnişte, değişik mezheplere mensup insanlar arasındaki önyargılar kırılıyor, birlikte mücadele isteği yaşamın içinde hayat buluyor.
IRAK’TA NELER OLUYOR
ABD’nin Irak’ı işgal planları, işlerin kolayca yürüyeceği varsayımı üzerine kurulmuştu. Yıllardan beri korkunç bir ambargo adı altında ilaç, çocuk maması, gıda girişinin bile yasaklandığı, bunun sonucunda –çoğu bebek ve çocuk– 2 milyona yakın insanın öldüğü Irak’ta, nükleer silahlar bir yana, cephe savaşı verebilecek düzeyde ağır silahların olmadığını çok iyi biliyorlardı. BM silah denetçileri sayesinde öyle yerlere girmişlerdi ki, girilmedik yer, bakılmadık kapı arkası bırakmamışlar, ne var ne yok hepsini öğrenmişlerdi.
ABD, moral değerleri çökertilmiş, baskı ve tehdit yoluyla dünyadan yalnızlaştırılmış, tecrit edilmiş halkın Saddam rejimi ile sorunlarının, Irak’ı oluşturan halkların birbirlerine karşı önyargı, güvensizlik ve bölünmüşlüklerinin kendisinin işini çok kolaylaştırdığını düşünüyordu. Aralarındaki çatlakları derinleştirecek, onlar birbirleriyle uğraşırken, dengelerle oynayarak, bildiği yoldan yürüyecekti.
Nitekim işgal harekatı az çok düşünüldüğü gibi oldu. Birkaç yerdeki kendiliğindenci lokal direnişler dışında kayda değer bir direnişle karşılaşılmadı. Ancak işgalcilerin düşünmek istemedikleri ya da düşünüp de ciddiye almadıkları bir şey vardı: İşgal, halklar için asla kabul edilecek bir şey değildi. Nitekim, olmadığı da kısa zaman içersinde görülecekti.
ABD, geride kalan bir yıldan fazla zaman içersinde işgal ettiği topraklar üzerinde tam ve kesin bir hakimiyet kuramadı. Kuramazdı da. Çünkü, bir ülke, toprakları şu veya bu biçimde, yüksek teknolojili silahların, uydu merkezlerinin, radarların, alıcıların, dinleme istasyonlarının yardımıyla ve para gücüyle savunma örgütlenmesi çökertilerek işgal edilebilir. Ama, yabancı bir ülkede, binlerce kilometrekarelik araziler, milyonlarca insan, birkaç yüz bin askerle sonsuz değin kontrol altında tutulamaz. İşgal altına alınan topraklar, savaşın kesin olarak bitirildiğinin sanıldığı anda, her cadde, her sokak, tuzağa, girildiğinde geri çıkması zor labirentlere dönüşebilir. Öyle de olmuştur.
Son olaylarla bir kez daha kesin bir biçimde görülmüş ve kimsenin inkar edemeyeceği açıklıkla kanıtlanmıştır ki, askeri bakımdan, güçlü ve son derece modern silahlara, en gelişmiş türünden füzelere, tanklara, toplara sahip olmak, bir savaşın kesin olarak sonlanacağı anlamına gelmemektedir. Savaşların sonunu, klasik muharebeleri ve cephe savaşlarını da kapsayarak insan unsuru belirlememektedir. Çünkü hiçbir silah, binlerce sokağı denetlemeye, kontrol altında tutmaya yetmemektedir.
ABD, ilk önceleri Tikrit’le uğraştı. Tikrit ciddi bir direniş sergiledi, bir türlü kontrol altına alınamadı. Amerikan propagandası, bu durumu, “Saddamcıların son kalıntılarının umutsuz çırpınışları” olarak yansıtarak geçiştirmeye, Saddam düzeninden nemalanan Sünnilerin rantlarının elden gitmesine bağlamaya çalıştı. Sünnilerin, Irak’ı oluşturan diğer halkların, inanç guruplarının kendileriyle eşit haklar elde etmesinden rahatsızlık duyduğu gibi bir propagandayla örtmek istedi. Böylece, yalnızca direnişi küçümsemek ve kötülemekle de kalmıyor, aynı zamanda, halkları birbirine karşı kışkırtmaya, bölmeye, karşı karşıya getirmeye de çabalıyordu. Çünkü eğer Amerikan propagandasına bakılacak olursa, Sünnilerin direnişi, “ABD’ye karşı gibi gözükse de, asıl kendileriyle eşit haklara kavuşan Şii’lere, Kürtlere karşıydı! ABD ise, Irak’a, halklar arasında eşitliği getirmişti! Ona karşı direnmek, eşitliğe, barışa karşı direnmek, ayrımcılıkta ısrar etmek demekti!”
Bu arada, ABD geçici yönetim oluşturmaya girişti. Ama tutmadı. Ne yapsa meşrulaşmadı. Yeni manevralar, göz boyamalar yapıldı. Bir türlü tutmuyor, atadığı kukla yönetim dikiş tutmuyordu.
Derken, direnişin ardındaki son kale olarak gösterilen Saddam da yakalandı. İleri sürüldüğüne göre, Irak halkının son direnç noktası da kırılacak, direniş duracak, “bir yolunu bulur, yine başa gelir” diye korktuğundan işgalcinin yanında yer almaktan korkan halk, koşa koşa ABD’nin yanında yer alacaktı.
Oysa, Saddam’ın yakalanması hiç de öyle bir etki yapmadı. Tam tersine, direnişin ardındaki gücün Saddam olmadığı meydana çıktı. Kaldı ki, önümüzdeki süreçte yürütülecek yargılama, gerçekten herkese açık olursa, bu yargılamadan da Amerika’nın zararlı çıkacağı gün gibi ortadadır. Bu yüzden de, büyük ihtimalle yargılama herkese açık yapılmayacaktır. Çünkü, yakalanmasını takiben, o meşhur saçı başı dağınık haldeki Saddam görüntülerinden sonra, Saddam’ın adı pek anılmamıştır. Sonraları, basına yansıyan sözlerinden anlaşıldığı kadarıyla, Saddam kolay lokma olarak yutulamayacaktır. ABD önünde diz çökmeyecektir. Eğer yargılama adil ve tüm dünyaya, kameralara açık olabilse, davanın, ABD’nin yargılanmasına dönüşmesi hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.
YAYILAN DİRENİŞ VE ŞİİLER
ABD’nin işini zorlaştıracak güç olarak görülen Şiiler, ilk başlarda ABD ile açık çatışmaların içine girmediler. Her ne kadar, işgale destek vermediler, ABD’nin yanında açıktan yer almadılar, bir an önce çekip gitmesini söyledilerse de, görüşmelerin içinde ve atanmışlar yönetimde yer alıp uzlaşmacı bir görüntü sergilediler. Bunda da en büyük etken, Şiilerin üzerinde esas olarak Ayetullah Ali El-Sistani’nin etkisinin olmasıydı.
Dinsel açıdan dünya Şiiliğinin birinci ismi pozisyonundaki büyük Ayetullah Ali El-Sistani, asıl olarak Şiilerin Güney’de yaşayanlarının lideriydi. Ve Irak Şiileri asıl Güney’de yaşıyorlardı. Ancak, işgal karşısında beklentici ve belirli bir uzlaşmaya dayalı tutum, tüm Şiiler açısından onaylanan bir tutum değildi. Aynı zamanda hoşnutsuzlukları da doğuruyordu.
Buna karşın, dinsel yetkeye sahip olmasa da, orta Irak’ta, özel olarak da Necef’te yaşayan Şiilerin lideri durumundaki Muktada Sadr, ABD’ye karşı daha net bir görüntü sergiliyordu. Her ne kadar, ilk andan itibaren silaha sarılmamışsa bile, çok da uzlaşır bir tutum içine girmemişti. Bu da ABD’yi rahatsız ediyordu. Üstelik, onca kışkırtmaya, rezil propagandaya karşın, beklenen olmamış, Orta Irak’taki Şii ve Sünniler birbirine girmemişti. Sadr, bir türlü istenilen rolü oynamıyor, ABD de, bir türlü vaziyete egemen olamıyordu. Sıkıntılar çoğalıyor, hoşnutsuzluk dalgası içten içe genişliyordu.
Bu arada, Sadr’ın tavrı, diğer bölgelerdeki Şiiler arasında da sempati topluyor, destek buluyor, Sistani’nin tartışılmaz pozisyonu tartışılmaya başlıyordu.
ABD, Orta Irak’ta o her zamanki bilinen kontra yöntemlerine başvurdu. Camiler bombalandı. Ama bekleneni elde etmek, Şii-Sünni çatışması yaratmak, halkı birbirine kırdırtmak bir yana, tam tersi oldu. Sünniler ve Şiiler, ABD’ye karşı birlikte yürüyüş yaptılar, işgalciye karşı birlikte mücadele edeceklerini ilan ettiler.
İşte bu kötüydü işgalciler için! Halkların barış ve kardeşlik içinde yaşamaları, birbirlerini katletmemeleri ne kadar da üzücü bir şeydi! Oysa birbirlerini boğazlasalar, kan gövdeyi götürse ne de güzel olacaktı! Çünkü ABD, “barış sağlamak” için gelmişti ya!
Bu kez, Sadr’a saldırmayı planladılar. Belki de bu, bazılarının dediği gibi, güçlenmekte olduğu fark edilen ve bir türlü kontrol altına alınamayan Sadr’ı daha fazla büyümeden savaş alanına çekmek, istihbarat taktiklerinde yer alan, “erken doğuma” zorlamaktı. Henüz hazır olmadan savaş alanına çekilecek Sadr, yenilecek, güçleri tamamen imha edilecek, tehlike büyümeden etkisizleştirilecekti.
İşgalciler, önce Muktada Sadr’a bağlı bir grup tarafından çıkarılan El Havza En Natika (Hareketli Havza) adlı dergiyi kapattılar. Dergi, ABD ve işgal güçlerine açıktan tavır koyuyor, net bir biçimde işgal karşıtı yayıncılık yapıyordu. Ardından, yeni bir komplo devreye sokuldu. Sadr’ın en yakın yardımcısı sayılan Mustafa Yakup, geçen yıl bir suikasta kurban giden Abdulmecid El Hui’nin öldürülmesinden sorumlu tutularak, tutuklandı. Sünni-Şii çatışmasını başlatamayan ve Sadr’ın yükselen prestijini önleyemeyen ABD, bu kez, hem Sadr’ın artan prestijini sarsmayı hem de Şiileri kesin çizgilerle birbirine düşürmeyi planlamıştı. Ama bu da tutmadı! Hikaye hiç kimse tarafından inandırıcı bulunmadı, tersine, bir kez daha ABD nefret kazandı.
Derginin kapatılması ve ardından en yakın yardımcısının pis bir komployla tutuklanması üzerine, Muktada Sadr, o güne kadarki en sert açıklamasını yaparak, halka, düşmanla dişe diş mücadele çağrısı yaptı. Çağrı anında yanıt buldu. Başta Necef olmak üzere, Bağdat, Basra ve Amara’da işgalci güçlere karşı saldırılar düzenlendi. Halkın büyük katılımıyla yürüyüşler patladı. Yönetim binaları, belediyeler işgal edildi. Direniş hareketi hızla tüm ülkeye yayılıyordu. Hem de öyle ufak tefek gurupların işi olarak değil, geniş halk yığınlarının katılımı ve farklı inanç sahiplerinin birlikte mücadelesi olarak.
Bu arada ABD’ye bir darbe de İspanya’dan geldi. Sıkı Amerikancı Aznar seçimleri kaybetti. Hem de seçimlerden önce yaratılan provokasyona rağmen. İspanya’da bombalar patlatılmış, onlarca insan ölmüş, bombalamanın sorumlusu olarak El Kaide gösterilmişti. Hesaba göre, “İşte bakın Aznar’ın yaptığı iş ne kadar doğru, Irak’a asker göndermekte, terörizme karşı ABD ile birlikte savaşmak ne kadar haklı” denilecek ve oy kazanılacaktı. Ama o plan da ters tepti. İspanya halkı Aznar’ı devirdi. Aznar’ın devrilmesi, ABD’ye Avrupa cephesinden indirilmiş bir darbeydi. AB’nin bir mevzi daha kazanmasıydı. Ama aynı zamanda, Irak’ta ABD’yle birlikte hareket edenlerde çözülmenin de habercisiydi.
Nitekim, İspanya, Iraktaki askerlerini geri çekeceğini açıkladı. Devreye bizzat Bush girdi ve İspanya’nın yeni hükümetine baskı yaptı. Ama İspanya Hükümeti kararından geri basmadı. Ardından, İspanya ile birlikte hareket eden Honduras, Irak’taki 300 civarındaki askerini geri çekeceğini açıkladı.
Rakamlar belki azdı, asker sayısı sembolik düzeydeydi, ama sorun, asker sayısıyla ilintili değildi. Sonuçta, bir ülke desteğini çekiyor, ABD yalnızlaşıyordu. İşgal, işgal güçleri açısından bile meşruiyetini yitiriyor, moral bozukluğu yaratıyordu.
Sadr’ın açıklaması ve olayların patlamasından sonra, Bremmer, Muktada El-Sadr’ı “Kanun dışı ve Irak’ın güvenliğini bozan kişi” olarak tanımladı ve hakkında tutuklama kararı çıkarttı. Gerekçesi olarak da, Sadr’ı, Iraklı din adamı El-Hui’nin öldürülmesinden sorumlu tuttu. Bush ise, Sadr’ı “haydut” olarak tanımladı! Buna karşın Sadr, “Başlatılan isyanın, yabancı kuvvetler girdiği bölgelerden çıkana kadar devam edeceğini” açıkladı.
İspanyol askerlerinin gösterilere ateş açmasıyla başlayan çatışmalar, Sünni bölgesi olan Felluce’den Necef, Kerbela, Nasıriye gibi Şii bölgelerine de yayıldı.
Genişleyen isyancı harekete ABD’nin tepkisi, son derece acımasız oldu. ABD, kenti havadan bomba yağmuruna tuttu. İnsanların üzerine binlerce tonluk bombalar atıldı. Kadın erkek, ihtiyar bebek demeden insanlar yakıldı, binalar yerle bir edildi. Klasik deyimiyle, “sivil asker ayrımı yapılmadı” da denemez, çünkü isyancılar sivil halktı. ABD kuvvetleri tam bir katliam yaptı, 1000’den fazla insanı öldürüldü. 1500’den fazla insan yaralandı. Buna karşılık, 100’den fazla ABD askerinin öldürüldüğü açıklandı. Bu, ABD’nin işgal sırasında kaybettiği asker sayısı kadardı.
Ancak ABD için saldırının faturası, asker kayıplarından çok daha büyük oldu. ABD’nin katliamı, ülke çapında büyük bir öfkeye yol açtı; halkın birleşmesinde etkin bir rol oynadı. O güne kadar ABD ile birlikte görünen ya da en azından ABD’ye engel olmayan yüzden fazla aşiret reisi, Amerika’nın Irak sorumlusu Bremmer’la görüşerek, “Saldırıların derhal durdurulmasını” talep etti. İçlerinden bir bölümü daha da ileri giderek, “Eğer saldırılara son verilmezse, kendilerinin de Sadr’ın yanında savaşacaklarını” söyledi.
İş bununla da bitmiyordu. Sadr’ın isyankar tavrı, en çok da Ayetullah Ali El-Sistani’yi zor durumda bırakmıştı. Kendi etkinliğindeki Güney Şiileri arasında bile tartışılmaya, Sadr’a destek vermesi için üzerinde baskı oluşmaya başlamıştı. İşgale karşı mücadele edenlerin, teslim olmayanların prestiji ve etki gücü yükseliyor, Sistani’nin prestiji ise düşüyordu.
Güney Şiileri arasında da, Sadr, etki alanı yaratmaya başlamıştı. Doğal olarak, Sistani daha fazla sessiz kalamaz, gelişmeleri elleri kollarlı bağlı izleyemezdi. Aksi takdirde, tam Amerikancı ve işbirlikçi görünme tehlikesi vardı; ve işte o zaman, ne prestiji kalırdı ne saygınlığı ne de etki gücü… Nitekim, etkinliği altındaki Güney Şiileri sokaklara dökülmüşler, işgal güçlerine karşı eylemlere girişmişler, bir bölümü de savaşmak için Sadr’ın yanına gitmeye başlamıştı. Kuşatma altındaki Necef’e konan ambargonun aşılması için bedenlerini ortaya koymuşlar, halk canlı hedef olarak kamyonlarla kente yiyecek taşımıştı. Ayetullah Ali El-Sistani dinlenmemişti!
Sonuçta, Sistani daha fazla sessiz kalamadı. Nihayetinde, ABD’nin imha tavrına son vermesi gerektiğini, aksi takdirde Sadr’ı destekleyeceğini açıkladı. Sadr ve ABD, uzlaşmak için görüşmelere başlamalıydı.
Kısa bir ateşkes dönemi oldu. Ama bu dönemde bile çatışmalar devam etti. ABD, bildiğini okudu, bombalamaları, katliamlarını sürdürdü. Ama direniş de silahlı eylemler biçiminde Felluce, Necef, Bağdat, Basra, Amara, Karbela, Nasıriye gibi bölgelere yayılmıştı. ABD’nin işi şimdi çok daha zordu ve giderek içinden çıkılmaz bir hal alıyordu.
BUNDAN SONRASI
Artık ABD’nin, Irak’ta bir türlü düzene koymadığı dengeleri kurması çok daha zordur. Halk kontrol altına alınamayacaktır. Bu çok açık biçimde anlaşılmıştır. Dengeleri tutturmak da zorlaşmıştır. Sünni ve Şiileri düşmanlaştırma hesapları halk tarafından bozulmuştur. Sadr teslim olmamakta, direnişi, itibar ve etki gücü kazandırmaktadır. Sistani ise, eski havasında değildir. Üstelik bundan sonra, durumu kurtarmak, halkın gözünde soru işaretleri oluşturan pozisyonunu kurtarmak için, ABD’den, Şiiler için daha fazla şeyler, haklar, ayrıcalıklar talep edecektir. Bir tarafta Sistani, diğer tarafta Barzani ve Talabani’yle Kürtler, ortada Sünniler ve Sadr; ABD’nin herkesi memnun etmesi çok zordur! Olmayan, ayar tutmayan dengeler, bir kez daha ve bu kez çok ciddi biçimde sarsılmıştır. Üstelik bu kez, karşılarında ciddi bir direniş cephesi vardır.
Büyüyen direnişle birlikte, ABD, direnişin ardındaki gücün İran olduğu propagandasını üflemeye başladı. Dün, Saddam’dı, bugün İran! Yarın işler iyice sarpa sardığında, hedefe, Suriye ve diğerleri de konulabilir. Çünkü, İsrail’in düşmanları ABD’nin de düşmanlarıdır!
Sonuçta her direnişin arkasında yeni bir düşman ve hedef aranacak ve yaratılacaktı. Oysa konuyla ilgili herkes az çok bilir ki, ABD’nin hedefleri arasında ilk andan itibaren İran ve Suriye de vardı. Ve hatta ABD; Irak işgalini tamamlar tamamlamaz İran’a dalmayı planlamıştı. İran durdukça, ABD’nin petrol bölgesi üzerindeki planları tam olarak gerçekleşmiş olmayacaktı. “Çıbanbaşı” varlığını sürdürecek ve diğer ülkelere de kötü örnek olacaktı. Aynı zamanda İsrail’in güvenliği için de İran ve Suriye’nin düzlenmesi gerekiyordu.
Ancak, Irak’taki işler beklendiği gibi gitmeyip işgal dünyadan büyük tepkiler alınca, İran’a “dalma” işi bir süreliğine ertelendi. Ayrıca İran’a düzenlenecek saldırının, Irak Şiilerini de karşıya alma riski vardı; bu ise, hem Irak hem İran’da iki cephe aşılması demekti ve işler iyice karışabilirdi.
Kısaca söylemek gerekirse, Irak, ABD için tam bir bataklık halini aldı. Çırpındıkça daha çok batıyorlar. Moral üstünlüğü direnişçi halka geçiyor, işgalci güçler hızla moral kaybediyorlar.
Bugün için Irak direnişinin en büyük eksikliği, hareketin işçi sınıfına dayanmaması ve işçi hareketinin damgasını taşımaması, ve başını, işçilerin partisi bir yana devrimci demokrat bir örgütün çekmemesi, örgütlülüğün zayıf olmasıdır. Buna rağmen, hareket büyüyecek, direniş, zaman zaman düşme zaman zaman yükselme eğilimi gösterse de, büyüyerek ilerleyecektir.
Üstelik bataklık sadece Irak’la da sınırlı değildir. Irak’ta gelişen direniş hareketi, kazanılan her başarı, dolaysız olarak bölge halklarını etkileyecek, yıllardır ABD ve İsrail kumpası altında bunalmış, öfke ve nefretleri keskinleşmiş halkların anti-Amerikancı, anti-Siyonist duygularını kamçılayacaktır. Ve kamçılamaktadır da. Nitekim, Filistin’deki İsrail katliamları ve suikastlar bölge halkında büyük bir nefrete neden olmaktadır. Hamas’ın son lideri Rantisi’nin öldürülmesinin, Şaron’un ABD’de Başkan Bush’tan Gazze Planı’na destek aldığı görüşmelerin ardından gerçekleştirilmesi, kimsenin gözünden kaçmamıştır. Bunun ise, bir kez daha ABD’nin bölge halkları tarafından iyice düşman olarak görülmesine yol açması kaçınılmazdır.
Irak işgali, bölge halklarının geleceğine doğrudan etki yapacak bir faktör olarak, giderek daha belirgin hal alıyor, ve kaçınılmaz olarak, anti-Amerikancı, anti-Siyonist cepheyi büyütüyor. Mesela, bölgede ABD’nin en sadık dostu durumdaki Ürdün Prensi’nin, çok öncelerden planlanmış ABD gezisi ve Bush’la görüşmesini ileri bir tarihe ertelemesi, bölgedeki Amerikancı yönetimlerinin ne kadar zor bir durumda olduğunu göstermektedir.
Gelişmeler son derece açık. Irakta Sünnisi ve Şiisi ile, ABD ve işgal karşıtı cephe birleşip güçleniyor. ABD’ye karşı aktif tavır alanlar güç topluyor, prestij ve itibar kazanıyor. Etki alanları genişliyor, liderliği ele alıyor. Aynı biçimde bölge hakları da ABD ve Siyonist İsrail karşıtlığında aynı duygu ve düşünceler etrafında birleşiyor. Buna karşın, Amerikancı işgal cephesi çatırdıyor. İspanya, Honduras, Polonya, Irak’tan çekiliyor. Japonya çekilecek. Ürdün prensi ABD gezisini ertelemek zorunda kalıyor. Geriye bir ABD, bir de İngiltere kalıyor. Ama bu ülkelerin halkları da ciddi ve güçlü tepkiler veriyor. Aznar’ın başını yiyen Irak, Bush’un da başını yiyecek gibi görünüyor.
Irak çok şeye gebe. Süreç, Irak halkından yana gelişiyor. Gelecek, bütün bölge halkları bakımından aydınlık. ABD kaybediyor, halklar kazanıyor.