Seçimler ve ittifaklar sorunu

Son seçimler, ittifaklar sorunu üzerinde özel olarak durmayı gerektiriyor. Bu gereklidir; çünkü belki en zaaflı değerlendirme, yaklaşım ve tutumlar bu sorun üzerinden geliştirilmiştir. Yalnızlık-sever ittifak karşıtlığından CHP ile ittifak arayışları ve sonuçta CHP destekçiliğine, amaçları ve nedenleri üzerinde durulmasından ziyade ve en çok SHP’nin bileşenlerinden biri olması dolayısıyla Güçbirliği’ne ilişkin kavrayışsızlığa ya da uç noktada Güçbirliği düşmanlığına kadar pek çok anlayış kıtlığı ve zaaf, bu noktadan ortaya çıkmıştır. Çoğu durumda birbirinden ayrılması zor bir biçimde iç içe geçen görünümleriyle tümü bir arada oluşan ve ittifaklar sorununun bir kez daha ele alınmasını zorunlu kılan kavrayışsızlığın, politik yaklaşım ve tutumlar olarak, ortak bir teorik temeli bulunuyor. Bu, bürokratik militarist aygıtıyla birlikte mevcut kapitalist sistemin değiştirilmesinin zorunlu ihtiyacı olan işçi ve emekçilerin, halkın birleştirilip bağımsız mücadelelerinin önünü açmak için gerekenleri yapmak ya da özetle devrimin hazırlığı yerine, rüşvet ve rant paylaşım mekanizması ve siyasal biçimi olarak parlamentarizmi, parçalanıp aşılacak bir veri değil ama çerçeve kabul etmenin geçirilmesi, bununla sınırlı bir yaklaşım ve tutumun benimsenmesidir.

SEÇİMLERİN ANLAMI

Kapitalist bir toplum olan Türkiye’de dünkü (örneğin 1900’lerin başındaki Almanya ya da yine örneğin 1907 Rusya’sında değil) ya da yarınki değil, ama bugünkü koşullarda[1] seçimlerin anlamı nedir? Bilinçli işçi ya da işçi sınıfının devrimci partisinin –genel ya da yerel– seçimlere yaklaşımı ve seçimler karşısındaki tutumunun ana hatları neler olabilir?

Engels’in belirttiği “kendimizi sayma” yaklaşımı, kuşkusuz temel hareket noktasıdır. Ancak anlamı nedir? Buradan, “biz bize”, sınıftan ve halktan, sınıfın ve halkın mücadelesinden kopuk bir “kendimizi sayıcılık” tutumu çıkarılabilir ve haklı gösterilebilir mi? Ya da Engels ve burjuva seçimleri karşısındaki yaklaşımı, işçi sınıfı ve halka, talepleri ve mücadelelerine uzak ve yabancı kalan ve “piyasa solculuğu”yla sosyalizm veya komünizm adına kurulmuş parti ya da örgütlerin kadrolarının yanı sıra piyasaya ayak uyduran “ortalık çalışması”yla derlenmiş ilave (kimi nostaljik, kimi sosyalizm veya komünizm adına kullanıldığı için belirli bir değer ifade etse bile sonuçta isimlere verilmiş) oyların sayılmasına indirgenebilir mi? “Kendimiz”, kadrolarla birlikte hasbelkader ifade edilmiş “sempati”den ibaret sayılabilir mi? Başka bir söyleyişle, adlarına parti diyen/diyecek bir grup “komünizm-sever” bugünkü sınıftan ve halktan kopukluklarının tescil edilmesi tutumunu benimsediklerinde, bu, seçimlere “kendimizi sayma” anlamı yükleyen Engels’in perspektifinin perspektif edinildiği anlamına gelir mi? Soruların yanıtı, kuşkusuz sadece buruk bir gülümseme olabilir.

Ne Marx ne de Engels, komünizmi bir kurgu ya da düşüncenin ürünü olarak tasarlayıp, onu ürettiği ya da benimsediği iddiasındaki bir grup seçkin/seçkinci aydın, ve onların tutumları, konum ve çalışmaları üzerinden komünizmi ve partisini ele alıp açıklamaya çalıştılar. Tersine, sadece ütopik sosyalizme yönelttikleri eleştiri değil, ama tüm eserleri, baştan sona işçi sınıfının ve karşıtıyla çatışmasının nesnel ve öznel koşullarına ve bu koşulların açıklanmasına dairdir.

Eserlerine damgasını vuran, Marx’ın iki dahice buluşu, artı-değer teorisi ve tarihin materyalist anlayışıdır. Engels’le birlikte Marx’ın bu iki temel buluştan hareket eden tüm çalışması, anlaşılmak zorundadır ki, sınıflar ve mücadeleleri üzerinden gerçekleştirilmiştir, ve üstelik, sınıflar ve sınıf mücadelesi gerçeği, onlar tarafından keşfedilip saptanmış da değildir. Ancak sınıflar ve mücadeleleri gerçeğinin verili zemini üzerinde yürüyerek; sınıfların tarihsel bakımdan zorunlu varlık ve gelişme koşullarıyla, mücadelelerinin içerik ve biçimleri ve yine tarihsel bakımdan zorunlu gelişme doğrultusunu ilk kez ve kapitalizmin mezar kazıcısı ve yeni sosyalist toplumun kurucusu rolünü vurguladıkları işçi sınıfına yaptıkları “zincirlerinizden başka kaybedecek şeyiniz yok, oysa kazanacağınız koca bir dünya var!” çağrısına bağlayarak açıklamak, Marx ve Engels’e düşmüştür. Pratik siyaset adına yaptıkları diğer her şey ise, kuşkusuz bu tarihsel nesnelliğe dayanarak ve tarihin ileriye akışının nesnelliğini kolaylaştırıp hızlandırmak üzere, işçi sınıfının politik parti olarak örgütlenişini ve örgütlendikçe toplumsal gelişmeye müdahalesini geliştirmeye yöneliktir. Lenin ve Stalin’in izini sürdüğü de tamamen bu yaklaşım ve tutumdur.

Bu söylenenler, bütün başka şeylerden çok daha önemli ve temel bir hareket noktası olarak, sınıflar ve sınıf mücadelesini, özel olarak işçi sınıfı –ve diğer emekçi sınıflarla birlikte– ve mücadelesini görmek ve anlamak zorunluluğuna ilişkindir. Seçim çalışmaları ya da başka herhangi çalışma veya bizatihi gündelik politik çalışmanın kendisi, işçi sınıfına –ve diğer emekçi sınıflara– dayanan bir çalışma, sınıfın örgütlenmesi ve mücadelesinin bir yönü ya da görünümü olarak anlaşılıp gerçekleştirildiğinde önemli ve değerlidir. Ya sınıfa, durumuna, içinde bulunduğu koşullara, taleplerine ve ancak talepleri üzerinden yükselebilecek mücadelesine ilgisiz ve ondan kopuk “kadrolar” olarak seçkinci solcular ve faaliyetlerine bağlı seçenek ve kendi durumlarından çıkardıkları ihtiyaçlar ve tutumlar ya da sınıfın ve mücadelesinin nesnel durumuna uygun düşen, nesnel çıkarlarını temel edinen ve ihtiyaçlarından hareket eden, –ölçeği ve gelişkinlik derecesi bir yana– parti olarak örgütlenmiş işçilerin seçenek ve tutumları… Ya biri ya diğeri! 3 Kasım ve 28 Mart seçimlerinde her iki tutum da alınmış ve uygulanmıştır. Laf olarak bir dizi genel doğrunun yanında, yayın organının 119. sayısında H. Yurtsever imzasıyla ileri sürülmüş Komünist Partisinin yalnız burjuvaziden, küçük burjuvaziden değil, işçi kitlesinden ve sendikalardan da ayrı ve bağımsız biçimde örgütlenmesi ve davranması şarttır.” düsturuna sahip TKP ve bazı dergi çevreleri, birinci tutumu almışlardır. Literatürdeki “bağımsızlık”ı, sermayeden bağımsızlık, burjuvazi karşısında politik bağımsızlık olarak değil ama komünist partisinin işçi sınıfından da “bağımsızlığı” olarak bozuşturan; sınıfla partisi arasındaki ilişkiyi, en bilinçli ve fedakar vb. unsurlarından oluşan partisinin sınıfın bir parçası ve öncü müfrezesi olması yerine, sınıfı da, burjuvazi ve küçük burjuvazi gibi karşıya koyarak ve aralarında –partinin bağımsızlığı açısından– ayrım yapmayarak, aydın bağımsızlıkçılığıyla kavrayan ve işçi sınıfı karşısında “komünistler”in “içe kapanmaları” ve “kendilerini korumacılıkları”yla tanımlayan TKP, seçimlerde de bu görüşlerinin doğal sonucu olarak kendinden beklenen tutumu benimsemiştir. İşçi sınıfı mı, talepleri ve mücadelesi mi, çıkarlarının geçici de olsa az-çok uyuştuğu başka sınıflar ve örgütleriyle “geçici yol arkadaşlığı” mı– bırakın bunları demekte; önemli olanın TKP’nin aldığı/alacağı oylar olduğunu düşünmektedir. Bu, sonuçta parlamentarist bir yaklaşımdır; ancak, parlamentarizmden daha köklü ve vahim bir temelden, sınıftan kopukluğun yüceltilmesinden, tepeden bakılan sınıfın yerine partinin geçirilmesi seçkinciliği ve üst tabaka solculuğundan türemekte, aldığı biçim olarak parlamentarizm tuzu-biberi olmaktadır.

TKP ve benzeri işçilerden, halktan “kir-pas” bulaşabilir kaygısıyla komünizmin “saflığı”nın ve işçilerden bağımsızlığının gözeticisi, kendi kendilerinin hayranı olan yalnızlık-severleri bir yana bırakırsak, bilinçli işçinin seçimlere yükleyeceği anlam nedir?

Seçimler, kendi başına ve ayrı bir mücadele alanı oluşturmaz; bilinçli işçi ya da sınıfın devrimci partisi, seçimlere, kendine özgü ve ayrı, işçi sınıfının kurtuluşu davasının, sosyalizm ve halkın bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinin koşullar farklılaştıkça farklılaşacak dönemsel taktik platformundan ayrı ve özel platformuyla katılıp yürüteceği ayrı bir faaliyet olarak yaklaşmaz. Seçimlerin ve seçim çalışmalarının kendine özgü yanlarını hesaba katan, sağladığı olanaklardan yararlanan tutumuyla, seçimleri, taktik mücadele platformunun uygulanma alanı olarak görür; bu platformu yaygınlaştırmaya, etrafında birleşen güçleri çoğaltmaya ve olağan günlere göre politik duyarlılığın arttığı koşullardan –sermaye, gericilik ve bürokratik militarist aygıtı karşısında– sınıfın ve halkın birleştirilmesi ve mücadelesinin önünü açıp ilerletmeye, sınıfı partileştirme ve halkı örgütlemeye, işçi sınıfı ve emekçiler içinde sağladığı yeni ilişkilerle partisini yerelleştirmeye ve köklerini sağlamlaştırmaya çaba gösterir.

Bilinçli işçi bilir ki, seçimler, –taktik mücadele platformunu, sonuçları ve sağlayacağı derslerle zenginleştirmeye ve geliştirmeye de yarayacak– bir “kendimizi” saymadan başka şey değildir. Ama yine bilir ki, bu “kendimizi sayış”, pasif bir sayış olmadığı ve geliştirilecek yeni ilişkiler ve sınıf ve halk içinden kazanılacak taze güçlerle bir gelişme ve yenilenmeye imkan sağladığı gibi; “kendimiz”, kadrolar ya da sınıftan kopuk bir parti değil ama sınıfın ve halkın uyanış içinde olan, mücadeleye atılan ve atılma eğilimi gösteren kesimidir. Öyleyse seçimler, özel bir faaliyeti gerektirir; ancak, bu faaliyet, tamamen işçi sınıfı ve halkın birleştirilmesi, örgütlenmesi ve mücadelesinin ilerletilmesi faaliyetinin kendine özgü koşullara da sahip bir görünümden ibarettir. Seçim platformu, taktik mücadele platformunun üzerinde yükselir; sınıfın ve halkın –iktisadi, sosyal, siyasi, kültürel vb.– acil mücadele taleplerinin savunulmasına dayanır. Seçimlerin ayırt edici yanını ise, adaylar gösterilmesi ve onların şahsında taktik mücadele platformuna –her zaman uğruna çalışılan– katılımın oy verilerek ifade edilmesinin istenmesi oluşturur.

Bunların anlamı şudur ki, devrimci işçi partisinin seçimlere katılması, özel ve kendi başına, ve, genel amaçlarıyla çelişen amaçlarla olmaz. Bilinçli işçinin “oy” ile sınırlı bir amacı ve “her ne pahasına olursa olsun seçim kazanma” perspektifi yoktur, olamaz. Devrimci işçi partisi, seçimlere, kuşkusuz kazanım sağlamak üzere katılır; oy desteğini artırmak ya da buna bağlı olarak milletvekillikleri ve yerel yönetimler kazanmak da istenir şeylerdir ve bunların amaçlanmasında bir yanlışlık olamaz. Önemli olan, her şeyin genel amacın hizmetinde olması, seçime katılmanın parlamentarizmin sunduğu/sunacağı olanaklarla baştan çıkarılmaya götürmemesidir. “Baştan çıkma” ve sapma ise, amacın “oy” çoğaltmak ve seçim kazanmakla sınırlanmasında, başka bir deyişle, “her ne pahasına olursa olsun” mantığıyla seçim kazanmanın, sınıfın ve halkın birleştirilmesi ve mücadelesinin ilerletilmesi, sınıfın partileşmesi ve partinin yerelleşerek örgütlenmesinin kökleştirilmesi amacının önüne geçirilmesinde ortaya çıkar.

Burada ayrım, parlamentarizmle –gündelik politik çalışma başta olmak üzere, bütün diğer çalışmalar açısından geçerli olduğu gibi– seçim çalışmasının devrimin hazırlığı kapsamında, devrim perspektifiyle yürütülmesi arasındadır. Sınıfın ve halkın bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm için, acil taleplerinden hareketle birleştirilmesi, örgütlenmesi ve mücadelelerinin geliştirilmesi– bu, devrimin hazırlanmasından başka şey değildir. Sorun, nedeni ne olursa olsun bu amacın kaybedilmesi ya da baştan amaç edinilmemesi ve oy toplama ve seçim kazanmanın onun yerine (ya da önüne) geçirilmesinde ortaya çıkar. Her kim ki, kapitalizmin (ve burjuvazinin ulusal komitesinden başka şey olmayan sermayenin siyasal egemenliğinin örgütünün) devrilmesi amacından uzaklaşır, hangi nedenle olursa olsun, tüm alanlarda yürütülen çalışmayı ve özel bir çalışma olarak seçim çalışmasını, bu amacın gerçekleştirilmesine hizmet etmeyen çalışmalar olarak görür ve ona bağlamaz, başka hastalıkların yanında parlamentarizm hastalığına da yakalanmış demektir.

Teori düzeyindeki tartışmalarda ya da laf olarak ileri sürüldüğünde, –“demokratik sosyalizm”i benimsediği iddiası olanlar dışında– komünizm vb.’den söz edip de “devrimi amaçlamıyorum” diyecek kimse çıkmayacaktır. Ancak devrim oyunu oynanacak şey olmadığı gibi, sözü edilmekle yetinilecek şey de değildir, olamaz. İşçi sınıfı davası ve devrim savunusu, proletarya devrimini perspektif edinmek; onun hazırlanması için çalışmak, tüm çalışmaların bu perspektifle yürütülmesi ve ona bağlanması anlamına gelir. Parlamentarizm hastalığı bir yana, sadece “öncü” ile, “öncü”nün ihtiyaçlarından kaynaklanan tutum ve çalışmalarla devrim olanaklı olmadığı gibi, bu yaklaşımla devrim hazırlanamaz da.

Öncüsüz olamayacağı, devrimin başarısı için öncünün varlığının önkoşul olduğu açıktır. Ancak dar sözcük anlamıyla bile, öncü, öncülük iddiasında bulunduğu sınıfın ana kitlesi ve hatta “artçı”ları ile bir ilişki demektir. Öncü, bu ilişkinin bir yanıdır ve ancak öyle olabilir; diğer yanı ise sınıfın kendisidir. Ve bu öyle bir ilişkidir ki, iki yönü birbirini dıştalamaz, biri diğerinin dışında değildir, olamaz. Öncü; ileri, sınıf bilinciyle donanmış, örgütlü ve en fedakar unsurlarının toplanma merkezi olarak bir parçası olduğu sınıfın geri kalanıyla ilişki halindedir. Buradan öncünün görevi çıkar: Sınıfın ana kitlesini –kuşkusuz talepleri üzerinden– kazanmak. Nereye? Sınıfın kurtuluşu davasına; devrim ve sosyalizme. Bunu görev edinmeyen, böyle bir tutuma sahip olmayan “öncü”, sadece gevezeler topluluğu olabilir.

Öncü partisi, kendisini sınıftan koruma, ondan ayrı ve bağımsız durma ve davranma kaygısına düşemez; tersine, kapitalizmin üzerine bulaştırdığı “kir-pas” adına ne varsa, sınıfı yöneltmeye ve yönetmeye çalıştığı kapitalizme karşı mücadele içinde, “temizlemeye” çalışır. Bunun garantisi, başta, işçi sınıfının nesnel olarak kapitalizm ve burjuvaziyle karşıtlık halindeki sınıf konumu ve çıkarlarıdır. Kendi başına devrimi –yapması bir yana– hazırlaması bile tasavvur edilemeyeceği için, her şeyden önce, sınıfın gerçek bir parçası olacak (henüz değilse, ilk işi olarak bunu gerçekleştirmeye çalışacak), bu nedenle, başlıca çalışmasını, sınıfın içinde ve ana kitlesini kazanmaya yönelik olarak sürdürecek, taktik mücadele platformunu da “öncü”nün değil ama sınıfın (ve giderek, diğer emekçi kesimlerle birlikte, halkın) mücadele platformu olarak kuracak, öyleyse bu platform, başlıca işçi sınıfının acil mücadele talepleri üzerinden yükselecektir. Sınıfıyla bile birleşmeye, onu kazanmaya çalışmayan “öncü”ye öncü denemez. Sadece “öncü”den ve onun ihtiyaçlarından hareketle düşünüp davranan, taktik ve platformlar kuran bir “öncülük” iddiası, kapitalizmin mezar kazıcısının, burjuvazinin uzlaşmaz karşıtının işçi sınıfı olduğundan habersiz ve tarihin öznesi olarak işçi sınıfının yerine “kendini” koyuyor demektir. Oysa, işçi sınıfının kurtuluşu, –öncünün ya da başkasının değil, ama kuşkusuz, bir parçası olan öncüsü de içinde olmak üzere– sadece ve yalnızca kendi eseri olacaktır.

Öncünün sınıfıyla doğru bir ilişki içinde olması zorunludur, ancak, devrimin hazırlığı bakımından yeterli değildir. Öncülük sorunu ve gerekleri, bu noktada sona ermez. Tersine asıl öncülük sorununa henüz gelinmiş olur. Doğrudan sosyalist ya da kesintisiz sosyalizme yönelecek demokratik devrimden hangisi söz konusu olursa olsun, kısaca, “aşamalar” tartışması bir yana, öncülük sorunu, işçi sınıfının diğer emekçi sınıflarla ilişkisi sorunudur. Dolayısıyla bilinçli işçi açısından, sorun, sınıfın devrimci partisinin yönetici/yönlendiriciliğinde ifadesini bulan öncülük ya da “öncü müfreze” sorunuyla sınırlanamaz, tersine, işçi sınıfı öncülüğü sorunu olarak kendisini ortaya koyar. Bu, her sosyalist ya da kesintisiz sosyalizme yönelen devrimin başarıyla ilerlemesi ve hazırlanması için önkoşuldur. İşçi sınıfının öncülüğü, kuşkusuz partisinin yönetiminde, bu anlamda “onun aracılığıyla” gerçekleşecektir. Ancak bundan, partinin sınıfın yerine geçeceği, kendisini sınıfın yerine koyarak, “işçi sınıfı adına” öncülüğü partinin yapacağı anlamı kesinlikle çıkartılamaz. İşçi sınıfı öncülüğü, yalnızca ideolojik bakımdan değil, ama politik bir içeriğe sahip olmak üzere, fiilen, eylemli haldeki işçi sınıfının, taleplerine sahip çıkıp destekleyerek savunmasına dayanarak, harekete geçmeye ittiği ya da zaten hareketli haldeki diğer emekçi sınıfları etrafında birleştirerek peşinden sürüklemesinden başka bir şey değildir. İşçi sınıfı öncülüğünden, yalnızca “ideolojik öncülük”ün anlaşılması, ve bu tür bir “öncülük”ün işçi sınıfını ya da daha çok, dünya görüşünü savunduğu iddiası üzerinden temsil iddiasındaki kendinden menkul bir “komünist partisi” tarafından yerine getirildiği/getirileceğinin düşünülmesi; işçi sınıfıyla rekabet halindeki küçük burjuva ya da deklase unsurların pek yavan ve eski bir ilkelliğidir. Genellikle “öncü savaşçılık” tezine bağlı olarak ileri sürülmüştür, ancak tarih, radikalizme dayalı örneklerinin yanı sıra reformist-parlamentarist örneklerine de tanıktır.

Öyleyse sınıfın devrimci partisinin ve tek tek her adına layık komünistin işçi sınıfını (ana kitlesini) kendi kurtuluşu davasına ve devrime kazanma görevi, sınıfı, aynı zamanda, işçi sınıfı öncülüğü fikri ve pratiğine kazanmayı da kapsar; ve işçi sınıfının, dost ve düşman bütün diğer sınıflarla ilişkisi alanında, diğer emekçi sınıfların durumu ve taleplerinin bilgisini edinerek, kapitalizm karşısında onların taleplerini ve mücadelesini destekleyip sahiplenerek ve kendisiyle ortak olan talepleri üzerinden birleşik bir mücadelenin yaratılması için davranmak üzere kazanılması anlamına gelir. İşçi sınıfı, sosyal konumu ve çıkarları nedeniyle anlamaya ve gereğini yapmaya tamamen yatkın olduğu kapitalizm tarafından “haksızlığa uğratılan bütün diğer sınıfları kurtarmadan kendisini kurtaramaz” fikrinin doğruluğunun bilincine –mücadelesi ve aydınlanması sürecinde– vardıkça, kendi talepleri karşısında olduğu kadar diğer emekçi sınıfların talepleri karşısında da inisiyatif almaya ve devrimde (kuşkusuz hazırlığı döneminden başlayarak) sınıf öncülüğünü pratik olarak gerçekleştirmeye yönelecektir.

Tüm söylenenlerin bugüne ilişkin anlamı, bilinçli işçinin, seçimler, sunduğu olanaklar ya da başka her türlü fırsattan yararlanarak, devrimin hazırlanması kapsamında, başta işçi sınıfı kitlesi olmak üzere kapitalizmin sömürüp ezdiği, emperyalizm ve gericiliğin baskısı altındaki sınıf ve tabakaları birleştirip mücadelelerinin önünü açmak için üstüne düşeni yapmasıdır. Bu, işçi sınıfı öncülüğünde halkın birleştirilmesi amacıyla ve buna hizmet edecek taktiklerin izlenmesini zorunlu kılar. Örneğin bilinçli işçi, emperyalizm ve gericiğin karşısında başka az-çok mücadeleci güçlerin de olduğu koşullarda, “kendini saymayı” çekiştirip anlamsızlaştırarak, kendisinin gönüllü tecridini öngörüp içe kapatan ve yalnızlığını yücelten bir tutumla, tek başına, “ben şu seçime girip boyumun ölçüsünü alayım” diyemez. “Sayısını sayacağı” ve birleştirmeye çalışarak mücadelelerinin önünü açmaya uğraşacağı kesim, “kendisi”nden, “öncü”den ibaret olamaz, ama, işçi sınıfı öncülüğünü kabul etme ve etrafında birleşme eğilimi gösterenlerdir. Burada, “öncülük” çekişmesinin ya da “öncülüğünü kabul ettim”-“etmedim” türü lafların önemi ve geçerliliği yoktur. Sorun, halkın geniş kesimlerinin birleştirilmesine hizmet edip bunu kolaylaştıracak türden güçlerin, asgari ölçüleriyle, kuşkusuz işçi sınıfı davasının genel amaçlarıyla uygunluğu içinde– sınıf mücadelesinin güncel gerekleri ve sınıfın (ve halkın) acil taleplerini karşılayan bir mücadele platformu etrafında birleştirilmesi olarak şekillenir. Farklı sınıflara denk düşen farklı siyasal güçlerin birliğini olanaklı kılacak tavizler doğal olarak gündeme gelecektir. Ancak, en ilerisi hedeflenmekle birlikte, mücadele platformunun asgari devrimci içeriğe sahip olması, ve bir dizi siyasal gücün, halkın birleştirilmesini kolaylaştırmak ve bu yönde çalışmanın olanaklarını çoğaltmak üzere böyle bir platform etrafında birleştirilmesi –kuşkusuz oluşan yeni durumdan sınıfın bağımsız örgütlenmesi ve çalışmasını ilerletmek üzere yararlanılması–; bilinçli işçinin ve “komünizm”i lafazanlığını yaparak gülünç düşürmeye tevessül etmeyecek devrimci işçi partisinin tutumu olacaktır. Bu, devrimde işçi sınıfının öncülüğü fikri ve pratiğinin verili durumdaki gereği ve nesnel koşullar izin verip mümkün kıldığı ölçüde gerçekleşme halidir.

Komünist devrimci işçi davası militanı, kuşku yok ki, kendini beğenmişlikle, kendisini işçi sınıfı ve halktan ayrı tutup soyutlamayacak, her fırsattan yararlanarak ve olanakları bilinçli müdahaleleriyle çoğaltmaya çalışarak bir parçası ve ileri unsurlarından olduğu işçi sınıfı ve halkı talepleri etrafında birleştirmeye çalışacaktır. Devrimciliğin ölçütü ve devrimin hazırlığının olmazsa olmazı olan işçi ve emekçi kitlelerinin içinde kök salmak, onları aydınlatıp birleştirmek, mücadelelerini destekleyip geliştirmek ve sınıfın politik vb. örgütlerini taze güçlerle yenilerken halkın –cephe vb. türden– örgütlerini inşa etmenin adımlarını atmaktan kaçınıp uzak durana komünist denemez. Komünist; işçi sınıfı ve halkı aydınlatıp birleştiren, örgütleyen, talepleri uğruna mücadelelerinin içinde ve önünde olan, her şeye sınıfın ve mücadelesinin içinden ve ihtiyaçlarından bakan ve ilerlemesi için çaba harcayandır. “Şu gücün şu eksiği bu gücün şu sorunu var”, “şu hırsız bu uğursuz” gevezeliğiyle onlardan kendisine “leke” bulaşacağı endişesi içinde sınıfın ve halkın birleşmesini kolaylaştırmaktan, bunun gereği olan eylem ve güç birliklerini yapmaktan kaçınan, zaten “komünist parti”yi de işçi sınıfından bağımsız tutmaya uğraşandır; kendine, Marksizme ve Marksist dünya görüşünün olduğu kadar tarihin de asıl sahibi ve öznesi olan işçi sınıfına güvenmeyendir. Asli görevinden yan çizen komünist olamaz. Böyle bir solculuk mümkündür, ancak burjuva solculuğudur. Başlıca görevlerin yerine getirilmesiyle çelişen, bunların yerine geçirilen bir “kendini saymak”la sınırlı, geriye, işçi sınıfı ve halka dair ilerletici bir şey kalmadığı için “oy” miktarına takılıp kalan seçimler karşısındaki tutum ise, devrimci değil parlamentaristtir.

 

BEKLENTİCİLİK VE CHP DESTEKÇİLİĞİ

Anlaşılmış olmalıdır ki, ittifaklar sorunu, devrimde öncülüğünü gerçekleştirme çabası gösterecek olan işçi sınıfı ile diğer emekçi sınıf ve tabakalar arasındaki ilişki sorunudur. Burada, emperyalizm ve gericiliğe karşı çıkma eğilimi gösterecek burjuva kesimler (başlıca tekel-dışı burjuvazi) ile işçi sınıfı arasında, –halkın geri kalan kesimlerini kimin peşine takacağını kararlaştıracak– bir hegemonya ve öncülük mücadelesi yaşanması kaçınılmaz olur. Ve işçi sınıfı, tekel dışı burjuvaziyi tecride yönelik bir tutum izleyip, onu en azından tarafsızlaştırmaya (ve uygun koşullarda, olabilirse, yedeği haline getirmeye), emekçi kitleleri kendi peşine takıp enerjilerini heder etmesini önlemeye çalışır. Ancak, ittifaklar sorunun, bir dizi siyasal vb. gücü değil sınıfları ilgilendirdiği ve sınıfların birliği olarak anlaşılması gerektiği tartışmasızdır.

Siyasal vb. güçler arasında yan yana gelişler ise, koşula bağlı olduğu gibi, bilinçli işçinin bakış açısından, –devrimin önkoşulu olan ve hazırlığı kapsamında gerçekleştirilmesi için çaba sarf edilecek– sınıf ittifaklarının koşullarını ve oluşumunu kolaylaştırıp hızlandıracak geçici ya da görece geçici “yol arkadaşlıkları” olarak değerlidirler. Blok, güçbirliği, işbirliği, eylem birliği vb. adlarla tanımlanabilecek bu birlikler, siyasal güçlerdeki değişmelere bağlı olarak, bugün olup yarın olmayabilecek türdendirler. Anlaşılması için: İşçi sınıfı ve örneğin yoksul ya da orta köylülük, –sınıf olarak güçlenseler ya da güçten düşseler bile– belirli bir toplumsal dönüşüm gerçekleşinceye kadar varlıklarını koruyacaklar ve ittifak ihtiyaç ve zorunlulukları gündemden düşmeyecektir. Ancak herhangi siyasi güçler, çizgi değiştirip eski nitelikleri farklılaşabileceği gibi, bir toplumsal gelişme/dönüşüm döneminin sonunu getiremeyebilir ve tarihte örnekleri çok görüldüğü üzere fesihler vb. yollarla tümden yok olabilirler. Dönemsel olarak birincisinin kalıcılığı ve önemi, ama ikincisinin geçiciliği, buradan gelir. Toplumsal gelişme sınıf mücadelesi üzerinden yürür, buna katkıda bulunsalar da, başlıca siyasal güçler üzerinden değil. Başka bir söyleyişle “özne” sınıflardır, siyasal temsilcileri onların yerine geçmez.

Peki halkın birleştirilmesi ve mücadelesinin önünün açılması bakımından kolaylaştırıcı ve öyleyse gerekli olan birlikler, güçbirlikleri, seçim ittifakları vb. hangileri olabilir?

Bu tür birliklerin koşula bağlı olduğu söylendi. Çok özel koşullara sahip ya da “savaş hilesi” türünden olanları bir yana bırakırsak; bu tür birlikleri koşullayacak ya da kabul edilebilir olup olmadığını kararlaştıracak olan nedir? Halkın birleştirilmesi ve mücadelesinin önünün açılmasının kolaylaştırıcısı olmasını da kararlaştırmak üzere, seçim ittifakı türünden birliklerin kabul edilebilir ve istenir olmasını kararlaştıracak olan; işçi ve emekçilerin, halkın başlıca –siyasal, iktisadi, sosyal, kültürel vb.– acil taleplerini kapsayarak oluşturulacak/oluşturulan bir mücadele ya da seçim platformu üzerinde yükselen birlikler olarak gerçekleşmiş olmasıdır. Herhangi birliğin, seçim ittifakının, halkın birleştirilmesi ve mücadelesinin ilerletilmesinin hizmetinde olup olmadığının tek ölçütü bu olabilir.

Ve tersine, bilinçli işçinin şu ya da bu siyasal parti ve güçleri öncelikle seçim ittifakı yapabileceği güçler olarak saptayıp onlara birlik olma ve ittifak çağrısı yapması tutulabilir yol ya da uygulanabilir bir yöntem olamaz. Bu, birlikler ya da somut olarak ittifakları sorununa, halkı ve taleplerini hareket noktası edinmeyen, siyasal güçlerin de halk ve talepleri karşısındaki pozisyonunu, bu pozisyonun somut birlikler için yeniden ve somut ifade edilişine dayanmayan, halk ve talepleri karşısındaki bu somutluğu önemsemeyen tersten bir yaklaşım oluşturacaktır. Talepleri üzerinden işçi ve emekçileri, halkı esas alma ve siyasi güçler ve aralarındaki ilişkinin de halk ve talepleri karşısındaki somut tutum ve pozisyonlarıyla belirginleşip şekillenmesini olanaklı kılma, birlikler ve seçim ittifaklarının olmazsa olmazı, her somut durumda hangi güçlerle birlikler kurulacağını kararlaştırmada tayin edicidir. Herhangi türden birlik ve “ittifaklar”ın, bunların halkın çıkarına olup olmadığının, halkın birleştirilmesi ve mücadelelerinin ilerletilmesi için ihtiyaç oluşturup oluşturmadığının ve dolayısıyla devrimci işçi partisinin bunların içinde yer alıp almamasının ölçütü; onların mücadele platformlarıdır (programlarıdır), halkın acil taleplerini savunup savunmadıklarıdır. Devrimci işçi partisi, şu ya da bu partiye birlik çağrıları yerine, halkın mücadele talepleri üzerinde, dönemden döneme farklılaşabilecek bu talepler üzerinde yükselen mücadele platformu etrafında birleşme çağrısı yapma tutumunu benimser. Bu tutum, çeşitli siyasal güçlerin kendilerine yükledikleri ya da onlara yüklenenlere dayalı bir seçmeciliği, denk düştüğü idealizmi ve –içinden çıkılmaz tartışmalarla sen-ben çekişmelerine de kaçınılmazlıkla yol açmak üzere– siyasal güçleri ve onlara ilişkin, halktan, dertleri ve taleplerinden bağımsız değerlendirmeleri hareket noktası edinmek yerine; halkı, çıkarları ve taleplerini; halkçı ve devrimci olması zorunlu birliklerin hareket ettirici temeli yapmayı olanaklı kılar. Bu tutum, aynı zamanda, siyasal güçlerin, halkın çıkarları ve talepleri, birlik ve mücadelelerinin ihtiyaçları karşısında sınavdan geçirilmesini olanaklı kılar, dolayısıyla halkın ve mücadelesinin yararına, öyleyse devrimin yararına birliklerin oluşmasını garanti eder.

Ancak, halkı ve taleplerini esas alıp siyasal güçlerin de halk ve talepleri karşısında saflaşmasını olanaklı kılma tutumu yerine, siyasal güçlerin, politika ve tutumlarının değişmezliğini de öngörerek, siyasal güçlere kendilerinin ya da muhataplarının astıkları yaftaları, “hangi güçlerle seçim ittifakı yapmalı” sorusunun kararlaştırıcısı saymayı geçirme tutumunun yaygınlığı biliniyor. Oysa kuşkusuz ki, güçbirliği ya da seçim ittifakları, halkın talepleri karşısındaki tutumları esas alınmadan, “şu şu partilerle birlik olunmalı” yaklaşımıyla kararlaştırılamaz. Ve yine, siyasal güçlerin kendileri hakkındaki iddiaları ve kendilerini tanımlayışları ya da “biz” veya başka muhataplarının onlar hakkındaki iddiaları ve yaptıkları tanımlamalar, bu güçlerle birleşme ya da birleşmeme tutumunun dayanağı olamaz. Demokratik halkçı birliklerin ölçütü, siyasal güçlerin halka ve taleplerine karşı tutumu olabilir.

28 Mart’ta olan neydi?

28 Mart seçimlerinde, bazı çevreler bakımından konuşulduğunda, hiç de küçümsenmeyecek ölçüde, halkın talepleri karşısındaki tutumlarına bakmadan, bu tutumların sınavdan geçirilmesine dayanmadan ve halkçı bir platformun kayıt altına alınması önemsenmeden CHP ile ittifak arayışına girildi ve birçok yerde CHP desteklenebildi.

Baştan belirtmek gerekir ki, bilinçli işçi, herhangi “isimler” karşısında saplantılara sahip değildir. “Hiçbir koşulda CHP adı kullanılamaz”, “CHP ile ittifak yapılmaz” takıntısıyla hareket etmez.

Örnek vermek gerekirse; İzmir Aliağa’da Petkim işçileri ve talepleri üzerinde yükselen bir yerel platform kurulmuş, bu platformda bir dizi sendika ve kitle örgütünün yanı sıra, CHP de içinde olmak üzere çeşitli siyasi partiler de yer almıştır. Platform; sınıfın partisinin de katkısıyla, özelleştirme karşıtlığı başta olmak üzere işçilerin belli başlı taleplerinin yanı sıra IMF politikalarına karşı çıkıp rant mekanizmasına karşı halkçı belediyeciliği benimsemiş, halkın komiteler ve meclisler olarak örgütlenerek inisiyatif alması ve siyasete müdahale etmesini teşvik eden tutum almış ve azımsanmayacak işçi ve emekçiyi etrafında birleştirerek seçimlere katılacağını açıklamıştır. Sınıfın partisinin tutumu, işçi ve emekçilerin yerel inisiyatifini teşvik etmek ve iradelerini ortaya koyarak siyaset yapmada ilerlemeleri için, bir parti adayını dayatmak ya da çeşitli parti merkezlerinden aday atanmasının benimsenmesi yerine, kendi adayını ve seçime katılış biçimini platformun belirlemesini savunmak olmuştur. Bunlar doğrudur. Platformun kararı, belediye başkan ve encümen adaylarının platform tarafından belirlenmesi ve CHP listesinden seçime katılma yönünde olmuştur. Sonrası, CHP başta olmak üzere siyasi partiler ve sendikalar içindeki uzantılarının işe el atması ve kendi tutumlarını dayatması –örneğin, CHP, platformun adaylıklara ilişkin kararını kabul etmeyerek, merkezden atadığı kendi başkan adayını dayatmış– ve işçilerin birliğini bozmaları biçiminde gelişmiş; sınıfın partisi ise, işçilerin, siyasete kendi iradeleri ve bağımsız politikalarını izleyerek ağırlık koymalarını sağlamada yetersiz kalmıştır. Ancak CHP CHP’liğini yapmış, o durumda, Aliağa “ittifakı”nın ve seçime “CHP” adıyla girilmesinin, bugünkü somut gerici merkezi politikalarıyla CHP’nin seçime girmesi olmadığını görerek müdahale etmiş; işçi sınıfı, halk ve talepleri karşısındaki gerici pozisyonu savunarak korumaya yönelmiş, CHP’nin Aliağa’da –kuşkusuz bir ölçüde, ancak yeterli sayılabilecek ve katlanılabilecek kadar– “CHP olmaktan çıkarılması”nı önlemiştir. Yoksa, gerçekten, Aliağa’da, geriye, başlıca ismi ve politikalarının bir dizi kalıntısı kalmak üzere, CHP, CHP olmaktan çıkmaktaydı. Özelleştirme karşıtlığı kabul edilmiş, IMF karşıtı tutum alınmış, işçi ve halk meclisleri üzerinden yürünmesi kararlaştırılmış bir platformun CHP platformuyla ilgisi olmadığı/kalmadığı tartışmasızdır. Böyle bir “CHP destekçiliği”nin CHP destekçiliği olmayacağı, böyle bir platform ve politikalarla yürütülecek bir seçim çalışmasının CHP çalışması olmayacağı, tersine, bu içeriğiyle bir seçim ittifakının, işçi ve emekçilerin birliği, örgütlenmesi ve mücadelesinin gelişmesine hizmet edeceği açıktır. Ancak böylesi bir “birlik” gerçekleşememiş, sonuçta seçime de ayrı girilmiştir.

CHP, güçbirliği oluşumu sürecinin hiçbir aşamasında halka, taleplerine ve birlik ihtiyacına olumlu yaklaşmamış; halkı, taleplerini ve birleşme ve mücadelelerinin önünün açılması ihtiyacını dışlayarak, sahip olduğu yaklaşım ve politikalarıyla kendisini dayatmaya yönelmiştir. Güçbirliği karşısında seçtiği tutum, onu, başlıca Kürt düşmanı propaganda üzerinden tecrit etmeye çalışmak olmuştur. Halkın geri kalan talep ve ihtiyaçları karşısındaki tutumu ise, IMF’ci neoliberal politikalarda ısrar, rantçılığı benimseme ve halkın politikaya katılımının önünü kesme vb. içerikli olarak şekillenmiş ve tümü bir arada, halkçı bir birlikten yana bir tutum olmamıştır.

Tüm bunların anlamı, CHP’den beklenticiliğin temelsiz hale gelmesidir. Seçim ittifakları ve güçbirliği karşısında aldığı tutum ve temeli olarak CHP’nin bugün sahip olduğu ve sarıldığı emek ve halk karşıtı politika ve yaklaşımlar; –Aliağa türü “aşağıdan” zorlamalar ve bunların başarı şansı bir yana– CHP ile koşulsuz ittifak arayışının, ancak halkı ve kendini inkar temelinde, teslimiyet ve “kuyrukçuluk” olarak gerçekleşebilir olduğunu gösterir. Bu temelde bir CHP destekçiliğinin savunulacak hiçbir yanı olamaz, yoktur.

Diğer bir örnek olarak, devrimci işçi partisinin, halkçı bir mücadele platformu üzerinden gelişen ve CHP’nin de içinde yer aldığı Çorum yerel platformu deneyi öğreticidir. Üzerinde anlaşılıp imzalanan mücadele platformun açıklanmaması, CHP tarafından koşul olarak ileri sürülmüştür. Bu kuşkusuz, devrimci işçi partisi de içinde olmak üzere, bir dizi ilerici güce yönelik “birlik” avuntusunun amaçlandığını, ama halka, çıkar ve taleplerine dayanmanın ve savunmanın amaç ve iş edinilmediğini, kendi listesinden girilecek seçimde CHP’nin kendi bildiğini yapacağını ve bilinen gerici halka karşı politikalarını uygulayacağını ve başkalarını da buna alet etmek istediğini göstermiş ve bir seçim ittifakını olanaksız kılmıştır.

Geliştirilen tutumlar göstermiştir ki, bu seçim sürecinde izlediği somut politikalarıyla somut olarak CHP, 28 Mart seçimlerinin birleşilebilecek bir gücü olmamıştır. Bu, kuşkusuz CHP’li olan hiç kimseyle hiçbir ilişki kurulamayacağı ve birlikte hiçbir iş yapılamayacağı anlamına gelmemiştir. Böyle bir “takıntı”, CHP’nin, –bir seçim ittifakını da olanaksız kılmak üzere en küçük bir “taviz” vermeye yanaşmadığı– merkezi yapısında ifadesini bulan gerici politikaları ve iğdiş edici örgütüyle karşıya alınması yerine, tabanındaki işçi ve emekçilerin dışlanması ve –bir ilişki biçimiyle sınırlı olsa bile– onlarla birleşmekten kaçınılması demek olur ki, bu savunulamaz. Üstelik, Aliağa’da görüldüğü türden, işçi ve emekçilerin inisiyatif almasına ve sınıfın davasına hizmet edebilecek platformlara dayalı incelikli politika ve taktikler izlenmeden, işçi sınıfının eğitimin tamamlanabileceği ve partisinin çelikleşebileceği iddia edilemez. Kendi deneyleriyle dostunu düşmanını ayırt edecek, çeşitli güçlerin kendi politikalarıyla müdahale ederek yarattıkları karmaşıklığın içinde, kendi bağımsız sınıf ihtiyaçlarını bulup çıkarabilecek ve yolunu tutturabilecek bir sınıf ve partisine, güçlü bir devrimci işçi hareketine “dikenli yollarda” yürümeden ulaşılamaz. Saksıda hasat yapılmaz.

Ancak örneğin ÖDP tarafından –netliği ve yaygınlığıyla iki ayrı güçbirliği yapma tutumuna vararak– geliştirilen CHP ile koşulsuz ve bir halkçı platforma dayanmayan ittifak arama ve onu destekleme çizgisinin verilen örneği andıran bir yanı yoktur. Kuşkusuz yerellerde ancak, tamamen gerici merkezi politikaları ve örgütü ile CHP’nin destekçiliği yapılmıştır. Bunun halkın birleştirilmesi vb. gerekçelerle ve devrimin hazırlığı adına savunulması olanaksızdır.

Oysa halkçı bir platformda birlik eğilimi göstermeyip, halkı ve talepleriyle, bu taleplerin savunulmasının ihtiyacı olan birliği dışladığı somut durumda, gerekli olan, CHP destekçiliği değil, CHP’nin etkisizleştirilmesi ve halkın gündeminden çıkarılması çizgisinin izlenmesidir. Çünkü; politikaları ve programıyla, seçimlerdeki tutumuyla; emekçilerin, kendi talepleri etrafında birleşmesi ve mücadelelerinin ilerlemesine değil, emperyalizm ve gericiliğin etkisi altında tutulmasına hizmet etmektedir. Mevcut kapitalist sistem ve uluslararası sermayenin neoliberal küreselleşmeci politikalarla yürüttüğü emek düşmanı saldırganlığa, Türkiye ve halklarını kıskacına alan ve pekiştirilen emperyalist kölelik zincirlerine ve BOP vb. üzerinden sürüklenmek istendiği halkların kırımı ve emperyalist paylaşıma ses çıkarmak ve emeğin haklarını, barışı, demokrasiyi bağımsızlığı savunmak bir yana, tam tersi politikaları benimsemiştir ve bunlarda ısrar etmektedir. Sosyal demokrat bir parti olarak solculuk ilanı ve politikalarını sol adına ileri sürmesi, ne politikalarının içeriğini kabul edilebilir kılmakta ne de desteklenmesini haklı çıkarmaktadır. Sorun, halkın çıkar ve talepleriyle birleşme ve mücadelelerinin gelişme ihtiyacından koparılmış ve baş aşağı edilmiş bir ele alışla – ÖDP’nin yaptığı gibi– “solcularla sosyal demokratların birliği”ne indirgendiği ve böyle savunulduğunda ise, durumun vahameti artmaktadır.

İşçi sınıfı ve emekçilerin, halkın çıkar ve taleplerini hareket noktası olarak almak ve kurtuluşlarını –ve kurtuluş mücadelesinin yan ürünü reformlar olarak yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesini– öngörmek yerine, bütün bunlardan koparılan ne idüğü belirsiz bir “sol” övgücülüğü ve “sol birlikçi” yaklaşımla olumlanan sosyal demokrasi ise, tam tersine, soruna emeğin ve halkın çıkarları açısından yaklaşıldığında, tamamen olumsuz bir işleve sahiptir. Halkın taleplerini ve bu taleplerin savunulmasını güçbirlikleri ya da seçim ittifaklarının birlik temeli edinmeyen “sol birlikçilik” ne denli yanlış bir yaklaşımsa, sözde solcu yaklaşımla, ve halkın talepleri karşısındaki tutumundan bağımsız olarak, bizatihi sosyal demokrasiyi birleşilebilecek bir akım ve güç saymak o denli yanlıştır.

 

Sosyal demokrasi nedir?

Tarihsel şekillenişi içinde sosyal demokrasi, sermaye ile emek ve burjuvazi ile işçi sınıfı (kapitalist tekel ve emperyalizm olgusu karşısında, buraya, genel olarak emekçiler dahil edilebilir) arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın örtülmesi ve uzlaşmaz çıkarların uzlaştırılması girişimi ve Marksizm ve işçi hareketi içinde bir sapma olarak ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Bunun tek anlamı; emeğin, işçi sınıfı ve emekçilerin, kendi çıkar ve taleplerinin savunucusu ve sahiplenicisi olmak yerine, bunları, sermayenin, burjuvazinin çıkar ve talepleriyle birleştirmeye, dolayısıyla kendi çıkar ve taleplerinden vazgeçerek burjuvazinin yedeği haline gelmeye itilmesidir. Sermaye ve gericilik karşısında (buradan gelerek, emperyalizm karşısında) işçi ve emekçilerin, halkın haklarını ve taleplerini savunmaktan caydırılmaya, sermaye ile uzlaşmaya ve mücadelesinin yatıştırılmaya çalışılması– sosyal demokrasinin işlevi budur.

Emekçi kitlelerin yatıştırılması ya da mücadelelerinin dağıtılıp önlenmesinin bir temel yolu, zorbalıktır, siyasal zordur. İkincisiyse, tavizler politikasıdır. Sosyal demokrasi, bu ikincisi, yani tavizler politikası üzerine kurulmuş, tavizlerle durumlarında sağlanan iyileştirmelere dayanarak işçi ve emekçilerin kapitalizme bağlanmasının aracısı olmuş, varlığını bu politikada bulmuş, yükselişini buradan sağlamıştır. (Düşüşleri de, bu politika ve dayanağı olan tavizlerdeki gerilemelere bağlı olarak gerçekleşmiştir.)

Tavizi veren sermayedir, burjuvazidir; sosyal demokrasi, bu nedenle, esas olarak, sömürgelerden sağlanan ek kârlardan işçi ve emekçilere kırıntı olarak dağıtılan paylarla, bu dağıtımın olanaklı olduğu gelişmiş kapitalist ülkelerde ortaya çıkmış ve belli bir gelişme gösterebilmiştir. Üstelik, sermaye gönül hoşluğuyla ek kârlarından bile pay dağıtmaya yanaşmaz, yanaşmamış; ancak çaresiz kalıp buna zorlandığında, tavizler vermeye ve bunu politika düzeyine yükselterek tavizler politikası izlemeye yönelmiştir.

İlk ortaya çıkışı, Birinci Paylaşım Savaşı’na gelen günlerde, burjuvazi için bir tehdit olacak kadar güçlenen uluslararası işçi hareketi ve onun üzerine oturan güçlü II. Enternasyonal partilerinin bozuşmaları üzerinden gerçekleşmiş; Ekim Devrimi ile birlikte kapitalist sisteme yönelik tehdidin artması ile, burjuvazi açısından, tavizler ve tavizler siyaseti ihtiyacı büyümüş, bunlar, gereksiz bir “masraf kapısı” olmaktan çıkarak, sistemlerinin bekası için zorunlu hale gelmiştir. 1929 Büyük buhranının yıkıcı etkilerinin işçi ve emekçileri sosyalizme yöneltme ihtimali, yine bu zorunluluğu büyüten bir etken olmuş; II. Paylaşım Savaşı sonrası uluslararası işçi-emekçi hareketinin ve sosyalist sistemin sağladığı ilerleme ve kazanımlar (ve kuşkusuz kapitalist sistem açısından oluşturdukları tehlikenin giderek varlık-yokluk sorunu haline gelerek büyümesi) ise, tavizler ve tavizler politikasının önemini artırdığı gibi, onun yeni ve “ileri” bir düzeye yükseltilmesine neden olmuştur: Burjuvazi, kapitalizmin “sosyalizasyonu”na yönelmiş, “sosyal devlet” uygulamasına geçmiştir.

Bütün bu kapitalizme yöneltilmiş tehditlerin zorunlu kıldığı tavizler ve onların üzerinden yürütülen tavizler politikası; işte bu, sosyal demokrasinin, onu karakterize eden sınıf uzlaşmacılığı ve sınıf işbirliği fikri ve pratiğinin, sonuç olarak sınıf mücadelesinin yatıştırılmasının sağlanmasının başlıca dayanağı olmuştur.

Peki şimdi, günümüzde durum nedir? Sovyetler Birliği’nin çöküşü, uluslararası işçi ve emek hareketinin (ulusal hareketlerin düşüşünü de koşullayan) uğradığı yenilgi ve –nedenleri bir yana– büründüğü durgunluğa bağlı olarak, kapitalizmin yüz yüze olduğu tehditten geçici de olsa kurtulması; tekelci burjuvaziyi pervasızlaştırdığı gibi, tavizler ve tavizler siyasetini gereksiz “masraf kapısı”na dönüştürmüş, uluslararası burjuvazi, hızla, verdiği tüm tavizleri geri almaya, “sosyal devleti”ni berhava etmeye ve üretici güçlerin gelişkinlik düzeyine karşın 1800’lerin kapitalizmini ihya etmeye girişmiştir. Haksız, tavizsiz, hukuksuz, “sosyal” kabuğundan çıkmış, çıplak ve dizginsiz sömürü ve talan, bugünkü kapitalizmin başlıca görünümüdür. Burada, artık sosyal demokrasiye pek bir yer kalmamaktadır. Emekle sermaye arasındaki bugünkü uluslararası sınıf ilişki ve güç dengesi koşullarında, ne burjuvazi ve kapitalist sistem, tavizlere dayalı sınıf işbirliği politikası olarak sosyal demokrasiye eğilim göstermekte ne de sosyal demokrasinin dayanak edineceği tavizlere ihtiyaç duymaktadır. Tersine, burjuvazi taviz tanımaz bir küresel saldırganlığı sürdürmektedir.

Bunun anlamı, burjuvazinin neoliberal politikalarla kurmaya yöneldiği “yeni dünya düzeni” ya da küreselleşmeciliğin geçerliliği koşullarında, günümüzde, sermayenin sosyal demokrat akıma olan ihtiyacının ortadan kalkmakta olmasıdır. Artık sosyal demokrasi, önceki gibi, tavizlerle beslenen aldatıcılığını sürdürebilme olanağına esasta sahip olamamakta; geriye, temelsiz “saf” aldatıcılık kalmaktadır. Ancak “karşılıksız ayı bile oynamaz”. Bundan böyle sosyal demokrat palavralara kanacak “saflar” bulmak kolay olmayacaktır. Öyleyse, bilinen işleviyle, yani, sosyal demokrasi olarak sosyal demokrasiden artık burjuvazinin ciddi bir eğilimi olarak söz edilemez. Bu, kalıntılarının bir süre etkili olmayacağı ya da gelecekte işçi hareketi ve sosyalizmin yeni atılımları karşısında burjuvazinin yeniden ihtiyaç duyacağı bir akım haline gelemeyeceği anlamına gelmez, ancak bugün bilinen tarihsel işlevine sahip olamadığı da anlaşılmalıdır.

Eski sosyal demokrasi üzerine kurulan/kurulabilecek hayallerin, kabullenilmese de, anlaşılır bir yanı olabilirdi. Artık bu türden hayaller anlaşılır olmaktan da çıkmaktadır. Sosyal demokrasinin işçi ve emekçilerin davası açısından tamamen zararlı, yatıştırıcı ve dağıtıcı bir akım olduğu kesindir. Ama artık nesnel karşılığı olan yatıştırıcılık bile yapamayacak, emekçilere sunulacak tavizler olarak, çalışma ve yaşam koşullarındaki belirli iyileştirmelerin bile savunucusu ve uygulayıcısı olamayan, sosyal demokrasi bile olamayan bir “sosyal demokrasi”dir, karşımızdaki. Hele Türkiye’de öteden beri, tavizler politikasının güçlü dayanakları olmamış, ve sosyal demokrasi adına, daha çok siyasal içerikli aldatıcılık ve bunu mümkün kılacak küçük “demokratikleştirmeler” türünden tavizlerin çekiştiriciliği yapılmış, Kemalizm kalıntısı ulusalcılıkla idare edilmiştir. Gelinen noktada ise, MGK savunuculuğundan Kürt düşmanı Irak ve Rum düşmanı Kıbrıs politikalarına kadar durumu “içler acısı” olduğu gibi; IMF ve DB politikalarıyla toplam kalitenin, üretim ve çalışmanın esnekleştirilmesinin, özelleştirme vb.’nin savunucusu durumundadır. Sosyal demokrasinin birleşilebilecek yanı yokken, CHP şahsında bugünkü ucube sosyal demokrasinin birleşilebilecek en küçük bir yanını bulmak olanaksızdır. “Demokratikleşme” içerikli tavizlerle, siyasal beklenti yaratmak üzere, ezilenlerin özlemlerinin tacirliğini yapmak bile; tamamen mecalsizleşmiş, statükoculuğa ve her alanda milliyetçi gericiliği savunmaya gerilemiş CHP sosyal demokrasisinin işi/işlevi olmaktan çıkmaktadır. Sosyal demokrasinin yapabileceği, nesnel olarak mümkün yalnızca siyasal istismar, özlem sömürücülüğü kalmıştır, ancak bunu bile, örneğin, AB normlarına uyum sağlama ve kendini beğendirme peşindeki AKP’ye kaptırma eğilimindedir. Üstelik siyasal aldatıcılık, özlem sömürüsü ya da basbayağı aldatmanın yatıştırıcı etkisi, büyük ve uzun süreli olmaz, cehaleti bile sürükleme yeteneği sınırlıdır.

Bu gerçeğe rağmen, sosyal demokrasi üzerinden CHP beklenticiliği, onunla koşulsuz ve halkçı bir platformdan yoksun ittifak arayışı ve destekçiliğinin körlüğü bir yana, kesinlikle devrimci amaçlara sahip olmadığı, devrimin hazırlığı açısından hiçbir değer taşımadığı ve destekçilerini sadece, gerici politikalar arasında tercih yapan sistem içi politikaların sahibi yaptığı açık olmalıdır. Ve, kuşkusuz sistem içi tercihlere ve oy hesaplarına kurban edilen –işçi ve emekçilerin birleşmesi ve mücadelelerinin önünün açılması gibi– devrimci amaçlardan yoksunluk anlamına geldiği gibi, bu tutum, başka vahim sapkınlıkların yanı sıra “oy”la sınırlı hesapların, parlamentarizmin işaretidir.

 

SHP VE İTTİFAK

Peki, “savaş hileleri” ya da ancak CHP olmaktan çıkararak “CHP ile ittifak” türünden olanlar bir yana –ki, bu da gerçekleşmedi–, belirli gerici politikalara sahip belirli bir parti olarak CHP ile ittifak olamadı da, SHP ile nasıl olabildi? SHP de, aynı ya da benzer politikalara sahip bir parti değil mi? O da sosyal demokrat bir çizgi ve programı olan sosyal demokrat bir parti değil mi? Nasıl oluyor da, böyle bir partiyle ittifak yapılabiliyor?

SHP’nin özellikle Kürt tabanında belirli bir itici etkide bulunduğu, eskiyi hatırlatan “devrimci kaşımalar”ın bu etkiyi artırdığı bir gerçektir. Politika ve uygulamalarıyla SHP’nin temiz bir geçmişe ve sicile sahip olmadığı, CHP’den az-çok farklılıkları olsa da, sosyal demokrat bir parti olduğu açıktır. Çeşitli olumsuzlukları sayılabilir: AB’cidir, özelleştirmecidir, toplam kalitecidir, Amerikan emperyalizmi karşısında tutum almamaktadır vb. vb.. Peki güçbirliği nasıl yapılabildi? Yoksa bu güçbirliği hatalı ve halka karşı mıydı?

Bütün sayılabilecek olumsuzluklarına karşın, SHP’nin de dahil olması, güçbirliğini ne hatalı ne de halka karşı kıldı. Neden?

Öncelikle söylenmelidir ki, bilinçli işçi ne geçmişe takılıp kalan ne de duygularıyla hareket edendir. Devrimci politika bu türden kaygılarla yapılmaz. Geçmiş bugünü ilgilendirdiği, bugüne sarktığı ölçüde önemlidir. Yoksa geçmişiyle bugünü farklı bir dizi güç bir çırpıda sayılabilir.

Özetle, seçimlere ve seçim ittifaklarına ilişkin aldığı tutum ve devrimci işçi partisinin platformu karşısında aldığı pozisyon, 28 Mart Seçimleri’nde SHP ile güçbirliğini ve bir seçim ittifakını olanaklı kılmıştır. SHP ile “güçbirliği” 3 Kasım’da mümkün olmamış, tersine DEHAP’ı SHP ile mi yoksa EMEP ile mi birleşeceğini tercih etmeye zorlayan bir hesaplaşmanın konusu olurken, 28 Mart’ta gerçekleşebilmiştir. Belki önümüzdeki seçimlerde de gerçekleşemeyecek ya da yine mümkün olabilecektir. Anlaşılması gerekir ki, SHP ile birlik, somut koşullarda alınan seçim ve ittifaklar karşısındaki tutumlara bağlı olarak olabilir ya da olmayabilir. Genel geçer reçetesi yoktur. Seçim ittifaklarına dair “şu partiyle ittifak olur, bu partiyle olmaz” türünden, örneğin “sosyal demokrat partilerle ittifak olur” ya da “olmaz” gibi genel geçerliliğe sahip “ilkeler” ileri sürülemez; Marksizmin bu türden değişmez ilkeleri olduğu ve şu somut sendikal mücadele (ya da sendika seçimlerinde), bu somut 1 Mayıs gösterisinde, örneğin Bush’un gelişine ve NATO’ya karşı kampanyada olduğu gibi, belirli bir somut seçimde de, bu “ilkeler” çerçevesinde ancak “şu güçlerle birlik olunabileceği, ama bu güçlerle birlik olunamayacağı” iddiasında bulunulamaz. Bu, siyasal güçlerin, sınıf mücadelesi karşısındaki somut tutum ve pozisyon alışlarıyla değil, ama idealistçe, kurgulandığı gibi, kendisi hakkında kendi yaptığı ya da masa başında ona yakıştırılan tanımlamalar üzerinden, pratikle bağlantısız düşünsel süreçlerle sınırlı olarak değerlendirildiği anlamına gelir. Sınıf mücadelesi ve tutumlar tamamen somut olduğu ve somutluğu içinde şekillendiği için, bu tür değerlendirmeler belki bazen somuta denk düşüp tutabilir, ama genellikle de tutmaz. İlişkilenmenin, şu ve şu somut partilerin şu somut durumdaki ilişkilerinin anlaşılıp kavranması kadar şekillenmesinin koşulları da somut pratik tarafından belirlenir ve belirli pratik zemine sahip olur. Marksist’e düşen, buna uygun davranmak, ilişkilerini nesnel dayanakları ve somut koşulları çerçevesinde kurup geliştirmek, birleşebileceği güçleri idealistçe ve “yazı-tura atma” yöntemiyle değil, nesneli yansıtacak doğru yöntemle saptamaktır.

Bunun tek yolu vardır: Yine masa başında belirlenmemiş ama –sınıfın genel çıkarlarına uygun olacağı kadar dönemsel ihtiyaçlarını da karşılamak üzere– işçi ve emekçilerin, halkın acil mücadele talepleri üzerinde yükselen ve bu talepler toplamının savunulmasına dayanan gerçekçi ve somut bir mücadele (seçim vb.) platformu ortaya koymak ve bu platform etrafında birleşme çağrısı yapmak, belirli birliklerin bu temelde gerçekleşmesinin mücadelesini vermek, idealist tutumları geçersizleştirerek, birlik koşullarını buradan oluşturmak. Örneğin 28 Mart Seçimleri’nde bir kez daha görüldüğü gibi, bunun karşısında ve yanında ikinci bir yaklaşım, birlik sorunu ve birliklerin ikinci bir ele alınışı daha vardır. Kimisi “sosyal demokrat partilerle birleşilemez, bu oportünizmdir, reformizmdir” vb. tutumunu almış, kimi CHP ile de birleşmeye yönelmiş, kimileriyse sosyalistlerle sosyal demokratları birleştirecek “sol birlik” peşine düşmüştür. Tümünü karakterize eden, işçi ve emekçileri, halkı ve taleplerini hesaba katmayışları, ondan kopuklukları, –hangileriyle birleşilebileceğini kararlaştıracak– somut değerlendirilmesini de kapsamak üzere, siyasal güçlerin, halk, mücadele talepleri ve ihtiyaçları karşısında sınavdan geçmesini öngörmeyişleri ve birliklerin buradan şekillenmesinin koşullarını uygunlaştırma çabasından yoksun oluşlarıdır. Bu olmayınca ve halktan, talep ve mücadelelerinden kopukluk temel edinilince, geriye takıntılar, her siyasal gücün kendine özgü takıntıları kalmakta, birlik ya da birliksizlik buradan kararlaştırılmaktadır. Bu nesnellikten uzak ve “halksız” temelde birlikler ve seçim ittifaklarının tümden reddi de türemektedir, “sol birlikçilik” ya da solcularla sosyal demokratların birliği fikri ve pratiği de. Aynı temelden sağa da sola da, kuyrukçuluğa da kendini gönüllü tecride de (hatta anarşizme) yayvanlaşan sapkınlığın başlıca kayma noktası ya da belirleyeni, işçi ve emekçilerin taleplerinden hareket etmeyiş ve –kopukluğu teori düzeyine yükseltme çabasıyla kalıcılaştırmayı da içeren– halkın birleştirilmesi, mücadelesinin ve örgütlenmesinin önünün açılması kaygı ve yaklaşımından uzaklıktır. Ama bu, devrimci amaçlardan uzaklık, devrimin hazırlığını iş edinmeme demektir. Taleplerinden hareketle halkın birleştirilmesi ve mücadele ve örgütlenmesinin geliştirilmesi ve her şeyin, seçim birliklerinin de bunun hizmetine bağlanması tutumu benimsenmediğinde, “en keskin” gerekçelerle ittifaka gerek duymayan solcu da, en sığ kaygı ve yaklaşımlarla CHP (ya da SHP) kuyrukçuluğuna savrulan solcu da, sistem içine sıkışıp kalmakta, ne söylerle söylesin sistem içi ve “oy” saymadan bahsettiği ölçüde de parlamentarist zeminde bulunmaktadır.

SHP ile güçbirliği ise, bu zeminde, SHP’nin, seçim platformuyla birlikte devrimci işçi partisi karşısında görmezden gelmeyen ve inkarcı olmayan tutum ve pozisyon alışına bağlı olarak gerçekleşebilmiştir. Bazı yerellerde CHP de bundan kaçamamış, onun yerel örgütlerinin de içinde yer aldığı, devrimci işçi partisinin platformuna uygun yerel platformlar oluşmuş, ancak inkarcı ve halk karşıtı merkezi müdahaleleriyle CHP bu platformlardan çekilmiş ya da devrimci işçi partisinin çekilmesini dayatmış, sonuçta onunla birlik gerçekleşmemiştir.

Burada önemli olan sorun, güçbirliği gibi geçici birlikleri, halkın birleştirilmesine hizmet edip etmemesine göre ve sınıflar arasındaki ilişkiler temelinde ele almak, geçici birlikleri her şey ya da “ilke sorunu” olarak görmemek, ama sınıf ittifaklarını esas almaktır. DEHAP söz konusu olduğunda, işçi sınıfı ile Kürt halkının ittifakını, yakınlaşmasını ve birliğini, kardeşleşmesini esas alan perspektifi kaybetmemek önemli olduğu gibi, SHP söz konusu olduğunda, onun bir burjuva partisi olduğunu ve işçi sınıfıyla burjuvazi arasında bir hegemonya sorunu bulunduğunu bilmek de önemlidir.

Kuşkusuz işçi sınıfının Kürt halkıyla ittifakının geliştirilmesi ve buna uygun davranmak, nasıl her koşulda ya da koşulsuz olarak bir Kürt partisiyle birliği zorunlu kılmazsa, aynı şekilde, işçi sınıfıyla burjuvazi arasındaki hegemonya mücadelesi, her koşulda ya da aldığı tutumlar ve pozisyondan bağımsız olarak her burjuva partisinin dışlanmasını da gerektirmez.

Önemli ve temel olan, belirli siyasal güçlerin, işçi sınıfı ve halkın ve mücadelelerinin çıkarlarına uygun ve öyleyse talepleri üzerinden şekillenen bir mücadele platformunda anlaşıp birleşebilmeleridir. SHP’nin somut durumu ve beklentilerinin onu yönelttiği, DEHAP’la birlik arayışıyla güçlendirilmiş ve bu süreçte geliştirdiği/geliştirmek durumunda kaldığı, görmezden gelme ya da inkarcılık yerine –ve DEHAP’ın yanı sıra– devrimci işçi partisiyle de birleşme arayan, onu, karşılıklı tavizlerle, kabul edilebilir belirli bir seçim platformunu benimseme eğilimine sokan tutumlar, buradan geliştirdiği pozisyonu, güçbirliğinin sağlanmasını mümkün kılmıştır.

SHP, belli başlı yaklaşımlarını korumakla birlikte, -nedenleri, gelecekte ne hal alacağı ve tutarlılığı bir yana- politikalarında belirli değişikliklere ya da esnekliğe de yönelmiştir.

SHP, onunla belirli bir seçim platformunda güçbirliğini olanaklı kılmak üzere, en başta, Karayalçın ve SHP’ye yöneltilen temel suçlama olan ve onları, asıl güç olarak birleşmeye yöneldikleri DEHAP ve Kürt tabanından yalıtmayı hedefleyen Kürt düşmanlığı politikasında bir yumuşamaya yönelmiştir. “Bölücü odak” suçlaması ve kapatılması talebiyle mahkemede olan DEHAP’la işbirliğine yönelmesinin kendisi bile, değişme belirtisidir.

SHP ile güçbirliği, koşullarının buradan şekillenmeye başlamasıyla gündeme girdi. Görüşmeler, halkın etrafında birleşmeye çağrılmasına ve mücadelelerinin önünün açılmasına elverir belirli bir platformun üzerinde anlaşılması ve imza altına alınmasıyla sonuçlandı. Uygulamada ortaya çıkan sorunlar bir yana, 3 Kasım Seçim Bildirgesi ile kıyaslandığında, programatik niteliği, düzeyi ve uygulanmasına ışık tutacak kavrayış birliği bakımından sorunlu ve oldukça geri bir platform üzerinde anlaşma sağlanabildi, ama sağlandı. Temel yaklaşım ve politikalarda birbirinden ayrılan iki karşıt sınıfın (burjuvazi ve işçi sınıfının) partilerinin birlikte yer aldığı bir güçbirliğinin platformunun karşılıklı tavizler üzerinden yükselmemesini ve mükemmel olmasını beklemek, kuşkusuz hayalcilik olurdu.

Daha ileri ve iyisi kuşkusuz tercih edilirdi; ancak, söylendiği gibi, her şeye rağmen, devrimci amaçlarla çelişmeyen ve sınıfın ve halkın dönemsel ihtiyaçlarını asgari olarak karşılaması bakımından yeterli sayılabilecek bir Güçbirliği platformu oluşturulabildi. Rantçılık karşıtlığı ve halkçı belediyecilik, halkın söz ve karar sahibi kılınması ve denetimi, bunların halk meclisleri aracılığıyla, halkın dolaysız politik süreçlere katılması üzerinden gerçekleştirilmesi, IMF ve özelleştirme karşıtlığı, “kamu yönetimi reformu” karşıtlığı ve Kürt sorununu sahiplenme platformun başlıca dayanakları durumundaydı.

Bir kısmı sözde kalsa bile, diğer tüm sorunlarda olduğu gibi, Kamu yönetimi “reformu” sorununda sağlanan ilerleme önemsiz sayılacak türden değildir. SHP-DEHAP birliğinin gerekçelendirilmesinde desteklendiği açıklanan bu “reform”un, güçbirliği platformu kapsamında karşıya alınması ve örneğin Karayalçın başta olmak üzere SHP ileri gelenlerince pratikte de (TV programlarında vb.) “kamu çıkarını reddetmesi”, “özelleştirmeciliği” ve “taşeronlaşmacılığı” dolayısıyla suçlanması önemsiz değildir. Ne bu ne de başkaları yok sayılamaz.

Sonuçta her partinin kendi bağımsız çalışmasını kendisini sınırlamadan yürütmesinin önünde bir engel olmadığı gibi, birliğin sunacağı olanaklar gözetildiğinde, verilen tavizlerle sağlanan birlik zemininin de, katlanılamaz olduğu ve yeterli sayılamayacağı iddia edilemez. AB sorunu mu? Devrimci parti kendi yaklaşım ve politikalarını ortaya koyabileceği gibi; halkçılığın dayanak edinilmesi ve IMF ve özelleştirme vb. karşıtlığı üzerinden birlik platformunun neoliberal politikalar ve emperyalizm karşıtlığına bağlanması koşullarında, AB’ne özel ve somut olarak olumlu ya da olumsuz atıfta bulunulmaması katlanılamaz bir sorun oluşturmamaktadır. Platformun AB perspektifi ve övgüsü yoktur ve üstelik onun suçlanmasına götürecek dayanakları vardır.

Başka sorunlara ilişkin olarak yine aynı şey söylenebilir. Bu durumda güçbirliğinden kaçınmak, “üzüm yemek değil bağcıyı dövme”ye eşitlenecek bir kavrayışsızlık olurdu.

 

***

SHP ile yapılan güçbirliğinde önemli olan, sosyal demokrat bir parti ile bir burjuva partisi ile yan yana gelindiğinin bilincinde olmaktır. Güçbirliğinin nedeni ve amacının net olarak farkında olmaktır. Amaç nedir? İşçi ve emekçilerin halkın birleşme/birleştirilme olanaklarını çoğaltmak, örneğin güçbirliğine kadar esasta –devrimci işçi partisine ve çağrılarına– kapalı olan sosyal demokrat etki altındaki kitlelere seslenebilme olanağını kullanabilmek, bu etki altındaki emekçiler de içinde olmak üzere halkın kendi talepleri etrafında birleştirilmesini ve ayrı ayrı ve birleşik mücadelelerinin geliştirilmesini kolaylaştırmak. Seçimlerde bu amaç doğrultusunda ilerleme sağlandığını söyleyebiliriz.

Peki, bir burjuva partiyle güçbirliği biçiminde bir birlik yapıldığının bilincinde olmak ne demektir? Her şeyden önce, yapılanın bir parti içinde birleşmek ya da –son seçimlerde kimilerince yapılan koşulsuz CHP destekçiliğinde olduğu gibi– işçi sınıfının bağımsız politikasından vazgeçmekle ilgisiz olduğu açıktır. İçerik bir yana biçim olarak bile böyle olmamış; seçime, –özellikle DEHAP’tan bu yönlü bir baskı gelmesine karşın– tek bir parti listesiyle, SHP adıyla katılınmamıştır. İlke düzeyine yükseltilecek bir tutum olmamakla birlikte, bu gerçekleşmemiştir. Ve seçimden birkaç gün sonra, küçük kurultayını toplayan SHP tarafından altı çizilmiştir ki, güçbirliği bir geçici yol arkadaşlığıydı, öyle olmuştur. Bu, bundan sonra bir araya gelinemeyeceği anlamına gelmez. Ancak, “Avrupa Birliği, özelleştirme vb. karşıtlığında kararlı olan EMEP’le uzun süreli ve geleceği olan bir birlik ihtimali görünmemektedir” yolunda bir eleştiriyle birlikte, SHP, güçbirliğinin bir “seçim ittifakı” olduğunu ve ancak önümüzdeki seçim için tekrarlanabileceğini de açıklamıştır. Bir burjuva partiyle birliğin anlamı, en başta koşula bağlı ve “geçici yol arkadaşlığı” oluşudur.

İkincisi, bu, karşıt sınıfın partisiyle yapılan güçbirliğinin uyanıklığı zorunlu kılışıdır. İki farklı sınıf tavrı, iki farklı dünya görüşü ve temelden farklı yaklaşım ve politikaların geçerli olduğunu ve geçici ve koşula bağlı olarak yan yana gelindiğini bilmek, bağımsız işçi tavrı ve sınıf politikaları üzerinde hassasiyetle durulmasını ve kaçınılmazlıkla ortaya çıkacağı beklenmesi gereken politik ve pratik burjuva manevra ve dayatmalar vb. karşısında uyanık durulmasını gerektirecektir. Bu tür gelişmeler olmamış mıdır? Olmuştur. İşçi sınıfı militanları bu yönüyle de deneyden geçmiş, tecrübe biriktirmişlerdir.

Üçüncüsü, burjuva tutumlarla karşılaşmanın kaçınılmazlığı bilinciyle, türlü burjuva eğilim ve tutumları mücadele nesnesi olarak ele almak, burjuva partisiyle birliği mücadelesiz bir birlik olarak anlamamak gereklidir. (Bu, genel olarak birlikler açısından geçerlidir.) Burjuva partisiyle geçici birlikler olabilir, ancak bu; koşullu olduğu kadar, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki hegemonya mücadelesinin kaçınılmazlığının da belirtisi olarak, birlik bir kez yapıldı diye, söz konusu burjuva partisiyle her türlü tartışma ve mücadelenin tatil edilmesi, tabi olan tutumlar geliştirilmesi anlamına gelmez, her yönüyle, sınıfın en ileri mevzileri elde etmesi ve en ileri amaçlarına ulaşması mücadelesini gerekli kılar.

Dördüncüsü, böyle bir mücadele gerekliliği, bir didişme ve “sen-ben” ya da “koltuk kavgası” çekişmesi ve mücadelenin buna indirgenip bu alanlarda yoğunlaştırılması olamaz. Burjuva partisiyle birliğinin, aynı zamanda, bir tavizler “alış-verişi” olduğunun bilinmesi şarttır ve asıl politik alandaki tavizlerin önemli olduğunu bilmek önemlidir. Üstelik, bu mücadelenin, birliği yok edecek ve onu geçersizleştirecek bir katılık ve kavrayışsızlıkla sürdürülmemesi gerekecek, esnek tutumlar geliştirilmesi ve bunda ustalaşma önem kazanacaktır. Bilinmelidir ki, ya birlik doğru değildir, gerekli temelleri yoktur ve öyleyse zararlıdır, bu durumda yapılmamalıdır. Ya da koşulları oluşmuş ve yapılmışsa, burjuvazi karşısındaki uyanıklık ve mücadelenin, gerekli esneklikle ve sınıfın amaçlarına mümkün olabilecek en ilerisinden ulaşmayı gözetirken, somut durumda bunun koşulları arasına katılmış burjuva partisiyle birliği olanaksızlaştırmayacak içerik ve biçimlerle sürdürülmesine dikkat edilecektir. Bunu garanti edecek olan, mücadele adına kendini korumacılığı mutlaklaştırmak ve içe kapanmak, “kendi”ni işçi sınıfından koparılmış dar ve fraksiyonarist içeriğiyle tanımlamak değil, ama güçbirliğini gerekli kılan nedenleri unutmadan, mümkün olabilecek genişlikte işçileri hareketlendirip politikaya katmak, burjuva manevraları onun gücüyle göğüslemek ve esnek sınıf politikaları ve tutumlarını geliştirmektir.

Bunlar başarılabilmiş midir? Özellikle başlangıçta nedenleri ve kendisi üzerinden amaçlananlarla birlikte güçbirliğine ilişkin kavrayışsızlıklar ortaya çıkmış, ama süreç içinde önemli ölçüde giderilmiştir. Sayılanlar açısından az-çok başarılı bir çalışmanın yürütüldüğünü ve işçi sınıfı militanlarının olduğu kadar, az-çok sınıfın aydınlanmış ve aydınlanmakta olan kesimlerinin de, bir burjuva partisiyle güçbirliği deneyi üzerinden, burjuvaziyle ilişkilerin, burjuva eğilimler ve tutumların bilgisiyle donanmak ve sınıf tavrı ve politikalarının daha derinden bir kavrayışına ulaşmak üzere eğitimlerini ilerlettikleri söyleyebiliriz.

Sonuç olarak, Türkiye devrimci işçi hareketi tarihinde sosyal demokrat bir burjuva partisiyle ilk kez yapılan güçbirliği, halkın birleştirilmesi ve mücadelelerinin önünün açılması, devrimci işçi partisinin sınıf ve halk içindeki ilişkilerini ciddi ölçülerle geliştirip yeni örgütler kurarak taze güçlerle yenilenmesi ve yerelleşmesini ilerletmesi, incelikli yöntem ve sonuçlarını da kapsayarak eğitimini derinleştirmesi bakımından yararlı olmuştur. Özellikle başlangıçtaki kavrayış ve uygulama zaafları, sınıfın kurtuluşu davasında daha ileri sonuçlara ulaşılmasını kösteklese de, izlediği seçim taktiğiyle, devrimci işçi partisi; bugün, eskisinden daha ileri ve güçlenmiş bir parti durumundadır. Sınıfın ileri, uyanış halindeki kesimlerini de kapsamak üzere, eğitimini ilerleterek olgunlaşması, taze güçlerle yenilenmesi ve yerelleşmesini ilerletmesinin yanında, artık belediye başkanı, yardımcıları ve bir dizi encümen üyesi olan, kendi adına seçime girdiği yerlerde yüzde 3-4’lük oy tabanına sahip bir parti olarak, artık sınıf mücadelesine daha ileri bir noktadan katılma koşullarını geliştirmiş bir devrimci sınıf partisi konumundadır.


[1] Günümüz Türkiye’sinin koşullarını burada ayrıntılı olarak açıklamak gerekmiyor; yazıda gerektikçe değinilecektir.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑