-I-
Dünya ve Türkiye’de, son çeyrek yüzyılda sermayenin devreye soktuğu sistemi yenileme politikalarının sonuçları hızla toplumsal yapıyı etkilerken, önceki koşullarda oluşmuş ekonomik, siyasi, toplumsal kurumlardaki çözülmeyi de olağanüstü bir biçimde hızlandırmış bulunuyor.
Sadece 1945 sonrası değil; ’90’ların başında “küreselleşme politikaları”nda, “Yeni Dünya Düzeni” konusunda işbirliği içinde olan AB ile Amerika, Rusya ile Amerika arasındaki birlik ve uzlaşma ayrılığa, çatışmaya dönüşmüş durumdayken; ABD, Avrupa’daki müttefiklerini yeniden saflaştırmak için elindeki tüm imkânları seferber etmiş bulunuyor.
ABD’nin, “Ya terörizmden yanasınız ya benden” sloganı ile giriştiği saflaştırmadan sonra, yeni bir birlik arayışının en son girişimi ise; Irak’ın işgali sırasında karşı karşıya geldiği Fransa, Almanya gibi ezeli müttefiklerini, NATO’ya yeni misyon biçme üstünden, NATO’yu BOP’a ve kendi egemenlik stratejisine bağlamak için hamleler yapmasıdır.
Batılı gelişmiş kapitalist ülkelerin üstünde anlaştıkları ve 1990’ların başında ilan edilen “ebedi barış; “her yere demokrasi ve özgürlük”, “uluslararası adalet” gibi ilkeler üstünde yükseleceği ilan edilen Yeni Dünya Düzeni’nden artık kimse söz edemiyor. Çünkü; üç yıldan beri ABD, “terörizme karşı mücadele” adı altında; dünyayı yeniden saflaşmaya zorlamakta, “Yeni Dünya Düzeni’ni bir Amerikan dünyası olarak yeniden kurmak için hamlelerini arka arkaya yapmaktadır. Kimi zaman despotik yönetimlerin bulunduğu ülkelere özgürlük ve demokrasi götürmek, kimi zaman üstün Batı medeniyetini (Hıristiyan-Yahudi medeniyeti) ilkel medeniyetlerin tehdidinden kurtarmak için bir “Medeniyetler Savaşı” adına ABD; dünyanın her köşesine müdahale etmeyi, asker çıkarmayı, işgaller yapmayı, üsler kurmayı kendi hakkı olarak görmekte, herkesin de bu hakkı teslim etmesini istemektedir. Apaçıktır ki, ABD ve uluslararası sermaye güçlerinin eylemleri, dünyanın zincirlerinden boşanmış bir emperyalizm döneminden geçtiğini göstermektedir.
Bu hamleleri yaparken ABD, en başta BM olmak üzere, önceki dönemin temel kurumlarını, ittifaklarını, anlaşmalarını “eskimiş” ve “dünyanın sorunlarının çözümüne yanıt vermeyen kurumlar, yasalar” olarak dışlamakta, kendisini hiçbir kurala bağlamadan ülkeleri işgal etmeye kadar varan eylemlerle kendi dünyasını kurmanın yolunu açmaya çalışmaktadır.
Bu baskıların sonucu olarak, BM’nin, kuruluşunun ve yarım yüzyıl boyunca ABD’nin de savunduğu en temel ilkeleri bile, ABD-İngiltere Bloğu tarafından ayaklar altına alınmış bulunulmaktadır. Öyle ki, bu iki ülke pervasızlıkla; ülkelere savaş açmak, BM üyesi ülkeleri işgal etmek dahil her yolla amaçlarına varmak istediklerini açıklamaktan çekinmemektedirler. Amerika’nın, yanına İngiltere’yi de alarak giriştiği egemenliğini pekiştirme ve dünyada tam egemenlik manevraları; son 50 yılın en sorunsuz ittifakları olan Avrupa ülkelerini de bölmüş; Avrupa-Amerika kamplaşmasını gündeme getirirken, Rusya’nın da kendisini yeniden mevzilendirmesini hızlandırmıştır. Çin ve Japonya da yeni arayışlara yönelmiştir. Böylece dünyanın en gelişmiş kapitalist ülkeleri, dünyayı, uzak olmayan bir gelecekte büyük bir savaşa sürüklemek de dahil, büyük alt üst oluşlara itebilecek karşıt emperyalist kamplara bölünmenin ciddi göstergelerini ortaya koymuşlardır. Öyle ki, ABD, yarattığı baskıyla AB üyesi ülkeleri bile aralarında bölüp bununla övünürken, Rusya’nın arka bahçesinde saldırı üsleri kurup İslam dünyasına karşı “Medeniyetler Savaşı” ilan ederek, yeni saflaşmalar, yeni çatışma ve savaş odakları oluşturmaktan geri durmamaktadır.
-II-
Öte yandan; son çeyrek yüzyıldır, en gelişmiş kapitalist ülkelerde devreye sokulup sonra da tüm dünyaya yayılan neoliberal ekonomik politikalar, “küreselleşme” adı altında kapitalist dünyanın temel politikasına dönüştürülerek, IMF, DTÖ, Dünya Bankası gibi uluslararası sermaye merkezleri öncülüğünde bütün ülkelere dayatılmakta; önceki dönemin emek-sermaye, sosyalizm-kapitalizm mücadelesi baskısıyla oluşan ekonomik, siyasi, sosyal kurumları, yasaları, anlaşma ve uzlaşmaları; varoluş temelleri çökertildiği için, hızla çözülmeye başlamış bulunmaktadır. Çözülmenin hızı ve etkisi ülkeden ülkeye değişse de, hemen hiçbir ülkede, kapitalizmin ideologları ve propagandacıları; işçi sınıfı ve onun haklarından, emekçilerin kazanımlarının korunmasından, eğitim, sağlık ve belediye hizmetlerinin parasız ve herkesin eşit yararlandığı haklar olduğundan (bütün bunlar ülkelerin yasa ve anayasalarında henüz yazılı olmaya devam etmekle birlikte) söz etmemektedir. Başka bir söyleyişle; KİT’ler, siyasi partiler, yasalar… dahil, son yüzyıl içinde oluşmuş pek çok kurum ve kuruluş; emek mücadelesinin ve sosyalizmin baskısıyla oluşmuş nüve ve niteliklerden arındırılarak, “yeniden yapılandırılmak” üzere tasfiye edilmektedir.
Kısacası; “her şey piyasa için” denilmekte ve her şeyin, her ilişki ve hizmetin “piyasa malı” haline dönüştürüldüğü bir karşı reform süreci işletilmektedir. Ve bu karşı reform, “toplumun eski değerlerden kurtulması ve yeniden yapılanması için yapılan reformlar” olarak, “burjuvazinin tüm toplumu ilerletme hamlesi” olarak propaganda edilmektedir.
-III-
Gerek uluslararası sermaye merkezlerinin ve en gelişmiş kapitalist ülkelerin tüm dünyadaki sermaye güçlerini yeniden mevzilendirmek için giriştikleri müdahaleler ve Amerika’nın dünya egemenliği için yaptığı manevralar, gerekse Türkiye üstünde giriştiği operasyonlar, Türkiye’nin ekonomi, siyaset ve sosyal kurumlarındaki çözülmeyi hızlandırmıştır.
Bir bütün olarak bakıldığında; Türkiye’de ekonomik ve politik yeniden yapılanmada egemen güç odaklarının katettiği mesafe, yeni değerlendirmeler, yeni ayrımlar ve saflaşmaları gündeme getirecek kadar berraklaşmıştır.
İç ve dış güç odaklarının bölgede ve Türkiye’de yaptıkları müdahaleler, Türkiye’nin dış siyasetini Amerika’nın 11 Eylül sonrası konseptinin ihtiyaçlarına uygun hale gelecek biçimde yeniden yapılandırırken; “içeride” de, çeşitli siyasi odaklar; kendilerinin oluştuğu dönemde aralarında uzlaşarak kendisini meydana getiren unsurlarına ayrışıyor ve dün olması pek de mümkün görünmeyen yeni saflaşmaların ve yeni güç odaklarının oluşmasının olanaklarını da artırıcı bir rol oynuyor.
Bütün bu gelişmeler içinde nispeten yakın arayla yapılan iki seçim (3 Kasım 2002’de yapılan genel ve 28 Mart 2004’te yapılan yerel seçim); sermayenin güç merkezleri tarafından girişilen dünya egemenliği çatışması ve bunun devamı olarak ortaya çıkan karşı reform baskılarının Türkiye’de, siyasi partiler ve çeşitli güç odakları üstünde çözülmeye zorlayıcı bir rol oynadığını açıkça göstermiş; daha doğrusu bu çözülmeyi herkes tarafından görülür hale getirmiştir.
-IV-
Bütün bu gelişmeler karşısında; çeşitli siyasi odakların; daha önceki doğrultularından kimilerinin daha az kimilerinin daha çok saptıkları yönelişlere girdikleri, bazılarının ise, tümüyle varlık-yokluklarını tartışmak zorunda kaldığı bir dönemden geçiyoruz.
Bu doğrultudaki gelişmeler, çeşitli güç odaklarının yönelişlerinin yeniden ele alınıp değerlendirilmesini gerektirecek kadar önemlidir.
Ekonomik, siyasi, toplumsal bütün kurumlar; birbiriyle sürekli etkileşim içindedir ve bu alanların herhangi birinde olan değişim ötekileri de etkiler, onlarda ileriye ya da geriye doğru bir değişime yol açar. Yeni koşullar, her zaman, “eskiden” oluşmuş “birlikler” üstünde baskı oluşturur, onda bir değişimi zorlar. Ancak, bugün içinden geçilen süreç, olağan ayrışma ve bütünleşmelerden farklı olarak; nispeten kısa süreler içinde önemli ayrışmalar ve saflaşmalara yol açacak biçimde gerçekleşmekte, özellikle de uluslararası ve “ulusal” egemen güç odaklarının müdahaleleriyle bu saflaşmalar, yeniden şekillenmeleri doğrultusunda baskılar uygulanarak, oluşturulmaktadır.
Son çeyrek yüzyıldaki gelişmelere bakıldığında; öncelikle neoliberal politikalar, piyasa ekonomisi, mevcut düzen partilerine dayatılıp onların genel ve tartışmasız politikası yapılmış; sonra, özelleştirme, taşeronlaştırma, Toplam Kalite Yönetimi ve esnek çalışmanın yaygınlaştırılması üstünden emekçilerin kazanılmış haklarına savaş açılmış; bu politikalar, tedricen tüm düzen partilerinin ortak politikası haline getirilerek; daha önceki dönemde, birbiriyle nispeten farklı programlara sahip partilerin kronikleşen çekişmesi nedeniyle parçalanmış burjuva siyasal düzeni, neoliberal bir temelde “bütünleştirilir”ken, partiler arasındaki “program farkı” da ortadan kaldırılmıştır. Ama bu, aynı zamanda, son 50 yıl içinde kökleşip gelenekselleşen (DP-AP-ANAP-DYP, MSP-Fazilet, MHP, CHP-DSP) ve son 10 yıl içinde en büyük parti olup sonra güç ve itibar yitirerek küçülen, CHP dışındaki (CHP 1999 seçimlerinde parlamento dışında kaldığı için bu toplumsal tokattan kurtulmuş, ama bugün muhalefetteyken bile kendisini dağıtmaya devam etmektedir) tüm düzen partilerinin 3 Kasım 2002 seçiminde parlamento dışına düşmesiyle somut bir aşamaya ulaşmıştır.
Halk yığınları; kendilerini işsizliğe, açlığa ve yoksulluğa iten neoliberal ekonomi politikaları ve IMF-Dünya Bankası programından, son 10 yılda iktidarda rol sahibi olan düzen partilerini sorumlu tutarak, onları cezalandırmış; bu cezayı, onların tümünü, 3 Kasım 2002 seçiminde barajın altına iterek vermiştir.
Bu sonucu, kimi “sol”daki politika esnafı ve bazı siyasi çevreler “halkın sağa kayması” olarak değerlendirmişse de; gerçekte bu durum, halkın, düzen partilerinden, en azından tanıdığı düzen partilerinden umut kestiğinin ve bir kurtuluş için arayış içinde olduğunun çok açık bir ifadesi olmuştur.
Tayyip Erdoğan ve arkasındaki güç odakları, bu gelişmeleri önceden görerek, eski geleneksel partilerinden kopmuş; görünüşte bir parti, ama gerçekte bir “seçim kazanma firması” olarak AKP kurulmuştur. Bu parti, aralarında bir siyasi ayniyet olup olmadığına bakılmaksızın, ilçelerden başlayarak, eski siyaset erbabından henüz ipliği pazara çıkmamış olanların bir araya gelerek oluşturdukları ve aralarında menfaat birliği kuran ekiplerin üstünde şekillendirilmiş; sadece seçimleri kazanma ortak amacıyla birleşen kesim ve çevrelerden oluşmuştur.
Bu hareketin merkezinde yer alan, eski Milli Nizam-Fazilet Partisi çizgisinden gelen ekip belirleyici bir konuma gelirken; seçimden hemen sonra, en büyük sermaye kesimleri, IMF, Dünya Bankası ve ABD ile girdikleri ilişkilerden, bu partinin öncü kadrosunun da Amerika’nın “ılımlı İslam” planına bağlandığı; bu amaçla, en azından seçimlerden önceki birkaç yıl içinde hazırlandığı anlaşılmaktadır.
Seçmenlerin sadece yüzde 25’inin oyunu aldığı halde milletvekillerinin yüzde 66’sını kazanarak, seçim sisteminin tüm avantajlarından yararlanan AKP, henüz yıpranmadan, üstelik de 2003 yılının ekonomik avantajlarını da arkasına alarak girdiği yerel seçimlerden, oylarını artırarak çıkmıştır.
Ama; bu oy artışı, egemenlerin istediği gibi, yüzde 57-58’lere varan büyüklüğe de ulaşamamıştır. Ancak şu da bir gerçektir ki, AKP, Meclis çoğunluğu ile sermayenin parçalanan siyasi dünyasını bütünleştirmiş, egemenlere rahat bir nefes alma fırsatı tanımıştır. Düzen partilerinin Meclis dışına düşmesi de, AKP’nin ve arkasındaki sermaye güçlerinin; “siyasette yeniden yapılanma” amaçlarına varmalarını oldukça kolaylaştırmıştır.
Bu tablodan anlaşılmaktadır ki, dünya ölçüsünde ve Türkiye’de neoliberal, küreselleşmeci politikalar ve Amerika ve öteki gelişmiş ülkelerin bölgeye müdahalelerinin en çok etkili olduğu alan, siyaset alanı olmuştur. Son 50 yılda üç askeri darbeye ve askeri müdahalelere rağmen ayakta durmayı başaran sermayenin politika alanı; son 10-15 yıl içinde hızla çözülerek, partileri ve bir dizi kurumları, politika dünyasından ya silinmişler ya da basit figüranlar durumuna düşmüşlerdir.
Kuşkusuz ki, egemen sınıflar, iç ve dış büyük sermaye mihrakları; 3 Kasım seçimlerinin kendilerinin en iyimser tahminlerini bile aşan bir sonuç doğurması karşısında, AKP iktidarını kendileri için yeni bir fırsat olarak değerlendirmek amacıyla, var güçleriyle AKP’nin arkasına mevzilenmiştir.
Geçmişte ANAP, DYP, RP, CHP gibi partilerin arkasında yer alan egemen güç odakları; şimdi AKP’nin arkasında yer alarak, onu “koçbaşı” olarak kullanma yoluna yönelmiştir. Yerel seçimlerde AKP’ye verilen destek, etkisiz bir CHP muhalefetine bile tahammülsüzlüğe varan tutum; onların amaçları bakımından kazandıkları mevzinin önemini açıklar mahiyettedir.
Bu çerçevede, TÜSİAD, MÜSİAD, TOBB, çeşitli SİAD’lar ve Genç İş Adamları Derneği vb. sermaye örgütlerinin sözcüleri, zaman zaman hükümetin şu ya da bu politikasından şikâyet etmektedir. Ama bu, onların AKP’nin arkasından çekildikleri, başka bir yönelişe girdikleri anlamına gelmemektedir.
Bir seçim kazanma firması olarak yola çıkan AKP, şimdi de bir “siyaset firması”, iç ve dış politikayı kâr-zarar hesabı üstünden yürüten bir “siyasi holding” gibi davranmaya yönelerek, en büyük sermaye kesimlerinin ve neoliberalizmin lokomotif gücü olmaya aday olmuştur.
-V-
CHP ve sosyal demokrasinin pozisyonuna ilişkin olarak ise, şunlar söylenmelidir. CHP, 3 Kasım seçiminde barajı aşan ikinci parti oldu. Ancak 175 milletvekiline karşın etkin bir muhalefet uygulamayı başarabilmiş değil. Çünkü; sosyal demokrasinin üstünde yükseldiği “sosyal devlet” hızla çökmektedir. Bir bakıma işçi sınıfının mücadelesi ve sosyalizmin yarattığı kazanımların gölgesinde politika yapan sosyal demokrasi, bu kazanımların ortadan kaldırılmasına paralel olarak inandırıcılığını yitirmiştir. Sosyal temelini ve inandırıcılığını yitiren sosyal demokrasi; DSP, SHP, YTP ve CHP olarak parçalanır ve ilk üç parçası iyice eriyip politika arenasının etkisiz adlarına dönüşürken, şimdi de en büyük sosyal demokratik kesim olan CHP’de yeni sancılar otaya çıkmış bulunmaktadır.
Bir yanda sosyal demokrasiyi ve CHP’yi piyasaya, büyük sermayenin çıkarlarına ve Amerika’nın dünya egemenliği stratejisine bağlamaya yönelmiş Kemal Dervişçiler, öte yanda statükocu ve yıkılan, çözülme içindeki statükoya sarılmış ama tuttuğu her parça da elinden kaydığı için, her gün kendilerini yeniden tarif etmek durumunda kalan Baykalcılar arasındaki çekişme, CHP içindeki gerilimi artırmaktadır. Bu gerilim ve sorunlar karşısında kendisinden beklenen tutumlarının alınamaması, CHP içinde “konjonktürel” nedenlerle yeni muhalefet odaklarının oluşmasına da yol açmaktadır. CHP ve sosyal demokrasideki çözülme asıl olarak; CHP ve sosyal demokrasiye umut bağlamış halk kesimleri arasında CHP’den ve sosyal demokrasiden koparak yeni arayışlara yönelme; karamsarlık, siyasetten tümden uzaklaşma biçimindeki eğilimlere yol açmaktadır.
Yakın bir gelecekte; “CHP’den daha halkçı, anti-emperyalist, Türkiye’nin demokratikleşmesinden yana bir odak oluşarak, sosyal demokrasiye ve CHP’ye demokrasi, laiklik, bağımsızlık gibi değerler adına bağlanan geniş emekçi kesimini bu doğrultuda birleştirebilir mi?” sorusuna bugün “evet” demek oldukça güçtür. Ama, CHP’nin geniş emekçi tabanının; bir “arayışa” yöneldiğine, kendi talepleriyle uyuşan bir güç odağı bulduğunda onunla birleşeceğine dair gelişmeler, ciddi belirtiler olduğu ise kesindir.
-VI-
3 Kasım 2002 ve 28 Mart 2004 seçimlerinin galibi AKP olmuştur. Ama, bu iki seçimden çıkarılacak en önemli sonuç (son 10 yılın seçim sonuçlarıyla da birleştirildiğinde), halk yığınlarının AKP ve onun dünya görüşüne, savunduğu IMF’ci, neoliberal programa yönelip bağlandığı değildir. Tersine, halkın AKP’ye oy vermiş olması ikincil önemdedir. Burada asıl önemli olan ise; Türkiye’nin çok partili yaşama geçmesinden bu yana halk yığınlarının ilk kez tüm düzen partilerinden umut kesmesi, şu parti yanlıları bu parti yanlıları olarak bölünmüş olmayı tali plana iterek, bir kurtuluş arayışına yönelmesidir. Son 10 yıl içinde, hiçbir düzen partisinin bir seçim döneminden fazla aldığı oy oranını koruyamaması, 3 Kasım seçimiyle de geleneksel köklere sahip beş düzen partisinin birden barajın altına sürüklenmesi; halkın artık, “parti tutmak için parti tutmak”tan, kendisini herhangi bir düzen partisine angaje etmekten kurtulmuş olduğunun ifadesidir.
Bundan da önemlisi; sadece legal siyasi partilerin değil, ama, bu siyasi partilerin üstünde kurulduğu ve politika yaptığı, Cumhuriyet’in başından beri, ideolojik ve siyasi başlıca güç merkezlerinin de ciddi bir çözülme sürecine girdiği; bu güç merkezlerinin, iç ve dış güç odaklarının baskısıyla, kendilerini oluşturan unsurlara ayrışarak çözülmesinin hızlandığı gözlenmektedir.
Bu durum; siyasi alanda yeni saflaşmaları, yeni güç merkezlerinin oluşmasının imkânlarını yaratırken, aynı zamanda, önümüzdeki dönemin siyaset ve sosyal yaşamındaki dinamiklerinin neler olacağının işaretlerini de ortaya koymuş bulunmaktadır.
Cumhuriyet’in başından beri başlıca düzen partilerinin üstünde şekillenip onlardan feyz aldığı ve bugün çözülerek unsurlarına ayrışan üç başlıca akım şunlardır: Kemalizm, İslamcılık ve Kürt milliyetçiliği ve onların üstünden şekillenen siyaset.
a-) Kemalizm
Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında oluşan ve Cumhuriyet’e ana karakterini veren Kemalizm, doğası gereği oluştuğu dönemdeki ulusal ve uluslararası koşullardan etkilenmiş, o koşulların damgasını taşıyan izlerle şekillenmiş, dolayısıyla zamana göre öne çıkan değişik eğilimlerden oluşan bir akım olmuştur. Türkiye’nin politik yaşamının çok partili dönemi olan son yarım yüzyıldan fazla zaman içinde Kemalizm’in ana tutumu; dönemlere göre, anti-emperyalizm, şeriat karşıtlığı ve “bölücülük” kaygısının öne çıkarılarak Kürt hakları karşıtlığı, özellikle de darbe dönemleri sonrasında “demokrasi” ve “özgürlük” isteğini öne çıkarmak biçiminde olmuştur.
Oluşum süreci göz önüne alındığında denebilir ki, Kemalizm’in, her yöne çekilebilirse de, onu bugüne getiren ve bugün de hâlâ canlı kalmasını sağlayan yanı, Kurtuluş Savaşı’na yön veren bağımsızlıkçı eğilimdir. Bu eğilim, son yıllarda; bir yandan Kürt sorununun gündeme gelmesiyle, “bölücülük” gerekçesiyle, “demokrasi düşmanlığı”na dönüşmüş; Amerika’nın İslamcı akımları yedeklemesinin baskısıyla da, “şeriata karşı olma” üstünden İslam dininin etkisindeki geniş halk yığınlarıyla karşı karşıya gelmiştir. Bu tepki, dinin etkisindeki geniş yığınları, şeriatçı, Amerikancı, din üstünden siyaset yapan kesimlerin kucağına itmeye varacak kadar abartılmıştır. Dahası; bugün dünün Kemalistleri arasında bir ayrışmayı gündeme getirmiş; bir bölümü, -eskiden Kemalizm’i cuntaların, faşist darbelerin başlıca ideolojik, siyasal dayanağı olarak kullanmaya yöneldikleri gibi-, Kemalizm adına, MHP-Ülkü Ocakları, Aydınlar Ocağı gibi ırkçı, şoven milliyetçi kesimlerle birleşerek Kızılelmacılığa yönelirken, yine bir başka kesimin ise, ABD’nin egemenlik planlarıyla, BOP’la, küreselleşme ve neoliberalizmle uzlaşma ve CHP çizgisine yöneldiğini görmek mümkündür. Ama, Kemalizm’in tarihsel rolüne daha uygun tutum takınan Kemalistler’in, bugün bu iki eğilimin de baskısından kurtulmuş olarak;
– Kürt sorununun çözülmemesinin Türkiye’yi geriye götürdüğünü ve asıl bölücülüğü sorunu çözmeyenlerin yaptığını, “Kürt haklarından söz edenlerin “bölücü” görülmesinin Kemalistleri ırkçı, şoven milliyetçi, en hafifinden antidemokratik bir konuma ittiğini,
– Şeriat sorununun en uçtan yorumunun, halk yığınlarını şeriatçıların kucağına ittiğini benimseme eğilimi gösterdiğini,
– Kıbrıs, Kuzey Irak gibi iç politikayla çok içli dışlı hale gelen dış politika konularında da Kemalist çevrelerde bir ayrışmanın kaçınılmaz olduğunu söyleyebiliriz.
Bu eğilimlere bakarak, Kemalistlerin Kurtuluş Savaşı geleneğine ve bağımsızlık değerlerine sahip çıkan ana gövdesinin; anti-emperyalist, anti-Amerikan tutumlarına, demokrasi sorununda yeni açılımlara yönelmeyi eklemek için hareketlendiklerini söyleyebiliriz. Bu çerçevede; Türkiye’nin demokratikleşmesi için Kürt sorununun çözümünün halkçı ve demokratik bir yolunun bulunduğu; şeriata karşı mücadelenin “Kahrolsun şeriat yaşasın laiklik” ötesinde yaklaşımlar gerektirdiği, Kıbrıs, Kuzey Irak gibi konularda şoven milliyetçiliğe prim veren tutumların Kemalizm’in geleneksel “Misak-ı Milli sınırları” ve “Yurtta sulh cihanda sulh” fikriyle bağdaşmadığı gerçeğinin de görülmeye başlandığına dair belirtiler vardır.
Böyle bir yöneliş; Kemalizm’in etkisi altındaki, Cumhuriyet’in aydın ve entelektüel birikiminin ana gövdesini temsil eden katmanların da mücadeleye olumlu katkı yapacakları bir pozisyona çekilmesi; Türkiye’nin bağımsız ve demokratik bir ülke olması mücadelesinde Kemalizm’in yalıtılmış, bu anlamıyla da demokrasi düşmanı çevrelerin dayanağı olmaktan kurtulması; anti-emperyalist ve demokratik bir güçbirliği odağının oluşturulmasına, bağımsız ve demokratik bir Türkiye mücadelesinin güçlendirilmesine katkı bakımından son derece önemli bir imkândır.
b-) İslamcılık
Bütün bir “Soğuk Savaş” dönemi boyunca Amerika ve batı emperyalizminin stratejisi doğrultusunda anti-komünizm adına; emperyalizmin dünya egemenliğine yedeklenen İslamcı akımlar ve bu akımların etkisi altındaki yoksul halk yığınları; önce “küreselleşme politikaları”nın yarattığı yoksullaşma ve sömürünün azgınlaştırılması, arkasından da ABD’nin başta İslam dünyası ve İslam uygarlığını hedef alan politikalarının baskısıyla, yeni bir ayrışmaya sürüklenirken; kendi içinde yeniden saflaşmaya uğramıştır. ABD’nin dünya egemenliği stratejisine bağlanan “Amerikancı İslam”, aynı anlama gelmek üzere “Ilımlı İslam” ile Amerika’ya karşı anti-emperyalist, en azından anti-Amerikancı İslam ayrışması gündeme gelmiş bulunmaktadır.
Bu çerçevede, Adnan Hocacılar, Fethullahçılar gibi, açıkça Amerikancı bir tutum alan tarikatların yanı sıra, AKP iktidarının arkasına mevzilenmiş, onun politik hattı üstünden emperyalizmle de uzlaşma çizgisi izleyen değişik akımlarla anılan irili ufaklı dini çevrelerin, cemaatlerin bulunduğu bir gerçektir.
“Yeşil Kuşak” dönemi boyunca, Amerika’nın dünya egemenliği hizmetine girmiş olan İslamcı çevrelerin, bu uzun dönem içinde kendi içinde farklılıklar göstermesine karşın, Amerika ile ilişkileri, elbette ki, onlara çok şey kaybettirmiştir. Ve Amerikan istihbarat örgütlerinin bu akımlar içinde etkin bir örgütlenme kurduğu da bir gerçektir. Ancak Amerikan yönetiminin, 11 Eylül sonrasında açıkça İslam medeniyetini ve İslam ülkelerini hedefe koyarak, “Medeniyetler Savaşı”, “Haçlı Seferi” ilan etmesi; en sonunda da, BOP’la, İslam dünyasını terbiye edip, kendi stratejisine bağlamak için açtığı çok yönlü mücadele, İslamcı akımlar arasındaki ayrışmayı, saflaşmayı hızlandırmıştır. Ancak, tüm bu ayrışmanın derinden hissedildiği bir dönemde, AKP’nin İslamcı diye ifade edilen çevrelerin desteği ile iktidar olması ve onun Amerikancı çizgisi, bu bölünmeyi yavaşlatan ve Amerika lehine gelişmelere yol açan bir rol oynasa da; Irak’ın işgali, Filistin’de Amerikan desteğindeki İsrail’in katliama varan vahşeti; çocuk, yaşlı, kadın demeden yürütülen savaş, İslam dünyasındaki anti-Amerikancı gelişmeleri olağanüstü büyütmüştür. Fethullahçılık, Işıkçılık gibi güçlü tarikatları da arkasına alan AKP Hükümet bloğunun baskılamasına karşın, anti-Amerikancı İslamcı eğilimin en azından yakın gelecek bakımından güç kazanacağını söylemek bir kehanet olmayacaktır.
Kuşkusuz ki; saflaşma netleştikçe ve İslamcı çevrelerde anti-Amerikancılık büyüdükçe, en önemlisi de, anti-Amerikancı İslamcılar Amerika ve Amerikancıların (AKP’nin de) somut hedefi haline geldikçe, bölünme derinleşecek, İslamcı akımların Amerikan karşıtlığı artacak, AKP tarafından bloke edilen geniş emekçi yığınların anti-Amerikan ve anti-emperyalist mücadeleye çekilmeleri daha da kolaylaşacaktır.
Amerikan karşıtı İslamcı çevrelerin son yıllarda giderek artan bir biçimde devrimci, anti-emperyalist kesimlerle ortak eylemlere girmeleri, alanlara birlikte çıkmaları, İslam’ın etkisi altındaki geniş kitlelerin irtibat kurulabilen kesimlerinin emek hareketi ve sınıf partisinin bildirilerine, ajitasyonuna, çağrılarına yeni bir ilgiyle yaklaşmaları, sınıf partisini “sol” siyasi çevrelerden ayrı görecek kadar olup biteni fark etmeye başlamaları; anti-emperyalist mücadele ve demokrasi mücadelesi bakımından son derece önem verilmesi gereken olgulardır.
Kuşkusuz ki; anti-emperyalizmde en radikal söylem tutturan “İslamcı” çevrelerde bile, söz demokrasiden, ülkenin demokratikleşmesinden açıldığında; sadece “türban” ve “şeriatın umdeleri”nin savunulması özgürlüğü ile sınırlı bir demokrasi talepleri olduğu; özellikle de Kürtlerin hakları, bireysel özgürlükler ve laisizm konusunda kimi zaman üstü örtülü, ama çoğu zaman da açıkça bir gericiliğin bulunduğu bir gerçektir. Bunun, onların ideolojik pozisyonlarıyla ilgili olduğu tartışma götürmezdir. Dahası, bu konudaki ayak diremenin mücadelenin ilerlemesiyle en azından bir ölçüde kırılabileceği beklenirse de, asıl olarak onların demokrasi mücadelesinin taleplerinin başlıcalarını kabulünün, ancak mücadelenin ilerlemesi ve “sıcak mücadelenin zorlamasıyla” olabileceği, tarihin gösterdiği bir gerçektir. Bu yüzden de, bu çevrelerle, bugün asıl olarak, anti-Amerikan ağırlıkta talepler üstünden bir ilişki öne çıkacak, demokrasi konusunda ise, değişik fraksiyonlarla değişik düzeylerde birlikler söz konusu olabilecektir.
c-) Kürt mücadelesi
1980’lerin ortalarından başlayarak gelişen Kürtlerin ulusal hak ve özgürlük mücadelesi, asıl olarak “Kürt kimliği” üstünden ilerledi. Baskılara, bütün bir bölgenin terörize edilmesine, onca ölümlere, kayıplara, faili meçhullere karşın bu mücadele içinde birleşen geniş bir halk kesimi; Türkiye’nin demokratikleşmesinin en önemli dinamiği haline geldi.
Süreç içinde, kimi hakların egemenler tarafından kabul edilmek zorunda kalınması, öte yandan da, giderek sadece Kürt yığınlarının kimlik mücadelesi etrafında birleşen kesiminin mücadelesiyle başarıya ulaşılamayacağını, dolayısıyla Türk emekçilerin demokrasi mücadelesi ile birleşilmesinin gerekli olduğunu gösteren olgular ve nihayet Kürt emekçilerin iş, ekmek, barınma gibi taleplerinin de mücadelenin bir alanı olarak önem kazanması gibi gelişmeler; “kimlik mücadelesi”nin yanı sıra emeğin haklarının da bu kavganın bileşeni olarak geliştirilmesini dayattı.
Ve bu, aynı zamanda, eski birliğin, yeni ve daha geniş bir birlik ihtiyacına fırsat tanımak üzere çözüldüğü bir sürece karşılık geldi. (Bu yenileme yapılamadığı ölçüde, son iki seçimde daha açıkça görüldüğü gibi, “kimlik mücadelesinin birleştirdiği yığınlar, güncel ihtiyaçları için egemen sınıf partileriyle uzlaşmaya yöneliyor.)
Irak’ın ABD tarafından işgali, Kuzey Irak’taki gelişmeler ve Amerika’nın bölgeyi şekillendirmek için yaptığı girişimler, Türkiye merkezli (Irak, Suriye, İran’daki Kürtler içinde de etkisi oldu) olan Kürt mücadelesinin içindeki feodal, milliyetçi çevreleri ABD ve onun politikalarına yaklaştırırken; sorunu, Kürt halk yığınlarının çıkarları, halkların kardeşliği ve tüm Ortadoğu’daki sorunların bir parçası olarak ele alan devrimci eğilim de, kendi pozisyonunu yenileme ihtiyacını hissetti. Böylece bu kesim, bir hamle yaparak, kendi hedeflerini, Türkiye’nin Türk kökenli ve öteki milliyetlerinden halklarının talepleriyle birleştirmeye; bağımsız, demokratik bir Türkiye’nin aynı zamanda Kürtlerin de taleplerini karşılayacağı yaklaşımıyla ortak talepler etrafında mücadelesini yenilemeye yöneldi.
1980’lerde silahlı bir mücadeleye de dönüşerek gelişen “kimlik mücadelesi” etrafındaki birliğin çözülmesini, 3 Kasım 2002 ve 28 Mart 2004 seçim sonuçları çok açık bir biçimde ortaya koydu. Barış ve Demokrasi Bloğu ile Demokratik Güçbirliği’nin oluşmasında, sorunun, sadece birleşen parti ve çevrelerin “dar” kalmasından öte olduğu da, bu iki seçim ve iki seçim arasındaki 17 ayda somut olarak görüldü. Dolayısıyla yaşanan süreç, Kürt sorunu ve Kürtlerin taleplerinin çözümü için atılan adımların, emperyalizmin bölgeye müdahalesine karşı ortak bir tutumda birleşmesi, Türkiye’nin bağımsızlık ve demokrasi sorununu da çözecek bir güç odağının oluşturulması ihtiyacını dayatmıştır.
ABD ve AB’nin Kürt sorunu karşısındaki geleneksel ikiyüzlü tutumları ve bölgeye müdahalelerini yoğunlaştırmaları, feodal aşiret ve Kürt burjuvazisi kaynaklı milliyetçiliğin emperyalist güçlere ve Türk egemen güç odaklarına yaklaşması, onlarla Kürtlerin kazanımlarını satma pazarlığına girişmesi; Türk ve Kürt kökenli halk güçlerini birleştirecek birliğin; seçim birliğini aşarak, hayatın her alanına müdahale edecek bir mücadele hattına girmesi, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve bağımsız bir ülke olmasının taleplerini kapsaması ihtiyacını acilleştirmiş bulunmaktadır. Çünkü mevcut somut durum içinde Kürt özgürlük mücadelesinin birikimi, bu birikimin “kimlik birliği”nin çözülmesiyle heder olmaması, tersine, bunun daha ileriden ve daha geniş bir birliğe hizmet etmesi siyasal alandaki mücadele bakımından son derece önemlidir. Ve geçen süre içinde, en azından Kürt özgürlük mücadelesinin öncü kesimi; özgürlük ve demokrasi mücadelesinin, Türkiye’nin demokrasi güçleriyle, emek mücadelesiyle birleşerek verilmesinin mümkün ve Türk, Kürt her milliyetten halk kesimleri için zorunlu olduğunu görmüştür.
Bu, içinden geçilen zor süreç için, hayati önemde bir gelişmedir. Süreç ilerledikçe de; demokrasi ve özgürlük mücadelesinin Kürt bileşenleri içindeki ayrışma netleşecektir.
İlk bakışta, bu saflaşma; Kürt mücadelesini zayıflatacak gibi görünse de, aslında, bir yandan geniş Kürt emekçi kesimlerinin özlemleri ve acil talepleriyle demokrasi ve özgürlük mücadelesinin birleşmesi, öte yandan da her milliyetten Türkiye demokratlarının ve halklarının Kürt halkıyla kardeşleşme ve birleşme yolunu açan bir saflaşma olması bakımından, doğru değerlendirilirse, güçlendiricidir ve son derece önemli gelişmelere yol açacaktır.
-VII-
Aktüel siyaset alanı ve bu aktüel siyasetin dayanağı olan temel akımları; çözülmeye, yeniden saflaşmalara ve yeni pozisyonlar almaya zorlayan koşullar, emek hareketinin üstünde yükseldiği eski zemini tahrip ederken; aynı zamanda sendikaları ve öteki emek örgütlerini de çözmektedir.
Özellikle sermaye güçlerinin; ekonomilerini piyasa ekonomisi denilen ihtiyaçlara göre yeniden biçimlendirmesi, özelleştirme, taşeronlaştırma, esnek çalışma, Toplam Kalite Yönetimi uygulamaları, uluslararası sermayenin dolaşımı önündeki tüm engellerin kaldırılması için yürüttüğü seferberlik, önceki dönemin koşullarında, sermaye ile uzlaşma temelinde kurulmuş, ama geniş işçi kesimlerini içinde toplayan sendika ve emek örgütlerini hızla üye ve etkinliklerini kaybetme sürecine itmiştir.
En azından son 15 yıldır bu alandaki gelişmeler, son yıllarda daha da derinlemesine bir çözülmeyle sürerken; hem ulusal hem de uluslararası planda, emek mücadelesinin çıkış yolu aradığı bir döneme girilmiştir. Dolayısıyla bir yandan sendikalar ve emek örgütleri güç ve üye kaybederken, öte yandan da, mücadeleci sendika merkezlerinin oluşması, sınıfın, emekçilerin, sistem ve onun saldırılarıyla baş edecek mücadele merkezleri oluşturmasını pratik olarak çözmek üzere gündeme alacakları koşulları da geliştirmiş bulunmaktadır.
-VIII-
Gerek siyasi partiler ve onların üstünde şekillendiği zemindeki çözülme, gerekse sendikal alan ve emek örgütlerinin çözülmesi; yığınların, sermaye güçleri karşısındaki pozisyonlarının yenilenmesi ve siyaset alanında yeniden saflaşma için son derece önemli bir fırsatı da sunmuş bulunmaktadır.
Bu durum, sınıf partisinin görevlerini ağırlaştırırken; ona, tüm halk güçlerinin birleştirilmesinde son derece önemli imkânlar da sunmaktadır.
Bu imkânların en başında; son iki seçimde ortaya çıkan, Blok ve Güçbirliği adı altında oluşturulan ittifakların çok daha genişletilmesi, daha da önemlisi, ittifakın toplumsal bir temele oturtulması vardır. Dahası, somut koşullar göz önüne alındığında, böyle bir ittifakın gerçekleştirilmesinde, sınıf partisinin mevcut pozisyonu, onu, bu birliğin gerçekleştirilmesinde en önemli rolü oynayacak bir pozisyona itmiştir.
Bunun da ötesinde ortaya çıkan durum; hem siyasi alanda hem de sınıfsal alanda sınıf partisinin siyaset yapma alanını genişletirken, aynı zamanda, onun görevini de ağırlaştırmıştır. Çünkü böyle temel bir birliğin oluşturulmasının omurgasının; işçi sınıfının ve öteki emekçi kesimlerin bir güç olabilecek biçimde örgütlenmesiyle ortaya çıkacağı apaçıktır. Bunu da, sınıf partisinin, sınıf içindeki, değişik emekçi kesimler içindeki çalışmasının başarısının belirleyeceği ortadadır.
Bu sorumluluğun yerine getirilmesinin, sunulan tarihsel fırsatın bir gerçeğe çevrilmesinin, sadece partilerin merkezleri, güç odaklarının en önde gelen temsilcileri arasında yapılacak görüşmelerle “bitirilmesi” mümkün değildir. Tersine, işçi ve emekçi sınıfların içinde, halk yığınları arasında her kademedeki partililerin, bu görevin yerine getirilmesinde gerekli gayreti göstermesi; siyasetin, halkın kurtuluşunun kendisinin ve sorunlarının geniş işçi yığınları arasında tartışmaya açılması; bu tartışmaların, sınıfın bilinç sıçramasının bir vesilesi olarak değerlendirilmesi, mücadelenin ve taleplerin bu bilinçle belirlenmesi; bu görevin gerektirdiği bir azim, cesaret ve feragatle çalışılması, ortaya çıkan fırsatların gerçek olması için zorunluluktur.
Çünkü hem sınıf hem de halk güçlerinin bir araya gelip sermaye güçleri ve emperyalizmin karşısında birleşip bir cephe oluşturması, öyle birkaç görüşme ve “birlik” çağrılarıyla olabilir bir şey değildir. Tersine, aşağıdan yukarı uzun soluklu, yukarıdan aşağıya da son derece yaratıcı ve her ayrıntısı düşünülmüş, yaşamın ortaya çıkardığı her yeni gelişmede bütün güçleri yeniden mevzilendirme yeteneğini içeren adımlar atmayı, daha da önemlisi, günlük mücadele içinde adım adım birliği örmeyi, hayatın her imkânını, bu birliğin gerçekleşmesi için seferber etmeyi gerektirir.