Saldırı yasalarına karşı talepler etrafında mücadele

Hükümet’in son dönemde Meclis’ten geçirdiği yasalarla “kamu reformu”nda sona yaklaşıldı. Birer “karşı-reform” olan yasaların çıkarılması tamamlanıp uygulandığında, kamu emekçilerinin varolan bütün hakları bir çırpıda ortadan kaldırılarak, 1.5 milyon kişi sözleşmeli konuma gelecek. Fakat hâlâ bu saldırıları püskürtecek bir mücadele hattı örülebilmiş değil. Sendikal hareketin bugünkü sorunları ve izlenmesi gereken mücadele hattının çok kez tartışıldığı ve üzerine yeterince söz söylendiği bir gerçektir. Fakat yaşanan saldırıların niteliği, tekrara düşme pahasına da olsa, yeniden ve yeniden sendikal alanda örülümesi gereken mücadele hattını dile getirmeyi zorlamaktadır.

SİYASAL MÜCADELE VE TALEPLER
Sermayenin emekçi sınıflara topluca saldırdığı ve bu saldırının, emekçi sınıfların “topyekûn” mücadelesi ile püskürtülebileceği sık sık dile gelen bir gerçektir. Emekçilerin bu topyekûn bir araya gelişi aslında bir siyasi mücadeledir. Fakat çoğu zaman, siyaset dendiğinde, soyut bir “düzen teşhiri” ve “sosyalizm” propagandası anlaşılır. Sanki ekonomi ile siyaset arasında bir “Çin Seddi” vardır. Saldırı yasalarının siyasi bir mücadele ile püskürtülecek olması, “siyasal mücadele” kavramını tartışmayı gerekli kılmaktadır.
Siyaset, çeşitli sınıf ve tabakaların toplumsal yaşam içerisinde, sınıfsal çelişkilerden kaynaklı nedenlerle, sınıf olarak karşı karşıya gelmelerinin sonucudur. Günlük yaşamda işçi sınıfının siyaseti, işçi sınıfı partisinin taktikleriyle hayat bulur. Bu, bazen, seçim dönemlerinde olduğu gibi, bir program etrafında şekillenirken, bazen, belirli bir veya birkaç talep üzerinden de şekillenebilir. Örneklememiz gerekirse, 3 kasım 2002 seçimlerinde oluşturulan Emek-Barış-Demokrasi Bloku, çeşitli siyasal çevreleri ve toplumsal sınıf ve tabakaları bir program etrafında birleştiren, propaganda ve ajitasyona bir dizi siyasi talebin damgasını vurduğu bir süreçtir. Ama sınıflar mücadelesinde, bazen en ekonomik  içerikli talep bile, “karşıt sınıfları karşı karşıya getirdiği için”, siyasi bir içerik kazanır. 1996 yılında yaşanan Ünaldı direnişinde, işçilerin “3-S” olarak formüle ettikleri “Sendika, Sigorta, Sekiz saatlik iş günü” talebi, eylemin başında ekonomik içerikte bir talepken, sınıfın bütün dikkatinin Ünaldı’ya yönelip, bütün sınıfın talebi haline gelmesiyle, işçi sınıfı ile burjuvaziyi karşı karşıya getiren ve siyasal bir içerik kazanan bir talep oldu.
Talepler uğruna verilen mücadelede, emekçi sınıflar, karşıt sınıfı tanımakla kalmayıp, kendi sınıfsal konumlarının da farkına varırlar. Demek ki, talepler, eğer etrafında kitleleri birleştirmeye uygun taleplerse, kitleler tarafından sahiplenildikleri ve çıkarları çatışan sınıfları karşı karşıya getirdikleri ölçüde, siyasallaşır.
Şüphesiz, kamu emekçileri, sınıfsal kategori olarak, işçi değillerdir. Ama kapitalizm koşullarında, yaşam koşulları gittikçe kötüleşen ve yaşam satandardı bakımından gittikçe işçileşen bir toplumasal tabakayı temsil eden kamu emekçileri, mücadeleleri sürecinde, kendilerini, müttefiklerini ve düşmanlarını tanıma fırsatı bulacaktır. Sermayenin, kamu hizmetlerinin yeniden yapılandırılması hedefiyle emekçi sınıflara yönelttiği saldırı, çıkarılan yasaların uluslararası sermayenin en aracısız kurumu olan IMF tarafına dayatılması bakımından bile, siyasi bir içeriğe sahiptir. KESK ve bağlı sendikalar, kamu emekçilerinin yanı sıra, diğer emekçi sınıfları da bu mücadeleye katmayı başardıkları ve bu uğurda mücadeleyi örgütleyebildikleri oranda, aslında sınıfın siyaseti hayat bulmuş olacaktır. Burada, sınıf bilinçli kamu emekçilerine düşen rol üzerinde durmaya bile gerek yoktur.
Yineleyecek olursak, saldırılar, emekçi sınıf ve tabakaların topluca tavır almasıyla, siyasi bir zeminde püskürtülecektir. Yapılan saldırı, işçi sınıfın iktidarı olarak şekillenen “sosyalizmin” ve başta işçi sınıfı olmak üzere, bütün emekçi sınıfların dünya ölçeğinde on yıllarca süren mücadelelerle kazandıkları hakların (eğitim, sağlık, iş güvencesi vb.) gasp edilmesidir. Saldırıların gerçekleşme zeminin bilince çıkarılması, saldırıların püskürtülmesinin olanaklarını da içermektedir.

SALDIRILARIN İKİ BOYUTU
Uluslararası sermayenin kamuyu yeniden yapılandırma sürecinin iki temel boyutu olup, mücadele cephesinin, bu boyutlar hesaba katılarak, örülmesi gerekmektedir.
Saldırının birinci yanı, kamu emekçilerinin istihdam biçimine ve kamu emekçilerinin sahip olduğu sosyal, ekonomik ve özlük haklarının tamamen ortadan kaldırılmasına yöneliktir.
İkinci yanı ise, toplumun genelini yakından ilgilendiren eğitim ve sağlık başta olmak üzere, kamu hizmetleri alanının, piyasa koşullarına göre yeniden yapılandırılarak, tamamen paralı hale getirilmesidir.
Saldırının bu iki temel yönü, mücadelenin de iki temel yönde örgütlenmesi gerekliliğini ve görevini göstermektedir. Birincisi, öncelikli olarak KESK’in ve bağlı sendikaların ortak bir mücadele zemininde birleşmesi, ikincisi, emek cephesinin bu saldırı yasalarına karşı birleştirilmesi görevidir.

SENDİKALARIN TALEPLER ETRAFINDA YENİDEN ÖRGÜTLENMESİ
KESK ve bağlı sendikalar, son derece kritik bir süreçten geçilmesine rağmen, saldırıları püskürtecek bir birliği yakalayabilmiş değildir. Emekçilerin birleştirilip, saldırılara karşı mücadele hattının örülebilmesi için, öncelikle, “taleplerin” kitle mücadelesindeki rolünü tekrar hatırlamak faydalı olacaktır.
Herhangi bir kitlesel mücadelede, esas olarak, kitleleri birleştirerek harekete geçiren, “taleplerdir”. Kitleler, ancak “kendi talepleri” etrafında örgütlenebilir. Eylemlerin kitleselliği  ve biçimini belirleyen en önemli faktörlerden biri, “talebin” niteliği ve emekçi sınıflar için ne kadar hayati bir önem taşıdığıdır. Bu yönüyle, hükümetin kamu emekçilerine yönelttiği son saldırı, başta “iş güvencesi” olmak üzere, varolan bütün hakları bir çırpıda ortadan kaldırdığı için, bu saldırılara karşı varolan hakları koruma “talebi” son derece hayati bir taleptir.
Bunun nedenle, böylesi yasaların geri çekilmesini “talep” eden bir mücadele platformu, sadece KESK’e üye kamu emekçilerini değil, farklı sendikalara üye olan, hatta hiçbir sendikaya üye olmayan emekçilerin en geri bilinçli kesimlerini bile harekete geçirme potansiyeline sahiptir.
Saldırı yasaları çok önceden gündeme gelmesine rağmen, kitlelerdeki böylesi yasaların geçmeyeceği yönündeki düşünce ve sendikalardaki rehavet nedeniyle, bugüne kadar bir tepki örgütlenemedi. Ama özellikle son dönemlerde, burjuva medyada da sık sık böyle haberlerin gündeme gelmesiyle, işin ciddiyeti, kamu emekçileri tarafından daha iyi kavranmaya ve “yasaları geri çektirmek için ne yapmamız gerekir?” sorusu sorulmaya başlandı.
Bu durumda, açıktır ki, hem KESK’in iç birliğini yakalaması hem de KAMU-SEN ve MEMUR-SEN ile ortak bir mücadele zemininde buluşması, “saldırı yasalarına karşı” geliştirilecek bir mücadele ile mümkündür.
Çoğu zaman yapılan eylem takvimi tartışmaları, aslında anlamsız tartışmalar olmaktadır. Çünkü, bugüne kadar kazanımla biten hiçbir eylem, önce eylem reçetesi konularak, kazanılmamıştır. Kitleler, talep/talepler için birleştiğinde, mücadele başlamıştır. Ama talebin elde edilmesi Ankara’ya girmekten geçiyorsa, Ankara’ya gidilmiştir. Eğer talebin kazanılması, aylarca süren bir grevden geçiyorsa, örneğin TÜMTİS’in yaptığı gibi, aylarca greve gidilmiştir. Bazen bir talebin kazanılmasına, bir imza kampanyası bile yeterli olabilir. Sorun, kitlelerin talebi sahiplenerek, sonuna kadar gitmeye hazır olmasıdır.
O halde, yapılması gereken, işyerleri temelinde, “Toplu Görüşme” sürecini, kongreler sürecini ve EĞİTİM-SEN’in  kapatılması sürecini, birlikte, kitleleri talepler etrafında birleştirip örgütlenmelerini yenileme ve örgütsüzleri örgütlemenin bir basamağı haline getirmektir.

EĞİTİM-SEN’İN KAPATILMASI
Daha önce gazetede çıkan köşe yazılarında da belirtildiği gibi, EĞİTİM-SEN’nin kapatılma davası, bir yanıyla Kürt sorununda inkarcı anlayışın devam ettiği ve bu sorunu sahiplenen kişi ve kurumların, sistemin baskılarından nasibini alacağının bir ifadesi iken, diğer yandan da, saldırı dalgası karşısında, emekçileri “manivelasız, komutansız” bırakmanın bir girişimidir. Çünkü sermaye de, esas olarak, emekçilerin gücünün “örgütlülüğü”nden geldiğini bilmektedir. Bu yönüyle, sermaye emekçi sınıfların örgütlenmelerine son derece tahammülsüzdür. Mücadele ile kurulan kamu emekçileri sendikalarının en büyüğü olan EĞİTİM-SEN’e kapatma davası açılması ile geçen yıl binlerce tekstil işçinin Uşak’ta sendika girişimlerini engelleyen zihniyet aynıdır. Yine birkaç ay önce, Çorum’da binlerce kiremit işçisinin sendikalaşma hareketinin boğulması çabası, sermayenin, emekçilerin örgütlü davranmalarına tahammülsüzlüğün ifadesidir.
Egemen sınıfların bile Kürt sorununda esnemeğe yöneldiği, devlet televizyonunun, göstermelik de olsa, Kürtçe dahil farklı dillerde yayına başladığı, Kürtçe dil öğretim kurslarının açıldığı bir dönemde, tüzüğünde anadilde eğitimi savunduğu gerekçesiyle, EĞİTİMSEN hakkında kapatılma davası açılması, egemen sınıfların ikiyüzlülüğünün ifadesidir. Aynı tahammülsüzlüğün, kamu emekçilerin geri bilincinden hareketle, sendikal hareketi zayıtlatmanın bir vesilesi yapılmak istenmesi ise, kabul edilebilir değildir. Çünkü; sendikalar, hem sınıfın ve emekçilerin birliğini hem de halkların eşit ve gönüllü birliğini savunmak durumundadır. Sendikalar, etnik kökenlerine göre emekçiler arasında ayrım yapamaz, onları bu temelde bölemez. Kaldı ki, KESK ve bağlı sendikların tüzüklerinde, bu, açıkça ifade edilmektedir.
Saldırılar karşı yürütülecek çalışma içerisinde sürdürülecek çok yönlü bir aydınlatma faaliyetiyle, hem Kürt sorununda sistemin bugüne kadar emekçilerde yarattığı bilinç çarpıtmasının ortadan kalkmasının önü açılacak, hem de dava, sermeyenin saldırılarına karşı, bir bütün olarak emekçilerin kendi örgütlerini ve taleplerini savundukları, sahip çıktıkları bir zeminde gelişmiş olacaktır.

TOPLU GÖRÜŞME SÜRECİNİN ÖNEMİ
İşçi sınıfı, daha iyi yaşam koşulları için topluca hareket etme gereksinmesiyle birlikte, taleplerini ortaklaştırmış ve bu süreçten “sendikal örgütler” ve bu örgütlerin gerçekleştirdiği “Toplu İş Sözleşmeleri” ortaya çıkmıştır. Demek ki, işçiler bakımından “Toplu İş Sözleşmeleri”, kamu emekçileri bakımından “Toplu Görüşme”* süreci, ortak taleplerin işverene karşı savunulduğu dönemdir. İşte bu özellik, emekçilerin bu dönemde çok daha duyarlı olmalarına neden olur. Bu dönemlerde, sendikaya üye olsun-olmasın veya farklı konfederasyonlara üye en geri bilinçli emekçilerin bile, gözü-kulağı sendikalarda, sendikaların söylediklerinde ve tutumlarındadır.
Geçen yıl “Toplu Görüşme” süreci, hükümet karşısında sendikaların bölünmesi ve dahası kitlelerin gözü görüşmelerdeyken, KESK’in, görüşme masasını KAMU-SEN’e bırakması nedeniyle, iyi değerlendirilmemişti. Ama bu yılki “Toplu Görüşme” süreci, iktidarın saldırılarıyla, varolan tüm hakların ortadan kaldırılmasının hedeflendiği bir sürece denk düşmesi nedeniyle, saldırı yasalarına karşı aydınlatma ve mücadeleyi örmek için bir fırsat niteliği taşımaktadır.
Eğer bu “Toplu Görüşme” süreci “saldırı yasaları”na karşı mücadele dönemi olarak gerçekleşecekse, ilk yapılacak iş, işyeri örgütlenmelerinin yenilenmesidir. İşyerlerinde birliği sağlamak, ancak “Toplu Görüşme Komiteleri”nin kurulmasıyla mümkündür. Onun için sınıfın devrimci partisinin sendikal alana ilişkin yaptığı “Her işyerinde; sendikalı sendikasız, şu ya da bu konfederasyona bağlı olduğuna bakılmaksızın, 657’li mi, sözleşmeli mi, taşeron mu, vakıf elemanı mı gibi ayrım yapmadan (dönemin gerçekleri açısından bakıldığında, asıl unsuru, KESK üyelerinin meydana getirmesi kaçınılmazdır), her işyerinde bir sendikal mücadele komitesi (birliği, grubu vb. adları ile olabilir) kurulmalı ve mücadele, işyerlerinin temeline döndürülerek, tabanın inisiyatifinin ilerletilmesi için, sendikal örgüt biçimi de, bu amaca uygun hale getirilmelidir… İçinde bulunulan koşullarda mücadelenin (aynı zamanda ‘Toplu Görüşmeler’in)  bu ‘birlik komiteleri’ üstünden yürütülmesi önem kazanmıştır” tespiti, hayati bir önem taşımaktadır.
Unutmamamız ve yeniden ve yeniden hatırlamamız gereken, kamu personel rejiminin nasıl bir saldırıyı gündeme getirdiğinin farkında olan ve işyerlerinde örgütlenen kitlelerin, talep kabul edilinceye kadar mücadele kararlığını sürdüreceğidir.

KONGRELER SÜRECİ
Sendika kongreleri sadece listelerin yarıştığı, yeni yönetimlerin seçildiği dönemler değildir. Kongreler, saldırılara karşı emekçilerin, dönemin ihtiyaçlarına göre, mücadele zemininin yenilendiği, yine dönemin ihtiyacına göre, işyerinden yönetimlere kadar bu yenilenmenin gerçekleştiği süreçler olmalıdır. Bu yenilenmenin yansıması, şubelerden genel merkezlere kadar emekçilerin irade birliğinin sağlanmasıdır.
KESK’in, kuruluşundan bu yana hiç olmadığı kadar, iç birliğe ve bununla birlikte, kamu emekçilerinin birliğini sağlamaya ihtiyacı vardır. Çünkü; aslında, “memurluk” olgusuyla birlikte, kamu emekçileri sendikaları da, var olma veya yok olma sürecindedir. Sorun, varlık-yokluk sorunudur. Onun için, kongreler süreci, sınıfın devrimci partisinin belirttiği gibi, “kamu emekçileriyle hükümetin karşı karşıya geldiği, kamu emekçilerinin talepleri uğruna birleştirildiği” bir süreç olduğu ölçüde, önemli bir süreç olacak ve işlevini yerine getirmiş olacaktır. “Bu yüzden de, KESK gibi bir mücadeleci sendikacılık merkezinin genel kongresi süreci, işte bu saldırıyı püskürtmenin takvimi olduğu kadar, aynı zamanda, KESK’in birlik ve bütünlüğünü güçlendiren bir süreç olarak değerlendirildiği ölçüde anlamlı olabilir. Başka bir söyleyişle, KESK’e bağlı sendikalar ve kamu emekçileri; sermaye güçlerinin saldırılarını püskürttükleri ölçüde KESK’in birlik ve bütünlüğünü geliştirme şansını yakalayacakları gibi, KESK içinde birliği ve bütünlüğü koruyup, bürokratizm, grupçuluk, konformizm, menfaatçilik gibi tutumları aştıkları ölçüde de saldırıları püskürtme, KESK’i güçlendirme fırsatını elde etmiş olacaklardır.”
Daha önce sözü edilen “Toplu Görüşme Komiteleri”, aslında, saldırılar püskürtülene kadar işlevselliğini devam ettirecek örgütlerdir. Bu yönüyle, kongreler süreci, eğer, işyerlerinde talepler etrafında birleşmenin ve mücadele etmenin süreciyse, belirtilen perspektifle kurulacak komiteler üzerinden kongreleri örgütlemek, esas görev olmalıdır.
Delege sayısı üzerinden pazarlıkla oluşan yönetimlerin ve bu pazarlıklar üzerinden şekillenen şube kongrelerinin gerçekleştirilmesi, hangi çevre yönetimlere gelirse gelsin, emekçileri birleştirme ve bu birlik üzerinden saldırıları püskürtme amacına hizmet etmeyecek ve var olan kısır döngünün devamını sağlayacaktır. Yönetimleri oluşturmak için girilecek bütün birlikler, sağlanacak bütün ittifaklar, aynı zamanda, saldırı yasalarına karşı oluşan birlikler ve ittifaklar olmalı ve kongrelere, genel olarak kongre sürecine rengini vermelidir. Bunun için, “benim adamım, senin adamın” pazarlığı yerine, siyasi görüşü ne olursa olsun veya hangi çevreye mensup olursa olsun, yasalara karşı mücadele perspektifi olan kişilerin yönetimlerde yer alması, asıl amaçtır.

EMEKÇİLERİN SALDIRI YASALARINA KARŞI BİRLEŞTİRİLMESİ
Yasalar “eğitim, sağlık” gibi temel hizmetleri tamamen piyasalaştırmak ve tamamen paralı hale getirmektedir. Daha ucuz ve daha rahat ulaşım hizmetleri ortadan kaldırılmak istenmekte,hizmet ödemeleri ve faturalarının şişmesi hedeflenmektedir. Bu yönüyle, sorun, bütün halkın sorunudur. 
TÜMTİS Antep şubesinin, Antep’te toplu taşımacılık sektörü bakımından, özelleştirmenin sonuçlarından mağdur olan ve zarar gören tüm kesimleri, işçileri ve halkı, kamuoyunu aydınlatarak, ortak mücadeleyi yaratması ve saldırıyı geri püskürtmesi, bir talebin nasıl ele alınması gerektiğinin somut örneğidir.
İlk adımda, saldırının muhatapları olan belediye otobüsü şoförleri özelleştirmeye karşı şubelerinde birleşmiş, ve karardan vazgeçilmediği koşullarda, sonuna kadar mücadele edeceklerini ilan etmişlerdir. Özelleştirme, diğer yanıyla, halkın yararlandığı ulaşım imkanını da hedef aldığı için, TÜMTİS, bu yönüyle, özelleştirmenin püskürtülmesi için, çağrılar çıkardığı halkı da bu sorun etrafında birleştirmeyi başarmıştır. TÜMTİS yönetici ve üyeleri, bir yandan bugüne kadar hiçbir konfederasyon ayırımı yapmadan mücadelelerine omuz verdikleri ve haklı olarak güven ve saygılarını kazandıkları sendika şubelerini özelleştirme etrafından birleştirmiş, öbür yandan imza kampanyaları, basın açıklamaları vb. yöntemlerle, kamuoyunu bilgilendirmişlerdir. Ama sorun, sadece bilgilendirme süreciyle kısıtlı kalmamış, mahallelerde toplantılar yapılmış, ve onlarca muhtar, bizzat imza toplayarak, özelleştirmeye karşı TÜMTİS’le omuz omuza mücadele edeceklerini ifade etmişlerdir.
TÜMTİS’in bir şubesinin yaptığı, aslında bugün KESK’in, şube başkanıyla, üyesiyle örnek alarak, yapması gereken şeydir. Eğitim ve sağlık, toplumun en çok ihtiyaç duyduğu hizmetlerdir. Emekçiler, bu haklardan her gün daha fazla mahrum kalmaktadır. Hükümet, yönelttiği saldırıları, eğitim ve sağlık başta olmak üzere kamu hizmetlerindeki “kara tablo” üzerinden şekillendirmekte ve faturayı, kamu emekçilerine kesmeyi hesaplamaktadır. Bu saldırıyı püskürtmenin yolu ise, başta KESK üyesi kamu emekçileri olmak üzere, tüm kamu emekçilerinin, kamu hizmetlerindeki çöküntü ve yıkımın IMF programlarıyla ilişkisini topluma kavratarak, birleşik bir emek cephesinin yaratılması görevini üstlenmelerinden geçmektedir.

İŞ GÜVENCESİNİN GASPINA KARŞI ETKİLİ BİR AJİTASYON
Başarının önemli ayaklarından birisi de, etkili bir propaganda-ajitasyondur. Yukarıda da belirtildiği gibi, sorunun birinci yönü, saldırıların muhatabı olan kamu emekçilerinin, talepleri etrafında birleştirilmesidir. Propaganda ve ajitasyonun merkezinde, “iş güvencesinin ortadan kalkacağı” olmalıdır. Bu, diğer taleplerin önemsenmediği anlamına gelmez. Fakat öncelikle, saldırı yasaları bakımından, sorunun esas düğümlendiği nokta; ekonomik, sosyal ve özlük haklarından önce, saldırının “iş güvencesine dayalı olan istihdam şekline” yönelik oluşudur. Çünkü iş güvencesinin olmadığı ve milyonlarca işsizin bulunduğu bir yerde, sermayenin hedeflerini gerçekleştirmesi oldukça kolaydır. Bugün üniversite mezunları bakımından bile işsiz sayısı, 1,5 milyona yaklaşmıştır. Aç kalmamak ve hayatını idame ettirmek için, özel sektörde olduğu gibi, sigortasız, düşük ücretle çalışmayı kabul etmeye hazır milyonlar mevcuttur. Özel sektörde işveren, nasıl ki, işsiz kitlesini, “işçileri terbiye etmek” için bir silah olarak kullanıyorsa, ve aç kalma tehlikesine karşı milyonlarca işçi, sigortası ve bazen asgari ücreti bile bulmayan ücretlerle çalışmak zorunda kalıyorsa, kamu sektöründe olacak olan da odur.
Kamu emekçileri, haklı olarak, milyonlarca işsizin bulunduğu bir ortamda, en çok iş güvencesini önemsemektedir. İş güvencesinin kitleler tarafından ne kadar önemsendiği, üniversite sınavına da yansımıştır. Yakın zamanda sonuçlanan üniversite sınavında, örneğin “öğretmenlik” mesleğinin en çok tercih edilen mesleklerden biri olması ve mühendisliklerin puanını geçmesi, başka şeylerin yanı sıra, öğretmenlerin sahip olduğu “iş güvencesi” dolayısıyladır. Yine yapılan devlet memurluğu sınavına bu kadar ilgi gösterilmesi, devlet memurlarının şu ana kadar sahip olduğu “iş güvencesi” nedenliyledir.
Sağlıktan, eğitime, haberleşmeye hemen her sektörde “taşeron”, “sözleşmeli” vb. istihdam biçimleri alabildiğine yaygınlaşmış durumdadır; sözleşmeli öğretmenler, çalıştıkları saat başına ücret almakta ve hiçbir sosyal haktan yararlanamamaktadır. Sağlık alanında, taşerona bağlı olarak, çoğunlukla asgari ücretle çalışma vb. yaygındır. Böylesine yalın ve sıradanlaşmış gerçekler, propaganda ve ajitasyonumuzun inandırıcı ve etkili olmasını sağlayacak somut örneklerdir.
Öte yandan, alanın somut sorunları bakımından bir diğer gereklilik, kamu emekçilerinin mücadelesinde, grevli, toplusözleşmeli sendika hakkının öne çıkarılmasıdır. Eğer mesele düalist mantıkla ele alınırsa, “iş güvencesi” ile “grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı” talepleri, sanki karşı karşıya gelen iki talepmiş gibi görülebilir. Ancak yaşanan süreç de göstermektedir ki, tek başına “iş güvencesi” vb. hakların yasalarda olması, bu hakların garanti altına alındığı anlamına gelmemektedir. Hakların korunmasının en önemli şartı, kamu emekçilerin birliğinin ifadesi olan “grevli toplu sözleşmeli sendika” hakkıdır. Bunun nedenle, her ne kadar propaganda ve ajitasyonun çıkış noktası “iş güvencesi” olsa da, her aşamada kamu emekçilerinin örgütlü birliği olmadan, bu hakların korunamayacağı vurgulanmalı ve “grevli toplu sözleşmeli sendika” talebi öne çıkarılmalıdır.

ZAAFLARIN YAŞANMAMASI İÇİN AZAMİ DİKKAT
Kamu emekçilerini bekleyen en büyük tehlikeler, hangi sebeple olursa olsun, beklentiye girilmesi; konfederasyonlar arası çekişmelerin yaşanması; sendika içi tartışmalara, grup çekişmelerine boğularak, esas görevin; “emekçilerin saldırı yasalarına karşı birleştirilmesi ve örgütlenmesi görevi”nin tali plana itilmesidir.
Yapılması gerekenler noktasında, işçi sendikalarından TÜMTİS’in  çalışmasını örnek vermiştik. Sermayenin azgınca saldırdığı, sendikaların alabildiğine birliğe ihtiyaç duyduğu bir dönemde, TÜRK-İŞ ile HAK-İŞ arasıda yaşananlar ise, ne yapılmaması gerektiğinin en uç örneğidir. Milyonlarca sendikasız işçi varken, HAK-İŞ’in ve bağlı sendikalarının orman ve belediye işkolunda, hükümetten aldığı güçle, TÜRK-İş ve bağlı sendikaları aleyhine, örgütlenmeye ve üye devşirmeye yönelmesi, sendikal rekabetin yanı sıra, işverene dayalı sendikacılığın uç örneğidir.
Hükümetin teşvikiyle yaratılmaya çalışan sendikal rekabete rağmen, hak kayıplarından dolayı, kamu emekçilerinin rahatsızlığı ve tepkisini bilen konfederasyon genel başkanlarının, bu dönem daha farklı bir tutum alacaklarını ve birlikte mücadele edeceklerini beyan etmeleri, olumlu bir tutum olarak değerlendirilmeli ve geliştirilmelidir.
Özellikle unutmamız gereken, saldırının niteliği bakımından, diğer dönemlerle bu dönemi ayırmaktır. KESK’ten belki şimdiye kadar zamanlı veya zamansız birçok çağrı yapıldı. Şimdiye kadar yaşanmış olan bazı başarısızlıklar, bu sürecin de böyle sonuçlanacağı anlamına gelmez. Önceden de belirtildiği gibi, sermaye ve hükümetin saldırısına karşı tepkiler örgütlenebilirse, bu, en geri kamu emekçisini bile kararlı bir mücadele sürecine katar. Başarı da, bu kitlesellikte bir mücadelenin örgütlenmesine bağlıdır.

TALEPLER UĞRUNA MÜCADELE VE PARTİ
Uluslararası sermayenin saldırılarının püskürtülmesi, sendikalarda, kitlelerin taleplerini merkeze alan anlayışın yerleşmesi ile mümkündür. Saldırılarım uluslararası sermaye merkezli olması, verilecek mücadelenin de, aslında, uluslararası sermaye ve yerli işbirlikçilerine karşı gelişeceği anlamına gelir. Talepler üzerinden şekillenen hareketin, karşıt sınıflar arasında mücadele perspektifi ile ele alınmasını sağlayacak, ve mücadeleyi, işçi sınıfının iktidar mücadelesine bağlayacak olan, sınıfın partisidir. Bu yönüyle, sendikal mücadele ile ilgili oluşturulan bütün tartışma platformlarında, “sınıf sendikacılığı” anlayışıyla hareket etmeyen hiçbir sendikal hareketin başarı şansı olmayacağı vurgulanmıştır.
Burada işçi basınının önemini bir kez daha vurgulamak gerekir. Sınıfın partisinin politikaya müdahalesi talepler üzerinden şekilleneceğine göre, günlük politika yapmak için bir araca zorunlu olarak ihtiyaç vardır. Bu araç, gazetedir. Gazete, bir yandan tek tek işyerlerinde ortaya çıkan ve sanki birbirinden bağımsızmış gibi görünen birçok talebin bütün sınıfın ortak talebi haline gelip, sınıfın sınıfa karşı mücadelesinin zeminine dönüşerek siyasallaşması ve talebin kazanılma olanaklarını yaratır. Diğer yandan, sendikal mücadeleye sınıf perspektifini hakim kılacak olan da gazetedir. Basitleştirerek ifade edersek, sınıf bilinçli kamu emekçisinin görevi, talepleri gazete üzerinden örgütlemektir. Böylece, hem emekçi sınıfların talepler üzerinden örgütlenmesi, hem de günlük gelişen olgu ve olaylarla, dünyada ve Türkiye’deki gelişmelere sınıf ve sınıf mücadelesi “penceresi”nden bakılması sağlanmış olacaktır.
Sendikaları bu perspektife kazanma ve sendikal mücadele anlayışını yenileme görevi, saldırı yasalarına karşı mücadelenin örgütlenmesi, başta, tabii ki, fedakarca, kararlılıkla ve cesaretle çalışan sınıf bilinçli sendikacıların omuzlarındadır. Başarı veya başarısızlık, tarihsel görevlerin yerine getirilip getirilmemesiyle ilgilidir. Bu nedenle, herkes, özellikle sınıf bilinçli kamu emekçileri, mücadele karşısındaki konumlarını yeniden sorgulamalıdır.

İşçi-emekçi hareketi ve birleşik mücadelenin sorunları

İşçi-emekçi hareketi açısından birleşik mücadeleye en fazla ihtiyaç duyulan ve aynı zamanda ortak mücadelenin zemininin alabildiğine genişlediği şu günlerde, ne yazık ki, birleşik mücadelenin örgütlenmesi, mevcut olanaklarının bilinç ve sorumlulukla değerlendirilmesi konusunda aynı şeyi söyleyemeyiz. Tam tersine, işçi, emekçi ve ezilenlerin ortak mücadelesinin içten ve dıştan baltalandığı; bir dönem önceki birlik ve platformların işlevsizleşerek çözüldüğü, işçi ve emekçi örgütlerinde yıkıcı ve rekabetçi tutumların doruğa çıktığı bir dönemden geçmekteyiz. İçinden geçtiğimiz koşulları kısaca özetleyerek, birleşik mücadelenin olanakları ve önündeki engelleri irdeleyip, atılması gereken adımlar ve alınması gereken tutum üzerinde durmaya çalışacağız.

Öncelikle, yaşananların da gösterdiği gibi, ülkemiz emperyalist kapışma ve paylaşımın konusu olan temel sahaların ortasında bulunmakta; yıllarca süren (başta ABD olmak üzere) emperyalizme göbekten bağlılık, bölgede ABD-İngiliz emperyalistlerinin işgalci planlarına bağlanma olarak sürmektedir. Halkın ezici çoğunluğunun duygu ve düşüncelerini hiçe sayan egemen güçler ve hükümetleri, Irak’ın işgali ve ardından yaşanan işkence, tecavüz vb. insanlık suçlarının gönüllü ortakları olmuşlardır; hem de bütün bölge halklarının nefretini kazanma pahasına ve önlerine atılacak bir parça yağlı kemik uğruna.

Irak halkının kararlı direnişi karşısında bölge ile ilgili planlarını bir süreliğine ertelemek zorunda kalan ABD’nin imdadına yine sermaye çevreleri ve AKP hükümeti koşmuştur; gerek Afganistan’da daha fazla görev alarak gerekse NATO zirvesine ev sahipliği sırasında sergilediği cansiperane tutum (alınan önlemler, NATO karşıtlarına pervasızca saldırı ve zirvede ABD’nin politikalarının kayıtsız şartsız desteklenmesi) bunun kanıtıdır. Ayrıca, ABD, bölge ülkelerine tehdit mesajlarını da, uzun süredir, R. Tayyip Erdoğan’ın son İran ziyaretinde olduğu gibi, Türk hükümetleri ve başbakanlarının ulaklığı yoluyla iletmektedir.

ABD-İsrail-Türkiye ittifakı, halkımızın ve tüm bölge halklarının tepki ve nefretine karşın daha da ilerletilmekte; sözde İsrail yönetimi eleştiriliyor görünürken, gerçekte İsrail’in tüm istekleri yerine getirilip, yağlı ihaleler onlara verilmekte, Filistin halkı içinse sadece timsah gözyaşları dökmekle yetinilmektedir.

Her şey bir yana, kapitalist gözü dönmüşlüğü ve kâr hırsı uğruna dibine sürüklenilen alçaklık çukurunu son yaşananlar özetliyor; Irakta ABD işgal kuvvetlerine mal taşıyan şirketlerin çekilmesi talebiyle kaçırılan şoförlerin bazılarının öldürülmesi üzerine sermaye sözcülerinin açıklaması aynen şöyledir; “ölen ölür, kalan ise ticarettir.”

Tablonun diğer cephelerine göz attığımızda, yukarıdaki “özlü sözün” özel bir duruma ilişkin olmadığını, bilakis burjuvazinin temel düsturu olduğunu görürüz. İşçi, emekçi ve ezilen yığınların işbirlikçi-IMF’ci partilere duyduğu büyük öfke üzerinden güç toplayan; yoksulluğa, işsizliğe ve diğer toplumsal sorunlara belki çözüm getirir umuduyla halkın oy verdiği AKP, 21 aylık icraatıyla, ne ölçüde pervasız piyasacı bir sermaye temsilcisi olduğunu ortaya koymuştur. IMF ile peş peşe stand-by anlaşmaları imzalanmış, niyet mektupları ile verilen sözler hiç zaman kaybedilmeden uygulamaya konmuştur. Süregelen özelleştirme politikaları tavizsizce sürdürülürken, işçi ve emekçilere yönelik Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı saldırıları devreye sokulmuş; İş Yasası her türlü esnekliği ve vahşi sömürüyü yasal hale getirecek şekilde patronların isteği doğrultusunda değiştirilmiş; sosyal güvenlik ve emeklilik alanında kazanılmış haklara yönelik yeni saldırılar (emekli maaşından vergi alınması vb.) devreye sokulmuş; kamu hizmetlerini (başta eğitim ve sağlık olmak üzere) tümden kapitalist ticaret ve sömürüye açmak, yeni piyasalar yaratmak amacıyla reform adı altında Kamu Yönetimi Temel Kanunu (cumhurbaşkanı tarafından şimdilik veto edildi) çıkarılmış; devlet personel rejimi reformu, performans uygulaması vb. hazırlıklara girişilerek, kamu emekçilerinin iş güvenceleri ve diğer kazanılmış haklarının yok edilmesi hedeflenmiştir. Köylülüğe yönelik yıkıcı politikalar ağırlaştırılarak sürdürülmüş; uluslararası tarım ve gıda tekellerinin istekleri doğrultusunda üretici köylülüğü toprağını ekemez, harmanını kaldıramaz duruma sokmuş; Cargil gibi sicili bozuk emperyalist tekellerin baskıları karşısında nişasta bazlı şeker üretimi kotası dünya standartlarının üç-dört katına yükseltilerek yerli pancar üreticilerine yeni bir darbe indirilmiştir. Değişik işkollarındaki on binlerce işçinin TIS görüşmeleri yine IMF dayatmalarının gölgesinde geçmiş ve geçmektedir. 2005 yılı ücret zamlarının üst sınırı yine IMF tarafından %8 olarak dayatılmaktadır.

Tasarruf adı altında kamu harcamaları kısıtlanmış; kamu hizmeti veren kuruluşlar tasfiye edilmiş ya da faaliyet alanları iyice sınırlandırılmış, bu uygulamaların sonucunda kısa sürede pek çok felaket yaşanmıştır. En sonuncusu ise, bilindiği gibi, peş peşe yaşanan tren faciaları ve sel “felaketleri”dir; bu cinayetler karşısında da sermaye ve hükümetlerinin tutumu; “ölen ölür, kalan ise ticarettir” olmuştur.

Yaşanan saldırıların her biri dergimizde ve diğer yayınlarda kapsamlı bir şekilde konu edildiğinden ve yazımızın asıl amacı olmadığından detaya girmiyoruz. Ancak bu tabloya rağmen son dönemde estirilmeye çalışılan iyimser hava ve ekonominin iyiye gittiği, kurtuluşun yakın olduğu bayağı demagojisi üzerinde durmakta fayda olduğu kanısındayız. Gerçekte nedir durum; ekonomide gerçekleştiği ileri sürülen büyümenin ve enflasyonun düşmesinin temel toplumsal sorunlara etkisi ne olmuştur; daha açık söylersek, işsizlik ve yoksulluk bu büyümeden nasıl etkilenmiştir? DİE verilerine göre, 2001 krizinden bu yana, ekonomi, 2002 yılında %8, 2003 yılında %6 büyümesine karşın; bu durum, istihdam artması ve işsizliğin geriletilmesini olumlu değil, tersine olumsuz etkilemiş, işsizlik oranı, ülke genelinde yine DİE verilerine göre, %15,4’e çıkmıştır. Bu pembe tablonun ücretlere yansıması da farklı olmamış; yine 2001’den bu yana, verimlilik %30 artarken, ücretler %30 gerilemiştir. Haftalık yasal çalışma süresi 45 saat olmasına karşın, özel sektörde bu süre, şu anda ortalama 56 saate ulaşmış durumdadır. Tabii bunlar resmi rakamlardır ve bir de yasal olmayan fazla çalışma vardır ki, bunun sınırı, işçinin bedeninin dayanma sınırıdır. Ayrıca, pek çok işçinin bizzat yaşadığı tecrübeden de bildiği, patronların işçiyi 20, hatta 30 saat ayakta tutup çalıştırabilmek için, işçilere uyarıcı ilaçlar, içecekler içirilmesi gibi, çok daha insanlık dışı yöntemlere başvurduklarıdır.

Yine yapılan araştırmalar, halkın %80’inin yoksulluk sınırı altında yaşamaya mahkum edildiğini göstermektedir. Aylık 1 miyar 456 milyon liralık gelir yoksulluk sınırı iken, asgari ücret bunun beşte biri düzeyinde, ve diğer ücretlilerle emeklilerin aylık gelirleri de, bu sınırın epeyce altında kalmaktadır. Tüm bu tabloya ve zam yapmayacaklarına ilişkin sözlere rağmen, temel tüketim mallarına peş peşe zam yapılmış, tüketim vergilerine ek arttırmalar getirilmiştir.

Demokratikleşme, hak ve özgürlükler alanında da durum farklı değildir. AB’nin istekleri olarak bir dizi yasal düzenleme yapılmış, bunlar, demokratikleşmede devrim niteliğinde gelişmeler olarak sunulmuştur. Ancak son bir ay içinde yaşananlar bile, bu iddiaların ne kadar sahte olduğunu göstermeye yetmiş de artmıştır. Ülkenin temel demokrasi meselelerinden olan Kürt sorununa ilişkin tutumun bir dirhem olsun değişmediği ortadadır. Şov amacıyla on yıl sonra tahliye edilen DEP milletvekillerine dışarıya adımlarını atmalarının ikinci günü soruşturma açılması, Kürtçe isim koymanın hâlâ yasak olması, Diyarbakır’da belediye başkanlarının taziye ziyaretini bahane ederek başkanlara soruşturma açılması ve yaşanan siyasi linç, sorunun hâlâ yok sayma-inkar politikasının gerekleri ile karşılandığını göstermeye yetmektedir. İfade ve örgütlenme özgürlüğü önündeki engeller ve baskılar azalmamış, artmıştır; son birkaç aylık sürede bile, onlarca işyerinde yaşanan sendikalaşma girişimleri patronların ve kolluk kuvvetlerinin zoruyla engellenmiş, engellenmeye çalışmıştır. 15 yıldır örgütlü olan ve mücadele eden eğitim emekçilerinin sendikası Eğitim-Sen’e, tüzüğündeki anadilde eğitimle ilgili bir maddeden dolayı kapatma davası açılmıştır. Eğitim-Sen’e yönelik bu saldırı, aslında gerek Kürt sorunu gerekse ifade ve örgütlenme özgürlüğü gibi temel sorunlar karşısında, sistemin gerici-baskıcı politikasını hiç de değiştirme niyetinde olmadığını bir kez daha kanıtlamaktadır.

 

HAREKETİN BİRLEŞMESİNİN ÖNÜNDEKİ DÖNEMSEL ENGELLER

Yukarıda ülke tablosunu; sömürülen ve ezilen sınıf ve katmanların maruz kaldığı dönemsel saldırıları özetledik. İşçi ve emekçi sınıfların ekonomik, sosyal ve siyasal hak ve çıkarlarına yönelik sermaye güçlerinin bu acımasız saldırganlığı, sadece döneme özgü değildir elbette. Egemen sınıflar, dönemsel krizlerinin yüklerini ezilen ve sömürülen kitlelerin sırtına yıkmak için, her zaman koşulların uygunluğunu gözeten bir konumda olurlar. İşçi ve emekçi sınıfların tek tek örgütlerinin durumu, bu örgütler arasındaki bağların sağlamlığı, şehir ve kır yoksullarının birbiriyle ilişkileri, başta işçi sınıfı olmak üzere, tüm ezilenlerin “temsilcisi” örgütlerin (parti, sendika, oda, dernek vb.) yapısal durumu ve birbirleriyle bağlaşıklıklarıyla beraber kitlelerin psikolojik, moral durumlarının sağlamlık ve zayıflığı, bu anlamda belirleyicidir. Buradan kalkarak, son birkaç yılın sürükleyip getirdiği olgu ve olaylara dikkatle baktığımızda, başta işçi sınıfının kitlesel örgütlerinin (sendikaların), kır ve şehrin emekçi tabakalarının –örgütlü ve örgütsüz– mücadeleye katılımlarındaki sorunların vahameti daha iyi anlaşılır.

Birleşmek ve birleşik hareket etmenin zemini olmadık ölçüde hazır olmasına karşın:

– İşçi konfederasyonları (Türk-İş, Hak-İş, DİSK) arasındaki ilişkiler günbegün kavgalı bir mecraya sürüklenmekte; her renkten (reformist, revizyonist, dinci, gerici-faşist) sendika ağa ve bürokratı, sendikaların yaşadığı etkisizlik, çözülme ve krizi rakip gördüğü sendikaların varlığına bağlamakta ve sendikal ortamı kızıştırmak için rekabetçi, bölücü her türlü ayrılığı kullanmaktadır. DİSK ve Türk-İş arasında 1 Mayıs’ta başlayan “ayrışma” ve uzaklaşma, orman işkolunda Hak-iş ile Türk-İş arasında üye kapmaca sonucu doğan kavga-gürültünün oluşturduğu gerginlik, konfederasyonların birbirine savaş ilanları, mücadeleyi ve hareketi birleştirecek işçi örgütlerinin iyice güdükleştirilmelerinden başka bir şey değildir. İşçi sendikalarına sendika bürokrasisi eliyle vurulmak istenen bu boyunduruk, daha işin başında; işçi-emekçi hareketinin birleşmedeki harcını temsil eden proleter dinamiklerin ve proletaryanın kolektif iradesinin ipotek altına alınmasıdır.

– İktidardaki sınıfların “eli” ya da hizmetkarı olarak işçi emekçi örgütlerini karıştıran bürokrat-aristokrat tabakanın oynadığı rolün bir görünümü ve patronlara ve hükümete karşı oluşup gelişecek ortak örgüt ve eylem birliklerinin önünü kesmenin bir başka cephesini de, hükümetin kendine yakın gördüğü konfederasyonla yaşadığı flört oluşturmaktadır. Başka dönemlerde organik olarak Türk-İş bürokratlarına tevdi edilen sınıf işbirlikçiliği ve ihanet görevi, bu dönem Hak-İş bürokrasisine verildi. AKP hükümeti konfederasyonlar arası dengeleri Hak-İş lehine bozarak, işçi-emekçi sınıflara yönelik saldırılara karşı alttan bir cephenin oluşmasını engellemeyi hesaplamaktadır. Çorum kiremit ve tuğla işçilerinin örgütlenme çabası ve hak mücadelesinin Salim Uslu tarafından kamuoyuna “provokatif bir hareket” olarak gösterilmeye çalışılması, işbirlikçilik ve ihanetin günümüzdeki görüntüsünü teşkil etmektedir.

– İşçi konfederasyonları ve emekçi örgütlerinin bugünkü durumunu bahane ederek birleşmeyi ve birlikte hareket etmeyi yadsıyan küçük burjuva sol akımların tutum ve davranışları da “ilerleme” kaydederek; 1 Mayıs’ta Saraçhane ile başlayan, NATO ve Bush karşıtı eylemler sırasında “Okmeydanı manga savaşları” ile doruğa çıkan küçük burjuva karakterli eylem ve anlayışı meşrulaştırma çabalarına tanık olundu. DİSK ve KESK’i, diğer işçi ve emekçi sendikalarına karşıt başka bir kutba çekmeye çalışan bu grup ve anlayışlar, bugün çeşitli konfederasyonlara bölünmüş yığınların ortak talepler uğruna birlikte mücadelesi için çalışmak yerine, “mahalle sakinleriyle barikat savaşları” vermeyi daha uygun görüyorlar. Bu istikrarsız, çok başlı, “mangacı”, otonomcu, maceracı eylem türleri ile sağ troçkist, küreselleşmeci, sivil toplumcu “yeni çıkışlar”; DİSK ve KESK’li sendikaların önemli bir kesimini diğer sendikalara karşı kışkırtmada “sol” bir tasallut olarak devam etmektedir. “Sol”dan estirilen bu rüzgar, DİSK içinde sınıf davasına ve sosyalizme bağlanmak isteyen genç öncü işçilerin üretim alanında öz deneyleri ile kazandıkları sınıf olarak beraber hareket etme, sınıf olma bilincine önemli ölçüde zarar verdiği gibi, “DİSK’le kazanılır, diğer sendikalarla kaybedilir” gibi fevkalade zararlı, sendikalar arası düşmanlığı kışkırtan bürokratik söylemlere de güç vermiş olmaktadır.

– Öncü, partili işçi, emekçi ve sendikacıların dönemsel rol ve görevlerini kavrama ve yerine getirmede içine düştükleri yanılgı ve yeteneksizlik, olumsuzlukların aşılmasını zorlaştırmaktadır. Bu öncü unsurlar sendikal bürokrasinin manevra ve taktiklerini teşhir etme ve karşı alternatifler geliştirmede yaşadıkları yetersizliklerin yanı sıra, çeşitli burjuva, küçük burjuva akımların işçi emekçi hareketi içine soktuğu bölücü, yanıltıcı fikirleri etkisizleştirmede de gerekli uyanıklığı gösterememiştir. 2004 1 Mayıs’ında sınıfın hareketini bölen girişimlerin içerdiği tehlike kavranamamış ve bu tehlikeyi bertaraf etmek mümkünken, gerekli girişimlerde bulunmakta yetersiz kalınmıştır. Bir döneme önderlik eden sınıf bilinçli, sosyalist sendikacı, temsilci, işçi vb. kesimler, “kendi sendikalarının adamı” olma adına, sendikal rekabetin –farkında olsun ya da olmasınlar– rüzgarına kapılarak, kendilerinden beklenen rol ve görevleriyle çelişen bir konuma savrulmuşlardır. İstanbul belediyelerinde yaşanan TİS süreci ve grev hazırlıkları sırasında bu işkolunda yıllarca çalışıp pek çok önemli grev ve direnişi yönetmiş, önderlik etmiş öncüler başta olmak üzere, İstanbul’un öncü işçi ve sendikacıları sınıfta kalmış; bürokrasinin koyduğu engeller aşılarak hareket birleştirilip ilerletilememiştir.

 

YAKIN GEÇMİŞİN DENEYLERİ VE HAREKETİ AYAĞA KALDIRACAK DİĞER GELİŞMELER

Kendi örgütünde kendisinin adına başkalarının söz sahibi olmasının yarattığı olumsuzlukların; bölünmeleri ve düşmanlaşmayı teşvik eden gerici rekabetin ve kışkırtmaların boyutu ne olursa olsun, işçi-emekçi yığınların bundan etkilenmeleri göreceli ve geçicidir.

Sömürücü egemen sınıfların işçi, emekçi ve ezilenlere yönelttiği saldırıların kapsam ve mahiyeti önümüzdeki aylarda daha iyi anlaşılacaktır. Tek tek sendika merkez ve şubelerinin günü kurtarma amaçlı basın açıklamalarıyla, ayaküstü protesto ve lokal eylemlerle sonuç alınamayacağını söylemek için kahin olmak gerekmez. Öte yandan, hükümet ve sermaye çevrelerine “sorunların listesini” sunan uslu sendikacıların “girişimlerinin” de ciddi bir karşılık bulamayacağı açıktır; “tepelerdeki” konsensüsler, pazarlıklar, kuru gürültüler; IMF, sermaye ve hükümetin plan ve programlarını uygulamalarını engelleyecek ağırlığa sahip değildir.

10-15 yıldır Emek Platformu (EP) ekseninde oluşan sendikal birliklerin bu döneme devrettiği olumlu deneylerin olduğunu kimse inkar edemez. Yüz binlerce işçinin, emekçinin örgütünü ve mücadelesini ortaklaştıran, birleştiren; tabandan, kısmen örgütlü kısmen de kendiliğinden gelişen, baskıydı. Bugün biri diğerinin gırtlağına sarılan faşist, gerici-işbirlikçi konfederasyon merkez yöneticilerini, o dönem apar topar bir araya getirenin bu baskı olduğu, şimdi daha net görülmektedir. Her fırsatta –o zamanlarda– kaçış yolları arayan, işçilerle memurların, bu iki kesimle esnaf ve üretici köylülerin direngen gücünün birleşerek, sonuç alıcı bir genel direniş gücüne dönüşmesini engelleyen unsurların başında, bu ajan, işbirlikçi, gerici üst bürokrasinin geldiği tarihsel bir gerçekliktir. Bütün bu ihanetlere rağmen, değişik sendika ve konfederasyonlara üye yüz binlerce işçi ve emekçinin sokaklara dökülmesi, 1 Mayıslar’da, Ankara eylemlerinde, sanayi bölgesi, şehir ve çeşitli yerel platformlarda kurulan işbirliği ve ittifakların etkileri, işçi yığınları içinde kolayca unutulmaz. EP ve geriye bıraktıkları üzerine pek çok şey söylenebilir; pek çok dersler çıkarılabilir; atlanmaması gereken ise, öncü işçilerin gerek EP’in oluşum döneminde gerekse sonrasında rollerini kavrama ve yerine getirmede taşıdıkları önemli zaaflardır. Bunun sonucunda, üst bürokrasi, yığınların hareketini, platformdan beklentileri de kullanarak, denetleyebilmiştir.

Daha da öncesine gidersek; 89-90 Bahar Eylemleri’ne paralel doğan ve dönem dönem işçi, emekçi hareketinin lokomotifi görevini üstlenen işçi sendikaları şubeleri platformlarının –daha sonra kamu emekçilerini de saflarına katarak–, başta İstanbul olmak üzere, büyük sanayi kentlerinde değişik biçimlerde ve etkide bugüne kadar varlıklarını koruduklarını görmekteyiz. Ciddi eksiklik ve zayıflıklarına karşın, bu platformların var olması, bugünün önemli başka bir moral kaynağıdır; işçi-emekçi hareketi yeniden ayakları üzerine dikilirken, bu platformların prestij ve olanaklarından yararlanabilir. Çünkü bu platformları, üretim alanlarında, tabanda sömürüye ve sendika bürokrasisine karşı verilen mücadelenin, kitle iradesinin oluşturduğu mevzileri, zaaflardan arındırarak kullanılabilir hale getirmenin olanakları her zaman mevcuttur.

Gelecek açısından bel bağlanması gereken bir başka önemli dinamik ise, sınıfın genç kuşağının örgütlenme ve mücadele girişimlerinin yarattığı potansiyeldir. Ağır ve çekilmez çalışma şartlarına isyan eden binlerce işçinin sendikalaşma eylemi, demoralizasyon ortamını değiştirdiği gibi, işçi hareketine de canlılık kazandıracaktır. Sendikalı işçi-emekçi kesiminin sendikalaşmak isteyen örgütsüz (çoğunluğu genç olan) işçi kitlelerine göstereceği dayanışma ve yardımın oluşturacağı coşku dönemin en önemli kazanımı olacak; ortak mücadele etme fikrini yayacaktır. Yaşanan örnekler de buna kanıttır; önceleri G.Antep Ünaldı, sonra Uşak’ta tekstil işçilerinin yöre halkını da içine katan hak alma ve örgütlenme mücadelesine, şimdi Çorum toprak işçileri, Maraş ve Denizli tekstil, Bolu belediye ve gıda işçileri katıldı.

 

HAREKETİ BİRLEŞTİRECEK VE İLERLETECEK DİNAMİK VE OLANAKLAR

İçinden geçtiğimiz dönem, sınıfların örgütsel durumu ve siyasal mevzilenişi açısından, EP dönemine göre farklılıklar göstermektedir. Sermaye ve hükümet, ezilen-sömürülen sınıfların örgütsel zayıflığı, dağınıklığını ve sermayenin güçlerini yeniden toplamış olmasını fırsat bilip, saldırılarının kapsamını genişleterek sürdürmektedir. Kürt, Türk ve her milliyetten ülkenin ezilen ve sömürülen sınıf ve tabakaları, öncelinden daha sağlam perspektif ve platformlara sahip örgütlenmeler oluşturmak zorundadırlar. Bunun için, açlık ve yoksulluk sarmalına alınmış milyonlarca işsizin öfkesi, “sendikalı” ve sendikasız işçi yığınlarının içinde bulundukları çalışma ve yaşam koşulları, özelleştirme ve esnekleştirmeye karşı duyulan tepki ve mücadele isteği, devleti yeniden yapılandırma adına atılan adımlarla kamu hizmetlerinin tasfiyesi ve kamu emekçilerinin iş güvencelerinin yok edilmek istenmesi karşısında gelişen tepki, milyonlarca gencin eğitim, iş ve gelecek umutlarının karartılması karsındaki sistemden kopuşu ve arayışları, eşitlik ve demokrasi mücadelesinin boğulmak istenmesi karşısında Kürt halkının gösterdiği kararlılık ve mücadele azmi, Ortadoğu’da (başta Irak ve Filistin’de yaşananlar olmak üzere) emperyalist politikalara, işgal ve kıyıma karşı halkın tüm kesimlerinin ezici çoğunluğunun duyduğu büyük öfke; gerekli dinamik ve olanakları bünyesinde fazlası ile barındırmaktadır.

Harekete önderlik eden de, arkadan gelen de yaşananlardan öğrenerek ilerleyecektir. Son 3-5 ayın olgusu; Çorum, Bolu, Denizli vb. yerlerde sendikalaşma mücadelesi veren ve birbiriyle dayanışan işçilerin, “sağcı”, politikadan uzak sınıfın en “saf” kesimleriyle mücadele sahasına inmesi, teslimiyetçiliklerini, işçi ve emekçilerin yorgunluğuna bağlayan sendika bürokratlarına ve sınıfın üretimden gelen niteliklerinin üstünü kapatarak uçuk tahliller yapıp sınıfı ve sınıf örgütlerini birbirinden uzaklaştıran küçük burjuva, piyasa solculuğuna bir şeyler ifade etmelidir. Bol-Pat işçilerinin aylardır örgütlenmek için süren direnişine, Bolu belediye işçilerinin verdiği destek; belediye işçilerine, AKP’li başkanın saldırısı karşısında, içtenlikle sahip çıkan Bol-Pat işçilerinin tutumu ve Ardem metal işçilerinin direnişteki bu işçilere verdiği destek basit bir tesadüf değil, tipik sınıf güdüsünün ürünü ve yeni bir sürecin belirtileridir. Aslında Bolu’da değişik işkollarındaki işçilerin birliği; lokal, tek tek işletme eylemlerinin muhtemel başarısızlığını başarıya dönüştürmesinin yanında; dönem dönem her sanayii havzasında, her kentte patlayan protesto ve direnişlerin birbirleriyle birleşmesinin imkansız olmadığını da belgeledi.

Çoktandır sınıf hareketine zarar verir hale gelmiş sol piyasanın bulaşmadığı bölgelerde bu tip olumlu mücadele ve eylem birlikleri vuku bulurken; aylardır görüşmeler labirentinde silikleşen İstanbul belediye işçilerinin talepleri, Bakırköy Sümerbank, Telekom, Hava-İş, Tekel vb. işçilerinin, sağlıkçı, doktor vb, kamuda mücadele eden emekçilerin öfkesiyle aynı hedefe yönelebilir ve gelecek açısından yığınsal işçi-emekçi hareketinde sağlam zeminleri bugünden oluşturabilirdi. Ama öyle olmadı; işçi hareketinin yükselişe geçtiği dönemlerde öncü rolüyle tanınan İstanbul belediye işçileri, kendi içinde dahi birliği sağlayamadı. “Solcu”, “devrimci” sendikacılar, konfederasyonlar arası rekabetin bilançosuna göre hareket ettiler. Bu yüzden, aynı çile ve sıkıntıyı çeken on binlerce belediye işçisi, ortak düşmana karşı bir araya gelemediği gibi, İstanbul’da ve yurdun birçok yerinde mücadele eden işçi yığınlarına da kötü örnek oldu.

Elbette tüm bu gelişmelerin şu ya da bu yönde seyretmesinde konumu ve rolü öncelikle sorgulanması gereken kesim ileri, öncü, devrimci, partili, partisiz işçi ve emekçilerdir. Yukarıda sıralanan olanak ve dinamikleri kullanıp harekete geçirecek olan da esasen bu kesimlerdir. Daha çok da hareketin seyrinin düştüğü, belli bir moralsizlik ve cansızlığın yaşandığı koşullarda, sınıf bilinçli öncü işçi ve emekçiler, yığınların durumunu da gözeterek, toparlayıcı bir çaba içine girmek, gelişmelerin doğurduğu fırsatları en iyi şekilde kullanarak, fabrika, işletme ve işyerlerinde kitleleri örgütleyerek hazırlamak, dağınıklığı, bölünmeyi ve moralsizliği kışkırtan kesimlere karşı kararlı kesintisiz bir mücadele yürütmekle yükümlüdürler.

İşyeri-fabrika çalışması: ‘bazı gözlem ve görevler’

“Abi önceleri direnişin başı ve ortalık toz duman içinde olduğu için sizleri çok tartışmıyorduk ve yakın hissedememiştik. Ama şimdi birçok kesimin, partinin, sendikanın direnişin uzamasıyla birlikte yanımıza gelişi zayıfladı, bitti. Hatta örgütlenmek için seçilen sendikanın bile ilgi ve alakası yok denecek kadar az. Ama sizin, Partinin desteği gerçekten diğerlerinden farklı. Direnişin başından beri sabah bizimle direnişe başlıyorsunuz. Destek ziyaretleri örgütlüyorsunuz. Bildiri çıkarıyorsunuz. Bizleri birleştirmek, kamuoyu yaratmak için çok uğraşıyorsunuz. Gazeteye her gün haber yapıp fabrikalara dağıtıyorsunuz.
Önceden olmasa da bir süre sonra bunların derdi ne, amaçları ne, niye bu kadar işçilerle ilgileniyorlar diye tartışmaya başladık. Gel zaman git zaman dost düşman iyice görünmeye başlayınca sizleri daha iyi tanıdık. Açık söyleyeyim ben ve arkadaşlarımın neredeyse yüzde 80’inden fazlası sağ partileri, özellikle AKP’yi destekledik. Ama artık ampul söndü. Gerçeği gördük.”
“Artık bir şeyler yapmalıyız. Sendikacıların tutumu, patronun baskılarına karşı iyi kötü bir hareketlenme de oldu. Geçen gazetede çıkan mektup içeriye, işçilere dağıtılınca acayip iyi oldu. Artık benim de yazdığım bir gazetem var. Ben VAKİT Gazetesine aboneydim. Artık EVRENSEL’e abone olacağım. Hem benim mücadele yürüttüğüm firmanın boy boy reklamını da veriyor eski gazetem. Ama mücadelemizden hiç bahsetmiyor.”

Yukarıda, işçilerle yapılan sohbetlerde bazılarının söylediklerinden alıntılar yapıldı. İlki Çorum’da direnişte olan kiremit işçilerinden birine, diğeri ise Kayseri’de 3.500 kişinin çalıştığı bir fabrikanın işçilerinden birine ait. Yazımızın ana eksinini de sözlerini alıntıladığımız işçilerin bulundukları il ve fabrikalardaki çalışmalarla ilgili bazı gözlem ve çıkarılacak görevler oluşturacak. Şöyle ki: Genelde yaşanmış bir direniş, grev vb. ile ilgili sendikal bürokrasinin tutumu ve sınıf partisinin bakış açışı-müdahalesinin boyutu hakkında yazılıp çiziliyor. Ama bu kez, alıntılardan da anlaşılacağı gibi, işçilerin direniş, iş bırakma gibi eylemler öncesi ve sonrasındaki durumları, sezileri ve duygularından yola çıkarak, sınıfın devrimci partisinin çalışmalarına ışık tutmayı amaçlayan bazı genellemeler yapmak amaçlanıyor.

BÖLGE İLLERİ VE İŞÇİLERİNİN ÖZELLİKLERİ

Hepimiz biliyoruz. Yukarıda işçilerinin düşüncelerinden alıntılar yaptığımız Orta Anadolu ile Orta Karadeniz Bölge sınırları içerisinde olan bu illerde sanayiin ve mücadelenin durumu, 5-6 büyük sanayi kentini dışta tutarsak, bölgelerinde ve çevrelerindeki illere oranla gelişmiş durumdadır.
Özellikle iki şehrin durumu ve bu şehirlerde ilişkili olunan işletmelerdeki çalışmalarla ilgili gözlemlerimiz üzerinde durmaya çalışacağız.
Öncelikle sıcak olması bakımından Çorum ve Çorum’daki kiremit işçilerinin (toprak sanayi) direnişi üzerinde durulmalıdır . Çorum, hepimizin bildiği gibi, Karadeniz Bölgesi’ne dahil edilmiş bir il olmasına rağmen, tipik bir İç-Orta Anadolu şehri görünümündedir. Gelenek-göreneklerinden, konuşma ağzına, yemeklerinden iklimine kadar, birçok özelliği ile, bu söylenebilir. Nüfusunun neredeyse yarısı doğrudan çiftçilikle geçinirken, geriye kalanları da, daha çok inşaat, gıda, metal, tekstil ve tabii ki büyük oranda da toprak sanayiinde çalışmaktadır. Ama buralarda çalışan işçilerin de bir şekliyle toprakla bağı olduğu söylenebilir. 160 binlik nüfusuyla, kendisini çevreleyen illere göre sanayisinin –özellikle toprak sanayisinin (kiremit ve tuğla)– gelişkin olduğu, ve birçok kentin de, Samsun’u dışta tutarsak, ekmek kapısının bu ilden açıldığını söylemek sanırız abartı olmaz. (Çankırı, Yozgat, Amasya, Tokat, Kastamonu ve Sinop.)
Yakın tarihi, genellikle ve öyle olmasını isteyen egemen çevreler tarafından 1980 Çorum katliamı ile anılan şehir, bu yönüyle, Alevi-Sünni kamplaşmasının da yaşandığı bir yer. Mahallelerinin bile, “aşağı” ve “yukarı” adıyla, bu temel olmayan bölünme üzerinden ayrıldığı Çorum’da, bununla birlikte, işçiler ve emekçiler cephesinden de yazılmış, yaşanmış ciddi mücadeleler de olmuştur. Deniz Gezmiş’in İstanbul’da karşıladığı 1967 yılındaki Belediye işçilerinin çıplak ayakla yürüyüş eylemi, 1969 yılındaki Alpagut beldesindeki maden ocağında yaşanan fabrika işgali, 1970’lerde yine toprak sanayiinde sendika hakkı için yapılan direniş ve aynı yıl yapılan ünlü Haşhaş mitingi, ve bunlarla birlikte, sayamayacağımız birçok eylem ile, tarihi, aynı zamanda, mücadelelerle dolu bir şehirdir, Çorum.
Ancak sürekliliğini sağlamış bir mücadele geleneği yerine, kesik kesik süren ve sonraki kuşaklara da tam olarak aktarılamayan bir geçmiş. Sanayileşememiş olması ile bu nedenler birleşince, halk arasında ve özellikle genç kuşaklar içinde körüklenen gerici ön yargılar da kolaylıkla kırılamıyor. Özellikle CHP gericiliği tarafından kullanılan Aleviler, “yukarı mahalle”ye sıkıştırılmış ve siyasal olarak emekçilerin mücadelesine gittikçe uzaklaşan/uzaklaştırılan bir çizgiye çekilmişlerdir. Öyle ki; Çorum tarihine düşülecek en önemli notlardan biri olan kiremit işçilerinin direnişine bile, “onların çoğu gerici-sağcı-Sünni” diyerek burun kıvırabilmektedirler. Sınıfın devrimci partisinin dağıttığı direnişe destek bildirilerinin; bunları zaten kendilerinin de bildiğinin ileri sürüldüğü, “dağıtacaksanız aşağıdakilere dağıtın, çünkü onların bilinçlenmeye ihtiyacı var” denilerek alınmadığı örnekler yaşanmıştır.
Evet, şehrin daha teknik ve detaya girmeden söylenebilecek özellikleri, son örnekle de anlatmaya çalıştığımız gibi, bunlardır.
Gelelim, girişteki alıntı ile aslında son örneğin çeliştiği ve birçoğumuzun belki de dönem dönem gözlediği, bildiği olaylara.
Burjuvazinin, bir sınıf olarak, işçi ve emekçiler üzerindeki etkisini arttırmasının en güçlü silahı, bilinir ki, onları bölerek yönetmektir. Ülkemizde de bu etkili silah hemen her dönem kullanılıyor. Değişen koşullara göre, bu bölünmenin adı, Alevi-Sünni, sağ-sol, Türk-Kürt vb. olabiliyor. Ve son yıllarda, bu yapay bölünmeler, özellikle, örgütlendiğinde sermayenin iktidarını sarsabilecek işçi ve emekçiler arasında yaratılıyor. Bu bölünmelerin de ortadan kaldırılmasına neden olacak işyeri-fabrika örgütlenmesinde yaşananlar, gözlenenler aslında derslerle dolu. Son yılların en önemli işçi direnişlerinden olan Çorum kiremit işçilerinin hareketi, bu nedenle sınıf partisinin çalışmalarına ve çalışmanın içeriğine ilişkin tartışmalara ışık tutar nitelikte.
Normalde sokakta gördüğünüzde ya da bire bir sohbet ettiğinizde “bu ne biçim adam, bu mu işçi” diyerek, eski dönem Rus romanlarındaki işçilere benzetemediğiniz, yaklaşık 5 bininin çalıştığı kiremit fabrikalarında, adam olmaz denilen bu işçilerin, böyle düşünenleri nasıl adam ettiklerinin bir örneğini gördük, görüyoruz. Sermayenin zehirleyici propagandası altında, neredeyse hepsi devrimcilere düşman edilmiş, ve sanki, hepsi gerici-sağcı-faşist partilerin üyeleri yapılarak, tek vücut gibi olan, bu “adama benzemez” (!) işçiler, haliyle, gerekli ilgiyi de görmeyi hak etmiyorlar!
Ortaçağ koşullarında, sendikasız, büyük oranda sigortasız çalıştırılan “çağdaş köleler” neden ayağa kalkıp örgütlenmiyorlar? Bunların sırtına bir de sen binmelisin, yükle yükü, vur sırtına, yürüsün kara cahiller!
Evet, kendini bilmez “solcular”ın yaklaşımıyla böyle tanımlanabilen kiremit işçileri, nasıl olur da, yollara düşüp direniş örgütlerler? Gel de, “her şeyi bilen” bir “solcu” olarak, işin içinden çık.
İşçi ne düşünür, ne yer, ne içer, nasıl küfür eder, hanımı ve çocuklarıyla ilişkileri nasıldır, eve ekmek gitmeyince ne düşünür, kahveye mi takılır, iki göz evinde tuvaletiyle iç içe mi oturur vb. vb.. Aklı evvel “solcu”lara bunları sormak lazım. Ama gerek olmadığı konusunda, sanırız, herkes hem fikirdir. Aslında, devrimci partinin militanları açısından mesele böyle tartışılmasa da, pratik çalışmada takınılan tutum buna karşılık gelmektedir. “Aşağı” yerine “yukarı” mahalleye sıkışmış bir çalışma ve bunun doğurduğu çalışma tarzı…
Örgüt çalışmasındaki eksiklikleri de görmemize vesile olan kiremit işçilerinin direnişi; sadece sendikalaşma, sigortalı olma mücadelesi ile ilgili derslerle dolu değil. Bunların büyük çoğunluğu günlük basında zaten işlendi. Ama bunları da kapsayarak söyleyecek olursak, esas olarak, yukarda da değindiğimiz, işçiden, onun yaşamından, direnişinden, direniş boyunca ortaya çıkardığı kültürden, birikimden de öğrendiğimiz şeylerle dolu .

İŞÇİLER ÖĞRETİYOR
24 kiremit fabrikasından 5 bine yakın işçinin sendika, sigorta, 7,5 saatlik işgünü için başlattıkları direnişin kendiliğinden karakteri, işçinin birçok olumsuz olayı yaşamasına neden oldu. Sınıfın partisinin de Çorum’un belkemiği olan bu sektördeki örgütsüzlüğü, olayların gelişimine müdahalesinin yetersizliğiyle de birleşince, büyük bir direnişin eksikliklerle sürmesi kaçınılmaz oldu. (Burada hiç eksik olamaz denmek istenmiyor. Ama eksiklikler olsa bile, müdahale şansınız varsa, onları düzeltmeye de şansınız olurdu. Eksiklik, tam da burada aslında.) İşin bu yanı ayrı bir yazının konusu.
İşçilerin haklarını almak için giriştikleri eylemler o kadar hızlı gelişiyor ki, sonrasında sohbet ettiğimiz işçiler bile anlayamıyorlar. 10-15 gün içinde önce bir miting, ardından işten atılan işçi arkadaşlarına sahip çıkmak için iş bırakıp 3 bin kişilik bir kitle ile yollara çıkma.. Ardından patronların binlercesini fabrikalara almayıp işten atmaları ve direnişin başlaması…
İşçilerdeki birikmiş öfkenin somut göstergesi de olan direniş sürecine gelene kadar, aslında, işçilerin arasında “erimeyi başarmış”, fabrika çalışmalarında adım atılmış olunabilseydi eğer, bu direnişin sağlam temeller üzerinde yükselmesi belki sağlanabilirdi. Ancak, yazının içinde de değinildiği gibi; “yukarı mahalleye” sıkışan bir çalışma ve o çevrenin yarattığı bilinç ve çalışma tarzıyla, çoğu “aşağı mahallenin adamı” olan işçilerin örgütlediği bir eylemden de geç haberin olur. Genelde sosyal-demokrat müzmin solcularla uğraşma, seçimlerde onlarla didişmeler vb., kendi içine kapanan  bir örgütü de doğal olarak koşulluyor. Ama işçinin direnişini örgütleyen işçi önderleri, geçmiş siyasi kimliklerinin onlara kazandırdığı meşru olma duygusuyla da, 5 bin kişinin önüne düşüp yürüyebiliyorlar. “Sol” çevrelerde oluşan ise, sınıf partisinin örgütüne de bulaşmış kaba bir seçkincilik.
İşçilerin, kendi içlerinde zaten büyük oranda aştıkları Alevi-Sünni bölünmesi, mücadeleye girmeleriyle birlikte tümden silinebiliyor. Çünkü ortak düşmanları olan patronlar; Alevisi Sünnisi, CHP’lisi, MHP’lisi, AKP’lisi işçi karşısında birleşerek, ortak açıklamalar yapıyor ve işçiye saldırıyor.
İşçilerin politik ön yargılarının kırıldığı bu direniş boyunca yaşama bakışları, düşünceleri o kadar hızlı değişiyor ki, bunlardan bizlere, ancak öğrenmek düşüyor. Bazı dönemlerde ve çoğu kez “bunlar gerici” vb. yargılarla nitelendirilen üretim sürecindeki bilinçsiz işçi, direnişte, kendiliğinden gelişen bilinciyle dahi, o eski yargıları değiştiriyor. O kadar ki; sınıfın partisinin hiç girmediği ve Çorum katliamını gerçekleştirenlerin birçoğunun çıktığı düşünülen Sünni köylerinde kalan kiremit işçileri, direnişte, “dost güç” olarak sınıf partisini görmeleri sebebiyle, çalışanlarını köylere davet edip, 30-40’ar işçiyle toplantılar örgütleyebildiler. Evlerine davet edip, parti bildirilerini köyde dağıttılar. Hatta köy imamına anons yaptırtıp, toplantılara kattılar (Bu köylerde, son seçimde bütün oylar, AKP ve MHP arasında paylaşılmış) .
Direnişin başlangıcındaki heyecanın, seçilen sendikanın bürokratik adımları, patronların ayak oyunları, işe önderlik eden bazılarının işçinin deyimiyle “yamulmaları” gibi nedenlerle azalması; işçinin, kendi yanında olan güçlerle –büyük oranda parti ve gazeteyle– daha da yakınlaşmasına neden oldu. Ayak oyunlarına karşı neler yapacakları, hukuki sürecin nasıl işletileceği, seslerinin duyurulması gibi konularda partiyle teması güçlenen işçiler, partinin içinde de yer almak istediklerini söylemeye başladılar.
İşçilerin, özellikle partinin kadın kollarının, üyelerinin, öğretmenlerinin –fabrika ziyaretleriyle, bildiriler dağıtımı, imza kampanyaları, işçilerle ortak eylemler örgütlenmesiyle– desteğini görmesi; işçilerin, çekincelerini atarak partiye yakınlaşmalarını da sağlamıştır. Evlerine davet edenler, gazeteye yazı yazanlar, birlikte bildiri dağıtanlar vb. ortaya çıkmış, bu yönde birçok örnek yaşanmıştır.
Direniş öncesi işçinin yaşamına girilememiş, onunla yaşamın paylaşılamamış olması, bu süreçte aşılmaya başlanmıştır. İşin ucundan tutan “pasif” üyeleri dahil, pratik çalışmanın içine giren partililer, iş yaptıkça birçok şey öğrendiklerini söylüyorlar. Örneğin direniş haberinin olduğu bir gün, yaklaşık 200 gazetenin “aşağı mahalle”de 1 saat içinde satılması, önceden “yukarı mahalle”de 4-5 saat süren satışlarla karşılaştırıldığında bile, partililerin kafasındaki bazı önyargıların kırılmasına hizmet etmiştir.
İşçi evlerine yapılan ziyaretler de öğretici olmuştur. Evine gidilen bir işçinin mücadele azminin yanında yaşadığı yoksulluğu da daha yakından görmek, ve o işçinin kendi köyünde AKP temsilcisi olması, ama bundan böyle kendi sınıf partisi için çalışacağını ve üye bulacağını söylemesini duymak, parti üyelerinin coşkusunu ve kuşkusuz “aşağı-yukarı” sorunuyla birlikte sınıfın birliği ve birleşik mücadelesinin örülmesi zorunluluğuna yaklaşımlarındaki kararlılığı bir kat daha arttırmıştır.
Tek örnek değil, ama, yüzlerce işçinin aynı durumda olduğunu görmek bile, sınıf içindeki çalışmanın, yeni bir ülke kurmanın aciliyetinin kavranmasına yetiyor da, artıyor.
İşçilerin çoğu cebinde bıçak ve benzeri aletlerle geziyor. Patronlara ve adamlarına karşı öç alma duygusu hakim. Birleşik bir direniş yaşanıyor olmasına rağmen, direnişin yavaş yavaş tavsaması ve açlığın artması, işçilere böyle şeyler de düşündürtüyor. Buradan çıkarılacak sonuç ve kavranması gereken halka, elbette ki, bu tür sorunları çözecek bir sınıf çalışmasıdır. İşçilerin kendi iç örgütlülükleri ve komiteler, temsilciler seçmiş olmaları, herkesin öğrenmesi gereken şeyler. İşçiler bu sayede doğru yolu bulmak için daha hızlı ilerlediklerinin farkına da varıyorlar. Örneğin, son zamanlarda, inisiyatifin büyük oranda Çimse-İş’e bırakılmış olması, kamuoyu yaratmada yaşadıkları zaaflar, girişimlerinin zayıf kalması; işçilerin, “demek ki işi kendimiz örgütlemeliymişiz” sonucuna varmalarına neden oluyor.
İşçilerin yaşamından öğrenmek ve onların dilinden konuşabilmek; direniş boyunca, bunlar, bir kez daha kendisini dayattı. İşçilere “dışarıdan”, “üstten”, “güvenilir” gibi gözükse de, arkanızdan güvenmediklerini gösteren şeyler söylemelerine neden olacak tarzda seslenmemeyi tekrar öğreten bir direniş oldu, kiremit işçilerinin direnişi.
Gazetede günlük çıkacak haberlerin içeriğinden, vurulacak noktanın seçimine kadar gösterilen özen, doğal olarak işçilerin güvenini de kazandı. Günlük gazeteye yapılacak haberlerin sabahları işçilerle paylaşılması, yazı başlığının işçiler tarafından belirlenmesi (örneğin, “İşçiler Patronlara Kiremit Yükletti” başlıklı haber) gibi etkenler, işçi gazetesinin, direnişe sahip çıkan tel ulusal basın olduğu fikrini hakim kılmıştır. Ve gazete, bu yönüyle diğerlerinden ayrı bir yerde değerlendirilmiştir.
Tersi birkaç gelişme de yaşandı ki; bunlar, yukarda söylenenlerin fazla lafa gerek olmadan ispatı gibiydi. İşçi basınının manşetlerine yansıyan haberlerin ardından, haber yapma ihtiyacı hisseden liberal ve küçük burjuva sol gazete ve dergilerin yayınlarına tepki geldi. Ankara’dan telefonla haber kaynaklarını arayarak haber yapan Birgün Gazetesi, özellikle sendikal camiadan haberin doğru olmadığı noktasında ciddi tepkiler aldı. İşçilerle Çorum dışından gelerek röportaj yapmaya çalışan bir küçük burjuva sol dergi, subjektif değerlendirmeler içeren “Toprak Kavga Kokuyor” başlıklı haberi doğru yanlar taşısa da, tarz ve sesleniş olarak üstten üslubu nedeniyle, dergiyi verdikleri işçilerin tepkisini çekti. Bunu, her sabah yaptığımız sohbet ve gazete dağıtımları sırasında, işçilerden öğreniyoruz.

* * *
Buraya kadar yazılanlar, verilen örneklerle işçinin yaşamı, hissettikleri, direnişte öğrendikleri ve öğrettikleriyle ilgiliydi. Elbette yazılması gereken daha birçok şey olabilir. Ancak yazının amacı olarak da belirlenen, bunların aktarılmasından ibaretti. Şimdi bir örnek üzerinde daha durmak istiyoruz.

* * *
Kayseri’de koltuk-kanepe ve mobilya fabrikasındaki çalışma ile Öz İplik-İş’in örgütlü olduğu fabrikalardaki çalışmalardan gözlemler:
Kayseri de, Çorum’un taşıdığı özelliklerin bir kısmını taşımaktadır. Kurulduğu coğrafya, sahip olduğu tarih ve gelenekleriyle Kayseri tam bir Orta Anadolu şehridir.
Kendisini çevreleyen Adana hariç, Sivas, Maraş, Yozgat, Nevşehir ve Niğde’nin aksine, hem nüfus hem de sanayi olarak çok gelişmiş bir ildir. 1 milyonu aşan nüfusu, Organize Sanayi Bölgesi’nde 500’e yakın fabrikada istihdam edilen 40 bin civarı işçisiyle, Orta Anadolu’nun, bu yönüyle de en önemli ve gelişkin kentidir. Son yıllarda TÜSİAD karşısında bir güç olarak kendini toparlayan ve güçlenen MÜSİAD’ın en önemli kalelerinden olan Kayseri’de, sermayedarlar, Belediye yönetimleri dahil, yoğun bir şekilde ülkeyi yönetenler üzerinde etkili olmuşlardır. Bunu yaratmak için yerel ayaklarını da oluşturarak uğraşan gericilik, özellikle “İslami sermaye”; işçi ve emekçiler arasında çeşitli araçlarla örgütlenmiş, ve kenti, kendi kaleleri haline getirmeye çalışmışlardır. (MHP’nin Erciyes Zafer Kurultayları, AKP-SP’nin büyük fabrika sahiplerinin destekleriyle belediyelerden başlayan güçlenme süreci).
Özel sektörün –özellikle koltuk, kanepe, tekstil, mobilya– yanında kamunun da ağırlığı hissedilmektedir. Askeri işkoluna ait fabrikalar, karayolları, köy hizmetleri, şeker fabrikası vb. gibi işletmelerde binlerce işçi çalışmaktadır. İşçi ve emekçilerin şehir merkezlerinde toprakla olan bağı git gide zayıflamaktadır. Ticaretin, küçük esnafın gelişmiş olduğu söylenebilir.
Bunlarla birlikte, emek yoğun bir kent olan Kayseri’de mücadele geleneğinin ve düzeyinin zayıflığı, belki de sömürünün örtüsü olacak biçimde “sağ-sol” ayrımının ciddi şekilde kullanılıyor olmasıyla ilişkilidir. Ayrıca, birçok ilde olduğu gibi, sermayenin kendisini yerel yönetimlerde tahkim etmesi de önemlidir.
Gericiliğin ve sermayenin iktidarının perçinlendiği alanlardan olan ve buna karşın işçi ve emekçilerin mücadelesinin önem taşıdığı Kayseri; sınıf partisinin işyeri-fabrika çalışması bakımından önemsediği kentlerdendir. İstenilen düzeyin gerisinde olmasına rağmen, yapılan çalışmalar zengin örneklerle doludur.
Bugüne kadar, sınıfın örgütlenmesi çalışmalarında dar kalıpları kırmak gerektiği sürekli söylendi. Özellikle emek-sermaye bölünmesi temelinde fabrika çalışmalarının devrimci tarzda yenilenmesi gerektiği üzerinde hep durulur. Bu noktadan hareketle, Kayseri’deki işyeri çalışmalarından gözlemler aktarılmasının önemi olduğunu düşünüyoruz. Ki “sağ-sol” ayrımının en fazla yaşandığı illerin başında gelmektedir.
Yüzlerce fabrikanın olduğu Kayseri OSB ve serbest bölgede sermayenin önemli fabrikaları yer almaktadır. Yataş, Soley Havlu, HES Kimya, HES Fiber Kablo, Bellona, İstikbal, İpek Mobilya vs. “İslami sermaye”nin hakimiyetinde olan bu fabrikalarda işçi sınıfının uzun vadede örgütlü gücünün gelişmemesi ve zayıflatılması için, örgütlenmiş olan sendikaların özellikle Hak-İş’e bağlı olması tercih edilmektedir. (Öz Ağaç-İş, Öz İplik-İş, Çelik-İş gibi.)
Ancak artı-değer sömürüsünün devam ettiği koşullarda, sermaye istediği gibi at koşturamamakta, her şey tıkırında gitmemektedir. Örneğin; uzun yıllar bürokrat sendikacılar elinde “sendika var mı yok mu?” sorusunu sorar hale getirilen Öz İplik-İş’in örgütlüğü olduğu işyerlerindeki yaklaşık 9 bin işçi; ilk kez, geçen yıl Mayıs-Haziran aylarında, bürokratları kovmak için harekete geçtiler. O güne kadar parti çalışması olmayan bu önemli, büyük fabrikalarla “tesadüfen”  de olsa kurulan ilişkiler, öncelikle Öz İplik-İş Şube Kongresi’nin haber yapılması üzerinden şekillendi. Şube yönetimine karşı alternatif liste çıkaran işçiler, var olan yönetimin işçi lehine bir şey yapmadığını, ses çıkaranları da zor ve baskıyla sindirdiklerini söyleyerek yola çıkmışlardı. Kendi ifadeleriyle; şube başkanı ve yöneticileriyle “aynı tezgahtan”, “ülkü ocakları”ndan, “ülküm işçi dernekleri”nden yetiştiklerini söyleyen, ama işçi haklarını savunmayanların karşısında olacaklarını ifade eden muhalifler, işçi gazetesinden yardım istediler. El ilanları vb. türden materyaller çıkaran Yataş, Soley, İstikbal gibi fabrikalardan muhalif işçiler, doğal olarak baskı görmeye de başladılar. Oluşturmaya çalıştıkları delege listelerindeki kişilere kadar müdahaleler, işten attırma tehditleri gelmeye başlamıştı. Muhaliflerin başkan ve yönetici adaylarına “Bu iş kelle götürür” tehditleri savrulurken, yapılan işçi toplantıları ve pikniklere ispiyoncu göndermeye kadar çeşitli yollar denendi. Yetmedi, işçilerin birçoğuna, yetiştikleri “ülkü ocakları”ndan tehditler gelmeye, hatta arabalarla önleri kesilip tehditler, silah göstermeler bile yaşanmaya başlandı. Gazetede çıkan haber ve mektuplardan dolayı muhalifler, “kızıl komünistlerle işbirliği yapıyorsunuz” propagandasıyla, oy istenen işçiler gözünde zayıflatılmaya çalışıldı. Bu arada işçiler, “Ülkücülük demek buymuş, eğer doğruları yazanlar susturulmaya çalışılıyorsa, bizler de bundan sonra en kızıl komünistleriz” diyerek çalışmalarını sürdürüyor, hatta bazıları ülkücülüğün simgesi olarak gördükleri bıyıklarını dahi kesiyordu.
Bunlarla birlikte, adaylık süreci, listelerin oluşturulması ve başvurusundaki bürokratik süreç ve engeller, seçim günü oy kullanmadaki problemler vb. gibi yaşanan birçok sorun, işçilerin, mevcut sistemi de sorgulamasına neden olmuştur. Bu süreçte kendileriyle ilgili haber ve mektupları yayınlayan bir gazetenin olduğunu gören işçilerin birçoğunun partiyle tanışması da görece kolay oldu. Bu işçilerin çoğu sağcı ve gerici partilerden etkilenmişlerdi. Ancak politik olarak bu durumdaki, sendikal mücadele deneyimi dahi olmayan, çoğu mücadele öncesinde ya sendikanın ya da gerici partilerin referansıyla işe alınmış  onlarca işçi; girdikleri bir-iki aylık pratik mücadele üzerinden geçmişlerini sorgulamaya başlamışlardır. Tanışılan onlarca işçinin çoğunun bu süreçte kendi sınıf partileriyle de buluşması ve kendileri gibi olan birçok partiliyle tanışıp, toplantılar yapması, örgüte karşı bir sempatisinin oluşmasına neden olmuştur.
Kurulan dolambaçsız, açıktan ilişki sonucu, işçilerin çoğu geçmiş önyargılarının geçersiz olduğunu anlamıştır. Sayıları az da olsa, işçi gazetesine günlük abone olan, onu takip eden ve diğer fabrikalardaki yaşananları mektup olarak yazan işçiler, farklı yüzleri de partiye getirmekten geri durmadılar. Düzenlenen birçok toplantıya katıldılar, katılıyorlar.
İşçilerin yaşamına katılma, onların mücadelesine ortak olup yol gösterme, sınıfın devrimci partisinin teorik saptamalarını doğrularcasına, işçilerin kendilerine ve partiye olan güvenini arttırıyor. Tanışılan onlarca işçi, kuşkusuz hemen partiye kazanılamıyor. Ancak kurulan güçlü bağ, işçinin geçmişten kalma gerici önyargı ve düşüncelerinin kırılmasının ön adımı oluyor. Öyle ki, işçiler, mücadele içerisinde, sınıf partisinin, kendileri gibi insanlardan oluşan, “sağ-sol” ayrımı üzerinden yürümek yerine, işçi ve emekçilerin sermayeye karşı örgütlenmesini savunan bir parti olduğunu görmüş, ve parti üyelerinin birçoğunun oruç tutmadığını bilmelerine rağmen, Ramazan ayında rahatça partiye gelmiş, namazlarını kıldıklarında bile sorun yaşamamış ve bu duyguyla partiyi farklı bir yere koymuşlardır. İşçiler düzenledikleri toplu iftar yemeğine parti yöneticilerini de davet etmişlerdir.
Yakın dönemde, yaklaşık 3 bin 500 işçinin çalıştığı bir işletmede işçilerin sendikacılara duydukları öfke üzerine yürütülen çalışmada da benzer örnekler yaşanmıştır. İşçilerin güvenini kazanacak bir çalışma gerçekten sonuç vermektedir. Normal koşullarda ya da “sol” bir bakışla, işçilerinin hemen hepsinin dinci-gericiliğin referansıyla işe alındığı, hatta birçok tarikatın da faaliyet yürüttüğü bir fabrikadan “bir şey çıkmayacağı” düşünülebilir. En çok karşılaşılan haliyle, “anlatıyoruz, anlatıyoruz, bir şey olmuyor. Bu işçilerden, Kayseri’nin işçisinden adam olmaz. Hepsi gerici.” vb. türden söylemlerle işyeri örgütlenmesinden geri durulabilen, ama burjuvazinin kalbine kan taşıyan bu devasa işyerleri, gerçekten örgütlenemez mi?
Esasen bu soru bile sınıfın devrimci partisinin literatüründen uzak tutulmalı. Üretimin devam ettiği, artı-değer sömürüsünün üzerinin İslam ve milliyetçilik kullanılarak örtüldüğü bu işçi cehennemlerinde çalışma yürütülemez mi ? Ya da bu tür işletmelerin işçileri harekete geçemez mi? Ötesinde, partiye kazanılamazlar mı?
Düzenli ve sistemli bir politik çalışma yürütülmez, işçilerin dar ekonomik talepleri bile görmezden gelinip işçi davasından yan çizilirse, bu soruların cevabı, tabii ki, “hayır” olur. Ama somut talep sorunlar üzeriden yüründüğünde, işçi, gerçekten ne Kayseri’nin ne de başka bir yerin özgünlüğünü dinler! “Gericiliği”ni bile unutur!
Sözü edilen işletmedeki işçilerin yüzde 80’i otuz yaşın altında. Ve ortalama aylık ücret 400 milyonu geçmiyor. Vardiyalar değişmekte ve işçiler, yoğun mesailerle birlikte 12-13 saat çalıştırılmaktadır. Ve bu işçilerin büyük çoğunluğu, yukarda değinildiği gibi, sağcı, milliyetçi/dinci ideolojik kuşatma altındadır.
Son dönemde işçilerin verilmeyen mesai ücretleri, iptal edilen iaşe, ayakkabı, yakacak gibi yardımlar ve 10-11 aylık geçmişi olan sendikanın bu sorunlara ilişkin geri tutumunun (hatta tutumsuzluğunun, çünkü sendikanın şubesi açılmadı ve yönetimi de ortada yok) sonucu olarak, işçilerin tepkilerinin biriktiği gözleniyordu. Bunun üzerine, bir araya gelinen bir grup işçiyle, işyerine yönelik örgütlenme çalışmasına karar verildi. Bölümler arasında örgütlenme ve yaşanan sorunlara karşı iş bırakma çalışması ortak yürütülüyordu.
İşe başlanan, toplantı yapılan işçiler, fabrikada ve bölümlerinde öncü işçilerdi. Evet, bu öncü işçiler, çember sakallı, şalvarlı ve tarikatçı işçilerdi. Ancak, evlerinde toplantı yapılan bu işçiler, gözlerinizi kapatıp konuşsanız, devrimci ve sosyalist sanılabilecek işçilerdi. Gerçekten de, takınılan tutum, patronlara ve sendikacılara karşı düşünceleri, fabrika koşullarında, bir partili işçiden farklı değildi. Hatta diğer işçilerle girdikleri ilişkilerde takındıkları açık tutumun, birçok “solcu”, hatta partili işçiden ileri olduğu rahatlıkla söylenebilir. Örneğin gazeteyi kullanmaları, çıkan bir mektup sonrası işyerine 5-10 gazetenin sokulmasını organize etmeleri, her toplantıya genç ve bölümlerinde ileri çıkan işçileri ayırt etmeden çağırmaları vb., kuşkusuz ileri tutumlardı.
Bunlar yaşanırken, tarikat kökenli işçiler, fabrikalardaki örgütlenme çalışmalarında, önceden kendi tarikatlarındaki işçileri koruyup kollarken, sınıf çelişkileri üzerinden şekillenen son mücadele pratiği ile, ispiyonculuk yapan tarikatçı arkadaşını defterden silebilecek bir pozisyona geldiler. Hatta ona karşı önlem almak için, diğer sınıf kardeşlerini de uyarmayı ihmal etmeden.
Ve diğer işçiler… MHP kökenli birçok işçinin yapılan toplantılarda kaydettikleri ilerleme görülüyordu. İş bırakma eyleminde işin en önünde olmaları, bunun ispatıydı.      Yazının girişinde alıntılamıştık. Bir sohbetimizde, patronların, işçileri bölmek ve uyutmak için dini kullandığını, buna karşı gazeteye yazı yazmak istediğini söyleyen işçilerden biri, aynı zamanda, gazeteye abone olmak istediğini söylerken; kendisinin Vakit ve Yeni Şafak gazetelerini aldığını, ama Evrensel’in bunlardan farklı bir çizgisi olduğunu söylüyor. Aldığı gazetelerde mücadele ettiği sermaye grubunun ilanlarını bulan işçi, kendi gazetesi olarak gördüklerini sorgulamaya ve işçi haberleri ve dünyasını yansıtan Evrensel’i de sahiplenmeye başlıyor.

SONUÇ
Bunlara benzer birçok örnek yaşanıyor. Buralardan, bu gözlemlerden çıkan temel bazı sonuçlar ve görevler olduğunu da görmek gerekiyor.
Sınıfın devrimci partisinin, işçi ve emekçileri örgütlemekten başka yolu yok. Bu yüzden partiyi çepeçevre kuşatan gerici önyargıların, “sol” hayal ve sınıf-dışı yaklaşımların, liberal-bürokratik tutumların vb. işyeri-fabrika örgütlenmesini biran bile olsun geriletmesine izin vermemek zorunludur. Ya da işyeri-fabrika çalışması ne kadar güçlü, ısrarlı ve inatçı sürdürülürse, bu olumsuz etkilenmeler o kadar kırılabilir.
Bu noktadan hareketle, parti çalışmasının fabrikalar temeline oturtulması zorunlu. İşçi sınıfının bir araya getirilmesi ve bağımsız bir sınıf olarak kapitalizme, sömürüye karşı mücadeleye çekilebilmesi için fabrikalarda örgütlenmekten başka yol yok. Bu bakımdan, işçilerin ruh halleri, yönelişleri, yasal sınırları aşamamaları vb. gibi nedenlerden dolayı mücadele yöntemlerini geliştirmek ve her şeyden önce içerden örgütlenmeye hız vermek gerekiyor.
İşçinin genel olarak etkilendiği gericilik ve onun sendikal-politik temsilcilerinin olumsuz etkileri, mücadelenin en büyük engellerinin başında geliyor. Ama verilen örneklerden de anlaşılmıştır: Sınıf uğradığı saldırıların etkisiyle patlamaya da varan biçimlerde mücadele ve örgütlenme eğilimi içerisinde. Bu patlamalar, eylemler ve direnişler, işçideki değişimin görülmesi bakımından laboratuvar özelliği taşıyor. Evet, bu hareketler, sonuçta dar, kendiliğinden bir karaktere sahip. Ancak doğru tarzda müdahale ya da yol gösterme sonucu işçideki geri yanları değiştirme şansı yakalanabiliyor. Bu da olmazsa, işçi kendi eliyle, örgütlü gücünü –fark etmeden– sendikal bürokrasi ya da patronların (çoğu zaman ikisi birden oluyor) kucağına terk ediyor.
Çorum kiremit işçilerinin yaptığı gibi; komiteni kur, direnişe geç, sendikalaşma yolunu seç. Ama inisiyatifi elden bırak ve bürokrat sendikacılara teslim et. (Bursa BFTC işyerindeki örnek hâlâ akıllarda.) Bunun aşılması zorunluluğu ortada: Hiçbir koşulda işçilerin işyeri örgütlülüğünün temel önemini akıldan çıkarmama, inisiyatifi elde tutma ve kendi gücüne dayanan mücadeleci yolundan ayrılmama.
Burada sınıfın sendikalaşması önemli bir adım. Küçümsenmemeli. Ancak bu hareketlenmelerin mücadeleci bir hata oturması gerekiyor. Yoksa sınıfın sınıfa karşı mücadelesi, sendikal bürokrasi ve patronlar eliyle kolayca yenilgiye uğratılabiliyor. Çünkü işçi sınıfımız, en azından büyük çoğunluğu, yasalar ve bürokratik engeller içerisinde yolunu bulamıyor ve mücadelesini sendikacıların inisiyatifine bırakabiliyor.
Ancak kendiliğinden de olsa birleşen, mücadeleye atılan işçilerden öğrenecek çok şey var. Öğrenilenler ve çıkarılan derslerle tekrar işçi kitlelerine dönmek ve işyeri, fabrika çalışmalarının güçlendirilmesi, garantiye alınmasına çalışmak. Sorun herhalde burada.

Dipnotlar:

1. Yazımız yazılırken direniş sürüyordu.
2. Direnişin başka yönlerinin de kaleme alınması gerekir elbette. Ancak bu yazıda farklı bir yön üzerinde durduk.
3. Burada kastedilen birimler esasına dayandırılmayan ve belirli bir alevi demokrat çevreye sıkışıp genelleşen çalışmanın sonucu olarak, ortaya çıkan moral bozukluğu, kendi üyeleriyle sınırlı, işini üyelerine dergi dağıtma ve aidat alma işine indirgeyen vb. çalışma tarzıdır.
4. Yazının bütününde de değinileceği gibi, aslında, bu spesifik örnekler, bütünüyle işçinin değişip dönüştüğü izlenimi yaratmamalı. Çünkü, işçinin henüz ideolojik olarak kazanıldığı söylenemez, ama eşiği geçtiği ve merdivenleri tırmanmaya başladığı söylenebilir ki, partinin rolü burada gizli.
5. İşçilerin geri unsurlarının da bazen bu tutumları oluyor. Ki daha çok amaçları bireysel kurtuluş için tutabildikleri tek dala daha sağlam sarılmak. Ama bunlar partiyle buluşanların çok azını temsil ediyorlar.
6. Öncesinde neden parti çalışmasının olmadığı bu yazının kapsamı dışındadır. Ama örneklerle anlatmaya çalışacaklarımız geçmiş eksikliklerin aşılmasına da yol gösterici özellikler taşımaktadır.
7. Bunu bilimsel istatistiklerden değil ama ilişki içinde olunan işçilerin aktarımlarından biliyoruz.

Ortadoğu’da su politikaları

Bu degerlendirme yazısında, tükenebilir doğal kaynakların en önemlisi olan suyun dünya siyasetine nüfuz eden bir politika bileşeni olarak özel olarak ele alınması ve Türkiye’yi kapsayan Ortadoğu dengeleri üzerindeki etkinliğinin ortaya konulması amaçlanmıştır.
Öncelikle problemler ve genel durum ortaya konulacak, daha sonra muhtemel çatışma noktaları ve politikaların perde gerisi analiz edilmeye çalışılacaktır.

1. GİRİŞ
Su, miktarı azalan temel yaşam maddesi olması yanında tarihi ve ekonomik rolü artan bir politika bileşeni olarak da önem kazanıyor. Dünya üzerindeki suların büyük ölçüde tuzlu sulardan (denizler vs.) ve buzullardan oluşması, içme ve sulama suyuna duyulan ihtiyacın artış göstermesiyle bir arada degerlendirildiğinde, ‘sınırlı kaynağa hakim olma mücadelesini’ açıklayabilmek mümkün olmaktadır. Araştırma verilerine göre; “2,5 milyar insanın ‘yetersiz su kullanımı nedeniyle’ sağlıksız yaşama mahkum edildiği dünya fotoğrafında önümüzdeki 20 yılda su ihtiyacının %20 oranında artması bekleniyor” (World Water Shortages’tan aktaran Yakup Şalvarcı, Pax Aqualis, Zaman Kitap, 2003).
Özel olarak Ortadoğu’ya bakıldığında, burada suyun yoğun olarak tarımsal sulama için kullanıldığı görülüyor. 11 bin yıl önce savaşçı-toplayıcı sistemden yerleşik tarıma geçilen ilk bölge olarak kabul edilen Mezopotamya’da, o günden bu yana sulu tarım yapılmaktadır. Örneğin Diyarbakır’ın Karacadağ bölgesinin “buğday tarımı yapılan ilk bölge olduğu” Avrupalı gen bilimciler ve tarım uzmanları tarafından da kanıtlanmıştı. Kapitalizm çağında tarımsal üretimin artarak sürmesinde, bölge ülkelerinin ‘kendi ayakları üzerinde kalabilme yolu olarak’ tarımı öngörmeleri ve kapitalist tekellerin buralarda gelişmiş tarım makinaları üzerinden büyük rantlar elde etmeleri de etkili oldu.
Ortadoğu merkezli su sorunlarına genel olarak bakıldığında, tartışmaların iki boyutta değerlendirilebileceği görülüyor. İlk boyutta ‘sınıraşan sular’ yer almaktadır. Bir ülkenin ulusal sınırları içinden doğup başka ülkelere geçen ve oralarda denize dökülen suları tanımlayan ‘sınıraşan’ kavramı, geçen yıllar içinde ‘devletlerarası hukukun da’ önemli gündem maddelerinden biri oldu. Sınıraşan sular konusundaki tartışmalar, Türkiye’nin, komşuları Irak ve Suriye ile en önemli gündem başlıklarından birini oluşturmaktadır.
İkinci çatışma başlığı ise, ortak su alanlarını içeriyor. Aynı havzadan beslenen farklı ülkelerin ortak kullanımındaki sulara dair çatışmalar, belirgin olarak, İsrail-Filistin, İsrail-Ürdün ve İsrail-Suriye anlaşmazlıklarında gözlemleniyor.

2. TÜRKİYE EKSENLİ SU SORUNLARI
Türkiye’nin; Meriç Nehri’nin paylaşımına ilişkin Bulgaristan ile 1968 tarihli, Yunanistan ile 1934 tarihli anlaşmaları, Sovyetler Birliği ülkeleri ile de Arpaçay’a ilişkin 1927 tarihli anlaşmaları mevcut olup, bu ülkelerle su sorunu bulunmuyor (Hüseyin Pazarcı, Su Sorununun Hukuksal Boyutları, Tesav, 1994). Öte yandan güney komşuları olan Irak ve Suriye ile Fırat, Dicle ve Asi nehirlerinin kullanımı nedeniyle çeşitli sorunlar yaşamaktadır. Geçmişte zaman zaman alevlenen gerginlikler, kurak iklimi nedeniyle ‘su arzı düşük olan’ Ortadoğu’nun çatışmalı konumu nedeniyle önemini kaybetmedi. Son dönemde tartışmaların, GAP projesi çerçevesinde etkinlik kazandığı izleniyor.

2.1. IRAK’LA YAŞANAN SU SORUNU
Elazığ’da bulunan Hazar Gölü’nden doğan Dicle Nehri, Suriye ile 40 km’lik bir sınır oluşturduktan sonra Irak’ta Fırat nehri ile birleşmekte ve Basra Körfezi’ne dökülmektedir. Bu nehre ilişkin su potansiyel ve kullanım bilgileri Tablo 1’deki gibidir (DSİ Raporu, 1984):

Tablo1: Dicle Nehri’nin su potansiyeli ve ülkelerin kullanım planlamaları (Yılda milyar
m3 cinsinden)  – Tüketim yüzdeleri toplam su potansiyeli üzerinden verilmiştir.

TÜRKİYE    SURİYE    IRAK    TOPLAM
Su Potansiyeli    25.24(%51.9)    0.0(%0.0)    23.43(%48.1)    48.67(%100)
Tüketim Hedefi    6.87(%14.1)    2.60(%5.4)    45.0(%92.5)    54.47(%112)

Irak’la Türkiye arasındaki su anlaşmazlığı, bu ülkenin kullanmak istediği su miktarının Dicle’nin debisine (su tutma kapasitesi) yakın büyüklükte olmasından kaynaklanıyor. Bu nehir üzerinde herhangi bir baraja sahip olmayan Türkiye, GAP’ın bitimine kadar Dicle Havzası’nda sahip olduğu potansiyelin üçte birini kullanmayı amaçlıyor.     Öte yandan Dicle’den Fırat’a su nakledilmesiyle ilgili bazı projeler geliştirilmişse de, bu projeler halen  48 milyar m3 suyu tek başına kullanmayı sürdüren Irak tarafından kabul edilmemişti. Saddam Hüseyin döneminde su kullanımını askeri stratejisiyle de ilişkilendiren Irak’ın o dönemdeki ikinci adamı olan Taha Yasin Ramazan, askeri işbirliği anlaşmalarının yenilenmesinin ‘su sorunundaki uzlaşmaya bağlı olduğunu’ bildirerek, Kürt sorunuyla bu konuyu ilişkilendirmekten çekinmemişti.

2.2 SURİYE İLE SU GERGİNLİĞİ
Irak içinde Dicle ile birleşerek Şattülarap adını alan Fırat Nehri, Ortadoğu’nun en büyük su kaynağı durumundadır. Fırat Nehri’nin su potansiyeli ve suyun kullanımına ilişkin bilgiler Tablo 2’de verilmiştir (DSİ Raporu, 1984):

Tablo 2: Fırat Nehri’nin su potansiyeli ve ülkelerin kullanım planlamaları (Yılda milyar
m3 cinsinden)  – Tüketim yüzdeleri toplam su potansiyeli üzerinden verilmiştir.

TÜRKİYE    SURİYE    IRAK    TOPLAM
Su Potansiyeli    31.58(%88.7)    4.0(%11.3)    0.0(%0.0)    35.58(%100)
Tüketim Hedefi    18.42(%51.8)    11.5(%31.8)    23.0(%64.6)    52.92(%148.2)

Tablo’dan da görülebileceği gibi, üç ülkenin kullanım hedefleri toplamı havza kapasitesinin çok üzerinde. Bu durum tartışma yaratmakta ve paylaşım tartışmasının da kaynağını oluşturmaktadır. Suriye ile yaşanan su gerginliğinde, GAP Projesi içinde yer alan barajlarda su toplanması amacıyla –dönemsel olarak– Türkiye’nin suyu azaltması etkili olmuştu. Türkiye’nin suyu azaltmasına tepki gösteren Suriye ile yaşanan gerginlikler, dönemin başbakanı Tansu Çiller’in, olayı Kürt sorunu ile birlikte ele almasıyla birlikte, tırmanmış, ve Birecik Barajı’nın inşasını Arap Birliği’ne şikayet eden Suriye, tartışmayı devletlerarası platforma taşımıştı.
Geçmişte (1975 yılı) Esad Barajı’nın inşası sırasında Fırat’ın suyunu keserek gerginliğe yol açan Suriye’nin Irak ile çatışması, Suudi Arabistan ve Sovyetler Birliği’nin girişimleri ile önlenmişti (Konuralp Pamukçu, Türk Dış Politikasının Analizi İçinde, Ed. F. Sönmezoğulları,2001).
Suriye-Türkiye su gerginliğinde Asi Nehri’nin paylaşımı da potansiyel bir problem oluşturuyor. Lübnan’da doğan bu nehrin, Suriye’yi geçtikten sonra Türkiye üzerinden Akdeniz’e boşalması, üç ülkenin anlaşmasını gerektirmişti. Suriye, halen bu nehir sularının yaklaşık olarak %90’ının tasarrufunu elinde bulunduruyor. Türkiye ise, nehir üzerindeki haklarını, Hatay Sorunu’nun yeniden tartışmaya açılmaması için geri planda tutmayı sürdürüyor.

3. İSRAİL’İN DAHİL OLDUĞU SU ÇATIŞMALARI
İsrail Devleti’nin kuruluşuna imkan veren İngiltere planında, –ilk aşamada– bu ülkenin verimsiz topraklarda (Necef çölü) kurulması ve teknolojik-bilimsel çalışmalarla ülkenin geliştirilmesi öngörülmüştü. Ardından yapılan Paris Barış Konferansı’nda ise, İncil’e atıfta bulunularak, “Kuzeyde Dan Suyu kaynaklarından güneyde Beercheba’ya kadar uzanan bölge” Musa Kavmi’nin yurdu olarak kabul edildi. Bu önemli kabul, sonraki yıllarda kurulan İsrail Devleti’nin; Dan Suyu olarak belirtilen ve Lübnan toprakları içinde yer alan bölgeyi işgal etmesinin ana gerekçesini oluşturdu.
Bugünkü İsrail’in kuzeyindeki su kaynakları ile ilgili olarak Paris Konferansı’na –bilgi vermesi için– çağrılan mühendis Aaron Aaroncohn, şu değerlendirmeyi yapmaktaydı: “….. Filistin’in ana su kaynakları kuzeydeki iki dağlık alandan gelmektedir, Lübnan ve Hermon Dağları. Filistin, kuzey ve kuzeydoğudan Hermon silsilesinin uzantıları ve bu dağlardan gelen sularla çevrelenmiş olup, sınırın su havzalarını da kapsaması ekonomik ve bilimsel bir gerektir.” (Wolf-1994’den aktaran Özden Bilen, Ortadoğu Su Sorunları ve Türkiye, TESAV, 2000).
Siyonizm tarafından desteklenen bu tespit, İsrail’in su kaynakları bakımından zengin olan Golan Tepeleri’ni işgal etmesinin önde gelen referanslarından biri olmuştu. Halen Batı Şeria’daki gelişmiş kuyulardan önemli miktarda su çeken İsrail’in en büyük korkularından birini, bu bölgedeki kuyuların Filistinlilerin kontrolüne geçmesi oluşturuyor. Gazze’deki Filistinlileri temiz içme suyundan mahrum bırakan İsrail, buradaki kaynakları illegal olarak bölgeye getirilmiş Siyonist yerleşimcilere aktarmaktan da çekinmiyor.

3.1. İSRAİL-ÜRDÜN ANLAŞMAZLIĞI
Ortadoğu’nun önemli su kaynaklarından biri olan Ürdün Nehri ile bu nehrin yakınındaki Yamuk Nehri, su tartışmalarının odağında bulunuyor. İsrail’in Ürdün Nehri’ni, Suriye’nin ise Yamuk Nehri’ni kullanması nedeniyle zor durumda kalan Ürdün ve Filistin, bölgede yeterince su kullanamayan ülkeler durumunda.
Öte yandan Golan Tepeleri nedeniyle Suriye ile çatışma halinde olan İsrail, ABD’nin Ürdün’e yaptığı baskı sonucunda bu ülkeyle 1994 yılında bir “barış anlaşması” imzalayarak, pozisyonunu hukuksal garanti altına almayı başarmıştı.

3.2. STRATEJİK BİR PROJE: MANAVGAT SUYU
Yıllık 4.7 milyon m3 su akışı bulunan Manavgat Suyu üzerinde, halen, Manavgat ve Oymapınar Barajları –hidroelektrik üretimi amacıyla– kurulu bulunuyor. Manavgat Suyu’nun satışı, DSİ tarafından geliştirilen “Manavgat Arzı Su Projesi” belgesine dayanmaktadır. Belgede, arıtılmış nehir suyunun Akdeniz ülkelerinde ihtiyaç duyulan bölgelere transferinin amaçlandığı ifade edilmektedir. Projede, 500.000 m3’lük suyun 250.000 m3’lük bölümünün içme suyu, kalan 250.000 m3’lük kısmının ise kullanım suyu olarak değerlendirilmesi hedefleniyor (Konuralp Pamukçu, Su Politikası, Bağlam, 2000).
Projenin uzun süre Ürdün ve Filistin’in ilgisini çekmesine karşın, bugün bir İsrail-Türkiye projesine dönüşmesinde, Siyonist lobi ile birlikte 1990 sonrasında etkinlik kazanan Türk-İsrail ortaklığı etkili olmuştu. Özellikle şu anda Afganistan’da ABD-İsrail destekli NATO temsilciliği yapan Dışişleri Eski Bakanı Hikmet Çetin’in ‘perde gerisinden ateşlediği’ proje, geçen 10 yıl içinde İsrail-Türkiye stratejik yakınlaşmasının ana unsurlarından biri olarak önem kazandı. Deniz suyunun arıtılmasından daha pahalı olduğu gerekçesiyle İsrail içinden ‘ciddi eleştiriler alan’ projeyi hiçbir güç engelleyemedi. Nitekim 1998 yılında Başbakan Mesut Yılmaz ve yardımcısı Bülent Ecevit tarafından hizmete açılan su tesisinden İsrail’e su transferi, AKP hükümetinin Şaron hükümetiyle birlikte atacağı nihai imzaya kalmış bulunuyor.
Burada önemli olan noktalardan biri, Tansu Çiller’in Başbakan, Recai Kutan’ın ise Enerji Bakanı olduğu dönemde yapılan Ürdün ziyaretinde, bu ülkenin su talebine rağmen, Manavgat Projesi’nin Ürdün-Filistin eksenine kaydırılmamış olmasıdır. Yine geçen dönemde, Suriye de bu suya talip olduğunu bildirmiş olmasına karşın, herhangi bir boru hattı projesi yaşama geçirilmedi.

4. DEĞERLENDİRME VE SONUÇ
Ortadoğu’da su kaynaklarının kullanımı tartışması, devletlerarası hukukun ötesinde ve doğrudan Ortadoğu siyaset dengelerinin içinde bir işlev yüklenmektedir. Nitekim Fırat ve Dicle havzalarındaki su tartışmaları uzun süreden bu yana Türkiye-Suriye-Irak denkleminde etkili olmakta ve kısmen ertelenen çatışma başlıkları olarak potansiyeller içermektedir. Burada iki temel sorun; Türkiye’nin Fırat ve Dicle’yi “uluslararası su yolu” tanımı içinde kabul etmemesi ve GAP ile birlikte Fırat’ın suyunun %50 oranında azalacak olmasıdır. Suriye’nin tarım politikasını sulu tarıma yöneltmesi (Konuralp Pamukçu, a.g.e) ve Irak’taki istikrarsız durumun ardından oluşacak yeni yönetimin tutumu, önümüzdeki yılları etkileyebilecek önemli köşe taşları olarak kaydedilebilir.
İsrail merkezli tartışmalarda ise, genel olarak bu ülkenin ‘gayri hukuki ve gayri meşru’ politikaları belirleyici olmaktadır. Filistin ve Lübnan topraklarını işgal ederek çatışmalara neden olan İsrail’in, Golan Tepeleri’ndeki pozisyonunu yitirmemek için, ABD’nin Suriye’ye baskıyı artırmasını teşvik ettiği biliniyor. Bu ülke için önemli bir stratejik destek olacak Manavgat Projesi ile birlikte, dengelerin İsrail lehine gelişmesi ihtimal dahilinde görünüyor. Bu nedenle, İsrail’le yapılacak anlaşmalara karşı tavır alarak, Ortadoğu halklarının tarafında yer alma tutumunun içine bu projeyi de yerleştirme zorunluluğu bulunuyor.
Su politikasıyla bağlantılı olarak ‘az tartışılan’ bir konu olan Kürt Sorunu da, bu aşamada özellikle ele alınmalı. Fırat ve Dicle havzalarının Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Mezopotamya’dan geçiyor olması ve Ortadoğu denkleminde bu sorunun giderek önem kazanması, bunu gerekli kılıyor. Merkezi İngiltere’de bulunan Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nden Natasha Beschoner’in, “Su ve Ortadoğu’da İstikrarsızlık” başlıklı çalışmasında ifade ettikleri dikkate değer görünmektedir: “….. Su sorunları, Kürtler’e otonomi verilmesi ve PKK faaliyetleri gibi bölgesel güvenlikle ilgili meselelere nazaran gündemde daha az yer tutmaktadır…. Kürtler’in bölgenin su kaynaklarına ilişkin tutumları, genel bağımsızlık taleplerinden öteye geçmemiştir” (N.Beschomer, Water and Instability in the Middle East, IIFSS, London, 1992).
Bu verilerin ve değerlendirmelerin ışığında, İsrail’in Kuzey Irak’taki faaliyetlerini ‘Ortadoğu su sorunu ile de ilişkilendirmek’ fazla mı iddialı olur acaba?

Ekonominin durumu ve izlenen ekonomi politikalar

Kısa sayılamayacak bir süreden beri, hükümet sözcüleriyle ekonomi bürokratları, 2003 yılı ekonomik verilerini kullanarak –şimdi buna, 2004’ün ilk yarı yılına ait bazı göstergeleri de eklediler– “ekonomik sorunların çözüm yoluna girdiği”, ve “istikrar içinde kalkınmanın gerçekleşmekte olduğu” propagandası yürütüyorlar. Bu propaganda, IMF ile yeni stand-by anlaşmasının gündeme gelmesi, dış ticarette ve cari işlemlerde açıkların ilk yarı yılda öngörülen yıllık sınırın üzerine çıkması, borç miktarının 300 milyar dolara tırmanması vb. gibi, yeni bir kriz tehdidine işaret sayılan gelişmelerle gölgelenmesine karşın, bugün de devam ediyor.
Bu propagandanın başlıca motiflerine aşağıda kısaca değineceğiz, ve görülecektir ki, ekonominin krize girdiği koşullarda da, nispi istikrar durumunda da, tekelci burjuvazi,  kapitalistler ve hükümetleri, uluslararası mali sermayenin dayatmalarını ve kendi çıkarları yönündeki ekonomi programları “kriz tehdidi altında olma”yla gerekçelendirmeye çalışarak, ezilenleri suskun kalmaya ya da taleplerini “makul düzeyde tutma”ya zorlamışlar ve kârların artırılmasını, bütün bu koşullarda gerçekleştirmişlerdir.

“EKONOMİK DÜZELME” PROPAGANDASININ DAYANDIRILDIĞI GÖSTERGELER
AKP hükümetinin sözcüleri, 2004 yılı ilk günlerinden başlayarak, ve 2003 yılına ait kimi ekonomik verileri kullanarak, “sorunların ve sıkıntıların aşıldığı” propagandasını yoğunlaştırdılar. Bu propagandanın başlıca dayanağını, 2003 yılında dış ticaret hacminin büyümesi, ihracatta belli bir artışın gerçekleştirilmesi, enflasyonun düşmesi, ekonomide büyüme, kapasite kullanımı ve üretimde artışın olmasıydı. AKP sözcüleri, ekonomiden sorumlu bakan ve üst bürokratlarla sermaye iktisatçıları, bu verilerden ve 2004’ün ilk aylarında aynı doğrultudaki gelişmelerden hareketle, 2003-2006 (bu sınır, şimdi 2007’ye çıkarılmış bulunuyor) programı döneminde, ekonomik iyileşmenin, yeni bir krizi de engelleyecek biçimde devam edeceğini ileri sürüyorlar. Onları, geleceğe dair bu denli iyimser beklentilere sürükleyen verilere bakarsak, durum şudur:
DİE verilerine göre, 2003’te ihracatta %30.2’lik artış sağlanmış; enflasyon %25-28’lere gerilemiş, kapasite kullanımı %80’ler düzeyine yükselmiş, imalat sanayiinde %9 civarında ve ekonominin tümünde  %5.9 dolayında bir büyüme gerçekleştirilmiştir. Katma değer üretiminde kaydedilen bir miktar ilerlemeyi, eski ve bitirilmemiş yatırımların tamamlanması için ayrılan “devede kulak” bütçe ödeneğini ve kalkınma etkenlerinden biri olarak reklam edilen 489 milyon dolar doğrudan dış sermaye girişini buna eklemek gerekiyor. “Ekonomik durumun düzeldiği ve refah düzeyinin yükseldiği” yönündeki burjuva propagandası, ama diğer yandan işçi ve emekçilerin durumunu; işsizlik, yoksulluk ve açlığı göz ardı etmekte, on milyonlarca emekçinin; kır ve kent yoksulunun temel gereksinmelerini karşılayacak bir gelirden yoksun bırakılmaları durumunu yok saymaktadır.
Hükümet yetkilileriyle ekonomi bürokratlarının “iyiye gidiş” iddiasıyla ortaya koydukları tabloda; ücret ve maaşların düşmesi, işsizlik ve yoksullaşmadaki artış ve emperyalistlerle uluslararası tekellerin dışarıya transfer ettikleri milyarlarca dolar kaynak –bunun, on ila on sekiz milyar dolar arasında olduğu ileri sürülüyor–, dış ve iç borcun üç yüz milyar doları bulduğu vb. yer almamaktadır. Onların ortaya koydukları “iyileşme tablosu”, bu eksikli ve ‘örtük’ tablodur; ve yıllardır enflasyon oranının %90-145 arası değiştiği bir ülkede, enflasyonun düşmesi ve ihracat rakamlarının büyümesi, ekonominin iyiye gittiği ve gideceği propagandasına, bir miktar inandırıcılık ve kolaylık  sağlamıştır.  
İhracat artışı, enflasyonda düşme ve büyüme eğiliminin 2004’ün ilk aylarında da devam etmesi, bu propagandaya güç verirken, ona, inandırıcı olması olanağı da sağladı. Ekonomik iyileşme göstergelerinin bazıları, hükümeti ve uygulamalarını başarılı gösterme amaçlı istatistik hesap oyunlarına dayandırılmış olmalarına karşın, ekonomik durumda, örneğin 2001 ve 2002 ilk yarı yılına göre, bir miktar iyileşmenin görüldüğü bir gerçektir. 2003 yılında işçi ücretleriyle memur maaşları da, ilk bakışta ve nominal olarak (kesintiler öncesi ve enflasyon etkisinden arındırılmamış olarak) bir artışa işaret eder yöndedir. Ama aşağıda, bir ölçüde detaylı olarak göstereceğimiz gibi, bu, gerçek durumu yansıtmaktan uzaktır. Her ne kadar 2003 yılı verileri, örneğin 1994’e göre, ezilen sınıf ve kesimlerin gayrı safi milli hasıladan (gsmh) aldıkları payın bir miktar arttığını (%4.9’dan %5.3’e yükselmiş görünüyor) gösteriyorsa da, bütün bu dönem boyunca ve aradaki yıllarda, aksini kanıtlayan yeterince veri vardır. %0.4’lük fark, ne düzenli bir iyileşme eğiliminin kanıtıdır ne de örneğin 1994 ve 2001 yıllarında görüldüğü gibi, krizlerin ortaya çıkmasının ve işçi-emekçi kitlelerinin satın alma güçlerinin büyük oranda düşerek yoksullaşmalarının engelidir. Verilerin de açıkça gösterdiği gibi, yatırımların, üretim ve verim artışının gerçekleştiği yıllarda da, kriz koşullarında da kârlarını artıran tekelci sermaye, işçi ve emekçilere yönelik politikalarında, onların durumlarını iyileştirme ve işsizliğe ve yoksulluğa karşı olma gibi bir amaca sahip olmamış; bu yönlü politikaları, “popülizm” sayarak daha baştan mahkum etmiş ve hükümetlerini de, emekçilere karşı politikaları sertleştirmeye yöneltmiştir. Ekonomideki bir miktar iyileşme, yoksulluk ve işsizliğin azaltılması ve halk kitlelerinin satın alma gücünün yükseltilmesi yönünde bir işleve sahip olmamış, enflasyondaki düşme, üretim artışı ve yüksek kapasite kullanımı veya ihracat rakamlarının büyümesi, yoksulluğu azaltma veya istihdamı artırma gibi bir sonuç doğurmamıştır. Aksine, “sıkı maliye politikaları” adı altında izlenen politikalarla, işçi ve emekçilerin sırtındaki yük ağırlaştırılmış, yoksulluk daha da yaygınlaşmış ve işsizlik artmıştır.
Peki, bu durumda, ekonomide son 1.5 yılda görülen “iyiye gidiş belirtileri” üzerinden bir kısım burjuva iktisatçısıyla hükümet sözcülerinin ileri sürdükleri gibi, “krizsiz ve istikrarlı bir kalkınma yoluna girildiği” sonucuna varılabilir mi?
Bu birkaç nedenle doğru olmayacaktır. Önce, kapitalist ekonomi, ister bağımsız, isterse bağımlılık koşullarında olsun, düz bir gelişme seyri veya sürekli gerileme ya da ilerleme rotası izlemez. Yükselişler ve düşüşler kaçınılmazdır. Ekonomide büyüme oranlarının, önceki yıllarla kıyaslandığında, son iki yılda olduğundan fazla ya da onun kadar gerçekleştiği yıllar daha önce de görüldü. Ama ardından da krizler patlak verdi. İkinci olarak, bağımlılık koşullarında, emperyalizm ve uluslararası sermayenin denetim ve dayatmaları başlı başına istikrarsızlık etkenidir ve ilişkinin seyrine bağlı olarak, bağımlı ekonominin sorunları ağırlaşmaktadır. Üçüncü olarak, bugün uygulanan ve hükümet tarafından da uygulanması zorunlu sayılan ekonomi program ve planı, bu hükümet tarafından ilk kez gündeme getirilen bir plan ve program değildir. Bu program, 25 yıla yakın bir süredir yürürlükte olan IMF-Dünya Bankası programlarının Türkiye’ye uyarlanmış halidir. Gelişmelere bağlı olarak yenilenmesine karşın, ona ruhunu veren, 18.si imzalanmış IMF stand-by anlaşmalarıdır, ve bu anlaşmalara uyum ve bağlılık, Türkiye’nin sorunlarını hafifletme bir yana, daha da ağırlaştırmıştır.
Ülke ekonomisinin bu durumu ya da bağlantılarıyla önümüzdeki dönemin gelişmelerinin daha iyi anlaşılması için, içinden geçilip bugüne gelinen sürecin olgu, gelişme ve sonuçlarına bakmak gerekiyor.
UYGULANAN EKONOMİ POLİTİKALAR VE SORUNLARIN AĞIRLAŞMASI
Türkiye ekonomisinin bugünkü durumu ve gelişme seyri, önemli oranda emperyalist ülkeler, uluslararası sermaye ve kurumlarıyla ilişkilere bağlanmıştır. Çünkü bugün uygulanan ekonomik programların gerçek mimarı, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi uluslararası mali sermaye kurumlarıyla işbirlikçi tekelci burjuvazidir, ve bu programlar, öncesi bir yana, 1980’den bu yana yürürlüktedir. Bu da, söz konusu süreçteki sonuçların göz önünde tutulmasını zorunlu kılmaktadır. Zira, bir yanıyla da, bugünkü durumu ve ekonomi verilerini doğru değerlendirmek ve temel gelişmelere işaret edebilmek, bu sürecin olgu ve gelişmeleriyle, ortaya çıkardığı sonuçlara bağlıdır. Burjuva propagandasının gürültüyle örttüğü şu iki başlıca sorunun cevabı da, bu sürecin verilerinde önemli dayanaklar bulacaktır. Bu iki başlıca soru şudur: a-) Son on yıllarda uygulanan ekonomi politikalarının devamı olan bugünkü program, istikrarlı ve krizsiz bir ekonomik durum olanağı yaratmakta mıdır; ve b-), propagandası yapılan iyileşmenin işçi sınıfı ve emekçiler için anlamı nedir, emekçiler ve örgütlerinin izlemeleri gereken yol ne olmalıdır?
1980 sonrası dönemde, özellikle de son on yıl içindeki belli başlı ekonomik göstergeler ise, başlıca iki olguya işaret etmektedirler. Bu olgulardan birincisi, 1980 sonrası süreçte, uluslararası tekellerin, emperyalist ülkelerle mali sermayenin Türkiye ekonomisi üzerindeki kontrolünün güçlenmiş olması, ve bağımlılık ilişkilerinin, sanayi ve tarım üzerinde tahrip edici- yıkıcı etkisinin artmasıdır; ve ikincisi, kapitalist ilişkilerin, iktisadi, politik ve sosyal yaşamda daha etkin rol oynaması ve büyük sermayenin hakimiyetinin güçlenmesidir.
Bu süreçte, Türkiye işbirlikçi burjuvazi ve hükümetleri, ülkeyi ve “ulusallık” adına ne varsa, mali sermayenin yağma sofrasına sürmüşlerdir. Özellikle 1980 askeri faşist darbesiyle oluşturulan sosyal-politik ortam fırsat bilinerek dayatılan, IMF-Dünya Bankası reçeteleriyle, ülke, daha fazla bağımlı hale getirilmiştir. 1961’den itibaren, IMF ile imzalanan stand-by anlaşmalarının iddiası “ödemeler dengesi bozukluklarını gidermek” olmasına karşın, 18.si imzalanan bu anlaşmalar sonucunda, bağımlılık güçlenmiş, bütçe açıkları ve dış ve iç borç yükü artmış, istikrarsızlık devam etmiş, sanayi ve tarımsal alanda üretim kayıpları büyümüştür.
Sermaye ve üretimin merkezileşmesi ve yoğunlaşmasının uluslararası ölçekte kaydettiği muazzam gelişme sonucunda, uluslararası tekeller ve emperyalist büyük devletlerin iktisadi hareketi ve yaşamı denetleme olanağı genişlemiş, uluslararası sermayenin baskısı altında, ekonomik kriz koşulları daha da olgunlaşmış; bağımlılık ilişkisi, istikrarsızlık ve kriz etkenlerinin en önemlilerinden biri olarak rol oynamıştır. Burjuva iktisatçıları ve politikacılarının “evrensel düzeyde serbest piyasa ekonomisine geçiş”, “dünya ülkelerinin dünya pazarıyla bütünleşmesi, mal, hizmet ve sermaye hareketinin tam serbestleşmesi” olarak gösterdikleri –onunla uyumlu olmanın zorunlu olduğunu propaganda ediyorlardı– bu gelişme kapsamında, IMF programları art arda uygulamaya konmuş, dayatılan ekonomi programları, kaynakların dışarıya aktarılmasına, rantiye ve tekelci burjuva kesimin kârlarının büyümesine hizmet etmiştir. “Ulusal program” cilasıyla, ve “bu programları uygulamaktan başka çare yok” propagandası eşliğinde uygulanan bu programlar, ezilen ve sömürülen on milyonlarca emekçinin çalışma ve yaşam koşullarını ağırlaştırmış, sorunlarının büyümesine neden olmuştur.
1994, ‘98 ve 2001 yıllarında mali piyasalarda ve bankalar alanında krizlerinin patlak vermesini, bu programlar, önlemek bir yana, deyiş yerindeyse, tetiklemişler; “krizden çıkış” için dayatılan her yeni program, emperyalist sömürü ve denetimi artırarak, istikrarsızlık etkeni olmuştur.

BAĞIMLILIĞI GÜÇLENDİREN POLİTİKALAR
Bugünkü hükümetin sürdüreceğini ilan ettiği ekonomi politikalarının uygulanmasıyla, Türkiye’nin ekonomik-sosyal sorunları daha da ağırlaşmıştır. Uluslararası tekeller ve emperyalist büyük güçlerle ilişkilerin geliştirilmesini, “ülkenin kalkınması ve halkın refaha kavuşması” için zorunlu ve kaçınılmaz gösteren burjuvazi ve hükümetlerinin, bu ilişki üzerinden sürdürdükleri ekonomi politikanın, dışa bağımlılığı güçlendirdiği ve ekonomide tahribatlara yol açıp yıkım ve istikrarsızlığı artırdığı, bu süreç içinde ortaya çıkan çok sayıdaki açık veri ve sonuç tarafından kanıtlanmıştır. Tarım ve hayvancılıkta, bir süre öncesine kadar, “kendine yeter” (ihtiyacını karşılar) durumdaki ülkeler arasında yer alan Türkiye, bugün buğday ve pirinç başta olmak üzere, tahıl ürünlerini, şekeri, tatlandırıcı hammaddesini ve et gibi ürünleri ithal eder duruma gelmiştir.
Tekelci hakimiyet, yüksek teknolojiye dayalı üretim ve büyük finans gücü, emperyalist ülkelere, ekonomiyi denetleme, şirketleri yutma ve yönetme, hisse senetlerini ele geçirme ve  borç batağına sürükleme olanağı sağlamış, toplumsal yaşamın tüm alanlarına “sızma” ve onu denetlemelerini mümkün hale getirmiştir. Türkiye pazarının uluslararası sermayeye daha fazla açılmasını sağlayan son otuz, hatta 50 yıllık uygulamaların, ve özellikle de son 25 yıllık ekonomi politikalarının sonuçları; “küreselleşme”nin, “sermayeye akışkanlık kazandırarak, verimli yatırım alanlarına erişimini sağladığı” ve bağımlı ülkelerde “refaha katkıda bulunduğu” iddiasını, başka ülke pratikleri bir yana, Türkiye gerçeğinde bir kez daha geçersiz kılmıştır.
IMF-Dünya Bankası dayatmaları kapsamında gündeme getirilen “yapısal reform programları”yla, ülke, uluslararası sermayenin açık pazarı haline getirilmiş, mali sermaye ve mali spekülatörler bono-tahvil-hisse senedi işlemleri üzerinden büyük kârlar sağlamışlardır. Belli başlı devlet işletmelerinin (Telekom, THY, Tekel ve ‘kamu’ bankaları vb.) özelleştirme yoluyla uluslararası tekellerle ve işbirlikçilerine peşkeş çekilmesi, ekonomik tahribat ve tasfiyeye neden olmuş, tekelci baskı sonucu küçük ve orta boy işletmelerin iflası hızlanmış, bu politikanın sonuçları, işçi ve emekçilere, daha fazla açlık, işsizlik ve yoksulluk olarak yansımış, on binlerce yeni işsiz ortaya çıkmıştır.
Kaynakları, sanayileşme yerine, üretim dışı alanlara yönelten yatırımlara kaynak kısıtlaması ve sosyal haklara saldırı politikası, eğitim, sağlık ve sosyal hizmet alanlarında hak gaspı ve haklarda gerilemeye neden olmuş, sanayi ve tarımsal üretim alanında yıkıcı etkide bulunmuştur. Tarımsal ürün destekleme alımı, kredi, ucuz tohum sağlama politikaları, uluslararası tekeller yararına yeniden düzenlenmiş, devlet eliyle kurulup işletilen kamu işletmelerinin bir an önce ve hızla tasfiyesi gündeme getirilmiş, “özel teşebbüsün devletlerin bürokratik müdahalelerinden kurtulmasıyla verimlilik ve kârlılığın artacağı ve ülkenin kalkınması için gerekli kaynakların sağlanacağı” iddiasıyla, başlıca kapitalist devlet işletmeleri büyük tekellere peşkeş çekilmiştir. 
IMF ile standby, AB ile Gümrük Birliği ve uluslararası tekeller yararına MAI-MIGA anlaşmalarıyla, emperyalist burjuvazi ve uluslararası tekeller, Türkiye ekonomisini tam denetim altına alma ve sosyal yaşamı üzerinde boğucu kontrol kurma olanağını elde etmişlerdir. Türkiye’nin, ‘90’lı yıllardan itibaren, mali alanda patlak verip ekonominin öteki sektörlerini de etkisi altına alan “kriz”lerle daha dar aralıklarla karşılaşmasında, bu anlaşmalarla ve iç ve dış büyük sermaye çevrelerinin büyük rant geliri sağladıkları yüksek faiz oranıyla borçlanma politikası özel bir rol oynamıştır. Gümrük Birliği’ne katılmayla birlikte (1996), iç piyasada sanayi mallarına yönelik koruma önemli oranda kaldırılarak, ekonomik dış baskıya alan ve olanak genişletilmiş, emperyalist ülkeler ve uluslararası tekeller için, Akdeniz, Ege ve Karadeniz’deki büyük limanlara, uluslararası havaalanlarına, karayolu ağlarına, kültür, turizm ve eğlence merkezlerine yakın yerlerde özel bölgeler oluşturulmuş ve bu bölgelerdeki ticari-sınai ve mali faaliyetler üzerinden tekellerin büyük kârlar elde etmeleri için özel yasalar çıkarılmıştır.
Bu uygulamaların da katkılarıyla patlak veren 94’-99-2001 krizleri, büyük tahribatlara neden oldular. 1994’te ekonomi %6.1 küçülürken, kişi başına gelir 2186 dolara gerilemişti. 1999’da, Türkiye son 55 yılın en büyük yoksullaşmasını yaşadı. Ekonomi %6.4 oranında küçüldü, gsmh 185.1 milyar dolara; kişi başına gelir 2878 dolara geriledi ve %10 oranında bir yoksullaşma gerçekleşti. 2000 yılı itibariyle 200 milyar dolar olan gsmh, 2001 sonunda 150 milyar dolara düştü. 2001’de ekonomi %9 oranında küçülürken, kişi başına gelir 2100 dolara geriledi. 1988’de 9.137; 2000’de 13.473; ve 2001 yılında 15.000 küçük ve orta boy işletme iflas etti ya da büyükler tarafından yutuldu. 2001 Şubat’ında, mali piyasalarda ve bankalar alanında başlayan kriz, ekonominin tüm sektörlerini etki altına alırken, Merkez Bankası’ndan on gün içinde 7 milyar dolarlık döviz ülke dışına kaçırıldı, gecelik repo faizleri yüzde 1700’lere fırladı, holdinglerin bankalar üzerinden çevirdikleri mali dalavereler sonucu, faizleriyle birlikte, 70 milyar dolarlık bir yük oluştu. Kriz, tekstil, otomotiv ve demir çelik sektörleri başta olmak üzere, hemen tüm sektörlerde durgunluğa ve kapasite kullanımında düşmeye neden oldu, ithalat ve ihracat arasındaki açık büyüdü, büyüme hızı ve sanayi üretimi düştü.
Israrla uygulanan bu ekonomi programları sonucu, 1980’de 4.603 milyar dolar olan dış ticaret açığı, 1990’da 9.555 milyar dolar; 2000 yılında 24 milyar dolar, 2003 yılında 18 milyar dolar olarak gerçekleşti, ve bu açık, 2004’ün sadece ilk yarısında 28.7 milyar dolara yükseldi. Yine bütçe açıklarının gsmh’ya oranı, 1991’de %5.25’den, 1996’da %8.23’e ve 2001’de %16.96’ya çıktı; ve iç ve dış borç faizlerinin milli gelire oranı, 1983’te %3.2; 1991’de %3.52 iken, 2000’de %16.43’e; 2001’de %25.3’e yükseldi.
IMF programlarının uygulandığı bütün bu dönem boyunca, bu programların uygulanması dışında “çare olmadığı” ileri sürüldü. Ama, “krizden çıkış” ve “istikrarlı büyüme” adına uygulamaya konan, daha doğru deyişle, dayatılan her yeni program, emperyalist sömürü, etki ve rant getirisini esas alması nedeniyle, istikrarsızlık etkeni olarak rol oynadı.

HOLDİNGLER YARARINA YA DA HOLDİNGLERİN EKONOMİ PROGRAMLARI
Bu süreçte tekelci işletmeler kârlarını artırdılar, holdingler, özellikle üretim dışı faaliyet alanlarında; borsa işlemleriyle büyük kârlar elde ettiler. Rant, ciro ve sanayi kârı artış gösterdi; kapasite kullanımı %70-%80 düzeyine çıkarıldı ve artı-değer sömürüsü yoğunlaştırıldı. ‘94 ve 2001 krizleri, holdinglere, yüksek faizli borç politikası sonucu, %147’lere varan faiz getirisi sağladılar.
1992-99 döneminde yıllık ortalama gelir artışı %4 iken, reel faiz oranı %32 oldu. (ISO 2001 Ekonomik Rapor) Sanayi ve tarımsal üretim üzerindeki mali yük arttı. Rantiye tabakasının milli gelirden aldığı pay, 93’te %50,1 iken; 94’te %57,6’ya, 95’te %61,3’e yükseldi. 1998 yılında, 500 büyük işletmenin kârları içerisinde faaliyet dışı gelirler, %88’e; ve 1999’da %219’a yükseldi. 100 milyar lira faiz geliri sağlayan bir milyarderden herhangi bir vergi alınmaması ve rantiyelerin yalnızca ‘on binde iki’lik bir ödeme yapmaları karar altına alındı. (Aynı dönemde, asgari ücretten yapılan kesinti oranı, % 30.9 idi.) Yüksek rant geliri, sermaye faaliyeti içinde doğrudan yatırımların oranının giderek düşmesine neden oldu. 1994-2000 döneminde toplanan 215.9 milyar dolarlık verginin 138.1 milyar doları; 2002’ye kadar toplanan 279.3 milyar dolarlık verginin 194.9 milyar doları; ve 94-2000 döneminde sağlanan 1 trilyon 276.9 milyar dolarlık milli gelirin %64’ü faizlere gitti; 1990’da her 100 liralık verginin 31 lirası faizlere giderken, 1999’da bu oran % 72’ye yükselmişti. vb.  
Bu dönem boyunca, bankaların ekonomideki rolü, ve aynı anlama gelmek üzere, ekonomi üzerindeki etkisi arttı. Büyük bankalar, yıllık kârlarını %116 ila %216 arasında artırdılar. Akbank, 96’daki 37.756 trilyonluk kârını, 2003’te 1 Katrilyona çıkardı; belli başlı diğer bankaların kârları, bir önceki yıla göre, 2.5 kat artarak, 117 katrilyon liraya yükseldi.  
Bugün, artık milyarları değil, katrilyonları çekip çeviren tekeller, hisse sahipliği üzerinden ve bağlı/ve ona bağlı şirketler aracılığıyla, ana sermayelerinin birçok kat daha fazlası sermayeyi çekip çevirerek, ekonomiyi denetlemekte, bu ilişkiler üzerinden büyük vurgunlar sağlamaktadırlar.

İŞSİZLİK, YOKSULLUK VE AÇLIĞI ARTIRAN POLİTİKALAR
Son 25 yıllık dönemde, ve son yıllarda “sıkı maliye politikaları” adı altında daha da sertleştirilerek uygulanan ekonomi programlarının ağır sonuçlarının tüm yükünü, denebilir ki, işçi ve emekçiler çekmişlerdir. Bu süreçte, arada mücadelenin yükselmesine bağlı olarak ücret ve maaşlarda kısmi yükselişler gerçekleşse de –ki bu artış, enflasyon artışı ve zamlar karşısında, hemen kısa sürede erimiştir–, emekçilerin satın alma gücü, esas olarak gerilemiştir. Burjuva iktisadı, açlık sınırında yaşayan işçilerle trilyonlar kazanan tekelci burjuvaları “kişi başına ortalama gelir” içinde “eşitleme” becerisini sürdürürken, zengin-yoksul uçurumu açılmaya devam etmiş, ve örneğin 2000’nin ilk aylarında, üretici köylünün eline geçen para, bir önceki yıla göre, %13.3 oranında düşmüş, asgari ücret, reel olarak, %12.4; ve memur maaşları %10.8 oranında gerilemiştir. Buna rağmen, özel sektör imalat sanayiinde, çalışan başına verim %14.2 ve çalışılan saat başı verim %10.4 oranında artmıştır.  2001’de, asgari ücret %16.8; kamu işçileri ücreti %13.7; SSK emeklisi ücreti %2.7; memur maaşları %7.5 oranında gerilemiş, ailelerin %31’i aylık temel ihtiyaç maddelerini ve nüfusun %15’i günlük temel gıda maddelerini karşılayamayacak kadar yoksullaşmışlardır. Aynı yıl itibariyle, açlık sınırında bulunanlar 9 milyona yükselirken, nüfusun üçte biri yoksulluk çekiyordu. 2003’te, açlık sınırında yaşayanların sayısı 14 milyona yükseldi ve günde ancak 1.8 dolar harcama yapabilecek kadar bir gelirle yaşamak zorunda olanlar, 28 milyonu bulmuştu. Kamu çalışanlarının gerçek net ücreti, 1993-1998 arası dönemde, %25.6 oranında gerilemişti.  2002-2004 arası 1.5-2 yıllık sürede gerçekleşen ekonomik iyileşme ve “büyüme”nin halk kitlelerinin yaşamına olumlu bir etkisi olmamış, aksine, işsizlik, yoksulluk ve sosyal haklarda kayıplar artmaya devam etmiştir. İzlenen talep sınırlayıcı ve emekçilerin gelirlerini düşürücü “istikrar politikası” sonucu, kamu sektöründe ücretler, 2002 yılında, (nominal olarak yüzde 31,7 artmış görünmekle birlikte) reel olarak % 9,2 oranında gerilemiş, –memur maaşları da, enflasyon oranında artış iddiasına karşın, ancak reel olarak % 5,7 oranında artmış– asgari ücrette yüzde 8 olarak açıklanan reel artış, hemen ardından gelen zamlarla erimeye başlamıştır.
IMF ve Dünya Bankası tarafından dayatılan programların uygulaması, açlık, yoksulluk ve işsizliği daha da artırmıştır. Yatırımların sınırlandırılması, ücret ve maaşların düşük tutulması, ‘personel giderinin azaltılması’, tarım ürünleri sübvansiyonlarının kaldırılması sonucu, emekçilerin satın alma gücü düşmüş, ücret ve maaşlar, enflasyon karşısında ve tüketim gereçlerinin fiyatlarıyla vergi kesintilerinin artması nedeniyle erimiş, ve çalışabilir nüfus içinde işsizlerin oranı,  %12.4’e kadar yükselmiştir. İstatistik hileleriyle hesaplara yansıtılmayanlar da dikkate alındığında, bu oran, %22’lere varmaktadır ve özelleştirme kapsamında işten atmalar, önümüzdeki dönemde de devam edecektir. Yalnızca ‘99’da, toplam işçi sayısının %10’u işten atılırken, 2001 krizi gerekçesiyle işini kaybedenlerin sayısı, 987 bin kişiye ulaşmış; bu oran ve sayı, yıllar itibariyle büyürken, 24 yaşına kadar olan genç nüfus içinde, işsizlik, ülke genelinde %20.3’e, kentsel alanda %22.9’a ve eğitimli genç nüfus içinde %27.3’e kadar yükselmiştir. (DİE-2000) DİE Hane Halkı Anketi’ne göre, 2002 yılında, sanayi sektöründeki istihdamda yüzde 4,7, hizmetler sektörü istihdamında yüzde 2,9 oranında artış kaydedilmiş; ancak tarım ve inşaat sektörleri istihdamında yüzde 7,8 ve yüzde 13,7 oranlarındaki daralma nedeniyle, toplam istihdamda, yüzde 0,8 oranında gerileme yaşanmıştır.
2003-2006 döneminde, gsyih büyümesinin yıllık ortalama yüzde 5 civarında olacağının ileri sürüldüğü programda, 2,2 milyon kişiye iş olanağı sağlanacağı iddia edilerek, işsizliğin düşürüleceği belirtilmesine karşın, işsizlik, 2002’deki %10.5 oranından, 2004’ün ilk yarısında %12.4’e yükselmiştir. Özelleştirmelerle ve küçük-orta işletmelerin iflasına yol açan tekelci baskı, dayatma ve yutmayla ve önce “kemer sıkma”, sonra “sıkı maliye politikası” olarak adlandırılan halka karşı saldırgan politikalar sonucu, işsizlik, yoksulluk ve açlık artmaya devam etmiştir. Sermaye ve hükümeti, üretim ve stok artışına ve kapasite kullanımıyla ve verimlilikte artışa karşın, “işçilik maliyetini düşürme” adı altında, işçi ve emekçilere düşük ücret ve yoksullaştırmayı dayatmıştır. Böylece, son yirmi-yirmi beş yıllık süreçte de, bağımlılığın derinleşmesinin ve istikrarsızlığın ağır yükünü çekenler, yine işçi sınıfı ve emekçiler olmuşlardır.

MÜCADELEYİ ACİL VE ZORUNLU KILAN BİR SÜREÇ
Ekonomide iyileşme ve büyüme üzerinden sürdürülen propagandanın, işçi ve emekçilerin durumunu ve bugün karşı karşıya bulunulan sorunları göz ardı ettiğine yukarıda değinildi. Ama, bir süreden beri, bu propaganda, bir bölüm burjuva iktisatçısıyla hükümet çevreleri ve Merkez Bankası üst bürokratları arasında “yeni bir kriz tehdidi” üzerine süren bir tartışmanın etkisine girmiş bulunuyor. “Ekonominin karşı karşıya bulunduğu sorunların ortadan kalkmadığı, sıkı maliye politikalarının devam etmesi gerektiği” yönündeki tartışmalar, üstelik, daha önceki krizlerin ortaya çıktığı koşullara benzer gelişmeleri veri alarak sürüyor. Bu tartışma ve propaganda, hükümetin ve tekellerin emekçilere saldırılarına “zorunluluk” maskesi takmak gibi bir işleve de sahip olmakla birlikte, ekonomideki düzelme iddiasının dayandırıldığı gelişmelerin, tek yanlı yorumlandığının ve ağırlaşmakta olan önemli sorunların göz ardı edildiğinin de kanıtıdır. Böylece, ekonomideki büyümenin, borçlanarak, lüks tüketim malları girişiyle, tüketici kredileri üzerinden tüketimi kışkırtarak, yabancı tekellere ucuz fason üretimle ihracatı artmış göstererek, emekçilerin yoksulluğu ve işsizliğin artması pahasına rantiye gelirlerini artırarak gidilen yolun, iddia edildiği gibi, “istikrar ve refaha” değil; aksine yeni bir krizin eşiğine çıkacağı, yeniden açıklık kazanmıştır. Sorunların ağırlaşması, dış ticaret açığının, daha yılın ilk yarısında, bir önceki yılın rakamlarını geride bırakması, iç ve dış  borç miktarının 300 milyar dolar sınırını aşması, cari açıkların büyümesi, “yeni bir kriz mi geliyor?” endişesini yeniden gündeme getirmiştir. IMF ile yeni bir stand-by anlaşması imzalanması ve “yapısal reform” ve “sıkı maliye politikası” adı altında sürdürülen ekonomik sosyal saldırı programının 2007’ye kadar uzatılması karar altına alınmıştır. Büyük sermaye sözcüleri, borç çevriminin zora girdiğini, dış ticaret ve döviz açığının öngörülenin iki-üç katı büyüdüğünü belirterek, “yeni bir kriz tehlikesiyle karşılaşmamak için yeni stand-by anlaşmasının zorunlu olduğunu” söylüyorlar. Burjuva iktisatçıları, bugünkü durum ile 2001 krizi öncesi durum arasındaki benzerliklere işaret ederek, “sıcak para girişi”nin, “yatırım malları ithalatı”nın ve bankalar ve işletmeler yararına tüketicileri kredilerle borçlandırarak tüketimi artırma politikalarıyla şişirilen büyümenin, sağlıklı bir gelişme sayılamayacağını belirterek, önlem alınmasını istiyorlar. 
Bu durumda, “ekonomideki büyümenin istikrarlı biçimde devam edeceği” ve “halkın yaşam düzeyinin iyileştirileceği” iddiası, somut herhangi dayanağı olmayan bir abartı olarak kalmaktadır. Aksine, gerek “ekonomik sorunların çözüm yoluna girdiği” ve “ekonomik durumun düzeldiği”yönündeki, gerekse “yeni bir ekonomik kriz tehdidi” üzerine burjuva propagandası; olgu ve olayların sermaye çıkarları yönünde saptırılarak kullanılması ve emekçilere yönelik saldırıların perdelenmesine hizmet etmektedir.
1980-2004 dönemi programları sonucu, kamu dış borç stokunun gsmh’ya oranı %80’lere çıkmıştır, ve bunun 2004 yarı yılı itibariyle %71’e çekilmesinin “başarı sayılacağı”, ekonomiden sorumlu Bakan Ali Babacan tarafından açıklanmıştır. Devlet borçlarının gsmh’ya oranı 2002’de %81.7 iken, 2003’te %85.1’e yükselmiştir. Büyük borç stoku, faiz yükünün artmasının ve yeni borç yükü altına girilmesinin gerekçesi olarak kullanılacaktır. Ankara Ticaret Odası tarafından yapılan bir araştırmaya göre, yeni borç alınmaması durumunda bile, 2010 yılına kadar 123 milyar doları iç, 147 milyar doları da dış borç olmak üzere, toplam 270 milyar dolarlık geri ödeme yapılmak zorundadır. Alınan yüksek faiz ödemeli borçların büyük bölümünün borç ana para ve faizlerinin geri ödemesine ayrıldığı, bir bölümünün askeri araç-gereç alımına gittiği, ve bir miktarının da, üst bürokrasi başta olmak üzere, personel giderlerine harcandığı, yatırımlara ya çok az bir miktar ya da hemen hiç pay ayrılmadığı bilinmektedir. Bu somut durum, borçlanarak yatırımların ve kalkınmanın gerçekleştirilmesi ve istihdamın artırılması iddiasını, önemli oranda dayanaksız bırakmaktadır. 
Ancak, kapitalizmin, üretim ve üretim artışı olmaksızın kendini sürdüremeyeceği de bir diğer gerçektir. Kapitalist kârın olanağı, sermayenin genişleyen yeniden üretimindedir. Kuşkusuz, kâr esasına dayalı kapitalist sistemde, üretim ve verim artışı, halkın çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesini amaç edinmez, ve kapitalist, işçinin yaşamıyla doğrudan ilgili değildir. İşsizlik, aksine, ucuz işgücü yedeği işlevini görmekte; çalışan işçiler üzerinde baskı unsuru olarak kullanılmakta ve her zaman “bir miktar işsizin olması” sistemin yararına sayılmaktadır, gerçekte de böyledir. İşsizliğin yüksek oranı, bugün önemli bir istikrarsızlık ve tehdit unsuru olmakla birlikte, tekel kârı için ‘göze alınmakta’dır. Verim ve üretim artışı ya da kapasite kullanımındaki yükselişte, istihdamın artırılması ve işsizlere iş bulunması; ücretli ve maaşlı emekçinin yaşam standardının yükseltilmesi bir hedef oluşturmamaktadır. Kapitalistler, teknolojik yenilenme olanaklarını da kullanarak, daha az işçiyle daha fazla üretmeyi esas almakta; bunu, işçilik giderlerini azaltmanın ve asgari ücreti düşük tutmanın aracı olarak değerlendirmektedirler. Kapitalizmin bu işleyişi, Türkiye gibi bağımlılık koşullarında, ve bütçesini, borç alımı ve ödemesiyle “çeviren” bir ülkede, işçi ve emekçiler için gerçek anlamda bir mengene işlevi görmektedir. Üretim ve verim artışının bu özelliği, artan borçlara dayalı bir “çark çevirme”de, dişlilerin işçi ve emekçinin bedenine ve zihnine ‘daha keskin  biçimde ‘geçmesi’ni sağlamakta; ekonomik büyüme, üretim ve verim artışı, pratik olarak da kanıtlandığı üzere, işçi ve emekçiler üzerindeki yükün ağırlaştırılması; yoksulluk ve işsizliğin artması pahasına gerçekleşmektedir. 
“İyiye gidiş” propagandasını boşa düşürecek gelişmeler, 2004’ün ilk yarısından itibaren uç vermeye başlamıştır. Buraya kadar olan bölümde, özellikle 1980’den bu yana uygulanan ekonomi politikalarının iktisadi sosyal sonuçlarının bazılarına işaret edildi ve gördük ki,  bağımlılığı artıran ekonomi politikaları, ülkenin krizden krize sürüklenmesinin etkenlerinden biri olurken, patlak veren krizlerle, bir yandan borçlar ve faizleri artmış; dışarıya sermaye akışı hızlanmış, ve bu gelişme, işçi ve emekçilere, işsizlik, yoksulluk, açlık ve sosyal hak kısıtlamaları olarak yansımıştır.
Bugün de, hükümet, borç ve faizlerini geri ödemeyi en önemli işi ve başarısı olarak görüyor. Bu, yeni borç alımına gidileceği anlamına da geliyor. 2004’ün ilk yarı yılında 300 milyar dolara yükselmiş olan borç stoku, böylece, geri ödemelere karşın, daha da artacak ve bunun yükü, bugüne kadar olduğu gibi, emekçilerin sırtına bindirilecektir. Önümüzdeki iki yıl içinde 24 milyar dolar geri ödeme yapılacaktır. 2003 yılında, gsyih’nın yüzde 3,4’ü kadar olması öngörülen genel devlet sabit sermaye yatırımları hedefine ulaşılamamış, başlatılmış eski yatırımlara bir miktar kaynak ayrılması ötesinde harcama yapılmaması, IMF dayatması olarak  kabul edilmiştir. Bu durum, 2004-2006 döneminde, yatırımların tedrici bir artışla, yüzde 4,1 seviyesine yükselmesi hedefini de kuşkulu hale getirmektedir. Dış ticaret açığı daha yılın ilk yarısında 30 milyar dolarla rekor düzeye çıkmış, cari işlemler açığı ise 10 milyar dolara yükselerek, döviz rezervlerinde 6.3 milyar dolarlık erimeye yol açacak bir miktara ulaşmıştır. Dış ve iç borç stokunun büyüme eğilimi devam etmektedir. Büyüme etkenlerinden sayılan “sıcak para girişi”nin , önümüzdeki dönemde tersine dönüşü ciddi bir olasılıktır ve yeni bir krizin önemli etkenleri arasındadır. Borç çevrimine bağlanan “faiz dışı fazla”nın artırılmasındaki hükümet ve IMF ısrarı, emekçilerin zaten sınırlı olan tüketim ihtiyaçlarının daha fazla kısıtlanmasına, satın alma güçlerinin düşürülmesine ve işsizlik ve yoksulluğun daha da artmasına yol açmaktadır ve açacaktır.
Halkın yaşamının, önceki yıllara göre, daha da kötüleşeceği ve sorunların ağırlaşacağı anlaşılmaktadır.  2004 yılı bütçesi verileri de, “ekonomik iyiye gidişin değişmeyen bir çizgide devam etmesi”nin olanaklı olmadığına işaret etmektedir.  2003-2006 dönemi için gerçekleşmesi öngörülen “yüksek oranlı yatırım”, “yeni istihdam olanakları” ve “istihdamın yıllık ortalama yüzde 2,5 oranında artması” beklentisinin gerçekçi olmadığı, aksi yöndeki verilerle ve bu programın ilan edilmesinin üzerinden geçen 1,5 yıllık sürenin ardından, açıklık kazanmıştır. “İç tüketimdeki artış”, ileri sürüldüğü gibi, “ekonomide genel bir canlanma”ya denk düşmemektedir.
Büyümede, stok değişimi ve dış talep; yüksek kapasite kullanımı oranında uluslararası tekellerin “ortaklığı” önemli bir etken olmaktadır. Patlama yaptığı ileri sürülen iç tüketim artışında, üst sınıfların lüks tüketimi önemli bir oran oluşturmakta; banka ve işletmelerin, kârlarını artırmak üzere ve tüketiciyi borç ve faiz yükü altına sokarak kışkırttığı ve emekçiler bakımından satın alınacak karşılığı bulunmayan tüketim kolaylığı, körükleyici bir etken olmaktadır. “İç talepteki artış”, kuşkusuz  burjuva iktisatçılarıyla, onların izindeki liberal “sol” ekonomi uzmanlarının iddia ettikleri gibi, üretimdeki artışı geride bırakmış da değildir. Bunlar, bilinçli ve kasıtlı biçimde, kapitalist krizlerin nedenini, aşırı üretim değil, ama “aşırı tüketim” olarak gösterme çabasındadırlar. Bu bir yana, kriz koşulları da dahil, kârlarını artıran ve lüks tüketimlerinden herhangi bir kısıntıya gitmeyen büyük sermaye çevreleri, içinde bulunduğumuz dönemde de kârlarını ve bununla da ilişkili olarak tüketimlerini artırmışlardır. Diğer yandan, sonuçta yine banka ve şirket sahiplerini zenginleştiren bir uygulama olarak, tüketici kredileri ve kredili satışlar, günümüzde, daha önce olmadığı ölçüde yaygınlaşmıştır. İhtiyaçlarını karşılayacak birikimi veya geliri olmadığı halde, aralarında işçi ve emekçilerin de bulunduğu ‘tüketiciler’, bankalara borçlanarak aldıkları kredilerle veya kredi kartlarını kullanarak, satın alma güçlerinin ötesinde tüketime yönelmekte; ardından da, sonuçlarını önceden hesaplayamadan giriştikleri bu işin kurbanı olmaktadırlar. Böylece, kapitalist piyasada tüketim, yine büyük kapitalist işletmelerle bankaların kâr hanesine yazılmak üzere, “patlamış olmaktadır!”  Bankalara kredi borcu bulunan tüketicilerin sayısı 3 milyon 169’a ulaşmıştır. Kredi kullanıcıları arasında 812 bin ücretlinin bulunması ve bunların toplam olarak 5.4 katrilyon liralık tüketici kredisi kullanmaları, işçi ve emekçilerin durumunun iyileşmesinin, onların aşırı tüketimlerinin göstergesi değil, aksine, zorunlu gereksinmelerini karşılamak için ücret ve maaşlarının yetmediğinin ve bankalar ve şirketler tarafından, krediler üzerinden de bağımlılaştırılarak, daha kötü duruma getirildiklerinin göstergesidir. “Kamu borç stokunun milli gelire oranının ve kamu açıklarının azaltılması” ve “sürdürülebilir bir büyüme ortamının oluşturulması” hedefli olduğu ileri sürülen politikanın, emekçilere yönelik saldırıları ağırlaştıracağı, şimdiden bellidir.
Bu politikanın nelere yol açacağı, bugüne kadarki uygulamaların önceki bölümlerde işaret edilen sonuçlarına bakılarak da görülebilir. Yukarıdaki bölümlerde, “gelir artırıcı ve harcama disiplinini sağlayıcı tedbirler” adı altında dayatılan politikalarla devlet ve özel kapitalistlerin gelirleri artırılırken, “kamu hizmeti” alanında kısıtlamalara gidilerek emekçilerin yaşamının her bakımdan daha da kötüleştirildiğini, “piyasa kurallarına dayalı ve rekabet gücü yüksek bir ekonomik yapı oluşturulması” iddiasıyla eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik alanlarındakiler başta olmak üzere, emekçilere yönelik saldırıların daha da artırıldığını, “yapısal reformlar” kapsamında ve “bütçe hedeflerine ulaşmak amacıyla, harcamaları azaltıcı önlemler” adı altında, ücret ve maaş artışları düşük düzeyde tutulup, personel istihdamının önemli oranda (“bir önceki yılda emeklilik, ölüm ve istifa sonucu ayrılan personel sayısının yüzde 50’sini aşmayacak şekilde”) kısıtlandığını veya tamamen durdurulduğunu göstermeye çalıştık. Bunlara, AKP hükümetinin, genel bütçe vergi gelirlerinden büyük şehirlerin “kamu hizmetleri”ne aktarılan payı yüzde 5’den yüzde 4,1’e düşürmesini, ve buna karşılık, “belediye gelirlerini artırmak” üzere, büyük şehirlerde emlak vergisini yüzde 100 artırımlı olarak uygulamaya başlamasını; “Vergi Barışı Kanunu” çıkararak büyük ve orta kapitalistlerin vergi borcunu silmesini; Emekli Sandığı’na prim kesenek oranlarını yüzde 15’ten yüzde 16’ya çıkarmasını, “isteğe bağlı sigortalılar”ın primlerini yüzde 20’den yüzde 30’a yükseltmesini; Bağ-Kur’da ilaç katılım payının sigortalılardan tahsil edilmesi ve emekli aylıklarından kesilmesini; antibiyotik kapsamındaki ilaçların kullanılmasını zorlaştırıcı yaptırımları uygulamaya koymasını ve bazı ilaç ve vitaminlere kuruluş katkısını önleyen negatif ilaç listesi uygulamasını başlatmasını; “yeşil kart uygulamasında ödenek üstü harcama yapma yetkisinin kaldırılması” yoluyla sağlıkta kamu katkısını sınırlamasını eklememiz gerekiyor.
Ekonomideki gelişmelerin,”refahı artırmak”tan, en azından on milyonlarca emekçi açısından oldukça uzak olduğunu gösterir yığınca veri göz önündeyken, uygulanan ekonomi politikanın “başarılı” sayılması ve bu politikanın sürdürülmesiyle istikrarsızlık ve kriz tehlikesinin ortadan kaldırılması olanaklı olamaz. Aksine, Türkiye ekonomisinin, –öncesi bir yana bırakılırsa– son yirmi-yirmi beş yıllık dönemi, bazı sonuçlarına yukarıda işaret ettiğimiz gibi, ülkenin daha fazla bağımlı hale gelmesine, sorunlarının ağırlaşmasına, ekonomisinin tahrip olmasına ve daha fazla istikrarsızlaşmasına yol açmıştır. Bu süreçteki uygulamaların en fazla baskı altına aldığı ve durumlarını giderek kötüleştirdiği, çalışma ve yaşam koşullarını olumsuz yönde değiştirdiği kesim ise, kuşku duyulmayacak biçimde, işçi sınıfı ve kent ve kırın tüm ezilenleri ve emekçileridir.
Bu aynı neden, bugün, emperyalizme, tekellere ve onların politikalarının programlaşması anlamına gelen mali sermaye dayatmalarına karşı mücadeleyi ve bu mücadele ile sermaye ve hükümete geri adım attırma ihtiyacını, çok daha önemli ve acil bir zorunluluk haline getirmiştir. İşçi sınıfı, kent ve kır emekçileri ve tüm ezilenler açısından, buraya kadar belirtilen olgu ve gelişmelerin anlamı, sermaye ve hükümetinin, mali sermaye ve uluslararası tekellerin çıkarlarına da uygun düşen, dahası onlar tarafından dayatılan saldırı programını sürdüreceğidir. Buradan çıkan sonuç, emekçilerle örgütlerinin, ekonominin iyileşmeye ve refahın artmaya devam ettiği propagandasının burjuva ikiyüzlülüğünü ifade ettiğini, ve durumlarında bir iyileşmenin kesin koşulunun mücadeleyi yükseltmek olduğunu bilerek hareket etmeleridir. Burjuvazi ve hükümetinden beklentici bir tutum, açıktır ki, saldırıların uluslararası karakteriyle de ilişkili olarak, haklarda daha fazla kayıplara, işsizlik, yoksulluk ve açlığın artmasına yol açacaktır. Emekçiler bakımından en küçük kazanımlar bile, bugün, yürürlükteki saldırı politikalarının püskürtülmesine bağlıdır. Bu başarılamadığında, bugünkünden de kötü dayatmalarla karşılaşılacaktır ve sermaye ve hükümetinin IMF ile yeni anlaşmaları da bunu göstermektedir.

Devrimci şiddet ve mücadele biçimleri üzerine

28-29 Haziran NATO zirvesi, emperyalizmle Türkiye, Ortadoğu ve dünya halkları arasındaki ilişkiler ve emperyalist ülkelerin kendi aralarında ilişki ve çekişmeler, bu kapsamda güncelleştirilmiş BOP ve NATO’nun yeni işlevine ilişkin gelişme ve tartışmaların yanı sıra, anti-emperyalist mücadelenin kendisine ilişkin bir tartışma zorlamasını da gündeme taşıdı.
Tartışma, belirli bir çevrede, mücadelenin, işçi sınıfı ve emekçiler bakımından ihtiyaç halinde olduğu bir kez daha görülen yönleri üzerinden yürümedi. Tartışma, örneğin, anti-emperyalist mücadelenin demokrasi mücadelesiyle bağlantısı, Zirve’nin sponsoru olan işbirlikçi tekeller ve Türkiye’de uygulanmakta olan IMF-DB programıyla BOP ve NATO’nun işlevleri arasındaki ilişki ya da BOP ve emperyalizmin Ortadoğu halklarına yönelik saldırısı çerçevesinde, aktüel durumuyla Kürt sorunu ve izlenmesi gereken yol ya da sömürülen, ezilen kitlelerin emperyalizme karşı mücadeleye çekilmesinde yetersizlikler vb. konularında derinleştirilmedi. Ama, bir kez daha, mücadele biçimleri ve buna bağlı olarak devrimci şiddet ya da terör sorununun ele alınmasını zorunlu kılarak, ilkel bir biçimde yürütüldü. Tartışma ya da Marksizme yöneltilmiş suçlamalar, NATO zirvesi karşısında alınan tutum ve geliştirilen eylem çizgisinin dolaysız sonucuydu.
“Bombalı eylemler zinciri, 24 Haziran’da Ankara’da başladı…. ABD’nin başhaydutu George Bush’un kalacağı ilan edilen Ankara Hilton otelinde sabah saatlerinde bir bomba patladı.” (Atılım, 3 Temmuz) “Zincir”, İstanbul Atatürk Havalanı otoparkında polisin bir bomba bulmasıyla, yine Atılım’ın söylediğine göre, Adana’da Koç, Ulusoy, HSBC ve Yapı Kredi bankalarının bombalanması ve Ankara Yüksel Caddesi’nde bir NATO tesisinin yakınında bomba patlamasıyla sürdü. Bu arada çeşitli yerlere bombalı pankartlar asıldı. Ayrıca bilinmeyen bir yere yerleştirilmek üzere götürülen bir bomba da, kuşkusuz yanlışlıkla, belediye otobüsünde patladı.
İddiaya göre, bombalar “ezilenlerin devrimci şiddeti”nin göstergesiydi. Atılım, bombaları, “Bombalar NATO’culara soluk aldırmadı. Ezilenlerin devrimci şiddeti, NATO Zirvesi boyunca emperyalist haydutları adım adım izledi.” şeklinde haberleştirdi.
“Ezilenlerin devrimci şiddeti” bombalarla sınırlı kalmadı. “Devrimci” olmayı ya da görünmeyi kafaya koymuşlardı; NATO ve Bush’a karşı gösterileri de bu çizgide kavradılar. Ya tecrit edilmiş küçük gruplarla gösteri düzenlemekle yetindiler ya da “birlik” gösterilerini provoke etmeye varan bir tutum izlediler. Halkın kitlesel karşı koyuşunu, direniş, gösteri ve diğer eylemlerini hazırlayıp örgütlemenin yerine 50-100 kişilik “devrimci militanlar”ın eylemlerini koydular:
“…28 Haziran gece saatlerinde Gazi Mahallesi’nde gösteri yapan MLKP militanları NATO zirvesine karşı mücadele çağrısı yaptılar. (…) 29 Haziran gecesi de Gazi Mahallesi’nde eylem yapan MLKP militanları, halka NATO ve emperyalizme karşı mücadele çağrısı yaptı. İsmetpaşa Caddesi’nin bir tarafını molotoflarla trafiğe kapatan MLKP militanları (…) Aynı gece, Alibeyköy’de de MLKP militanları bir eylem gerçekleştirdi. MLKP bayrakları taşıyan, yüzleri fularlı 50 militan, Cengiz Topel Caddesi’ni molotoflarla kapatarak slogan attı. (…) 29 Haziran’da, TKP/ML, MKP, TİKB militanlarından oluşan 150 kişilik bir kitle, Okmeydanı sokaklarında barikatlar kurdu.” (Atılım, 3 Temmuz)
Bu “militan kitle” eylemlerinden önce, Atılım’ın “Ankara mitinginde ESP damgası” üst başlığıyla haberini yazdığı ilk büyük NATO ve Bush karşıtı miting Ankara’da yapılmış ve mitinge katılan küçük ESP grubu, ESP düzenleyici platformun içinde ve karar süreçlerinde yer almasına rağmen, platform kararlarına uymamış ve “birlik mitingi”nin düzenini bozmuştu. “…Bush’a, NATO’ya, Emperyalizme Karşı Ankara Platformu’nun Sıhhiye Meydanı’nda gerçekleştirdiği mitinge 5 bin NATO karşıtı katıldı. (…) ESP barikatı aşma iradesiyle yol gösterdi. (…) kortejiyle alana giren 300 kişilik katılımı ve canlı sloganlarıyla ESP mitinge devrimci bir enerji kattı. (…) ESP, ‘Barikat barikat savaşacağız’, ‘NATO’ya karşı barikatı aşalım’ sloganlarıyla Atatürk Bulvarı’nda Kızılay yönündeki polis barikatlarını zorladı ve kurulan barikatın bariyerlerini devirdi. Bu sırada kürsüden ‘provokasyona gelmeyin’ gibi çağrılar yapılırken, alandaki reformist güçler ve tertip komitesi ESP’nin devrimci çıkışını engellemeye çalıştı. (…) ESP ve SGD’liler polis barikatına doğru yürüdüler. Polis barikatını sopalarla taşlarla zorlayan ESP’liler, gaz bombalarının atılması üzerine geri çekildiler. Geri çekilirken polisin saldırısına taşlarla yanıt veren ESP’liler, yeniden toparlanarak bu kez de Cinnah Sokak girişindeki barikatı zorladılar. ESP’liler ile polis arasında burada da uzun süreli bir çatışma gerçekleşti. Bu defa polisin saldırısı daha yoğun oldu. Polis, biber gazı, gaz bombası, plastik mermilerle saldırdı. Asıl barikatın NATO vadisinde aşılacağı bilinciyle hareket eden ESP’liler, ikinci barikatta süren çatışmadan sonra geri çekildiler.” (Agy.)
Ve “Yaşasın Okmeydanı Direnişimiz”: “…kortej, Okmeydanı’nın ana caddesini trafiğe kapatarak Mecidiyeköy’e doğru yürüyüşe gecti. Polis, NATO karşıtlarına Perpa önünde barikat kurdu… kısa süre sonra saldırıya geçti. NATO karşıtlarının eylem hakkını gasp etmeye dönük bu saldırı direnişle yanıtlandı. NATO karşıtları, molotof kokteylleri, taş, sopa ve barikatlarla direnişe geçtiler. Okmeydanı ana caddesini ve Darülaceze’nin arkasındaki caddeyi barikatlarla kapatan NATO karşıtları. (…) Çatışmalar, Okmeydanı girişinden ara sokaklarına doğru yayılarak iki saati aşkın devam etti. NATO karşıtları, Okmeydanı ana caddesine ve hemen tüm ara sokaklarına barikatlar kurdular. (…) ‘eldiven grubu’ ellerindeki iş eldivenleriyle gaz bombalarını geri fırlatırken, ‘sapan grubu’ polise fırlattığı taş ve bilyelerle polisin ilerlemesini uzun süre engelledi…” (Agy.)
17 Temmuz tarihli Atılım’da ise mücadele ve örgüt biçimleri sorunu teori düzeyine yükseltiliyor. Bir yazıda, Pendik-Ertuğrulgazi Mahallesi’nde yıkılmak istenen gecekondularını savunan mahalle sakinlerinin “…ezilenlerin devrimci eyleminin şiddetinden ve yol göstericiliğinden etkilenip-öğrenme..”leri konu ediliyor. Diğer pek iddialı yazı ise Okmeydanı üzerine. Önce “…öncü(nün) Ankara’da Meclis’e hedefiyle polis barikatlarının üzerine yürüyerek kararlılığını test etti”ğinden, bunun, “aynı zamanda öncünün kendi sınırını aşma hamlesi” olduğundan söz ediliyor. Ardından, “Okmeydanı’ndaki ‘kitle’ bilinci” tanımıyla, “Şiddet aygıtları karşısında kendini şiddete başvurarak savunmak ve keza emperyalist haydutlar ve uşaklarının toplantısını dağıtmak amacıyla şiddet aygıtlarının barikatlarını aşmak için saldırmak tamamen meşrudur.” değerlendirmesi geliyor. Ve devam ediliyor: “…oportünist reformistlerin ‘miş gibi’ yaparak devrimcileri oyalama ve reformist, şiddetten arınmış protestoculuk çizgisine bağlama oyunları (…) boşa çıkarıldı. (…) muharebe biçimi ve buna uygun savunma ve saldırı araçları, bunların örgütlenmesi vb. hazırlık ve planlama bir bütün halinde öngörülmüş ve örgütlenmiştir. (…) kuvvetlerin manga tarzı siyasal birlikler biçiminde örgütlenmesi deneyimi hakikaten büyük bir kazanımdır. ‘Şiddet içeren’ kitle hareketlerinde kuvvetlerin nasıl örgütlenip yönetilebileceğinin tohum halindeki bir çözümüdür bu. Manga tarzı birliklerin örgütlenmesi ve hazırlığı, saldırı, geri çekilme ve savunma taktiklerini uygulama yeteneği, kitle ajitasyonunun örgütlenmesi dahil siyasal mücadelenin bütün süreçlerinde, her günkü devrimci çalışma içinde çözülmesi gereken bir sorundur.” (Atılım, 17 Temmuz)
Sıkıcı olma pahasına uzunca aktardık. İstedik ki, okurlar, sınıftan kopukluğu teorileştirme çabasındaki küçük burjuva hayalperest oyun oynayıcıların görüşlerini az-çok bilerek, makaleyi izlesinler.

DEVRİMCİ ŞİDDET NEDİR?
Devrimci şiddet, her şey bir yana, “öncü”nün çalışma ve eylemiyle, hele şuraya-buraya bomba koyması ya da atmasıyla tanımlanabilir mi? Hayallerle uğraşılmıyor ve oyun oynanmıyorsa, devrimci şiddet, “öncü” ile, “öncünün kendisini aşması” vb. olarak tartışılan “öncü”nün kendisini düzenlemesiyle ilişkilendirilerek değil, hatta yalnız öncü sınıf ile de değil, ama ezilen sömürülen emekçi yığınlarla bağıntısı içinde ele alınmalı, tartışılmalı ve çözümlenmelidir. Lenin, bu nedenle, döne döne “Öncüyle hasmı yenmek mümkün değildir. Bütün sınıf, büyük yığınlar, öncüyü doğrudan doğruya destekleme durumuna gelmedikçe ya da öncüye karşı hayırhah bir tarafsızlık tutumunu benimseyerek karşı tarafı desteklemeleri olasılığı kesin olarak ortadan kalkmadıkça, öncüyü kesin savaşa sürmek sadece bir ahmaklık olmakla kalmaz, bir cinayet olur. Oysa bütün sınıfın, sermayenin ezdiği geniş emekçi yığınların, gerçekten böyle bir tutumu benimseyebilmeleri için sadece propaganda, sadece ajitasyon yetmez. Bunun için bu yığınların kendi öz siyasal deneyimleri gereklidir.” (“Sol” Komünizm, sf. 100) vurgusu yapar.
Denecektir ki, “biz, öncüyü ‘kesin savaş’a sürmüyoruz”, “öncünün kendisini aşması” için uğraşıyoruz. Peki, o zaman neden “öncünün eğitimi” için, başkalarını, çok sayıda parti ve çevrenin, sendikaların, kitle örgütlerinin oluşturduğu ve senin de içinde yer alarak ve aksi görüş ileri sürmeyerek kararlarına katıldığın platformları ve kitlesel eylemlerini istismar ediyorsun? Üstelik “bütün sınıf, büyük yığınlar öncüyü doğrudan destekleme durumuna gelmedikçe…” “öncüyü kesin savaşa sürme”nin “ahmaklık” ve “cinayet” olması; “öncü”nün “ön muharebelere”, sınıf ve emekçi yığınlardan tamamen kopuk ve kendi başına, “kendini aşmak” için sürülmesini ahmaklık olmaktan kurtarmaz. “Kesin savaş”a kadar, mücadele, kesin savaşın hazırlığıyla sürer. Bu, kendi deneyleriyle “pişen” yığınlar açısından böyle olduğu gibi, yığınların deneylerinden öğrenerek ilerlemelerine katkıda bulunan öncü sınıfa layık öncü bakımından da böyledir. Başka türlüsü ahmaklığın “öncülük” olarak yüceltilmesi olur. Bilimsel sosyalizmi kılavuz edinen işçi sınıfının öncü partisi, siyasete ve taktiğe yaklaşımıyla da devrimci duygusallığı değil ama bilimi esas alır. “Bilim, ikinci olarak, isteklere ve görüşlere uygun tarzda, tek bir grubun, ya da tek bir partinin mücadele hazırlıklarına ve bilinç derecesine göre siyaseti belirleme yerine, ülkedeki bütün güçlerin, grupların, partilerin, sınıfların ve yığınların hesaba katılmasını emreder.” der Lenin. (Age, sf. 84, abç)
Ve duygusallığı mahkum eder: “Rusya’da çetin ve kanlı deneyim, devrimci taktiğin, sadece devrimci duygu üzerine kurulamayacağı gerçeğini bize öğretmiştir. Taktik, sert bir nedensellikle, söz konusu devletteki bütün sınıf güçlerini hesaba katarak (ülkenin çevresindeki devletlerin ve dünya ölçüsündeki devletlerin içindeki sınıf güçlerini de hesaba katarak), ve devrimci hareketin deneyimini göz önünde bulundurarak soğukkanlılıkla saptanmalıdır.” (Age, sf. 62)
Mücadele, öncüler mücadelesi ya da “savaşı”, eskiden formülleştirildiği gibi “öncü savaşı” olarak sürmez. Mücadelenin ne tümü ne de bir bölümü öncülerin savaşı olarak gelişir. Sınıflı toplum ortaya çıktığından bu yana, toplumsal ilerleme ve dönüşümlerin “motoru” sınıfların mücadelesi olmuştur. O halde, ne mücadeleye ne de taktiğin kurulmasına; öncü ve eylemi, “patlattığı bombalar”, kurduğu ya da kurmadığı “barikatlar”, saldırısı ya da savunması, “kendini aşması” vb. üzerinden yaklaşılamaz. Öncünün durumu, olanak ve araçları, en başta ideolojik olarak kazanılmış olması kuşkusuz önemlidir. Ancak, bırakalım öncü partiyi, öncü sınıfla sınırlı değerlendirmeler bile, mücadelenin ve gereklerinin, taktiğin vb. kavranması ve doğru ele alınıp uygulanması bakımından yetersizdir.
Üstelik bu, Marksizm öncesi bir temel bilgidir. Buna uygun davranmak için Marksist olmak gerekmez. Marx ve Engels’in yaptıkları, tam da tartışma konumuz olan “devrimci şiddet”e bağlanan başka bilimsel buluşlardır. Artı-değerin bulunuşuyla bağlantılı olan bu buluşlara ilişkin olarak, Marx, 1852 tarihli Weydemeyer’e mektubunda şunları yazmıştır:
“Bana ilişkin olarak, ne modern toplumdaki sınıfların varlığını, ne de aralarındaki savaşımı bulmuş olma şerefi benimdir. Benden çok önce, burjuva tarihçiler bu sınıflar savaşımının tarihsel gelişimini betimlemiş ve burjuva iktisatçılar bunun ekonomik anatomisini dile getirmiş bulunuyorlardı. Benim yeni olarak yaptığım şey: 1) sınıfların varlığının, üretimin tarihsel gelişme evrelerinden başka bir şeye bağlı olmadığını; 2) sınıflar savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatorasına götürdüğünü; 3) bu diktatoranın kendisinin de bütün sınıfların ortadan kalkmasına ve sınıfsız bir toplumun kurulmasına geçişten başka bir şey olmadığını tanıtlamak oldu.” (Aktaran Lenin, Devlet ve İhtilal, sf. 41-42)
Marx, hem öncüyle hem de başlıca öncü sınıf proletarya ile ilgilenmiş, ömrünü onun yolunun aydınlatılması üzerine kurmuştur; ancak açıktır ki; sınıfların varlığı ve mücadelesini hareket noktalarından biri olarak almış ve yeni olarak yaptıklarını bu temel üzerinden gerçekleştirmiştir. Zaten başlıca “yaptığım” dediği şeylerden biri, başında öncüsü, sınıf bilinciyle donatılmış proletaryanın “egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya” olarak iktidarının sınıf mücadelesinin zorunlu sonucu olduğudur.
Burada, devlet ve devlet teorisi konu olmaktadır. Ve genel olarak şiddet ile devrimci şiddet sorunu tam da burada ortaya çıkar. Sınıflar, birbirleriyle belirli bir uyum içinde ya da önünde sonunda belirli bir asgari müşterekte uzlaşarak “mücadele” etmezler. Sömürü ilişkileriyle sınıflar, toplumsal artı-emeğin oluşmasına elverecek üretimin belirli bir aşamasında bir kez tarih sahnesine çıktıktan sonra, uzlaşmaz karşıtlar halinde çatışırlar. İster köleci, ister feodal, isterse modern kapitalist ilişkiler içinde olsunlar, sömüren ve sömürülen sınıflar birbirinden ayrılmış ve toplum, uzlaşmaz karşıtlıklar biçiminde bölünmüştür. Devlet de, işte bu bölünmenin ürünüdür, Engels’in deyişiyle, “…toplumun, önlemekte yetersiz olduğu uzlaşmaz karşıtlıklar biçiminde bölündüğünden, kendi kendisiyle çözülmez bir çelişki içine girdiğinin itirafıdır.” (Age, sf. 14) Lenin, yorumlar: “Marx’a göre, devlet, bir sınıf egemenliği organı, bir sınıfın bir başka sınıf üzerindeki baskı organıdır..” Sömürücü sınıfların sömürülen sınıflar üzerindeki egemenliğinin organı ve baskı aracı olagelmiştir; modern kapitalist toplumun sosyalizm için olgunlaşmasıyla, ilk kez, sömürülen sınıf olarak proletaryanın burjuvazi üzerindeki egemenliğinin organı ve baskı aracı olacak ve burjuvazi ve tüm sınıfların ortadan kalkmasına ve sınıfsız topluma geçişten başka bir şey olmayacaktır.
Nasıl?
Her devlet bir sınıfın bir başka sınıf üzerindeki baskı aracıdır, “bizzat silahlı güç olarak örgütlenmiş halkla artık doğrudan doğruya aynı şey olmayan” “özel silahlı adam müfrezeleri” ve “maddi eklentilerinden de”, “gentlice toplumun bilmediği hapishaneler ve her türlü ceza kurumlarından da” bileşen şiddet aletidir. Sürekli ordu ve polis, devlet iktidarının başlıca güç ve şiddet aygıtlarıdır. Bu, şu anlama gelir: “Devletin özü şiddettir.”
Lenin, özlü biçimde vurgulamıştır: “…Proletaryanın devrimci diktatörlüğü burjuvaziye karşı şiddettir. Böyle bir şiddetin gerekliliği, Marx ve Engelis’in tekrar tekrar ayrıntılarıyla açıkladığı gibi (özellikle Fransa’da İç Savaş adlı kitapta ve bunun önsözünde), militarizm ve bürokrasinin varoluşundan dolayı önemlidir.” (Proletarya İhtilali ve Dönek Kautsky, sf. 105)
Tüm bunlardan şu sonuç kaçınılmazlıkla çıkar: “Eğer devlet, sınıflar arasındaki çelişkilerin uzlaşmaz olduğu gerçeğinden doğduysa, eğer toplumun üzerinde ve ‘ona gitgide yabancılaşan’ bir iktidar ise, açıktır ki, yalnızca zora dayanan bir devrim olmaksızın değil, ayrıca egemen sınıf tarafından yaratılmış bulunan ve içinde o ‘yabancı’ niteliğin maddeleştiği devlet iktidarı aygıtı da ortadan kaldırılmaksızın, ezilen sınıfın kurtuluşu olanaksızdır.” (Lenin, Devlet ve İhtilal, sf. 16)
Ezilen sınıfın kurtuluşu, ancak kapitalizmle ve proletaryayla birlikte, kapitalizmin ezilen sınıfının toplumsal örgütlenmesi olarak sosyalizmin kuruluşunun olanaklı olduğu koşullarda, ama yalnızca, özü şiddet olan burjuva devlet aygıtının yerine, yine özü şiddet olan proletarya diktatörlüğü konmak üzere, şiddete dayanan devrim aracılığıyla kırılıp parçalanmasıyla düş olmaktan çıkmıştır. “Zora dayanan devrimin oynadığı tarihsel role verdiği değer, Engels’te zora dayanan devrimin gerçek bir övgüsü durumuna dönüşür” diyen Lenin, O’nun, Anti-Dühring’ten şu pasajını aktarır: “…Ama zor, tarihte, başka bir rol (kötülük kaynağı olmaktan başka bir rol), ‘devrimci bir rol’ de oynarmış; Marx’ın sözlerine göre, bağrında yeni bir toplum taşıyan her eski toplumun ebesiymiş; toplumsal hareketin, sayesinde donmuş ve ölmüş siyasal biçimleri altettiği ve parçaladığı aletmiş,– bunlardan Bay Dühring’te tek söz bile yok.” (Age, sf. 28) “Eski toplumun ebesi” olan, onun bağrında taşıdığı yeni toplumun, kısaca bu toplumun üretici güçlerinin, işçi ve sömürülen sınıflarının “zor” ya da “şiddet”i, yoksa “toplum bir yana” tutumuyla, “militanlık”ını, “öncülüğü”nü, bunların ve dolayısıyla kendisinin ihtiyaçlarını her şeyin, dünyanın merkezine koyan kişiler ve küçük grupların, partilerin zor ve şiddeti değil.
Konumuzla ilgili olan, zor ya da şiddetin, sınıf mücadelesi ve uzlaşmaz karşıtlıkların ürünü olan devletle dolaysız bağıdır. Marksist teoride şiddetin yeri ve rolü, olur olmaz şiddet eylemleriyle ilişkisiz olarak, doğrudan doğruya, nesnel koşulları oluştuğunda, kapitalist toplumun yerine sosyalist toplumunu geçirmeye yönelik mücadelesiyle, yeterli bilinç ve örgüt düzeyine ve bütün sömürülen yığınları kendi davasına kazanıp peşine takma uğraşının başarısına bağlı olarak, proletaryanın, burjuva devleti zora/şiddete dayanan devrimle yıkarak proletarya diktatörlüğünü kurmaya girişmesindedir. Bu, kuşkusuz, ezilen sömürülen yığınlar tamamen seyirciyken, 100-150 kişinin kuracağı ya da kurmayacağı “barikatlar”ın ancak kumda oynayan çocukların kurup bozduğu “şato”lar olabileceği anlamına gelir. Göreceğiz, barikatlar da olacaktır, gerilla savaşı da, suikastler, “kamulaştırma eylemleri” ve bombalar da. Ama “öncü”nün uydurması ya da zorlamasının ürünü ve “öncü”nün “eyleminin biçimi” olarak değil. Asıl olan, ezilen sömürülen yığınların, çok çeşitli biçimler alan mücadelesinin yeni biçimler alarak ilerlemesi ve sonunda kapitalizm ve burjuva devleti devirecek ayaklanmaya (yerel ve genel ayaklanmalar sorunu, bir başka tartışmanın konusudur) dönüşmesidir. Nesnel koşulları oluşacak ayaklanma ve devrime kadar, bütün mücadele, ayaklanma ve devrimin hazırlığı olarak anlaşılmalı ve her şey, “öncünün kendisini aşması” türünden çocukluklara değil, yığınların ayaklanmaya hazırlanmasının hizmetine koşulmalıdır. Hesap, öncü sınıf proletarya ve sömürülen yığınlar ve hazırlığı değil, yığınları dışlayan “öncü” ve kendisini düzenlemesi üzerinden kurulursa; “öncü”nün eğitimi ya da “kendini aşması”nın, ancak yığınlarının mücadele ve örgütlerini, kısaca hazırlığını dağıtması kaçınılmazdır.
Belirtilmelidir ki; Atılım’ın, bombalamalar ve “öncü eylemleri” ile bağlantısını kurarak, yazımızın konusu olmayan başkalarının yanı sıra, sınıfın devrimci partisine yönelttiği “devrimci şiddet” inkarcılığı yönlü suçlamalar, sınıf mücadelesi ve sömürülen yığınların ve mücadelelerinin gelişme ihtiyaçlarını, ancak buradan yolu açılabilecek şiddete dayanan devrimin hazırlanmasını dikkate ve göze almayan kara çalmadan ibarettir. Devrimci şiddet ve kabulü ya da reddinin, olur-olmaz bombalarla, Ankara’da 300 kişinin 5 binlik kitlenin eylemini provoke etmesi ya da yığınlar yerine geçirilen “öncü”nün “eldivenli”-“sapanlı” “barikat savaşları”nın benimsenip benimsenmemesiyle bir ilişkisi kurulamaz. Sorun, burjuva düzen ve yasallığının,  kapitalizm ve burjuva devletin uysal kölesi olmayı kabullenme ya da burjuva devletin parçalanması, proletarya diktatörlüğünün kurulması ve kapitalizmin tasfiyesini hedeflemekle ilgilidir. İkinci durumda, şiddete dayanan devrimin kabulü zorunlu ve kaçınılmazdır.
Problem buradadır. Atılımcılar proletarya diktatörlüğünü, lafta ne derlerse desinler, benimseyip hedeflememektedirler. Çünkü, öncünün eyleminin yüceltilmesiyle, sınıfı, sömürülen yığınları ve mücadelelerini, daha ileri mücadelelere çekilme ihtiyacını hesaba katmayan “öncücülük”le, proletarya diktatörlüğü, en ileri noktasında, laf düzeyinde öngörülebilir. Geriye silahla-bombayla, barikatlarla oyun oynamak kalır. Küçük burjuva maceracılığının “öncü savaş” teorisi kalır. Ama gerçekte, devrimci şiddet, bu yaklaşımlarla, yığınların mücadelesinin içinden fışkırıp kendine yol açabilmek için, uygun fırsat ve koşulları bulamaz ya da bu, engellenip geciktirilir.
Anlaşılmış olmalıdır ki, devrimci şiddet, tarihin ileri sınıfı proletarya ve sömürülen yığınlarının şiddetidir. Ve Marx, Engels ve Lenin’in üzerinde durdukları devrimci şiddet ve şiddete dayanan devrim öğretisi, burjuva devlet aygıtını devirmeye güç yetirebilecek ve proletarya diktatörlüğünü kurabilecek işçi ve sömürülen yığınların şiddetiyle ilgilidir. Ama katiyen, işçi sınıfı ve sömürülen yığınlardan tecrit edilmiş, ya da kendilerini gönüllü olarak tecrit etmiş, sınıfa ve mücadelesine uzaktan bakan bombacı ve “öncü eylemciler”in bireysel ve küçük grup terörizmiyle değil.
Bu yaklaşımın, çocukça, “oportünizm” ya da “oportünizmin üstünü örtmenin kılıfı” olarak nitelendirileceğini tahmin edebiliriz. Bu, şimdiye kadar sık sık ileri sürülmüştür. Sayfalarında “oportünizm” ve “reformizm” nitelemelerini olur-olmaz durumlarda bol bol kullanan Atılımcılar, bunu yapacaklardır; çünkü bombayı; her şeyden, en başta sınıf mücadelesi, koşulları ve akışından koparılmış, kendi başına bomba olarak, ülkeden ülkeye, toplumdan topluma, sınıf mücadelesi ve hareketin iniş-çıkışlarıyla sınıfların pozisyonlarına ve sınıf güç ilişkilerine göre farklılaşan patlama/patlatılma koşullarından soyutlanmış “devrimci şiddet” belirtisi olarak anlamaktadırlar. Bu yaklaşımlarıyla, örneğin, günümüzde –“feda eylemleri” olarak nitelenen ve genellikle El-Kaide bağlantılı provokasyon örgütleriyle Hamas tarafından okul, kilise, cami gözetmeden ya da özellikle gözeterek patlatılanları dışta tutularak– Irak’ta ve Filistin’de patlatılan bombalarla Türkiye’de patlayanları birbirinden ayırt etme yeteneği bile gösteremiyorlar: Diyorlar ki, “Tutarlı da değiller. Onlara göre Irak’ta, Filistin’de ezilenler şiddet kullandıklarında ‘direniş’, İstanbul’da kullandıklarında ‘terör’ oluyor.” (Atılım, 3 Temmuz) Üzerinde durmaya değer mi? Bir sonraki alt başlıkta mücadele biçimleri sorununu incelerken konuya değineceğiz. Burada, bombayı nerede ve sınıfların ve mücadelelerinin hangi nesnel ve öznel koşullarında patlarsa patlasın eş-değerde ve soyut olarak bomba ve devrimci şiddetin belirtisi saymalarına, bomba patlatmayla –tıpkı barikatlarla oynama gibi– bombayla oynama arasındaki farkı ayırt edememelerine değinmek yetiyor. Onlara göre, ilke olarak kabul etmek, ama koşullarını gözetmek, şu koşulda doğru ama bu koşulda yanlış bulmak yetmez; koşullarından bağımsız olarak, bombayı bomba olarak benimseyip sevmiyorsan, “devrimci şiddeti” reddediyorsun demektir. Bu nedenle, devrimci şiddete dair söylenenleri “yasak savma” ve “oportünizm belirtisi” sayacak, sorun “bilinmez” ve “uzak bir geleceğe ertelenerek” işin içinden sıyrılmaya çalışıldığını düşüneceklerdir. Bu suçlama, bireysel terörizmi esas alan Narodniklerin izini süren Sosyalist-Devrimciler tarafından Lenin’e de yöneltilmiş ve yanıtı şu olmuştur:
“…‘uzak ve bulanık bir geleceğin sorunu olarak’ silahlı gösterilerden ‘söz etmek ve yazmak kolaydır’, ‘fakat bugüne kadar bütün bu sözler teorik nitelikte kalmıştır’ deniliyor! Sağlam sosyalist inançların zorunlu olarak kabul ettirdiklerinden ve halk hareketinin her biri ve her türünün zorlu deneyinden uzak olan bu tip kişilerin kullandıkları dili biz çok iyi biliriz! Onlar kısa vadede elle tutulur ve gürültü koparacak sonuçlarla pratik olmayı birbirine karıştırıyorlar. Onlara göre, sınıf bakış açısına şaşmaz bir şekilde bağlı kalmak gereği ve hareketin kitlesel niteliğini sağlamak ‘bulanık’ ‘teoricilik’ yapmaktır.” (Devrimci Maceracılık, sf. 65)
Ya da çok bilinen bir başka örnek üzerinde duralım. Paris Komünü ve Marx’ın Komün karşısındaki tutumu örneği.
“1870 Eylülünde Komünden altı ay önce Marx, Fransız işçilerine doğrudan bir uyarma yaptı: Ayaklanma umutsuz bir budalalık eylemi olacaktır, diyordu ünlü Enternasyonal Çağrısında… Olaydan sonra değil, ama olaydan birkaç ay önce, ‘silaha sarılmayınız’ diyebilmişti.” (Lenin, Marx Engels Marksizm, sf. 202)
Dikkat edilsin, birkaç amaçsız ya da gösteriş amaçlı, “örgüt tabanına seslenen”, “öncünün kendini aşması”nın dayanağı bomba ya da devrimci militanların molotoflu-sapanlı gösteri yürüyüşü değil, konu, koca bir ayaklanmadır, Komün’dür. Ve Marx, daha altı ay öncesinden ayaklanmaya karşı çıkar ve onu “umutsuz bir budalalık eylemi” olarak niteler. “Silaha sarılmayınız” der. Şimdi Atılımcıların yolundan yürümeyi denedikleri, ama “tırnağı bile” olamadıkları Blanqui ve Blankistler de Marx’ı suçlarlar. Atılımcılar, şimdi, Marx’a karşı söz söylemeyecek, ama onun Komün’e yaklaşım ve tutumunun da kendi bireysel terörizm özentisi yaklaşım ve tutumlarını “sıfır”a indirgemesinden de kaçınamayacaklardır. Bırakın birkaç bomba patlatılmasını, Marx, proletaryanın geçici süre de olsa başarı kazanacak olan ilk ayaklanmasına, silaha sarılmaya karşı çıkmıştı. “Oportünist” miydi? “Oportünist” bir tutum mu almıştı? Yoksa şiddete dayanan devrim öğretisini bizzat formüle eden Marx, öğretilerini izleyen Türkiye’nin devrimci sınıf partisine de yol göstererek, ayaklanmaya, zamansız, çünkü koşullarının olgunlaşması yetersiz olduğu için mi, karşı çıkmıştı? Lenin’in, konuya ilişkin olarak Marksizmle Blankizmi karşılaştırması öğreticidir:
“Başarılı olabilmek için, ayaklanma, gizli tertiplere ve bir partiye değil, ileri bir sınıfa dayanmalıdır. Birinci nokta bu. Ayaklanma halkın devrimci kabarışına dayanmalıdır. Bu da ikinci nokta. Ayaklanma yükselen devrimin, halkın ileri saflarının eylemlerinin en yüksek noktasına ulaştığı, ve düşman saflarında ve devrimin zayıf, yarı-gönüllü ve kararsız dostları saflarındaki yalpalamaların en güçlü olduğu dönüm noktasına dayanmalıdır. Bu da üçüncü nokta. Ve ayaklanma sorununun ortaya konmasındaki bu üç koşul, Marksizmi Blankicilikten ayırdeder.
“Ama bu üç koşul ortaya çıkınca ayaklanmayı bir sanat olarak ele almayı reddetmek, Marksizme ve devrime ihanettir.” (Age, Marksizm ve Ayaklanma, sf. 399)
Blankistler, halkın devrimci kabarışını ve özellikle Paris-dışı taşranın, köylülüğün duyguları ve tutumuyla durumunu, düşman safları ve kararsızlar arasındaki yalpalamaları hesaba katmayan, işçi sınıfına değil ama “gizli tertiplere” ve “bir partiye” dayanan bir ayaklanma hazırlamaktaydılar. Marx’ın uyarısı, devrimci duruma ilişkin nesnel koşulların ötesinde, bu noktalardan oldu.
Ayaklanmanın patlamasıyla birlikte, Marx’ın tutum değişikliğini Lenin’den izleyelim:
“Eylül 1870’de, Marx, ayaklanmayı umutsuz bir budalalık eylemi olarak adlandırıyordu; ama Nisan 1871’de, halkın kitle hareketini gördüğü zaman, tarihsel devrimci harekete ileri bir adım olarak damgasını vuran büyük olayların içinde yeralan bir kimsenin keskin dikkatiyle onu gözlemiştir.
“Bu, diyor, bürokratik askeri mekanizmayı yerle bir etme girişimidir, ve başka ellere aktarma girişimi değil. Ve prudoncu ve blankicilerin önderlik ettiği ‘kahraman’ Parisli işçiler için en yüce övgüler söylemiştir. ‘Bu Parislilerdeki diye yazıyor, ‘ne esneklik, ne tarihsel inisiyatif, ne fedakarlık yeteneği! … Tarih bu büyüklükte benzer bir örneğe sahip değildir.’
“Marx’ın her şeyin üzerinde değer verdiği şey, yığınların tarihsel inisiyatifi idi….
“…
“Marx, önderlerin olgunlaşmamış kalkışıma karşı nasıl uyarılacağını biliyordu. Ama göğü titreten proletaryaya karşı tutumu, Blanqui ve Proudhon’un yanlış teorileri ve yanılgılarına karşın tüm hareketi daha yüksek bir düzeye çıkaran yığınların savaşımı içine katılan bir kimsenin, pratik bir öğütleyicinin tutumuydu.
“..
“Onun her şeyin üstünde değer verdiği şey, işçi sınıfının kahramanca ve fedakarca dünya tarihini yapmada inisiyatifi ele alması idi.” (Age, sf. 202-205)
Atılımcılar ve benzerleri, Marx’ın “her şeyin üstünde değer verdiği” “yığınların tarihsel inisiyatifi”ni, “işçi sınıfının dünya tarihini yapmada inisiyatifi ele alması”nı, yığınların ve işçi sınıfının kendisi ve çok çeşitli biçimler içinde gelişen mücadelesiyle birlikte, hiç değerli görmezler. Varsa yoksa, sınıfın dışında, ondan ve mücadelesinden tamamen kopuk bir parti olarak örgütlenmiş “öncü” ve onun bomba patlatarak ve “kendi” barikatlarını kurarak vb. “kendini aşması”! Atılımcıların “devrimci şiddeti”, işçi ve emek yığınlarının mücadelesine ilişkin olarak ve bu mücadelenin üst biçiminin özünü oluşturmak üzere ortaya çıkmıyor ve öyle kavranmıyor; Blankizm özentisiyle, kendi “şiddetleri”, istedikleri zaman, birkaç kişinin bomba atması ya da 50-100 kişinin yolları molotofla kapatması ve barikat kurması olarak ortaya çıkıyor. Şiddete dayanan devrim mi? O bir hayaldir, işçi ve sömürülen yığınların, propaganda ve ajitasyon, ama en çok da kendi mücadele deneylerinden öğrenerek devrime hazırlanması gerekmemektedir, ya da hayal değildir, onu da birkaç militan ve “kendini aşacak” bir “öncü” parti –en çok benzerleriyle eylem birliği halinde– “yapacaktır”! Proletarya diktatörlüğü mü? Yalnızca hüsnü kabul gösterir, zaman zaman adını anmakla yetinirler. İşçi sınıfı içinde çalışma, onun mücadelesinin birleştirilerek gelişmesi için çaba, tüm sömürülen yığınların eylemli işçi sınıfı etrafında toplanması ve emek mücadelesinin birleştirilmesi, her şeyin sınıfın ve emek yığınlarının bu birleşik mücadelesinin ilerlemesinin ihtiyaçlarına göre kararlaştırılması yerine geçirilmiş “öncülerin” mücadelesi ve “öncü”nün ihtiyaçlarının belirlediği yaklaşımlar, taktikler ve çalışma ile proletarya diktatörlüğünün gerçekleşmek bir yana savunulması mümkün değildir. Ama bıçaktan keskin görünmeye çalışır, bununla örgüt tabanlarına mesajlar vermeye yönelirler. Yığınların mücadelesinin gelişmesiyle bağlı olmayan olur-olmaz bombalamalarla bu mücadelenin gelişmesinin ve işçi ve yığın örgütlerinin darbelenmesine karşı durarak, sınıf bakış açısına şaşmaz bir şekilde bağlı kaldıkları ve hareketin kitlesel niteliğini sağlamayı gözettiklerinde, Marksistleri ve sınıfın devrimci partisini, “devrimci şiddeti reddetmek” ve “oportünizm” ve “reformculuk”la suçlamaktadırlar. Bilmemektedirler ya da belki duymuşlardır ama işlerine gelmemektedir ki, “… emekçi halk olmadan bütün bombalar güçsüz ve gerçekten güçsüz kalacaktır.” (Devrimci Maceracılık, sf. 61)

MÜCADELE BİÇİMLERİ SORUNU
Öncü sınıfı ve tüm sömürülen yığınları hesaba katmayan, toplumların ilerletici ve dönüştürücü dinamiğinin “öncüler mücadelesi” değil ama uzlaşmaz karşıtlık halindeki sınıfların çatışması ve mücadelesi olarak kavramayan, devrimci şiddeti de bu çerçevede, burjuva devletin, yerine proletarya diktatörlüğü konmak üzere kırılıp parçalanmasına bağlanmış içeriğiyle ele almayan yaklaşımın, mücadele biçimleri sorununa ilişkin tutumunun “seçmecilik”, “masa başı uydurmacılık”, mücadele biçimlerinin, “öncü”nün ihtiyaçları ve durumuna göre, yığınlar ve mücadeleleriyle ilişkisiz kararlaştırılması olarak belirmesi kaçınılmazdır. Mücadele biçimleri karşısındaki tutum, sınıf mücadelesine yaklaşımın doğrudan ürünü ve devamıdır.
Mücadele biçimlerine ilişkin temel sorun, hangi tür mücadelenin biçimlerinden söz edildiğiyle başlar. “Öncü”nün mücadelesi, “öncü savaşı” vb. mi, yığın mücadelesi mi? Sınıf mücadelesi, genel olarak ya da herhangi bir dönemde (koşulda) yığınsallığı ve yığınsal ihtiyaçlarından koparılıp “öncü mücadele”ye indirgendiğinde, mücadele biçimleri sorununun doğru ele alınması ve çözümlenmesi olanaksızlaşır. Ele alış, tamamen iradeci zorlama ve seçmecilikle sakatlanır, idealist bir zemine oturur. “Biçimler” sorununa doğru yaklaşım, mücadelenin sınıf mücadelesi, öyleyse yığınsal içerikli bir mücadele, işçi ve sömürülen yığınların mücadelesi olarak anlaşılıp kabul edilmesine dayanır.
Sınıf mücadelesinin, kimi zaman durgun kimi zaman yükselerek, kimi zamansa patlamalarla gelişen, işçi ve sömürülen sınıfların, birleşme ihtiyacıyla, şurada burada, bazen ücret, sosyal hak, bazen daha ileri, bazen da politik taleplerle süren mücadelesinin uzun, sabır isteyen, hele ülke çapında (hatta yerel ölçülerde bile) birleştirilmesi, işçi ve diğer emekçi sınıflar içinde sabırlı olduğu kadar sürekli ve sistemli aydınlatma ve örgütlenme çalışması yürütülmesini şart koşan akışını, genellikle en basit bir talep için bile uzun soluk, direngen çaba ve kuşkusuz tüm çalışma ve yaşam koşullarını emekçilerle paylaşmayı, onlar içinde “erime”yi gerektiren işçi ve emek yığınları içindeki çalışmayı bıktırıcı ve katlanılmaz bulan, sınıftan kopuk ve bu kopukluğu gidermek için çaba harcama yerine sınıf-dışılığı ve ara sınıfların kolay ve çabuk kurtuluş hayallerini meslek edinen aydın, küçük burjuva unsurlar, bu tutumlarını, umutsuzlukla sistemleştirmişlerdir. Buradan sistemleştirilen bir yaklaşım ve tutum, bireysel terörizm olmuştur. Dünya ve Türkiye tarihinde pek çok örneği görülen bu tutum, günümüzde yine zorlanarak dayatılma eğilimi göstermektedir. Tek farkla ki, günümüzdeki biçimiyle, bu yönlü yaklaşım ve uygulamaları ciddiyetinden büyük ölçüde kaybetmiş, karikatürleşerek, iş, “bankalara zarar verme” adına bankamatik aygıtlarının molotoflanmasına ve bu işi yapanların, “gerillalarımız başarıyla üslerine dönmüşlerdir” biçiminde çocukça yüceltilerek haberleştirilmesine varmıştır.
Türkiye, bireysel terörizmin etkinliği döneminden geçmiştir. Bu yönlü görüşler ’60’ların sonlarıyla ’70’lerin hemen başında formüle edilmiş ve uygulamaya aktarılmıştır. Emekçi halk olmadan, halktan, işçi ve emekçilerin mücadelesinden kopuk, onun bir biçimi olmayan “silahlı mücadele” ya da “silahlı propaganda”nın “evrim ve devrim dönemlerinin iç içe geçtiği III. Bunalım Dönemi koşullarında” kural olarak temel mücadele biçimi olduğu ileri sürülmüş, bu, “politikleştirilmiş askeri savaş” ve halk savaşının “ön aşaması” tanımlamasıyla “öncü savaş” olarak nitelendirilmiş; “öncü savaşçılarla” baş edemeyecek “devletin kofluğu”nu göstererek, bir “propaganda yöntemi” olarak halkı aydınlatacağı ve halkla devlet arasında oluştuğu ileri sürülen “suni denge”yi kıracağı, halkın örgütlenmesi ve mücadelesinin önünü açacağı ileri sürülmüştür. Bu yöndeki görüşler ve benzerleri, ’70’lerin başında ve ’75-80 arasında pratiğe oldukça yaygın olarak uygulanmış, “kendinden menkullüğü”, sınıf mücadelesi pratiğinden kopuk formülcülüğü, belirli biçimlerin her koşulda sürekli olarak “temel” olduğuna dair iradeci inanışının mücadelenin koşullarındaki değişime bağlı olarak biçimlerindeki değişimin kaçınılmazlığını dikkate almayan metafizik içeriği Marksistler tarafından kuşkusuz eleştirilmiştir.
Benzer teoriler ve uygulamaları, özellikle Avrupa ve Amerika’nın latin ülkeleriyle Rusya’da da görülmüştür. Kökleri Blanqui, Bakunin ve Narodnikler’e dayanır. Lenin Narodnizmin izini süren S-R’lerin pozisyonunu kısaca şöyle tanımlamıştır: “İlkin bu parti, Marksizmi yadsıyarak herhangi bir siyasal eyleme girişmeden önce, sınıf güçlerini ve bu güçler arasındaki ilişkiyi hesaba katmanın gereğini anlamamakta direniyordu (belki de daha doğrusu anlayamıyordu). İkincisi, bu parti, bireysel terörizmi, suikastleri doğru bir eylem olarak tanımayı, kendi ‘devrimci’ ruhunun, ya da ‘solculuğunun’ özel bir belirtisi sayıyordu; ki bunu, biz Marksistler, kesin olarak reddederiz. Elbette ki biz bireysel terörü, yerinde bir davranış saymadığımız için reddederiz. Oysa büyük Fransız Devriminin terörünü ‘ilke olarak’ mahkum edebilen, ya da bütün dünyanın burjuvazisi tarafından kuşatılmış muzaffer devrimci bir parti tarafından genel olarak uygulanan terörü mahkum edebilen kimselerle, Plehanov, daha 1900-1903 yıllarında, henüz Marksist ve devrimci iken, alay etmiş, onları gülünç duruma düşürmüştür…” (“Sol” Komünizm, sf. 24)
Narodnikler düpedüz suikastlerle sonuç alacaklarını öngörüyorlardı ve tamamen bir gizli örgüt olarak Çarlığa karşı savaş açmışlardı. Yaşam ve Marksist eleştiri görüşlerini etkisizleştirdi. Ancak az-çok hareketli yükseliş dönemlerinde, iz sürücüleri S-R (Sosyalist-Devrimciler) Partisi tarafından görüşleri kabul edilebilir hale getirilmeye çalışılarak, aynı öze sahip görüşler ve pratik yeniden ve yeniden gündeme getirildi.
S-R’ler, suikast vb. türü halktan ve mücadelesinden kopuk bireysel terör eylemlerinin “zihinleri aydınlatacağını”, işçi ve halk hareketini “kızıştıracağını/heyecanlandıracağını”, her terörist eylemin “otokrasiden bir parça koparıp özgürlük savaşçılarına güç aktaracağını” ileri sürüyorlar, “her defasında bir kahraman, tek başına bir savaşa  katılıyor ve bu da bizim içimizdeki mücadele ve cesaret ruhunu kabartıyor” görüşünü savunuyor ve savunulamaz hale gelen görüşlerini “yumuşatarak”, “biz terörizmi yığınlar içindeki çalışmanın yerine değil, fakat esas olarak yığınlar içindeki çalışma için ve onunla birlikte savunuyoruz” diyorlardı. (Bkz. Devrimci Maceracılık ve Ne Yapmalı)
“Öncünün kendini aşması” teorisiyle eski “öncü savaş” teorisini geri bir düzeyde yenilemeye yönelen Atılımcılar ne diyor?
“Devrimcilerin, komünistlerin silahlı eylemleri, ezilen emekçi halkların devrimci iradesini örgütlüyor” diyor, “…tüm mücadele araçlarını cüretle kullananların ezilenlerin iradesini açığa çıkarmada, egemenleri zorlamada kazandıkları başarılar…” ve “Girilmez denilen yerlere girenlerin, yapılamaz denilenleri yapanların ezilenlerin bilincinde örgütledikleri değişim..”den söz açıyorlar. Bu görüşler, kuşkusuz, “silahlı propaganda” ile “devletin kofluğunu” gösterme eski iddiasıyla bağlantılı olduğu gibi, Lenin’in eleştirdiği “aydınlatmacılık”, “cesaretlendiricilik” ve “güç aktarımı” yoluyla “örgütleyicilik” saçmalamasıyla da bağlantılıdır. Üstelik kuşkusuz Atılımcılar da, bireysel terörizmi, “komünistlerin silahlı eylemleri”ni, yığınlar içindeki çalışmanın yerine koymadıklarına, ama ikisini birlikte savunduklarına yemin edeceklerdir. İşte, “öncünün kendisini aşma” vurgusunu biraz abarttıklarını sezerek, ilk elde söylediklerinden biri: “Öncünün kendi hazır kuvvetlerinin seferberliği ve savaştırması yolundan kazandığı gerçekten değerli başarılar, önderleşme yürüyüşünde iddia kaybı da olan kendi güçleri ile savaşmayı kitleleri seferber etme, kitlelerin önderliğini üslenmenin yerine ikame etme kolaycılığına, ‘kitlelere hücum’ çizgisinden sapmaya neden olmamalıdır.” (3 Temmuz)
“Kitlelere hücum” ettiklerinden kuşku duyulamaz! Kitlelerin az-çok birleşme eğilimi gösteren mücadelelerinin bile önünü kesmeye giriştikleri ortadadır.
Bombaların, “Bariz bir burjuva demokrasisi perspektifiyle, patlayan her bombada ‘demokratikleşme sürecinin’ selameti için kaygılananlar”ın, “Barışçıl parlamenter yöntemlerle ulaşmaya çalıştıkları burjuva demokrasisi programı” (Atılım, 3 Temmuz) savunucularının suçlanmasına dayandırmaya uğraştıkları teorik temellendirilmesi, baştan ayağa saçmadır. Evet Türkiye’de “demokratikleşme sürecinin selameti için kaygılananlar”, “barışçıl, parlamenter yöntemlerle ulaşmaya çalıştıkları burjuva demokrasisi programı” savunucuları vardır. Ama bu tür yaklaşımların varlığı bombaları gerekli kılar ya da haklı çıkarır mı? Mücadele biçimlerine yaklaşım, “şiddete dayalı” ya da “şiddet içeren biçimleri” benimseyenler ve “barışçıl, parlamenter biçimleri” benimseyenler ayrımını dayatan yaklaşım olabilir mi? Bilinmez mi ki, Türkiye’de “öncü savaş”ı savunmuş olanlar bir yana, Narodniklerle S-R’ler, hem şiddete dayanan mücadele biçimlerini yüceltmişlerdir, hem de programları, burjuva demokrasisi programıyla sınırlıdır. Ve yine bilinmez mi ki, barışçıl ve parlamenter biçimleri en çok savunan ve bu yönden “sol” komünistleri uyaran Lenin olmuştur.
Anlaşılmalıdır ki, sorun reçetecilikle ve soyut “devrimci şiddet” övgüsüyle ele alınamaz ve çözülemez. Konuya ilişkin Lenin’e başvurmak öğretici olacaktır:
“Savaşım biçimleri sorununun incelenmesinde her Marksistin temel istemleri nelerdir? İlkin, Marksizm, öteki tüm ilkel sosyalizm biçimlerinden tek bir özel savaşım biçimine bağlı kalmamakla ayrılır. En değişik savaşım biçimlerini kabul eder, ve onları ‘uydurmaz’, ama devrimci sınıfların, hareketin gelişimi içinde kendisini gösteren savaşım biçimlerini yalnızca genelleştirir, örgütler ve bunlara bilinçli bir ifade verir. Bütün soyut formüllere ve bütün doktrinci reçetelere kesenkes düşman olan Marksizm, hareket geliştikçe, yığınların sınıf bilinci arttıkça, iktisadi ve siyasal bunalımlar keskinleştikçe, savunma ve saldırının yeni ve değişik yöntemlerinin sürekli bir biçimde doğmasını sağlayan ilerleme içindeki kitle savaşımına karşı dikkatli bir tutum takınılmasını gerektirir. Bu nedenle, Marksizm, kesin olarak herhangi bir savaşım biçimini reddetmez. Marksizm, mevcut toplumsal durum değiştikçe, kaçınılmaz olarak, bu döneme katılanlarca bilinmeyen yeni savaşım biçimlerinin doğacağını kabul ederek, yalnızca o anda olanaklı ve varolan savaşım biçimleriyle kendini hiçbir koşul altında sınırlamaz. Bu yönden Marksizm, kitle pratiğinden, eğer öyle ifade edebilirsek, öğrenir, ve ‘sistem yapanların’ tek başına çalışmalarıyla keşfedilen savaşım biçimlerini yığınlara öğretmek yolunda hiçbir iddiada bulunmaz. Biz biliyoruz ki –toplumsal devrim biçimlerini incelerken örneğin Kautsky böyle demiştir– yaklaşan bunalım, bizim şimdiden görmek yeteneğinde olmadığımız yeni savaşım biçimleri getirecektir.
“İkinci olarak, Marksizm, savaşım biçimleri sorununun kesenkes tarihsel bir incelenmesini ister. Bu sorunla, somut tarihsel durumdan uzak olarak uğraşmak, diyalektik materyalizmin esas ilkelerinin anlaşılmadığını gösterir. İktisadi evrimin farklı aşamalarında, siyasal, ulusal-kültürel yaşam ve öteki koşullardaki farklılığa bağlı olarak, farklı savaşım biçimleri öne geçer ve savaşımın başlıca biçimleri halini alır; ve bununla bağlantılı olarak, ikincil, yedek savaşım biçimleri de değişikliğe uğrar. Belirli bir hareketin, belirli bir aşamasındaki somut durumun ayrıntılı bir incelenmesini yapmaksızın, herhangi bir özel savaşım aracının kullanılıp kullanılmayacağı sorusuna evet ya da hayır biçiminde verilecek bir yanıt, Marksist tutumu tümden bırakmak anlamına gelir.
“Bunlar bize önderlik etmeleri zorunlu olan iki temel teorik önermedir.” (Marx Engels Marksizm; Gerilla Savaşı, sf. 185-6)
Kendi başına, Marksizmle Atılımcılar arasındaki uçurumu ve Atılımcıların sınıfın devrimci partisi ve sözcülerine yönelttiği suçlamaların karaçalıcı içeriğini ortaya koyan Lenin’in aktardığımız pasajından öğrenilecek temel öneme sahip vurguları sıralarsak:
1.    Yığınların esas alınması vurgusu.
2.    Soruna, yığınların mücadelesinin biçimleri sorunu olarak yaklaşım.
3.    Marksizm, tek bir özel mücadele biçimine bağlı kalmaz, bu noktada ilkel sosyalizm biçimlerinden ayrılır.
4.    Marksizm, kesin olarak hiçbir mücadele biçimini reddetmez, yalnızca, yaşanılan koşullarda varolan, o an için olanaklı mücadele biçimleri ve onların kabulüyle kendisini sınırlamaz; en değişik mücadele biçimlerini ilke olarak kabul eder. (İlke olarak terörü ve teröre dayalı mücadele biçimlerini de kabul eder.)
5.    Yeni ve değişik mücadele biçimlerinin sürekli bir biçimde doğmasını sağlayan, ilerleme içindeki kitle mücadelesidir.
6.    Yeni ve değişik mücadele biçimlerinin ortaya çıkışı, hareketin gelişimine, yığınların sınıf bilincinin artışına, iktisadi ve siyasal bunalımlara ve derinliğine bağlıdır. Bu gelişme ve değişmeler –kuşkusuz nesnel olanlar belirleyiciliğinde– bir arada, sömürülen yığınların toplumsal pozisyonlarını, diğer sınıflarla ilişkilerini ve ruh hallerindeki değişmeleri, tarihsel inisiyatifler alma eğilimlerini koşullar. Mevcut toplumsal durum değiştikçe, kaçınılmaz olarak, bu döneme katılanlarca bilinmeyen yeni mücadele biçimleri doğar; farklı somut durumlarıyla yığınlar giderek farklılaşan mücadele biçimlerine eğilim gösterirler.
7.    Marksistlere düşen, “öncü”nün ihtiyaçlarına göre, kendi kafalarından biçimler uydurmak ya da keşfetmek değildir. Marksisti küçük burjuva maceracısından, bireysel teröristten ayırt eden, devrimci sınıfların, hareketin gelişimi içinde kendisini gösteren mücadele biçimlerini yalnızca genelleştirmeyle, örgütleme ve bunlara bilinçli bir ifade vermeyle yetinmeleri, ama kendiliklerinden biçimler “yaratma”ya girişmemeleridir. Marksizm, “keşfedilen savaşım biçimlerini yığınlara öğretmek yolunda hiçbir iddiada bulunmaz”, tersine, “kitle pratiğinden, eğer öyle ifade edebilirsek, öğrenir”.
8.    Mücadele biçimleri sorunu, ne kitlelere dışarıdan biçimler dayatmaya yönelmiş devrimci irade zorlamalarıyla ne de –şu biçim “temeldir” biçiminde– değişmez, donmuş kalıpları içinde metafizik yöntemle ele alınabilir. Mücadele biçimlerinin ayırt edici özelliği, tarihsel oluşlarıdır. Kitlelerin mücadelesinin nesnel ve öznel toplumsal koşullarının farklılaşmasına bağlı olarak farklı savaşım biçimleri öne geçer ve savaşımın başlıca biçimleri halini alır; ve bununla bağlantılı olarak, ikincil, yedek savaşım biçimleri de değişikliğe uğrar. Belirli biçimler yetersiz hale gelir, eskir ve gündemden düşerken, belirli yeni biçimler doğar, öne geçer ve mücadelenin esas biçimlerini oluştururlar. Burada, iradeye ve öncüye düşen rol, kendi istemlerini dayatmak değil, yeni biçimleri sistemleştirmeye ve örgütleyerek, mücadelenin bilinçli biçimleri haline gelmelerine çalışmak, kitle mücadelesinin gelişmesine uygun davranmaktır. Belirli bir hareketin belirli bir aşamasındaki somut durum ayrıntılarıyla incelenmeden, herhangi bir özel mücadele biçim ve aracının kabulü ya da reddine karar verilemez.
Anlaşılmış olmalıdır ki, ne bombanın genel bir savunması yapılabilir ne de ilke olarak inkarı mümkündür. Ya da ne barikatlar genel olarak doğrudur ne de genel olarak yanlış. Doğru ile yanlışı ayırt edecek olan, kitle hareketinin gelişimi kadar, kitlelerin mücadele eğilimleri ve inisiyatif almaya yatkınlıklarını, sezgileri ve ruh hallerini de etkileyen somut maddi toplumsal koşulların, iktisadi ve siyasal bunalımlar da içinde olmak üzere, toplumsal iktisadi ve siyasal koşullardaki değişme ve dalgalanmalar, ulusal-kültürel, etnik, çalışma ve yaşam koşullarının o somut durumdaki şekillenişi temel olmak üzere, bu şekillenişi de olumlu ya da olumsuz etkileyecek olan kitlelerin bilinç ve örgütlenme düzeyine (en son, devrimci sınıf partisinin bu düzeyi ilerletme yeteneğine) ilişkin öznel koşulların o anki somutudur. Dolayısıyla NATO toplantısı “hayati dönemeç noktasıdır” (Atılım, 3 Temmuz) tespitiyle, “öncü” için “hayati” ve gerekli olanın nesnel ve öznel yönleriyle yığınlar bakımından da “hayati” ve gerekli hale gelip gelmediğine bakılmaksızın, “ezilen kitlelerin iradesini örgütleme” ya da “açığa çıkarma” adına bombalarla barikatların gündeme getirilmesi, sadece çocukçadır ve Marksizme çıkarılmış reddiyedir. “Öncü”nün doğrularının yığınların doğrusu haline gelmesi, tersine, kitle mücadelesinin birçok biçimini eskitip yeni biçimleri gündeme sokacak gelişmesinin ürünü olabilir. Bu, kuşkusuz, hareketin gelişmesi ve onun nesnel (ve öznel) koşullarının onu mümkün kılan uygunluğu ve uygunlaşmasının ilerleyişiyle olanaklıdır. Binlerce fabrikada, yanı sıra diğer emekçi sınıflar içinde, yerel ve ülke çapında, ekonomik ve siyasal talepler üzerinden yürütülecek propaganda, ajitasyon ve örgütlenme çalışmasının, iktisadi ve siyasal eylemlerin, grevler, direnişler, gösteriler vb. sürecinde sağlanabilecek “öncünün doğrularının kitlelerin doğrusu haline gelmesi” olmadan, sabır isteyen “bıktırıcı” her gün her saat sürekli ve kararlı çaba ve sınıf bakış açısı ve tutumuna şaşmaz bir bağlılık isteyen sınıf ve emekçi yığınlarla yaşamı paylaşma ve mücadelelerini birleştirmeyi amaçlayan kuşkusuz zor çalışmadan sıkılarak ya da zaten böyle bir zorluğa soyunmadan, sınıftan kopukluğu örgütleyen bir küçük burjuva partinin, “öncü”yü kitlelerin, “öncü”nün çalışmasını kitlelerin mücadelesi yerine koyarak attığı bombaların, kurduğu barikatların sınıftan kopukluğun yüceltilmesi ve teorileştirilmesi çabasından başka bir şey olmadığı kesindir. Ve hayalciliğin dikalası: Gecekondularını savunan Pendik-Ertuğrulgazi mahallesi sakinleri barikat kurup direnmeyi beylerimizden, “Okmeydanı direnişine” bakarak öğrenmiş! Evet, Paris Komünarları da onlardan öğrenmişti, 1905 barikatçıları da!
“Gerilla Savaşı” adlı makalesinde Lenin, mücadele biçimlerinin tarihsel gelişimine ilişkin bir tablo da çıkarır. Her ülkede ve her koşulda aynı sıralama izlenecek diye bir tez kuşkusuz ileri sürülemez; ancak Lenin’in “biçimler”in gelişimine dair söyledikleri öğreticidir. Örneğin ekonomik grevlerden başlar, ele almaya, “öncü”nün kurduğu barikat ya da attığı bombadan değil; ve kitle mücadelesinin biçimleri olarak sıralamayı sürdürür:
“Rus Devrimine dönelim. Onun ortaya koymuş olduğu savaşım biçimlerinin tarihsel gelişimini anımsayalım. Önce işçilerin ekonomik grevleri (1896-1900) vardı, daha sonra işçilerin ve öğrencilerin siyasal gösterileri (1901-1902), köylü ayaklanmaları (1902), çeşitli gösterilerle birleşen kitle siyasal grevlerinin başlangıcı (Rostov 1902, 1903 yazı grevleri, 9 Ocak 1905 grevleri), tüm Rusya’yı kapsayan siyasal greve, yer yer, yerel barikat savaşlarının eşlik etmesi (Ekim 1905), kitle barikat savaşı ve silahlı ayaklanma (Aralık 1905), barışçıl parlamenter savaşım (Nisan-Naziran 1906), kısmi askeri ayaklanmalar (Haziran 1905-Temmuz 1906) ve kısmi köylü ayaklanmaları (1905 sonbaharı-1906 sonbaharı).
“Genel olarak savaşım biçimleri ile ilgili olarak, 1906 sonbaharında durum böyledir.” (Marx Engels Marksizm; Gerilla Savaşı, sf. 187)
Mücadele biçimlerinin gelişimine dair benzeri sıralama ve tabloları Lenin ve Stalin’in birçok makalesinde bulmak mümkündür. Hiçbirinde “öncünün kendini aşma” “biçimleri” çocukluğuna yer verilmez. Sorun, kesindir; “öncü”nün değil, kitle mücadelesinin biçimleri sorunudur ve ötesi oyun oynamaktır. Silahla oyun oynanmaması gerektiği ise, özellikle Marx ve Lenin tarafından yine çok yerde belirtilmiştir.
Son aktardığımız pasajda “barikat savaşı”nın sözü edilmektedir. Bu ve benzeri şiddete dayalı biçimler nedir peki, nasıl anlaşılmalı ve ele alınmalıdır?
Lenin bu pasajı alıntıladığımız makalesinde gerilla savaşı üzerinde durur ve eskimiş biçimleri ileri sürerek yeni mücadele biçimlerinin doğuşu ve gerekli hale gelişini anlamayanları eleştirerek, ve önemlisi, silahlı mücadele biçimlerinin koşullarına da değinerek, şunları söyler:
“…Aralık’tan sonra ‘gerilla’ savaşlarının belirgin bir biçimde yaygınlaşması gerçeği, ve onun yalnızca iktisadi bunalımın değil, aynı zamanda da siyasal bunalımın şiddetlenmesi ile de bağıntısı tartışma götürmez. Eski Rus terörizmi, aydın komplocunun işi idi; bugün, genel kural olarak, gerilla savaşı, işçi savaşçılarca, ya da doğrudan doğruya işsiz işçilerce verilmektedir. Blankicilik ve anarşizm, klişecilik zaafı olan kimselerin kafasında kolayca oluşur, ama bir ayaklanma ortamında, ki bu Letonya toprağında çok açıktır, böylesine bilinen yaftaların işe yaramazlığı artık herkesçe bilinmektedir.
“Litvanyalıların örneği, aramızda çok yaygın olan, bir ayaklanma ortamının koşullarına değinmeden gerilla savaşının tahlilini yapmanın ne denli yanlış, bilimsel ve tarihsel olmaktan uzak olduğunu açıkça göstermektedir. Bu koşullar akılda tutulmalıdır, büyük ayaklanma hareketleri arasındaki ara dönemin kendine özgü özelliklerini düşünmeliyiz, bu tür koşullar altında ne tür savaşım biçimlerinin kaçınılmaz olarak ortaya çıkacağını anlamalıyız….” (Age; sf.190, abç)
Bireysel terörizme yönelik eleştirisini önceden gördüğümüz Lenin, gerilla savaşı ya da genel olarak genelleşmiş silahlı mücadele biçimlerinin, şiddete dayalı mücadele biçimlerinin, yalnızca iktisadi değil siyasal bunalımın da şiddetlenmesiyle bağıntısını kurar. Bireysel terörizm aydın komplocular tarafından yürütülürken, işçilerce üstlenilen gerilla savaşının bireysel terörizmle yaftalanmasına karşı çıkar ve “ayaklanma ortamı”nın varlığına dikkat çeker. Lenin’e göre gerilla savaşı, “büyük ayaklanmalar arasındaki ara dönemin kendine özgü özellikleri”nin kaçınılmaz ürünüdür; ayaklanmalar arasındaki döneme özgüdür. Daha açık söyler:
“Gerilla savaşı, yığın hareketinin bir ayaklanma noktasına gerçekten ulaştığı ve iç savaşın ‘büyük girişimleri’ arasında oldukça geniş bir aralık olduğu bir sıradaki kaçınılmaz bir savaşım biçimidir.” (Age, sf.191)
Burada bombaya da yer vardır, silaha da. Üstelik, bu biçimi başlıca biçim olarak, “toplumsal savaşımın tercih edilen ve hatta tek biçimi olarak benimseyen halkın başıboş unsurları, lumpen proletarya ve anarşist gruplar” (Age, sf. 189) tarafından dejenere edilmesi tehlikesine karşı –hem de kuşkusuz genel bir ihtiyaç olarak– gerilla savaşına sistemli ve bilinçli, tamamen örgütlü bir ifade verme zorunluluğu vardır. Ya da, “Gerilla savaşının, sınıf bilincine ulaşmış proleterleri, aşağılık, sarhoş ayaktakımı ile yakın işbirliğine sokacağı söyleniyor. Bu doğrudur. Ama bu yalnızca demektir ki, proletaryanın partisi, gerilla savaşına, biricik, ya da hatta baş savaşım yöntemi olarak hiçbir zaman bakamaz; bu demektir ki, bu yöntem öteki yöntemlere bağlı kılınmalıdır, yani savaşın baş yöntemleriyle uygun hale getirilmelidir ve sosyalizmin aydınlatıcı ve örgütleyici etkisiyle yüceltilmelidir.” (Age, sf. 194)
Lenin’in koşul farklılıkları ve farklı koşullarda silah kullanma üzerine söylediklerinden, Irak ve Filistin’de patlayan bombalarla günümüz Türkiyesi’nde patlayanların “farklı türden” bombalar olduğu kolaylıkla anlaşılacaktır. Sonuçta, bomba bombadır; ancak biri gerilla savaşçısının, diğeriyse bireysel terörizmin bombasıdır. Biri kitlelerin ortasına atılmamakta, ama kitleler tarafından benimsenip savunulmakta, kitle hareketine bağlanmakta ve ona hizmet etmekte, diğeri kitle hareketinin ortasına atılmakta, kitleleri hareketlenmekten caydırmakta, devrimcilerden uzaklaştırmaktadır; zaten kitle hareketiyle herhangi türden bağından da söz etmek olanaksızdır.
Mücadele biçimlerinin “koşullar”la bağlı olması ve “tarihselliği”, bir başka yönüyle de Atılımcı gevezeliği açıklayıcıdır: “Gerilla emeklileri”nden söz açanlar, biraz sabretmesini öğrenmek zorundadırlar. Gerilla bir kez başladı mı, onun sonsuza kadar sürdürülme zorunluluğunun ileri sürülmesi, en azından Marksizmle ilişkinin kesilmiş olması demektir. Gerilla savaşına ya da diğer silahlı biçimlere isteğe göre başvurulamayacağı gibi, bu biçimler ne başlıca ve tek mücadele biçimleri olurlar ne de koşulları ortadan kalktığında ısrarcısı olanı iflah ederler. 1906’da gerilla savaşını öven ve partinin onu sosyalizmin aydınlatıcı ve örgütleyici etkisiyle yüceltme zorunluluğundan söz eden Lenin, 1907 ve ’08’de gerilla savaşının sürdürülmesini değil ama Duma seçimlerine katılmayı savunduğunda, herhalde, ne “oportünizm”e savrulmuş ne de kendisini “emekliye ayırmış” olmalıdır! Ya da kuşkusuz Bolşevik Partisi’nin Duma seçimlerine katılması dolayısıyla, ne parti ne de Lenin parlamentarist olmuşlardır! Boş ajitasyon yapan Atılım’a göre ise, böyle olması icap etmektedir!
Yeri gelmişken mücadelenin çok yönlülüğü ve birçok biçimden geçerek ilerleyişi ve özel olarak “sol” komünistlerin küçümsediği parlamenter biçimlerle ilişkisi üzerine yine Lenin’e bakalım:
“Bugün bir ihtilal durumu yoktur. Yığınlar arasında huzursuzluk doğuracak ve onların etkinliklerini artıracak şartlar yoktur. Bugün elimize bir oy kağıdı verirler, siz de bunu alırsınız; bu oy kağıdını, hapise tıkılmaktan korktukları için parlamentodaki koltuklarına yapışmış kimseler için bir iş sağlama aracı olarak değil de, düşmanlara karşı bir silah olarak kullanmak üzere örgütlenmenin yolunu öğrenirsiniz. Yarın oy kağıdı alınır, elinize bir tüfek, ya da son modaya göre hızla ateşlenen şahane bir silah verirler. Bu öldürücü silahı alır ve savaştan korkan pis sümüklülerden hiç sakınmazsınız. İşçi sınıfının kurtuluşu için ateş ve kılıçla tahrip edilmesi gereken daha çok yer var dünyada. Eğer yığınlar arasında öfke ve umutsuzluk artar ve bir ihtilal durumu ortaya çıkarsa,  yeni örgütler meydana getirmeye hazırlanır ve bunları yararlı duruma getirirsiniz.
“Bu, elbette kolay değildir. Birçok hazırlıklar ve ağır fedakarlıklar ister. Bu, örgütlenmenin ve mücadelenin, öğrenilmesi gereken yeni bir biçimidir. Hatalara ve tersliklere uğramadan bu yolda bilgi kazanılamaz. Böyle bir sınıf mücadelesi, manevra yapmak, yürümek ve siperlerde yatmakla ilgili olduğu kadar, bir kaleye saldırır gibi seçimlere katılmakla da ilgilidir. Böyle bir mücadeleyi tarih sık sık gerekli kılmaz; ama bir gün gelir, onun da önemi anlaşılır. Bu mücadelenin yapılabildiği ve yapılması gerekli gün sayısı, öteki tarihi çağlardakine eşittir.” (Proletarya İhtilali ve Dönek Kautsky, sf. 67-68)
Sorun, barışçıl, parlamenter mücadelenin, kitle mücadelesinin bir biçimi olarak kabulü ya da reddiyle sınırlı değildir; bu, “biçimler” sorununun, bir bütün olarak, kafa karışıklığıyla ele alındığını gösterir; içeriğin, kitle mücadelesinin ve sınıfın davasının, bazıları –şiddete dayalı olanlar– “devrimci” nitelemesiyle yüceltilirken diğerlerinin “lekeli”, “oportünist” vb. sayıldığı  “biçimler” karşısında önemsiz varsayıldığına delalet eder; ancak hâlâ, özel olarak terör ve terörizm üzerinde durmak gerekli kalmaktadır.
Parlamenter ya da başka barışçıl biçimler, grevler, gösteriler vb., kitlelerin ve kitle mücadelesinin, hareketin belirli aşamalarında kaçınılmaz biçimleri olarak görünürler. Burjuvazi ile işçi sınıfı ve tekeller ve bir bütün olarak gericilikle halk (işçi ve emekçiler) arasındaki şiddeti içeren uzlaşmaz karşıtlık ve kapitalizmin bizzat kendi dalgalanmalı (krizler vb.) gelişimi ve siyasal aygıtlarıyla birlikte bütün bir üst yapısını saran çürüme, tek tek kapitalist ülkeleri, uluslararası boyutları da olan “içinden çıkılmaz” durumlara kaçınılmaz olarak sürükler. Devrim durumlarının oluşmasına da götüren bu gelişme, kitle hareketinin kendi gelişme özellikleriyle birlikte, kitlelerin bağımsız tarihsel inisiyatiflerinin önündeki “barikatlar”ın çözülmesi ya da yıkılmasına götürecektir. Bu, kitlelerin, artık eski biçimlerle yetinemeyeceği ve mücadelelerinin yeni biçimler alacağı bir gelişme izlemesinin kaçınılmazlığı da demektir. Bu, kitle mücadelesinin tarihsel sınavlardan geçmiş gelişme çizgisini ortaya koyar. “…herhangi bir halk hareketi sınırsız sayıda biçimler alır, sürekli olarak yeni biçimler geliştirir ve eski biçimleri tasfiye eder ve değişiklikler ortaya çıkarır, veya eski ve yeni biçimleri birleştirir. Mücadelenin yöntem ve araçlarını oluşturma sürecine aktif olarak katılmak bizim görevimizdir.” der Lenin. (Devrimci Maceracılık, sf. 66) Halk kitleleri, giderek eski ve barışçıl biçimlerle yetinemez olacaklardır. Sorun buradadır: buna sabır gösterilecek ve kitle mücadelesinin biçim değişiklikleri sürecine aktif katılım görevi mi üstlenilecektir, yoksa henüz sömürülen kitleler bakımından ihtiyaç haline gelmeden ve onlar eğilim göstermeden, hatta mücadele bu biçimleri almadan, yeni biçimler, bizzat “öncü” tarafından uygulanmaya mı başlanacaktır? Ve ikincisi, belirli biçimlerin eskimeye başlamasının ilk belirtileri henüz ortaya çıktığı ve gelecek gök gürültüsünün ayak sesleri uzaktan duyulmaya başladığında, ama henüz barışçıl biçimler kitleler nezdinde “eskimeden”, “öncü” hemen silaha sarılacak ve bunun üzerinden “devrimcilik” tafrası mı satacaktır? Sorunun yanıtı; öncünün sınıfa ve Marksizme bağlılığı ve sömürülen kitlelerle doğru bir ilişki içinde olması ve her şeyi işçi ve emekçi yığınlar ve mücadelelerinin gelişme ihtiyacına bağlaması ya da sınıftan ve yığınlardan kopukluk, Marksizmden uzaklık ve “kendi” ihtiyaçlarını esas almasında yatmaktadır.
Lenin’e başvuralım:
“…provokasyona kapılmamıza izin vermemeliyiz. Halktan gelen gerçek devrimci gök gürültüsünün ilk gürlemesiyle aklımız başımızdan gitmemeli, tedbiri elden bırakmamalı ve düşünmeyi ve bilinci gevşetmemeli, Avrupa ve Rusya’nın tüm deneyini, tüm az veya çok kesin sosyalist inançları, temelde tutarlı ve maceracı olmayan taktikleri bir yana atmamalıyız. Kısaca, Narodnoya Volya hareketinin restore edilmesi girişiminin gerçekleşmesine ve Sosyalist Devrimcilerin yükümlendiği ve daha ileriye götürmekte ısrar ettiği bu hareketin teorik ve pratik hatalarının tekrarlanmasına izin vermemeliyiz. Bizim, devrimcileri provoke etme ve kitleleri çürütme çabalarına cevabımız, son derece zararlı eski hatalara ve yeni ideolojik kararsızlıklara yol açacak bir ‘program’la veya zayıflığımızın ve kararlı bir mücadeleye derhal başlamadaki yeteneksizliğimizin esas kaynağı olan, devrimcilerin kitlelerden tecrit edilmişliğini derinleştirmeye yönelen taktiklere verilmemelidir. Cevabımızı devrimci güçlerle halk kitleleri arasındaki ilişkiyi güçlendirerek vermeliyiz ve bu ilişki, bugün ancak Sosyal-Demokrat işçi hareketini geliştirmek ve güçlendirmekle kurulabilir. Gerçekten devrimci ve ileri olan, varolan, sosyal ve politik düzenin çökmesinden dolayı hiçbir kaybı olmayacak olan, bu düzenin son ve kaçınılmaz ürünü, mutlak ve uzlaşmaz düşmanı olan sınıf, ancak işçi sınıfı hareketi ile harekete geçirilebilir. Ancak devrimci  Marksist teoriye, uluslararası Sosyal-Demokrasinin deneylerine dayanarak devrimci hareketimizle işçi hareketini kaynaştırabilir ve yenilmez bir Sosyal-Demokrat hareket yaratabiliriz.” (Kitle İçinde Parti Çalışması, sf. 17-19)
Burada, “bombaların, NATO karşıtı mücadelenin ortasına” atılmış olmasına geliyoruz. Yenilmez bir sosyalist hareket, bir sosyalist işçi hareketi yaratma ve sömürülen emekçi yığınların mücadelesini onun etrafında birleştirme çalışması yerine bomba atma.. Ne zaman? Bırakalım ayaklanmayı ya da ayaklanma arefesini veya iki ayaklanma arasında uzamış bir “ara dönemi”, henüz emekçi yığınların –tartışılması başka bir yazının konusu olabilecek– çeşitli nedenlerle barışçıl gösteriler ve işçi sınıfının sendikalaşma eylemleri ve ücret ve hak grevleri açısından bile tutukluluk içinde oldukları, yükselmesi, hatta sıçrama yaparak yükselmesi bile olanaklı olan kitle hareketinin henüz ciddi bir durgunluk içinde olduğu ve durgunluktan yeni yeni çıkma belirtileri gösterdiği koşullarda. Bu koşullarda bombalamaların tek mantıklı gerekçesi, bireysel terörizmin terörün “heyacanlandırıcı/kızıştırıcı/aydınlatıcı”lığı (Narodnikler) ya da “öncü savaş” teorisinin “devletin kofluğunu ortaya serme” ve Atılımcıların “öncünün kendini aşması” ile “ezilenlerin bilincinde değişim örgütleme” (=”aydınlatıcılığı”) anlayışı olmaktadır. Başka türlüsü olanaksızdır; çünkü silahlı biçimler almakta olan ya da alacak, zorlamayla diyelim ki, almaya yatkın bir kitle mücadelesi henüz ortada yoktur. Öyleyse, bugünkü Türkiye koşullarında Atılımın kendinden geçiren bomba, “devrimci şiddet”in değil, bireysel terörizmin nişanesidir, ancak öyle olabilmektedir.
“Barikat” ve “barikat savaşı” sorunu da benzer şekilde ele alınabilir. Yer yer, mücadelenin, yerel fabrika direniş ve işgali gibi, görece “geri”, silahsız biçimleri içinde de ortaya çıkabilen barikatlar barikat savaşının dejenere edilmesine, barışçıl mücadeleyle savaşın birbirine karıştırılmasına neden olacak kavrayışlara yol açmamalıdır. Temel olan, “barikat”ın kitle mücadelesi içinde, onun gelişmesine bağlı olarak ortaya çıkıp çıkmadığıdır. Mücadele deneyimi, “barikat”ın silahlı biçimlerin dışında da belirli bir işleve sahip olabildiğini göstermektedir. Ancak barikatın kendisinin, safların hesaplaşmak üzere karşı karşıya gelişinin belirtisi oluşu, onunla oyun oynanmaması gereğine işaret eder. Atılımcıların yaptığı, tam da budur. Kitlesel direnişlerde işçi vb. kitlelerin kendilerini savunma amacıyla zaman zaman başvurdukları barikatı kurmuyor onlar. Hem bizzat “öncü” kurmaktadır hem de üstelik kuranlar, “barikat savaşı” vermektedirler! Oysa, silahlı ve ayaklanma koşulları ile bağıntılı bir biçim olarak, barikatlar ve barikat savaşı, güçlerin kesin hesaplaşmasının unsurudur ve tarihsel olarak da buna uygun olarak ortaya çıkar.
1905 Aralık ayaklanmasının derslerinden yola çıkarak barikat sorunu ve kitle mücadelesiyle ilişkisi üzerine bir fikir edinmeye çalışıldığında şunlar görülecektir:
“Moskova’daki Aralık hareketinin başlıca eylemleri barışçıl grevler ve gösterilerdi ve bunlar geniş işçi çoğunluğunun aktif bir rol aldığı tek mücadele biçimleriydi. Ancak, Moskova’daki Aralık eylemi, genel grevin, bağımsız ve mücadelenin hakim biçimi olarak, modası geçmiş olduğunu ve hareketin esaslı ve karşı konulmaz bir güçle bu dar sınırlardan çıkmakta ve mücadelenin en üst biçimini –ayaklanmayı– ortaya çıkarmakta olduğunu parlak bir şekilde göstermiştir.
“…
“7 ve 8 Aralık; Barışçı bir grev ve barışçı kitle gösterileri; 8’in akşamı: Akvaryum’un kuşatılması; 9 Aralık sabahı; Strastnaya Meydanı’ndaki kalabalık ağır süvarinin saldırısına uğrar. Akşam: Fiedler binası basılır. Gerginlik artmaktadır. Örgütlenmemiş sokak kalabalıkları, tamamen kendiliğinden ve kararsız bir şekilde ilk barikatları kurar.
“10 Aralık’ta barikatlar ve caddelerdeki kalabalıklar üzerine ağır ateş açılır. Barikatlar daha bilinçli, kopukluk olmadan, gerçekten kitle ölçüsünde kurulur. Bütün halk sokaklardadır; şehrin kilit merkezleri barikatlar ağıyla kaplanmıştır. Gönüllü çarpışma birimleri birkaç gün süreyle süvarilere karşı onları bitiren ve Dubasov takviye birlikleri için yalvarmaya zorlayan çetin bir gerilla savaşı verdi…
“Ayaklanma, bir grevden ve gösterilerden, tecrit edilmiş barikatlara, tecrit edilmiş barikatlardan, barikatların kitleler tarafından kurulmasına ve süvarilere karşı girişilen sokak çarpışmalarına kadar uzanan mücadeleden doğdu. Proletarya kitle mücadelesi, örgüt yöneticilerini aşarak bir grevden bir ayaklanmaya gelişmiştir….
“Proletarya mücadelesinin objektif koşullarındaki değişikliği ve grevden bir ayaklanmaya geçişin gereğini liderlerinden daha çabuk anladı. Her zaman olduğu gibi pratik teoriyi geçti. Barışçı bir grev ve gösteriler bile işçileri tatmin etmez oldu; sordular: Bundan sonra ne yapılmalıdır? Ve daha kararlı eylemler istediler. Barikatlar kurulması talimatı, semtlere çok geç, şehrin merkezinde barikatlar kurulduktan sonra ulaştı. İşçiler büyük sayılarla işe koyuldular.” (Age, sf. 39-41, abç)
Ve Lenin ekler:
“Kautsky, Moskova ayaklanmasından sonra Engels’in sonuçlarını gözden geçirmenin tam sırasıdır ve Moskova ‘yeni barikat taktikleri’ yaratmıştır, diye yazarken haklıydı. Bu taktikler gerilla savaşı taktikleridir. Bu taktiklerin gerektirdiği örgüt seri hareket edebilen, fevkalade küçük, on, üç ve hatta iki kişinin oluşturduğu birimlerdir.” (Age, sf. 46, abç)
Bizdeyse, rivayet odur ki, bu taktikler “eldiven-sapan” taktikleri olarak “geliştirilmiştir”! Devrimi oyuna çevirme “taktikleri” olarak! Gerilla savaşı taktiklerinin gerektirdiği örgüt biçimi olarak, küçük, birkaç kişilik birimler de, “eldiven-sapan” kullanacak “manga tarzı birliklerin örgütlenmesi” şeklinde “geliştirilmiştir”! Gerilla savaşı nerededir? Korkulur ki, Atılımcılar eldiven-sapanla ve bir-iki bomba atılarak gerilla savaşı yürütüldüğünü de ileri sürebilirler! Eğer oyun oynanmayacaksa, barikatlar ve barikat savaşı, ayaklanmanın hemen öncesine özgüdür. Ve anlaşılması gerektiği gibi, hatta barikatlar, başlangıcında işçi ve emekçi yığınlar tarafından, kitle mücadelesinin gelişmesinin ürünü ve biçiminin yenilenmesi olarak, “kendiliğinden” kurulmaktadır.
Direnmeye, kolluk güçlerinin dayatmalarına hemen boyun eğmemeye, yasallığın sınırlarına sıkışmamaya evet; ama, bir direnişi çekiştirip ayaklanma derekesine yüceltmeye ve ona olmadık işlevler –hele öncüye ve onun “eğitimi”ne ilişkin işlevler– yüklemeye, en önemlisi, herhangi bir direnişi kitle mücadelesinin alternatifi kılmak üzere onun karşısına dikmeye, kitle mücadelesinin bir biçimi olmaktan çıkarmaya, bu mücadeleye bağlanmamış ve ona hizmet etmeyen bir “öncü” etkinliği olarak, bombanın yanı sıra “piyasa”ya sürmeye hayır. Terk edilmesi gereken aslında budur: “Piyasa devrimciliği”, gösterişçiliğin gözü kör etmesi ve Marksizmin “devrimin kitlelerin eseri” olduğuna ilişkin temel yaklaşımının yanı sıra, kitle mücadelesi ve mücadele biçimleri öğretisinin sınıfa dayanmayan, tamamen sınıf-dışı “sivil toplumcu” yaklaşımlara feda edilmesi. “Silah”, “bomba”, şiddet”e dayalı terminoloji ve “gösteriler”, aslında sivil toplumculuğun örtüsü durumundadır. Atılımcılar bunu, temel zaafı sınıf-dışılığı ve sivil toplumculuk olan “küreselleşme karşıtı hareket”e dizdikleri övgüde ele vermekten de kaçınmadılar: “Okmeydanı direnişinde açığa çıkan örgütlü hazırlık, Avrupa’da emperyalist küreselleşme karşıtı hareketin deneyimlerinin de bir yansımasıydı.” (Atılım, 3 Temmuz) Bolşevik partisinin, genel olarak uluslararası komünist hareketin tarihsel deneyimlerinin “zırnık” yansıması yok, ama sivil toplumculuk yansıyor. Gerçek de bu.

Ev Çalışması

“Avcılar Ev- Eksenli Çalışan Kadınlar Grubu olarak, örgütlenme tartışmalarımızı kooperatif  kurmaya karar vererek sonuçlandırmıştık. Amacımız, örgütlenerek yaptığımız işlerin pazarlanmasını sağlamak, aracılar (taşeronlar) vasıtasıyla aldığımız işleri ilk elden alabilecek bir kurumu, aynı işi yaptığımız kadınlarla kurmaktı. Bize en cazip gelen yan, bu örgütlenmenin paylaşımcılık ve dayanışma temelinde olması. Kararımızdan sonra, Ev-Eksenli Çalışan Kadınlar Çalışma Grubu ve İstanbul Destek Grubu’nun desteğiyle, en uygun kooperatif modelini araştırmaya başladık. Eğitim fikri doğunca, Çalışma Grubu’nun da desteği ile bir proje hazırladık ve Friedrich Ebert Vakfı’ndan (FES) destek istedik. İş Müfettişleri Derneği’nin Trakya-Balkanlar Atölyesi’ne katılan temsilcilerinden de destek aldık.
“Avcılar Kooperatif Girişimi’nden 8 kadın bu eğitime katıldık. FES’te çalışan emek kooperatifleri konusunda uzman Prof. Dr. İsmail Duymaz, iş müfettişi Belgin Danacı ve Mali Müşavir Mevlüt Danacı bizi bilgilendirdi; sorularımızı cevapladı ve öneriler getirdiler. Değirmendere (İzmit) Kadın Kooperatifi’nden gelen bir arkadaşımız da kendi kooperatifleşme deneyimlerini bize anlattı.
“Bu eğitimle bir kez daha emin olduk ki; bizim kooperatifimiz bir ‘küçük sanat kooperatifi’ olacak. Kooperatifimiz en az 7 kişiden oluşmalı. Kooperatif üyesi olarak isteğe bağlı sigortalı olabileceğiz. Sigorta aidatımızı kendimiz ödersek, Kooperatifimiz buna aracı olabilecek. Kooperatif çatısı altında sosyal ve kültürel dayanışma sağlayacak etkinlikler yapabilecek, kermes düzenleyebilecek veya başkalarının düzenlediği kermeslere katılabileceğiz. Hepsinden önemlisi, kooperatifimizle, evde yapacağımız işleri aracısız olarak ilk elden alabileceğiz. Mesleki eğitim kursları açabileceğiz. Kooperatif bünyesinde atölye açabilecek, ortaklarımızın yararına işletebileceğiz.
“Ayrıca öğrendik ki, İstanbul veya Marmara Bölgesi’nde 7 ‘küçük sanat kooperatifi’ kurduğumuzda bir kooperatifler birliği oluşturabiliriz. Ama, bu kooperatiflerin hepsinin aynı alanda çalışıyor olması şart. Yani, ana sözleşmedeki fikir birliği çok önemli. Birlik oluşturmak çok önemli; çünkü bizim kurmakta olduğumuz kooperatif uluslararası kuruluşlara üye olamıyor, ancak işbirliği yapabiliyor. Birlik kurduğumuzda uluslararası kuruluşlara üye olabileceğiz.
“Eğitimde ana sözleşmeye koymak istediğimiz özel hükümlerde çalıştık. Çünkü kooperatifimiz, Türkiye’de ‘ev- eksenli çalışan kadınlar’ın kurduğu ilk kooperatif olacak. Doğru modeli bulmak, doğru bir sözleşme ile kurulmak, bu nedenle çok önemli. Kooperatifimizle işi kaynağından ve doğrudan almak, eşit paylaşmak, ayırım yapmamak istiyoruz. Eve iş veren sektörleri, işyerlerini, işleri, parça başı işlerin ücretlerini araştırmalı, öğrenmeli, bu amaçla iletişim-dayanışma-bilgi toplama/aktarma yapabilmeliyiz. Mesleki eğitim alabilmeli-verebilmeliyiz. Ortaklarımız arasında dayanışmayı artıran çalışmalar yapabilmeli, sergilere katılabilmeliyiz. Tanıtım-pazarlama faaliyetleri yapabilmeliyiz. Özetle bizim sözleşmemiz bunlara imkan vermeli. Bu eğitimde, sözleşmemize bu amaçlarımızı gerçekleştirmek için koymamız gereken ek maddeleri tartıştık, şekillendirdik…”

Bu uzun alıntı, Friedrich Ebert Vakfı Türkiye Ofisi’nin desteğiyle yayınlanmış “Türkiye Home Net’e Doğru” isimli bir bültenden alındı. Adı geçen bültende, Avcılar’da 2001 yılında kurulan “Ev-Eksenli Çalışan Kadınlar Kooperatifi”nin deney aktarımına ilişkin bir yazısı olarak yayınlandı.
Avcılar’da yapılmak istenen neydi? Bir grup feministin Owenci bir ütopyasını gerçekleştirme deneyi mi?
İş bu kadar basit ve masumane değil!
Avcılar’da ve Türkiye’nin birçok yerinde örgütlenmeye çalışılan etkinlik, saygıdeğer bir ütopik sosyalist olan Robert Owen’ın  tekrarlanması değil. Örgütlenme girişiminin ilk adımları 1996’da Habitat Toplantıları’nda atılmış. Uluslararası kuruluşlarla ilişkiye geçilmiş ve projeler karşılığında uluslararası kuruluşlardan mali destek alınmış. Evlerinde çalışan işçileri, işçi sınıfından ve sendikal hareketten kopararak kooperatiflerde örgütlemeye çalışıyorlar.
Belki, baştan, yola, sadece uluslararası kuruluşlardan mali destek almak üzere çıkıldı. Belki de, sadece kadınları örgütlemek için. Ama, sonuçta, işçi sınıfını bölen, uluslararası tekellerin ekonomi politikalarına uygun ev-eksenli çalışmayı teşvik eden, işçi sınıfını bölen, esnek çalışmayı yaygınlaştıran bir çizgide birleştiler.
Bir grup feminist, bir süredir, kadın işçiler içinde kooperatifçilik hareketi başlattı. Bu çalışmanın amacının kadınları örgütlemek olduğunu söylüyorlar. Dünya Bankası’nın fonlarından çalışmalarına destek alıyorlar. Çalışmanın bir yönü geleneksel el sanatları (el tezgahı halıcılık vb.) alanında çalışan kadınlar gibi tanıtılırken, esas çalışma alanı, son yıllarda “ev eksenli çalışma” adı altında, fabrikadan koparılmış işçiler.
Daha çok turizm sektörünün bir parçası olarak üretim yapılan el tazgahı halıcılık vb. çalışması, zanaatkarların bireysel çalışması olmaktan çoktan çıktığı ve bir patronun atölyesinde çalışma biçimine dönüştüğü için, bu alanda kooperatifçilik girişimlerinden sonuç alma kolay değil. Zaten feministlerin de bu alanda ciddi bir çalışması yok.
Onlar daha çok, ev eksenli çalışma adı verilen ve fabrikadan koparılıp evde üretim yapmaya zorlanan işçileri kooperatiflerde örgütlemeye çalışıyorlar.
Dünya Bankası’nın, aşırı yoksulluğun sosyal patlamalara yol açmasını engellemek, aşırı basınç altındaki tencerenin kapağını aralamak için ayırdığı fonlardan yararlanıyorlar.
BM Kalkınma Programı Türkiye Temsilciliği, Türkiye’de yoksullukla mücadeleye yönelik önerilerinde, diğer şeylerin yanı sıra, “Kadınlar arasında gözlemlenen daha yüksek yoksulluk oranı göz önüne alınarak, kadınların işlettiği tüm küçük ölçekli işletmelerin ve kredi ile finanse edilen projelerin desteklenmesi gereklidir.” diyor. Yoksullukla Mücadelede Sosyal Kalkınma Politikaları içinde, “Yoksulluğu azaltma politikaları(nın), özellikle kadınların işlettiği ve kadınlar tarafından satın alınan işletmelere kredi verme yolu ile kadınları hedefleme”sine, “Küçük ölçekli kadın girişimleri için, kredi ve borçlanma kurallarının geliştirildiği düzenlemeler yapılma(sı) ve tahsisler planlanma”sına önem veriyor. 
BM, IMF, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü ve Dünya Bankası’nın 2-4 Şubat 1997 tarihinde yaptığı Mikro-Kredi Zirvesi’nde, 2005 yılına kadar dünyanın en yoksul 100 milyon ailesine ve özellikle bu ailedeki kadınlara, kendi işlerini kurmaları ve işe yönelik diğer faaliyetleri gerçekleştirmeleri için kredi sağlayacak global bir hareketi başlatma kararı alıyor. Bu proje için bir uluslararası ağ oluşturulması, bu programın yöneticilerini ve eğitimcilerini oluşturmak için eğitim programları düzenlenmesini ve uygun politikaların, hukuki ve düzenleyici değişikliklerin teşvik edilmesi için çalışacak örgütlere mali destek yapılması kararlaştırılıyor. Bizim açıkgöz feministlerimiz, evde çalışan işçileri kooperatifleşmiş küçük üretici olarak yutturup, fonlardan yardım almaya çalışıyor. Eğitim, örgütlenme, lobi faaliyetleri  yapıyormuş gibi projeler hazırlayıp, fonlardan destek alıyorlar. “Fakir-fukara” için ayrıldığı iddia edilen fonlar bölüşülüyor.
Feministlerimizin çabası ile tekelci kapitalizmin ekonomi politikaları birleşiyor: Emperyalist sözcüler şöyle diyor: “Globalleşme, dünyanın her tarafındaki emeği, ürünleri ve sermaye piyasalarını birbirine entegre eder. Ticaret, sermaye ve emek hareketlerindeki artışlar ile teknolojik ilerleme üretimde daha fazla uzmanlaşmaya ve uzmanlaşan üretim süreçlerinin coğrafi açıdan uzak yerlere dağılmasına yol açmaktadır. Gelişmekte olan ülkeler, bol miktarda sahip oldukları kalifiye olmayan işgücü arzı ile birlikte, kalifiye olmayan emek-yoğun mal ve hizmetlerin üretiminde gelişmiş ülkelere kıyasla karşılaşmalı üstünlüğe sahiptir. Bu nedenle, bu ürünlerin gelişmiş ülkelerde üretilmesi gittikçe artan bir rekabetçi baskıya maruz kalmaktadır. İktisat teorisi, bunun, gelişmiş ülkelerdeki kalifiye olmayan işgücünün göreli ücretlerinde aşağıya doğru, gelişmekte olan ülkelerdeki aynı türden işgücünün ücretlerinde ise yukarıya doğru bir baskıya yol açacağını bize söylemektedir…

“Globalleşmenin gelir dağılımı üzerindeki etkisi bir ülkenin kalkınma düzeyi ile sahip olduğu teknolojiler tarafından belirleniyormuş gibi gözükmektedir. Benzer bir şekilde, uluslararası rekabete maruz kalma, kurumları (mesela sendikalar) değiştirebilir ve o münasebetle gelir dağılımını da etkileyebilir. Bazı gözlemciler, sermayenin hareketliliği nedeniyle globalleşmenin sendika üyesi işçilerin bir nevi sendika primi alma yeteneklerini sınırladığını ve böylece sermayenin karşısında işçilerin pazarlık gücünü azalttığını iddia etmektedirler. Dahası globalleşme, dış ticaret ile ilgili engellerin azalması ve üretimin sektörler arasında yeniden tahsis edilmesi nedeniyle gelir dağılımında kısa vadede hızlı bir değişikliğe yol açabilir.
“Globalleşmenin hükümetlerin gelir dağılımında adaleti sağlamaya yönelik politikaları uygulamayı daha da zorlaştıracağı sıklıkla dile getirilmektedir. Sermayenin ve emeğin mobilitesinin gittikçe artması, devletin vergi koyma ve globalleşmeden etkilenen kişilere gelir transferinde bulunma yeteneğini sınırlandırır. Sermaye emekten daha mobil olduğu sürece, globalleşmeden etkilenen kişilere yönelik sosyal transferlerin finanse edilmesi için alınacak vergiler sermayeden emeğe doğru yer değiştirir.” (??)
Sermayenin sözcüleri, “küreselleşme” adı verilen emperyalist politikaları çok açık itiraf ediyor. Emek-yoğun mal ve hizmetlerin üretimini, işgücü çok ucuz olan yoksul ve geri bıraktırılmış ülkelere kaydırıyor, liberalleşme adı altında, sermaye ve mal dolaşımının önündeki engelleri kaldırıyorlar; böylece yoksul ülkelerde üretimde problemler azalıyor, sendikaları etkisiz hale getiriyorlar, böylece yoğun sömürüye karşı muhalefet azaltılıyor ve üretimi esnekleştiriyorlar. İşçi sınıfını sınıfsal birlik, dayanışma, davranış ve tepkiden uzaklaştırmaya çalışıyorlar. İşçi sınıfını bölüyorlar.
Feministlerimiz emperyalist ekonomi politikalarını bir vakıa olarak değerlendiriyor ve bu politikaların değiştirilemeyeceğini söylüyor. İş Kanunu’nun değiştirildiğini, formal üretimden informal üretime geçildiğini, işyeri tanımının değiştiğini, patronların üretim sürecinde işçiyi parçaladığını, bu tür üretimin işçi sınıfının bilincini bulanıklaştırdığını, örgütlenme ve hak arama mücadelesinin zayıfladığını, ev-eksenli çalışma denilen şeyin, aslında, esnek çalışmanın bir biçimi olduğunu, evde çalışma ile, işçi için yapılan bazı harcamalardan (servis masrafı, yemek masrafı, elektrik-su masrafı), ayrıca sendika-sigorta, asgari ücret, kıdem ve ihbar tazminatı, sekiz saatlik iş günü vb. belalardan patronun kurtulduğunu biliyorlar. Tartışmalarda bunları feministlerimiz de söylüyor. Ama, onlar, madem durum bu, sendikalardan da fayda yok, hem bürokratlaşmışlar hem de sendikalarda erkekler egemen, o halde, biz de, işçi kadınları kooperatiflerde örgütleriz diyorlar.
Feministler, ev eksenli çalışma zaten var, bu tür çalışmayı biz icat etmedik, biz müdahale etmeden, yani kooperatif kurmadan, eve verilen iş için birkaç aracı oluyordu. Biz, kooperatifler kurarak aracıyı ortadan kaldırıyoruz, patronla doğrudan muhatap oluyoruz diyorlar. Aslında, aracının ortadan kalkması bile, kooperatifte örgütlenen işçinin değil, patronun işine geliyor. Patron, kooperatifte örgütlenen işçiye, aracıya verdiği parayı da vermiyor, aracının aldığı para patrona gidiyor.
Patronlar, ev eksenli çalışmayı özellikle bazı iş kollarında teşvik ediyor. Özellikle küçük parçaların montajı, bazı malların ambalajlanması için ev eksenli çalışmayı tercih ediyor. Tekstil ve dericilik sektörlerinde de evde çalışma yaygın.
Evde çalışma dünya çapında yaygınlaşmaya başlayınca, evde çalışan işçiler örgütlenmeye ve işçi sınıfının genel taleplerini dile getirmeye başladılar. Bu gelişme sonucu, Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) gelişmelere seyirci kalamadı. 1996 Haziranı’nda yapılan 83. Genel Kurul’un delegeleri, evde çalışma konusunda bir sözleşmenin ve onu destekleyen bir tavsiye kararının kabulü yönünde oy kullandılar.
Ocak 1999’a kadar evde çalışma sözleşmesini hiçbir hükümet onaylamadı. Bu tarihte Finlandiya ve İrlanda Sözleşme’yi onayladı.
20 Haziran 1996 tarihinde kabul edilen “Evde Çalışma Sözleşmesi”, evde çalışanları işçi kabul ediyor, evde çalışanların, diğer ücretli çalışanlarla eşit haklara sahip olmasını savunuyor, örgütlenme hakkına vurgu yapıyor, iş sağlığı ve iş güvenliği alanında koruma talep ediyor, yasal sosyal güvenlik koruması istiyor, istihdamda yaş sınırı getirilmesi ve analık koruması istiyor, evde çalışmanın yasa ile düzenlenmesini ve bu yasa ya da kuralların ihlalinin yaptırıma tabi tutulmasını talep ediyor.
Yine aynı tarihli tavsiye kararlarında ise, yukarıdaki taleplerin yanı sıra; evde çalışanların çalışma koşullarının teftiş edilmesi, sendika-federasyon ve konfederasyonlarda örgütlenebilme hakları, toplu pazarlık hakları, ücretlerin asgari düzeyinin belirlenmesi, iş güvenliği ve sağlığı için tedbirler alınması, çalışma saatleri-dinlenme ve izin saatlerinin düzenlenmesi, sosyal güvenlik ve analık koruması sağlanması, emeklilik hakkının sağlanması ve anlaşmalıkların çözümü için mekanizmalar oluşturulması talep ediliyor.
Dünyanın pek çok ülkesinde, bizdekinin aksine, evde çalışanlarla sendikalar yakından ilgileniyor ve evde çalışan işçiler sendikalarda örgütleniyor.
Evde çalışma ülkemizde de hızla yaygınlaşıyor. Evde çalışan işçilerin örgütlenmesi feministlere bırakılamayacak kadar önemlidir. Evde çalışan işçiler de sendikalarda, işçi derneklerinde örgütlenmelidir. Küçük üretici kooperatifleri işçi sınıfının örgütü değildir. İster kadın, ister erkek olsun, evde çalışan işçi de işçi sınıfının bir parçasıdır. Feministlerin işçi sınıfını “kadın-erkek” diye bölmeye çalışmaları başarısızlığa uğramışken, şimdi emperyalistlerin fonlarından mali destek, sözcülerinden akıl alarak, işçileri, “evde çalışan-fabrikada çalışan” diye bölme ve evde çalışanları kooperatiflerde örgütlemeye çalışmaları da başarısız olacaktır.
Ev eksenli çalışmanın, onu ayırt eden özel yönleri kuşkusuz vardır; bu yönleri dergimizin diğer bir makalesinde ele aldık. Bu özel yönler, ev işi yapanların dağınıklığından ev işini kendilerine sunulmuş, yoksulluğu azaltmaya yönelik bir “lütuf” saymaya, dolayısıyla kendilerini “işçi olarak” hissetme zorluğundan, özellikle başlangıçta, eleştirilen örnekte olduğu gibi, dayanışmanın, kapitalizm lehine biçimlerinin nesnesi haline getirilmeye ya da kendiliklerinden gelmeye yatkın olmaya, sonuçta örgütlenme zorluğuna kadar etkisini göstermektedir. Ancak öte yandan, ev eksenli çalışmanın, esnek çalışmanın yaygınlaşma gösteren bir biçimi olarak, yalnızca dikkate alınması değil, ama işçi sınıfı davasının omuzlanması bakımından, karşısında yapılması gerekenlerin, kolay olmayacağı açık olan aydınlatma ve örgütlenme çalışmasının üstlenilmesi zorunluluğunun da, giderek kendisini daha çok dayattığı ortadadır. Ev eksenli çalışmanın, daha çok, kendileri de esnek çalışma süreçlerine sıkıştırılmış, en olumsuz koşullarda çalışan ya da işsizliğin pençesine atılmış işçi ailelerini kapsamına alması, bu çalışmayı zorlaştıran yönler taşıdığı kadar, işçilerin birleşik mücadelesinin geliştirilmesi bakımından uygun koşullar da sunmaktadır. Her şeyin ötesinde, bu çalışma türü de, toplumsal geriliklerin kullanılmasına dayanmasına ve ek olarak mücadele edilmesi gereken bir dizi sorunu gündeme getirmesine rağmen, emek sömürüsüne dayanan bir kapitalist ilişki biçimi oluşturması nedeniyle, emek-sermaye karşıtlığının konusudur. Bu karşıtlığın, tüm olumsuz şekillenme koşullarına karşın, giderek artan ölçülerle hükmünü icra ederek, sınıf mücadelesini üreten bir zemin olduğunda kuşku yoktur. Ağulayıcı feminist içerikli ya da başka tür girişimlerin bu kaçınılmaz gelişmenin önünü almasının olanağı yoktur; ancak, süreci hızlandırıp kolaylaştırmanın bu tür ağulayıcılıklarla mücadeleyi zorunlu kıldığı da yine kuşkusuzdur.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑