Birini başarısızlık çıldırtıyor; diğeri ırkçı faşist yokediciliğiyle tecridine ve yokoluşuna koşuyor.
Biri, dünyanın baş belası. “Terörizme karşı mücadele” adına tüm dünyaya terörü dayatıyor. Yeni Hitlerciliği geliştirerek, kendi toprakları dahil, dünyayı savaş alanı haline getirip toplama kamplarıyla dolduruyor. Dünya işçileri ve emekçilerini yok sayan, iliğine kadar sömürüyü dayatan en başta odur. Dünya halklarına kılıç çeken ve kan kusturmaya girişen odur. “Akıllı” bombalarıyla, seyreltilmiş uranyum silahlarıyla, ambargolarıyla beş yüz bin bebeyi katlederek, hastaneleri, doğumevlerini, camileri hedef seçerek, işgalleri ve hayasız işkenceleriyle terörizmi genelleştirerek, Amerikan emperyalizmi, kaçınılmaz sonuna koşmaktadır. “Demokrasi ve uygarlık götürme” iddiasındaki emperyalist ABD, arsız ve yüzsüzdür de. Batağa saplanmış ve özür dileme noktasına gerilemiş, ama hâlâ katliam ve işkenceleri “demokrasi” ve “özgürlük” manifestosu olarak sunmaktadır. Geçtiğimiz ay içinde Irak’ın direnişçi kenti Ramadi’de bir düğünü de füze yağmuruna tutarak 45 sivili katleden ABD’yi bu denli saldırganlaştıran, batağa saplanmış oluşu ve çaresizliğidir!
Diğeri, Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’daki “gözbebeği” ve başlıca dayanağı olarak, soykırım ve katliamcılığı varlık temeli edinmiştir. Gelip yerleştiği Filistin topraklarında taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakmamaya yeminli Siyonizm’in kaniçiciliğin vardığı boyut, dünyadan tecridine ve sonuna yaklaştığına işarettir. Irkçı duvarıyla, direniş liderlerine suikastler düzenlemeyi de içermek üzere benimsediği terörizmiyle, her gün en az birkaç Filistinliyi katletmesi, ev ve işyerlerini füze ve buldozerlerle yıkarak Filistin’i harabeye çevirmesiyle tanınan İsrail Siyonizmi de, tıpkı ABD emperyalizmi gibi, arsız ve yüzsüzdür. Mayıs ayında, hedeflerinden biri olarak seçtiği ve evleri yıkmaya giriştiği Refah mülteci kampında, yıkımlara protesto eden sivilleri füze yağmuruna tutup, çoğu çocuk 15 kişiyi katletti. Siyonist yetkililer bir yandan “üzüntü duyduklarını” açıklıyor bir yandan da “operasyon”un devam edeceğini ilan ediyorlar.
Haydut başı işkenceci terörist Bush bile, İsrail’den açıklama beklediğini söyleyip “itidal” tavsiye ediyor. Bölgede ABD ve İsrail’in bir numaralı müttefiki değilmiş gibi, Türkiye’nin başbakanı Erdoğan, “kınamanın yetmeyeceğini”, “insani duyarlılığının bunu kaldıramayacağını” söylemekle yetindi! Ama başbakan olarak Erdoğan ve partisi AKP, kendi başlarına ve Refah’taki katliam sonrası toplanan TBMM tarafından İsrail ve katliamlarını kınamayı içlerine sindiremediler. İsrail’le ilişkilerin dondurulması bir yana, onunla “stratejik müttefik”liklerine toz kondurmadılar, İsrail’e verilen askeri ihaleler, GAP’taki ciddi İsrail varlığı ve Manavgat suyunun nakli sürdürülüyor.
Öte yandan, örneğin Fethullah’ın Zaman gazetesi Ebu Garip’ten tek bir işkence fotoğrafı ve tek bir satırla bile söz etmezken; Erdoğan ve partisi AKP, görünüşte, işkencelerden haberdar olmadılar, ABD ve düğün ve cami bombalamalarıyla işkencelerini kınamayı akıllarına bile getirmediler. O sıralar, YÖK ayrımcılığı ve zulmünü “kendi nüfuslarına geçirme” ve –AKP’nin İsrail yandaşlığının ve ekonominin iyiye gitmediğinin açığa çıkmasıyla oluşan hayal kırıklığı ve kafa karışıklığını gidermek ya da örtmek üzere– İslami tabana göz kırpma vesilesi olarak, İmam Hatiplere kolaylık sağlıyor görünme peşindeydiler. Bugünkü koşullarda “olmayacak duaya amin deme” kabilinden yatıştırma amaçlı “oyun oynamak”, başta generaller, karşı çıkanı çok olsa da, İmam Hatipler üzerinden din istismarcılığı nispeten kolaydı! Sanki, İsrail’in zulmü altındaki Filistinliler ve Amerikalı işgalcilerce katledilen Iraklılar Müslüman değillerdi! Filistin ve Irak söz konusu olduğunda Müslüman kardeşliği üzerinden oyun oynanmaya bile kalkışılmıyor, ama İmam Hatipler’le “top zıplatılıyor”du! Üstelik Haziran sonunda Türkiye’ye Bush gelecek ve İstanbul’da halklarının kanının nasıl döküleceği ve nüfusunun neredeyse tamamı Müslüman “Büyük Ortadoğu”nun her karışının nasıl Irak’a çevrileceğinin kararlaştırılacağı, İsrail’in de katılacağı, NATO zirvesi toplanacak! Bizim Müslüman müsveddeleri, Amerikan emperyalizmi ve İsrail Siyonizmi ve işgal, katliam ve işkenceleri karşısında kör ve sağırlar. Ve hatta, Amerikan çıkarları uğruna Afganistan ve Irak’a kırılmak üzere asker göndermeye, TBMM iznine gerek kalmaksızın Türkiye topraklarını Amerikan ordusuna açmaya hazırlanıyorlar. Bir de, kendi petrol ve dünya egemenliği çıkarları için zulmün bekçiliğini, katliam ve işkenceleri ve kuşkusuz kendi yerine ölüme koşmayı ihaleye hazırlandığı taşeronun sırtını sıvazlamak üzere, “demokratik ortak” gerekçesiyle, G-8 zirvesine katılmak üzere, ABD tarafından, Erdoğan şahsında Türkiye’nin davet edilmiş olmasıyla “büyüklük” ve “vazgeçilmezlik” havalarına girip kendilerinden geçiyorlar.
Saflar bellidir. Saflar, her geçen gün, yeni milyonlarca farkedilmektedir.
Sözün bittiği noktadayız! Hiç kimse ne Iraklı ne de Filistinli direnişçilere terörist diyemez! Hangi dev makine saldırırsa saldırsın ve AKP türünden kimler suça ortak olursa olsun, insanlık, emperyalizm ve Siyonizme karşı ayağa kalkacaktır. Verdikleri her bir kurban, insanlığın, emperyalizm ve Siyonizm belasından kurtuluşunun habercisi olan Iraklı ve Filistinli kardeşlerimiz, hem kendilerinin hem de dünya halklarının kurtuluşu büyük yangınını tutuşturan meşaleler durumundadırlar. Hiçbir kurbanın boşuna ölmediği kesindir. Güven duyabilirler ki, katlanmak zorunda kaldıkları her zorluk, her katliam, her kurban, –küreselleşme politikalarının dayanılmaz sonuçlarının da beslediği– dünya gericiliğinin çaresizliğini artırırken, yeni bölünme ve saflaşmaları teşvik etmekte, dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarını daha çok ve sıkı birleştirmekte ve emperyalizm ve işbirlikçileriyle Siyonizm’e karşı ayağa kalkmaya yakınlaştırmaktadır.
Emperyalizm ve gericilik sonuna koşmaktadır! Bunca yağma, zorbalık ve insanlık dışılığa katlanacak halk yoktur.
Dünya işçi sınıfı ve ezilen halklar birleşin!
Bunca hayasızlık, uzaklardan ayak sesleri duyulmaya başlayan yeni bir dünya devrim dalgasının belirtisidir.
Devrimciler, sosyalistler, halkın ileri evlatları, Denizlerin kardeşleri gençler, bağımsızlık ve demokrasi özlemcileri, insanlığından utanmak istemeyen vicdan sahipleri; yeni görevler üstlenmeye hazırlanın! Günün görevi; dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarına meydan okuyup kılıç çeken Bush’un Türkiye’ye sokulmaması, saldırı ve katliam örgütü NATO’nun İstanbul’da toplanmasının önlenmesidir. İşbirlikçi uşaklar, emperyalizm yandaşları evlerinde otursun! Sokaklar; Bush, NATO, emperyalizm karşıtlarınca doldurulmalıdır!
Siyasal zeminin çözülmesi, fırsatlar ve görevler*
-I-
Dünya ve Türkiye’de, son çeyrek yüzyılda sermayenin devreye soktuğu sistemi yenileme politikalarının sonuçları hızla toplumsal yapıyı etkilerken, önceki koşullarda oluşmuş ekonomik, siyasi, toplumsal kurumlardaki çözülmeyi de olağanüstü bir biçimde hızlandırmış bulunuyor.
Sadece 1945 sonrası değil; ’90’ların başında “küreselleşme politikaları”nda, “Yeni Dünya Düzeni” konusunda işbirliği içinde olan AB ile Amerika, Rusya ile Amerika arasındaki birlik ve uzlaşma ayrılığa, çatışmaya dönüşmüş durumdayken; ABD, Avrupa’daki müttefiklerini yeniden saflaştırmak için elindeki tüm imkânları seferber etmiş bulunuyor.
ABD’nin, “Ya terörizmden yanasınız ya benden” sloganı ile giriştiği saflaştırmadan sonra, yeni bir birlik arayışının en son girişimi ise; Irak’ın işgali sırasında karşı karşıya geldiği Fransa, Almanya gibi ezeli müttefiklerini, NATO’ya yeni misyon biçme üstünden, NATO’yu BOP’a ve kendi egemenlik stratejisine bağlamak için hamleler yapmasıdır.
Batılı gelişmiş kapitalist ülkelerin üstünde anlaştıkları ve 1990’ların başında ilan edilen “ebedi barış; “her yere demokrasi ve özgürlük”, “uluslararası adalet” gibi ilkeler üstünde yükseleceği ilan edilen Yeni Dünya Düzeni’nden artık kimse söz edemiyor. Çünkü; üç yıldan beri ABD, “terörizme karşı mücadele” adı altında; dünyayı yeniden saflaşmaya zorlamakta, “Yeni Dünya Düzeni’ni bir Amerikan dünyası olarak yeniden kurmak için hamlelerini arka arkaya yapmaktadır. Kimi zaman despotik yönetimlerin bulunduğu ülkelere özgürlük ve demokrasi götürmek, kimi zaman üstün Batı medeniyetini (Hıristiyan-Yahudi medeniyeti) ilkel medeniyetlerin tehdidinden kurtarmak için bir “Medeniyetler Savaşı” adına ABD; dünyanın her köşesine müdahale etmeyi, asker çıkarmayı, işgaller yapmayı, üsler kurmayı kendi hakkı olarak görmekte, herkesin de bu hakkı teslim etmesini istemektedir. Apaçıktır ki, ABD ve uluslararası sermaye güçlerinin eylemleri, dünyanın zincirlerinden boşanmış bir emperyalizm döneminden geçtiğini göstermektedir.
Bu hamleleri yaparken ABD, en başta BM olmak üzere, önceki dönemin temel kurumlarını, ittifaklarını, anlaşmalarını “eskimiş” ve “dünyanın sorunlarının çözümüne yanıt vermeyen kurumlar, yasalar” olarak dışlamakta, kendisini hiçbir kurala bağlamadan ülkeleri işgal etmeye kadar varan eylemlerle kendi dünyasını kurmanın yolunu açmaya çalışmaktadır.
Bu baskıların sonucu olarak, BM’nin, kuruluşunun ve yarım yüzyıl boyunca ABD’nin de savunduğu en temel ilkeleri bile, ABD-İngiltere Bloğu tarafından ayaklar altına alınmış bulunulmaktadır. Öyle ki, bu iki ülke pervasızlıkla; ülkelere savaş açmak, BM üyesi ülkeleri işgal etmek dahil her yolla amaçlarına varmak istediklerini açıklamaktan çekinmemektedirler. Amerika’nın, yanına İngiltere’yi de alarak giriştiği egemenliğini pekiştirme ve dünyada tam egemenlik manevraları; son 50 yılın en sorunsuz ittifakları olan Avrupa ülkelerini de bölmüş; Avrupa-Amerika kamplaşmasını gündeme getirirken, Rusya’nın da kendisini yeniden mevzilendirmesini hızlandırmıştır. Çin ve Japonya da yeni arayışlara yönelmiştir. Böylece dünyanın en gelişmiş kapitalist ülkeleri, dünyayı, uzak olmayan bir gelecekte büyük bir savaşa sürüklemek de dahil, büyük alt üst oluşlara itebilecek karşıt emperyalist kamplara bölünmenin ciddi göstergelerini ortaya koymuşlardır. Öyle ki, ABD, yarattığı baskıyla AB üyesi ülkeleri bile aralarında bölüp bununla övünürken, Rusya’nın arka bahçesinde saldırı üsleri kurup İslam dünyasına karşı “Medeniyetler Savaşı” ilan ederek, yeni saflaşmalar, yeni çatışma ve savaş odakları oluşturmaktan geri durmamaktadır.
-II-
Öte yandan; son çeyrek yüzyıldır, en gelişmiş kapitalist ülkelerde devreye sokulup sonra da tüm dünyaya yayılan neoliberal ekonomik politikalar, “küreselleşme” adı altında kapitalist dünyanın temel politikasına dönüştürülerek, IMF, DTÖ, Dünya Bankası gibi uluslararası sermaye merkezleri öncülüğünde bütün ülkelere dayatılmakta; önceki dönemin emek-sermaye, sosyalizm-kapitalizm mücadelesi baskısıyla oluşan ekonomik, siyasi, sosyal kurumları, yasaları, anlaşma ve uzlaşmaları; varoluş temelleri çökertildiği için, hızla çözülmeye başlamış bulunmaktadır. Çözülmenin hızı ve etkisi ülkeden ülkeye değişse de, hemen hiçbir ülkede, kapitalizmin ideologları ve propagandacıları; işçi sınıfı ve onun haklarından, emekçilerin kazanımlarının korunmasından, eğitim, sağlık ve belediye hizmetlerinin parasız ve herkesin eşit yararlandığı haklar olduğundan (bütün bunlar ülkelerin yasa ve anayasalarında henüz yazılı olmaya devam etmekle birlikte) söz etmemektedir. Başka bir söyleyişle; KİT’ler, siyasi partiler, yasalar… dahil, son yüzyıl içinde oluşmuş pek çok kurum ve kuruluş; emek mücadelesinin ve sosyalizmin baskısıyla oluşmuş nüve ve niteliklerden arındırılarak, “yeniden yapılandırılmak” üzere tasfiye edilmektedir.
Kısacası; “her şey piyasa için” denilmekte ve her şeyin, her ilişki ve hizmetin “piyasa malı” haline dönüştürüldüğü bir karşı reform süreci işletilmektedir. Ve bu karşı reform, “toplumun eski değerlerden kurtulması ve yeniden yapılanması için yapılan reformlar” olarak, “burjuvazinin tüm toplumu ilerletme hamlesi” olarak propaganda edilmektedir.
-III-
Gerek uluslararası sermaye merkezlerinin ve en gelişmiş kapitalist ülkelerin tüm dünyadaki sermaye güçlerini yeniden mevzilendirmek için giriştikleri müdahaleler ve Amerika’nın dünya egemenliği için yaptığı manevralar, gerekse Türkiye üstünde giriştiği operasyonlar, Türkiye’nin ekonomi, siyaset ve sosyal kurumlarındaki çözülmeyi hızlandırmıştır.
Bir bütün olarak bakıldığında; Türkiye’de ekonomik ve politik yeniden yapılanmada egemen güç odaklarının katettiği mesafe, yeni değerlendirmeler, yeni ayrımlar ve saflaşmaları gündeme getirecek kadar berraklaşmıştır.
İç ve dış güç odaklarının bölgede ve Türkiye’de yaptıkları müdahaleler, Türkiye’nin dış siyasetini Amerika’nın 11 Eylül sonrası konseptinin ihtiyaçlarına uygun hale gelecek biçimde yeniden yapılandırırken; “içeride” de, çeşitli siyasi odaklar; kendilerinin oluştuğu dönemde aralarında uzlaşarak kendisini meydana getiren unsurlarına ayrışıyor ve dün olması pek de mümkün görünmeyen yeni saflaşmaların ve yeni güç odaklarının oluşmasının olanaklarını da artırıcı bir rol oynuyor.
Bütün bu gelişmeler içinde nispeten yakın arayla yapılan iki seçim (3 Kasım 2002’de yapılan genel ve 28 Mart 2004’te yapılan yerel seçim); sermayenin güç merkezleri tarafından girişilen dünya egemenliği çatışması ve bunun devamı olarak ortaya çıkan karşı reform baskılarının Türkiye’de, siyasi partiler ve çeşitli güç odakları üstünde çözülmeye zorlayıcı bir rol oynadığını açıkça göstermiş; daha doğrusu bu çözülmeyi herkes tarafından görülür hale getirmiştir.
-IV-
Bütün bu gelişmeler karşısında; çeşitli siyasi odakların; daha önceki doğrultularından kimilerinin daha az kimilerinin daha çok saptıkları yönelişlere girdikleri, bazılarının ise, tümüyle varlık-yokluklarını tartışmak zorunda kaldığı bir dönemden geçiyoruz.
Bu doğrultudaki gelişmeler, çeşitli güç odaklarının yönelişlerinin yeniden ele alınıp değerlendirilmesini gerektirecek kadar önemlidir.
Ekonomik, siyasi, toplumsal bütün kurumlar; birbiriyle sürekli etkileşim içindedir ve bu alanların herhangi birinde olan değişim ötekileri de etkiler, onlarda ileriye ya da geriye doğru bir değişime yol açar. Yeni koşullar, her zaman, “eskiden” oluşmuş “birlikler” üstünde baskı oluşturur, onda bir değişimi zorlar. Ancak, bugün içinden geçilen süreç, olağan ayrışma ve bütünleşmelerden farklı olarak; nispeten kısa süreler içinde önemli ayrışmalar ve saflaşmalara yol açacak biçimde gerçekleşmekte, özellikle de uluslararası ve “ulusal” egemen güç odaklarının müdahaleleriyle bu saflaşmalar, yeniden şekillenmeleri doğrultusunda baskılar uygulanarak, oluşturulmaktadır.
Son çeyrek yüzyıldaki gelişmelere bakıldığında; öncelikle neoliberal politikalar, piyasa ekonomisi, mevcut düzen partilerine dayatılıp onların genel ve tartışmasız politikası yapılmış; sonra, özelleştirme, taşeronlaştırma, Toplam Kalite Yönetimi ve esnek çalışmanın yaygınlaştırılması üstünden emekçilerin kazanılmış haklarına savaş açılmış; bu politikalar, tedricen tüm düzen partilerinin ortak politikası haline getirilerek; daha önceki dönemde, birbiriyle nispeten farklı programlara sahip partilerin kronikleşen çekişmesi nedeniyle parçalanmış burjuva siyasal düzeni, neoliberal bir temelde “bütünleştirilir”ken, partiler arasındaki “program farkı” da ortadan kaldırılmıştır. Ama bu, aynı zamanda, son 50 yıl içinde kökleşip gelenekselleşen (DP-AP-ANAP-DYP, MSP-Fazilet, MHP, CHP-DSP) ve son 10 yıl içinde en büyük parti olup sonra güç ve itibar yitirerek küçülen, CHP dışındaki (CHP 1999 seçimlerinde parlamento dışında kaldığı için bu toplumsal tokattan kurtulmuş, ama bugün muhalefetteyken bile kendisini dağıtmaya devam etmektedir) tüm düzen partilerinin 3 Kasım 2002 seçiminde parlamento dışına düşmesiyle somut bir aşamaya ulaşmıştır.
Halk yığınları; kendilerini işsizliğe, açlığa ve yoksulluğa iten neoliberal ekonomi politikaları ve IMF-Dünya Bankası programından, son 10 yılda iktidarda rol sahibi olan düzen partilerini sorumlu tutarak, onları cezalandırmış; bu cezayı, onların tümünü, 3 Kasım 2002 seçiminde barajın altına iterek vermiştir.
Bu sonucu, kimi “sol”daki politika esnafı ve bazı siyasi çevreler “halkın sağa kayması” olarak değerlendirmişse de; gerçekte bu durum, halkın, düzen partilerinden, en azından tanıdığı düzen partilerinden umut kestiğinin ve bir kurtuluş için arayış içinde olduğunun çok açık bir ifadesi olmuştur.
Tayyip Erdoğan ve arkasındaki güç odakları, bu gelişmeleri önceden görerek, eski geleneksel partilerinden kopmuş; görünüşte bir parti, ama gerçekte bir “seçim kazanma firması” olarak AKP kurulmuştur. Bu parti, aralarında bir siyasi ayniyet olup olmadığına bakılmaksızın, ilçelerden başlayarak, eski siyaset erbabından henüz ipliği pazara çıkmamış olanların bir araya gelerek oluşturdukları ve aralarında menfaat birliği kuran ekiplerin üstünde şekillendirilmiş; sadece seçimleri kazanma ortak amacıyla birleşen kesim ve çevrelerden oluşmuştur.
Bu hareketin merkezinde yer alan, eski Milli Nizam-Fazilet Partisi çizgisinden gelen ekip belirleyici bir konuma gelirken; seçimden hemen sonra, en büyük sermaye kesimleri, IMF, Dünya Bankası ve ABD ile girdikleri ilişkilerden, bu partinin öncü kadrosunun da Amerika’nın “ılımlı İslam” planına bağlandığı; bu amaçla, en azından seçimlerden önceki birkaç yıl içinde hazırlandığı anlaşılmaktadır.
Seçmenlerin sadece yüzde 25’inin oyunu aldığı halde milletvekillerinin yüzde 66’sını kazanarak, seçim sisteminin tüm avantajlarından yararlanan AKP, henüz yıpranmadan, üstelik de 2003 yılının ekonomik avantajlarını da arkasına alarak girdiği yerel seçimlerden, oylarını artırarak çıkmıştır.
Ama; bu oy artışı, egemenlerin istediği gibi, yüzde 57-58’lere varan büyüklüğe de ulaşamamıştır. Ancak şu da bir gerçektir ki, AKP, Meclis çoğunluğu ile sermayenin parçalanan siyasi dünyasını bütünleştirmiş, egemenlere rahat bir nefes alma fırsatı tanımıştır. Düzen partilerinin Meclis dışına düşmesi de, AKP’nin ve arkasındaki sermaye güçlerinin; “siyasette yeniden yapılanma” amaçlarına varmalarını oldukça kolaylaştırmıştır.
Bu tablodan anlaşılmaktadır ki, dünya ölçüsünde ve Türkiye’de neoliberal, küreselleşmeci politikalar ve Amerika ve öteki gelişmiş ülkelerin bölgeye müdahalelerinin en çok etkili olduğu alan, siyaset alanı olmuştur. Son 50 yılda üç askeri darbeye ve askeri müdahalelere rağmen ayakta durmayı başaran sermayenin politika alanı; son 10-15 yıl içinde hızla çözülerek, partileri ve bir dizi kurumları, politika dünyasından ya silinmişler ya da basit figüranlar durumuna düşmüşlerdir.
Kuşkusuz ki, egemen sınıflar, iç ve dış büyük sermaye mihrakları; 3 Kasım seçimlerinin kendilerinin en iyimser tahminlerini bile aşan bir sonuç doğurması karşısında, AKP iktidarını kendileri için yeni bir fırsat olarak değerlendirmek amacıyla, var güçleriyle AKP’nin arkasına mevzilenmiştir.
Geçmişte ANAP, DYP, RP, CHP gibi partilerin arkasında yer alan egemen güç odakları; şimdi AKP’nin arkasında yer alarak, onu “koçbaşı” olarak kullanma yoluna yönelmiştir. Yerel seçimlerde AKP’ye verilen destek, etkisiz bir CHP muhalefetine bile tahammülsüzlüğe varan tutum; onların amaçları bakımından kazandıkları mevzinin önemini açıklar mahiyettedir.
Bu çerçevede, TÜSİAD, MÜSİAD, TOBB, çeşitli SİAD’lar ve Genç İş Adamları Derneği vb. sermaye örgütlerinin sözcüleri, zaman zaman hükümetin şu ya da bu politikasından şikâyet etmektedir. Ama bu, onların AKP’nin arkasından çekildikleri, başka bir yönelişe girdikleri anlamına gelmemektedir.
Bir seçim kazanma firması olarak yola çıkan AKP, şimdi de bir “siyaset firması”, iç ve dış politikayı kâr-zarar hesabı üstünden yürüten bir “siyasi holding” gibi davranmaya yönelerek, en büyük sermaye kesimlerinin ve neoliberalizmin lokomotif gücü olmaya aday olmuştur.
-V-
CHP ve sosyal demokrasinin pozisyonuna ilişkin olarak ise, şunlar söylenmelidir. CHP, 3 Kasım seçiminde barajı aşan ikinci parti oldu. Ancak 175 milletvekiline karşın etkin bir muhalefet uygulamayı başarabilmiş değil. Çünkü; sosyal demokrasinin üstünde yükseldiği “sosyal devlet” hızla çökmektedir. Bir bakıma işçi sınıfının mücadelesi ve sosyalizmin yarattığı kazanımların gölgesinde politika yapan sosyal demokrasi, bu kazanımların ortadan kaldırılmasına paralel olarak inandırıcılığını yitirmiştir. Sosyal temelini ve inandırıcılığını yitiren sosyal demokrasi; DSP, SHP, YTP ve CHP olarak parçalanır ve ilk üç parçası iyice eriyip politika arenasının etkisiz adlarına dönüşürken, şimdi de en büyük sosyal demokratik kesim olan CHP’de yeni sancılar otaya çıkmış bulunmaktadır.
Bir yanda sosyal demokrasiyi ve CHP’yi piyasaya, büyük sermayenin çıkarlarına ve Amerika’nın dünya egemenliği stratejisine bağlamaya yönelmiş Kemal Dervişçiler, öte yanda statükocu ve yıkılan, çözülme içindeki statükoya sarılmış ama tuttuğu her parça da elinden kaydığı için, her gün kendilerini yeniden tarif etmek durumunda kalan Baykalcılar arasındaki çekişme, CHP içindeki gerilimi artırmaktadır. Bu gerilim ve sorunlar karşısında kendisinden beklenen tutumlarının alınamaması, CHP içinde “konjonktürel” nedenlerle yeni muhalefet odaklarının oluşmasına da yol açmaktadır. CHP ve sosyal demokrasideki çözülme asıl olarak; CHP ve sosyal demokrasiye umut bağlamış halk kesimleri arasında CHP’den ve sosyal demokrasiden koparak yeni arayışlara yönelme; karamsarlık, siyasetten tümden uzaklaşma biçimindeki eğilimlere yol açmaktadır.
Yakın bir gelecekte; “CHP’den daha halkçı, anti-emperyalist, Türkiye’nin demokratikleşmesinden yana bir odak oluşarak, sosyal demokrasiye ve CHP’ye demokrasi, laiklik, bağımsızlık gibi değerler adına bağlanan geniş emekçi kesimini bu doğrultuda birleştirebilir mi?” sorusuna bugün “evet” demek oldukça güçtür. Ama, CHP’nin geniş emekçi tabanının; bir “arayışa” yöneldiğine, kendi talepleriyle uyuşan bir güç odağı bulduğunda onunla birleşeceğine dair gelişmeler, ciddi belirtiler olduğu ise kesindir.
-VI-
3 Kasım 2002 ve 28 Mart 2004 seçimlerinin galibi AKP olmuştur. Ama, bu iki seçimden çıkarılacak en önemli sonuç (son 10 yılın seçim sonuçlarıyla da birleştirildiğinde), halk yığınlarının AKP ve onun dünya görüşüne, savunduğu IMF’ci, neoliberal programa yönelip bağlandığı değildir. Tersine, halkın AKP’ye oy vermiş olması ikincil önemdedir. Burada asıl önemli olan ise; Türkiye’nin çok partili yaşama geçmesinden bu yana halk yığınlarının ilk kez tüm düzen partilerinden umut kesmesi, şu parti yanlıları bu parti yanlıları olarak bölünmüş olmayı tali plana iterek, bir kurtuluş arayışına yönelmesidir. Son 10 yıl içinde, hiçbir düzen partisinin bir seçim döneminden fazla aldığı oy oranını koruyamaması, 3 Kasım seçimiyle de geleneksel köklere sahip beş düzen partisinin birden barajın altına sürüklenmesi; halkın artık, “parti tutmak için parti tutmak”tan, kendisini herhangi bir düzen partisine angaje etmekten kurtulmuş olduğunun ifadesidir.
Bundan da önemlisi; sadece legal siyasi partilerin değil, ama, bu siyasi partilerin üstünde kurulduğu ve politika yaptığı, Cumhuriyet’in başından beri, ideolojik ve siyasi başlıca güç merkezlerinin de ciddi bir çözülme sürecine girdiği; bu güç merkezlerinin, iç ve dış güç odaklarının baskısıyla, kendilerini oluşturan unsurlara ayrışarak çözülmesinin hızlandığı gözlenmektedir.
Bu durum; siyasi alanda yeni saflaşmaları, yeni güç merkezlerinin oluşmasının imkânlarını yaratırken, aynı zamanda, önümüzdeki dönemin siyaset ve sosyal yaşamındaki dinamiklerinin neler olacağının işaretlerini de ortaya koymuş bulunmaktadır.
Cumhuriyet’in başından beri başlıca düzen partilerinin üstünde şekillenip onlardan feyz aldığı ve bugün çözülerek unsurlarına ayrışan üç başlıca akım şunlardır: Kemalizm, İslamcılık ve Kürt milliyetçiliği ve onların üstünden şekillenen siyaset.
a-) Kemalizm
Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında oluşan ve Cumhuriyet’e ana karakterini veren Kemalizm, doğası gereği oluştuğu dönemdeki ulusal ve uluslararası koşullardan etkilenmiş, o koşulların damgasını taşıyan izlerle şekillenmiş, dolayısıyla zamana göre öne çıkan değişik eğilimlerden oluşan bir akım olmuştur. Türkiye’nin politik yaşamının çok partili dönemi olan son yarım yüzyıldan fazla zaman içinde Kemalizm’in ana tutumu; dönemlere göre, anti-emperyalizm, şeriat karşıtlığı ve “bölücülük” kaygısının öne çıkarılarak Kürt hakları karşıtlığı, özellikle de darbe dönemleri sonrasında “demokrasi” ve “özgürlük” isteğini öne çıkarmak biçiminde olmuştur.
Oluşum süreci göz önüne alındığında denebilir ki, Kemalizm’in, her yöne çekilebilirse de, onu bugüne getiren ve bugün de hâlâ canlı kalmasını sağlayan yanı, Kurtuluş Savaşı’na yön veren bağımsızlıkçı eğilimdir. Bu eğilim, son yıllarda; bir yandan Kürt sorununun gündeme gelmesiyle, “bölücülük” gerekçesiyle, “demokrasi düşmanlığı”na dönüşmüş; Amerika’nın İslamcı akımları yedeklemesinin baskısıyla da, “şeriata karşı olma” üstünden İslam dininin etkisindeki geniş halk yığınlarıyla karşı karşıya gelmiştir. Bu tepki, dinin etkisindeki geniş yığınları, şeriatçı, Amerikancı, din üstünden siyaset yapan kesimlerin kucağına itmeye varacak kadar abartılmıştır. Dahası; bugün dünün Kemalistleri arasında bir ayrışmayı gündeme getirmiş; bir bölümü, -eskiden Kemalizm’i cuntaların, faşist darbelerin başlıca ideolojik, siyasal dayanağı olarak kullanmaya yöneldikleri gibi-, Kemalizm adına, MHP-Ülkü Ocakları, Aydınlar Ocağı gibi ırkçı, şoven milliyetçi kesimlerle birleşerek Kızılelmacılığa yönelirken, yine bir başka kesimin ise, ABD’nin egemenlik planlarıyla, BOP’la, küreselleşme ve neoliberalizmle uzlaşma ve CHP çizgisine yöneldiğini görmek mümkündür. Ama, Kemalizm’in tarihsel rolüne daha uygun tutum takınan Kemalistler’in, bugün bu iki eğilimin de baskısından kurtulmuş olarak;
– Kürt sorununun çözülmemesinin Türkiye’yi geriye götürdüğünü ve asıl bölücülüğü sorunu çözmeyenlerin yaptığını, “Kürt haklarından söz edenlerin “bölücü” görülmesinin Kemalistleri ırkçı, şoven milliyetçi, en hafifinden antidemokratik bir konuma ittiğini,
– Şeriat sorununun en uçtan yorumunun, halk yığınlarını şeriatçıların kucağına ittiğini benimseme eğilimi gösterdiğini,
– Kıbrıs, Kuzey Irak gibi iç politikayla çok içli dışlı hale gelen dış politika konularında da Kemalist çevrelerde bir ayrışmanın kaçınılmaz olduğunu söyleyebiliriz.
Bu eğilimlere bakarak, Kemalistlerin Kurtuluş Savaşı geleneğine ve bağımsızlık değerlerine sahip çıkan ana gövdesinin; anti-emperyalist, anti-Amerikan tutumlarına, demokrasi sorununda yeni açılımlara yönelmeyi eklemek için hareketlendiklerini söyleyebiliriz. Bu çerçevede; Türkiye’nin demokratikleşmesi için Kürt sorununun çözümünün halkçı ve demokratik bir yolunun bulunduğu; şeriata karşı mücadelenin “Kahrolsun şeriat yaşasın laiklik” ötesinde yaklaşımlar gerektirdiği, Kıbrıs, Kuzey Irak gibi konularda şoven milliyetçiliğe prim veren tutumların Kemalizm’in geleneksel “Misak-ı Milli sınırları” ve “Yurtta sulh cihanda sulh” fikriyle bağdaşmadığı gerçeğinin de görülmeye başlandığına dair belirtiler vardır.
Böyle bir yöneliş; Kemalizm’in etkisi altındaki, Cumhuriyet’in aydın ve entelektüel birikiminin ana gövdesini temsil eden katmanların da mücadeleye olumlu katkı yapacakları bir pozisyona çekilmesi; Türkiye’nin bağımsız ve demokratik bir ülke olması mücadelesinde Kemalizm’in yalıtılmış, bu anlamıyla da demokrasi düşmanı çevrelerin dayanağı olmaktan kurtulması; anti-emperyalist ve demokratik bir güçbirliği odağının oluşturulmasına, bağımsız ve demokratik bir Türkiye mücadelesinin güçlendirilmesine katkı bakımından son derece önemli bir imkândır.
b-) İslamcılık
Bütün bir “Soğuk Savaş” dönemi boyunca Amerika ve batı emperyalizminin stratejisi doğrultusunda anti-komünizm adına; emperyalizmin dünya egemenliğine yedeklenen İslamcı akımlar ve bu akımların etkisi altındaki yoksul halk yığınları; önce “küreselleşme politikaları”nın yarattığı yoksullaşma ve sömürünün azgınlaştırılması, arkasından da ABD’nin başta İslam dünyası ve İslam uygarlığını hedef alan politikalarının baskısıyla, yeni bir ayrışmaya sürüklenirken; kendi içinde yeniden saflaşmaya uğramıştır. ABD’nin dünya egemenliği stratejisine bağlanan “Amerikancı İslam”, aynı anlama gelmek üzere “Ilımlı İslam” ile Amerika’ya karşı anti-emperyalist, en azından anti-Amerikancı İslam ayrışması gündeme gelmiş bulunmaktadır.
Bu çerçevede, Adnan Hocacılar, Fethullahçılar gibi, açıkça Amerikancı bir tutum alan tarikatların yanı sıra, AKP iktidarının arkasına mevzilenmiş, onun politik hattı üstünden emperyalizmle de uzlaşma çizgisi izleyen değişik akımlarla anılan irili ufaklı dini çevrelerin, cemaatlerin bulunduğu bir gerçektir.
“Yeşil Kuşak” dönemi boyunca, Amerika’nın dünya egemenliği hizmetine girmiş olan İslamcı çevrelerin, bu uzun dönem içinde kendi içinde farklılıklar göstermesine karşın, Amerika ile ilişkileri, elbette ki, onlara çok şey kaybettirmiştir. Ve Amerikan istihbarat örgütlerinin bu akımlar içinde etkin bir örgütlenme kurduğu da bir gerçektir. Ancak Amerikan yönetiminin, 11 Eylül sonrasında açıkça İslam medeniyetini ve İslam ülkelerini hedefe koyarak, “Medeniyetler Savaşı”, “Haçlı Seferi” ilan etmesi; en sonunda da, BOP’la, İslam dünyasını terbiye edip, kendi stratejisine bağlamak için açtığı çok yönlü mücadele, İslamcı akımlar arasındaki ayrışmayı, saflaşmayı hızlandırmıştır. Ancak, tüm bu ayrışmanın derinden hissedildiği bir dönemde, AKP’nin İslamcı diye ifade edilen çevrelerin desteği ile iktidar olması ve onun Amerikancı çizgisi, bu bölünmeyi yavaşlatan ve Amerika lehine gelişmelere yol açan bir rol oynasa da; Irak’ın işgali, Filistin’de Amerikan desteğindeki İsrail’in katliama varan vahşeti; çocuk, yaşlı, kadın demeden yürütülen savaş, İslam dünyasındaki anti-Amerikancı gelişmeleri olağanüstü büyütmüştür. Fethullahçılık, Işıkçılık gibi güçlü tarikatları da arkasına alan AKP Hükümet bloğunun baskılamasına karşın, anti-Amerikancı İslamcı eğilimin en azından yakın gelecek bakımından güç kazanacağını söylemek bir kehanet olmayacaktır.
Kuşkusuz ki; saflaşma netleştikçe ve İslamcı çevrelerde anti-Amerikancılık büyüdükçe, en önemlisi de, anti-Amerikancı İslamcılar Amerika ve Amerikancıların (AKP’nin de) somut hedefi haline geldikçe, bölünme derinleşecek, İslamcı akımların Amerikan karşıtlığı artacak, AKP tarafından bloke edilen geniş emekçi yığınların anti-Amerikan ve anti-emperyalist mücadeleye çekilmeleri daha da kolaylaşacaktır.
Amerikan karşıtı İslamcı çevrelerin son yıllarda giderek artan bir biçimde devrimci, anti-emperyalist kesimlerle ortak eylemlere girmeleri, alanlara birlikte çıkmaları, İslam’ın etkisi altındaki geniş kitlelerin irtibat kurulabilen kesimlerinin emek hareketi ve sınıf partisinin bildirilerine, ajitasyonuna, çağrılarına yeni bir ilgiyle yaklaşmaları, sınıf partisini “sol” siyasi çevrelerden ayrı görecek kadar olup biteni fark etmeye başlamaları; anti-emperyalist mücadele ve demokrasi mücadelesi bakımından son derece önem verilmesi gereken olgulardır.
Kuşkusuz ki; anti-emperyalizmde en radikal söylem tutturan “İslamcı” çevrelerde bile, söz demokrasiden, ülkenin demokratikleşmesinden açıldığında; sadece “türban” ve “şeriatın umdeleri”nin savunulması özgürlüğü ile sınırlı bir demokrasi talepleri olduğu; özellikle de Kürtlerin hakları, bireysel özgürlükler ve laisizm konusunda kimi zaman üstü örtülü, ama çoğu zaman da açıkça bir gericiliğin bulunduğu bir gerçektir. Bunun, onların ideolojik pozisyonlarıyla ilgili olduğu tartışma götürmezdir. Dahası, bu konudaki ayak diremenin mücadelenin ilerlemesiyle en azından bir ölçüde kırılabileceği beklenirse de, asıl olarak onların demokrasi mücadelesinin taleplerinin başlıcalarını kabulünün, ancak mücadelenin ilerlemesi ve “sıcak mücadelenin zorlamasıyla” olabileceği, tarihin gösterdiği bir gerçektir. Bu yüzden de, bu çevrelerle, bugün asıl olarak, anti-Amerikan ağırlıkta talepler üstünden bir ilişki öne çıkacak, demokrasi konusunda ise, değişik fraksiyonlarla değişik düzeylerde birlikler söz konusu olabilecektir.
c-) Kürt mücadelesi
1980’lerin ortalarından başlayarak gelişen Kürtlerin ulusal hak ve özgürlük mücadelesi, asıl olarak “Kürt kimliği” üstünden ilerledi. Baskılara, bütün bir bölgenin terörize edilmesine, onca ölümlere, kayıplara, faili meçhullere karşın bu mücadele içinde birleşen geniş bir halk kesimi; Türkiye’nin demokratikleşmesinin en önemli dinamiği haline geldi.
Süreç içinde, kimi hakların egemenler tarafından kabul edilmek zorunda kalınması, öte yandan da, giderek sadece Kürt yığınlarının kimlik mücadelesi etrafında birleşen kesiminin mücadelesiyle başarıya ulaşılamayacağını, dolayısıyla Türk emekçilerin demokrasi mücadelesi ile birleşilmesinin gerekli olduğunu gösteren olgular ve nihayet Kürt emekçilerin iş, ekmek, barınma gibi taleplerinin de mücadelenin bir alanı olarak önem kazanması gibi gelişmeler; “kimlik mücadelesi”nin yanı sıra emeğin haklarının da bu kavganın bileşeni olarak geliştirilmesini dayattı.
Ve bu, aynı zamanda, eski birliğin, yeni ve daha geniş bir birlik ihtiyacına fırsat tanımak üzere çözüldüğü bir sürece karşılık geldi. (Bu yenileme yapılamadığı ölçüde, son iki seçimde daha açıkça görüldüğü gibi, “kimlik mücadelesinin birleştirdiği yığınlar, güncel ihtiyaçları için egemen sınıf partileriyle uzlaşmaya yöneliyor.)
Irak’ın ABD tarafından işgali, Kuzey Irak’taki gelişmeler ve Amerika’nın bölgeyi şekillendirmek için yaptığı girişimler, Türkiye merkezli (Irak, Suriye, İran’daki Kürtler içinde de etkisi oldu) olan Kürt mücadelesinin içindeki feodal, milliyetçi çevreleri ABD ve onun politikalarına yaklaştırırken; sorunu, Kürt halk yığınlarının çıkarları, halkların kardeşliği ve tüm Ortadoğu’daki sorunların bir parçası olarak ele alan devrimci eğilim de, kendi pozisyonunu yenileme ihtiyacını hissetti. Böylece bu kesim, bir hamle yaparak, kendi hedeflerini, Türkiye’nin Türk kökenli ve öteki milliyetlerinden halklarının talepleriyle birleştirmeye; bağımsız, demokratik bir Türkiye’nin aynı zamanda Kürtlerin de taleplerini karşılayacağı yaklaşımıyla ortak talepler etrafında mücadelesini yenilemeye yöneldi.
1980’lerde silahlı bir mücadeleye de dönüşerek gelişen “kimlik mücadelesi” etrafındaki birliğin çözülmesini, 3 Kasım 2002 ve 28 Mart 2004 seçim sonuçları çok açık bir biçimde ortaya koydu. Barış ve Demokrasi Bloğu ile Demokratik Güçbirliği’nin oluşmasında, sorunun, sadece birleşen parti ve çevrelerin “dar” kalmasından öte olduğu da, bu iki seçim ve iki seçim arasındaki 17 ayda somut olarak görüldü. Dolayısıyla yaşanan süreç, Kürt sorunu ve Kürtlerin taleplerinin çözümü için atılan adımların, emperyalizmin bölgeye müdahalesine karşı ortak bir tutumda birleşmesi, Türkiye’nin bağımsızlık ve demokrasi sorununu da çözecek bir güç odağının oluşturulması ihtiyacını dayatmıştır.
ABD ve AB’nin Kürt sorunu karşısındaki geleneksel ikiyüzlü tutumları ve bölgeye müdahalelerini yoğunlaştırmaları, feodal aşiret ve Kürt burjuvazisi kaynaklı milliyetçiliğin emperyalist güçlere ve Türk egemen güç odaklarına yaklaşması, onlarla Kürtlerin kazanımlarını satma pazarlığına girişmesi; Türk ve Kürt kökenli halk güçlerini birleştirecek birliğin; seçim birliğini aşarak, hayatın her alanına müdahale edecek bir mücadele hattına girmesi, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve bağımsız bir ülke olmasının taleplerini kapsaması ihtiyacını acilleştirmiş bulunmaktadır. Çünkü mevcut somut durum içinde Kürt özgürlük mücadelesinin birikimi, bu birikimin “kimlik birliği”nin çözülmesiyle heder olmaması, tersine, bunun daha ileriden ve daha geniş bir birliğe hizmet etmesi siyasal alandaki mücadele bakımından son derece önemlidir. Ve geçen süre içinde, en azından Kürt özgürlük mücadelesinin öncü kesimi; özgürlük ve demokrasi mücadelesinin, Türkiye’nin demokrasi güçleriyle, emek mücadelesiyle birleşerek verilmesinin mümkün ve Türk, Kürt her milliyetten halk kesimleri için zorunlu olduğunu görmüştür.
Bu, içinden geçilen zor süreç için, hayati önemde bir gelişmedir. Süreç ilerledikçe de; demokrasi ve özgürlük mücadelesinin Kürt bileşenleri içindeki ayrışma netleşecektir.
İlk bakışta, bu saflaşma; Kürt mücadelesini zayıflatacak gibi görünse de, aslında, bir yandan geniş Kürt emekçi kesimlerinin özlemleri ve acil talepleriyle demokrasi ve özgürlük mücadelesinin birleşmesi, öte yandan da her milliyetten Türkiye demokratlarının ve halklarının Kürt halkıyla kardeşleşme ve birleşme yolunu açan bir saflaşma olması bakımından, doğru değerlendirilirse, güçlendiricidir ve son derece önemli gelişmelere yol açacaktır.
-VII-
Aktüel siyaset alanı ve bu aktüel siyasetin dayanağı olan temel akımları; çözülmeye, yeniden saflaşmalara ve yeni pozisyonlar almaya zorlayan koşullar, emek hareketinin üstünde yükseldiği eski zemini tahrip ederken; aynı zamanda sendikaları ve öteki emek örgütlerini de çözmektedir.
Özellikle sermaye güçlerinin; ekonomilerini piyasa ekonomisi denilen ihtiyaçlara göre yeniden biçimlendirmesi, özelleştirme, taşeronlaştırma, esnek çalışma, Toplam Kalite Yönetimi uygulamaları, uluslararası sermayenin dolaşımı önündeki tüm engellerin kaldırılması için yürüttüğü seferberlik, önceki dönemin koşullarında, sermaye ile uzlaşma temelinde kurulmuş, ama geniş işçi kesimlerini içinde toplayan sendika ve emek örgütlerini hızla üye ve etkinliklerini kaybetme sürecine itmiştir.
En azından son 15 yıldır bu alandaki gelişmeler, son yıllarda daha da derinlemesine bir çözülmeyle sürerken; hem ulusal hem de uluslararası planda, emek mücadelesinin çıkış yolu aradığı bir döneme girilmiştir. Dolayısıyla bir yandan sendikalar ve emek örgütleri güç ve üye kaybederken, öte yandan da, mücadeleci sendika merkezlerinin oluşması, sınıfın, emekçilerin, sistem ve onun saldırılarıyla baş edecek mücadele merkezleri oluşturmasını pratik olarak çözmek üzere gündeme alacakları koşulları da geliştirmiş bulunmaktadır.
-VIII-
Gerek siyasi partiler ve onların üstünde şekillendiği zemindeki çözülme, gerekse sendikal alan ve emek örgütlerinin çözülmesi; yığınların, sermaye güçleri karşısındaki pozisyonlarının yenilenmesi ve siyaset alanında yeniden saflaşma için son derece önemli bir fırsatı da sunmuş bulunmaktadır.
Bu durum, sınıf partisinin görevlerini ağırlaştırırken; ona, tüm halk güçlerinin birleştirilmesinde son derece önemli imkânlar da sunmaktadır.
Bu imkânların en başında; son iki seçimde ortaya çıkan, Blok ve Güçbirliği adı altında oluşturulan ittifakların çok daha genişletilmesi, daha da önemlisi, ittifakın toplumsal bir temele oturtulması vardır. Dahası, somut koşullar göz önüne alındığında, böyle bir ittifakın gerçekleştirilmesinde, sınıf partisinin mevcut pozisyonu, onu, bu birliğin gerçekleştirilmesinde en önemli rolü oynayacak bir pozisyona itmiştir.
Bunun da ötesinde ortaya çıkan durum; hem siyasi alanda hem de sınıfsal alanda sınıf partisinin siyaset yapma alanını genişletirken, aynı zamanda, onun görevini de ağırlaştırmıştır. Çünkü böyle temel bir birliğin oluşturulmasının omurgasının; işçi sınıfının ve öteki emekçi kesimlerin bir güç olabilecek biçimde örgütlenmesiyle ortaya çıkacağı apaçıktır. Bunu da, sınıf partisinin, sınıf içindeki, değişik emekçi kesimler içindeki çalışmasının başarısının belirleyeceği ortadadır.
Bu sorumluluğun yerine getirilmesinin, sunulan tarihsel fırsatın bir gerçeğe çevrilmesinin, sadece partilerin merkezleri, güç odaklarının en önde gelen temsilcileri arasında yapılacak görüşmelerle “bitirilmesi” mümkün değildir. Tersine, işçi ve emekçi sınıfların içinde, halk yığınları arasında her kademedeki partililerin, bu görevin yerine getirilmesinde gerekli gayreti göstermesi; siyasetin, halkın kurtuluşunun kendisinin ve sorunlarının geniş işçi yığınları arasında tartışmaya açılması; bu tartışmaların, sınıfın bilinç sıçramasının bir vesilesi olarak değerlendirilmesi, mücadelenin ve taleplerin bu bilinçle belirlenmesi; bu görevin gerektirdiği bir azim, cesaret ve feragatle çalışılması, ortaya çıkan fırsatların gerçek olması için zorunluluktur.
Çünkü hem sınıf hem de halk güçlerinin bir araya gelip sermaye güçleri ve emperyalizmin karşısında birleşip bir cephe oluşturması, öyle birkaç görüşme ve “birlik” çağrılarıyla olabilir bir şey değildir. Tersine, aşağıdan yukarı uzun soluklu, yukarıdan aşağıya da son derece yaratıcı ve her ayrıntısı düşünülmüş, yaşamın ortaya çıkardığı her yeni gelişmede bütün güçleri yeniden mevzilendirme yeteneğini içeren adımlar atmayı, daha da önemlisi, günlük mücadele içinde adım adım birliği örmeyi, hayatın her imkânını, bu birliğin gerçekleşmesi için seferber etmeyi gerektirir.
68’den 28 haziran’a…
Bundan 36 yıl önce Avrupa’yı, Amerika’yı ve Türkiye’yi sarıp sarmalayan bir gençlik hareketi. Sömürgeciliğe karşı ulusal kurtuluş savaşlarının üç kıtaya yayılması, emperyalizmin en güçlü temsilcisi ABD’nin yenilmez olmadığı gerçeğinin Vietnam’la kanıtlanması, Küba’da ABD uşağı Batista’nın ülkeden defedilmesi ve devrimin zaferiyle sonuçlanan halk ayaklanmasının da etkileriyle patlayan bir gençlik hareketinin adı, 68. Avrupa’nın dört bir tarafında, Kuzey ve Güney Amerika’da, Türkiye’de milyonlarca genci; “bozuk düzeni” değiştirmek ve “bozuk düzenin” müsebbibi emperyalizmi yenmek niyetiyle, peşine takan bir zulme isyan dönemi. Türkiye’de 68, “bozuk düzeni” değiştirmek, “tam bağımsız, gerçekten demokratik Türkiye” talepleri ve iddiasıyla yola çıkan binlerce gencin mücadelesi, bu mücadelede öne çıkan, simgeleşen ve kimisi Kızıldere’de, kimisi Nurhak’ta kimisi darağaçlarında son bulan yaşamların adı. Ama başkaldırıları ve halkın davası için vazgeçebildikleri yaşamlarıyla, on yıllardır süren ve sürecek olan bir mücadele geleneği bırakan genç devrimciler.
DENİZ, HÜSEYİN, YUSUF…
68’in simgeleştiği isimler; Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın emperyalizmin yerli işbirlikçileri tarafından darağacına çekilişlerinin ardından 32 yıl geçti.
68 gençlik hareketini tüm yönleriyle simgeleyen Deniz, Yusuf ve Hüseyin, bu sene son yıllarda gerçekleşen en kitlesel ve en yaygın törenlerle anıldılar. Ankara’dan, İstanbul’a, Hatay’dan, Diyarbakır’a, Adana’dan, Hakkari’ye ülkenin dört bir yanında; Türk, Kürt, Arap her milliyetten gençler, bu yıl daha kitlesel, daha coşkulu andılar Deniz’i ve yoldaşlarını. İdam edildikleri 6 Mayıs 1972’den bu güne, her yıl, şu veya bu sebepten emperyalizme öfkelenen, onlar hakkında çok ya da az bilgisi olan, ama zulme başkaldırdıkları için cellada teslim edildiklerini bilen her gencin coşkuyla, öfkeyle, ama mutlaka onlara benzeme isteği ve çabasıyla andığı Denizler, 2004 6 Mayıs’ında Denizlerce çoğaldıklarını dosta düşmana ilan ederek anıldılar. ABD ve İngiliz emperyalizminin Irakta’ki katliamlarının, İsrail Siyonizmi’nin Filistin’de giriştiği soykırımın, Ortadoğu’nun köleleştirilmesi projesi olan BOP’un, AKP hükümetinin sınır tanımaz uşaklığının ve 28-29 Haziran’da İstanbul’da toplanacak NATO zirvesinin yarattığı öfkeyle, ve yeni 68’ler yaratma isteğiyle de birleşerek, coşkulu ve kitlesel anmalara, onu da aşarak, emperyalizmin lanetlendiği protestolara dönüştü 6 Mayıs. Binlerce genç, Denizler’den aldıkları güçle, meydan okudular emperyalistlere ve işbirlikçilerine. Hemen, hemen tüm illerde ve bir çok ilçede düzenlenen anma etkinliklerinde, binlerce genç, merkezine emperyalist ve Siyonist saldırganlığı, 28 Haziran’da geçit vermemeye kararlı oldukları NATO zirvesini koyarak selamladılar 68’i ve onun önderlerini. Ankara’da, mezarlıkta anmak yetmez diyerek, ABD Elçiliği’nin kapısına dayanarak, hem Denizleri andılar, hem de Ortadoğu’daki ABD işkencesini lanetlediler.
DENİZLERİ ANMAK
Her devrimcinin ölüm yıldönümünde ifade edilen “onları anmak, onların uğruna can verdikleri ideallerine ve mücadelelerine sahip çıkmak ve o mücadeleyi yükseltmekle anlamlı olur” sözleri, her anma töreninde sarf edilmesi gereken veya alışılmış olduğu üzere sarf edilen sözler olmaktan öte bir gerçeğe işaret eder. Elbette onları anmak, onların ideallerine sıkı sıkı sarılmakla mümkün olabilir.
Antiemperyalist mücadelenin kabarışı bakımından uygun uluslararası koşullar kadar Türkiye’nin koşulları da “bizim 68”i koşulladı.
Türkiye’ deki DP iktidarı özellikle 1950’lerde ABD ile yakın ilişkiler kurmuş, 1950’de Kore’ye asker göndererek ve 1952’de de NATO’ya üye olarak, ABD’nin dümen suyuna girmiş ve bölgede ABD’nin en önemli işbirlikçisi olarak, ülkenin iplerini ABD’ ye teslim etmişti. 68’e gelene kadar siyasi ve ekonomik baskının artması ve eğitim alanındaki sıkıntıların katmerleşerek devam etmesi, emperyalizmin tüm dünyada giriştiği saldırganlıkla ve Türkiye’nin ABD himayesindeki pozisyonu ve bağımsızlığını hızla yitiren bir duruma sürüklenişi, başta üniversite gençliği olmak üzere, gençlik yığınları içinde bir hareketlenmeyi beraberinde getirdi. Karşı çıkılan birçok adaletsizlik vardı, ama en öne çıkan karşıtlık, Amerikan tahakkümüne karşı yükseldi. Birbiri ardına başlayan üniversite eylemleri, üniversite işgalleri, gençlerin örgütlenme isteği, kurulan dernekler hareketi hızla yaymıştı. ODTÜ’de Commer’in aracının ateşe verilmesi, Dolmabahçe’de Amerikan 6. Filosu’nun askerlerinin denize dökülmesi ise, hareketi iyiden iyiye ateşleyen ve simgeleşen olaylar olarak tarihe geçti. Emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine karşı yakılan isyan ateşi, kısa sürede yayılarak, gittikçe daha da kitleselleşiyor ve içinden gençlik önderleri çıkararak ilerliyordu.
68 gençlik hareketini değerlendirirken, hareketin birden bire ve kendiliğinden parlayan bir alev olduğu, Denizlerin de yeteneklerini kullanarak, zaten başlamış olan hareketin önderlerine dönüştükleri gibi bir değerlendirme eksik ve yanlış olur. Kimi zaman bu biçimde yanlış sonuçlar çıkarılmasına vesile olan değerlendirmeler, bugünün gençlerinde “hareketin yükselmesini bekleme ya da “bir gün Deniz gibi birileri çıkar biz de peşlerine takılırız” gibi bir yanılgıya ve beklenticiliğe neden olabiliyor.
Şu söylenebilir; 68’de gençliğin tepkisini çeken birçok gelişme vardı ve bir hareketlenmeye yol açacak birçok etken mevcuttu. Öte taraftan Denizler –ve dönemin diğer önderleri– gerçekten yetenekli, bilgili ve kitleleri harekete geçirebilecek özelliklere sahiplerdi. Fakat onların birer önder olarak sivrilmelerinin ve hareketin yükselmesinin arkasında, onların yoğun uğraşları, sebatkarlıkları, cesaretleri ve meseleleri değerlendirerek, gençlik yığınlarının önüne bir mücadele platformu olarak sunabilmekte gösterdikleri yetenek vardı.
BUGÜNKÜ DURUM VE GÖREVLERİMİZ
68 gençlik hareketini; Emperyalizm ve özellikle ABD karşıtlığı, emperyalizm işbirlikçiliğine karşı mücadele, bağımsız ve demokratik Türkiye gibi taleplerle ayağa kalkış olarak özetleyebiliriz. Peki bu gün durum nedir?
ABD ve İngiliz emperyalizminin orduları, Afganistan’dan sonra işgal ettikleri Irak’ta katliamlarına her gün bir yenisini eklemektedir. Her gün yaşanan işkenceler, tecavüzler ve ölümler, Irak’ a, adeta geniş bir coğrafyaya kurulmuş bir toplama kampı görünümü vermektedir. ABD’nin ve Türkiye’nin müttefiki, stratejik ortağı İsrail ise, yıllardan bu yana sürdürdüğü katliamlarını, artık tüm dünyanın gözleri önünde sivillere füzelerle saldırmaya dönüştürmüş durumda. Örgüt liderlerini suikastlerle katletmeye ve Filistinli mültecilerin evlerini buldozerlerle başlarına yıkmaya devam eden İsrail, ABD ve Türkiye’den aldığı güçle, Siyonist saldırganlığı arttıracağını açıkça ortaya koymakta hiçbir çekince duymamaktadır.
Emperyalizm (ve Siyonizm), dünya halklarına yönelik en kapsamlı ve en sistematik katliamlara girişmiş durumda. Emperyalistler, adına “Büyük Ortadoğu Projesi” dedikleri, Kafkasya’dan Ortadoğu’ya geniş bir coğrafyada yaşayan halkların köleleştirilmesi ve buralarda emperyalist tahakkümün sağlamlaştırılması planıyla saldırganlığını arttırıyor. Bölgede bunlar yaşanırken, Türkiye egemenleri ve yönetimi, içerde sermayedarlar ve uluslararası finans çevreleriyle bir olup ülke halkına saldırarak, onu her gün biraz daha yoksullaştırmakta, ülke gençliğini geleceksizleştirmekte ve ona ABD askerliği görevini biçerek, cepheye sürme telaşıyla hareket ediyor. Türkiye, emperyalistlerin Ortadoğu’daki politikalarıyla tam bir uyum içerisinde, tüm halkların nefretle andıkları güçlerin bölgedeki en önemli müttefiki durumunda. Hükümet bir taraftan Irak’taki, Filistin’deki katliamları desteklerken, öte taraftan, BOP’a destek olmakta, Diyarbakır’ ı BOP’un “parlayan yıldızı” yapacağını ifade etmektedir. Hükümetin başbakanı Irak’taki saldırılara destek olup, yaşananların, ABD’nin Irak’ı özgürleştirme çabası olduğunu söyler ve Irak’a asker göndermek için canla başla çabalarken, Ebu Garib cezaevinde ortaya çıkan işkence fotoğrafları için, “annem ağladı” diyor.
Aynı başbakanın yardımcısı ve Dışişleri Bakanı da, Filistin’de, uçaklardan yağdırılan bombalarla katledilen mültecilerin görüntülerini izledikten sonra, “İsrail ölçüyü biraz kaçırdı” diyor. Uşaklık bununla da sınırlı değil. Hükümet şimdi de tüm dünya halklarına ölüm, zulüm ve gözyaşından başka hiçbir şey vermeyen NATO ülkelerini Türkiye’de ağırlamaya hazırlanıyor. Yeni üyelerle, sayısı 26’ya ulaşan NATO ülkeleri, 28-29 Haziran’da BOP’u nasıl hayata geçireceklerini ve yeni saldırı politikalarını belirlemek üzere, İstanbul’da NATO Zirvesi’ni toplayacaklar. Afrika’dan, Kafkaslar’a, dünyanın dört bir yanında kan deryaları yaratan NATO ordularının “generalleri”, kanlı postallarıyla, halkımızın onurunu çiğneye çiğneye, topraklarımıza adım atmaya, hükümetle kol kola katliam planları yapmaya geliyor.
İstanbul sokaklarında, şimdiden “güvenlik” terörü estiriliyor, halk fişleniyor; İstanbul sokakları, tıpkı 68’deki gibi, katiller hoşnut kalsın diye, milyonlarca dolar harcanarak “güzelleştiriliyor”. NATO gemileri, limanlarımıza demirlemeye başladı bile. Bunu protesto eden gençler, polisin vahşice saldırılarına maruz kalıyor. NATO’nun baş kumandanı Bush, Türkiye’deki üslerine yenilerini eklemek, var olanları izin dahi almadan kullanabilmek için, iktidardan aldığı güçle kolları sıvamış durumda.
Her şey ortada; bir taraftan saldırganlaştıkça saldırganlaşan, halklara işkence ve tecavüz eden emperyalizm, öte taraftan emperyalizme köleliği en kutsal görev bilen, kıblesini ABD’ye dönmüş, ülkenin bağımsızlığını adım adım ortadan kaldıran iktidar.
PEKİ, BİZ NE YAPACAĞIZ?
Tüm bunlar yaşanırken, ülke gençliği, bir yol ayrımında durmaktadır ve bir karar verme yükümlülüğüyle karşı karşıya. Emperyalizme ve onun her türden işbirlikçilerine karşı, bağımsız, demokratik bir Türkiye yaratmak üzere, Deniz’lerin yolundan gidip gitmeme kararı. Ülkenin geleceğinin nasıl şekilleneceğini önemli oranda belirleyecek olan bu karardır. Ve görünen odur ki, ülke gençliği Denizler’in yolundan gitme eğilimindedir.
Denizlerin, bu sene, uzun yıllardan beri en yaygın ve en kitlesel etkinlik ve eylemlerle anılması kuşkusuz bunun işaretidir.
Başta lise ve üniversite gençliği olmak üzere, gençlik yığınları içinde Deniz’in yeniden anti-emperyalist mücadelenin bir simgesi olarak sivrilmeye ve gençleri etrafında birleştirmeye başladığı bir dönemi yaşıyoruz. Son zamanlarda gerçekleşen ABD karşıtı protestoların ana sloganlarının, 68’e, özellikle de 6. Filo’ya ve Denizler’e vurgu yapan sloganlar olması da bunun bir göstergesi. Gençler, yaptıkları protesto gösterilerinde Denizler’in posterlerini taşımakta ve onun adı geçen sloganları adeta protestolarının bir tehdit unsuru olarak kullanmakta, en kararlı ve meydan okuyan sloganlarını, Denizler’e adamaktadırlar. “Emperyalistler, işbirlikçiler; 6. Filo’yu unutmayın”, “Denizlerin ruhuyla NATO’yu dağıtacağız” gibi sloganlar, gençlerin, bir taraftan Denizler’den ve onların egemenleri uzunca süre meşgul ve rahatsız eden mücadelelerinden cesaret aldıklarını, bir taraftan da, emperyalistler ve onların işbirlikçileriyle hesaplaşmayı, Denizler’in ve onların mücadelesi üzerinden kurguladıklarına işaret ediyor.
Gençlerin içinde bulundukları ruh hali ve ülkedeki durum buyken, Deniz’in yoldaşlarının ve kardeşleri olan Türkiye gençliğinin önünde duran görev ve sorumluluklar da açık ve nettir. Her gün ve her gün, dünyada ve Türkiye’deki gelişmeler karşısında, “Deniz olsaydı ne yapardı?” sorusunu kendimize ve gençlik yığınlarına sormak, bu sorunun yanıtına uygun bir tutum ve gözü karalıkla mücadeleye atılmak başlıca görevimiz durumundadır. Emperyalistler ve onların uşakları, bölgemiz ve ülkemizi istedikleri gibi cirit atabilecekleri, ceset tarlalarıyla kaplı, adına “özgürlük ve demokrasi” dedikleri topları, roketleriyle her an ölüm kustukları, kan deryaları yarattıkları bir coğrafyanın parçasına dönüştürerek, imparatorluklarını kurdukları bir gelecek hayal ediyorlar. Durum böyleyken, tarihinde 68’leri yaratmış, 6. Filo’yu denize dökmüş, emperyalistlere karşı bir ulusal kurtuluş savaşı vermiş ve kazanmış bir halkın gençliği, elbette yatağında rahat uyuyamaz, işine, okuluna rahatça gidip gelmeyi kabul edemez.
Emperyalistlere ve onların NATO Zirvesi’ne karşı, üniversite gençliğinin, Denizler’i hatırlayarak, üniversitelerini zalimlere karşı mücadele alanlarına çevirme iradesi göstermesi, hele de zirve nedeniyle okulları erkenden tatil edilmek istenirken, daha da yakıcılaşmış durumda. Amerikan büyükelçisi, Vietnam kasabı Commer’in aracını ateşe vermekte bir an bile tereddüt etmeyerek, onu emperyalizme isyanın meşalesine dönüştüren, “sağ-sol yok, boykot var” diyerek, emperyalizme karşı, bağımsızlık için tüm üniversite bileşenlerini bir cephede birleştirmek için didinen, yeri geldiğinde gözünü kırpmadan silahı kuşanan, kah Filistin’i, kah Nurhak’ları mesken edinen bir gençlik kuşağının mirasçıları olduğunu üniversiteli gençlere hatırlatmak ve bugün de mücadele sırasının kendilerinde olduğunu hatırlamak ve hatırlatmak görevimizdir.
Liselerde, semtlerde, sanayi sitelerinde, Denizler’e olan sempatinin, NATO’ya karşı onların ruhuyla mücadele etme kararlılığına dönüştürülmesi için canla başla uğraşmamız zorunludur. Gençlik yığınlarının, ülkenin bağımsızlığına ve mazlum halkların canına kast edilen şu günlerde, yeni bir anti-emperyalist gençlik dalgası yaratma sorumluluğuyla hareket etmelerine vesile olacak bir mücadele platformu yaratmak, başlıca görevimiz olmalıdır. En başta sınıfın partisinin gençleri, Denizler’in gerçek mirasçıları olma sorumluluğuyla, en öne atılmak ve emperyalist hesapların bu ülkenin gençleri aracılığıyla boşa çıkarılmasını sağlayacak bir mücadeleye önderlik etme kararlılığıyla işe koyulmalı, en çok çaba harcayanlar olmalıdır.
Okullarda, semtlerde, emperyalizme ve NATO’ya karşı Kemalist’inden, dindarına, Türküyle, Kürdüyle tüm gençlik yığınlarının bir araya gelişini sağlayacak bir platformu yaratmamızın tüm olanakları elimizde bulunmaktadır. Bunu yaparken, Denizler’in birleştirici rolünü öne çıkarmak, birleşmekten başka çarenin olmadığına, mutlaka ve mutlaka birleşmek gerektiğine gençlik yığınlarını ikna etmek, hem zorunlu hem de birçok zaman olduğundan daha olanaklı.
Süreç öyle ilerlemektedir ki; yeni gençlik hareketlenmelerinin önü açılmakta ve hem daha güçlü, daha kitlesel birleşmeleri ve hem de çetin mücadelelerle geçecek bir dönemi işaret etmektedir. Peki, bunun için yeterli şartlar mevcut mudur? 68’de olduğu gibi geniş gençlik yığınlarını peşinden sürükleyecek, ama bu sefer işçilerle, memurlarla, köylülerle ve emekçi kadınlarla da birleşerek ilerleyecek ve gelişecek bir hareketin işaretleri ve olanakları var mıdır? Cevap, kesinlikle evettir.
Geçtiğimiz yıl 1 Mart’ta, 21 Mart’ta gençlik yığınları içinde ortaya çıkan hareketlenme, bu yıl 6 Mayıs’ta anmaları aşan, ABD elçilik ve konsoloslukları önüne taşan eylemler, bu olanağın birer işaretidir. Öte taraftan, farklı gerekçelerle de olsa, Irak ve Filistinlilere uygulanan katliamın, halk ve gençlik yığınları içinde yarattığı öfke de, bir başka birleşme olanağına işaret etmektedir.
Eğer yetenek gösterilebilir de, gençler içinde yeniden anti-emperyalist mücadelenin bir simgesi olarak sivrilen Deniz’in ve onun mücadelesinin sahiplenilmesi ve sahiplendirilmesi becerilebilirse, emperyalistlerin ve uşaklarının başlarına bela olacak yeni bir gençlik hareketi kapıdadır. NATO zirvesinin İstanbul’da toplanacağı 28 Haziran’ı bir hesaplaşma günü olarak algılamak ve bu hesaplaşmadan zaferle ayrılmak için elden gelen her şeyi yapmak, Denizler’in mirasını bu biçimde sahiplenmek boynumuzun borcudur. 1 Mart’ta tezkerenin reddettirilmesinin halkta yarattığı ruh hali hatırlanmalıdır. ABD’ye ve işbirlikçilerine karşı harekete geçildi ve asker gönderme tezkeresi reddettirildi. Emperyalistlerle halk arasındaki büyük kavganın küçük “muharebeleri”nden biri kazanıldı. Ve bu kazanım o dönem iyi değerlendirilemese de, halk yığınlarında bir özgüven yarattı. Şimdi kapıda, kazanılabilirse, önemli olanaklar yaratacak, yeni bir muharebe var: 28 Haziran’da İstanbul’da toplanacak NATO Zirvesi.
Evlerinin en güzel köşesinde Denizler’in resimleri asılı olan milyonlarca genç, Denizler’in ruhunu kuşanarak harekete geçtiğinde, kesinkes kazanılacak bir muharebe.
Şimdi bunu başarmak için mahalle mahalle, okul okul örgütlenilecek ve NATO’ya tarihi bir ders vermek için kolların sıvanacağı günler geldi. Bu dönem, liselerden, üniversitelerden, semtlerden yeni Denizler’in çıkacağı, emperyalistlere 6. Filo’nun yeniden hatırlatılacağı bir dönem olacak, olmak zorunda. Dost da düşman da bilmeli ki, yeni bir 68 kapıdadır. Elbette bu kez kazanmak üzere, öyleyse, elbette emek hareketine bağlanarak. Ve elbette görevler yerine getirilebilirse.
NATO’ya hayır, üsler kapatılsın!
28-29 Haziran’da NATO komutanları ve üye devletlerin başkanları İstanbul’a gelecekler. İstanbul’da gerçekleştirilmesi planlanan NATO Zirvesi’nde bir dizi yeni plan tartışılacak. Irak işgali bir kez daha onaylanacak, yeni hedefler saptanacak. Daha çok ülkeye “özgürlük” ve “demokrasi” götürmek için emperyalistler masaya oturacak. Onların götürdüğü “özgürlük” ve “demokrasi”nin ne menem bir şey olduğu daha bir yıl geçmeden Irak işgaliyle açığa çıktı. Ebu Garip hapishanesindeki fotoğraflar çok fazla söze gerek bırakmıyor. Akıl sınırlarını zorlayacak boyuttaki işkenceler, ABD’de yetiştirilen ve eğitimden geçen uzmanlar tarafından Irak’ta uygulamaya konuluyor.
İşte şimdi, onlar, bu görüntüleri çok daha geniş bir bölgeye yaymak için bir araya geliyorlar. “Büyük Ortadoğu Projesi” üzerindeki son rötuşları yapmak için toplanıyorlar. Halklara karşı bir saldırı örgütü olarak inşa edilmiş NATO’nun görev sahasını daha da genişletmek ve daha aktif olmasını sağlamak için buluşuyorlar. NATO Zirvesi’ni İstanbul’da toplamalarının da kuşkusuz bir anlamı var. NATO’nun başlıca karargahlarından birini Türkiye’ye taşımayı, Meclis iznine gerek duymayacak şekilde Türkiye’yi bir üsse dönüştürmeyi ve Fas’tan Ortaasya steplerine kadar “büyüttükleri” “Ortadoğu”da Amerikan emperyalist planları ve saldırgan dış politikasının eklentisi ve taşeronu olarak kullanmayı planlıyorlar.
Ama bütün bunlar onların planları. NATO Zirvesi için plan yapan başkaları da var. Bu ülkenin topraklarında yaşayanların, bir avuç işbirlikçi dışındaki tamamı, emperyalistlerin planlarına karşı. Savaş istemiyor, işgal istemiyor, işkence fotoğraflarına NATO komutanlarının tersine iğrenerek bakıyor.
Irak’a ABD saldırısı sırasında halkın yüzde 94’ünün bu savaşa karşı olduğu yapılan anketlerde gözükmüştü. Türkiye’nin ABD planları içerisinde daha aktif rol alması, sürdürülen mücadele ve doruğu olan 1 Mart’ta Ankara’da toplanan yaklaşık yüz bin eylemcinin tepkisi sonucu engellenmişti. Irak’a asker gönderme tezkeresi Meclis’ten geçememişti.
O zaman sürdürülen kampanyada daha önce pek sık rastlayamadığımız boyutlarda gelişmeler de yakalanabilmişti. Değişik görüşlerden, her kesimden tepkiler belli ölçüde ortaklaştırılabilmiş ve ayni hedefe yönelmesi sağlanabilmişti. İşbirlikçi medya tekelleri tarafından ‘manken-İslamcı-solcu ittifakı’ tanımlaması, bu güçbirliği karşısında duyulan hazımsızlığın sonucu türetilmişti. Her görüş ve düşünceden savaş karşıtları, ABD planlarına karşı tepkilerini ortaklaştırabilmişlerdi.
İşgalin üzerinden bir yıldan biraz fazla bir süre geçtiği bu günlerde, emperyalistlerin yeni planlarına, yeni işgal ve katliamlarına karşı olanlar yine hareketlilik içersinde. Bu tepkiler, doğal olarak, Haziran sonunda yapılacak NATO Zirvesi’ni de hedefine koymakta.
İşte bu amaçla oluşturulan “NATO ve Bush Karşıtı Birlik”, 128 kurumun bir araya gelmesi sonucu ciddi bir kampanya örgütlemeye başladı. Sendikalar, partiler, siyasi platformlar, meslek odaları, yöre dernekleri vb., Irak’a saldırı döneminde bir araya gelerek yürüttükleri çalışmalardan da çıkardıkları deneyle, NATO Zirvesi’ni engellemek için çaba sarfediyor. Birlik içerisinde farklı birçok bakış açısı elbette bulunmaktadır. Ancak “NATO ve Bush Karşıtı Birlik”, NATO’ya karşı oluşun en geniş birliktelik olduğu zemininden hareketle, çok yönlü bir kampanya planlaması içersinde.
Kampanyanın startı, 6 Mayıs’ta Dolmabahçe’de verildi. Ülkemizde emperyalizme karşı başkaldırının simgelerinden Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın ölüm yıldönümlerinde, onların 6. Filo’yu denize döktükleri yerde verilen bu start, elbette anlamlıydı. Onların idam sehpasındaki son sözleri olan ‘Kahrolsun Emperyalizm’ ve ‘Yaşasın Türk ve Kürt Halklarının Kardeşliği’ bir vasiyet olarak kabul edilip bu günlere dek taşındı. Ve o gün Dolmabahçe’ye iki koldan yürüyen NATO ve Bush Karşıtı Birlik bileşenleri, takınılması gereken tavrın ne olması gerektiğini taşıdıkları döviz ve pankartlarda yazan “Deniz Olunmalı” sloganıyla özetliyorlardı.
O gün ve Mayıs ayı boyunca, yalnızca Dolmabahçe’de değil, Türkiye’nin dört bir yanında görüldü bu slogan. Üstelik, nostaljik bir yaklaşımın ötesinde, bir eylem sloganı olarak atılıyordu, “Deniz Olunmalı” sloganı. Anti-emperyalizm, belki yıllardan sonra bu kadar geniş ve yaygın olarak kendisini hissettiriyordu. Ve bu anti-emperyalist dalganın ülke çapındaki kararlılığı dikkat çekiyordu.
Ve bu coşku ve kararlılıkla NATO karşıtı kampanyalar sürdürülüyor ülkenin her köşesinde. İşçiler, memurlar, gençler, kadınlar emperyalizme geçit vermeyeceklerini her fırsatta haykırıyor, kararlar alıyor, komiteler kuruyor, planlar yapıyor. Antalya’da olduğu gibi, NATO gemilerini engellemek için dişe diş dövüşüyorlar.
NATO ve Bush Karşıtı Birlik, zirvenin yapılmasına karşı faaliyet gösteren platformlar içersinde en kapsamlı ve geniş olanı. Bu, hem sürdürdüğü kampanyayla hem de bileşenleriyle böyle. Ama esas amacın, zirveye karşı, onu püskürtecek güçlü bir duruş sağlanması olduğunun getirdiği bilinç ve bir yıldan fazla beraber iş yapmanın öğrettikleriyle, kapsayıcı olmaya ve bir tek NATO karşıtının bile dışlanmaması ve sürdürülen çabaların aynı denize ulaşması için çaba sarfediyor.
Birlik’in oluşmasında ve sürdürdüğü kampanyada işçi sınıfının devrimci partisinin üstlendiği rol herkes tarafından kabul görmektedir. Emperyalizme karşı mümkün olan en geniş birlikteliğin zorunluluğu teslim edilecektir. Öte yandan, bu geniş birlikteliğin çok daha geniş kesimlere ulaşmada sınıfın partisine sağladığı avantajlar da ortada. Tüm halk güçlerini birleştirme misyonunu yüklenmiş işçilerin, emeğin partisinin emperyalizme karşı ve “Birlik” içindeki tutumu ve çalışmaları, yapılacakların doğru bir hatta ilerleyebilmesi için en önemli teminat. Tüm illerde, ilçelerde oluşturulan NATO karşıtı birliklerin, platformların en ortasında, birleştirici güç olarak, parti olmak zorunda.
Platformlar içerisinde yaşanan tartışmalar, farklı görüşler elbette bazen zorlayıcı olmaktadır. Ama bütün bunların üstesinden gelebilmek, doğru politika ortaya konulduğunda ve yalnızca doğruyu söylemenin ötesinde, söylenenlerin arkasında durulup bizzat yaşamın ve mücadelenin içerisinde en önde yer alındığında, sıkıntıları aşmak, ve ilerisine geçerek, halkın birleşmesi ve çıkarlarının gerçekleşmesine uygun oldukça önemli işler gerçekleştirebilmek mümkün olmaktadır.
NATO Zirvesi’ne karşı çıkmak için herkesin farklı gerekçeleri olabilir elbette. Bu gerekçelerin bazıları bazılarına “az” ya da “yumuşak” da gelebilir. Ancak sonuçta, bu farklı duruşlar, aynı noktayı hedefliyorsa, en geniş halk güçlerini birleştirmek için atılacak adımlar ortada. Kimileri emperyalizme köklü bir darbe vurabilmeyi hedefliyor. Kimi savaşlar olmasın, insanlar ölmesin diye karşı çıkıyor. Kimi Bush’dan nefret ediyor. vb. vb.. Ama, halkın çıkarları kararlıca sahiplenilir ve doğru yaklaşılırsa, birlik sağlanabiliyor, ve bu da, emperyalizm ve işbirlikçilerine karşı halkın birleşmesini kolaylaştırıyor.
Tek tek bireylerin bile bu karşı duruş içersinde yer alması, önemli elbette. Buna karşı çıkmak düşünülemez. Ama bu, tek tek bireylerin şöyle ya da böyle tepki koymasının ötesine geçip, adeta yürünmesi gereken yol olarak önerilmeye başlandığında, mutlaka üzerine konuşmak da gerekiyor. Örgütsüz bireylerin sürdürülen kampanyalarda yer alması, sorumluluk hissetmesi, kişisel tepkilerini ortak çabaya katması karşısında kimsenin itici olması beklenemez. Ama bu önerilen başlıca tutum ve yöntem olunca, bazıları tarafından örgütsüzlük teşvik edilince, buna da dur denmesi gerekiyor. Örgütlü mücadele olmadan, anlık gösterilen tepkilerin daha ileri boyutlara taşınması, dönüştürücü olması ve gereken sıçramayı yaparak ilerlemesinin olanağı yoktur; ve bu, kalıcılık ve ilerisi için bir birikim oluşturması açısından, teşvik edilmesi gereken bir tutum olarak benimsenemez. Bu, “örgütsüz bir yığın insan var, bunlar kazanılmalı” adı altında gerekçelerle süslense bile, gerçek değişmez.
Yaklaşım, elbette yürütülen kampanyaların içeriğini ve temel sloganlarını da belirlemektedir. NATO ve Bush Karşıtı Birlik kampanyasında temel slogan olarak “NATO’ya Hayır Üsler Kapatılsın” sloganını kullanmaktadır. Bir dizi ek sloganın yanı sıra, en geri veya geniş kesimleri hedefleyip kapsayacak boyutta kampanyalar yürütülmesi, aklı başında olan kimsenin itiraz edemeyeceği bir durumdur. Ve elbette, çok yönlü bir kampanyada birçok slogan ve talep de kullanılacaktır. Bunlar, tek tek ele alındığında, göreceli olarak, ileri ya da geri denebilecek türden olabilir. Önemli olan, bunların, belirli bir plan dahilinde birbirlerini tamamlamasıdır. Buna örnek olarak, “Gelme Bush” sloganı ve onu başlıca slogan olarak benimseyenler gösterilebilir. Bush’a karşı çıkan kesimlerin yoğunluğu ve ABD Başkanı olarak Bush’un Irak’taki işgal ve katliamla özdeşleştiği de göz önüne alındığında, bu sloganın harekete geçirdiği kesimlerle birleşmemek ve birlikte “iş” yapmamak söz konusu olamaz.
Eli kanlı bir katilin İstanbul’a gelmemesini istemek elbette önemlidir. Ama öte yandan, eğer bundan başka bir şey söylemiyorsak, bu simge kişinin hangi sömürü, talan, işgal ve işkence sistemini simgelediğini ve bu sistemin emekçilere reva gördüklerini anlatamıyorsak, önemli bir şeyler eksik kalmış olmaz mı? Bush İstanbul’a ne için geliyor? Bush’ta simgeleştirilen bu toplantı hangi planlar için düzenleniyor? Bush’tan başka bir şey söylemeyince göz ardı edilen NATO neyin nesi? Ya da Bush gelmezse sürdürülen kampanyalar kesilecek mi? Ya da önümüzdeki Amerikan başkanlık seçimlerini kaybetse ne olacak? Bu slogan etrafında ikna edilip sürece katılan örgütsüz bireylere ne denecek? Hedefe ulaşıldığına göre, herkes geri evine dönsün mü?
İlk bakışta “Gelme Bush” demenin neresi yanlış denebilir elbette. Ama sürdürülen her siyasi kampanyanın yığınların bilincinde bir aydınlatma sağlaması hedefleniyorsa, sorunun sistemle bağı konulup ele alındığında bir anlamı olacaktır. Yoksa en keskin gibi gözüken sloganların bile, sistemle, yığınların günlük yaşamıyla bağlantısı sergilenemiyorsa, o anlık tepkiyi örgütlemek,onu ileriye, sisteme darbe indirecek boyutlara taşımak olanaksızdır.
Bu “masum” slogan, yalnızca “Gelme Bush” temel sloganı etrafında kampanyayı sürdürenlerin tercihi olsa, buna karşı çıkmak, sisteme muhalefet şeklindeki yanlış anlayışlarla mücadele etmek yönüyle önemli olabilirdi. Ama sorunu önemsemeyen ya da yeterince dikkatli davranmayan birçok çevre, bir kez ortaya atılmış olduğu için, “Gelme Bush” sloganını kullanmakta, emperyalizmin savaş örgütü NATO’ya karşı mücadele bu slogana indirgenmektedir.
“Gelme Bush” sloganı etrafında sürdürülen bir kampanya, yanlış olduğu kadar tehlikelidir de. Bireylerin bazı sivri şeylere tepkisini öne çıkararak, ama burada kalarak siyaset yapma tarzının bir yansımasıdır. Bugün yeryüzünde emperyalist sistemin en sadık koruyucuları dahil, Hitler’i kötülemeyen yoktur. Hitler’in katliamları, gaz odaları, işkenceleri tiksinilerek, öfkeyle anlatılmaktadır. Ama bütün bunlar Hitler’in şahsına ve kişiliğine indirgendiğinde, Hitler’le aynı sistem için kavga veren, ama daha az göze batanlar gözden kaçmakta, ötesinde aklanmaktadır bile.
Öte yandan, “Gelme Bush” sloganı, sistemi, NATO ve işlevini vb. önemsizleştirip, sorunu kişiselleştirerek –en çok “neo-con”ları hedefe koyarak–, Bush’un “rakibi” Kerry ve Amerikan sermayesinin ikinci partisi olan Demokrat Partisi’yle bile ayrışmayı göze almıyor olmasının ötesinde de, ciddi bir kampanyanın ana sloganı olarak hatalıdır ve özgüven ifade etmemektedir. Varsayılsın ki, Bush ile simgelediği sistem, NATO, amaçları vb. bağlantısı başka bir dizi sloganla sağlanmak istensin. Bu, olanaksızdır ve olmayacak duaya amin demek gibidir. Her şeyin ötesinde, “Gelme Bush” sloganında ifadesini bulan anlayış, kapitalist emperyalist sistemi, onun değişmezliği ve değiştirilemezliğini, ancak sistem-içi dengeler üzerinden değişiklikleri ve buradan şekillenecek “değişik” tercihleri olanaklı görmekte ve esas almakta; inisiyatifi, tercihleri kendisi üstlenmekten kaçınmakta, ama Bush’a ya da doğru söyleyişle Amerikan mali sermayesine ve emperyalizmine bırakmaktadır. Ne demektir “gelme”? Tercih kimindir? “Gelmemeyi tercih et Bush” ya da “Bush’u yollama ABD” mi denmektedir? Ya da “Lütfen, ne olursun gelme” mi? Bunca inisiyatif almaktan kaçınarak, emperyalizmin planları karşısında cesaretle ileri pozisyon tutmaya yönelmekten uzak durarak, NATO Zirvesi’nin, giderek NATO’nun dağıtılmasından, Bush’un da Türkiye’ye gelmesinin engellenmesinden söz edilebilir mi? Bu yaklaşımla işçi, emekçi, gençlik ve kadın kitleleri “BOP”a, NATO’ya, NATO Zirvesi ve Bush’un topraklarımızı kirletmesine karşı cesaretle harekete geçirilebilir mi; bu özgüvensizlikle, ciddiyetle taraf olmaya ve mevziye girmeye, tüm dünyaya kılıç çekmekte olan Amerikan emperyalizmi ve genel olarak emperyalizme karşı işçi ve emekçilerin, halkların mücadelesi ilerletilebilir mi? NATO Zirvesi ve Bush’un Türkiye’ye gelişi kapsamında, mücadeleyi, bir sınıf mücadelesi olarak ve gerektirdiği ciddiyet ve kararlılıkla göze alan bir yaklaşım, “Gelme…” değil, “Geleceği varsa göreceği de vardır” tutumunda ifadesini bulabilir. Açıktır ki, dünyanın, gelmiş geçmiş en güçlü, dişinden tırnağına en ciddi silahlanmış, en sıkı örgütlenmiş ve iktisadi dayanağı metropolünde ve dünya ölçeğinde en sağlam burjuva örgütüyle, başlıca Amerikan emperyalizmiyle yüz yüzeyiz. Karşıtları olarak, bugün dağınıkız, çok az örgütlüyüz ve güçsüzüz. Ama, ancak, dağınık, yeterli bilinçten yoksun ve örgütsüz olsalar da, nesnel çıkarları ölümüne emperyalizmle çelişen –dağınıklığı, bilisizliği ve örgüt eksikliğini aşmalarını tarihin ileriye doğru dönen tekerleğinin kaçınılmaz kıldığı; birkaç milyarlık nüfusuyla, birleşmeyi, bilinci ve örgütü, ancak mümkün olan en geniş kesimleri içine çeken mücadele içinde gerçekleştirebilecek– dünya işçi sınıfı, tüm emekçiler ve ezilen halkların bugün hareketli olan ileri kesimleri ya da temsilcileri olduğumuzun farkında olursak, gücümüze güvenmek için yeterli nedenimiz olacaktır. O zaman bileceğiz ki, en az Amerikan emperyalist makinası kadar ne yaptığını bilen, birleşik ve sıkı örgütlü olmak ihtiyacındayız. Ve yine bileceğiz ki, bunun nesnel koşulları vardır ve elverişlidir. Geriye, tuttuğumuz safların hakkını vermek, kendi ülkemiz başta olmak üzere, dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarının büyük gücüne güvenerek, tek bir günde Londra’da, Berlin’de, Roma, Madrid, New York, Washington’da vb. toplanmış 12 milyonluk savaş –ve küreselleşme– karşıtından, en zor koşullarda dev Amerikan savaş arabasına meydan okuyan Irak direnişinden, son 1 Mayıs’ta dünya kentlerinde toplanan milyonlardan, hak mücadelelerini geliştirmeye yönelmiş çeşitli ülkelerin işçilerinden, Küba, Venezüella vb. gibi emperyalizme kafa tutan ülke halklarından güç ve cesaret alarak ileri çıkmak, Türkiye işçi sınıfı ve halklarına eylemli mücadele çağrısı çıkarmada kararlı davranmak kalıyor. Öyleyse, “gelme” değil, “sokmayacağız”, “püskürtelim” vb. sloganlarının benimsenmesi, vazgeçilemez bir ihtiyaç olmaktadır. Ve zaten tersinden bakıldığında, en iyimser düşünceyle, Bush, eh, hastalansa ve yerine örneğin savunma bakanını gönderse, ne olacaktır, kampanya çökecek, NATO ve emperyalizm karşıtı eylem tatil mi edilecektir?
En geniş kesimlerle buluşmak elbette önemlidir. Farklı çevrelerin sürdürdüğü çalışmalarla buluşmak, ittifaklar yapmak doğrudur. Ama “genişleme” adı altında, doğrular yerine yanlışları söylemeye başlarsak, sağlanan o genişlemenin yığınlara kazandıracağı hiçbir şey olmayacaktır. Tersine doğurabileceği yanlış ve tehlikeli sonuçlar vardır.
Her şeye rağmen, “Gelme Bush” diyenleri de bir kenara itmeden, onlarla da ortak “iş” yapmayı zorlayarak, ama yanlış temelde örgütlenen kampanyalara boyun eğmeden, yanlışlar konusunda hem iş yaparak hem etkilenen yığınları eğiterek doğru hedefe ilerlemeliyiz. Hele henüz işin başında, kuşkusuz emperyalizm karşıtlarının birleşmesini olumsuz etkileyecek, en azından halkın birleşmesini kolaylaştırmayacak, emperyalizme az-çok karşı tutum alan çevreler arasında bir bölünmeden mutlaka kaçınılmalı, bu, sekter tutumlarla teşvik edilmemelidir.
Öte yandan, düzenlenecek bu tarihi zirve planlamasına karşı daha iddialı, inançlı ve inatçı olunması gerektiği de ortadadır. Irak’ta, Filistin’de ortaya çıkan manzaralar geniş yığınların NATO’ya karşı seferber edilebilmesi için önemli olanaklar sunmaktadır. Hiçbir kesimin emperyalizm, NATO ve Zirve karşıtı potansiyelini heba etmeden, bu zirvenin engellenebileceğine ilişkin kararlılığı daha yüksek sesle haykırmalıyız. Yapılmaya çalışılanın, basit bir protesto gösterisi olmadığı ortadadır. Fabrikalarda, okullarda, semtlerde emperyalizmin iğrenç yüzünü anlatabilmek için önemli olanaklar avucumuzun içindedir. Yeter ki, biz kullanmayı bilelim. Kapısını çaldığımız, birlik, aydınlanma ve örgüt imkanı sunduğumuz bir tek kişi bile bize karşı duyarsız olmayacaktır.
Ve son olarak, 29 Haziran sonrasında da, biriktirdiğimiz deneyimler ve ilişkiler üzerinden parti faaliyetinin süreceği, dolayısıyla günlük tutum ve ilişkilerle yetinilmemesi, süreklilik ve kalıcılığın gözetilmesi ve kuşkusuz bilinç ve örgütün güçlenmesi, sağlamlaşması ve yerelleşerek gelişmesi gereği unutulmamalıdır.
Çanlar Suriye ve İran için mi çalıyor?
Irak’ta yaşananların, sadece bölgeyle ilgili mesele olmaktan çıkıp, dünyanın yegane meselesi haline gelmesinin altında, şüphesiz, işgal edilen toprakların kapitalizmin en çok ihtiyaç duyduğu ve olmazsa olmazlarından olan enerji kaynaklarını barındırmasının yanı sıra, Irak halkının giderek genişleyen ve Amerika’nın kontrolünden çıkmaya başlayan direnişi; bu direnişin gerek bölge, gerekse dünya halklarında uyandırdığı sempati ve Amerika’nın sergilediği vahşet gibi nedenler yatmaktadır.
Irak’ta hızla genişleyen direniş hareketi, büyük bir kabadayılıkla ve yenilmek bir yana, kılına dokunulamaz “dünya imparatorluğu”olarak gösterilen ABD’nin nasıl bir bataklığın içerisine saplandığının da göstergesidir. ABD kamuoyunda sık sık “yeni Vietnam” sözcüklerinin telaffuz edilmesi tesadüf değildir. Ancak altının çizilmesi gereken nokta şudur: Hiç şüphesiz, Irak direniş hareketi, Vietnam direnişi gibi bir önderliğe sahip değildir; ama başarısının yaratacağı etki, Vietnam’dan çok daha büyük ve sarsıcı olacaktır. Öncelikle Irak, egemenlik kurmak için emperyalistler arasında kıyasıya mücadelenin yaşandığı bir bölgede yer almaktadır. İçinde barındırdığı enerji kaynakları dolayısıyla bölge, emperyalizm için, kendi iradesiyle asla vazgeçilecek türden değildir. Öte yandan da, direnişin başarısı, yıllardan beri enselerinde boz pişirilen, kanlı savaşların ortasında bırakılan bölge halklarının yeni bir uyanış dalgasına, anti emperyalist ve mevcut yönetimlere karşı başkaldırılarına yol açabilecek özelliktedir.
Son zamanlarda ortaya çıkan dikkat çekici davranışlardan birisi de, Amerika’nın Irak’ı işgalini neredeyse “kahramanca” savunan, Amerika’dan fazla Amerikancı kesilen Türk medyasının şanlı kalemlerinin konuya olan ilgisizliğidir! Son zamanlarda yaşanan onca olay, onca vahşet, ortaya çıkan işkence fotoğrafları, düğün katliamlarından sonra, “Amerikan özgürlükçülerinin sanki dili tutulmuştur!” Aylar boyunca “Amerikan özgürlüğü”, “Amerikan demokrasisi”, “bölgede huzur ve istikrar” üzerine yazı yazanların, son yaşananlarla “Amerikan özgürlüğü” arasında da derin bağlar kurmaları gerekmez miydi?
Oysa yaşananlar o kadar açıktı ki, ABD bırakın tüm bölgeye barış, huzur ve istikrar getirmeyi, Irak’ı yönetmek üzere atadığı kendi adamlarına bile istikrar getirememişti! Uygulamaya koyduğu hiçbir yöntem ve yönetim dikiş tutmuyordu. Her yeni düzenleme birkaç ay içersinde geçerliliğini yitiriyor, yeni arayışlara girişiliyordu. Her ne kadar yine burjuva çevreler ve analistler, bu durumu ABD’nin bölgeye, Irak halkına, halkın örf, adet ve geleneklerine yabancılığı ve yanlış uygulamaları ile açıklamaya çalışarak, işgali gözlerden gizlemeye yelteniyorlarsa da, gerçekler hiç de böyle değildi. Irak halkının direnişi, tek tek münferit olaylara, işgal gücü askerlerinin “denetim dışında kalan” bazı uygulamalarına, bir takım insan hakları ihlaline karşı değil, işgaleydi. Halk, işgalcilerin gitmesini istiyor, bağımsızlık ve özgürlük talep ediyordu, “anlayışlı, insani duyguları gelişkin, yumuşak yürekli işgal komutanları” değil! Yaratılan son vahşi olaylar ise, işgalin kaçınılmaz sonucuydu. Çünkü vahşi ve insanlık dışı olan, işgalin kendisiydi. Vahşi ve insanlık dışı olan işgalden insani sonuçlar beklemek ise, ancak aptallık olurdu! İnsanların bağımsızlığını, özgürlüğünü yok etmenin, esaret altına almanın, köleleştirmenin kendisi vahşetken, “iyi köle sahibi” beklentileri, ancak kafaları burjuvazi ve egemenliğinden başka bir şeye çalışmayanların, onun uşaklığından başka bir dünya düşünemeyenlerin işi olabilirdi.
Ama sonuçta, ortada, büyüyen bir direniş ve giderek köşeye sıkışan ABD vardı. Tüm gelişmeler direniş dalgasının giderek büyüdüğünü, ülke çapında hem de hızla yayıldığını gösteriyordu. Üstelik Saddam’ın yakalanması, baştan söylendiği gibi, direnişin hızını kesmek bir yana, arttırmış, direnişin üzerindeki Saddam şüpheleri aşılınca, direnişçiler arasında birlik ve ittifaklar yolunda hızlı adımlar atılmıştı. Daha önce, özellikle ABD tarafından ortalığa salınan “Saddam yanlısı olanlar”-“Saddam karşıtı olanlar” biçimindeki ayrışma ortadan kalkmış, direniş tek bir hatta birleşmiş, ortaya birleşik bir direniş hareketi çıkmıştı.
Öyle olmuştu ki, işgal güçleri, daha önce Saddam’ın polisi, Saddam’ın generali diye teşhir ettikleri ve karşı kampta görme eğiliminde oldukları kişileri Felluce, Necef, Bağdat gibi şehirlerde güvenlik yetkilisi olarak atamışlar; ancak bir süre sonra, bu kişilerin direnişin gizli destekçileri olduğunu söylemeye başlamışlardı!
Bir yandan Haziran ayında Irak’taki ABD askerlerinin sayısının azalacağını söylüyor, diğer yandan Güney Kore’de buluna Amerikan askerlerinin Irak’a kaydırılacağını açıklıyorlardı!
ABD, SURİYE VE İRAN İÇİN NELER DÜŞÜNÜYOR?
ABD işgalinin Irak’la sınırlı olmadığı, bölgede kendisine muhalif veya yeterince güven vermeyen ülkeleri hedefine aldığı biliniyordu. Bunların başında Suriye ve İran gelmekteydi. Halkından gördüğü tepki üzerine ABD’nin Irak işgaline üst düzeyde destek vermeyen, çekingen davranan Suudi Arabistan da, işgal değilse bile, kulağı çekilecek ülkelerin arasındaydı.
Irak’ı işgal eden ABD, aslında kaçınılmaz olarak bu yola girmişti. Irak, işgaller dizisinin başlangıcını oluşturuyordu. Irak halkının esasını oluşturan Sünni, Şii Arap ve Kürt toplumlarının denetim altına alınması, tam olarak susturulması, komşu ülkelerin tam anlamıyla denetim altına alınıp susturulmasıyla bağlantılıydı. Çünkü her yeni işgal; yeni sorunlar, yeni düşmanlıklar, ittifaklar, karşı cepheler demekti. Her yeni işgal, aynı zamanda, “karşı kampın” birleşmeye zorlanması, karşı bloğun güçlenmesi anlamına da geliyordu.
ABD, Kuzey Irak Kürtlerini, Talabani ve Barzani aracılığıyla bir biçimde denetim altına almış, özgürlük vaatleriyle yanına çekmeyi başarmıştı. Aşiret geleneğinden gelen ve onu sürdüren bu isimlerin egemenin yanında yer almasında, ve aşiret bağlarının etkisinin yanında, Kürt kitleleri, ezilmişliklerinden kurtulma istek, arayış ve umutlarını kullanarak peşlerine takmalarında şaşılacak bir şey yoktu. Ancak şimdiden görülmeye başlandığı gibi, ABD’nin “ipi” özgürlük ipi değil, boyna geçirilen ilmekti. ABD’nin batağa saplanması, onu destekleyen kesimlerin de batağa saplanması demekti. Oradan, bağımsızlık ve özgürlük değil, çıksa çıksa yeni belalar, yeni yıkıntılar, hayal kırıklıkları, tecritler ve büyümüş düşmanlıklar çıkardı.
ABD açısından Sünniler, Saddam’ın yakalanması sonucunda en çabuk susturulacak kesim olarak görülüyordu. Moral olarak yıkılmış, güvenlerini kaybetmiş ve tecrit edilerek köşeye sıkıştırılmış bu kesim “kolayca teslim alınabilirdi.” Ama çok kısa zamanda evdeki hesapların çarşıya uymadığı görülüverdi. Bu, ABD için birinci hayal kırıklığıydı. Bu hırsla saldırılarının dozunu arttırdılar, tam bir katliama giriştiler. Ancak saldırıların artan şiddeti, direnişin şiddetini güçlendirmekten başka bir işe yaramadı!
ABD’nin asıl ilgilendiği ve kafa yorduğu kesim Şiilerdi. Şiilerin durumu ve alacakları pozisyon, yalnızca ABD’nin değil, konuyla ilgilenen herkesin merak konusuydu.
İlk başlarda, Şiilerin lideri kabul edilen Sistani ile işler bağlanmaya çalışıldı. Sistani, özelikle Güney Şiileri üzerinde büyük etkinliği olan bir liderdi. Zaten Irak Şiilerinin büyük bölümü Güney’de yaşıyordu. Sistani, başından itibaren işgale karşı açık bir tavır koymamış, Saddam’ın devrilişini, toplumuna karşı yatıştırıcı ve uyutucu bir olay olarak yansıtmıştı. İşgale karşı asla açık ve net bir tutum koymamış, ‘ABD’nin işini yapıp yönetimi Iraklılara bırakıp gitmesi iyi yoldur’ türünden sözlerle lafı dolandırıp durmuştu. Daha sonraları ABD tarafından atanan kukla yönetimde de yer almayı kabul etmişti.
Ancak işler öyle yürümedi. Oyunu bozacak gelişmeler ortaya çıktı. Orta Irak Şiilerinin lideri durumundaki Sadr, işgale açıktan tavır almaya başladı. ABD’nin Sadr’ı susturmak, etkisizleştirmek için saldırması ve çatışmaların başlamasıyla, Sadr, bir anda işgal karşıtı hareketin önderlerinden birisi durumuna yükseldi. Sadr’ın tavrı, Şiiler arasında büyük sempati toplamaya, etkinliği Güney’e kadar uzanmaya, kendine taraftar bulmaya başladı. Bu arada doğal olarak Sistani’nin prestiji sarsıldı, önderliği ve tavrı, etkinliği altındaki kesimlerde bile tartışılmaya başlandı. Sistani güç kaybederken Sadr sürekli güçlendi.
Bu durumda ABD, hem direnişe suçlu yaratmak, hem de egemenlik alanını genişletmek için, Irak direnişinin arkasında, Suriye ve İran devletleri ile Suudi Arabistan’daki Arap milliyetçisi güçlerin olduğunu daha açıktan, yüksek sesle söylemeye başladı ve teorileştirdi.
Beyaz Saray kaynaklı propagandaya göre, bu ülkeler, kışkırtıcılık yapıyor, direnişe insan, para ve silah kaynağı oluşturuyordu. Yani halklar kendi başlarına asla hiçbir şey yapamazlar, hep dış güçlerin kışkırtmasına gelirlerdi! Oysa, işgal ve esaret dış güçlerin değil, Irak halkının sorunuydu. İşgalden mağdur olanlar, ezilenler, bağımsızlık ve özgürlükleri ellerinden alınanlar dış güçler değil, Irak halkıydı!
ABD; böyle yapmakla, birincisi, Irak direnişinin, Irak halkının değil, “dış güçlerin” işi olduğunu anlatmaya, başarısızlığına kılıflar uydurmaya çalışıyordu; öte yandan, ikincisi, hedefleri somutlaştırıyordu.
İşte tam da bu doğrultuda, Başkan Bush, 11 Mayıs’ta Kongre’ye bir yasa tasarısı gönderdi. Yasa tasarısı şunları içeriyordu: “Suriye terörü destekliyor, Lübnan’ı işgal ediyor, kitle imha silahları üretiyor, Irak’ın yeniden yapılandırılmasına karşı çıkıyor, Amerika’nın ulusal güvenliğine, dış politikasına ve ekonomisine zarar veriyor.”
Bush, aynı tasarıda, Suriye’ye karşı alarm veriyordu. Bu arada, Suriye’ye ticaret ambargosu konmuştu.
Bu gerekçeler, ABD’nin Irak işgali öncesi öne sürdüğü gerekçelerin aynısıdır. Tüm söylenenlerin yalan olduğu ortaya çıkmasına rağmen, aynı gerekçelerin büyük bir utanmazlıkla Suriye için ileri sürülmesi, yüzsüzlüğün sınırsızlığıdır.
Bir süre sonra, aynı gerekçelerin, İran ve başka ülkeler için ileri sürüleceğinden kimsenin kuşkusu olmamalıdır.
Çünkü, ABD’ye göre, Irak’ın denetimi, çevre ülkelerin denetim altına alınmasını gerektirmektedir. Enerji kaynaklarının tek elde toplanmasının, diğer rakiplerin bölge dışına tam atılmalarının yolu buradan geçmektedir.
Ancak, çevre ülkeler denetim altına alındığında, başka düşman ülkelerin ortaya çıkacağından da kuşku yoktur!
Ayrıca, Suriye ve İran, İsrail’in de birincil hedefleri arasındadır. Son zamanlarda iyiden iyiye kudurganlaşan İsrail’in iki de bir Suriye’yi vurabileceğini söylemesi, kuşkusuz tesadüf değildir.
ABD, SURİYE VE İRAN’A SALDIRABİLİR Mİ?
Bush’un yasa tasarısında söylenenler, aslında tam bir komediydi: Nasıl olabiliyordu da Suriye ve İran, binlerce kilometre öteden ABD’nin güvenliğini tehdit ediyordu da, Irak’ı işgal etmiş ABD, komşu ülkelerin, Suriye, İran ve diğerlerinin güvenliğini tehdit etmiyordu? Eğer, ABD binlerce kilometre öteden gelip Irak’ı işgal ediyorsa, bu mantıkla komşuların da Irak’ta yaşananlara müdahale hakkı ortaya çıkmaz mıydı?
Yasa tasarısı kabul edilir ve Bush yetki alırsa, ABD, Suriye ve İran gibi ülkelere müdahale edebilir mi? Irak’ta açamazlara sürüklenmiş ABD, yeni cepheler açmayı göze alabilir mi?
Irak’ta bataklığa saplanmış, gittikçe daha fazla zorlanan, denetimi kaybeden, Felluce, Necef gibi bazı kentlere giremeyen ABD’nin Suriye ve İran’a saldırmasının mantığı yok gibi gözükebilir. Ama, emperyalizm mantığa göre değil, çıkarlar üzerinden yürür. Emperyalizm, daha fazla işgal, hegemonya mücadelesi demektir. Emperyalizmi işgallere, daha fazla egemenlik peşinde koşmaya zorlayan akıl oyunları değil, sitemin yayılmacı özelliğidir.
Şu doğrudur: ABD, şimdiye kadar Suriye ve İran’a bindirmemişse, bunun yegane nedeni, Irak’taki direniş hareketidir. Eğer işler ABD’nin beklentileri doğrultusunda gelişse, Irak kolayca teslim olsa, ABD çoktan bu ülkelere bindirmiş olacaktı.
Üstelik, bir de, ABD’nin tüm dünya nezdinde yalnızlaşması gibi bir durum da vardır.
Yine de tüm bunlara rağmen, bölgesel hegemonya, enerji kaynaklarına tek başına sahip olma, İsrail’in güvenliği gibi nedenlerden dolayı, söz konusu ülkeler, ABD’nin açık hedefindedir.
ABD, Şiileri kontrol altına almak için İran’ı hedef görüyor. Irak’ta kesin denetim için İran ve Suriye’nin ele geçirilmesi gerektiğini söylüyor. Ama böyle bir durumda, Şiileri kontrol etmek çok daha zor olmayacak mıdır? Eğer denildiği gibi, Iraklı Şiiler emirleri İran’dan alıyorsa, İran’a yönelecek bir saldırıya karşı ayağa kalkmayacaklar, ABD’ye karşı çarpışmayacaklar mıdır? Böyle bir saldırıda, Irak, Suriye ve İran halkları birlikte hareket etmeyecekler midir? Bu durumda, şimdi Irak’la baş edemeyen ABD, büyüyen ve birleşen bir cepheyle nasıl baş edecektir?
Sorular çoktur. Ancak Bush’un çıkmasını istediği yasa tasarısıyla verilecek olan da, boş yere, laf olsun diye istenmiş bir yetki değildir. Elbette, tasarının, Suriye ve İran üzerinde baskı unsuru oluşturmak, korkutmak ve tehdit amaçlı bir tarafı vardır; ama iş sadece bununla sınırlı değildir. Yasa tasarısı, ABD’nin bölge hakkındaki emellerini en açık biçimde göstermektedir.
Görülmektedir ki, ABD, Suriye ve İran’a fırsatını bulduğunda ya da kendisi için kaçınılmaz hale geldiğinde bindirecektir. İsrail faktörü de gözlerden kaçırılmamalıdır.
Yasa tasarısı Kongre’ye sevk edildiğinde, Suriye’de Avrupa Birliği temsilcilerinin bulunması, karşılıklı daha fazla ticaret için görüşmeler yapılıyor olması, meselenin bir başka dikkat çekici yanını oluşturmaktadır; bu, basitçe bir tesadüf olarak değerlendirilebilir mi? Uluslararası diplomasinin, hem de büyük devletlerin diplomasi dilini bilenler için bu asla bir tesadüf değildir. Yasa tasarısının zamanlaması, aynı zamanda, Avrupa Birliği’ne verilmiş “boyundan büyük işlere kalkma!” mesajıdır. Çünkü ABD, aynı zamanda, Suriye’ye karşı ticaret ambargosunu da başlatmıştır.
Tüm bunlar göstermektedir ki, bölge artık çok daha fazla kızışmakta, işler çatallaşmakta, kamplaşmalar netleşmektedir. Irak savaşı, yeni ve bölgesel anlamda büyük çatışmaların, kanlı savaşların ön sayfasıdır. Bölgede cephesel savaşlar mayalanmakta, yeni paylaşım hesapları yapılmakta, herkes safını belirlemeye başlamaktadır.
Bir tarafta, Almanya, Fransa, Rusya, Çin, diğer tarafta ABD, İngiltere, ortada Irak işgali, enerji kaynaklarını zaptetme planları, yeni paylaşım hesapları, hızla belirginleşen cepheler, isim konulmadan ve resmen ilan edilmeden şekillenen ittifaklar… Bölgede yeni çatışmaların, büyüyen savaşların işaretleri bir bir ortaya çıkıyor. Ama, böylesi bir savaşın bölgeyle sınırlı kalmayacağı da safların sıklaşmasından, belirginleşen cepheleşmelerden anlaşılabiliyor.
“Ilımlı islam”ın ahir zaman peygamgeri Fuller ve misyoneri Fethullah Gülen
Her hangi bir dini tarikat ya da cemaat üzerine yapılan bir incelemede, o tarikat ya da cemaatin mensup olduğu dini algılama, yorumlama ve savunma biçimini analiz edebilmek için, işe, önce “kitap”tan başlamak gerekirdi.
Bunu yaparken, başta söz konusu cemaatin mensup olduğu dinin kutsal kitabı olmak üzere, kutsal addedilen bir dizi başka temel kaynağı masanızın bir kenarına mutlaka koymanız kaçınılmaz olurdu. Ama Fethullah Gülen söz konusu olunca, buna, pek gerek kalmıyor. Dahası Fethullah Gülen’i analiz etmeye çalışırken, örneğin İslam’ın kutsal kitabını yanı başınıza koyup, karşılaştırmalı bir mantıkla onu anlamaya çalışırsanız, işiniz, Mısır piramitlerinde yolunuzu bulmaya çalışmak kadar zor olacaktır. Çünkü, Türkiye’de devlet yapısı, sistem ile dini örgütlenmeler arasındaki ilişki, Türk dış politikası, Türkiye’nin finansal yapısı, NATO, Büyük Ortadoğu Projesi gibi bugün Gülen’le doğrudan irtibatlı hale gelmiş meselelerin hiç birisine, Kur’an ya da başka bir temel dinsel metinde rastlayamazsınız.
Eğer derdiniz, daha önce hakkında çokça kitap yazılmış bir kişinin kısa hayat hikayesini aktarmak değil de, onun bugünkü şifrelerini çözmekse, o zaman, buna uygun bir yöntem seçmelisiniz. Türkiye’de yaşanan 28 Şubat hesaplaşmasından payına düşebilecek risklerden kurtulabilmek için Amerika’ya –Suudi Arabistan’a ya da İran’a değil!– gitmeyi seçen ve son beş yıldır orada bulunan Fethullah Gülen’i anlamak açısından da, Amerikan bağlamından “İslamı keşfetmeniz” ya da İslam’ın oradan nasıl keşfedildiğine bakmanız kaçınılmaz olacaktır.
FULLER’İN ENVANTERİNDEKİ ÖZEL İSİMLER
Bir dönem CIA’nın Ortadoğu şefliğini yapan, ABD Dışişleri Bakanlığı’nda çalışan (1965-1985), 1977-80 yılları arasında Türkiye’de kalan ve ABD’nin en büyük “think tank” (düşünce üretme kuruluşu) merkezlerinden biri olan RAND’da siyaset bilimci olarak çalışan Graham E. Fuller, bu açıdan başvurulması gereken en önemli kaynaklardan biridir. Fuller, Türkçe’ye yeni çevrilen kitabında, “Yıllar yılı kendilerinden ilham aldığım, kendileriyle bir veya daha fazla konuştuğum, benimle görüş ve düşüncelerini paylaşan, hatalarımı düzelten, bu nedenle kendilerine teşekkür borçlu olduğum, büyük bir bölümünü aynı zamanda iyi birer dost saydığım insanların listesini çıkarmak zor.” diyor ve ardından da “Kısmi bir listede şu isimlere yer vermek isterim” diyerek kendisine en yakın gördüğü isimleri sıralıyor. Fuller’ın sıraladığı bu özel dostluk listesinde Türkiye’den şu isimler bulunuyor: “Fethullah Gülen, Cengiz Çandar, Ruşen Çakır, Fehmi Koru, Şerif Mardin, Hakan Yavuz, Ahmed Yusuf, Ali Aslan, Ali Bulaç, Nilüfer Göle.”
Bir gücün ya da kurumun politikalarının ideolojik taşıyıcılığını yapmak, onun politikalarının oluşturulmasına katkı sunmak, organik bir bağlantıdan daha önemsiz değildir. Amerikan pragmatizmine dayanan Amerikan siyaset felsefesi, diplomasisi ve CIA, FBI geleneği, çok uzunca bir süredir, kimden nasıl faydalanacağını belirlerken, basit bir ajanlık ilişkisinin üstünde bağlar kuruyor. Temel sorunu bilgi ile uğraşmak olan kişilerin, bilginin denetimi ve yönetiminin CIA ve diğer birçok ABD kurumu açısından vazgeçilmez önemde değer taşıdığını bilmeyecek kadar cahil olamayacağını kabul ettikten sonra, girilen bu türden ilişkinin içerdiği politik ve etik sorunlar da kabul edilecektir.
Fethullan Gülen, Graham Fuller için bu açıdan özel bir isimdir. Fuller, ABD’nin yeni dönem politikaları bakımından yeniden yorumlayarak genişlettiği, “Ilımlı İslam”ın olanaklarını tartıştığı son kitabında yer verdiği “Siyasal İslam’ın Geleceği, Açmazları ve Seçenekleri” başlıklı bölümde, Gülen ve AKP’yi aynı paragrafta şu satırlarla övüyor ve onlarla ilgili öngörülerde bulunuyor: “Pakistan’da fena halde kötüleşen durum, bu ülkede daha aşırı İslamcı grupların yükselişine katkıda bulunmaktadır. Oysa (göreli) refahın olduğu, çok sıkışıp içe kapanan bir devlet ve toplum duygusunun olmadığı Türkiye’de ana akım İslamcı parti (Refah\Fazilet\AK) güçlüdür, İslamcı radikallerin sayısı azdır ve söz konusu hareketin toplumsal düzeyde tek rakibi, kendilerinden daha modernist ve apolitik olan Fethullah Gülen’in Nur İslami hareketidir. Fakat bu kırılma hatları hemen bölünmeye yol açmayabilir. İslamcılar tarihsel olarak öteki İslamcı hareketleri kamuoyu önünde eleştirme konusunda isteksiz olmuşlardır, özellikle hepsi birden kendilerini yerel rejimlerin ve Batılı devletlerin tehdidi altında hissettikleri zamanlarda. Ancak 11 Eylül’den sonra fundementelistlerle ılımlı İslamcılar arasında daha keskin bölünmeler görmeye başlamaktayız. Hareketin entelektüel ve ideolojik ortamının evrilip olgunlaşması için aslında kamuoyu önünde düşünsel tartışma ve eleştiriler hayati önem taşımaktadır.”
Fuller’in bu önerisini, “dost”u olarak andığı Fethullah Gülen’e daha önce açıp açmadığı ve örneğin tam da bu öneriye uygun bir platform olan ve yedincisi ABD’de yapılan Abant Platformu toplantılarının oluşumunda bu önerinin etkili olup olmadığı, eğer daha sonra taraflardan birinin ağzından açıklanmazsa, herhalde “ahiretlik” bir soru olarak kalacak. Ancak, belki bundan da önemlisi, Fethullan Gülen’in İslam’ı anlama biçimi ile Fuller’in ve dolayısıyla ABD, CIA ve Pentagon’un İslam’ı görme biçimi arasındaki eşgüdümün öyle ya da böyle oluşuyor olmasıdır. ABD’nin İslam coğrafyasına kan kusturduğu bir dönemde, bu ilişkinin en üst düzeye çıkmış olması ise, Gülen’in İslam yorumunun, artık ABD’nin bölge politikalarına tamamen angaje olduğu ve savunduğu İslam’ın da ABD’nin resmi İslam politikasıyla örtüştüğünü kanıtlamaktadır. Dolayısıyla Gülen, “Amerikan İslam’ı”nın bir misyoneri durumundadır.
Graham Fuller, “Nur hareketi yetmiş yıldan fazla bir süredir sahnededir ve şu anda Türkiye’deki en geniş organize dini harekettir, dünyada da en genişlerinden biridir. Gülen özellikle hareketin enerjisinin büyük bir kısmını, niteliği itibariyle hemen hemen evrenselci ve geniş manevi öğretilere dayalı olarak İslam’a modernist bir yaklaşımı savunacak okulların açılması ve çalışma gruplarının kurulması da dahil, eğitimle ilgili çabalara yönelmektedir.” dedikten sonra, bu konuda şöyle bir istihbari bilgi de veriyor: “Nur hareketinin Türkiye’de 236 ilk ve ortaokul, özellikle eski Sovyet blokuna dahil ülkelerde olmak üzere dışarıda 280 okul açmış olduğu, buralarda İngilizce ve Türkçe kaliteli seküler eğitim verildiği bildirilmektedir. 200 dolayında dini vakıf ve 211 ticari şirket bu faaliyetleri finansal olarak desteklemektedir.”
Ancak Fuller’in, bu cümlenin devamı olabilecek bir nokta olarak aktarmadığı diğer önemli bir gerçek de, ABD’nin de bu konuda özel bir destek içinde olduğudur: “Amerikan İstihbarat Servisi CIA’nın Fethullah Gülen’in cemaatine bağlı okullarda öğretmenlik yapan yaklaşık 3 bin ABD’li öğretmene yalnızca devlet görevlilerine verilen pasaporta eş değerde resmi pasaport verdiği ortaya çıkıyordu. Amerikan Eğitim Bakanlığı personeli olmayan Amerikalı öğretmenlerin normal olarak turist pasaportu sahibi olmaları gerekiyor. Buna rağmen Amerikan devleti Fethullah Gülen’in Nur cemaatına bağlı okullarında çalışanları resmi görevli sayıyor. Bu sebeple diplomatik pasaporta eş değerde resmi pasaport veriyor. Türkiye’deki karşılığı yeşil pasaport olan ‘Official Passport’ ABD’li öğretmenlere diplomatik dokunulmazlık sağlıyor.”
“ILIMLI İSLAM”IN ORTAYA ATILIŞI VE GÜLEN’E ULUSLARARASI İTİBAR KAZANDIRMA KAMPANYASI
Graham Fuller’in “Ilımlı İslam” üzerine söyledikleri ve yazıp çizdikleri, özellikle 11 Eylül’den sonra ABD’nin ortaya attığı yeni konsept ve ardından tartışmaya açıp yürürlüğe soktuğu Büyük Ortadoğu Projesi içinde güncel ve özel bir anlam kazandığı için, çokça tartışılıyor. Ancak, Fuller, “Ilımlı İslam” formülünü, Türkiye özelinde bundan çok daha önce dile getirmişti. İki kutuplu dünya döneminde, Sovyetler Birliği’nden gelen “kızıl tehdit”i çevrelemek için “Yeşil Kuşak” projesini ortaya atan ve Türkiye’nin de dahil olduğu çevre ülkelerdeki radikal İslamcı örgüt ve militanları bu “tehdit”e karşı özel olarak destekleyen ABD, Sovyetler’in çözülmesinin ardından, Ortadoğu’da bölgesel hegemonyasını güçlendirmek, ve oradan giderek, Ortaasya ve Kafkasya’ya sarkıp doğal gaz, enerji ve petrol coğrafyasının en geniş kesimini etkisi altına alabilmek için, tehdit konseptinde değişikliğe gitmiş, ve Humeyni’nin İran “İslam Devrimi”nin ardından, “kızıl tehdit” yerine “yeşil tehdit”ten söz etmeye başlamıştı. CIA’nın Ortadoğu şefliğini de yürüten Fuller açısından, “yeşil tehdit”in panzehiri de “Ilımlı İslam”dı. Türkiye açısından Kemalizm’le İslam’ın harmanından oluşturulacak bir ideolojik harç olarak görülen “Ilımlı İslam” formülü, hem sistem karşıtı tepkileri önlemek bakımından uyuşturucu bir işlev görecek, hem neoliberal politikalarla uyumlu yapısı sayesinde, IMF politikaları bakımından ayak bağı olmayacak, hem de bütün İslam coğrafyasına örnek olarak sunulabilecekti.
Fuller, bundan 14 yıl önce “Ilımlı İslam” kavramını tartışmaya açan şu açıklamaları yapmıştı:
“… dünyada hiçbir lider, ne George Washington, ne Nehru, ne Lenin, ne Gandi, sonsuza kadar yaşayabilecek bir ürün veremedi. Liderler ölüyor, önce bedenleri, sonra zaman içinde düşünceleri siliniyor. Oysa Kuran ve İncil yaşıyor. İşte Mustafa Kemal’in başına gelen de, her tarih yazmış liderin başına gelenlerden farklı değildir. Bizzat Mustafa Kemal dahi bir konuşmasında, Türkiye’ye çizdiği vizyonun kendisinden sonraki yüzyıllarda ayakta kalıp kalmayacağı konusunda kuşkularını sergilemiştir.
Atatürk’ün düşünceleri, çağı için son derece güçlü düşüncelerdi. Ama onun sayesinde yaratılmış olan bugünün kendisine entelektüel güven duyan güçlü Türkiye’si, artık ulusal kimliğini, yörüngesini, dünyadaki rolünü, hatta İslam’ın günlük yaşamdaki yerini yeniden düşünebilmelidir.
– ‘Yörüngesini yeniden düşünebilmelidir’ derken ne demek istiyorsunuz?
FULLER: Kemalizmin reformcu yönü, büyük ölçüde İslamın eğitim, bürokrasi, yargı üzerindeki köhne ve ezici yükünden kurtulmayı amaçlıyor.
Gerçi daha 19. yüzyılda, sonradan Atatürk’ün reform alanına giren her konuda, İslamın etkisini azaltan, modernizme dönük bir gelişme sağlanabilmiştir. Ama Atatürk, o dönemin Türkiyesi’nde İslam’ın kalkınma üzerindeki rolünün tamamen negatif olacağını düşünüyordu. Özellikle devletin bürokratik ve yapısal çerçevesi bakımından. Oysa bugün Türkiye’nin İslami özel yaşam ve kamu yaşamındaki rolü konusunda esnek olmak ve İslamın, Türkiye’nin kültürel ve entelektüel mirasının önemli bir parçası olduğunu, bastırılması gerekmediğini kabul etmek, katılaşmayı önlemek için kendisini ifade etmesine olanak sağlamak mümkündür. Geçmişteki radikal laiklik politikaları döneminde İslam’ın yaşamınızdan nasıl dışlanacağı adeta bir fikr-i sabit haline gelmişti. Bence bu, bugün daha az lazım olan bir reaksiyon.
– Yani tarihi bir uzlaşma mı öneriyorsunuz?
FULLER: İslama bakmanın çeşitli yolları var. Bence otomatik bir tehdit olarak kabul edilmesi yanlıştır. Hareketin hangi siyasi görüşleri savunduğuna bağlı. Eğer laik bir hükümet yıkılarak yerine İran türü bir rejim kurulmak isteniyorsa, bu, demokratik yapıya hasmane bir tutum.
Ama diğer yandan insanlar İslam dini kültürünün gereklerinin daha çok gözetilmesini, İslami eğitimin yaygınlaşmasını istiyorlarsa, bu otomatik bir tehdit olarak kabul edilmemeli ki bu, Türkiye’nin ulusal ve kültürel mirasının parçasıdır. ‘Tamamıdır’ demiyorum, ama parçasıdır. Son elli yılda, yapay olarak bastırılmasının bazı meşru nedenleri olabilir. Ama, artık Türkiye bu bakımdan kendisiyle barışmalıdır.
Eğer siz İslama dayalı olduğunu söyleyen siyasi partileri, daha fazla siyasileşmeye, parlamentoya katılmaya çekebilirseniz, tartışmaya açık bir platform yaratabilirseniz, bu çok daha değerli olur.”
(…)
“… İslami hareketin önündeki en büyük görev de inançları çağa uyarlamaktır. Birçok İslam düşünürü, İslamın demokrasi ile uzlaşmaz olmadığını savunuyor. İslamiyetteki ‘şura’ kavramının demokrasiye açık olduğunu söylüyorlar. Bazı İslami hareketler çok tehlikeli ve radikal, bazıları da reformist liberal. İşte, geliştirilmesi asıl cazip olan bu.
– 12 Eylül öncesi parlamentosunda Süleymancılar, Nakşibendiler ve Nurcular çeşitli siyasi partiler içinde temsil ediliyordu. Yani bir tür sisteme katılıyorlardı. Böyle bir formülasyon mu öneriyorsunuz?
FULLER: Mistik cazibelerini böyle yitiriyorlardı değil mi? Söylediğim de bu. Diğer yandan, İslam’ın bir de özel yaşamda yeri var ki, o ayrı bir konu ve her zaman teşvik edilmeli. İster İslam, ister Hıristiyanlık olsun, din, birey yaşamındaki ahlaki değerleri güçlendiriyor. Ama din siyasete soyununca, o zaman gerçekçi bazı ‘tavizler’ vermesi gerekiyor. Bu olumludur ve çok sağlıklı bir şeydir. Türkiye’de İslam’ı bu noktaya getirmek lazım. Zaten geliyor da…”
Türkiye’de 1990’ların başından itibaren konuşulmaya ve yazılıp çizilmeye başlanan “Ilımlı İslam” formülü, Hizbullah’ın ipinin çekilmeye başlandığı ortamın uluslararası koşullarını da, daha bu örgütün kanlı eylemlerde kullanıldığı yıllardan itibaren yavaş yavaş olgunlaştırmaktadır. Hizbullah’ın tedavülden kaldırılmaya ihtiyaç duyulmasına neden olan bir etken, PKK’nin silahlı güçlerini sınır dışına çekmiş olması ise, diğer bir neden de, İsrail-ABD-Türkiye stratejik ekseninin radikal İslamcı yapılara eskisi kadar tolerans göstermeyeceğiydi. ABD’nin, “kızıl tehdit”i çevrelemek gerekçesiyle bir dönem yürüttüğü “yeşil kuşak” konsepti süreci içinde besleyip büyüttüğü Usame Bin Ladin’i, bu konseptten vaz geçip “Ilımlı İslam” politikasını resmi politika düzeyine yükselttiği dönemde hedefe koyması da, aynı nedene dayanmaktaydı.
ABD’nin Fethullah Gülen ve benzerlerindeki hikmeti keşfetmesi de, “Ilımlı İslam”ı tartışmaya açtığı döneme denk gelir. O yıllarda, ABD’nin Ankara Büyükelçiliği görevini yürüten Morton Abramowitz, bugün başbakan olan ve ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ndeki “köprü” olma rolünü gönüllü olarak yürüten Recep Tayyip Erdoğan’la, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı sıfatı ile görüşmüştü. Türkiye’de basına yansıyan ve çokça tartışılan bu görüşmeyi gerçekleştiren Abramowitz, 1996 yılında CIA Başkanlığı’na aday gösterilen ve Fethullah Gülen’e uluslararası itibar kazandırmaya yönelik Papa görüşmesini organize eden isimlerden biriydi. Fethullah Gülen, 8 Şubat 1998 Pazar günü Vatikan’a hareketinden önce yaptığı açıklamada, “Birkaç ay önce Abramowitz cenaplarının yardımıyla bu buluşma gerçekleşti” dedi. Vatikan buluşmasının temelleri Gülen’in sağlık kontrolü (!) gerekçesiyle bulunduğu New York’ta atıldı. O günlerde görüştüğü Amerikalılardan birinin de Abramowitz olduğu basına yansımıştı. Gülen’e uluslararası prestij kazandırmaya yönelik Papa buluşmasını organize edenlerden diğer kişi ve kurumlar ise şunlardı: “ABD eski Savunma Bakan Yardımcısı Richard Perle, FBI ve MOSSAD’ın paravan Yahudi örgütü Ayrımcılıkla Mücadele Birliği (Anti-Defamation League\ADL) ve MOON Tarikatı.”
Abramowitz ile görüşmesinin, ortak dostları Kasım Gülek vasıtasıyla tanışmasından sonra gerçekleştiğini açıklayan Gülen, “Abramowitz ile toplum hadiselerinin sebepleri ve sonuçları hakkında konuştuk. Daha sonra teşekkür mektubu yazdı” diyordu. Gülen, Abramowitz’e Ortadoğu ve Türkiye konusunda yazdığı kitap için destek sözü verirken, Amerika’daki Siyonist lobisinin en güçlü kolu kabul edilen ADL, Gülen’in bir kitabını Amerika’da İngilizce olarak yayımlama sözü veriyordu. Zamanın İsrail Başbakanı Benyamin Netenyahu’ya yakınlığıyla tanınan ADL Başkanı Abraham H. Foxman, Zaman gazetesindeki açıklamasında kitap olayını şöyle aktardı: “Kendisinden İslam’da hoşgörüyü anlatan bir kitap yazmasını rica ettik.”
Tüm bunlar, ABD ile Fethullah Gülen arasındaki ilişkinin sağlam dünyevi bağlara dayandığını (!) ve sistemli bir süreklilik arzettiğini gösteriyor.
GÜLEN’İ SEVDİRME VE SAYDIRMA KAMPANYASINA BİR DESTEK DE BİRGÜN YAZARINDAN
Fethullah Gülen’i önemseyen ve önemsenmesi gerektiğini vaazedenlerin listesi, Fuller’den Birgün gazetesi yazarı Mehmet Metiner’e kadar uzanıyor. Fethullah Gülen’in, ABD’nin önce beslediği, 11 Eylül’den sonra da “hedefe koyduğu” Usame Bin Ladin’le ilgili olarak Nuriye Akman’la yaptığı söyleşide söyledikleri üzerine yapılan tartışmalara katılan Metiner, gazetedeki köşesinde şunları yazdı: “Geçenlerde Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Zaman gazetesinden Nuriye Akman’a verdiği söyleşide ortaya koyduğu kimi yorumlar, metnin kendisinin nasıl farklı biçimlerde okunduğunu gösteren önemli bir belge niteliğindeydi. Ancak Gülen’in bir bütün olarak önemsenmesi gereken yaklaşımları, kimilerinin önyargı duvarlarına çarparak anlamsızlaştırılmak istendi. Ve sonuçta, tüm söylenenler ‘ateist-terörist benzetmesi’ noktasında kilitleniverdi. Hiç kuşkusuz, Gülen’in yaptığı bu benzetme, İslam içi tartışmaları yeterince bilmeyenler açısından ilk bakışta şoke edici niteliktedir. Ancak ‘İslam’ın dili’ni bilenler ve İslami camiada yapılan tartışmalardan haberdar olanlar, bu sözlerin farklı bir pozisyon tespitine vurguda bulunmak gibi bir niyete sahip olduğunu rahatlıkla görebilirler. ‘Dünyada en nefret ettiğim insanlardan bir tanesi Bin Ladin’dir. Çünkü Müslümanlığın dırahşan (aydınlık) çehresini kirletmiştir. Bir kirli imaj meydana getirmiştir. O korkunç tahribatı bundan sonra biz bütün gücümüzle tamire kalkışsak bile seneler ister.’
Gülen’in Müslüman genç kuşakları Taliban İslamcılığından kurtarmak niyetiyle yaptığı ‘ateist-terörist’ benzetmesi, her ikisinin de her düzeyde özdeş olduğu anlamında değildir. Gülen’in pek çok ‘ateist’ ile geliştirdiği dostluk ilişkisi bile tek başına bu savı çürütücü niteliktedir.”
Fethullah Gülen’i sevdirme ve saydırma kampanyasına destek veren Metiner imzasıyla yayımlanan yazı, Fethullahçı web sayfalarında hemen yer aldı, olumlu tepkiler uyandırdı cemaat içinde. ABD’nin ve İsrail’in Ortadoğu’da sürdürdükleri katliam, işkence ve tecavüzlere tek kelime laf etmeyen ve tam bir 11 Eylül misyoneri olarak davranan Fethullah Gülen’e övgüler düzen Metiner’in bu yaklaşımı ile Graham Fuller’in yaklaşımı arasındaki uyum, organik değil “küresel” bir uyum olarak yorumlanmaya kalkılsa bile, bu da, sonuçta, kulağı tersten tutmaktan başka bir anlama gelmeyecektir. Nihayetinde farklı kanallardan gelseler de, hepsi aynı havuza akıyorlar.
GÜNAHLARI ORTAK İKİ İSİM: LADİN VE GÜLEN
Ve aslında, Fethullah Gülen’in Nuriye Akman’la söyleşisinde, “Dünyada en nefret ettiğim insanlardan birisi” diye andığı Usame Bin Ladin, ABD’nin “yeşil kuşak” sürecindeki göz ağrılarından biriyse, Fethullah Gülen de, “Ilımlı İslam” politikasının yürürlüğe sokulduğu dönemdekilerden biridir. Yani Amerikan pragmatizmi açısından, Usame Bin Ladin ile Fethullan Gülen, hem karşıt hem de bir ve aynı şeydir. Onları farklılaştıran, ABD’nin farklı dönem konseptlerinin misyonerleri ve aktivistleri olmaları; aynılaştıran ise, aynı günahı paylaşmalarıdır.
Bu açıdan, ABD’nin “İslam” ve bölge politikalarını üretenlerin konuya nasıl yaklaştıklarını görmek, Ladin’i palazlandırmaktan Gülen’i öne çıkarmaya dönüşen ABD çizgisindeki değişimin, ABD pragmatizmindeki yerini anlamaya da yardımcı olacaktır. Graham Fuller, “Siyasal İslam’ın Geleceği” başlığını taşıyan kitabının Türkçe baskısı için yazdığı önsözde, bu mantığı ele veren şu saptamayı yapıyor: “Siyasal İslam önemlidir; ama ben veya başka biri siyasal İslam’ın iktidara gelmesini istediği için değil. Siyasal İslam önemlidir, çünkü İslam dünyasının hakim gerçekliği budur. Bunu görmezden gelemeyiz. Eğer bastırılırsa daha radikal ve daha şiddet yanlısı olacaktır, birçok ülkede örneğini gördüğümüz gibi. (Esasen, sistematik olarak zulme maruz kalan ve siyasal sisteme dahil olmasına izin verilmeyen her geniş siyasal hareket şiddete yönelecektir.) Dolayısıyla aslında soru, siyasal İslam’a nasıl yaklaşılmalı ki evrilsin, daha ılımlı hale gelsin, deneyim kazansın ve nihayet siyasal düzende yapıcı bir rol üstlensin sorunudur. Siyasal yelpazenin diğer unsurları için de aynı şeyi söylemek mümkündür.”
ABD’nin Fethullah Gülen’in elinden tutması ve Fuller’in ona önemli bir misyon yüklemesi de tam bu çerçeveye oturuyor. Fuller’in ABD’nin yeni dönem politikaları içinde “siyasal İslam” açısından öngördüğü, bu, ABD çıkarları bakımından yeniden yapılandırılmış İslam politikasında, Gülen ile AKP birbirini tamamlayan iki ana akım olarak yer bulmaktadır. Gülen’e, yukarıda belirtildiği gibi, önemli roller biçen Fuller, AKP’nin iktidara gelişini de, “siyasal İslam’ın tarihinde son derece önemli bir kilometre taşı” olarak değerlendiriyor ve şöyle devam ediyor: “İslam tarihinde ilk defa bir İslami parti serbest ve adil bir demokratik seçimde zafer kazanmış ve ulusal iktidara yürümüştür. Her siyasi parti gibi, AKP de kuşkusuz hatalar yapacak, bir süre sonra enerjisini kaybedecektir, halk da iktidar için onun yerine başka bir siyasi partiyi seçmeye karar verecektir. Bu son derece normaldir. Önemli olan AKP’nin iktidarda ne kadar başarılı olacağı değildir. Öteki her parti gibi onun da başarıları ve başarısızlıkları olacaktır. Önemli olan AKP’nin de, öteki herhangi bir parti gibi ‘normal’ bir siyasi parti haline gelme sürecinde olmasıdır. İslamcı bir partinin nasıl bir şey olacağına dair artık özel bir endişeye veya özel bir korkuya yer yoktur.”
Graham Fuller’in bu yaklaşımını benimseyenlerden birisi de, 7. toplantısı Washington’da yapılan Abant Platformu’na katılan ve Fethullah Gülen’den övgü ile söz eden Francis Fukuyama’dır. 1992’de yayımlanan “Tarihin Sonu ve Son Adam” başlıklı kitabıyla dikkatleri üzerine toplayan Fukuyama, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte ideolojilerin sonunun geldiğini ilan eden ve liberal demokrasinin “insanoğlunun ideolojik evriminin son noktası” ve “insan hükümetinin nihai biçimi” olduğunu öne süren “kapitalizmin ahir zaman peygamberi” olarak, Gülen hakkında şu değerlendirmede bulunmuştu: “Dışarıdan müşahede ettiğim kadarıyla Ortaasya ve Kafkasya’da Türkiye’nin nüfuzunu artırma ve namını yayma hususunda özel sektör devletten çok daha fazla muvaffak olmuş gibi görünüyor. Fethullah Gülen’in okullarının bölgede şüphesiz büyük bir tesiri oldu. Sırf Türkiye’nin yurtdışındaki tesiri ve şöhreti zaviyesinden bakılacak olursa, bu faaliyet diplomatik açıdan Türkiye için iyi bir şey.”
Abramowitz, Fuller, Fukuyama gibi ABD’nin son otuz yıllık siyasetinde öne çıkmış, etkin rol almış isimlerin Gülen’e bu yaklaşımını, Amerikan tedrisatından geçirerek, ona, yeni dönemin ihtiyaçlarına uygun bir misyon ve perspektif kazandırma çabası olarak görmek gerekir. Bu ilişkiye son derece gönüllü olarak katılan Gülen, ABD’nin, İsrail ve Türkiye stratejik ortaklığı aracılığıyla gerçekleştirmek istediği “Büyük Ortadoğu Projesi” bakımından da elverişli hale gelmiş bulunuyor.
Fethullah Gülen’in Onursal Başkanlığı’nı yaptığı ve Abant Platformu toplantılarını da organize eden Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın “Ulusal Uzlaşma Teşvik Ödülleri”, Gülen’e saygınlık kazandırma kampanyasının ulusal ölçekteki bir ayağıydı. 25 Aralık 1998’de dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e de bu kapsamda ödül veren Fethullah Gülen, 2000’li yıllarda artık uluslararası düzeye sıçramış, 11 Eylül’den sonra, ABD’nin kendisine gelecek yüklediği misyonerlerden biri durumuna getirilmiştir.
11 EYLÜL’DEN SONRA DUASI ABD VE İSRAİL İÇİN
Fuller, “Ilımlı İslam”ın ahir zaman peygamberi olarak, önümüzdeki dönemde de kendisinden çok söz ettirecek. Onun, özel bir misyonerlik işlevi yükleyerek yeni bir kimlik kazandırdığı Gülen de, “Ilımlı İslam” formülü ile birlikte, çok tartışılacak.
ABD’de 11 Eylül 2001 tarihinde gerçekleştirilen saldırılardan bir gün sonra dile getirdiği ve tam metni kendi adıyla düzenlenmiş olan web sitesinde yer alan Gülen’in şu sözleri, ABD açısından, onu, 11 Eylül’den sonra bir “özel isim” katına yükseltmişti:
“ABD’deki bu terör hareketi, yalnız ABD’ye yapılmış bir hareket değil, dünya barışına karşı yapılmış menfur bir sabotajdır. Bunu, ancak insanlıkla alakası olmayan cani ruhlular yapmış olabilir. Terör, bilhassa İslami bir gaye adına katiyen kullanılamaz. Terörist Müslüman, Müslüman terörist olamaz.”
Fethullah Gülen, önce Afganistan’ı, ardından da Irak’ı yakıp giden ABD’yi bu ya da benzer sözlerle hiç kınamamıştır. ABD işgal ordusunun dünya kamuoyunda yankı uyandıran işkence fotoğrafları ile ilgili olarak seyirci kalmayı seçmiştir. Gülen, aynı tutumu İsrail’in Filistin’de sivil halka yönelik olarak artırarak sürdürdüğü katliamlar konusunda da takınmaktadır. Daha da ileri gitmektedir. Örneğin ona göre, sorun Siyonizm’den değil, Filistin’den, Filistinlilerden kaynaklanmaktadır. Filistinliler “terörizm” peşindedirler ve barışa karşıdırlar! Gülen, Akman’la söyleşisinde böyle buyurmaktadır:
“Bir arkadaşımız İsrail’e gitmişti. Biraz Filistin’de de kaldı. Bana çok enteresan bir şey anlattı. Orada doktora yapan çok akıllı bir arkadaş. ‘Beş altı ay kaldım İsrail’de. Bir barış organizasyonunun yönetim kuruluna girmem için bana teklifte bulundular.’ dedi.
– Kim teklif etmiş?
‘İsrailliler tarafından teklif edildim.’ diyor. ‘Orada bir Filistinli mani oldu buna. Gördüm ki o Filistinli bir silah tüccarı. Bu kavganın devamını istiyor. Alış verişi var o işte. Belki başa yakın çok insanlar da aynı şeyi düşünüyorlar.’ dedi. Dolayısıyla birileri bu türlü hadiseleri hep canlı tutmak suretiyle bir yere varmak istiyor.”
Tüm bunlar, ABD-İsrail ekseninde kendisine bir gelecek biçtiğinin kanıtlarını oluşturuyor. Çapı o düzeyde olmasa da, Papa’ya Hristiyan alemi için yüklenen işlevin bir türevi de, ona yüklenmiş bulunuyor. Dolayısıyla bundan sonra, o, ABD açısından İslam adına kendi politikalarını destekleyen açıklamalara ihtiyaç duyuldukça, işareti alarak sahneye çıkacak, İslam adına seyirci kalınması gereken yerlerde ise susacaktır. Onun bundan sonraki bütün “hayır duası”, ABD ve İsrail içindir!.
Arap dünyasındaki “terörizm” olgusu üzerine birkaç not
1- Gerici, emperyalist ve Siyonist güçlerce Arap-Müslüman dünyasının “uluslararası terörizmin rezervi” olarak gösterildiği bir dönemde, her sözü edildiğinde bu dünyayla birlikte anılan “terörizm” olgusuyla ilgili duruşumuzu berraklaştırmamız gerekiyor. Gerici güçler, bu gerekçeyle Arap-Müslüman dünyasının işlerine karışıyor, saldırıyor ve iktidardaki yozlaşmış hükümetleri destekliyorlar. Bu politika “meşruluğunu”; şiddet, otokrasi, özellikle kadınlara yönelik olmak üzere ayrımcılıkların kaynağı olarak gösterilen, karanlık, geri kalmış bir İslama karşı “medeniyeti” temsil ettiğini iddia eden bir ideolojide buluyor.
2- Bu politikanın başlıca sonucu ise; halkların özgürlükleri, bağımsızlıkları ve yeniden doğuşları için yürüttükleri meşru mücadeleyle, askeri ve sivil hedefler arasında ayrım yapmayan yalıtık azınlıkların uyguladıkları şiddet eylemleri arasında ortaya çıkan karışıklıktır, bu karışıklık da sıkıca besleniyor. Bundan dolayı, ABD veya işbirlikçilerinin çıkarlarını hedef aldığı ölçüde, her türlü özgürlük mücadelesi bir “terörizm” biçimidir. Buna karşın, onların dünya çapında ve her alanda, müttefiklerininkiyle –siyonist rejim, Arap diktatörlükleri ve onlara bağlı silahlı gruplar– birlikte bölgesel boyutta uyguladıkları terör, bütün bunlar “meşrudur” ve “nefsi müdafaa” olarak haktır, haklıdır.
3- Başını ABD’nin çektiği emperyalizm, genel olarak uluslararası planda, özel olarak da Arap ve Müslüman dünyasında terörizmin yaygınlaşmasındaki sorumluluğunu kesinlikle kabul etmiyor.
Bu sorumluluk ise ortada; bu sorumluluk ifadesini, açık devlet teröründe, ekonomik, sosyal, politik, kültürel ve ulusal zulümde, halkçı ve ilerici eylemlerin bastırılması için kurulan silahlı gruplarda, “haydut” rejimlerin istikrarsızlaştırılması ya da dünya veya bölgesel çapta bir rakibin önünün kesilmesinde buluyor. Bu tür uygulamalar, ister umutsuzlukla, isterse siyasi mücadele yöntemi olarak terörizmi benimseyen grupların yeşermesi için verimli bir zemin oluşturuyor.
4- Arap devrimcileri ve ilericileri kendilerini, emperyalizmin –özellikle de 11 Eylül 2001’den sonra– ortaya attığı; Arap gerici iktidarlarının da her türlü protesto ve muhalefet biçimini, daha da ileri giderek, yazılı veya sözlü olsa bile her türlü eleştiriyi “terörist” olarak göstermek için tekrar ettikleri “terörizm” tanımlamaları yapanlardan ayırt etmek durumundalar. Ancak kurtuluş mücadelesi ile terörizm arasındaki uyuşmazlık da teşhir edilmelidir; çünkü bu, terörizmin yükselişinin gerçek nedenlerini gözlerden saklıyor.
Arap devrimcileri ve ilericileri, aynı zamanda, mücadelelerinin meşruluğunu yok etmeyi ve müsamaha edilebilir olarak ilan ettikleri sınırlara hapsetmeyi amaçlayan emperyalizm ve müttefiklerinin ideolojik, politik, güvenlik ve askeri baskılarına boyun eğmeme sorumluluğuyla karşı karşıyalar. Bu, somut olarak, Filistin, Irak, Afganistan, Golan (Suriye) ve Şaaba’daki (Lübnan) işgal güçlerine, Amerikan ordusunun Suudi Arabistan ve diğer tüm Körfez ülkelerindeki varlığına ve Çeçenistan’da olduğu gibi terörizmle mücadele kılıfıyla gizlenen tüm zulüm biçimlerine karşı silahlı mücadeleyi sürdürmekte tereddüt etmemek gerektiği anlamına geliyor. Bu, subjektif ve objektif koşulların uygun olduğu her durumda, Arap diktatörlüklerine karşı halk ayaklanmaları örgütlemekten çekinmemek anlamına da geliyor.
İşgale, baskıya ve sömürüye karşı mücadele, halkların siyasal bir hakkı ve kimse bu hakkı yasaklayamaz.
5- Aksine, Arap ilericileri ve devrimcilerinin, kendilerini, siyasi mücadele biçimi olarak “terörizm”den ayırt etmeleri gerekir. Terörizm, özellikle de masum insanları hedef aldığı zaman, Arap dünyasının özgürlük, demokrasi, sosyal adalet ve ilericilik davasına hizmet edemez. O andan itibaren, (“İslamcı” grupların ya da iktidara ve askerlere yakın olanların yaptıklarıyla) Cezayir’de, Mısır’da, Lübnan’da, Pakistan’da, Türkiye’de veya başka ülkelerde olduğu gibi barbar bir cinayet eylemine dönüşüyor. Bu eylemler, sadece halkların davasını gölgelemiyor; iktidardaki gericilere egemenliklerini pekiştirmeleri için ve emperyalizme, özellikle de Amerikan emperyalizmine Siyonizme desteğini daha çok artırması ve kendi halkları arasında Arap ve Müslümanlara karşı şovenizm ve nefreti körüklemesi –işi bu halkların maruz kaldıkları saldırgan savaşları desteklemeye kadar götürüyorlar– için gereken gerekçeyi sunuyor.
6- Unutmamak gerekir ki, haklı davalar için verilen mücadele meşru araçların kullanımını gerektirir.
Halkların, özgürlük, ulusal bağımsızlık ve gelecekleri için verdikleri mücadele meşru bir mücadeledir.
Bu, hiçbir koşulda, terörist eylemlerle ve devletlerin veya çeşitli grupların başka bir grubu, bir topluluğu, bir halkı ya da bir ulusu özgürlüğünden yoksun bırakmak için yürüttükleri saldırganlık savaşlarıyla karıştırılamaz. Tersine, halklar kendilerini aşağılayan ve zulmeden ordulara, polise ya da işgalin sembollerine karşı mücadele yürüttükleri zaman, meşru ve haklı yöntem kullanmış olurlar. Tüm dünya halklarının ve ilerici güçlerin sempatisini kazanırlar. Bu durumda, özgürlük, bağımsızlık, kendi kaderini tayin etme ve sosyal adalet hakları da inkar edilemez. Sağlam şekilde hayata geçirilen böyle bir yaklaşım, düşmanları yalıtır, zayıflatır ve zafere doğru yolu açar.
7- Tersine, sivilleri hedefleyen terörist saldırılar, gerekçesi ne olursa olsun kabul edilemez; çünkü bir etnik köken, bir uyruk, bir din, bir kültür veya bir ideoloji, kendi başına bir suç gerekçesi olarak değerlendirilemez. Bu yöntemler, sadece tüm dünya halkları ve ilerici güçlerince ret edilmekle kalmaz, ama emperyalist burjuvazi ve müttefikleri tarafından istismar edilerek halkların haklı mücadelelerine zarar verir, saldırgan politikalarının gerekçesi kılınır ve emekçilerin de siyasi haklarının yok edilmesine yol açar. Buradan yola çıkarak, Arap devrimci ve ilerici güçleri terörizmi bir siyasi mücadele aracı olarak ret etmeli ve teröristlerle ayrışmalı; düşmanlara; yabancı egemenliğine, diktatörlüğe, haksızlığa, sömürüye ve soyguna karşı direnme hakkını tartıştırma fırsatını vermemek için, terörizmin nedenleri ve sonuçlarını kendi halklarına anlatmalıdırlar.
8- Bu yaklaşım bizi, Filistin cephesinde 90’lı yılların başından bu yana olanlar üzerine, yani Siyonist askeri hedeflere yönelik askeri saldırılar, aynı zamanda “İsrailli” sivillerin ve hatta işgal altındaki topraklarda yaşayan 1948 öncesi Arap Filistinlilerin de gittiği (bar, lokanta, mağaza, eğlence yerleri vb. gibi) yerlere yönelik eylemlere ilişkin düşünmeye itiyor. Bu saldırılar “şehit” saldırıları olarak niteleniyor, sıklıkla “İslamcı” örgütler (başlıca Hamas ve İslami Cihad) tarafından gerçekleştiriliyor; polemiklere yol açan da bu tip eylemlerdir. Genel olarak bu eylemler, onları “en modern ve en öldürücü silahlara sahip despot Siyonizme karşı mücadele” olarak gören Arap ve Müslüman kamuoyunun sempati ve desteğini alırken, bazı Filistinli güçler ve uluslararası kamuoyunun çoğunluğu tarafından ret ve mahkum ediliyor. Bu sorun karşısındaki tutumuz açık ve çelişkisiz olmalı, Filistin halkının ve genel olarak Arap halklarının çıkarı bunu gerektiriyor.
9- Her şeyden önce, Amerikan emperyalizminin desteğine sahip faşist ve ırkçı Siyonist yapı devlet terörü estiriyor, işgali dayatmak ve en doğal ulusal haklarından caydırmak için Filistin halkına karşı tüm yöntemleri (toprakların çevrilmesi, uzaklaştırma, evlerin ve yapıların yıkımı, büyük boyutta katliam, cinayet vb.) kullanıyor. Bu nedenle, Filistin halkının, celladına ve topraklarının işgalcisine karşı silah kullanması tamamen meşrudur; sadece silahlı mücadele vatanının kurtuluşunu garantiye almasını ve ulusal özlemlerini gerçekleştirmesini sağlayabilir. Buradan yola çıkarak, Siyonizme karşı silahlı mücadelesinin güçlenmesi için Filistin halkının attığı her adımı destekledik ve desteklemeye devam ediyoruz.
10- Siyonist askeri ve güvenlik aygıtına, Gazze ve Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimcilerin ordusuna, Filistinliler’e karşı yürütülen askeri ve güvenlik operasyonlarıyla somut ilişkisi olan tüm hedeflere yönelik eylemleri destekliyoruz. Ancak “İsrailli” kadın ve erkek, çocuk ve yetişkin sivilleri hedef alan tüm eylemleri –bu eylemlerden Siyonizmi sorumlu tutmamıza ve eylemleri sadece onun zorbalığının bir sonucu olarak değerlendirmemize rağmen– eleştirdik ve bugün de eleştirmeye devam ediyoruz. Bu eylemleri yapan (kız veya erkek) gençleri, emperyalist ve Siyonist medyanın tanıttığı gibi, basit “katiller” veya “Allah delileri” olarak değerlendirmiyor; onları, onlara ve halka özgür ve “normal” bir hayat için hiçbir çıkış yolu bırakmayan işgalcinin zulmüne artık tahammül edemeyen gençler olarak görüyoruz. Bu, onları, eşit olmayan güç ilişkisi karşısında, düşmanlarını durdurabilme ve bu vesileyle bir çeşit “terörün dengelenmesi” olanağını yaratma argümanıyla, bu tip eylemler yapmaya götürdü, götürüyor.
11- Masum sivillerin öldürülmesinin Şaron ve Siyonizmin doğasında olması yadsınamaz bir olguysa da, bir ulusal kurtuluş hareketinin amaçları tamamen ilerici nitelikte olmak durumundadır, ve bu, onun, hiçbir koşulda işgalciyle aynı ideolojik kaynaklardan esinlenemeyeceği anlamına gelir. İsraille aynı yöntemleri benimsemek bir tür karşıt ırkçılık uygulamak olur; bu da, sadece o ulusal kurtuluş hareketinin özlemlerini saptırır ve onu yalıtır. Homojen bir blok oluşturuyorlarmış gibi İsraillilere karşı hareket etmek de kuşkusuz yanlıştır. Büyük çoğunluğunun Siyonist olduğu doğrudur, ırkçı ve yayılmacı ideolojiye inanıyorlar; fakat bu, İsraillilerin çelişkiler içinde yaşadıklarını, ekonomik, sosyal, siyasi, askeri ve ideolojik bakımdan egemen olan bir fraksiyonun nüfusun çoğunluğunu etkisi altında tuttuğu gerçeğini dışlamaz.
Filistin Kurtuluş Hareketi’nin mücadelesini bu kesimin üzerinde yoğunlaştırması ve egemen Siyonist kesimin kendilerine yaptığı haksızlıkları Yahudi çoğunluğuna göstermesi kendi çıkarına olur. Diğer dinlerin inananları açısından da geçerli olduğu gibi, Yahudilerin de tümü gerici veya ırkçı değil, ama sosyal durumları tayin edici olmak üzere çeşitli ideolojik ve politik eğilimlerin etkisi altındadırlar. Tüm insan toplulukları gibi, verili bir dönemde gerici ideolojik veya politik bir etkinin altına girebilirler ve bugün de olan budur. Sağlıklı bir politika izlemek, onlar arasındaki çelişkilerin açığa çıkarılmasını ve Siyonizmle stratejik çıkarı olmayanların ondan kopmasını sağlar.
İsrail toplumunun askerileştirilmiş bir toplum olduğu da bir gerçek; “İsrail Arapları”nın bile silah taşıma hakkı yokken, tüm Yahudi kadın ve erkek yetişkinler ya asker ya da yedek askerler. Böyle bir durum dünyada neredeyse tektir. Bu, bütün İsraillilerin askeri hedef oldukları değerlendirmesine götürmemelidir. Çocuklar çocuktur, yaşlılar da yaşlı. O halde, askeri hizmette, yani savaş halinde olmayanlar sivildir. Bundan dolayı, işgalin güçlenmesinde ve Filistin halkının baskı altında tutulmasında somut bir rol oynayanlarla (askeri ve güvenlik aygıtı ile işgal milisleri) siviller arasında ayrım yapmaksızın tüm İsraillilere saldırmak doğru değildir. Filistin’de doğan birçok kuşağın varlığının göz önüne alınmasından da kaçınılamaz. Anne-babaları Siyonist hareketin dayatmasıyla geldiler, tıpkı, Güney Afrika’da doğan Beyazlar gibi. Aileleri işgalci olarak geldi, bugün kendilerini “ülkenin çocukları” olarak görüyorlar. Bu kuşaklar atalarının yaptıklarının sorumluluğunu yüklenemezler, tersine onlara, (karşılaşılan tüm sınırlama ve zorluklara rağmen Güney Afrika’daki durum gibi) bir arada olma/yaşama perspektifi ile, kendilerini askerileştirerek özel olarak Siyonist, genel olarak da emperyalizmin bölgedeki çıkarları için kullanan Siyonist hareketi yalıtma imkanı verilmelidir.
12- Diğer yandan, İsrail-Filistin çatışmasını Müslümanlarla Yahudiler arasındaki bir anlaşmazlık olarak değerlendirmemek gerekiyor; bu bir ulusal kurtuluş hareketiyle işgalci bir gücü karşı karşıya getiren ulusal bir çatışmadır. Yahudilik, Siyonist hareketin Filistin işgalini meşru göstermek ve tüm dünyadaki Yahudileri kendi etrafında bir araya getirmek için kullandığı bir ideolojik kılıftır sadece.
Bu yeni anlayış, emperyalist ve sömürgeci çağın bir ürünü olan Siyonist hareketin ortaya çıkmasıyla 19. yüzyıl sonlarında doğdu. Bu bizi, ırkçı ve faşist bir hareket olarak Siyonist hareketle, birçok yandaşının Siyonist doktrin ve politikaları ret ettiği Yahudi diniyle karıştırmamaya itiyor.
Tekrar hatırlatmalı ki, Filistin halkının kendisi de tamamen Müslümanlardan oluşmuyor, Hıristiyan, inanmayanlar ve laikler de var; hepsi baskıya maruz kalıyor, Filistin’in kurtuluşu ve bağımsızlığı hepsini ilgilendiriyor. Küçük bir azınlık hariç, bu amaca ulaşmak için hepsi mücadeleye aktif olarak katılıyor. Başka bir deyişle, İsrail-Filistin çatışmasını bir dini çatışmaymış gibi ele almak ve Yahudi olan her şeyi hedef olarak seçmek, sonuçta sorunun niteliğinin bozulmasına yol açıyor. Ve Yahudilerin hissettiği korkuyu kullanarak, Yahudileri Filistin’e göç etmeye ve selâmete ulaşma düşüncesiyle “imanı” benimsemeye kışkırtan Siyonist hareketin ekmeğine yağ sürüyor. Bu, aynı zamanda, bir bütün olarak Filistin halkının kendi bünyesindeki çeşitli mezhep ve eğilimleri ulusal davası etrafında birleştirmesine izin vermiyor. Toplulukçu sloganlar, sadece, Müslüman olmayan halkın bu kesimlerinde karışıklık yaratır ve onları gelecekteki yazgılarının ne olacağını sorgulamaya iter.
13- Filistin Kurtuluş Hareketi’nin çıkarı, ister dini isterse politik bir bakışla olsun, İsrail toplumunu homojen bir blok olarak değerlendirmemesinde yatıyor. Tersine, kıyıcı bir düşman olan düşmanını yalıtarak onun bağrındaki çatışmaları çoğaltmayı ve haklı davasına dünyanın desteğini kazanmayı hedefleyen politikalar benimsemelidir. Çocukları vuran “şehit” eylemlerinin bu amaçlardan hiçbirini gerçekleştirebileceğini düşünmüyoruz. Bu eylemler Siyonizmin içinde belirli bir korkuya yol açmışsa bile, politik sonuçları itibarıyla Filistin davasına hiç de hizmet etmedi. Filistinlilerin sahip olduğunu çok fazlasıyla aşan askeri ve medyatik gücü de göz önüne alındığında, içerde ve dışarıda bu durumdan sürekli yarar sağlayan başında Şaron’un bulunduğu Siyonist gericiliktir. Bu eylemler, İsrail toplumu içindeki çelişkilerin şiddetinin zayıflamasına ve Filistin halkına karşı yürütülen “kirli savaşa” karşı çıkan –bunlar arasında yüzlerce asker (er ve subay) ve retçiler sayılabilir– seslerin boğulmasına katkıda bulundu. Sonuçlarından biri de, toplumun çoğunluğunun, kendisine “emniyet ve güvenlik” vaat eden Şaron ve partisiyle (Likud) diğer gerici dinci partilere yakınlaşmasına yol açması oldu. Şaron bu durumu, uluslararası güçlü tepkilerle karşılaşmadan, kıyıcı planını uygulamak ve Filistin kaynaklarını yok etmek için iyi kullandı (cinayetler, yeni yerleşimlerin kurulması, yapıların yıkılması, Ulusal Yönetim’in zayıflatılması, Gaza ve Batı Şeria’nın ablukaya alınması, utanç duvarı…). Belirtmek gerekir ki, bu boyutta bile, ilerici güçler sivilleri hedef alan eylemlerden dolayı sarsıldılar, bu nedenle de kendileri hassas durumlar içinde buldular. Aynı zamanda, ABD yönetimi, özellikle de 11 Eylül 2001’den sonra; Şaron’a desteğini artırmak için, Siyonist zorbalığın “terörist” bir hareket –yani Filistin Kurtuluş Hareketi– karşısında meşru savunma durumunda olduğunu söyleyerek bu durumdan faydalandı.
14- İlerici ulusal Filistin hareketinin bileşenleri (tıpkı Lübnan’da ki ulusal kurtuluş hareketi gibi), direniş eylemlerini işgalci ordu ve bu işgalin unsurları ile silahlı kolları üzerinde yoğunlaştırmalıdırlar. Filistin halkının mücadelesine dünya halklarının ve onun ilerici güçlerinin politik desteğini olduğu kadar, Şaron ve askeri aygıtının yalıtılmasına katkı sağlayacak olan budur. Siyonizmin işbirlikçilerini dışta tutarsak, bugün dünyada hiçbir güç askeri hedeflerin vurulmasının meşruluğundan şüphe etmezken, sivilleri hedef alan eylemler ise, kamuoyunda, özellikle bu eylemleri hiçbir şekilde tolere etmeyen ve bu eylemlerde hiçbir meşruluk bulmayan Batı kamuoyunda büyük tepkiyle karşılanıyor. Filistin halkının bu kamuoyunun sempatisini kazanması tamamen kendi çıkarınadır.
15- Askeri planda güç ilişkilerinin tamamen Siyonizmin lehine olduğu doğrudur, bu da askeri ve güvenlik aygıtına saldırmayı zorlaştırıyor; fakat bu dengesizlik, sivillere yönelerek “terör dengesi” kurma mantığına götürmemelidir. Haklı bir davayı savunan Filistin Kurtuluş Hareketi askeri ve siyasi mücadeleyi birleştirerek aranan dengeyi rahatça kurabilir: bir taraftan askeri hedeflere yönelen silahlı mücadele ve diğer taraftan da Siyonizme ve onu destekleyen rejimlere karşı dünya kamuoyunun desteğini sağlamak için Siyonist katliamların teşhirine dayanan ve onun barbar karakterini ortaya çıkaran politik mücadele. Filistin davası, haklı ve ilerici ulusal kurtuluş davası olarak böyle ilerleyebilir.
16- Tunus İşçileri Komünist Partisi (PCOT), bu temel üzerinde her zaman ve şartsız olarak Filistin halkının el konulan topraklarını geri almak, özgürlüğünü ve bağımsızlığını gerçekleştirmek için yürüttüğü mücadeleyi destekledi. Partimiz, halk kurtuluş ordusunun çekirdeğinin oluşmasına doğru ilk adım olan silahlı direnişi, mücadelenin gelişmesi ve Oslo anlaşması ve yol haritasıyla teyit edilen emperyalizmin ve Siyonizmin komplolarına karşı mücadelenin zaferini garanti etmenin temel bir koşulu olarak görüyor. Fakat aynı zamanda, sivilleri hedef alan askeri operasyonlara karşı çıkıyor ve onların işgale karşı mücadelesinde Filistin Ulusal Hareketi’ne manevi ve politik olarak zarar verdiğini düşünüyor. Bu eylemler, izlenen taktik ne olursa olsun, hareketin stratejik hedefi olarak duran, Siyonist işgal boyunduruğundan kurtulmuş, Müslüman, Hıristiyan, Yahudi ve diğer tüm ideolojilerin taraftarlarının bir arada yaşadığı, Filistin’in bütünü kapsayan Filistin demokratik devleti hedefine zarar veriyor. Bu kadar önemli bir amaç için mücadele eden bir hareket, amaçlarına uygunluğu açısından ve en geniş desteği sağlamak için her hareketinin sonuçlarını ölçmelidir. Her askeri eylem üst hedefin hizmetinde olmalı: Kurtuluş. Bu çerçevede, Filistin ulusal kurtuluş hareketinin 1967 ve 1973 yılları arasında sivilleri hedef alan eylemlerinin yol açtığı bilançoyu anımsatıyoruz. Bilanço, bu tip eylemlerin durdurulması kararına ve mücadeleyi yeniden işgale, onu düzenleyenlere, uygulayanlara ve tüm işgal sembollerine karşı yöneltmeye yol açtı. Bir silahlı ulusal mücadele içerisinde elbette hata yapılabilir, siviller zarar görebilir, fakat stratejik çizgi doğru olduktan sonra, kendi amacından sapmadan süren mücadelede bu tür hatalar sınırlı kalır.
Harekette bölünmenin derinleşmesi ve rekabet sermayeye yarar
1 Mayıs İstanbul’da iki ayrı meydanda kutlandı. Bu durumun geçici bir ayrılık mı, yoksa hareketin daha derin bölünmesinin bir işaret fişeği mi olduğu üzerinde ciddiyetle düşünülmesi gerekiyor. Belirtiler hareketteki bölünmenin derinleşeceğini, en azından bu yönde bir çaba içine girilmekte olduğunu ortaya koyuyor. Bu bakımdan bu ayrılık, işçi hareketinin daha derin bir bölünme ile karşı karşıya kalabileceğini, kısır sendikal rekabete doğru yol alınabileceğini işaret etmesi bakımından son derece önemlidir. Saraçhane kürsüsünden, Çağlayan’da 1 mayıs’ı kutlayan işçilerin “sınıf işbirliği” yapmakla suçlanmaları, işçi sınıfının birliğini tehdit eden anlayışın nerelere kadar gidebileceğini açıkça gösteriyor. Bu nedenle işçi sınıfı hareketinin seksenli yılların ortalarında başlayan yükselişini ve hareketin bazı temel özelliklerini hatırlatmakta sayısız yarar bulunuyor. Özellikle bugün çıktıkları kürsüleri işçi hareketine borçlu olanların, bu kürsüleri keskin “solcu” çıkışlarına alet etmeleri, bu hatırlatmayı daha bir gerekli kılıyor.
1988-91 ARASI İŞÇİ HAREKETİ KİMLERİN OMUZLARINDA YÜKSELMİŞTİ?
İşçi hareketinin yakın tarihinde 1987-88 yılları ve hemen bunun ardından gelen 1989 Bahar Eylemleri son derece önemli bir yer tutmaktadır. ’87-88 yıllarında özellikle metal işkolu ağırlıklı fabrika eylem ve direnişleri, işçi sınıfının yeni bir mücadele dönemine uyanmakta olduğuna işaret ediyordu. ’89 Bahar Eylemleri, işçi sınıfının ana gövdesinin harekete geçtiği bir dönem oldu. Sınıfın uyanışı ve mücadeleye atılması, sınıf hareketi tarihinin başka bir döneminde görülmeyen kitleselliğe ulaştı. Bu yükseliş ‘90 1 Mayıs’ı ve Zonguldak direnişi ile devam etti. 3 Ocak genel Eylemi, ardından Paşabahçe ve Erdemir gibi grev ve direnişler yaşandı. Kazlıçeşme ise daha önceki dönemin bir mücadele odağıydı.
Yukarıda anılan dönem, işçi hareketinin ülkenin politik ve sosyal yaşamına damgasını vurduğu bir dönem oldu. Hareket çok ileri politik talepler öne sürmese de, politik hakların genişlemesine, sermaye ve gericiliğin halk üzerindeki cenderesinin önemli ölçüde kırılmasına, 12 Eylül yenilgi psikolojisinin aşılmasına yolu açtı. Burada şu sorular gündeme geliyor, ve bugünkü tartışmalar dikkate alındığında, sorulmaları zorunlu oluyor. Yüz binlercesi ayağa kalmış olan, sermaye basınına “adım adım geliyorlar” başlıkları attıranlar işçiler miydi yoksa başkaları mı? Ve ikincisi, kuşkusuz bir dizi farklı düşüncelerine rağmen birlikte ayağa kalkmış bu işçiler, acaba hangi sendikanın tabanıydılar? Ayağa kalkanların “şucu” ya da “bucu” olarak bölünmeyip bir hareket oluşturmak üzere birleştikleri ve bu işçilerin ana gövdesini Türk-İş’li işçilerin oluşturdukları, işçi hareketine ilgi duyan hemen herkes tarafından biliniyor. Hareket Türk-İş üst yönetimine rağmen gelişen bir hareket oldu. İşçilerden gelen mücadele istek ve kararlılığı hareketin ilerleyişinde belirleyici oldu ve alınan kararlar önceleri fabrika komiteleri, daha sonra yerel platformlar aracılığı uygulandı. Burada kısaca belirtmek gerekir ki, 1994’deki yeniden yükselişte de Türk-İş tabanının katılımı ağırlıklıdır; 20 Aralık’ı, 20 Temmuz’u zorlayanlar da asıl olarak bu işçilerdir.
Bu dönemdeki (’88-91) işçi hareketinin –konumuzu ilgilendirdiği kadarıyla– işçi, emekçi mücadelesi üzerindeki bazı etkilerini şöyle sıralayabiliriz. İlk olarak, mücadeleye atılan işçiler, işçi sınıfının tabandan birliğini sağlamayı önemli ölçüde başardılar. Uyanan ileri işçi kitlesi ile daha geriden gelen ana kitle büyük oranda birleşmeyi başardı. Bu etki o kadar büyüktü ki, işçi hareketinin otoritesi dönemin 1 Mayıs tartışmalarına da son noktayı koymuştu. “Devrimciler”in, “solcular”ın Taksim’de 1 Mayıs’ları mı, yoksa işçi hareketinin tabandan birliğini sağlayan 1 Mayıs mı? Bu sorun, işçilerin 1 Mayıs’ı ile çözüldü! Taksimciler, –son 1 Mayıs öncesi kolaycılıkla ileri sürüldüğü gibi Türk-İş’in değil– işçilerin otoritesine boyun eğmek zorunda kaldılar. Sadece onlar değil, sermaye ve gericilik de 1 Mayıs’ı tanımak zorunda kaldı! İşçilerin birliğine dayalı 1 Mayıs kutlamaları, Türk-İş vb. yönetimi ya da daha genel ifade ile sendika bürokrasisinin bir dayatması olarak değil ama, işçi hareketinin tabandan gelen zorlamasının sonucu “gelenekleşti”.
İkinci olarak, işçi hareketi demokratik hak ve özgürlüklerin elde edilebileceği zemini genişletti, gerici yasaları önemli ölçüde paçavraya çevirdi. DİSK’in yeniden kurulması da –bu kuruluşun doğruluğu ya da yanlışlığı bir tarafa– işçi hareketinin bu kazanımı üzerinden gerçekleşti. Ama aynı zamanda sermaye ve gericilik de sendikal rekabetin işçi hareketine yeniden sokulması, ileri işçi birikiminin parçalanıp, zayıflatılması olanağını burada gördü ve çözümsüzlükten “fırsat” çıkardı. Bütün bunlar bir tarafa, DİSK, yeniden kuruluşunu, yıllardır Çağlayan’da 1 Mayıs’ı kutlayan, geçmiş mücadelelerden süzülüp gelen işçilere, onlarla birlikte mücadeleye atılan diğer işçilere borçlu olduğunu unutmamalıdır.
Üçüncü olarak, işçi hareketi yükselttiği kitlesel mücadelesi ile, toplumun diğer emekçi kesimleri üzerinde olumlu bir etkiye sahip oldu, onlar arasında mücadeleye atılma, mücadelelerini geliştirme isteğinin yaygınlaşmasına neden oldu. Bu kesimlerin başında ise kamu emekçileri geliyordu. İşçi hareketinin durgunluğa girdiği dönemde, bu hareketten moral alan kamu emekçilerinin hareketi yükseldi ve gelişti. KESK’in işçi hareketinin bu yükselişi üzerinden mücadelesini geliştirdiği, bu yanıyla işçi hareketine çok şey borçlu olduğu unutulmamalıdır. KESK’te etkili ve egemen olan –eski DY ve şimdi ÖDP– küçük burjuva anlayışın, zaman zaman kamu emekçilerini, işçilere karşı rekabet içine sokma gibi gerici bir çabası olsa da, kuşku yok ki kamu emekçilerinin geniş kesimleri bu tarihi hatırlamakta ve ona sahip çıkmaktadır.
Kamu emekçisi hareketinin ciddi sorunlar ve zorluklarla yüz yüze olması ve bunları aşmada problemler yaşamasında, bu hareketin, işçi hareketinin geri çekilmesiyle ciddi bir maddi ve moral dayanaktan yoksun kalmasının önemli payının olduğu görülmeli; kamu emekçileri ve KESK’in esenliğinin, işçi sınıfının birliği ve hareketinin yükselişini gereksindiği teslim edilmelidir.
İŞÇİ HAREKETİNİN BİRLİĞİ SINIFIN KAZANIMI, BÖLÜNMESİ VE SENDİKAL REKABET SERMAYE VE GERİCİLİĞİN KAZANIMIDIR
Bugün işçi hareketi bölünmenin derinleşmesi ve sendikal rekabet tarafından tehdit edilmektedir. Saraçhane kürsüsünden edilen sözler başkaca bir anlama gelmemektedir. Üstelik bu anlayış Saraçhane ile sınırlı kalmamış, İzmir’de de kürsüden işçiler arasında sendikal rekabeti kışkırtıcı çağrılarda bulunmuştur. Alınan tutumlar ve yapılan açıklamalar dikkate alındığında, eğer olup bitenden gerekli sonuçlar çıkarılmaz, sağ duyulu davranılmazsa, önümüzdeki dönemde işçi hareketinin, sorumsuzca davranışlarla rekabet ve bölünmeye –bu, girişte işaret edildiği gibi, salt sendikal bir bölünme değildir, ileri işçiler arasında da, onların zorladıkları ortak mücadelede de bir bölünmedir– sürüklenmek istendiği, böyle bir tehlike ile karşı karşıya kalacağı anlaşılmaktadır.
Oysa işçi hareketi tarihinde aldığı tüm ağır yenilgileri sınıfın bölünmesi nedeniyle almıştır. Sermaye ve gericiliğin güçleri, işçi sınıfı hareketini güçten düşürmek, sınıfı yenilgiye sürüklemek için sendika bürokrasisini, sendikaların uzlaşmacı üst yönetimlerini kullanmışlar; bununla da yetinmemişler, hareket içerisinde bölünme yaratacak, var olan bölünmeleri derinleştirecek eğilim ve akımların önünün açılmasını bir biçimde sağlamışlardır. 12 Eylül’ün hemen öncesinde 1 Mayıs’ın yasaklanmasının, Taksim’e ordu bayrağının dikilmesinin, bu saldırı karşısında sınıfın ciddi bir tepki gösterememesinin, giderek 12 Eylül yenilgisine sürüklenmesinin en önemli nedenlerinden birisinin, işçi sınıfı içerisindeki derin bölünme, emekçi ve halk hareketindeki bölünme olduğu unutulmamalıdır.
Peki, ama, bugün işçi ve emekçi hareketini daha derin bir bölünme ve rekabete sürüklemek isteyenler, bu süreçten güçlenerek çıkabilirler mi? Bunun olanaklı olmadığını peşinen belirtmek gerekiyor. Çünkü bu bölünme, sınıfın, emekçi hareketinin ana gövdesi ve bunlarla birliğin tayin edici olduğunu anlayan ileri kesimleri ile, işçilerin diğer mücadeleci kesimleri ve onların ileri unsurları arasındaki bir bölünmeye karşılık düşecektir ve dolayısıyla sendikal hareketi güçlendirip kitleselleştiren bir bölünme olmayacaktır. Bunun objektif anlamı; hangi konfederasyonda olurlarsa olsunlar, sınıfın ileri kesimlerinin, bir arada, sınıfın ana kitlesi üzerinde bir otorite ve çekim merkezi olma olanağını yitirmeleri olacaktır. Bu kitleselleşme ve güç toplama olanağını ortadan kaldıracağı gibi, sınıf ve emekçi hareketi karşısındaki sorumlulukların yerine getirilemeyecek olması anlamına da gelecektir.
Elbette olası bu tarz bir bölünmenin zararları bununla da sınırlı kalmayacaktır. ’80’lerin ortalarından itibaren asıl olarak Türk-İş tabanına dayanan hareketlenme, sendika bürokrasisini yer yer yenilgiye uğratmış, işçiler mücadelelerini, “kendi içlerindeki” sermaye fraksiyonunu tasfiye etmeye doğru genişletmişlerdi. Yıkılamaz denilen bazı sendika yönetimlerinin tepe taklak –Harb-İş– gitmesi, bazılarının işçilerin ayaklanmasını zor bela –Türk Metal– bastırması, bu mücadelelerin birikimi üzerinden gerçekleşmişti. İşçi hareketinin durgunluğa, mevzi yenilgilere sürüklenmesinin temel nedenlerinden birisinin, bu mücadeleci kesimin bir biçimde tasfiye edilmesi ya da bir kısmının sendikal bürokrasi ile uzlaşma pozisyonuna savrulması olduğu gerçeği hatırlanmalıdır.
Bugün sınıfın ve emekçi hareketinin ileri kesimlerini koparıp alma hesaplarına dayanan –DİSK, KESK gibi konfederasyonların bazı üst yöneticilerinin anlayışı–, politik olarak ÖDP gibi partilerden kaynaklanan bu tutumun, bu ilgili kesimleri güçlendirmeyeceği, aksine hareketteki bölünmeyi derinleştiren ve rekabete sürükleyen parti ve örgütler olarak güçsüzleştireceği bilinmelidir. Bunun başlıca iki nedeni vardır. İlk nedenden, yani bölünmenin derinleştirilmesi tehdidinden kısmen söz edildi. İkinci neden ise, bu sendikaların üst yönetimlerinin –buna damgasını vuran bürokratik anlayışlar ve ÖDP vb. anlayışların– özünde ve pratik tutumlarıyla, Türk-İş üst yönetiminden farklı bir sendikal anlayışa, mücadele anlayışına sahip olmadıkları gerçeğidir. Bunu anlamak için, işçi ve emekçi hareketine bakmak yeterlidir. İşçi ve emekçi hareketinde bu kesimlerden kaynaklanan bir rüzgar esiyor mu? Bu yöne doğru bir eğilim var mı? Gerçekler olmadığını söylüyor. İşçi ve emekçi kitleler sağduyuları ile bunların (özellikle Türk- İş ve DİSK) üst yönetimlerinin, sendikacılık ve mücadele konusunda farklı tutumda olmadığını anlıyor ve görüyor. Bu neden üzerinde aşağıda biraz daha durmak gerekiyor.
SENDİKAL ANLAYIŞTA FARKLILIK VAR MI?
Son 1 Mayıs’a gelirken ilginç tartışmalar yaşandı. Alan belirlenmesi bile “devrimcilik”in ölçütlerinden sayıldı. İstanbul’da Çağlayan, Türk-İş yönetimi ileri sürülerek, “uzlaşma” ve daha da ileri gidilerek “sınıf işbirliği”nin, Saraçhane ise “devrimci 1 Mayıs”ın alanı sayıldı. Çağlayan’da “izinli”, “icazetli” kutlama vardı, oysa Saraçhane’de dayatmalar ve icazetçilik parçalanacaktı! Belirli bir anlayış –ya da anlayışsızlık–, iki konfederasyon ve beraberlerinde bir dizi solcu grubu, önemli bir işçi kitlesinden gönüllü olarak ayırıp, onları, “ne haliniz varsa görün” anlamına gelmek üzere bulundukları pozisyonda terk ederek, ne gibi bir üstünlüğü olduğu anlaşılamayan, kendisi de alanlardan bir alan olan Saraçhane’de topladı. Sonuçta, kutlama ve sahibi işçiler bölündü; henüz işçi hareketinin gücü başkasına yetmediği için, iki alanda da izinli kutlamalar düzenlendi ve ama her iki alanda da kürsülerden aynı içerikli iki slogan atıldı: Birinde “İnadına Türk-İş…”, diğerinde “İnadına DİSK…”
Peki, bir arada kutlama düzenlemeyen sendikaların, lafın ötesinde, pratik tutum ve anlayışları birbirinden nasıl farklılaşıyordu?
Bütün örgüt ve partiler gibi, sendikaların da tutumları, sadece ilan ettikleri programlardan, sarf ettikleri sözlerden, “esip gürlemeleri”nden hareketle değil, pratik mücadele içerisindeki tavırlar esas alınarak gerçekçi bir biçimde değerlendirilebilir. Yani söz değil, eylem belirleyici olmaktadır. Ülkedeki, öne çıkmış, bu tartışmanın konusu olan sendika konfederasyonlarının üst yönetimlerine bakıldığında, bunların, bu açıdan birbiriyle kesin olarak ayrışmış pratik tutumları olduğundan söz edilebilir mi? Yaşanan gerçekler, bugün bize bu farklılıkların olmadığından, en azından ciddiye alınarak üzerinde durulabilecek bir ayrılığın bulunmadığından söz ediyor.
Örneğin, işçi hareketinin kabarması ve alttan zorlaması ile Emek Platformu’nun ortaya çıktığını biliyoruz. Bu platforma DİSK ve KESK de Türk-İş gibi –Hak İş vb. nin durumları biraz daha farklılık göstermektedir– üyedir. Bu platformun işçi ve emekçi hareketi üzerinde olumlu bir rol oynadığı, ancak hareketin ihtiyaç duyduğu noktalarda, kendisinden beklenen sorumlulukla davranmadığı da bir gerçektir. Bugün ise, bu platform atıl durumdadır. Oysa, IMF Programları, özelleştirmeler, grev yasakları, düşük ücret dayatmaları, ülkenin ABD’nin emperyalist, işgalci dış politikasına bağlanması tehditleri, hükümetin gerici saldırıları devam etmektedir. Bütün bunlara karşı Emek Platformu’nun harekete geçmesi için DİSK ve KESK’ten, bunların üst yönetimlerinden –bunlara egemen olan anlayışlardan– kaynaklanan bir inisiyatif bulunuyor mu? Bunun bulunmadığını görüyoruz. (Hatta, DİSK ve KESK, saldırılar karşısında bu platformun işlevsel kılınması ve bir mücadele merkezi olarak çalıştırılması bir yana ve “solculuk” adına, ama kendileri de bir mücadele merkezi işlevi üstlenmeden, örneğin Türk-İş’in Emek Platformu’ndan dışlanması –ve kuşkusuz sonuç olarak, sendikal rekabetin geliştirilmesi ve işçi ve emekçilerin bölünmesi– tutumunu geliştirme çabasındadır. Bunun, Türk-İş’in de işine geldiğini kestirmek zor değildir.)
Peki Türk-İş ve DİSK üst yönetimlerinin sendikalaşmada, iş yerlerindeki mücadelede, toplu sözleşmelerde bir farklılıkları söz konusu mu? Tek tek işyerlerinde örgütlenme, sendikaların yeni üyelerle güç kazanması, işçilerdeki sendikalaşma eğilimlerin teşvik edilip desteklenmesi konusunda söz konusu konfederasyonlar arasında bir farklılık bulunduğunu, işçi, emekçi hareketi konusunda az çok birikime sahip, dürüst hiç kimse ileri süremez. Sadece Türk-İş üyesi TÜMTİS ve birkaç şube farklı bir tutum ortaya koymakta, mücadeleci bir sendikacılık yapmaktadır. Gerek yeni sendikalaşma mücadelesinde, gerekse başlarındaki sendikal bürokrasiden kurtulmak için –Türk Metal gibi– başka bir sendikaya geçme mücadelelerinde –Bursa vb. hatırlansın– işçilere gerekli destek verilmemiş, mücadeleci işçi tabakasının ezilmesine sessiz kalınmıştır. Ayrıca, bir dönem, DİSK üst yönetiminin “işyerini koruma” anlayışı ile sendikacılık yapmayı formüle ettiğini de anımsatmak durumundayız.
Mücadele anlayışında tutum bu da, sendikaların alta doğru örgütlenmelerinde, gerçekten işçilerin örgütlü gücü haline gelmelerinde farklı mı? İşçilerin herhangi bir sendikaya üye olmaları ile, doğrudan örgütlü bir güç haline gelmedikleri bilinmektedir. Sendikaya üye olmak, genellikle örgütlülüğe atılan ilk adım olarak kalmaktadır. Sendikaların işyerleri ve fabrikalarda alta doğru örgütlenmeleri, üyelerini gerçekten sıkıca örgütlenmiş bir kitle haline getirmeyi başarmaları durumunda, sermaye saldırılarına, tek tek patronların saldırılarına karşı ciddi direnişler ortaya çıkmakta, sınıf bilinci gelişmekte, aksi takdirde, mücadele kolayca yenilgiye sürüklenmektedir. Ancak bilinçli işçi önderlerinin olduğu yerlerde, konfederasyon ve sendika ayrımı olmaksızın, işyeri komiteleri, grev, direniş komiteleri gündeme gelmektedir. Aksi durumda, o işyerindeki mücadele, sendika bürokrasinin patronlarla pazarlık, uzlaşma, yasal yollardan eritilme girdabına çekilmektedir. Bu tür tek tek işyerlerinden örnekleri çoğaltmak olanaklıdır. Ancak hangi örneği ele alırsak alalım, bunlar, bizi, pratikte DİSK ve Türk-İş üst yönetimleri arasında bir anlayış ve yaklaşım farkı olduğu sonucuna ulaştırmayacaktır.
Sendikal alandan politik alana doğru kayalım ve ülkenin kaderinin belirlendiği anlarda, bu konfederasyonlar arasında pratik bir tutum farkının gündeme gelip gelmediğine bakalım. Bu açıdan alınan olumlu ve olumsuz tutumlarda bir farklılığın olduğu ileri sürülemez. Yani olumlu tutum alınırken de, olumsuz tutum alınırken de, ortada, diğerinden ayrışmış, ayrı bir mihrak olarak sivrilmiş, çaba göstermiş bir tutum görülmemektedir. Son zamanlardaki politik gelişmelere bir göz atalım. Ülkenin Irak’a asker göndermesine, toplumun ezici çoğunluğu gibi, bu konfederasyonlar da karşıdır! IMF programlarının uygulanmasına, zamlara, “kötü özelleştirmeye” karşıdırlar. YÖK, eğitim sorunları tartışılır ve kararlar alınır, ama konfederasyonlarımızın bu meselelerde ‘açıklama’ yapmaktan öte bir tutumları bulunmamaktadır vb..vb.. Uzatmadan bir hatırlatma yapalım; eski DİSK Başkanı –Budak– ile eski Türk-İş Başkanı’nın –Meral–, politika yapmak üzere, ilkinin başlangıçtaki tutumundan farklılaşan DSP macerasından sonra, aynı partiyi –CHP– tercih etmeleri, yeterince açıklayıcı ve ikna edici değil mi?
Bu bölümü bitirirken şu saptamayı yapmak gerekmektedir. Mevcut sendikal anlayışları ve ortaya koydukları pratikleri ile Türk-İş ve DİSK üst yönetimlerinin birbirinden ayrışmış bir tutumları bulunmamaktadır. “Okumuş, yazmış” kitlesinin çokluğu ile KESK’in farklı bir yerde olması gerekirken, orada egemen olan anlayış nedeniyle, ülkede gelişen politik –örneğin kamu yönetimi temel kanun tasarısı karşısındaki zayıf tutum hatırlansın–, ekonomik ve sosyal olaylar karşısında, onun da farklı bir profil çizmediği görülmektedir.
ORTAK TALEPLER İÇİN ORTAK MÜCADELE
Bugün ülke kritik bir süreçten geçmektedir. Irak’ta olan bitenler çok iyi biliniyor. Ancak ABD’nin bölgeye müdahalesinin Irak’la sınırlı olmadığı, Ortadoğu’nun diğer ülkelerini de –başta Suriye– tehdit ettiği bir gerçektir. Ülke, Afganistan’a kadar uzanan bölgedeki sorunların içine çekilmek, ABD emperyalizminin hizmetinde, BOP (Büyük Ortadoğu Projesi)’un köşe taşlarından birisi yapılmak istenmektedir. Bu amaçla NATO Zirvesi Türkiye’de toplanmakta, emperyalist şefler bölge halkları üzerine gerici kararlar almaya hazırlanmaktadır. Diğer taraftan ülke ekonomisi bıçak sırtında ilerlemekte, her an krize sürüklenebilecek olmasının nedenlerini içinde taşımaktadır. IMF ile görüşmeler sürmekte, eski ekonomik program sürdürülmekte, yeni Stand-by anlaşmaları hükümet tarafından gündeme alınmaktadır. Özelleştirmeler, sözleşmelerde düşük ücret dayatmaları, doğrudan grevlerin yasaklanması, zam ve vergiler, gerici politik saldırılar vb.. ile işçi sınıfının ve emekçi halkın sırtına yeni yükler bindirilmekte, yaşam ve çalışma koşulları ağırlaşmaktadır. Kitlelerin hükümetten beklentileri, ‘değişen bir şeyin olmadığının’ görülmeye başlaması ile hayal kırıklığına doğru dönmeye başlamıştır.
Böylesi bir döneme girilirken, işçi hareketinin kısır bir rekabet ve bölünmenin derinleştirilmesi tehdidi ile karşı karşıya kalması, işçi ve emekçi halkın mücadelesine büyük zararlar verecektir. ÖDP gibi partiler, bu konuda sorumsuzca adımlar atma, ‘hareket yeniden yükselme eğilimine’ girerken ileri kesimleri “kazanma” hesapları yapabilirler. Bunlar yanlış hesaplardır ve kendilerine bir şey kazandırmayacağı gibi, hareketi zayıflatan adımlar olarak, dönüp kendilerini vuracaktır. Ancak DİSK, KESK gibi örgütlerin üst yöneticileri, işçi ve emekçilerin kitle örgütleri olma iddiasının sorumluluğu ve ağır başlılığı ile hareket etmek zorundadırlar. Yapılması gereken, işçi ve emekçi kitlelerin ortak talepleri ve çıkarları temelinde en geniş birliği ve ortak mücadeleyi yükseltme çabasına girilmesi, tabandan böylesi bir birliğin zorlanmasıdır. Türk-İş, en fazla üyeye sahip sendika olarak, üst yöneticilerinin tutumları bahane edilerek, bu ortak mücadeleden dışlanmaya gidebilecek girişimlerle karşı karşıya bırakılamaz, geniş işçi kitlesini ikna edecek, ilerletecek çabadan vazgeçilemez. Ortak tutum içinde kalması, olabildiğince sendikal rekabet dışında tutulması –işçiler tabanda tercihlerini çoğunluğa göre zaten yapmaktadırlar– bu yolu açacak başlıca olanak durumundadır.
Bugün Emek Platformu işlevsiz durumdadır. Ancak gelişmeler onu canlanmaya itebilir, özellikle yeniden canlanması gereken yerel sendikal platformların baskısı ile, belirli adımlar atmak zorunda kalabilir. Peşinen böyle bir gelişmenin olmayacağından söz edilemez. Ama bir yandan hemen tüm sendikalar üye kaybeder ve etkileri azalırken, bir yandan da, bugün yeniden uç verme tehlikesi gösteren sendikal rekabet, hareketi derinden bölme girişimi güç kazanırsa, bu, aynı zamanda, Türk-İş üst yönetimini rahatlatan bir gelişme de olacaktır. Onlar, böylece, taban baskısından kısmen kurtulacaklar, Türk-iş bünyesindeki ileri, mücadeleci kesimleri tasfiye etme, etkisiz kılma olanağına sahip olacaklar, Türk-İş tabanını hareketin dışında tutma hesapları için daha elverişli bir zemin bulacaklardır. Açıkça vurgulamak gerekir ki, Türk-İş üst yönetimi bahane edilerek, hareketi bölmeye yönelik alınan her tutum, sınıf hareketi karşısındaki sorumsuzluğun, hareketi güçten düşürmenin adımı olacaktır.
Geçmişte, konfederasyonların, işçi hareketinin zorlaması ve iki konfederasyondaki mücadeleci işçilerin, sendikacıların çabaları ile bir araya gelmeleri, ortak tutum almaya gitmeleri, işçi hareketinin temel kazanımlarından birisi oldu. Üst yönetimlerin alınan kararlara ne kadar sadık kaldığı, kendi tabanlarında bu yönde ciddi bir çalışma içine girmedikleri ise biliniyor. Ama zaten bu, az çok sınıf bilinçli işçinin bildiği bir gerçektir, ve bu işçiler, kararlar bir kez alınınca, sorumluluğun kendi omuzlarına yıkıldığını, çabalarının belirleyici olduğunu anlamaktadırlar. Yine anlamaktadırlar ki, bu tür kararlar; kendilerine, sınıfın ana kitlesine ulaşma, meşru zemini genişleterek, onların ortak iradeyi kabul etmelerini kolaylaştırma olanağı vermektedir. Hareket yeniden yükseldiğinde, kuşkusuz kendi yolunu bulacak, kendi örgüt biçimlerini ortaya çıkaracaktır. Ancak kesin olan bir şey var ki, o da, sınıfın ana kitlesini bu hareketin içine çekemeyen, geniş emekçi kitlelerini birleştirme yeteneği olmayan bir kabarmanın, sermaye ve gericiliğin saldırısını püskürtme gücünde olamayacağıdır. O halde, işçi ve emekçi hareketine karşı sorumluluk duyan herkesin, aklını başına toplaması gereklidir, sınıfın ve emekçilerin çıkarı da buradadır.
Kadın hareketine işçi kadın damgası
İşçi sınıfının bir işçi partisi olarak örgütlenmesinin koşullarından biri devrimci niteliğe ve iktidar amaçlı bir politik çizgiye sahip olması olarak belirtilebilir. Bir işçi partisi, bu hedefini gerçekleştirmek ve geliştirerek yaygınlaştırmak amacına sahip bir örgüte de sahip olmalıdır. Partinin dayanacağı taban, elbette geniş işçi kesimleri, emekçi halk yığınları olacaktır. Dolayısıyla, iktidar hedefi olan ve tabanını geniş işçi ve halk kesimlerinin oluşturacağı partinin, söz konusu kesimlerin yarısını oluşturan kadınlara yönelik özel bir ajitasyon yürütülmesinin, kadınlara dönük özel bir seslenme gerekliliğinin ayırdında ve bilincinde olacağı ortadadır. Parti çalışmasının özellikle işçi sınıfı temelinde yükseldiği bir örgüt içinde, kadın çalışmasının da temelini oluşturan işçi kadınlara yönelik çalışmanın önemi göz ardı edilemez. Ve elbette, özellikle günümüz şartlarında daha da ağır koşullarda çalışmaya mahkum edilen, sermayenin ucuz işgücü kaynaklarından olan işçi kadınları örgütleme ve kadın hareketine damgalarını vurmalarının önünü açma zorunluluğu da, üzerinde önemle durulması gereken bir iş olarak önümüzde durmaktadır.
İŞÇİ KADINLARIN HER GEÇEN GÜN ZORLAŞAN ÇALIŞMA KOŞULLARI
Uluslararası sermaye dünyanın her yerinde işçi ve emekçi kadınlara yönelik saldırılarını gün geçtikçe daha da artırmaktadır. Kadınlar, kayıt-dışı sektörlerde her türlü iş güvencesinden yoksun, uzun ve ağır çalışma koşullarında ucuz işgücü olarak sömürülmektedir.
Bu tablo içinde, Türkiye’deki işçi ve emekçi kadınlar da farklı bir görünüm sergilememektedir. Gerek iş hayatında ve gerekse ev içinde çifte sömürüye tabi tutulan kadınlar, sermayenin ağır baskısı altında, küreselleşme politikaları ile daha zor şartlar altında çalışmaya, ucuz emek gücü olarak kullanılmaya, sendikasız, sigortasız, her türlü iş güvencesinden yoksun çalıştırılmaya mahkum edilmektedirler.
Toplumsal temelli geleneksel işbölümü, kadınları bağlamakta ve onlara kendilerine biçilen rolden başka seçenek bırakmamaktadır. Zaten, genellikle kadınlar, çalışma kararı verirken, evdeki “görevlerini” aksatmayacak işleri tercih etmektedirler. Örneğin, AB genelinde part-time çalışanların % 83’ünü, geçici işlerde çalışanların % 50’sini kadınlar oluşturmaktadır. Bu, hem neoliberal politikalarla genel olarak sömürü-yoğun part-time vb. türü esnek çalışma yöntemlerinin dayatılması nedeniyle, hem de kadınların evdeki “görevleri”ne uyumlu işler aramaya yöneltilmeleri nedeniyle böyledir.
Esnek çalışma ve genel olarak neoliberal politikaların kadının sömürülmesini ağırlaştırdığı açıktır; ancak, sistemin cinsiyet ayrımcı yapısının çalışma hayatında da devam ettiği ve kadının ucuz işgücü kitlesi olarak kullanılmakta olduğu da kesindir. Cins ayrımcı sistemin dayattığı toplumsal işbölümü; erkek ve erkeğin çalışıp evine bakması üzerine kuruludur. Dolayısıyla, kadının kazandığı da “ek gelir” olarak nitelendirilmekte ve çalışmasına, –gerçek farklı olsa da– ‘olsa da olur, olmasa da’ anlayışıyla yaklaşılmaktadır. Kadın, daha baştan ‘yedek’ olmakta ve eşit başlamadığı çalışma hayatında ayrımcı birçok muamele ile karşılaşmaktadır.
Sermaye, her zaman istediği miktarda, istediği biçimde, istediği zamanda, istediği koşullarda, istediği ücretle çalışma koşullarını belirleme tutumundadır, dayattığı budur. İşgücünün örgütlülüğünün zayıf ve esnek çalışma koşullarına uyumlu olması da sermayenin aradığı özelliklerdir. Kadın emeği, sermaye açısından, bunun için biçilmiş kaftandır. Evlere iş verme, fason üretim, part-time veya çağrı üzerine çalışma gibi sektör ve işlerde özellikle kadın emeği kullanılmaktadır. Kadınların kayıt-dışı sektörde işgücüne katılımları gerek dünya gerekse ülkemizde artış göstermektedir. Kadınlar, öteden beri düşük ücret ödenen, güvencesiz ve geçici işlerde çalışan, işlerini en önce kaybeden kesim olmuştur, şimdi de artan ölçülerle böyledir. İstihdam biçimlerinin değişmesi ile birlikte, kadın işçiler, düşük ücretli işlerde en sınırlı haklara sahip veya hiç bir hakka sahip olmadan çalıştırılmaktadır.
Özelleştirme, ekonomik ve sosyal kuralsızlaştırma, sendikasızlaştırma, sosyal güvenlik kuruluşlarının zayıflatılması ve ortadan kaldırılması, sosyal yardımların kısılması ve ortadan kaldırılması, emeklilik yaşının yükseltilmesi, eğitim ve sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi, paralı hale getirilmesi vb.. şeklinde tek tek sayılan, ama aslında tüm emekçilere topyekun bir saldırı oluşturan bu uygulamalar, kadın emekçilerin çalışma koşullarını, adeta 18. yüzyılın vahşi kapitalizminin sefalet ortamına itmiştir.
Bununla ilgili bildik küçük bir örnek verelim: Lord Ashley, 15 Mart 1844 tarihinde on saatlik çalışmaya ilişkin yasa tasarını İngiliz Parlamentosu’na sunduğu konuşmasında, görüştüğü kadın işçilerin durumlarını şöyle anlatıyor:
“20 yaşındaki M.H.’in iki çocuğu var. Küçük olana ondan biraz daha büyük olan çocuk bakıyor. Anne sabah 5’te fabrikaya gidiyor, akşam 8 gibi eve dönüyor. Elbisesi göğüslerinden damlayan süt ile sırılsıklam oluyor.”
“… daha dönmedi mi?
– Hayır.
– Doğum yapalı ne kadar oldu?
– 8 gün.
– Çoktan gelip işe başlayabilirdi. Şuradaki kadın hiçbir zaman üç günden fazla evde kalmaz.”
Şimdi de günümüzden bir örnek:
“Bir tekstil atölyesinde çalışan A. üç yaşındaki çocuğuna, babası işten eve gelene kadar uyanmaması için uyku ilacı vererek işine gitmek zorunda kalıyor.”
“İşyerinde daha fazla mal üretebilmek uğruna kadın işçilerin bazı tekstil atölye veya fabrikalarında tuvalete gitmemeleri için tuvalet kapıları kilitleniyor. Bu durum kadınlarda birtakım hastalıkların oluşmasına sebep olmakta.”
RAKAMLARLA TÜRKİYE’DE KADIN ÇALIŞANLARIN DURUMU
Son on yıllık anketlerde, Türkiye’de yeniden yapılandırma politikaları sonucu, kadın emeğinin sömürüye en açık hale getirildiği görülmektedir. 12 yaş ve üzeri nüfusta işgücüne katılımda kadın ve erkek oranı bir azalma göstermektedir. Bu da, son yapılan araştırmaların da gösterdiği gibi, işsizliğin artması demektir. İktisaden faal olan nüfus içindeki kadın nüfusun oranı, 1999 yılı itibariyle % 29,7’dir. Kadınların işgücüne katılım oranı, 1950’li yılların ortalarından beri sürekli bir düşüş göstermektedir. Bu oran, 1990 yılında kentte % 17, kırda % 51 iken, 2000 yılında kentte % 15,7 ve kırda % 34,9 olarak açıklanmıştır.
Kadınların işgücüne katılım oranı, 20-24 yaş arası % 35’lik dilim ile önde gelmektedir. 15-19 yaş arası, bu oran % 28; 25-29 yaş arası % 31; 30-34 yaş arası % 32’dir ve bu şekilde azalarak devam etmektedir. Kadınların işgücüne katılımı yaş ilerledikçe azalmaktadır.
Evli kadınların işgücüne katılım oranı, Türkiye genelinde % 27,2, kentte % 13 ve kırda % 48’dir. Dikkat çekici bir husus, boşanmış kadınların işgücüne katılımının % 46 ile önde gelmesidir. Evli kadınların işgücüne katılımı, hiç evlenmemiş (% 30) veya boşanmış kadınların oranından daha düşüktür.
İktisadi faaliyet kollarına göre dağılımda ise, kadınların yoğun olarak çalıştığı alanların başında % 72’lik oran ile tarım sektörü gelmektedir. Son yıllardaki artışa rağmen, kadınların sanayi ve hizmet sektörüne katılımları yine de düşüktür. Hizmet sektörü, kentlerde kadınların çalıştığı en yoğun sektördür. 1989 yılında kadınların bu sektör içindeki oranı % 55 iken, 1999 yılında % 58’e yükselmiş; sanayideki oranlar ise, 1989 yılında % 31 iken 1999 yılında % 28’e gerilemiştir.
Kadınların işsizlik oranı erkeklere göre daha fazladır. Bu oran, –resmi rakamlara göre– kadınlarda % 6,1’dir. Eğitimli kadın genç işsizlik oranı ise, % 29’dur. İşsizlik en yoğun olarak 15-19 yaş grubu arasında görülmektedir (% 15,6). Ancak kayıt-dışı sektörde özellikle 15 -19 yaş arası kadınlar çalıştırılmasına rağmen, bu bilgiler, istatistiklere yansımamaktadır.
Kadınların eğitim durumuna göre işsizlik oranları incelendiğinde ise, eğitim düzeyinin yüksekliğinin, genç kadınlar için yüksek işsizlik eğilimini azaltmadığı görülmektedir. 12-24 yaş arası ilkokul mezunu kadınların işsizlik oranı % 7 iken, bu oran, ortaokul mezunlarında % 26, lise mezunlarında % 34, yüksekokul mezunlarında ise % 34 olarak tespit edilmiştir.
Çalışan kadınların % 46’sı bir sendikaya üyedir. Bu oran, erkeklerde de % 56’dır.
Türkiye’de çalışan kadınların ücretleri erkeklerinkinden düşüktür. Bu durum, tüm dünyada da böyledir. Genel olarak dünyada, kadınların ücretleri, erkeklerin % 78’i kadardır.
Bu verilere ülkemizde yaşanan diğer ekonomik toplumsal sorunlar eklendiğinde (eğitimin, sağlığın paralı hale getirilmesi, IMF bütçeleri ile emekçilerin zorlaşan yaşam ve çalışma koşulları, açlık, işsizlik, yolsuzluklar vb..), araştırmalardan çıkan ‘mutluluk’ hikayelerinin emekçiler açısından aslında masal olduğu görülecektir.
NASIL BİR ÖRGÜTLENME
Bugün, sermayenin bu dizginsiz gidişi karşısında, emekçi kadınların, birçok sanayi kentinden, fabrikalardan, işyerlerinden semt ve mahallelerden yükselen seslerini duymamak mümkün değildir. Birçok işyerinde, fabrikada işçiler, çalışma koşullarının zorluğuna karşı ve buna rağmen, sendikaya üye olabilmek, insanca ücret alabilmek için kendiliğinden harekete geçmektedirler. Buralarda kadın işçilerin varlığı, söz konusu hareketlerin ve mücadelenin kadınlar açısından da özel olarak değerlendirilmesini gerekli kılmaktadır. Örneğin, Uşak’ta tekstil fabrikalarında çalışan işçilerle birlikte sendikaya üye olma mücadelesi veren işçi kadınlar, işyerinde insanca çalışma koşulları isterken, ayrıca, işyerinde kadın olmalarından dolayı maruz kaldıkları ayrımcı muamelelere karşı ve yine anne olmalarından dolayı işyerlerinde kreş kurulmasının da mücadelesini vermektedirler. Bu da, işçi kadınlara yönelik özel bir ajitasyon ve propagandanın gerekliliğini göstermektedir.
Fabrika ve işyerlerindeki bu kıpırdanışlar, uyanışlar, yüzlerce hatta binlerce kadının, genç kızın hayatlarını ellerine alma, söz sahibi olma ve bilinçlerinin gelişmesine sınıf mücadelesine katılmalarına olanak tanıyan gelişmelerdir. Ancak, partimizin bu uyanış ve gelişmesinin kendiliğinden olmasını bekleyemeyeceği açıktır. Kadınlardaki bu uyanışın sınıf mücadelesinin ilerleyişinin bir dayanağı ve parçası kılınması, işçi kadınların kadın hareketine ağırlıklarını koymaları ve işçi kadınlar içinden kadın hareketinin sözcülerinin çıkması bakımından partimizin üzerine son derece önemli görevler düşmektedir. Yine işçi ve emekçi kadın kümelerinin geliştirilmesi ve hak eylemleri ve kadının kurtuluşu içerikli etkinliklerinin arttırılması konusunda da partimizin önünde bir çok görev bulunmaktadır.
İşçi kadınların mücadele ve örgütlenme alanları elbette fabrikalar ve işyerleri olacaktır. Ancak, belirtildiği gibi, işçi kadınlara yönelik çalışma, genel nitelikte bir işyeri çalışmasıyla sınırlı değil, ama işçi kadınlara özel olarak seslenen bir çalışma da olacaktır. Öncelikle yapılması gereken; işçi kadınlara neden örgütlenmek, bir araya gelmek gerektiğinin anlatılması ve bunun kavratılmasıdır. Elbette, işyerinde veya fabrikadaki çalışma şartlarının düzeltilmesi, ücretlerin insanca yaşanacak bir seviyede olması için mücadele etmek tüm işçilerin sorunudur. Ancak, bu genel talepler kadın işçilere yönelik özel bir ajitasyonun gereğini ortadan kaldırmamaktadır.
Fabrika ve işyerlerinde oluşturulan her örgütün görevinin olmazsa olmaz bir parçası, o işyerindeki kadın işçilere yönelik özel bir çalışmanın yürütülmesinin sağlanmasıdır. “Nasıl olsa bu işyerinde bir çalışma var” düşüncesi, kadın işçileri çalışmanın içine tam olarak katmamaktadır. Aksine, o işyerinde kadınların karşılaştığı sorunlar çerçevesinde, kadınlar arasında bir çalışmanın örgütlenip sürdürülmesi, kadınların mücadeleye katılımını arttıracaktır. Kuşkusuz kadınlar –parçası oldukları işçi sınıfının acil ve genel taleplerinin yanı sıra– kendi özgün talepleri ile çalışmaya daha aktif ve kararlı olarak katılacaklardır.
İşçi kadınların fabrika dışındaki hayatlarını da kadın çalışmasının bir parçası olarak ele almak durumundayız. Ev ve çocukların bakımı, yükümlülükler, toplumsal koşullar ve gerici feodal baskılar, eğitim düzeyinin düşüklüğü gibi engellerle mücadele etmeye ve işçi kadınları bu konulara karşı da bilinçlendirmeye yönelik çalışmalar, işyeri çalışmamız içinde ayrıca ele almamız gereken alanlardır.
NASIL BİR PROPAGANDA
Partimiz, işçi emekçi halk yığınlarını ideolojik ve politik silahlarla donatarak, bağımsız bir sınıf olarak iktidara yönelik örgütlemek için mücadele etmektedir. Temelini işçi çalışmasının oluşturduğu parti faaliyetlerimizde, işçi kadınlar içinde yapacağımız çalışmanın amacı da, bunun için, işçi kadınları aydınlatmak, örgütlemek, sınıf bilinçlerini geliştirerek onların işçi ve emekçilerin iktidar mücadelesine katılmalarını sağlamaktır. Bu çerçevede, işçi kadınlara yönelik propaganda ve ajitasyonumuz şu niteliklere sahip olmalıdır:
– Sermayenin ve siyasi iktidarın ve karar ve uygulamalarını işçi kadınlar açısından anlaşılır hale getirmeye dönük olmalıdır
Sermayenin baskısı sonucu yürürlüğe giren, esnek çalışmayı yasalaştıran ve onun yanında emekçilerin özel hayatlarını ortadan kaldıran 4857 sayılı İş Kanunu’nun bu bağlamda işçi kadınlar arasında tartışılmasına yönelik çalışmalar gerçekleştirmeliyiz. Bugün birçok işyerinde (özellikle küçük atölyelerde çalışan işçiler açısından geçerli) işçiler, değil kanun değişikliğini, bir kanunun varlığını, kendilerinin ne gibi haklara sahip olduğunu bile bilmemektedirler. Bu işçiler arasında aydınlatma çalışması yürüterek, konuşarak, toplantılar yaparak, sohbet ederek, yayınlarla sahip olduğu hakların neler olduğunu, 4857 sayılı kanun ile nasıl bir çalışma hayatına sahip olacaklarını, kanunun neler getirdiğini ortaya koymalıyız. Yine kadın işçilere yönelik olarak, kanunun kadınlar açısından ne gibi düzenlemeler getirdiğini açıklamalıyız. (Bu konu ile ilgili olarak Merkezi Kadın Büromuz bir broşür hazırlamıştır.) IMF dayatmalarını, bu olup bitenlerin işçi ve emekçilerin ve kadın işçiler başta olmak üzere kadınların yaşamını nasıl etkilediğini, sermayenin, özel olarak işverenin çalışan kadınlara yönelik ayrımcı muamelelerini, örneğin hamile olduğu gerekçesi ile kadınların işten atılmalarını, çalışma hayatı dışında kadın olmaktan kaynaklanan sıkıntıları, toplumsal yaşamda karşılaştığı zorlukları ve bu somutluk üzerinden kapitalizmi tartışmalı ve işçi kadınlara, sınıfın bir parçası olarak, bunları değiştirebilecek bir güç olabileceklerini anlatmalıyız.
– Propaganda ve ajitasyonumuz yerel sorun ve taleplerle iç içe olmalıdır
Bu yerellik, işyerinde yüz yüze olduğu sorunların yanı sıra, işçi kadının yaşadığı semtte, mahallede karşılaştığı sorunları kapsamalıdır. Mahalledeki alt yapı sorunlarından, eğitim sorunlarına kadar bir alan içinde işçi kadınlarla bunların çözümüne yönelik örgütlenmeler geliştirilmeli, eylemlilikler örgütlenmeli, çalışmalar yürütülmelidir. Yine fabrika özelinde, örneğin İzmir Çiğli Organize sanayiinde olduğu gibi, kadın işçilerin karşılaştığı sorunlara yönelik bir örgütlenme çalışması yürütülmelidir. Burada, kadın işçilerin tuvalete gitmeleri engellenmekte, iş kazası geçiren kadın işçiler doktora götürülmemekte, ağır ve uzun süreli çalıştırılmaktadır. İşçi kadınlarla öncelikle haklarının neler olduğu ve bu muamelelere ve kapitalist düzene karşı örgütlenmelerinin gerekliliği anlatılmalı ve hayata geçirilmeye çalışılmalıdır.
– Genel sorun ve taleplerle bağlantı kurulmalıdır
Çalışma koşullarının her geçen gün zorlaşmasının, giderek artan işsizliğin, yoksulluğun sermayenin ve iktidarın planları ile, kapitalist sistemle bağları kurulmalı; örneğin 8 saatlik işgünü talebinin önemi kadın işçilere anlatılmalıdır. Kadın işçilerin bu talep etrafında örgütlenmeleri teşvik edilmeli ve desteklenmelidir.
Tabii, tüm bu hususların yanı sıra toplumsal olaylar, dış politika vb. konularda da kadın işçilerle tartışmalar yapılmalı, bu sorunlar da aydınlatma çalışmasının konularından olmalıdır. Örneğin, Haziran’da İstanbul’da düzenlenecek olan NATO toplantısı ile ilgili olarak, NATO’nun işlevi, bu bağlamda ABD’nin Ortadoğu’da tam hakimiyet talebi, Türkiye’nin bu alandaki yerinin ne olması gerektiği kuşkusuz kadın işçilerle tartışılmalıdır. Emperyalizmin kadın işçilerin hemen önlerindeki bir tehdit ve tehlike olduğu, uluslararası sermaye ve emperyalizmin hayasız sömürü ile birlikte talan, savaş, işgal ve ölüm demek anlamına geldiği açıklanarak, ona ve işbirlikçilerine karşı mücadelenin önemi vurgulanmalıdır.
– Sistemli ve günlük bir propaganda yürütmenin gerekliliği
Söz konusu talepleri, etrafında mücadele etmek üzere birleşilecek sorunların çözümünün neler olduğu, günlük olarak ve sistemli bir şekilde işçi kadınlara ulaştırılmalıdır. Sermayenin sahip olduğu yaygın propaganda olanakları karşısında bizler, gelişen olayları ve anlamlarını kadın işçilere ulaştırmalıyız. Çarpıtılmış gerçeklerin gerçek boyutları ile anlatılabilmesi ve işçi ve emekçilerin kendi çıkarları, hakları ve gelecekleri için birlik olmalarının sağlanabilmesi için, bu iş, sistemli olarak yapılmalıdır.
Bunun en önemli aracı ise, gazetedir. İşçi kadınların kendi yaşamlarını, çalışma hayatlarının zorluklarını, mücadele sonucu kazanımlarını yazarak diğer emekçilerle paylaşmalarının, gazetenin işçi kadınlar arasında okunması ve okutulmasının teşvik edilmesi, çalışmanın olmazsa olmaz koşuludur. İşçi kadınların siyasal bilinçle donanarak örgütlenmesi, sınıf hareketinin ve onun bir parçası olarak ve ona bağlanan bir kadın hareketinin ilerletilmesi, mücadelenin doğru temeller üzerinde yükseltilmesinin yolunu açacaktır.
Sonuç olarak, eğer bu çalışma sistemli bir şekilde her gün yenilerek ve gelişerek yürütülürse, emekçi kadın mücadelesi eşitlik ve kurtuluş yolunda büyüyerek ilerleyecektir.
“Sol” üzerine tartışma, nasıl ve niçin?
28 Mart yerel seçimleri sonuçlarından hareketle, “solun durumu” üzerine bir tartışma yeniden gündeme getirildi. Baş aşağı çevrilmiş bu tartışma kapsamında, kendilerini “solcu”, “sosyal demokrat”, “ilerici”, “sosyalist” vb. olarak adlandıran çok sayıda aydın, üniversite hocası ve politikacı, görüş açıkladılar. İkisi ülke içinde, biri ülke dışında yayın yapan üç günlük gazetede, bu görüşler etraflıca yayımlandı. Tam da bu sırada, Kemal Derviş, “Sola, güçlenmesinin yollarını gösterdiği” iddia edilen bir “rapor”la ortaya çıktı.
“Türkiye’de sol nerede?” ve “Sol geleceğini arıyor” başlıklarıyla yayımlanan bu yazı dizileri, “solun, ciddi bir kriz içinde olduğu” varsayımını hareket noktası alarak, “sol”a, “krizden çıkış” ve “güçlenme”si için “izlenmesi gereken yol”u gösterme iddiasındaydılar. ‘Sol’ üzerine bu tartışmanın hemen dikkat çeken en önemli özelliği, “solun krizi” ve “güç kaybı” iddiasını, 28 Mart yerel seçim sonuçları başta olmak üzere, son yirmi yıl içinde yapılmış seçimlere; ve bu seçimlerdeki oy dağılımına dayandırmış olmasıydı. Böylece, bu tartışma, genel olarak “sol” üzerinden sürdürülmesine; işçi sınıfı ve “sol” üzerine birçok iddiada bulunmasına karşın, aslında ve esas olarak, sosyal demokrasinin sorunlarını merkeze alıyor ya da onun sorunlarını işçi sınıfı ve “sol”un sorunu olarak ortaya koyuyordu. Tartışmaya katılan yazar, gazeteci, parti sözcüleri ve üniversite öğretim üyelerinin büyük bir kesimi, ortaya koydukları görüşlerle, “solun güçlenmesi” için önermeleriyle, sosyal demokrat partileri esas alarak, “sol”u sağa, reformizme ve “küreselleşme” teorilerinin vazettiği sistemle daha fazla bütünleşmeye doğru çekmeye çalışıyorlardı. Bu tartışmanın yönlendirici soruları da, “sol”un sorun ya da sorunlarının kaynağını salt siyasal-ideolojik görüşler alanına sıkıştırıyor, “sol” olarak tanımlanan parti, grup veya bu tartışmanın merkezine yerleştirilen sosyal demokrat partilerin işçi-emekçi hareketiyle bağı ve emekçilerin talepleri karşısındaki tutumlarını ikincil önemde sorunlar durumuna düşürüyordu. Şu sözler bu tartışmadan çıkarılan “ortak sonuç”u özetler gibidir:
“28 Mart yerel seçimlerinden sonra sol açısından oldukça düşündürücü bir tablo çıktı ortaya. Özellikle 1980’den sonra sol oyların her seçimde düşüş eğrisi göstermesi, ciddi bir durum muhasebesini kaçınılmaz kılmış durumda. Ancak bunun için her şeyden önce solun, ciddi bir kriz içinde olduğunu idrak etmesi gerekiyor. Krizin nedenlerini sorgulama yeteneği ve sağduyusu gösteremeyen bir sol hareketin, kendisini güçlü bir iktidar alternatifi hüviyetine büründürmesi mümkün değil çünkü. Artık kalıplaşan, çözüm üretmeyen, gücü temsiliyetle orantılamayan, dünyadaki gelişmeleri okuyamayan, ezilen ve tutunamayanlara bundan 20-30 yıl öncesinin çözüm reçeteleri ile giden bir sol bakış açısının, kendisini krizden kurtarması beklenmemelidir.”
Buna karşın, bu ‘tartışma’, benzerleriyle kıyaslandığında daha “kapsayıcı” ya da geniş katılımlı oluşuyla ve hakkında çok söz edilmiş “solun durumu” üzerinden birçok sorunu yeniden gündeme getirmesiyle dikkat çekiyordu. Ancak söz konusu tartışmaya katılanların büyük bir kesimi, birçok sorunu ya temelden yanlış koyuyor ya da açıkça çarpıtıyorlardı. Burada, “Sol nerede?” veya “Sol geleceğini arıyor” tartışmasını, bu yönleriyle ve özetle ele alacağız.
DOĞRU SONUÇ İÇİN SORUNU DOĞRU KOYMAK GEREKİYOR
“Sol”un durumu üzerine tartışmanın etrafında sürdürüldüğü iki noktanın öne çıktığı görülüyor. Birinci olarak, “sol” diye genelleme yapılarak, sosyal demokrasiden işçi sınıfı devrimciliğine tüm kesimler, ‘sol’daki parti ve gruplar önce bir pota içine alınıyor. Sonra ama, “sol”un tüm sorunları, sosyal demokrasi temel alınarak yürütülüyor. Bu yapılırken ise, sanki sosyal demokrasi Türkiye’de işçi sınıfının taleplerine, sınıfsal çıkar ve kurtuluşuna bağlı bir politika yürütmüş ve bu politik-ideolojik tutum ve çizgisi nedeniyle geriye düşmüş, güç kaybetmiş gibi, Marksizm ile de ilişkilendirilmeye çalışılarak, ondan, “sınıf temelli görüşlerden vazgeçmesi” isteniyor, geriye, daha sağa, “küreselleşme”ci politikaları benimsemeye çağrılıyor. Bu yapılırken ama, tüm ‘sol’a ders vermekten de geri durulmuyor.
İkinci olarak, bu tartışmada, “sol”un durumu, son yerel seçimlerdeki oy dağılımı esas olmak üzere ve fakat son yirmi-otuz yıllık süreçteki seçimler üzerinden değerlendiriliyor. Soru ve sorun, “solun sürekli güç kaybettiği”, bunun da, “seçimlerde alınan oy ile kanıtlandığı” biçiminde konuyor.
Bu durumda, önce “sol”un ve sorunlarının, bu tartışma kapsamında tanımlandığı ve ele alındığı biçimiyle, emek hareketi ve emekçilerle ilişkisinin doğru kurulmadığı ya da hatta görmezden gelindiği üzerinde durmak gerekiyor. Yapıldığı biçimiyle “sol” üzerine tartışma; “sol”daki parti ve grupların, sermaye sistemi ve burjuva devletiyle ilişkileri üzerinden değerlendirme yerine, bir tür her derde deva sol tarifiyle, sosyal demokrat düzen solundan sosyalist “sol”a kadar, bütün bu parti, grup ve kişileri aynı potaya sokarak, ama sosyal demokrasiyi merkeze almayı da ihmal etmeden, yürütülmektedir. Oysa, burjuvaziyle proletarya; emekçilerle egemenler; işbirlikçi gericilik ve emperyalizm ile tüm ezilenler arasındaki ilişkiyi temel veri almayan değerlendirme ve tartışmalarla, “sol” yada “solun sorunları” üzerine yararlı bir tartışma yürütülemez ve doğru sonuçlara ulaşılamaz. Toplumsal sorunları ve bu sorunların çözümüne ilişkin düşünceleri, sınıfların birbirleri ve devletle ilişkileri, çıkarları, talepleri ve bunlar etrafındaki mücadeleleri ile ilişkisi temelinde ele almayan ve “sol” olarak tanımlanan parti, grup ve kişilerin durumunu da buradan “ölçüye vurma”yan bir değerlendirme, eksik ve yanlış olacaktır. “Sol”da olduğu söylenen parti, grup ve kişilerin siyasal görüşleri, kuşkusuz ancak, işçi sınıfı ve emekçilerin sorunları, talepleri, sermayeye karşı mücadeleleriyle ilişkili olduğu, bu talep ve sorunları sahiplendiği ve çözümü için yol ve yöntemler içerdiği oranda önem taşır. “Solun birliği” ve “gücü” sorunu da, ancak bu temelde doğru bir içerik kazanır. “Sol”u, işçi sınıfı ve emekçilerin çıkarları, talepleri ve mücadeleleriyle bağlantılı olmayan, neredeyse sınıflardan bağımsız bir politik tutum ve “kimlik tanımı” karşılığı olarak kullananlar ise, sorunu, neredeyse, kimin hangi konuda ne söylediğiyle sınırlı tutma eğilimindedirler.
Bu durumda, “sol” üzerine ve “solun sorunlarına çözüm bulma” iddiasındaki bir tartışmanın hiç değilse, sosyal demokrat ya da “sosyalist” parti, grup ve kişilerin sınıf ve emekçi hareketiyle, bu hareketin sorun ve talepleriyle ilişkileri üzerinden yürütülmesi gerekir. “Sol” da, ancak devrimci sınıf ve emekçilerin talep ve çıkarları için yürüttükleri mücadeleye katılış biçimi, mücadeledeki yeri ve işlevi üzerinden, böylece, doğru biçimde değerlendirilebilir veya “ayrıştırılabilir.”
EMEKÇİLERİN SORUN VE TALEPLERİ YERİNE “SOL”U ODAĞA ALAN TARTIŞMA, EKSİK VE YANLIŞTIR
“Sol” ya da sağ siyasal görüşlere sahip partiler gerçeği bir olgudur. Sağ ve “sol” parti, grup, kişi vb. ayrımı, gerçekte onların sermaye sistemi, burjuva egemen sınıf ve emperyalizmle ilişkileri, burjuvazi ve emperyalizme karşı ya da ondan yana oluşlarıyla bağlantılı olarak oluşmuştur. Kapitalizmi, emperyalizme bağımlılığı, baskı ve sömürüyü, kapitalizm ve öncesi toplumsal yapıdan kaynaklanan geri ilişki biçimleri ve değer yargılarını en bağnaz biçimde savunanlar, sağ, gerici, tutucu ve hatta faşist partiler; kapitalizmi kimi sosyal reformlarla, burjuva baskıcı siyasal sistemin, burjuva demokratik hakları bir ölçüde de olsa içerecek biçimde sürdürülmesini savunan reformcu-sosyal demokrat partiler; ve, sömürü ve baskı sistemini temelden reddeden ve sömürünün olmadığı bir toplumsal sistem için mücadele eden işçi sınıfı devrimciliği; bunlar başlıca siyasal odaklar olarak şekillenmişlerdir.
Başlarken söylendiği gibi, bu tartışma kapsamında görüş açıklayanların büyük çoğunluğu, işçi sınıfının mevcut bölünmüşlüğünü ya da “sol”un işçi ve emekçi hareketiyle ilişkilerini neredeyse tümüyle gözardı ederek, sosyal demokrasiye, “sınıf politikalarından uzaklaşarak güçlenmesi”ni önermektedirler. Ancak “sol” üzerine tartışma yürütenlerin bir kesimi, öteden beri, işçi ve emekçilerin sağ ya da “sol” partileri desteklemelerine, sağ ya da sol görüşlere sahip olmalarına göre oluşmuş ayrımı; bu “somut olgu”yu, sınıfın ve emekçilerin mevcut bölünmüşlük durumunu, üzerinde hareket edilecek temel alan ve değiştirilemez gerçeklik saymaktadırlar. Bu tutumların her ikisi de, işçi sınıfı ve emekçilerin sermayeye, gericiliğe ve emperyalizme karşı mücadelede birleşmesi/birleştirilmesi gibi temel bir sorunu bir yana bırakarak, sağda ya da “sol”daki emekçilerin, sınıfsal talep ve çıkarları etrafında birleştirilmeleri zorunluluğunu, en hafif deyişle ihmal etmektedirler. Güncel örnek üzerinden söyleyelim: ülke işçi ve emekçilerinin büyük çoğunluğu, geleneksel önyargı, inanç, politik-ideolojik ve kültürel etki sonucu ve taleplerinin kapitalist parti fraksiyonları tarafından istismar edilmesine aldanarak, çeşitli düzen partilerine destek vermektedirler. Bu durumda, on milyonlarca işçi ve emekçinin bu aldanma durumu ve burjuva etkiden kurtulmalarını sağlamak, buna yardımcı olacak politikalar izlemek “sol”un başlıca görevi olmalıdır. Bu da, sağda ya da “sol”da oluşlarından bağımsız olarak, emekçilerin somut talepler etrafında birleştirilmesine hizmet edecek ideolojik-politik bir çizgi ve tutumun sürdürülmesini gerektirir. Aksi tutum ise, bugün zaten politik-ideolojik görüş, mezhep-milliyet ve dini inanç farklılığı nedeniyle önemli ölçüde bölünmüş durumda bulunan işçi ve emekçilerin, bu bölünmüşlük durumlarının devamına hizmet edecektir. “Solun durumu” ya da “krizi”ni yeniden ve yeniden tartışmaya açanlar ise, bu temel sorunda, sözcüğün gerçek anlamında sorumsuz davranmakta ya da emekçileri düzen partileri arasında saf değiştirme ötesine vardırmayacak önermelerde bulunmaktadırlar.
“Sol”-sağ ayrımını bu biçimde sürdürmek, olup-gidene, sınıflar ve onların mücadelesi çerçevesinde bakmamak, sağda ya da “solda”ki parti, örgüt ve güçleri yerli yerine koyamamak; sağdaki ve “sol”dakileriyle burjuva partilerinin işçi ve emekçiler üzerindeki etkisinin sürmesine, etkili ve değiştirici bir müdahalede bulunamamak anlamına gelir. Bu da, sömürü ve baskıdan kurtuluş kavgasının kapitalist sistemin kanallarında boğulmasına, bir tür seyirci kalmak olacaktır.
Eğer sağ ve “sol” tanımı, sağ ve “sol”daki partileri ayırmak, sağcı ve “solcu” düşünce farklılıklarını belirlemek ve belirtmek amacıyla yapılacaksa, bu ayrım ve tanımlamanın, bu partilerin kapitalist sömürü sistemi ve burjuva devlet aygıtıyla ilişkileri, emperyalizme karşı tutumları ve emekçilerin talepleri, hakları ve çıkarlarına ilişkin politikaları göz önünde tutularak yapılması zorunludur.
DÜZEN “SOL”UNU DAHA GERİYE ÇEKME ÇABALARI
Üç günlük gazetede tefrika edilen “Sol” tartışmasının dikkat çeken yanlarından biri, bu tartışmanın CHP esas alınarak yürütülmesi, küçük burjuva solculuğuyla, sosyalist hareketin ona eklemlenmek istenmesidir. Bu, hem birçok kez açık olarak dile getirilmekte, hem de seçimlerde alınan oy, “solun değerlendirilmesi”nde tek ve başlıca kıstas alınarak yapılmaktadır. Tartışmaya katılanlardan çoğu, “yüzde otuzluk kemikleşmiş sol oylardan geriye düşülmesi” üzerinden “sol‘un kirizde olduğu” sonucuna varıyorlar. 28 Mart seçimlerinde AKP’nin aldığı oyu da “toplumun sağa kayması”na kanıt gösteriyorlar.
“Sol nerede?”ya da “Sol geleceğini arıyor” tartışmasına katılanlar içinde üniversitelerde öğretim üyeliği yapan profesörlerle bazı yazarların tutumu dikkat çekici. Bunlar, genel bir “sol” tanımlaması çerçevesinde tartışıyorlarmış gibi söze başlıyor, ama hemen ardından , özellikle de ayrıntılara girerken ve “solun güç kazanması” üzerine “önermeler”de bulunurlarken, sosyal demokrat partileri tartışmanın merkezine yerleştiriyorlar. “Solun krizi” tespiti yaparlarken de, CHP’nin durumunu ve “sol oyların son 20-30 yıllık serüveni” üzerinden, onun güç kaybını örnek göstererek, tartışmayı ağırlıklı olarak sosyal demokrasi etrafında sürdürdüklerini ortaya koyuyorlar.
Seçim sonuçlarının ve son 20-30 yıllık süreçte yapılmış seçimlerdeki oy dağılımının “solun krizi”nin başlıca kanıtı sayılması, aslında, sosyal demokrat partilerinin sorun ve açmazlarının, “sol” adı altındaki “bütünleştirme” üzerinden, Marksizm’in ve emekçilerin önüne sorun olarak getirilmek istendiğini gösteriyor. Aynı nedenle, sosyal demokrasinin krizi “solun krizi” olarak gösteriliyor.
“Sol”un sorunları üzerine söylenenler, sosyal demokrasinin sorunlarının örtüsü olarak kullanılmasına karşın, CHP’nin ya da sosyal demokrat partilerin güç kaybı tespiti, gerçeğe uygun düşmektedir. Sosyal demokrat burjuva partilerinin halk desteğini, giderek artan oranda kaybettikleri, bir olgudur.
Sosyal demokrasi ya da onun başlıca partilerinin son yirmi-otuz yıl içinde giderek güç kaybettikleri, 1974 CHP’sinin cunta sonrası koşulları değerlendirmesine de bağlı olarak aldığı %42’lik oy oranından, bugün %20’nin altına doğru gerilediği bir gerçektir. Ancak tam da burada, bu sonuca yol açan nedenlere bakmak gerekiyor. Kendilerini sosyal demokrat veya demokratik sol parti olarak ifade eden CHP-SHP-DSP-YTP gibi partilerin, bir kriz durumu yaşayıp yaşamadıklarından önce, bu nedenler daha önemlidir, çünkü. Buradan bakınca, sosyal demokrat partilerin, işçi ve emekçilerin taleplerine sahip çıkar göründükleri, bu taleplere uygun politikaları gündeme getirdikleri dönemlerde halk desteğini daha fazla aldıkları; kitlelerin talep ve çıkarlarına kayıtsız kaldıkları, sağ-gerici düzen partilerinin ekonomik-politik programları ve uygulamalarıyla farklılıklarının ne olduğunu ortaya koyamaz ve gösteremez duruma geldikleri dönem ve durumlarda da, emekçilerin desteğini kaybettikleri görülecektir.
Sosyal demokrasinin ya da düzen solunun güç ve destek kaybının başlıca nedeni, işçi sınıfı ve emekçilerin talep ve çıkarları karşısındaki tutum ve politikalarının öteki sistem partileriyle farklılığının giderek belirsizleşen, giderek aynileşen bir duruma gelmesidir. Kuşkusuz, sosyalizmin tasfiyesi ve işçi-emekçi hareketinin geriye atılmasının kapitalist emperyalizme ve tekelci burjuvaziye açtığı alan ve olanaklar, aynı zamanda, sosyal demokrasinin “sosyal reformcu” politikalarının alanını da daraltmış, ve sosyal demokrasi buradan da kıstırılmış olarak, mevzi kaybıyla karşı karşıya gelmiştir.
Bu böyle olmasına karşın, “solun güçlenmesinin yolunu gösterme” iddiasıyla tartışmaya katılan ‘yaşlı-başlı, koca profesörlerle yazar ve aydınlar, sosyal demokrat partileri daha geri bir konuma çekecek, işçi ve emekçilerden ve onların talep ve çıkarlarından daha fazla uzaklaştıracak reçeteler yazmaya soyunmuşlardır. Aralarında, örneğin Ecevit’in bir dönemler gündeme getirdiği “Toprak İşleyenin, Su Kullananın” sloganı ve ABD ile araya kimi sınırlar koymaya çalışan tutumuyla, işçilerin, emekçilerin ve küçük üreticinin taleplerine seslenerek gördüğü desteğe dikkat çekenleri olmakla birlikte , çoğu, “sınıf temelli politikalar izlenmemesi gereği”nden söz ederek, daha gerici-sağcı ve emperyalist burjuvazinin “yeni dönem” politikalarına uygun bir politik hatta yürümesini salık vermektedirler.
Oysa, bu politikaların güç kazandırması bir yana, Avrupa ülkelerinde çok daha belirgin biçimde görüldüğü ve Türkiye’de de yukarıda dikkat çekildiği üzere, bu politikalarla birleşildiği oranda, sosyal demokrasi, güç kaybetmeye, emekçilerden uzaklaşmaya ve onların desteğini yitirmeye yönelmiştir. Emperyalist burjuvazi ve uluslararası sermayenin saldırıları ve burjuva emperyalist ideolojik kuşatma altında, işçi-emekçi hareketinin uluslararası alanda mevzilerinden geriye atılmasına bağlı olarak, Türkiye’de de hareket önemli oranda püskürtülmüş, sosyal demokrasi de buna uyum gösterdiği oranda geriye atılmış ve aslında önemli oranda, saldırılar onun eliyle de uygulanarak, emekçilerden tecrit olması yönünde “ilerleme sağlamıştır”. Uluslararası sermaye ve tekellerin sosyalizme ve işçi hareketine karşı saldırı üstünlüğü ve başarısı sonucu, bir dönemler hareketin zorlaması ve sosyalizmin, yayılması için teşvik edici örnek oluşturması nedeniyle, onun önünü de kesmek üzere gündeme getirilen sosyal güvenlik uygulamaları da geri alınınca, sosyal demokrasi iyice zora düşmüştür. O halde, “solcu” yazar, gazeteci ve profesörlerin sosyal demokrasiye “sınıftan uzak durması” yönündeki telkinleri, aslında temelsizdir, çünkü sosyal demokrasi neredeyse bütünüyle sınıftan ve emekçilerden uzakta durmaktadır, kopuşma halindedir, hiçbir taleplerini savunmamaktadır; telkinler, onun bulunduğu yerden de daha fazla sağa çekilmesine/gericileşmesine yöneliktir.
Bu yapıldığında, yani sermayenin “küreselleşme” gerekçeli politikalarıyla birleşildiği oranda ise, kitlelerin sağcı-gerici düzen partilerine yönelmesi destekleniyor demektir. Çünkü bugün, AKP gibi partiler örneğin, bir yandan emekçilere ayak bağı olan çeşitli geri yargı ve “değer”leri kullanarak, diğer yandan uluslararası sermayenin planlarına bağlanarak güçleniyorlar. Uluslararası sermaye ve emperyalizm ile ilişkilerde teslimiyetçi, IMF ve tekellerin ekonomik-sosyal reçetelerini uygulayan hükümetlerde koalisyon ortağı olmaktan geri durmayan, Kürt sorunu ve Kıbrıs’ın statüsü ve geleceği konularında şoven-milliyetçi; işçi ve emekçilerin sosyal ekonomik ve politik talepleri karşısında demagojik ikiyüzlü söylemden öteye olumlu herhangi bir çabaları bulunmayan sosyal demokrat düzen partilerinin, bu politik hat üzerinde ısrar etmeleri durumunda halk kitlelerinin desteğini daha fazla yitirmeleri kaçınılmazdır. Avrupa’da sosyal demokrat partilerin bazı ülkelerde güç kazandığını örnek olarak gösteren yazar ve akademisyenlerin, bu partilerin, kitlelerin taleplerine karşı sermaye politikalarını uyguladıkları ülkelerde –Fransa ve Alman’ya başta olmak üzere– nasıl güç kaybettikleri, ama IMF karşıtı ve ABD ile ülkelerinin hakları üzerinden araya sınır koymaya çabaladıkları yerlerde de destek gördüklerini görmek istemiyorlar.
“SOL”A KAPİTALİZMİ İÇSELLEŞTİRME REÇETELERİ
“Solun durumu” üzerine tartışmaya katılan üniversite öğretim üyeleriyle “sol cenah”tan çeşitli yazarlar, “solun güç kaybı” ve “krizi”ni, CHP, SHP gibi partilerin oy oranındaki düşmeye bağlarlarken, “sol’un krizden çıkışı” ve “güçlenmesi” amaçlı olduğunu ileri sürerek öğütledikleri görüşler; “sol”u da, sosyal demokrasiyi de liberal gerici politikalara daha fazla bağlamaya hizmet ediyor. Sosyal demokrat partiler, Türkiye’de hiçbir zaman işçi sınıfının çıkarlarını temel alan politikalar izlemediklerine göre, “klasik sınıf politikalarının geride bırakılması” üzerinden getirilen ve kapitalist kalkınma programları hazırlanmasını öğütleyen bu görüşler, aslında, “sol”u kapitalizme içselleştirme ya da kapitalizmin “sol” tarafından benimsenmesini sağlamaya hizmet ediyor. Bu durumda, “sınıf temelli politikalar”dan uzaklaşması istenenler, işçi sınıfı ve emekçilerin çıkarlarını ve toplumsal kurtuluşu savunan “diğer sol parti ve gruplar” olmalı! Bu yazar ve akademisyenlere göre, proletarya ve emekçilerin talep ve çıkarları temelindeki bir mücadeleyle kapitalist sömürü sisteminin tasfiyesi ve böylece insanlığın sömürü ve sınıf baskısından kurtulmasını istemek, “aşılmış eski söylemde ısrar etme ve değişimi görmeme” anlamına geliyor. Vargı ve önerilerini koşulların değişmesiyle gerekçelendiren bu yazar ve akademisyenler, Avrupa’da sosyal demokrat partilerin izledikleri politikayı da tersten yorumlayarak, “Avrupa’da esen sol rüzgarların Türkiye’de de esmesi için”, sınıf temelli eski söylemin bir yana bırakılmasını ve “farklı toplumsal kesimler”le “ortaklaşma”nın yolunun bulunmasını istiyorlar. İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi, Prof. Fatmagül Berktay, “ulus devletin aşıldığını” ileri sürerek, “ulus devlete ve kimlik mücadelelerine sarılma”nın yanlışlığına dikkat çekiyor ve “sol”un, “farklı toplumsal kesimlerin politikalarını dikkate alır ve ortaklaşırsa,..” güçleneceğini vazediyor.
“Solun, küresel olgulardan ve değişime adapte olamamasından kaynaklanan genel sorunları var” diye söze başlayan Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi, Prof. Korel Göymen de, “Bir zamanlar sol, büyüme ve kalkınmadan ziyade, bölüşümü vurgulayan bir söyleme sahipti. Bugün yerel kalkınma başta olmak üzere sol, önce pastanın nasıl büyütüleceğini anlatmak zorunda. Sol, insan kaynaklı bir kalkınmanın reçetesini mutlaka sunabilmelidir.” “Yönetişim mantığına uygun, bütün ekonomik ve insani kaynakları potansiyelini birlikte harekete geçirerek bir yerel kalkınmanın nasıl geliştirileceği, sol partilerin gündeminde olmalıdır. Sol, bir zamanlar dile getirdiği yerel kalkınma motifini hiçbir zaman elden bırakmamalıdır. Yalnız koşullar değişmiştir; devlet eliyle kalkınma, merkezileşme ile kalkınmanın koşulları yoktur. O nedenle yerel kalkınmayı vurguluyorum” diye devam ediyor.
Öncelikle söylenmelidir ki, burjuva soluyla “bütünlük” içinde genel olarak “sol” değil, ama sosyalizm, Marksizm ya da işçi sınıfı devrimciliği, “bölüşüm”le karakterize değildir; kuşkusuz bölüşümde bir eşitliği öngörür, ancak, sosyalizmi asıl karakterize eden, üretime, üretim ilişkilerine, yani mülkiyet ilişkilerine yönelik müdahalesidir. Ve “kalkınma” ve “büyüme” sorunu da, başlıca, bu çerçevede çözümlenebilir; sorun buysa, bilinir ki, dünya ölçeğinde tanık olunmuş en hızlı iktisadi büyüme ve kalkınma sosyalist Sovyetler Birliği’nde ve “piyasa ekonomisi”nin alabildiğine sınırlandırılmasıyla merkezi planlamayla gerçekleştirilmiştir. Burada tayin edici olan kapitalizmin sınırları dışına çıkma, onu tasfiyeye girişme ve mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesine dayanan sosyalizmin inşasıdır. Bunun için, lafın gevelenmesi ve işçi sınıfı ve emekçilerin kapitalizme –ve hele küreselleşmeye– uyumlanmaya değil, onu devirmeye ve emeğin iktidarını kurmaya ihtiyaçları vardır.
Kapitalizmi değişmez veri alarak, “sol”a, “yerel kalkınma”yı sağlama ve “pastayı büyütme” sorumluluğu yükleyen K. Göymen ise, işçiden, “işyerinin karlılığı ve rekabet gücünü geliştirme”sini isteyen kapitalistlerle aynı noktaya varıyor. “Yerel kalkınma”yı ülke kalkınmasının başlıca yolu gösteren ve bunu “küreselleşme koşulları”yla izaha çalışan Göymen ve diğerleri, kapitalist üretimin esas hedefinin daha fazla kâr olduğunu gözardı ederek, sorunu “paylaşılacak pastanın yetersizliği” olarak göstermeye çalışıyorlar. Bu, “bölüşüm adaletsizliği” üzerine sosyal-reformist, sosyal demokrat söyleme uygun düşüyor. Ama, üretimin toplumsal karakteriyle mülk edinmenin özel kapitalist niteliği arasındaki çelişkinin her tür eşitsizlik ve adaletsizliğin kaynağını oluşturduğunu, aşırı üretimin ve stok birikiminin bir “pasta” yetersizliği durumunun olmadığını gösterdiğini görmek istemiyor ya da görülmesini istemiyorlar. “Sol”a “pastayı büyütme” programları üzerinde çalışmasını öğütlemeleri bunu gösteriyor. Kapitalizm ve onun tekelci aşamasında, kaynakların yönelişini ve kalkınma politikalarını belirleyen kapitalist ekonomi yasalarını gözardı eden bu yazar ve akademisyenler, diğer yandan, uluslararası sermaye ve tekellerin hakimiyeti koşullarında, burjuva devletinin kontrolü ve denetimi altında, bunlardan bağımsız bir yerel kalkınma olabilirmiş gibi, “yerel kalkınma olanağı” kurguları düzenliyorlar. “Yönetişim mantığına uygun”(yani Japon modeli olarak da bilinen işçinin, kendisine ayıracak zamanı kalmayacak tarzda ve işyeri verimliliği ve başka kapitalistlerle rekabette kendi kapitalistinin kazanan taraf olmasını sağlamak üzere sorumluluk altına sokulması) ve “kalkınma için daha fazla üretim” sorumluluğunu işçiye ve “sol”a görev tayin ederek, fazla üretim ve daha çok kâr için tüm yolları deneyen kapitalistlerle aynı noktada birleşiyorlar. Onlara göre, “devlet eliyle kalkınmanın koşullarının kalmadığı” bir döneme geçilmiştir ve “sol”, bu nedenle, “yerel kalkınmayı dert edinerek” “bütün ekonomik ve insani kaynakları potansiyelini harekete geçirme”yi görev edinmelidir.
Bunlar, bilimsel teknik alandaki gelişmeleri ve bunların üretime uygulanmasını, örneğin az sayıda işçiyle daha fazla üretimin olanaklı hale gelmesini ve esnek çalışma yöntemlerini sanayi kapitalizmi döneminin sonu ve “klasik işçi sınıfı tanımının geçersizleşmesi”, işçi sınıfı talepleri ve çıkarlarına bağlanan mücadele stratejisinin “günün gelişmelerine cevap verememesi” olarak anlamakta, “sol”un “bu yeni durumu anlaması”, benimsemesi ve “gereklerini yerine getirmesi”ni istemektedirler. Bu yazar ve akademisyenlere göre, “sol”, “sınıf temelli politikaları” ve “eski nostaljik değerleri” bir yana bırakır ve “farklı toplumsal kesimlerin politikalarını dikkate alır ve ortaklaşırsa”, içinde bulunduğu “krizi” aşacak, güçlenecek ve “iktidar alternatifi haline gelecektir”!
“Türkiye‘de kapitalizmin ve işçi sınıfının gelişme düzeyinin abartıldığı”nı ve “kapitalizmsiz, işçisiz ve burjuvasız bir ülkede sınıf politikaları izlenemeyeceği”ni, işçi sınıfı ve emekçilerin talep ve çıkarları üzerinden sürdürülecek mücadelenin “günün gelişmelerine cevap veremeyeceği”ni vaaz eden bu liberal “sol” aydın ve yazarlara göre, bugünün Türkiye’sinde, henüz “solu üreten sosyo-ekonomik yapı söz konusu değil”dir. “Sol”a “sınıf temelli politikaları bir yana bırakması” öğüdünü, “üzerinde sınıf politikası yapacak sosyal sınıf dayanağının olmaması” gerekçesine bağlıyorlar. Yıldız Teknik Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Meryem Koray, “Sol için, üzerinden politika yapacağı sosyal sınıflar yeterince var olamamıştır. Türkiye soldan, kendine göre bir şey anladı. İşçi sınıfının yeterince oluşamaması, daha çok kamu sektöründe çalışıyor olmasının getirdiği rahatlık, solun sınıf bilincini de etkiledi. Bugün özelleştirme ile birlikte sendikaların önemli bir kısmının eridiğini görüyoruz. O eriyen sınıf şu an ne yapacağını şaşırmış” demektedir. Onunla hemen hemen aynı gerekçeleri ileri süren gazeteci Yazar Nuray Mert de şöyle demektedir:
“Öte yandan sınıf diyorsun, sınıf yok ortada, sınıf dediklerin de sınıf olarak görmüyor kendisini. Beyaz yakalı insanlar giderek artıyor, onlara da sınıf diyemiyorsun. Sen bütün bunlara ne diyeceksin, kime diyeceksin, nereye diyeceksin?… Sol, sosyal devlet anlayışını da artık küreselleşme ile birlikte ele almak, dönüştürmek ve yeniden üretmek zorunda… ‘Kapitalizm dönüşmek zorunda. Mülkiyet özel ellerde olacak, piyasa ekonomisi olacak, ben gelirin hakça bölüşülmesini istiyorum’ dediği zaman, sosyal demokrasi olur… çünkü artık klasik işçi sınıfı yok. Fakat böyle diye, sosyal adalet, eşitlik, sömürü gibi kavramlarla düşünmeyi bir tarafa bırakmayalım. Ulus-devletlerin içine kapanmak hem mümkün değil, hem de solun ufkuna uygun değil. Küresel sermayenin peşine takılıp, soldan bakmayı tümüyle ihmal etmek yerine, bu ve buna benzer sorunlu alanları tespit edelim, tartışalım. En azından sol tartışma diri kalsın.”
Bu yazar, gazeteci, politikacı ve profesörler, böylece sorunu temel noktalarda saptırmakla kalmıyor, burjuva ideologlarının milyonlarca kez tekrarladıkları, ancak süregiden sınıf çatışmaları, savaşlar ve sermaye saldırıları tarafından milyonlarca kez boşa çıkarılan “sınıf mücadelesi” ve “ideolojilerin tarihe karıştığı” nakaratını, “küreselleşme” ve “sanayi ötesi toplum” vaazlarıyla yineliyor; “sınıf politikasından artık başka yerlere evrilme”yi, sınıf, ulus ve kimlik politikalarını bir yana bırakmayı öğütleyerek, kapitalizmi güçlendirerek sürdürmeyi öneren ve bunun için çaba gösteren sosyal demokrasi platformunda –K. Derviş de aynı çağrıyı yapıyor– birleşilmesi için çaba gösteriyorlar.
“Düzeni eleştirirken, klasik işçi sınıfı talepleri doğrultusunda politika üretmemek gerekir” diye, sınıfın rolünü inkar teorilerini bunun için papağanca yineliyor; Türkiye gibi kapitalist bir ülkede, kapitalizmin gelişmediği ve sermaye birikimi olmadığı iddiasını, “sınıf politikaları izlenmesinin yanlışlığı”nı kanıtlamak üzere, bunun için ileri sürülüyor, ve buna, “sanayi döneminin aşıldığı”, “sanayi sonrası topluma geçiş yapıldığı”, ve “artık sanayi döneminin solu üreten sosyo-ekonomik altyapısına sahip olunmadığı” yönündeki sanal zırvalar bunun için ekleniyor. İşçi sınıfının varlığını bile reddeden, bunca işçi düşmanı görüş ve önerilerle, doğrusu “sol”, “krizini” kolaylıkla aşar! Az-çok solcu olanın az da olsa kapitalizmi eleştirmesi beklenir; ama bu “solun krizi” çözümleyicileri, hiç kapitalistleri eleştirmiyor, ağızlarını açtıklarında, işçi sınıfına kin ve öfke kusuyor; bu ülkede, fabrikalardan atölyelere ve organize sanayi sitelerine kadar, hem de tamamı mavi yakalı, on milyondan fazla işçi, çoğu asgari ücretin altında, ağır çalışma koşullarında kölece çalıştırılıyorken, örneğin sosyal demokrasiye, üstelik onu güçlendirecek, işçilerin çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi için çaba göstermesini önermek bir yana, kapitalistlerin, küreselleşmecilerin yanına ve işçilerin karşısına geçip, –Erdoğan’ın Kürtler için söylediği türden– “siz yoksunuz bile” diyerek küfür ediyor.
Bu durumun daha iyi görülmesi için bir aktarma da, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Mehmet Altan’dan yapalım. Altan şöyle demektedir:
“Osmanlı’dan gelen yapı, bugüne kadar sermaye birikimine, işçi sınıfına olanak vermedi. Yani solu üreten sosyo-ekonomik yapı söz konusu değil. Cumhuriyet de bunu devralmış ve ordu öncülüğünde bir cumhuriyet oluşturulmuş. Burada burjuvazi yok, onun yerine bürokrasi var. Tüm dünyada sermaye-emek çatışması yaşanırken, bizde bu ikilem, şeriat-laiklik üstüne oturtulmuş. Bunun da solculukla alakası yok.
“…Öte yandan sanayi dönemi aşılıyor, sanayi sonrası topluma geçiş yapılıyor. Bunu da artık düşünmek zorundayız. Artık biz, sanayi döneminin solu üreten sosyo-ekonomik altyapısına sahip değiliz.
“Kapitalizm, 1929’da ekonomik kriz yaşadı, talebi kışkırtmak için de 1945’te sosyal devlet gündeme geldi. Ama bugünün işçi sınıfı, 1945’lerin işçi sınıfı değildir. Kol gücüne olan talep giderek azalıyor, o nedenle de sosyal devlete olan ihtiyaç eskisi gibi güçlü değil. Bunun içindir ki sosyal devlet kan kaybediyor. Zira sosyal devleti doğuracak dinamikler bugün giderek zayıflıyor. Bu yüzden işçi sınıfı gündemden çıkıyor, eskisi gibi özne konumunda değil.
“Liberalizm ile sosyalizm arasında 20. yüzyılda büyük farklılıklar vardı. Bu farklılıklar, ortaklıkların gözden kaçırılmasına neden oldu. Sanayi devriminin bu karşıt yapıları, sanayi sonrası dönemde karşıtlıkları ortadan kaldırarak, ortak noktaları öne çıkaran bir senteze gitmek durumundalar. Yani dünyanın sanayi dönemi çatışmaları bitiyor. Çünkü kol gücüne dayalı sermaye-emek karşıtlığı yumuşuyor, farklılaşıyor, yavaş yavaş dönüşüyor. İnsanı merkeze koyan, insanın standartlarını arttıran anlayış, sol bir anlayıştır. Solun anlamakta zorluk çektiği nokta da burasıdır.”
Bu görüşler, ülkenin bugünkü sosyal-ekonomik durumunu ve sosyal sınıf ilişkilerini önemli ölçüde çarpıtıcı özelliktedir. Kapitalizmin Türkiye’deki gelişmesi ve proletaryanın nitel ve nicel varlığının azımsanması ve görmezden gelinmesi, aslında işçi sınıfının kapitalizme ve burjuvaziye karşı mücadelesini geriye çekme, güçten düşürme anlamına gelir. Türkiye’de işçi sınıfının varlık koşullarının kapitalizmin “ana vatanı” sayılan ülkelerdekinden kimi farklı özellikler göstermesi, işçi sınıfımızın ulusal-sosyal bileşimi ve bunun köyle bağlantılı kimi özellikleri, bu maddi koşulların ve ideolojik-kültürel ortama ilişkin özelliklerin mücadele üzerindeki etkisi, Altan, Göymen, Mert ve Berktay gibilerinin “sınıfın yeterince oluşmadığı” ya da “olmadığı” iddialarını en küçük biçimde haklı çıkarmıyor. Proletaryanın sermaye ve burjuvaziye karşı mücadelesinin örgütlenme ve bilinç unsurlarına ilişkin zayıflıkları ve sonuçlarını, sermayeden ayrı nesnel sınıfsal varlığı, gücü ve toplumdaki rolünün azımsanması ya da yok sayılmasının gerekçesi edinilemez. İşçi sınıfına tepeden bakanlar, onun “alt sınıflar”dan oluşunu ve sınıfsal çıkarlarının bilincine ulaşmadaki zorluklarını, “kendini özne saymama”sına kanıt sayıp, bulunduğu her alanda burjuvaziyle yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi vb. tüm önemli talepleri için yürüttüğü mücadeleyi görmezden gelerek; proletaryanın, ancak sermaye ve hükümetlerine karşı mücadele içinde “değiştirici konumda bulunduğu” fikrine ulaşabileceği gerçeğini de karartmaya çalışıyorlar. İşçi sınıfını, “değiştirici konumda bulunduğunu” kavrama yetersizliği nedeniyle küçümseyenler, aslında proletaryaya, emekçilere ve onların sorunlarına yabancıdırlar, ve hep dışardan ve hep yukarıdan konuşurlar.
İşçi sınıfının toplumsal kurtuluş davasının dışından ona öğütler veren liberal burjuva yazarlarıyla reformist aydınlar, “sınıf ortada yok” demagojisini nakaratlaştırırlarken, sınıfın, sermayeden bağımsız ve ona karşı hareketini ilerletme, sınıf olarak örgütlenmesi ve örgütünü sağlamlaştırması için değil, işçi ve emekçilerin sosyal demokrasi eliyle ve sosyal reformlar uğruna sistem kanallarına çekilmesini sağlama üzerine kafa yormaktadırlar. “Piyasa ekonomisi”nin geliştirilmesi, benimsenmesi ve “pastanın büyütülmesi” için çalışılması yönündeki öğüt ve öneriler, bunu göstermektedir.
Türkiye gerçeğiyle ilgisi olmayan bu kurgusal “durum tespiti”nden, Türkiye kapitalizminin bu görmezden gelinmesinden, işçi sınıfı ve emekçilerin önünü açacak sonuçlar çıkarılamayacağı kesindir. Liberal sol aydın ve yazarlar, Türkiye kapitalizmine göz kapar ve işçi sınıfını yok sayarlarken, yalnızca nesnel durumu gözardı edip, oradan kaynaklı ilişkileri baş aşağı çevirmiyor; kapitalizmi de, devlet kapitalizmi ya da özel tekelci şirketlerin tüm ekonomiye hakim olmasına göre nitel farklılıklar gösterirmiş gibi ele alarak, “devlet kapitalizmi”ni asalaklık kaynağı, kaynakları israf edici ve kötülük üreticisi, ama “özel kapitalizmi”; özelleştirilmiş kapitalist işletmeleri ve tekellerin ekonomiye hakimiyetini de ilerletici, özgürleştirici ve adil paylaşım sağlayıcı, veya bütün bunların yolunu açıcı olarak sunuyorlar. Kapitalizm koşullarında “üretimin halkın malı” olabileceği yalanıyla da, kapitalistlerin, işçiyi “yönetişim modeli” vb. demagojilerle işletmelerinin rekabet gücünü ve kârını artırma sorumluluğu altına sokması çabalarına ortak oluyorlar.
Bir yandan, kapitalizmin yarattığı sınıf farklılıkları ve çelişmelerin Türkiye için henüz söz konusu edilemeyeceğini ileri sürmek, öte yandan sanayi kapitalizminin aşıldığını, temel sanayi malları üretiminin ve onu gerçekleştiren sınıfın varlığı ve rolünün önemsizleştiğini ileri sürmek; bu paradoks, bu çevrelerin durumunu yeterince göz önüne sermektedir. Sermayenin işçi sınıfı ve emekçilere yönelik saldırılarının yoğunluk kazandığı, buna sınıfın ileri kesimlerinin girişimiyle çeşitli biçimlerde direndiği, emekçi halk kesimlerinin işsizlik, açlık ve yoksullukla mücadele etmeye çalıştığı bir dönemde, “emek-sermaye karşıtlığının yumuşadığı”, “sanayi toplumu dönemi çatışmalarının bittiği” iddiasıyla, işçi sınıfı ve “sol”a kapitalist piyasaya ayak uydurma ve sermayeye eklemlenme reçetesi sunan bu yazar ve akademisyenler; burjuva-emperyalist ideologlarla burjuva, liberal ve gerici parti yöneticileri tarafından da sürekli gündemde tutulan “sanayi kapitalizminin aşıldığı”, “klasik işçi sınıfının kalmadığı” yönündeki iddiaları tekrarlayıp duruyorlar. Bütün bunlar, “sol“ üzerine onca sözün işçi sınıfının ve emekçilerin sömürüden kurtulmaları için sürdürdükleri mücadelenin ilerletilmesi kaygısıyla değil, ama kapitalizmi ve burjuva devlet sistemini bazı sosyal reformları da içerecek biçimde –K. Derviş bunu oldukça net biçimde ifade etmişti–, sahiplenen sosyal demokrasiyi halkın başına yeniden bela etmek, ama ortaya çıkabilecek nispeten ilerici-radikal eğilim ve arayışlara da set çekmek için edildiğini gösteriyor.
Bu yazarlara göre “sol”un, burada aktardığımız liberal piyasacı görüşler doğrultusunda “kendini yenilemesi”yle, fırsat eşitliği ve paylaşım olanakları da –kapitalizm koşullarında– yaratılmış olacaktır. Kuşkusuz kapitalizm, ona liberal ve gerici iktisatçılarla politikacıların yamamaya çalışmalarına karşın, hiçbir zaman fırsat eşitliği ve paylaşımcılığın sistemi olmamıştır. Kârı ve tekel kârını esas alan kapitalist üretim, fırsat eşitliği ve paylaşımcılığı değil, rekabeti, eşitsizliği ve hakimiyeti üretmiş, bu eşitsiz durumun sürdürülmesinin koşullarını oluşturmuştur. Kapitalist üretim ve “bölüşüm” sürecine, toplumsal çelişkilerinin üzerini bir ölçüde örtmeyi de amaçlamak üzere, kimi müdahalelerin yapılabilir olmasını, onun “insani de kılınabilir” olduğuna kanıt gösterenler, “bütün ekonomik ve insan kaynakları potansiyelini harekete geçirecek kalkınmayı” “sol”un sorumluluğuna verirlerken, aslında “solun güçlenmesi”ni değil, ama sermaye sisteminin zorluklarının aşılmasını dert edinmiş olmalılar. “Sol’a “kendini yenileme” üzerine öğüt veren yazar ve akademisyenlerin “günün koşullarında önemli değişim ve dönüşüm olduğu” gerekçesiyle yapılmasını istedikleri şeylerden biri de, “sol”un “ideolojisini yenilemesi”dir. “Yenileme”nin nasıl yapılacağını da gösteriyorlar: “Büyük bir toplumsal uzlaşmanın öncülüğü yapılmalı”, “özgürlükçülük, barış ve dayanışma gibi evrensel ilkeler” benimsenmeli; “piyasa”, üzerinde hareket edilecek zemin olarak alınmalı, ve yukarıda aktarıldığı üzere, “pastayı büyütme”, “yerel kalkınmayı esas alma”, “yönetişim yöntemlerini geliştirme”, “farklı sınıfların politikalarını ortaklaştırma”, “küreselleşme ile yerelleşmeyi bir arada götürme” yönünde çaba gösterilerek, kendini dönüştürme başarılmalıdır!
BUGÜN İHTİYAÇ EMEKÇİLERİ BİRLEŞTİREN YAKLAŞIMDIR
“Türkiye’de sol nerede?” ve “Sol geleceğini arıyor” tartışması kapsamında görüş açıklayan, Altan, Koray, Mert, Göymen ve Berktay gibi akademisyen ve yazarların, “sol”un içinde bulunduğu zorlukları aşması ve güçlenmesi için önerdikleri “değişim”, belirtildiği gibi, işçi sınıfı ve emekçilerin çıkar ve taleplerine bağlı bir “sol”un sorunlarını değil, esas olarak sosyal demokrasinin açmaz ve sıkıntılarını merkeze almaktadır. Ama, onlar bu tartışma kapsamında ortaya koydukları görüşleriyle, yine de, sorunu bulandırmaktadırlar. Kuşkusuz bu yazar ve akademisyenlere, neden sınıfın sorunlarını dert edinmedikleri ya da örneğin işçi ve emekçilerin burjuva reformist politik-ideolojik görüşler ve sistemin “sol” ya da sosyal demokrat adlı partilerinin de etkisinden uzaklaşmasını sağlayacak bir çabaya girişmedikleri veya bu yönlü çabalara destek vermedikleri noktasında eleştiri yöneltmek yararsızdır. Bu, zaten onların, daha baştan dışladıkları bir “alan”dır. Görüşlerinden bölümler aktardığımız yazar, politikacı, gazeteci ve üniversite hocaları, kendilerine, proletarya ve emekçilere, çıkarlarını savunma ve taleplerini elde etmek için sermayeden bağımsız örgütlenme ve sermayeye karşı mücadele hattında ilerlemeleri için yardımcı olma gibi bir görev de biçmiyorlar. Aksine, sosyal demokrasinin sorun ve açmazlarını, emekçi hareketinin de sorunu haline getirmek için çaba göstermekte; ama bunu yaparken, sorunları saptırıp çarpıtmakta; emperyalist tekelci sermaye sistemini “sanayi ötesi yeni ve ilerici bir toplumsal sistem” olarak cilalayarak, sosyal demokrat partilerin, ve genel olarak söylendiği üzere, “sol”un, bu “yeni sistemin gereklerini yerine getirmesi”ni vazetmektedirler. “Küreselleşme” olarak tanımladıkları bu “yeni evre”nin, “evrensellik, birleşme ve dayanışma”yı olanaklı kıldığını ileri sürerek, “küreselleşme olgusuna cepheden karşı çıkılmaması”nı ; “yeni olan bu durumun görülmesi”ni ve buna uygun hareket edilmesini istemektedirler. Onlara göre, “solun güçlenmesi”, işçi sınıfı ve emekçilerin taleplerinin kararlıca savunulmasıyla değil, fakat “klasik işçi sınıfının talepleri doğrultusunda politika üretme”den uzak durarak, “farklı kesimlerin çıkarlarını ortaklaştırarak”, “pastanın büyütülmesi” için çaba göstererek, hatta “yerel kalkınma programları” geliştirerek mümkün olacaktır!.
Bütün bunlar, ABD ya da AB’nin vesayeti altına girmenin de “solcu”luk sayıldığı bu dönemde, sağ-“sol” ayrımının oluşturduğu sis perdesinin kaldırılmasını daha da önemli kılıyor. Temel ayrımı, burjuvaziyle proletarya, egemen sınıf ve emekçiler arasındaki ilişkiler üzerinden yapmayan her kişi, grup ya da parti, sermaye partilerine destek veren –ya da henüz onlar tarafından aldatılan/aldatılabilen– emekçileri, onların bilinç ve örgütlenme düzeylerini gözetmeden karşıya almak, ve böylece, sömürülenleri, içinde bulunulan somut durumdaki bölünmüşlükleri üzerinden bir kez daha bölmek durumuna düşecektir. Bu, sermaye ve partileri tarafından aldatılmış ve gerçek çıkarlarına uygun düşmeyen politik hata çekilmiş büyük emekçi kitlelerini uzakta tutmak ya da onlardan uzak durmak olacaktır. Bu demektir ki, kitlelerin kendi talep ve çıkarları etrafında ve kendi mücadele deney ve tecrübeleri temelinde aydınlanıp örgütlenmelerine yardımcı olmaktır, esas olan.
Sınıf bilincine ulaşmış işçiyle sınıfın devrimci partisinin, sermaye, devleti ve hükümetleri tarafından baskı altında tutulan işçi ve emekçilerin devrimci mücadele hattında birleştirilmesi için gösterdiği çabanın, aynı anlama gelmek üzere, emekçilerin sermayeden ayrışmalarını sağlayan politika ve taktiklerin başarıyla uygulanabilmesi için, bu, zorunludur. Gerekli olan, başlıca ve temel sorun, işçi sınıfı ve emekçilerin, sermayeden ve kapitalist parti fraksiyonlarından ayrışmalarını sağlamak ve buna hizmet eden bir “sol”un sorunlarının ele alınması ve çözümü çabasıdır. “Sol”un sorunlarının tartışılması, çözümü için önermeler ve “solun birliği” görüş ya da çabaları da, ancak proletarya ve emekçilerin bu temel sorunları ve taleplerine bağlanarak ele alındığında bir yarar sağlayabilecektir. Böylece, işçi ve emekçilerin sağ ya da “sol” görüşte olmalarından önce, sömürülen ve ezilenler olarak var oldukları; işçi sınıfını, ve onun, yanına almaksızın sermaye karşıtı kurtuluş kavgasını başarıya ulaştıramayacağı kent ve kırın yoksullarıyla tüm emekçi ve ezilenleri, burjuva ideolojisinin etkisinden, burjuva devleti ve kapitalist parti fraksiyonlarının kontrolü ve kuşatmasından kurtarmayı esas alan politik-ideolojik ve örgütsel bir çizgide ısrar etmek gerektiği, açık ve kesin biçimde ortaya çıkar.
Böylece, önüne, işçi sınıfının ve tüm ezilenlerin baskı ve sömürüden kurtuluşunu görev olarak koyan parti, grup ya da kişilerin, işçi ve emekçilerin taleplerine sahip çıkarak, onların, talepleri etrafında ve devrimci sınıf ve ezilenler olarak birleşik bir güç halinde, sermaye ve gericiliğin karşısına çıkmalarına da yardımcı olma; devrimci sınıf ve emekçi hareketinin bilinçli bir parçası olarak bu mücadelenin en önünde yer alma zorunlu görevi, daha net olarak öne çıkmış olacak. Emekçi hareketinin ilerlemesine hizmet edecek tek tutum, tek politika, tek yöntem budur. Ve zaten, devrimci sınıf partisine, devrimci sınıfın parti olarak örgütlenmesine, partinin işçi sınıfının tüm kitlesi ve emekçiler içinde kesintisiz aydınlatma ve örgütleme çalışmasına kesin gereksinim de, bunun için vardır.
Yukarıda görüşleri üzerinde durduğumuz yazar, politikacı ve aydınların “sol”u ve sorunlarını yeniden tartışmaya açmaları ya da bu tartışma kapsamında önerdikleri ise, belirtildiği gibi, “sol”u, küreselleşmeci sol olarak sosyal demokratlaştırma ve sosyal demokrasiyi de daha gerici-sağcı bir konuma çekmeye hizmet etmektedir.