Globalizm, özelleştirme, esnek çalışma ve savaş

Son birkaç ay, Türkiye açısından son derece önemli gelişmelere sahne oldu. Bir yandan Türkiye’nin dış politikasında, egemen sınıflar ve hükümetlerinin 3040 yıllık çabaları başarısızlıkla sonuçlanırken, öte yandan özelleştirmeden esnek çalışmaya kadar değişik ve önemli alanlarda işçilerin, sınıf mücadelesinde dönemeç teşkil edecek adımları oldu.
Türkiye’nin doğu ve batıya yönelik politikalarının iflas etmesi; Türkiye-İsrail askeri işbirliği anlaşmalarının ortak askeri tatbikat yapacak bir boyuta ulaşması; emekçilerin gündemine Türkiye’nin bağımsızlığı sorununu soktu. Bütün bunlara ek olarak Körfez’de yapılan emperyalist yığınak ve 2. Körfez Savaşının gündeme gelmesi; anti-emperyalist mücadele görevlerinin, Türkiye’nin bağımsızlığı sorununun yakıcılığını çok çarpıcı bir biçimde gösterdi.
Her biri ayrı ayrı gibi görünen, özelleştirme, esnek çalışma, savaş gibi gelişmelerin aslında aynı merkezden yönetilen ve tek bir amaca yönelik saldırının ayakları olduğu geçen süre içinde iyice ortaya çıktı. Bu saldırıların ortak hedefinin uluslararası tekellerin dünyayı tek bir global pazar olarak ellerine geçirmek olduğunu söylemek gerçeğin yalın bir ifadesi olur.
Globalleşme (küreselleşme) ve yeni dünya düzeni kavramları adı altında ’80’li yılların sonunda bağlatılan uluslararası kampanya; sonuçlarını vermeye başladı, bu kavramlar arkasına saklanan amaçların ne uttuğu da hızla ortaya çıkmaya başladı.
Türkiye açısından da sun bir yıl itinde önemli gelişmeler oldu. İşçi sınıfı ve emekçiler; globalleşme ve yeni dünya düzeni adı al tında sunulan vaatlerin aslında emekçi sınıflara, onların kazanılmış haklarına, daha da önemlisi ülkenin bağımsızlığına yönelik bir saldırı olduğunu fark ettiler. Yatağan işçilerinin özelleştirmeyi ülkenin bağımsızlığına, ulusal sanayisine bir saldırı; İstanbul’da Cam İş Makina Kalıp işçilerinin esnek çalışmaya karşı başvurdukları grevin aslında “bütün işçi sınıfı adına yürütülen bir grev” olduğunu ilan etmeleri bir rastlantı değildir. Ya da geniş emekçi yığınların Körfez’de gündeme gelen ve ikinci bir Körfez Savaşı olabilecek.
(Bu yazıyı okuduğunuzda bir sıcak savaş durumu ortadan kalkmış olabilir, ama bugünkü dünya koşullan içinde bir Körfez Savaşının yeniden gündeme gelmesi de kaçınılmazdır) Amerikan-İngiliz saldırısı karşısında, 1. Körfez Savaşı’ndan farklı olarak emperyalistlerin Irak’a yeni bir saldırısı olarak algılanması Türkiye’nin işçileri ve emekçileri açısından önemli gelişmelerdir.

GLOBALİZMİN PROPAGANDADA ADI YENİ DÜNYA DÜZENİ OLDU
1980’li yılların sonu ile 1990’lı yılların başında karşılaşılan her sorun biri ötekinden türetilmiş iki kavramla açıklandı. Birinci kavram “globalizm”di. Bundan türetilen ikinci kavram ise “yeni dünya düzeni”ydi. Globalizm; sınırları olan ulusal devletlerin var olmaya devam ettiği ama her tür ticaretin bu sınırları aşarak serbestçe yapıldığı bir dünyayı ifade ediyordu. “Globalizm”den türetilen “yeni dünya düzeni” ise; birinci kavramın ifade ettiği tekellerin fink attığı dünyanın üstünü örtme amaçlı, daha çok işçi ve emekçi yığınlarının gözünü boyamak için türetilmiş “propagandif” nitelikli bir kavramdı. Kuşkusuz bu kavramların içeriği başka kavramlarla da dolduruldu. Her biri şekere batırılmış zehir olan “serbest piyasa ekonomisi”, “esnek çalışma”, “yeni endüstriyel ilişkiler”, “ekonominin yeniden yapılandırılması”, “verimlilik”, “özelleştirme” dibi kavramlar bu dönem boyunca sıkça gündeme geldi. Dahası bu kavramlar ekonomistler, aydınlar arasında tartışma konusu olmakla kalmadı, bu kavramlarla ifade edilen amaçlara uygun olarak; doğrudan işçi sınıfının, emekçilerin haklarına, çalışma ve sosyal yaşamlarına yönelik etkili silahlar olarak kullanıldı.
Yeni dünya düzeni; dünyadaki milyarlarca emekçiye yönelik bir aldatıcı vaatler demetiydi. Çünkü temelinde tekellerin globalleşmiş dünyasının olduğu yeni dünya düzeni; evrensel barışın gerçekleştiği, adaletin uluslararası ilişkilerde başlıca ilke olduğu, bilimsel ve teknolojik devrimin getirdiği büyük refah patlamasından herkesin (her ülke ve her sınıftan insanın) payını aldığı: kısacası, barış ve refah içinde, demokrasinin en ileri biçimde gerçekleştiği bir dünya olarak tarif ediliyordu. Bu dünyanın kurulması için de; ulusların ve ülkelerin milliyetçi, bağımsızlıkçı önyargılardan arınması gerekiyordu. Bunun temeli ise, serbest piyasa ekonomisi üstünde yükselecek serbest ticaret uluslararası ticaretin hiçbir sınır ve gümrük duvarı tanımadan yaygınlaşması olacaktı. Çünkü ekonomide serbestlik, kaçınılmaz olarak siyasette de serbestliği getirecek, herkes kendi çıkarını kovalarken de en adil paylaşım gerçekleşecekti. Sınır engelleri ortadan kalktığı için de aynı ticaret ve çıkar ilişkisi içindeki ülkelerin, ulusların birbirleriyle savaşmasının anlamı kalmayacaktı.
Böylece, Marksistlerin toplumların ve insanlığın ilerlemesinin temeli olarak gördüğü sınıflar mücadelesi anlamını yitirecek, bu anlamıyla da “tarihin sonu”na gelinecekti!
Bu saf ultra-emperyalist teoriye ilk destek, bilindiği gibi, yolunu kaybetmiş eski Marksist çevrelerden geldi. Çünkü Friedmancı ekonomi çevreleri tarafından ortaya atılan ve Reagancı ve Thatcherci uygulamalarla ete kemiğe kavuşan bu kuramın fikri temellerine kavuşturulması, toplum içinde propaganda edilmesi işini bu eski Marksist çevreler gönüllü olarak üstlendiler.
Ne var ki; devasa burjuva propaganda aygıtının bütün çabalarına ve “teorisyenlerin” yeteneklerine karşın yeni dünya düzeni olarak sunulan vaatler manzumesi, sadece bir iki yıl tedavülde kalabildi. Yeni dünya düzeninin popülaritesinin zirvesinde olduğu bir dönemde patlak veren Körfez Savaşı ve Avrupa’nın ortası da dâhil dünyanın her köşesinde hükmünü icra eden ırk, milliyet, aşiret, din, mezhep çatışmaları ve iç karışıklıklar yeni dünya düzeninin en flaş vaadi “evrensel barış”ın kof bir propaganda olduğunu gösterdi. Öte yandan bir avuç gelişmiş, ülke ile dünyanın geri kalan ülkeleri arasında, birer birer ülkelerde emekçi sınıflarla egemen sınıf arasında hızla derinleşen gelir uçurumu yeni dünya düzeninin nasıl bir refah paylaştırıcısı olduğunu gösterdi. Böylece yeni dünya düzeni kavramı, bizzat yaratıcıları tarafından kullanımdan çıkarılırken, globalizm öne çıkarıldı.
Globalizmin gerekleri, ABD başta olmak üzere başlıca kapitalist ülkelerin, uluslararası büyük tekellerin, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası finans merkezlerinin uyguladığı politikaların gerekçesi yapıldı. Bugün de globalizmle ifade edilen amaçlara varmak için özelleştirmeden savaşlara kadar her yola başvurulmaya devam ediliyor.
Aslında globalizm kavramıyla ifade edilen amaçlar; çağlara ve toplumsal sistemlere göre büyük farklılıklar gösterse de tarih boyunca dünya egemenliği peşinde koşan imparatorların, devletlerin, dinlerin başlıca amacı olmuştur.

GLOBALİZM, YENİ BİR İCAT MI?
Sınıfların ortaya çıkmasından bu yana tarih sahnesine çıkan her sistem, kendisini ebedi, insanlığın keşfettiği son ve en ideal sistem olarak ilan etti. Tarihteki ilk büyük imparatorluk olan Roma imparatorluğundan başlayarak, belli başlı büyük imparatorluklar, toplumsal bir sistem olma iddiasındaki Hıristiyanlık ve Müslümanlık ile kendisini bu dinlerin yayıcısı ilan eden imparatorluklar, kendileriyle birlikte artık “tarihin sonuna” gelindiğini iddia ettiler. Kendilerinden öncekileri ve kendisi dışındakileri barbar, kâfir, batıl, terörist, bölücü ilan edip kendilerini insanlığın en son ve en ileri temsilcisi, biat edilmesi gereken makam olarak gösterdiler. Dolayısıyla kendi egemenliklerinde dünyanın ebedi bir barışa, refaha, adalete kavuşacağını ilan ettiler. Roma İmparatorluğu, sonra Katolik Roma Kilisesi merkezli Hıristiyanlık, arkasından İslam İmparatorlukları ve Osmanlı İmparatorluğu hep bir “cihan sistemi”, “cihan imparatorluğu” olma, bugünkü deyimiyle dünyayı kendi egemenlikleri altında “globalleştirme” nesinde koştular.
Kapitalizm, tarih sahnesine çıktığında; bir yandan feodal parçalanmışlıklara son verdi öte yandan da çok uluslu imparatorlukları parçalayarak ulusal devletleri şekillendirdi. Yani kilisenin ve imparatorlukların globalizm iddialarına son verdi; ulusal çıkarı, burjuva milliyetçiliğini öne çıkardı. Ama aynı zamanda da sermaye uluslararası karakterinden dolayı, hiçbir sınır tanımadan, dünyada serbestçe dolaşma isteğini de daha baştan ortaya koyarak, kapitalizmin bir dünya sistemi olma iddiasına da önemli bir yer verdi. Sömürgecilik, kapitalizmin ilk globalleşme denemesinin aracı olarak uygulandı.
Tekeller de, kapitalizmin uluslararası olma niteliğinin somut ifadeleri olarak biçimlendi. Ulus ve ülke çıkarı tanımayan tekeller, kâr peşinde koşarken ulus, dil, din, mezhep, milliyet farkı gözetmediler. Ama bu uluslararasılık devletleri kullanarak dünyanın bütününe egemen olma amacıyla birleştiği ölçüde de dünyanın yeniden paylaşımını gündeme getirdi. Son yüzyıl içindeki iki dünya savaşı/tekellerin dünyaya egemen olma kavgasının, dünyanın şu ya da hu tekel ve tekel gruplarının çıkarları etrafında birleştirilmesinin ürünü olarak çıktı. Kautsky’nin ultra emperyalizm teorisi; tekellerin çıkarları et rafında birleştirilmiş, globalleşmiş, emperyalist dünya teziydi.
Mantıksal bakımdan sermayenin uluslararası bir karakterde olması ve tekelleşmenin ulaştığı boyutlar, tarihte globalizmi mümkün kılmaya en müsait sistemin kapitalist sistem olabileceği fikrini doğurabilirse de; kapitalist sistemin iç çelişkileri, tekeller arasındaki azgın rekabet her birleşmenin daha büyük kavga ve ayrışmaları da beraberinde getirmesinin temeli oldu. Son yüzyıl içindeki iki dünya savaşı ve sayısız bölgesel ve yerel savaş; emperyalist ülkeler arasındaki kutuplaşmalar, son 10 yıl içinde globalizm yanlılarının bütün iddialarına karşın kapitalist dünyanın uzlaşmaz çelişkileri gerçek ve gönüllü bir globalizmin olmayacağını ortaya koymuştur. Çünkü kapitalizmin ana özelliği çıkarları birbirine zıt sınıflara bölünmüş bir dünya olmasıdır ve böyle bir dünyaya tekeller, tekelci gruplar ve büyük emperyalist ülkeler arasındaki korkunç boyutlardaki rekabeti eklemiştir. Bu yüzden de pratikte Amerikan patronluğunda dünyanın tek bir kapitalist dünya olarak bütünleştirilmesi çabaları yeni bölünmeleri ve kargaşaları, yeni rekabet odaklarını, dolayısıyla yeni yıkım bölgelerini ve çatışma odaklarını doğurmaktadır.

GLOBALİZM İNSANLIĞA NE GETİRDİ?
Globalizmin teorisyenleri ve propagandacıları; globalizmi, barışın, demokrasinin, refahın, uluslararası adaletin globalleşmesi, bütün dünyada geçerli olması olarak tanımladılar. Ama gerçekte globalleşme; savaşların, iç kargaşaların dünyanın her köşesine yayılması oldu. Demokrasi ise; bırakalım dünya ölçeğinde yayılıp gelişmeyi, en gelişmiş batı ülkelerinde bile örneğin 20 yıl öncesine göre; daha da geriledi. Bir yandan terörizm tehdidi iddiasıyla kişi hakları kısıtlanırken, polis baskısı giderek daha hissedilir oldu. Ceza yasaları sertleştirildi; emekçi hakları, “ekonominin yeniden yapılanması” adı altında ortadan kaldırıldı. Dahası; geçmişte birbirinden hiç olmazsa politik farklılıklar gösteren burjuva partileri aynılaşarak seçimler tam bir oyuna, aldatmacaya dönüştü. Fuhuş, uyuşturucu kullanımı, mafya organizasyonları sosyal yaşamı tahrip eder boyutlara vardı. Refah sorunu ise; tamamen tersine döndü. Hem gelişmiş kapitalist ülkelerle dünyanın öteki ülkeleri arasındaki refah uçurumu hem de birer birer ülkelerde emekçi sınıflarla egemen sınıflar arasındaki uçurum tarihte görülmemiş boyutlara ulaştı. Serbest rekabetçiliğin, globalizmin savunucuları bile “bu uçurum hepimizi yutar” çığlıkları atmaya başladı. ABD’nin tutucu fikir adamlarından Edvar Luttwak, gelişmeler karşısında tepkisini şöyle ifade ediyordu: “Marksistlerin yüzyıl önce iddia ettikleri ve o dönem için doğru olmayan şey şimdi gerçek oluyor, işçi sınıfı gün geçtikçe yoksullaşırken, kapitalistler daha da zenginleşiyor” ;
New York’un büyük bankalarından Morgan Stanley’in yöneticisi Stephan Roach, serbest rekabetin ve globalizmin önemli savunucularındandı. Ancak Roach; 1996 Mayısında müşterilere gönderdiği mektupta şunları yazmak zorunda kaldı: “Yıllarca üretim artışını erdem olarak gördüm. Ama şimdi bunun bize Kutsal Ülkenin kapılarını açıp açmadığından çok farklı düşündüğümü itiraf etmeliyim… İşgücünün sürekli ezilmesine izin verilemez. İstihdamın ve ücretlerin azaltılması, sonuçta sanayimizin kökünü kurutacak bir tasarı.”
Örneğin Türkiye Genç İşadamları Derneği’nin (TÜGİAD) dergisi de bu gerçeği kabul ediyor. Dergi, gelir dağılımı ile ilgili şu saptamaları yapıyor: “Gelir dağılımındaki adaletsizliğin giderek artmasının nedeni birçoklarına göre, son 15 yılda dünyanın birçok yerinde giderek yaygınlaşan liberal ekonomik politikalar olarak gösterilmektedir. Uygulanan bu politikalar sonucunda, hükümetler vergi oranlarını yüksek gelirlilerin lehine düşürmüş ve düşük gelirlilere yaptığı sosyal yardımlara da sınırlamalar getirmiştir. Serbest piyasa ekonomisinin büyük gayretle uygulandığı Amerika, Yeni Zelanda, İngiltere’de gelir dağılımındaki adaletsizlik özellikle son yıllarda büyük ölçüde artış göstermiştir… 1930’lu yıllardan 1970’li yıllara kadar ABD’de zengin ve yoksullar arasındaki uçurum giderek daralmış, ancak 1970’lerden itibaren gelir dağılımındaki adaletsizlik giderek artmış ve günümüzde en yüksek seviyesine ulaşmıştır 1990 sayımına göre; ABD nüfusunun yüzde 13,5’i yoksulluk sınırı altında yaşamaktadır” (TÜGİAD, Ekim ’97)
Dünya Bankası’nın ’96 yılı raporuna göre; gelişmiş kapitalist ülkelerde kişi başına ulusal gelir 23 bin 420 dolar iken alt gelirli ülkelerin ortalaması sadece 380 dolar, orta-alt düzeyde gelişmiş ülkelerde 1590 dolardır. Dünya ortalaması ise 4 bin 470 dolardır.
Türkiye’de nüfusun en üst yüzde 5’i ile en alt yüzde 5’i arasında 1960’lı yıllarda 11 kat olan gelir farkı, 1990’lı yıllarda 33 kata çıkmıştır.
Bunun da ötesinde; emekçileri işsizliğe, açlığa ve sefalete mahkûm etme süreci; ileri ve geri ülke farkı gözetmeksizin emekçi sınıflar aleyhine işleyen bir süreç olmaya devam ediyor. Devlet bütçelerinden eğitime ve sağlığa ayrılan paylar bütün dünya ülkelerinde azalıyor. Yani gelişmenin yönü gelişmiş ülkelerle geri ülkeler, üst sınıflarla emekçi sınıflar arasındaki gelir uçurumunun derinleşmesi doğrultusundadır. Yakın gelecekte de bunun azalacağını gösteren hiçbir belirti yoktur. Son yüzyıl içinde ortadan kalkmış ya da iyice azalmış olan verem, sıtma gibi halk sağlığıyla ilgili hastalıklar bu alanlara ayrılan fonların düşmesine ya da tümden kaldırılmasına paralel olarak yeniden çoğalma eğilimine girmiş bulunuyor. Genellikle yükselen bir trend izleyen ülkelerdeki eğitim düzeyi yeniden düşüş göstermeye başladı. Kısacası, globalizmin propagandacılarının başlıca dayanağı olan iddialar; evrensel barışın, demokrasinin yaygınlaşmasının, refahın bütün ülkeler ve toplum tarafından paylaşılacağının tümüyle yalandan ibaret olduğu geçen on yıl içinde artık bu tezin savunucularının da inkâr edemeyeceği bir biçimde ortaya çıkmıştır. Kısacası; barış, adalet, demokrasi, refah globalleşmemiş; ama işsizlik, emekçi sınıfların sürekli yoksullaşması, eğitimsizlik, salgın hastalıklar, köşe dönmecilik, spekülasyon, rantçılık, bilimin-sanatın ve estetiğin değer kaybetmesi, uyuşturucu, fuhuş, mafya globalleşmiştir.
Yeni dünya düzeni demagojisi iflas ettiği ölçüde gerçekte globalleşmeden amacın ne olduğu daha açık görülür hale gelmiştir.

WHTO GLOBALİZMİN ANAYASASINI HAZIRLIYOR
Son 10 yıl içinde artık iyice görülmüştür ki; globalleşmede asıl amaç, dünyanın tek bir pazar olarak bütünleştirilmesidir. Bu bütünleşmenin ilkeleri ve koşulları ise; bir avuç uluslararası tekel tarafından belirlenmektedir. Burada amaç; geri kalmış ülkelerin son yüzyıl içinde giriştiği bağımsızlıkçı ve anti-emperyalist mücadeleler ile sosyalizmin yan ürünü olarak gerçekleşen ulusal sanayilerin ve tarımın bir avuç uluslararası tekel tarafından ele geçirilmesidir. Özelleştirme; gümrük duvarlarının önemsiz hale getirilmesi ya da tümden kaldırılması; geri kalmış ülkelerin sanayileri ve tarımının çökertilmesi; iç pazarın ve ayakta kalabildiği kadarıyla sanayinin uluslararası sermayeye entegre edilmesinin yöntemleri olarak uygulamaya sokulmuştur.
Bu yüzden de Özelleştirme; Türkiye’nin hükümeti ya da patronlarının “ülke ekonomisini kurtaralım” diye icat ettikleri bir yöntem değildir. Tersine uluslararası sermayenin, geri kalmış ekonomileri denetim altına almak, bu ülkeleri pazar olarak açmak için başvurdukları bir yöntemdir. Çünkü 20. yüzyıl boyunca ulusal kurtuluş savaşları ve sosyalizmin başarıları emperyalizme önemli darbeler vururken, geri ülkeleri, halk demokrasilerini emperyalist ülkelerin at oynattığı ülkeler olmaktan da önemli ölçüde uzaklaştırmıştı. Bağımsızlıklarını kazanan eski sömürgeler ve yan sömürgeler, kendi sanayilerini kurmaya koyulmuş, tarımlarını yeni teknolojilerden de yararlanarak en azından kendilerine yeter hale getirmeye yönelmişlerdi. Gümrükler aracılığı ile de korunan ulusal pazarlar hayli gelişmişti. Sosyalizmin varlığı ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin yüksek temposu, emperyalist ülkeleri bu gerçeği kabul etmeye zorlamıştı. Özellikle sosyalizmin baskısı ve kapitalizmin sorunları gelişmiş kapitalist ülkelerde de devletin sanayi ve hizmet sektöründe (sağlık, eğitim, toplu ulaşım, iletişim vb.) yeni görevler üstlenmesini, tekellerin keyfince davranmasını önlemişti.
1950’li yılların ortalarından itibaren Sovyetler Birliği’nin geriye dönüş sürecine girmesi ve kendisine sosyalist diyen ülkelerin şahsında sosyalizmin dünya ölçüsünde giderek itibar yitirmesine bağlı olarak da, 1970’lerin ikinci yarısından itibaren özelleştirme gündeme getirildi. Ancak, Sovyetler Birliği’nde kapitalistleşmenin had safhaya çıkması ve açıkça sosyalizmden vazgeçtiğini açıklamasından sonra ise; özelleştirme, sadece şu ya da bu ülkede uygulanmak istenen bir yol olmaktan çıkıp bütün dünyada; gelişmiş ülkelerde “sosyal devletlin gereklerinden olarak ifade edilen emekçi haklarının ortadan kaldırılması, geri ülkelerde de bir tür sömürgeciliğin gerçekleştirilmesi için dayatılan yol oldu. Özelleştirmeye, gümrük duvarlarının etkisiz hale getirilmesi ve giderek tümüyle ortadan kaldırılması eşlik etti. Çünkü uluslararası tekellerin globalleşmiş bir dünya pazarı amacının önünde başlıca iki engel vardı: Birincisi, ülkelerin son yüzyıl içinde kazandıkları bağımsızlıkları üstünden yükselen ulusal sanayileri ve tarımları, ikincisi ise gümrük duvarlarıydı. Gümrük duvarları bölgesel ekonomik birlikler adı altında ortadan kaldırıldı. Bu sadece geri ülkelerin sanayilerinin değil tarımlarının da çöküşünü hazırladı. Eski tarım ülkeleri, bu dönemde sanayi ülkelerinin gelişmiş tarımları tarafından üretilen başlıca yiyecek maddelerine muhtaç hale getirildi. Ülkelerin sanayileri ise özelleştirmeyle yıkılmaya yönelikti. Uluslararası tekellerin ve emperyalist ülkelerin krize sürükledi geri ülkelerin hemen hemen tamamı IMF ve Dünya Bankası’nın eline düştü. Bu uluslararası sermaye merkezlerinin; geri ülkelere “yardım” için koştukları en genel ve en temel koşullar; gümrük duvarlarının indirilmesi, özelleştirme, tarıma ve sanayiye yapılan devlet sübvansiyonlarının kaldırılması oldu. Ve tabii; ülkenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarının uluslararası tekellerin yağmasına açılması için teşvikler istendi. Örneğin gelişmiş ülkeler (Avrupa ve Kuzey Amerika), bugün bile tarımda çalışan kişi başına 500 dolar sübvansiyon yapmaya devam ederken; IMF ve Dünya Bankası Türkiye’de kişi başına verilen 48 dolarlık desteğin de kaldırılmasında ısrar ediyor.
Türkiye tarımının son 15 yıl içinde çökertilmiş olduğunu Cumhurbaşkanı bile kabul etmek zorunda kaldı. Bundan 15- 20 yıl önce; tarım üretimi kendi kendine yeten dünyanın birkaç ülkesinden birisi olan Türkiye, bugün buğdaydan şekere, etten peynirden yağa başlıca tarım ve hayvancılık ürünlerini ithal eder duruma geldi. Şimdi de uluslararası sigara tekelleri. Türk tütününün köküne kibrit suyu dökmek ve tütün-sigara pazarını bütünüyle ele geçirmek için harekete geçmiş bulunuyor. Öte yandan GAP’ın, uluslararası sermayenin yeni ilgi alanlarından birisi olduğunu son günlerde yabancı heyetlerin GAP bölgesine yönelik ziyaretlerinden anlıyoruz.
Uluslararası sermaye ve başlıca kapitalist ülkeler; Latin Amerika ve Güneydoğu Asya’da özelleştirmede ve bu ülkelerin ekonomilerini yıkıma uğratmada hayli ileri adımlar atmış bulunuyorlar. Emperyalist ülkeler; AB, NAFTA, Güneydoğu Asya Ülkeleri Ekonomik Birliği gibi gümrük birlikleri ve ikili anlaşmalarla pek çok ülkeyi uluslararası kapitalizme entegre edecek gümrük sorunlarını önemli ölçüde çözmüşlerdir. Şimdi ise; uluslararası tekellerin ihtiyaçları doğrultusunda “globalizmin anayasası” dedikleri yeni bir sözleşme hazırlamaktadırlar.
Nisan ayında OECD ülkeleri arasında imzalanacak olan ve resmi adı “Çok Yönlü Yatırım Anlaşması” (Multilateral Agreement on Investmen, MAI) olan anlaşma uluslararası tekellere sınırsız imkânlar tanımaktadır. Dünya Ticaret Örgütü (WHTO) Başkanı anlaşma için, “Tek bir küresel (global) ekonomi için ortak anayasa hazırlıyoruz”diyor.
1995’ten beri hazırlıkları süren bu anlaşma uluslararası tekellere yeni ve büyük ayrıcalıklar getiriyor. Devletlerin politik-ekonomik kararlarından ve toplumsal huzursuzluklardan dolayı uluslararası tekellerin uğrayacakları zararları bile devletten tazminat olarak tahsil etme imkânı tanınıyor MAI’ye. Tabii bu koşullarda ülkelerin ulusal hukuklarının herhangi bir geçerliği olamayacak. Bu anlaşmaya giren ülkeler beş yıl süreyle bu anlaşmadan çıkamayacak, çıkanlar ise 15 yıl süreyle bu anlaşmaya bağlı olmaya devam edecek. Anlaşma, Türkiye’nin de içinde bulunduğu 29 OECD ülkesi tarafından imzalandıktan sonra, diğer ülkelere de dayatılacak.
Türkiye de OECD’nin üyesi olarak bu anlaşmayı imzalayacak. Dolayısıyla, bu sömürge anlaşmasının kapsayacağı ilk ülkelerden birisi de Türkiye. Ancak Türkiye’de bu anlaşmadan önce de ulusal hukukun geçersizleştirilmesi girişimleri başlamış bulunuyor. Ocak ayı içinde Türkiye’ye gelen ABD Enerji Bakanı’nın Türkiye’ye Amerikan tekellerinin gelmesi için koştuğu ön şart da Türkiye’nin sömürgeleşmesinde ileri bir adımdı. Çünkü Amerikalı Bakan, Amerikan şirketlerinin Türkiye’ye yatırım yapması için “Türkiye’nin uluslararası tahkime açılması”nı istemişti. Uluslararası tahkim ise; Türkiye ile uluslararası tekeller arasında çıkacak herhangi bir anlaşmazlıkta yetkili mahkemenin “uluslararası mahkemeler” olması anlamına geliyor. Ve uluslararası ticaret mahkemelerinin verdiği karara itiraz edilemiyor. Yani iç hukukun ne dediği önemli değil. Dolayısıyla özelleştirmeyle ilgili bir soruna Anayasa Mahkemesi ya da Danıştay değil Cenevre’deki uluslararası mahkeme bakacak. Ya da Eurogold’un çevreyi kirletip kirletmediğine de Türkiye’nin mahkemeleri değil uluslararası ticaret mahkemeleri karar verecek.
MAl ise; “uluslararası tahkimi” de aşarak, eğer bir firma için uluslararası mahkeme, örneğin çevreyi kirletiyor diye faaliyetlerine son verse bile, hükümet firmanın bu karardan dolayı uğrayacağı zarar-ziyanı tazmin etmek zorunda kalacak. Nitekim daha MAI yürürlüğe girmeden, basında çıkan haberlere göre, Bir Amerikan firması ürettiği ilaç katkı maddesi zehirli olduğu gerekçesiyle yasaklandığı için Kanada hükümetinden 251 milyon dolar tazminat istiyor. Yine iki ABD şirketi, zehirli atıkları toprağa gömmelerini engelleyen Meksika belediyelerine tazminat davası açmış bulunuyorlar,
Şimdi bile ne ulusal hak, ne insan hakları, ne çevre gözeten firmaların arkalarına MAI’yide aldıklarında gemi iyice azıya alacaklarından, dünyayı yağmalamada hiçbir hukuki, ahlaki sınır tanımayacaklarından kuşku yok. İşte globalizm adı altında kurulmak istenen dünya ekonomik sistemi böyle bir sistem; sadece işçi sınıfını işsizliğe, ekonomik sefalete, örgütsüzlüğe sürüklemekle kalmıyor, ülkelerin bağımsızlığını da tanımayarak, daha çok kâr uğruna dünyayı bir yangın yerine çevirmeyi de hedefliyor, Globalizm, insanlığın geleceğini tehdit ediyor.

GLOBALİZMİN SINIFI VURAN SİLAHI: ESNEK ÇALIŞMA
Uluslararası sermaye sadece ulusal sınırlar, ulusal sanayiler açısından dünyayı dikensiz gül bahçesi yapmak istemiyor. Aynı zamanda işçi sınıfının mücadelesinin parçalanması ve işçi sınıfının, emekçilerin kazanılmış hakları bakımından da hiçbir sınırlama istemiyor. Bu, yıllardır, “verimlilik”, “sanayinin yeniden yapılanması” ya da “yeni endüstriyel ilişkiler” gibi masum görünen kavramlar arkasına gizlenen politikalarla hayata geçirilmek isteniyor. Sonuç olarak “kuralsızlaştırma” (de-regülasyon) âdı verilen girişimlerle, iş yasaları ve toplu sözleşmelerin işçi haklarını korumaya yönelik tüm maddelerine karşı bir savaş yürütülüyor. Uluslararası sermaye ve yerli işbirlikçileri, her adımda yeni bir dayatma ile işçi haklarını gasp etmeye yönelmiş durumda. Ve uluslararası planda yoğun bir kampanya yürütülüyor. Batının en gelişmiş ve bundan 15–20 yıl önce “refah devleti”, “sosyal devlet” örneği olarak sunulan ülkelerden başlayıp tüm dünyaya yayılan işçi ve emekçi haklarına yönelik saldırı; işçi sınıfının 300 yıllık mücadelesinin ürünü olan, belirli bir günlük ve haftalık iş saatinden ücretli izinlerin kaldırılmasına; hastalık parasından belirli bir iş için kadrolu olmaya, sendikal örgütlenmelerden toplusözleşmeye kadar patronun işçi üstündeki egemenliğini sınırlayan her tür yasa ve sözleşme maddesi üretimdeki verimliliği düşüren, sanayinin gelişmesini önleyen engeller olarak değerlendiriliyor.
Örneğin Almanya gibi dünyanın en gelişmiş ülkesi, işçilere hastalık parası ödemek istemiyor; Noel tatilini kaldırmak, dini ya da milli tatil günleri için ücret, ikramiye ödemelerini budamak istiyor. Haftalık iş süresi resmen 35 saat olduğu halde fiilen yürürlükten kalkmış bulunuyor. Birçok işyerinde işçiler hiçbir sınır tanımadan, günde 11–12 saat çalıştırılıyor; ama fazla mesai ücreti ödenmiyor; ödenen yerlerde de kaldırılması için her yol deneniyor.
En gelişmiş ve işçi haklarının en yoğun mücadelelerle alındığı ülkelerde bile sendikaların güçsüz düşürülmesi için taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma bütün hızıyla sürüyor.
Uluslararası sermaye, globalleştirdiği dünyada, işçi sınıfı mücadelesinin, işçi haklarının ayağına takılmasını istemiyor. Bu yüzden de dünyanın her köşesinde, işçi haklarına karşı gerçek bir kampanya yürütüyor. Amacı, 18. yüzyılda olduğu gibi, işçinin hiçbir hak ve örgüte sahip olmadan dişinden tırnağına örgütlü patron karşısına çıkıp iş istemesi. Patronun da belirli bir süre için işçiyi kiralaması. Bunun ötesinde bir kural, yasa, sınır tanımak istemiyor uluslararası tekeller. Yani hiçbir işçi yarın da işe gideceğim güvencesinde olmasın, her an işten çıkarılabileceğini bilsin isteniyor. Böylece hiç kimsenin iş güvencesi olmayacak, herkes her an daha iyi bir iş arar durumdayken aynı zamanda iş bulma umudunu sürdürmüş olacak. Nitekim esnek çalışmanın en yaygın olduğu ABD’de istatistiklere göre işsizlik yüzde sıfıra yaklaşmış. Bu, ABD ekonomisinin zaferi gibi propaganda ediliyor. Ama başka istatistikler; sürekli işsizler, iş değiştirmek isteyenler, yarım gün ya da haftada birkaç gün çalışabilenlerden oluşan işsizler ordusunun ABD’nin çalışabilir nüfusunun yüzde 24’ünü kapsadığını gösteriyor. Yani çalışabilirlerin yüzde 24’ü geçinebileceği bir iş arıyor; ama esnek çalışma kurallarına göre bunlar işsiz sayılmıyor. Ayda bir gün bile bir iş bulup çalışıyorsa; işçinin işi var sayılıyor.
Esnek çalışmanın yerleştirilmesi, bir yandan burjuvazinin propaganda odakları tarafından esnek çalışma olmadan rekabet edilemeyeceği propagandasıyla kamuoyu oluşturulurken öte yandan işçi örgütleri dağıtılarak, örgütsüzlük işyerlerinde adım adım yaygınlaştırılarak ilerliyor. Sınıf uzlaşmacılığının, sendika bürokrasisinin egemen olduğu sendikalar açıkça ya da el altından patronlarla işbirliği içinde esnek çalışmanın yerleşmesi için gayret gösteriyorlar. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) on yıldır “kuralsızlaştırmayı”, yani esnek çalışmayı yaygınlaştıracak, ilk bakışta sureti haktan görünen, “ilke kararları” alıyor.
Türkiye’de esnek çalışma propaganda, fiili uygulamalar olmaktan çıkarılmış toplusözleşmelerde dayatılan bir “ilke” haline gelmiştir. En son, Şişe Cam Holding’e bağlı Cam-İş Makina Kalıp Fabrikasında patronlar, geleneksel ücret tarifinden vazgeçip;
“Ben; izin, ikramiye, bayram tatili, vizite izni, hastalık, fazla mesai falan tanımam; işçi kaç saat tezgâh başında çalışmışsa onun ücretini öderim. Gerisi beni ilgilendirmez” diye direniyor. İşçiler 24 Ocak 1997’den beri “bu ilkeye” karşı grevde. Makina Kalıp işçilerinin grevi “Esnek çalışmaya hayır” diyen ilk grev olması bakımından çok önemli. Çünkü MESS başta olmak üzere patron örgütlerinin bu yılki sözleşmelerde aynı maddeyi dayatacaklarından kuşku duyulamaz. Bu yüzden de Makina Kalıp işçileri; “Biz aslında işçi sınıfının bütünü için mücadele ediyoruz” derken gerçeğin en önemli yanını ifade ediyorlar. Ama aynı zaman işçiler sadece Türkiye işçi sınıfı için değil tüm dünya işçi sınıfının mücadelesiyle birleşiyorlar. Çünkü onlar, uluslararası sermayenin globalleşme planına karşı mücadele ediyorlar. Döndürülen tekere, Makina Kalıp’ta çomak sokmuş bulunuyorlar.

GLOBALLEŞMENİN SAVUNUCULARIYLA SAVAŞ KIŞKIRTICILARI AYNI GÜÇLERDİR
İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en kapsamlı askeri harekât olan 1. Körfez Savaşı ve 7 yıldır her an bir savaşa yol açabilecek kriz; elbette bir petrol savaşıdır. ABD Körfez’de üslenerek, bütün Ortadoğu petrollerinin, Kafkas ve Orta Asya petrol ve doğalgazı ile petrol yollarının güvenliğini sağlamayı amaçlıyor. Böylece Asya ve Avrupa’daki petrol ihtiyacı içindeki gelişmiş kapitalist ülkelerin de ipini elinde tutmuş oluyor. Başka bir söyleyişle; ABD Körfez’de izlediği ve zaman zaman silahlarla yürüttüğü politikayla sadece petrol ülkelerini tehdit altında tutmuyor aynı zamanda bölgede ve dünyada kendisiyle rekabet eden ve edecek olan ülkelere karşı da kendi pozisyonunu güçlendirmeyi amaçlıyor. Körfez’deki krizin kronikleşmesinin bir nedeni bu. Ama bu sadece gerçeğin bir yanı. Gerçeğin diğer yanı ise; globalizm!
Evet. Uluslararası tekeller ve gelişmiş kapitalist ülkeler, dünyayı serbestçe talan etme imkânlarını genişletmek için özelleştirmeyi, gümrük duvarlarının kaldırılmasını, esnek çalışmayı yaygınlaştırmayı teşvik ediyorlar. Bunun için baskı, şantaj, tehdit, “yardım”, yıkıcı propaganda, provokasyon, ekonomik ambargo, siyasal tecrit her yolu deniyorlar. Ama bütün bu yöntemlerin sonuç vermediği durumda da savaştan, iç karışıklıklar çıkarmaktan çekinmiyorlar. Örneğin Doğu Avrupa’nın içi geçmiş revizyonist diktatörlüklerini iç karışıklıklar çıkararak nispeten kısa süre içinde yıkmayı başardılar ve bu ülkeleri hızla emperyalist tekellerin at oynattığı zavallı ülkeler durumuna düşürdüler. Bunu başaramadıkları ülkeleri ise; terörist ilan etmekten, bu ülkelere karşı her türlü silahlı eylemi meşru hale getirecek politikaları devreye sokmaktan çekinmediler.
Gelişmeler izlendiğinde açıkça görülüyor ki; uluslararası tekellerin globalleşme çabalarına engel olan ülkelere karşı emperyalist ülkeler yaptırım uyguluyorlar. Libya. Sudan, Suriye, İran, Irak gibi ülkeler terörist ülkeler olarak ilan edilmişlerdir. Körfezdeki savaş da bu yanıyla globalleşmenin önündeki engellerin kaldırılmasına yöneliktir.
Kısacası Körfez’deki savaş kışkırtıcısı güçlerle özelleştirmeyi, esnek çalışmayı, globalleşmeyi dayatan güçler aynı güçlerdir. Dolayısıyla Körfez’de savaşa karşı mücadele; ABD ve emperyalistlerin bölgeden çıkarılması mücadelesi; uluslararası tekellerin ve emperyalist ülkelerin “globalleşmiş dünya” çabalarına karşı da bir mücadeledir.

TEKELLERİN GLOBALİZMİNE KARŞI MÜCADELE YAYGINLAŞIYOR
Özelleştirmenin gündeme geldiği ilk yıllarda; Rahmi Koç başta olmak üzere özelleştirmenin radikal savunucuları; “Gerekiyorsa tank ve topla da olsa özelleştirmeyi bir an önce yapmalıyız. Zaman geçerse özelleştirmeyi tamamlamak mümkün olmaz” diyorlardı. Patronlar ve onların temsilcilerinin kaygısı, özelleştirmenin ne olduğunun işçiler ve emekçiler tarafından anlaşılması; bu işçi ve halk düşmanı uygulamaya karşı topyekûn direnişe geçilmesi ihtimaliydi.
Globalizm de benzer durumla karşılaştı. Başlangıçta sihirli bir sözcük olarak; dünyanın geleceğini kurtaracak bir yöneliş olarak sunulan globalleşmenin, zaman içinde, bırakalım dünyanın geleceğini kurtarmanın, dünyanın geleceğini karartmanın yolu olduğu görüldü. Ve giderek önce globalleşmeyi savunanlar kendi içinde bölündüler. Çünkü şu görüldü ki; globalleşme, bir avuç tekel ve en gelişmiş birkaç sanayi ülkesi dışında herkes için bir yıkım demekti. Özelleştirme önce Latin Amerika ülkelerinde, Arjantin, Meksika ve Brezilya’da büyük yıkımlara yol açtı. Arkasından da globalizmin savunucularının en iddialı oldukları Güneydoğu Asya’daki çöküş geldi. Bu gelişmenin globalizmin ideologları arasındaki çatışmayı daha da hızlandıracağı kuşkusuzdur.
Cilası dökülen globalizm, aydın çevrelerden, orta sınıflardan aldığı desteği de kaybetme surecine girdi. Öte yandan işçiler ve emekçiler; globalleşmiş bir dünyaya giden yol olarak uygulamaya sokulan özelleştirme ve esnek çalışmanın işçi-emekçi düşmanı niteliğini gördüler. Bu yüzden de özelleştirmeye ve esnek çalışmaya karşı direnişler giderek yaygınlaşmakta ve çeşitlenmektedir. Avrupa; son 5 yıldır; esnek çalışmaya karşı çıkma merkezli, 50 yıldan beri görülmedik ölçüdeki protesto ve direnişlere sahne olmaktadır. Sendikal bürokrasinin mücadeleyi engelleme çabaları çoğu zaman başarısız kalmaktadır. Geri ülkelerde ise işçiler özelleştirmeye karşı ülke bağımsızlığını, anti-emperyalizmi birleştiren bir rotaya yöneltmiştir. Örneğin Türkiye’de Yatağan işçilerinin çıkışı, arkasından maden işçilerinin, tekel işçilerinin ve tütün üreticilerinin onları izleyen bir biçimde bağımsızlık sorununu gündeme almaları buna tipik örnektir.
Dünyayı tekeller için tam bir talan sofrasına çevirme çabaları, gelişmiş ülkeler de dâhil köylü yığınlarının yeniden tarih sahnesine çıkmasının vesilesi olmuştur. Fransız, İspanyol, Portekiz, İtalyan, Yunanistan köylüleri kendi çıkarlarını korumak için sık sık sahneye çıkmaktadır. Bir yandan gümrüklerin kaldırılmasını öte yandan tarımın desteklenmesini önleyen hükümetlerin ve IMF’nin dayatmalarına karşı çıkan köylüler, Türkiye gibi ülkelerde, ülke bağımsızlığının da savunuculuğu saflarında yer alıyorlar.
Uluslararası tekeller; belki “yolun yarısını geçtik” diye bir “global dünya anayasasını, AMİ’yi hazırlıyorlar. Ama her zaman dünya ölçüsündeki çabalar “yolun yarısını” geçtikten sonra akamete- uğramıştır. Bu yüzden de globalleşmenin başarıya ulaştığını söyleyenlerin hevesleri kursaklarında kalacaktır. Çünkü bir yandan işçiler, köylüler, emekçiler; ezilen ülkelerin halkları her geçen gün tekellerin dünyayı nereye götürmek istediğini görmekte ve tepkilerini dile getirmektedir. Öte yandan tekellerin, tekelci grupların ve emperyalist ülkelerin kendi aralarındaki çelişmeler uluslararası tekellerin hayal ettiği gibi bir globalleşmeyi imkânsız kılacak etkenlerdir. Çünkü dünya ancak, çıkarları çatışan sınıflara ve devletlere bölünmüşlüğün son bulmasıyla globalleşebilir. Bunun tek olanaklı sistemi ise; sosyalizmdir. Evet, dünya sonunda sınırlardan, sınıf ayrıcalıklarından kurtulmuş bir insanlık dünyası olarak globalleşecektir. Ama bu tekellerin dünyasında olmayacaktır.

Mart 1998

Seçim süreci ve sunduğu olanaklar

Temmuz sonundan beri siyasi partiler hızlı bir seçim hazırlığı sürecine girdiler. Ama aslında seçime hazırlık Nisan sonunda başlamıştı.
Kemal Derviş’in, “bir erken seçimin maliyeti bugünkünden fazla olmaz”, “seçim ekonomik dengeleri etkilemez”, “önümüzü göremiyoruz” açıklamalarıyla seçim startı verildi. Ama “seçim süreci” ilerledikçe; “acele seçim” diye yaygara koparan, TÜSİAD, TOBB, Sabancı, Koç gibi sermaye örgütlerinin ve patronların önde gelenlerinin ve “erken seçim” diyen partilerin çoğunun aslında gerçekten bir erken seçim istemediği ortaya çıktı. Tersine, onların asıl istekleri, Derviş’in asıl patronu olacağı ve siyaset sahnesini “piyasanın ihtiyaçları’na göre düzenleme hazırlıkları için “erken ya da zamanında seçim” baskısından kurtulmuş yeni bir hükümetti.
Ancak, sermaye güçlerinin en rafine kesimlerinden gelen bu plan karşısında Ecevit ve MHP’nin karşı hamleleri, Meclis’i 3 Kasım 2002’de bir “erken seçim” kararı almaya zorladı. Ama daha seçim kararıyla birlikte “4 Kasım’da bir felaket tablosuyla karşılaşılacağı” kehanetleri de gündeme düşmeye başladı.
Onca çok ve uzunca zamandan beri konuşuluyor olmasına karşın “erken seçim kararı” burjuva siyaset arenasında bir sürpriz gibi karşılandı ve can derdine düşen partilerin manevraları ve milletvekillerinin yeniden seçilme ya da vekillik ömürlerini uzatacak oyunları sahnelenmeye başladı. Ve bir kez daha halk, emekçiler burjuva siyasetin lağımının patladığına, çirkefin tüm alanı kapladığına tanık oldu. Erken seçim yapılmasına karar verilmesiyle birlikte, burjuva siyaset sahnesindeki çürümüşlüğün boyutları da bir kez daha gözler önüne serildi.
Muhalefetiyle, iktidarıyla düzen partilerinin işleri çok zordu. Çünkü aslında halk hiçbirini istemiyordu. En çok oy alma umudunda olanlar bile halka bir kurtuluş yolu göstermede sıkıntı içindeydi. Çünkü kendileri önce IMF’ye, AB’ye, ABD’ye, yerli büyük patronlara, rantiyeye “tam hizmet” için “güven verecekler”; sonra da, dönüp, halkı, onlara verdikleri sözün tam tersine inandıracaklardı.

SERMAYE GÜÇLERİNİN HEM AĞLAYIP HEM GİTTİĞİ BİR SEÇİM!
3 Kasım 2002’de yapılacağı ilan edilen erken seçim, sermaye güçlerinin, “bir daha böyle seçime gitmeyelim” diye hayıflanarak gittikleri üçüncü “erken genel seçim” oldu.
1995 ve 1999 seçimlerine de sermaye güçleri, “böyle bir seçimden sorunları çözecek bir hükümet çıkmaz” diyerek, partiler arasındaki kısır yarışın bir sonucu olarak gitmişlerdi. Ne var ki; bu sefer, “keşke seçime gidilmese” pişmanlığı çok daha derin. Dahası, “seçimin hazırlıkları”yla “seçimi erteletme” çabaları da atbaşı gider halde.
Seçim sürecine girildiği hissedilen son 2-3 aydan beri, milletvekillerinin partilere göre dağılımı neredeyse her gün değişmektedir. Partiler milletvekili transferleriyle tabanlarını genişletmeye çalışırken, kimi milletvekilleri ise yeni partiler kurarak, kimisi yıllar önce ayrıldığı partisine dönerek “yeni bir mevziiye geçmekte”dir.
Bu geçişler, gidişler, dönüşler; siyasi literatüre “fırıldak”, “yuvarlak” kavramlarıyla giren milletvekillerinin kişisel çıkar peşinde koşması ya da başka kaprisleri sonucu ortaya çıkan gidip gelişlerin çok ötesindedir. Çünkü yıllarca iktidar olmuş, bir zamanların birinci, ikinci büyük partileri çözülüp dağılmakta; bu partilerin bakanları, genel başkan yardımcıları, kendilerinin bugüne kadarki politik çizgileriyle ilgisiz partilere katılarak, o partilerden milletvekili olmaya hazırlanmaktadır. 40 yıllık kulağı kesik politikacılar; “yeni oluşum” diye kendilerini ortaya atıp halka yutturmayı ummakta, 70 küsur yıllık parti; kendisini “yeni” ilan edip daha dün eleştirdiklerini bugün baş tacı ilan etmekten çekinmemektedir. İşin daha da ilginci; bugüne kadar iktidar olan partilerin hiçbirisi geçmişte yapılan işleri sahiplenmemekte, “Yaptıklarımız yapacaklarımızın garantisidir” diyememekte, tıpkı büyük patronlar onların sözcüleriymiş gibi; olup biteni gaipten gelen güçler yapmış da, bunlar da onun mağduruymuş gibi şikâyet etmektedir.
Daha somut ifade edersek; halen iktidarda olan partilerinden ikisi; bugün dağılmaktadır. İki ay önce en büyük parti olan DSP’nin milletvekili sayısı bakımından şimdiki yeri 5. sıradır. Ama “anketlere” göre bu partinin oy oranı yüzde 1’lere kadar gerilemiştir.
ANAP ise; tepeden tırnağa, her kademesinde çözülmektedir. İki ay önce “merkez sağ”ın ve “AB’cilerin has partisi” olduğu, Mesut Yılmaz’ın, “sağın lideri olma çizgisine” geldiği tespitleri yapanlar şimdi; ANAP’ın seçim gününe kadar bir “parti olarak” kalıp kalmayacağını tartışmaktadırlar.
DSP’den; “İşte Türkiye’yi kurtaracak parti” diye bölünen Özkan-Cem-Derviş üçlüsünün yönetimindeki “yeni oluşum”un Yeni Türkiye Partisi (YTP), bugün sadece, bir “DSP artığı” parti durumuna gelirken, üçlünün birinci adamı Derviş, kendisini CHP’ye atarak “kurtarmış”, iki ortağını ise siyaset arenasının acımasız dişlileri arasına bırakmıştır.
Düzen partilerinin alt tabakasındaki partiler ise; sadece programlarıyla ve girdikleri ilişkilerle değil siyasi ahlak bakımından da “yukarıdakileri” aratmayacak kadar kokuşmuş olduklarını gösterme gayreti içindedirler. Tekeller, parası olan karanlık amaçlı kişiler parti alıp satmaktadır. Sözün gerçek anlamıyla alınıp satılan partiler; trilyonlarca liraya “patent hakkı” satar gibi “seçime katılma hakkını” satmaktadırlar. Burjuva siyaset arenasındaki kokuşmuşluk; Türkiye’nin o iğrenç siyasi partiler tarihinde bile görülmemiş bir boyuta sıçramıştır.
Meclis’e girmenin bir yolunu bulmak, her tür ilke ve siyaset ahlakının önüne geçmiş; en olmayacak partilerin birbiriyle ittifaklar kurmaya çalıştığı görülmektedir.
Ağustos ayının sonunda; barajı aşma konusunda nispeten rahat (önümüzdeki iki ay boyunca bu partilerde de nelerin olup biteceğini kimse kestiremez) olan iki parti vardır; AKP ve CHP!
Bu iki partinin de neden rahat olduğu çok anlaşılır değildir. Çünkü her iki parti de, olup bitene yeni bir yorum getirmemektedir; halkın ve ülkenin içine sürüklendiği kaostan çıkış için bir yeni çıkış yoluna sahip değildir. Tersine her ikisi de IMF programına, AB’ye, Amerika’ya, bugüne kadar, ülkeyi içinde bulunduğu bataklığa sürükleyen bütün temel yönelimlere, politikalara sahip çıkmaktadırlar. Ve üstelik: son üç yılın uygulamalarına karşı da; halkın karsısına çıktıklarında, “Bunlar ülkeyi yoksulluğa, halkı açlığa mahkûm etti” yollu açıklamalar yapsalar da, gerçekte bütün uygulamayı desteklemiş, hatta hükümeti yeterince radikal olamamakla suçlamışlardır.
Kuşkusuz ki: sermaye güçlerinin siyaset arenasındaki kargaşa ve ahlaki çöküntünün temelinde: bu partilerin bağlı olduğu egemen sınıfların, çıkar gruplarının politikaları arasında; sağcı-solcu, sosyal demokrat-liberal, ilerici-muhafazakâr, dinci-milliyetçi gibi ayırımların yaşamasını, bu “geleneksel” değerler üstünden partilerin birbiriyle yarışmasını gerektirecek temelin çökmüş olması yatmaktadır. Çünkü neoliberal politikalar sermayenin ve onun partilerinin tek yönelişi haline gelmiştir. Şimdi ise: bütün düzen partileri IMF programı etrafında birleşerek seçime gitmektedir ve her birinin ötekine karşı, “bu programı ben daha iyi uygularım” demesinin ötesinde aralarında bir ayrım kalmamıştır. Aslında bütün partiler, sözcüğün gerçek anlamıyla “tek parti” haline gelmiştir, ama “demokrasi” ve geleneksel burjuva siyasi kastın bölünmüşlüğü, çok partiyi, aslında daha da çoğaltıcı bir tepki olarak gelişmekte; bu çelişki ise, sermaye güçlerinin siyasi platformunu bir çözümsüzlüğe sürüklemiş bulunmaktadır.
Bu gelişme elbette Türkiye’ye özgü bir durum değildir. Avrupa’nın en ileri demokrasi ülkelerinde de aynı açmaz hızla kendisini duyurmaktadır. Örneğin, Fransa’da iki turlu seçim bile düzeni kurtarmıyor diye, yeni önlemler alınmaktadır. Ancak, Türkiye’deki antidemokratik politik gelenekler ile krizin birleşmesi; siyasi alandaki çöküşü de gürültülü bir sürece dönüştürmüştür.
Burjuva siyaset arenasındaki bütün yenilenme çabalarına karşın; halkın yüzde 30-40’ı henüz hangi partiye oy vereceği kararını vermediği gibi, “hiçbir partiye oy yok” diyenlerin oranı da en düşük gösterildiği anketlerde bile yüzde 20’ler düzeyini korumaktadır. Düzen partileri ise; sermaye güçlerine, IMF’ye verdikleri sözler nedeniyle; sözde de olsa emekçilere vaatlerde bulunup onları ikna etmeye yönelmemektedir. Halkın sermaye partilerine tepkisi, burjuva siyaset arenasındaki sorunlara panik boyutunu da eklemekle: “kıyamet senaryoları” şimdiden yazılmaktadır. “4 Kasım’da yeni bir erken seçim” için start verme ihtiyacı tartışılmaya başlamıştır bile.

SEÇİMİN TEK AMACI MECLİS’E GİRMEK Mİ?
Böyle bir tablodan iki sonuç çıkarılabilir.
Çıkarılabilecek birinci sonuç; bu kargaşadan yararlanarak, Meclis’e kapağı atacak girişimleri yoğunlaştırmak. İkinci sonuç ise; emekçilerin sistem partilerinden kopmasını hızlandırıp, kendi bağımsız taleplerini savunabilecekleri bir pozisyonda birleşmeleri ve parlamenter mücadeleye kendi cephelerinden katılabilecekleri bir girişimi gerçekleştirecek bir taktik çizgiyi ortaya koymaktır.
Kuşkusuz ki, düzen partileri, bu tablodan Meclis’e kapağı atmayı, siyasi iktidar mücadelesinde kendi savundukları kesimlerin daha etkin olması için şeytanla bile birleşmekten çekinmemeyi çıkarmışlardır.
“Kâbus senaryolarından Dervişli operasyonlara, AB, IMF ve Amerika’nın işe karıştırılmasından parti alıp satmaya her yolu mubah görmelerinin arkasında bu “kapkaççı” politika tarzı vardır. Ve bu partilerin hem sahip oldukları siyaset felsefesi, hem de temsil etme iddiasındaki kesimlerin politika tarzı bu tutumla uyuşmaktadır. Tersine bu partilerden başka türlü hareketler, kimi ahlaki ve halk lehine tutumlar almalarını beklemek aşırı saflık olur. Çünkü onlar için ahlak, fazilet, vefa, dürüstlük, halkın çıkarlarını savunmak, halkın iradesi filan gibi şeyler, tümüyle halkı aldatmak için kullanılan propaganda malzemesidir.
Ne yazık ki; “kazanmak için her yol mubah” tarzı, sadece düzen partilerine has bir tarz da değil.   .
Örneğin HADEP; “Meclis’e milletvekili sokmak için MHP ve AKP dışında bütün partilerle ittifak yapmayı caiz” görmektedir. MHP ve AKP ile ittifaka karşı çıkmanın nedeni de, onların ideolojik-siyasi çizgileriyle filan değil, “idama hayır demedikleri için”dir! Bunun ötesinde: Türk ve Kürt emekçilerinin bu siyasi girişimlerden ne anlayıp, nasıl bir politik bilinç kavrayışı edineceği, HADEP’in Türk ve Kürt tüm milliyetlerden işçiler ve emekçiler için oynayacağı rolün olup olmadığı gibi sorunlar görmezden gelinmekte; “Meclis’e girmek” tek amaca indirgenmiş bulunmaktadır. Oysa HADEP’in, Kürtler ve Türk emekçilerin gözünde kazandığı pozisyon, özellikle Türk kökenli işçi ve emekçilerin ileri kesimlerinin ondan beklentisi, elindeki imkânları sermaye güçleri ve gericilik karşısında emekçilerin birleşmesi ve bağımsız bir güç odağı olarak rol oynayabilme imkânı için kullanmasıdır. Bu yönelişle hem Türk kökenli emekçilerle Kürt emekçiler açısından pratik bir birlik imkânı ortaya çıkacak; hem HADEP şer güçler karşısında kendisi Türk kökenli emekçilerin ve emek örgütlerinin şemsiyesi altına alma imkânı elde edecek, hem de “Kürt partisi” nitelemelerinin boşa çıkması için önemli bir dayanak elde edebilecekti.
Dahası; EMEP’in önerdiği biçimde; emek örgütleri, demokrasi yanlısı çevrelerle emek ve demokrasi yanlısı partilerin seçimlere ortak adaylarla gitmesi ve buradan parlamentoya girme çağrısı; bugün HADEP’in ısrarla üstünde durduğu HADEP-SP (HADEP-YTP, HADEP-ANAP…) seçeneklerinden daha az gerçekçi değildir.
Tersine, ortak adaylar etrafında bir ittifakın bu tarzda seçime girmesi, parlamentoya girmeyi garanti etmenin de tek biçimidir. Çünkü ideolojik doğrultuları ve tabanları farklı eğilimdeki partiler arasındaki ittifaklarda, ittifaka giren partilerin oyu her zaman ittifaka girenlerin oyunun toplamına yaramayabiliyor. Hatta çoğu zaman öyle oluyor. Hele SP’nin şovenist, ırkçı kesimlerdeki seçmenlerinin ya da HADEP’in alevi ve demokrat kesimlerdeki seçmenlerini bu ittifaka oy vermesi çok zordur.
Aslına bakılırsa ÖDP için de aynı faydacı, pragmatist yaklaşım geçerlidir. “Meclis’e gidilmedikten sonra, bir ittifaka gerek yoktur”’ diye düşünüyor ÖDP. Yaklaşım böyle olunca da; ÖDP için seçime katılırken ittifaklar oluşturma, kimi düzen partileriyle bir araya gelmek, onların listesinden ÖDP’lileri Meclis’e sokmak olarak anlaşılıyor. Bu yüzdendir ki; ÖDP’nin seçim taktiği içinde, işçilerin, emekçilerin parlamenter mücadeleye kendi tarzlarında katılması, bütün düzen partilerine karşı bir mücadele odağı oluşturulması ve bu odak etrafında emekçileri düzen partilerinden kopararak kendi politikalarını yapmaya çağırma gibi kaygıların olduğunu gösteren bir şey yoktur. Bu yüzden de ÖDP, “Mademki ‘sosyalistlerden sosyal demokratlara kadar bir sol birlik’ gerçekleşmiyor, mademki Meclis’e girecek bir oy potansiyeli bir araya gelmiyor, öyleyse herkes kendi partisiyle girip, adının propagandasını yapsın” tutumunu temel seçim tutumu haline getirmiştir.
TKP ise; seçimi; kendi bulunduğu konumu, “Bakalım halk TKP adına ne kadar yakınlık duymaktadır” sorusunun yanıtı üzerinden “sınayacak” bir seçim olarak değerlendireceğini söylemektedir. Sanki halk bir “deney yaratığı”, TKP de parti değil “meraklı bir bilimci”!
Tıpkı ÖDP gibi, TKP’nin de, halkın ne istediğiyle ilgisi, seçimlerin işçilerin siyasi bilinç düzeyinin yükseltilmesinin ve sermaye güçlerine karşı mücadelenin bir vesilesi olarak kullanılması gibi bir düşüncesi yoktur.
Oysa halk yığınlarının böyle “deney yapma” gibi lüksleri ya da “mademki baraj aşılamıyor öyleyse kalsın” deme kaprisleri de yok. Onlar “makûs talihlerini yenmek, üstlerine gelen işsizlik, yoksulluk, ülkenin felakete sürüklenmesi gibi belalara karşı bir arayış içindedirler. Sermaye partilerinin aldatmasına, IMF sultasından kurtulunması için tepki gösteren yığınların önüne birleşebilecekleri bir platform koymak; emek, hak, ülke çıkarı kaygısı duyan partiler için baş kaygı olmak durumundadır.
Bu arayışa yanıt vermeyen, “emekten yana”, “sol”, “demokrat”, “yurtsever” vb. partilerin kendileri ve kendi yandaşlarını tatmin etmekle sınırlı “ittifak arayışları”; elbette halkın bu kurtuluş isteği ve IMF’ci partilere tepkisiyle olduğu kadar, bu partilerin misyonları, kendilerine biçtikleri rolle de çelişir.
Bu bakımdan EMEP’in Evrensel’de ve Özgürlük Dünyası’nın bu sayısında yayımlanan GYK ve İl Başkanları Toplantısından bu kaygıları güden bir çağrı çıkmıştır. Bu çağrı; tüm emekten ve demokrasiden yana parti ve çevreler ile tüm emek örgütlerinin birleşebileceği bir seçim platformu ve gerçekleşebilir bir seçim ittifakını kapsamaktadır. Kısaca, çağrı; emek örgütleri, emek ve demokrasiden yana partilerin belirleyeceği ortak adaylarla seçime girmeyi önermektedir. Ne var ki; bu çağrıya; HADEP, “gerçekleştirilmesi zor, oylarımızı kontrol edemeyiz” gerekçesiyle karşı çıkarken ÖDP; prensip olarak da ortak adaylar etrafında seçime gitmeye karşı çıkmış, “bu çağda seçime partilerle girilir” gerekçesiyle olumlu yanıt vermemiştir.
Bu karşı çıkışların yersiz olduğu besbellidir. Ve bu karşı çıkış, arkasında başka gerekçeler yoksa ülkede olup bitenleri; emekçilerin arayışı ve siyasi gelişmelerin emekten yana partilere, siyasetçilere nasıl bir görev yüklediğini anlamamaktır.

SÜRECİN EMEKÇİLERE SUNDUĞU DEVASA OLANAKLAR
Bir seçimde, çok oy almanın, Meclis’e milletvekili sokmanın sınıflar mücadelesine sunacağı imkânlar elbette tartışılmaz. Emekçilerin kendi temsilcilerinin parlamentoya girmesi, oylarının sayısının artması; başka bir şey olmasa bile moral bakımdan yığınları etkileyeceği gibi, aynı zamanda sınıfın partisinin kendi çalışmasının etkinliğini, olumlu ve olumsuz yönlerinin ayrıştırılmasını, mücadeleyi yürütme yeteneklerini göstermesi bakımından önemli bir ölçüttür. Ama bu imkânlar bile kendi başına seçime katılmanın en temel amacı ve kriteri değildir. Tersine burada temel kriter; seçim sürecinin yarattığı duyarlılıkların emekçi sınıfların mücadelesinin gelişmesinin hizmetine ne derece koşulabildiği; sürecin imkânlarının emeklilerin örgütlenme ve siyasal bilinçlerinin ilerlemesinde ne ölçüde kullanılabildiğidir. Yoksa herhangi bir biçimde Oy yükseltilmiş ya da ortaya çıkan kimi fırsatlardan yararlanarak Meclis’e milletvekili de sokulmuş olabilir. Örneğin, günümüz koşullarında CHP ya da SP listelerinden emekten yana bazı kişilerin milletvekili olması ya da “hile” ile başka partilerin listelerinden bazı kişilerin seçilmesi sağlansa bile, bunun, emekçilerin mücadelesine, sürecin sunduğu imkânlar ölçüsünde bir yarar sağlaması elbette ki beklenemez. Çünkü bu gelişmeler mücadelenin diğer alanlarındaki gelişmelerle paralel ilerlememişse, bunlar emekçilerin siyasi bilincinin yükselmesine, örgütlenme düzeyinin ilerlemesine bir katkı sağlamamışsa, sonuçta kendilerinden beklenen yarar da elde edilemez. Bu yüzden de; bir işçi sınıfı partisinin, bir mücadeleci partinin seçimlerde dikkat edeceği asıl kriter; seçimin imkânlarının emekçilerin mücadelesinin gelişmesine, onların örgütlenme düzeyinin, siyasal bilinçlerinin ilerlemesine ne ölçüde katkı yaptığı; kendi bağımsız talepleri etrafında birleşip sermaye partilerinden bağımsız olarak ne ölçüde hareket edebildikleridir. Oy sayısı, kazanılacak milletvekili sayısı, seçime hangi ittifaklarla girilip girilmeyeceği bu kriterle birlikte önem kazanır.
İçinde bulunduğumuz seçim süreci, sermaye güçlerinin ekonomik, siyasi, ideolojik bakımdan sayısız açmazlar içinde bulunduğu bir dönem olması itibariyle, emek mücadelesinin ve sınıfın partisinin mücadele hattının hayata geçmesi bakımından sayısız fırsatları da birlikte getirmektedir.
Her şeyden önce, düzen partilerinin aşırı itibar yitimi, onların yığınları bölmek için kullandıkları milliyetçilik, dincilik, gelenek görenekçilik temelinden kalkan motiflerin etkisini yitirmesine paralel olarak emekçilerin yeni arayışlar içinde olması; sınıf partisinin önüne, daha önce olmadığı, dolayısıyla yararlanamayacağı ölçüde büyük imkânlar sunmaktadır. Bunun anlamı ise; daha önce düzen partileriyle hareket eden çeşitli emekçi sınıf kesimlerinin çok önemli bir bölümünün şimdi emek güçleri cephesine katılma imkânının artmış olmasıdır. (Bu, işçi ve emekçilerin, halkın her seçim döneminde dile gelen birlik isteğinin içeriğinin değişmesinde de görülmektedir. Sömürülen, ezilen yığınların derinliklerinden gelen birlik özlemi; düzen partilerinin itibar yitimine bağlı olarak, giderek, önceki dönemlerde olduğu gibi seçimlerde herhangi bir düzen partisinin -daha çok CHP gibi “emekten yana” vaatlerde bulunanların- desteklenmesinden emekçilerin kendi bağımsız platformlarında birleşmesine doğru farklılaşmaktadır. Emekçilerin geniş kesimlerinin etrafında birleşebilecekleri bir seçim platformu, ezilen yığınların küçümsenemeyecek bir bölümünün bu arayışı ve birlik özlemine tamamen uygun olacaktır.)
EMEP’in seçim taktiğinin ana dayanak noktası da budur: Sermaye partilerinden kopma sürecine giren değişik emekçi sınıf kesimlerine; etrafında birleşebilecekleri bir seçim platformu sunmak! Bu platform; hem siyasi olarak emekçilerin en geniş kesimlerini birleştiren bir seçim programına (başlıca yönleriyle, IMF programı üstünden geliştirilen sermaye saldırısını püskürtmek, demokrasinin geliştirilmesi ve savaşa karşı mücadele) dayalıdır; hem de, emek örgütlerinin ve emekten yana partilerin ortak adaylar etrafında seçime katılması imkânı sunmaktadır. Üstelik bu çevrelerin, üzerinde, “senin listen, benim partim” tartışmasına fırsat vermeden anlaşabileceği bir platformdur. Ve üstelik bu öneri; emekçilerin tüm düzen partilerine karşı bir cephe oluşturarak kendi taleplerini savunmalarına tamamen uygundur. Dahası seçimlerden sonra da gerçek bir emek cephesinin oluşturulması (Emek Platformu’nun canlandırılması ve üstüne düşen rolü oynaması, sendikaların birer işçi örgütü olarak yeniden inşası, meslek örgütlerinin etkinliğinin artması, Kürtlerin eşitlik ve özgürlük mücadelesi için daha ileri bir mevzi yaratılması) için son derece önemli bir temeli oluşturmaya hizmet edecek özellikler taşımaktadır.
Üstelik böyle bir platform; sadece merkezi değil; bir kez merkezi olarak adım atıldıktan sonra, asıl olarak da iller, ilçeler, işletmeler, hizmet birimlerine, köylere kadar inen; sermaye partileri ve sermaye düzeni karşıtı bir saflaşmanın oluşmasının imkânlarını açarak; dağınık emek güçlerinin, sermaye partilerine karşı şurada burada ortaya çıkan tepkilerin birikip yenilmez bir güce dönüşeceği imkânları sunması bakımından önemlidir.
Şimdi soruyu şöyle soralım: 3 Kasım 2002 seçimleri; böyle yurt sathında sermaye güçlerinin, IMF’ci, savaş yanlısı, demokrasi düşmanı güçlerin karşısındaki cephenin oluşması konusunda somut adımlarda bir ilerleme sağlarsa mı seçim süreci emekçi sınıflar için daha yararlı değerlendirilmiş olur; yoksa bir biçimde, bir grup milletvekili, bir düzen partisinin listesinden Meclis’e giderse mi?
Kaldı ki, bu taktik, pek çok ilde ortak adayların milletvekili seçilebileceği kadar oy da sağlayabilecek bir taktiktir. Emek örgütlerinin, emekten yana partilerin, tüm ilerici ve demokratların da adayı olarak çıkacak kişilerin; tahmin edilenden çok daha fazla oy alabileceğini kim inkâr edebilir? Ve böyle bir saflaşmanın seçilen milletvekili ağırlığı ile onun bunun listesinden çıkacak milletvekilinin “ağırlığı” bile çok farklı olacaktır. Birisi; yasaya karşı “hile”yle, öteki ise; yasayı, geleneği, göreneği, en önemlisi de her tür sermaye engelini açıkça ve herkesin önünde ilan ederek “aşma”nın milletvekili, emekçilerin dolaysız temsilcisi olarak meclise girecektir.
Kasım ayında yapılacak seçim, elbette emekten yana güçler, partiler ve emek örgütleri için çeşitli zorluklar (zaman kısalığı, emek örgütlerinin dağınıklığı, emek mücadelesinin temposunun düşüklüğü gibi) getirmektedir; ama yukarıda belirlendiği gibi, emekçilerin sermaye ile ayrışmasında, bundan önceki herhangi bir seçim döneminde olduğundan çok daha büyük imkânlar sunmaktadır. Sadece yukarıda ifade edilenler bile; bu seçimin sunduğu imkânların devasa boyutunu göstermeye yeter. Yeter ki; sermaye güçleri karşısında yer alan siyasi mihraklar, emek örgütlerinin yöneticileri, bu dönemin kendilerine yüklediği görevleri yeterince açık anlamış ve sermaye ve saldırılarına karşı çıkmaya cesaret ediyor olsun.

Sermaye güçleri belirsizliği yüceltip, kararsızlığı teşvik ediyor

İnsanlar birbiriyle dil ile ilişki kurarlar. Seslerin sözcük olabilmesi için de anlamlı olması gerekir. Dolayısıyla birbiriyle konuşan iki kişi, seslere aynı anlamı veriyorlar, o sesten aynı şeyi anlıyorlarsa karşılıklı bir konuşma, bir ilişki de mümkün olur.
Bu yüzdendir ki; aynı dili konuşmak, sözcüklerden, sözcüklerden oluşan cümlelerden aynı şeyi anlamak, anlaşmak için de önkoşuldur.
Ancak; düşünce gelişip, bir sisteme kavuştukça sözcükler yetmez oldu. Ve düşünce sistemleri arasındaki ilişkide sözcükler yetmez hale gelince, sözcüklerin sözlük anlamlarından çok daha geniş anlamlar ifade eden “kavramlar” kullanılmaya başlandı.
En azından Marksizm öncesinde, bütün bir düşünce tarihi boyunca, düşünsel, felsefi alanda sürdürülen mücadele, kavramların anlam ve içerikleri üstüne olmuştur. Bu bakımdan da karşıt fikir odakları olarak “ekoller” oluşurken, düşünce akımları ortaya çıkarken, eski kavramlar yeniden tarif edilip, bir bakıma da kendi alanlarındaki dili yeniden kurmuşlardır.
Marksizm, felsefi mücadeleyi bir “kavram savaşı” olmaktan çıkararak; 2500 yıllık, hiç bitmez sanılan spekülatif tartışmalara son vermiştir. Bunu yaparken de Marksizm, kavramların ifade ettiği fikirleri doğada, sosyal yaşamdaki karşılıklarıyla birlikte ele almış, böylece kavramları “donmuş fikir tabletleri” olmaktan çıkarıp; canlı sosyal pratikle her gün yeniden zenginleşen, doğayı dünyayı değiştirme mücadelesindeki insanın eyleminde rol oynayan bir araca dönüştürmüştür.
Marksizm’in tarih sahnesine çıkmasından sonra da; karşıt fikir akımlarıyla mücadelesi, böyle içeriği az çok belirlenmiş kavramlar aracılığı ile sürmüş ve tartışmanın işin içinde olmayanlar tarafından da izlenmesi, bir fikir sahibi olması mümkün olmuştur.
Ancak, post-modernizmin burjuvazinin başat bir tarzı olarak popülerleştirilip piyasaya sürülmesiyle; sadece “bilinmezcilik”, “tekbencilik” yüceltilmekle kalınmamış, bilinçli olarak bir kavram kargaşası da yaratılarak; “alacakaranlık” ortamında bir düşünce dünyası idealleştirilip organize edilmiştir. Bu alacakaranlık ortamı; kavram kargaşası yüceltilerek; belirsizlik ortamı kışkırtılarak derinleştirilmiştir. Medya gücü kullanılarak, dil ve kavram disiplini bozulmuş, kavramlar popülerleştirilip yaygınlaştırılırken, bunlara herkesin kafasına göre anlam verebileceği bir belirsizlik kazandırılmış, böylece de aslında kavramlar bir iletişim, bir tartışma, fikirlerin karşılaştırılmasının aracı olmaktan çıkarılarak, uluslararası tekellerin ve propaganda merkezlerinin verdiği içeriğin taşıyıcısı haline getirilmişlerdir.

SIĞLIĞIN, BELİRSİZLİĞİN, ALACAKARANLIĞIN YÜCELTİLDİĞİ BİR DÖNEM
Fikir akımları arasındaki mücadele; son tahlilde, “Benim dünya görüşüm, dünyada olup biteni daha iyi açıklar ve benim dünya görüşüm doğrultusunda hareket edilirse insanlık gerçek mutluluğu yakalar” yarışıdır. Bu nedenle de ilerici, gerici bütün fikir akımları, karşı görüşün fikirlerini çürütmeye çalışmış; bunu tutarlı mantık içinde de başarmayı amaçlamışlardır.
Daha doğrusu post-modernizme kadar böyleydi demek doğrudur. Çünkü post-modernizm adı altında toplanan eğilimler, böyle bir “mertliği” bile benimseyemeyerek; belirsizliği, kafa karışıklığını, alacakaranlığı kendi mevzileri olarak kullanmayı esas alarak materyalizme ve diyalektiğe savaş açmışlardır.
Bilgisizlik, sığlık, belirsizlik üstünden şekillendirilen bu dil-kavram esnekliği; egemenlere karşı savaşırken, ideolojik, siyasi, her alanda kesin bir kararlılıkla hareket etmesi gereken işçi sınıfı ve müttefiklerine karşı bir saldırı kampanyası haline getirilmiş bulunmaktadır.
“Üretim”, “emek”, “kâr”, “değer”, “liberalizm”, “sosyalizm”, “demokrasi” gibi tüm kavramların içerikleri her anlama gelebilecek biçimde popülerleştirilip piyasalaştırılırken; bazı sözcük ve kavramlar ise; gündelik politika alanında kargaşa yaratmak için kullanılmaktadır.
Sermayenin propagandacıları ve onların eteklerine yapışmış bir kategori oluşturan “sol ideologlar” bir “kavram piyasası” oluşturanların en önemli destekçileri olmuşlardır. Onların üretip pazarladığı bu kavramları da sendikacılar, liberalizmin etkisi altındaki “emekten yana” pek çok siyasi çevre ve bilim dünyasının tanınmış isimleri de dâhil pek çok kişi “yenilik” adına kullanmaktadırlar.
Bu kavramların, sözcüklerin ve sözcük dizinlerinin tek özelliği; “cilalı”, ilk bakışta “aman ne hoş bir laf” intibaı uyandırması. Bu kavramlardan sık kullanılan bazıları şunlar: “solun birliği”, “özgür emek”, “küresel saldırı”, “küresel direniş”, “emeğin küreselleşmesi”, “emeğin Avrupası”, “sosyal Avrupa”, “bir başka Türkiye”, “sivil toplum”, “üretici”, “tüketici”…
Örneğin; işçi sınıfının, emekçilerin mücadelesinden yana olduğunu söyleyen bir sendikacının, bir politikacının; “Onlar sermayenin küreselleşmesinden yana, biz de emeğin küreselleşmesinden yanayız” deyip, etrafa caka sattığı az rastlanır bir örnek olmadığı gibi; iki yıl önce Emek Platformu, özgürlük talebini dile getirmek için “özgür emek” kavramını kullanmıştır. Ya da bugün kendilerini “radikal sosyalist” diye ifade eden siyasi çevreler; bugünkü soygun ve sömürü düzeni, ülkenin emperyalizm tarafından her gün daha büyük oranda adeta sömürgeleştirilmesi karşısında; bağımsız ve demokratik bir Türkiye ile emperyalizm ve işbirlikçilerinin tasfiyesi yerine ne anlama geldiği belli olmayan ama herkesin de kendine göre anlam verebileceği “bir başka Türkiye mümkündür” gibi bir sloganla işin içinden çıkmaktadırlar.
Kuşkusuz; burada sermaye güçlerinin propaganda ve “ideoloji üreten merkezlerinin” düşün yaşamı üstünde bir hegemonya yaratmış olmalarının rolü vardır. Ve elbette işçi sınıfı mücadelesinin hareketinin bugünkü boyutu, temposunun düşüklüğü ve dünyanın gidişatına müdahalesinin etkisizliği sermayenin güç odaklarına düşünce yaşamı üstünde baskılarını artırmak için olağanüstü imkân tanımaktadır. Bu nesnel nedenlerden dolayı; bu alanda bozuşmanın daha da artması, kavramların, sloganların içeriklerinin bozuşturulmasında karşı taraftan yeni hamleler yapılması gayet normaldir. Ama olup biteni sadece bu nesnel nedenlere bağlamak doğru olmaz. Tersine, sorunun önemli bir yanı; emekten yana siyasi çevreler ve sendikal mücadele içindeki “sol”, “ilerici” bilinen kesimlerin; bilim dünyasında materyalizmi, diyalektiği, Marksizm’i savunmak iddiasındaki kesimlerin, emek ve sermaye arasındaki çatışmayı “sol liberal”, “liberal sosyalist” bir çizgiden kavramalarıyla ilgilidir.
Kuşkusuz ki; bu sözcükler, sloganlaştırılmış sözler ve kavramlar ve bunlarla “akraba” pek çok başka söz ve kavramlar tartışılabilir. Ama bilmek gerekiyor ki; sorun çok daha derindir ve bir bütün olarak bugün post-modernizm ve onun çeşitli versiyonlarına karşı; ideolojik alanda esaslı bir mücadeleyi zorunlu kılar. Hatta önümüzdeki dönem, 18. yüzyıl aydınlanmacıları gibi; bütün bir literatürün yeniden yazılması; içeriğinin yenilenmesi zorunlu bir dönem olacaktır denebilir.
Ancak burada son günlerde daha çok kullanılmaya başlanan bazı sözcüklerin ve sloganlaştırılmış bazı söz ve kavramların içeriklerine ilişkin kısa değinmeler yapacağız.

‘EMEĞİN KÜRESELLEŞMESİ’ ALDATMACASI
Bu kavramlardan birincisi; “emeğin küreselleşmesi” kavramıdır. Günlük mücadele içinde emekten yana bir tutum alma iddiasındaki kesimler ve hatta “mücadeleci” olarak bilinen sendikacılar bile; “Sermayenin küreselleşmesine karşı emeğin küreselleşmesini savunuyorum” diyebilmektedir. Oysa bu “karşı çıkış” ile sadece sermayenin küreselleşme gayretlerine meşruiyet kazandıran; “sermayenin küreselleşmesine emeğin de küreselleşmesine izin verilmesi şartıyla” bir itirazın olmayacağı sonucuna çıkan bir çizgiye varılmaktadır.
Oysa “küreselleşmeden “uluslararası olma” kastediliyorsa; emek de sermaye de bu anlamıyla en azından 200 yıldan beri zaten “küresel”dir. Bunun için birine taraf ötekine karşı olunması gibi bir şey aptalca bir şeydir. Çünkü bu nesnel bir veri, kapitalizmin olmazsa olmaz bir özelliğidir. Marx’ın Kapital’i onun için emeğin de sermayenin de vatanı olmadığı üstüne kurulmuştur; işçi sınıfı enternasyonalizmi de bu nesnel temelin üstünde anlam kazanır.
Bugünkü “küreselleşme” ise; sermayenin uluslararası planda hareketinin önüne, ulusal kurtuluş mücadeleleri ile sosyalizmin ve işçi sınıfı mücadelelerinin getirdiği engellerin, sınırlamalarının kaldırılması için girişilmiş, tekellerin bir saldırısıdır. Ve uluslararası sermaye güçleri bu saldırıyı; dünya egemenliği statüsünü (devlete, onun baskı araçlarına ve sermaye gücüne sahip olma) kullanarak gerçekleştirmektedirler. Burada; “Öyleyse biz de emeğin küreselleşmesini savunuruz” demenin hiçbir anlamı yoktur. Eğer “emeğin küreselleşmesi “nden; örneğin Türkiyeli işçilerin, emekçilerin Avrupa ve Amerika’da da “iş aramasının serbest olduğu” bir “küreselleşme” kastediliyorsa da, bunun aynı zamanda tekellerin en tatlı hayali ve “kapitalist küreselleşmeciler”in varmak istediği bir amaç olduğunu da burada söyleyebiliriz. Çünkü onlar için günde 100 Euro’ya çalışan Avrupalı işçiyle 10 Euro’ya çalışan Türkiye’li işçiyi, Türkiye’de de 10 Euro’ya çalışan Türkiyeli işçiyle 1 Euro’ya çalışan Bangladeşli işçiyi rekabete sokup ücretleri, sosyal hakları, çalışma koşullarını ve sosyal yaşam düzeyini Avrupa düzeyinden Bangladeş düzeyine “yöneltmek”ten daha güzel ne olabilir! (Kapitalistlerin egemen olduğu bir dünyada emeğin küreselleşmesinden, emeğin serbest dolaşımından da başka bir sonuç çıkamaz.) Bugün bunu yapamıyor, emekçiler ülke sınırı tanımadan serbestçe iş aramaya çıkamıyorsa, bunun sebebi henüz bu anlamdaki küreselleşmelerinin çok başında olmaları ve elbette kendi ülkelerinde işçi sınıfı mücadelelerinin kazanımlarını henüz yeterince ortadan kaldıramamış olmalarıdır. Bu yüzden de bu “emeğin de küreselleşmesi” “dayatması” aslında bir “muhalefet” bile değil; kapitalist küreselleşmeye dolaylı bir destek olduğu kadar onun nihai amaçlarını da kutsamaktır.
Elbette burada; kuru, aptalca bir enternasyonalizm yorumu ile gelişmiş ülkelerin işçilerinin, yabancı işçi dolaşımına karşı çıkmalarını, bu anlamda “emeğin de küreselleşmesi”ne karşı çıkmalarını “milliyetçilik”, “dar çıkarcılık” olarak suçlayarak keskinlik taslama fırsatını da kaçırmamaktadırlar.
Elbette kapitalist ülkelerin işçileri içinde “yabancı düşmanlığına karşı mücadele, yabancı işçilerin haklarının savunulmasıyla sınıfın tümünün haklarının ayrılmazlığı savunulmalıdır; ama bundan, bütün diğer koşullar sabit kalmak koşuluyla bütün ülkelerin sınırlarının işsiz emekçi yığınlarına açılması ya da kaçak işçiliğin teşvik edilmesini anlamamak gerekir. Tersine kaçak işçiliğin ortadan kaldırılarak her çalışanın yasalar karşısında eşitliği savunulurken aynı zamanda sermayenin ucuz işçi göçünü teşvikine karşı mücadelenin işsizler ordusunun büyümesinin ve işçilerin kendi arasındaki rekabeti önlemenin bir yanı olarak değerlendirilmesi gerekir.
Örneğin bizim ülkemizde Doğu Avrupa, Asya ve Afrika’dan gelen kaçak işçilerin Türkiyeli işçilerden üç beş kat daha ucuza çalışmalarına karşı çıkmak, onların da aynı ücretle çalışmasını savunmak, ama aynı zamanda kaçak işçiliği önlemek için mücadele etmek de önemlidir. Zaten en aşağıda olan ücret düzeyini yukarı çekme mücadelesi bunun bir yanıyken, “efendim herkese sınırları açalım, emek küreselleşsin” gibi ütopik bir “işçiciliğin” de sadece yabancı düşmanlığını kışkırtmak anlamına geldiği ve bundan en çok işçileri, emekçileri parçalamak isteyenlerin, hiçbir hak talebinde bulunmayan köle işçi çalıştıran patronların çıkar sağladığı da bir gerçektir.

‘KÜRESEL SALDIRIYA KÜRESEL DİRENİŞ’ SLOGANI
“Küresel saldırı” ifadesi bazen tek başına ama daha çok da “küresel saldırıya karşı küresel direniş” gibi bir slogan olarak kullanılmaktadır. İlk bakışta çok güzel, hatta mücadeleyi kışkırtan bir slogan intibaı uyandırmaktadır. Ama sonuçta; bu kavramlar, gezginci, sınıf dışı unsurların kapitalizme karşı öfkesini anlatan bir slogan biçimine dönüşmüştür. Bu yüzden de; “küreselleşmeciler” denilen çeşitli emperyalist ülke liderlerinin “zirve toplantıları”nın olduğu kentlere taşınan otonomcu, anarşist, Troçkist “solcu” çevrelerin eylemlerini ifade etmektedir.
Bu eylemler bir yanıyla; emek hareketinin dağınık ve henüz yarım yüzyıllık konformist eğilimlerin etkisiyle rehavetten uyanmadığı bir dönemde emperyalizme, onun politikalarına karşı bir tepki, emekçilerin uyanışına yardımcı olacak bir eylem gibi görünürse de bu çok doğru değildir. Tersine bu tutum, asıl olarak; küreselleşmeyle emperyalizmi ayıran ve onu bir grup kötü niyetli kapitalistin marifeti sayan ve buna karşı da; sadece sosyalistlerin, anti-küreselleşmecilerin, çeşitli fraksiyonlar biçiminde organize olmuş politik, apolitik grupların eylemini esas alan bir mücadeleyi temsil eder. Bu nedenle de; “küreselleşmecilerin asi çocuklarının eylemi” olmanın ötesine geçemezler. Nitekim son dönemlerde, bu çizginin temsilcilerinin en önemli bölümünü oluşturanlar, “… sosyal forumu” (Latin Amerika, Avrupa, Asya, sosyal forumu gibi) adı altında örgütlenirken ortaya koydukları görüşler de, onların sistemin içinde ve onun sivriliklerine muhalefet etme çizgisini aşamadıklarını açıkça ortaya koymuşlardır.
Dahası bu anlayış ve onu benimseyenler çok değişik siyasi platformlarda, bir bölümü hiçbir siyasi platformda bile değilken bu formları oluşturanların ortak yanları; mücadeleyi işçi sınıfından ve ülkeler temelinden koparmasıdır. Esas mücadele edilmesi gereken yönü de budur. Elbette işçi sınıfının, emekçi mücadelesinin de uluslararası düzeyde sembolik “ortak gösterileri” olabilir. Ya da bazen sınıfın ileri güçleri, anlamı olan bir merkezde toplanarak daha kapsamlı bir mücadele için çağrılar yapabilirler. Ve bu eylemler, uluslararası tekellere karşı ortak grevlere; Örneğin Pirelli’ye karşı, İtalyan, Türk, İspanyol vb. ülke işçilerinin ortak grevi ya da Renault işçilerinin Belçika’daki mücadelesine bütün diğer ülkelerdeki Renault işçilerinin destek vermesi ya da, “sosyal güvenlik”, “daha kısa bir işgünü” için uluslararası sınıf eylemleri, ya da örneğin “Irak’a karşı bir Amerikan saldırısına karşı dünya ölçeğinde grevler, gösteriler” gibi eylemler elbette ki; bir yanıyla bugünden gündemdedir, bir yanıyla da dün olduğu gibi yarın da daha çok gündeme gelebilir. Ama aslolan birer birer ülkelerdeki işçilerin, emekçilerin yığınsal mücadelesidir ve bu uluslararası gösteriler, bu yığınsal, sınıfın ana gövdesini eyleme çekmeye yarayan girişimler olduğu ölçüde anlamlı olabilirler. Bunun içindir ki, ana fikri, “ana özellikleri sınıf-dışılık olan gezgin muhaliflerin plansız programsız eylemi” olan “anti-küreselleşmecilerin” mücadelesinin, bu mücadele anlayışı tarafından piyasalaştırılan “küresel saldırıya küresel direniş” sloganı, bütün hoşluğuna karşın “boş”, daha da kötüsü yanıltıcı, planlı, hedefli, sınıf mücadelesini reddeden bir mücadele anlayışının sloganı olması bakımından reddedilmesi gerekir.
Bu, sermayenin tekelci kapitalizmin sadece sivri yanlarına karşı çıkan grup ve çevrelerin bazı unsurları, bir yandan “küresel direniş” derken öte yandan, bir belirsizlik çizgisine geçip; “Bir başka dünya mümkündür”, “Bir başka Türkiye mümkündür” sloganı etrafında toparlanıyorlar.
Nedir “başka” olan?
Nedir “mümkün” olan?
Bir sosyalist dünya mı, yoksa kapitalizmin dizginlendiği bir dünya mı?
Bağımsız ve demokratik Türkiye mi, sosyalist bir Türkiye mi, yoksa örneğin; “sosyal devletçi bir Türkiye” mi?
Kuşkusuz ki, arkadaki niyetleri “hangi dünya”, “nasıl Türkiye” olursa olsun, sloganın sahipleri, “belirsizlik”ten medet ummaktadırlar. Ama günümüz dünyası bir stratejiye sahip olmayan, bu stratejiyi adım adım hayata geçiren taktik belirlemelerden yoksun bir mücadele hattıyla sermayenin büyük saldırısının püskürtülmesinin mümkün olmadığı bir dünyadır.
Çünkü bu yazı içinde çeşitli vesilelerle de belirtildiği gibi, sermaye güçlerinin işçi sınıfının ve sosyalizmin insanlık tarihine vurduğu damgayı silmek için giriştiği büyük saldırıda belirsizlik, sorunların etrafından dolanma, uluslararası ve ulusal çapta bir stratejiye bağlanmayan her hareket yenilgiye mahkûm olduğu gibi, emekçiler arasında belirsizlik, kargaşa, bölünme yaratmanın da vesilesi olur. Bu yüzdendir ki; örneğin Türkiye açısından bağımsız ve demokratik Türkiye şiarı, emperyalizme ve gericiliğe karşı bir mücadele çağrısı, aynı zamanda işçi sınıfının ve emek güçlerinin sosyalizme giden yolunun önünü açan bir aşamadır.

‘SOSYAL AVRUPA’ YA DA ‘EMEĞİN AVRUPASI’NA GİRMEK!
Benzer bir “abes” durum ise; “Biz tekellerin AB’sine karşıyız ama emeğin Avrupası’na katılmak için AB’ye girmeliyiz” tezi ile gündeme gelmektedir.
Oysa bugün “iki Avrupa” yoktur ve ne derseniz deyin, eğer Türkiye, günün birinde Avrupa Birliği’ne katılırsa; TÜSİAD üyeleri de, Adıyaman’ın küçük tütün üreticisi köylüsü de, fabrika işçisi Hasan da “aynı Avrupa “ya; tekellerin çıkarları uğruna yeniden yapılandırılan “tekellerin Avrupası”na katılacaktır. Bizdeki sendikacıların kafasına bu abuk subuk fikirleri sokan Avrupa Sendikalar Birliği de, zaten işçi çıkarlarını çoktan terk etmiş, tek faaliyetleri; işçileri, kapitalistlerin çıkarlarıyla aynı çıkarlara sahip olduklarına inandırmaya ayırmış, “tekellerin Avrupası’nın misyoneri olmuşlardır. Üstelik bu faaliyeti sadece açıkça ve açık faaliyetlerle de değil, bir ajan gibi, sendikal faaliyet adı altında sürdürürken, kimi çevrelere onları baştan çıkaracak ölçüde maddi çıkar sağlayarak, dezenformasyon yaparak da sürdürmektedirler.
“Emeğin Avrupası”nın bir başka versiyonu olan “Sosyal Avrupa” ise tam bir ‘hayali Avrupa”dır. “Sosyal Avrupa” lafı her anlamda, herkesin aklına geldiği gibi kullanılmaktadır ama ortak noktaları “sosyal hakların, demokrasinin, özgürlüklerin cenneti bir Avrupa”yı kastetmek olarak anlaşılmaktadır. Ama bırakalım böyle bir “sosyal Avrupa” filan gibi değerlendirmeleri, Avrupa, son çeyrek yüzyıldır, basit sosyal hakların merkezi olmaktan bile hızla (ve hızlanarak) çıktığı bir süreç yaşamaktadır. Ve sermaye güçlerini, işbirlikçi, reformcu sendikal merkezlerle de anlaştığı Avrupa planında sosyal haklar; “varlıkla yokluk arasında bir çizgiye” hızla indirgenmektedir. İşte 1475 Sayılı Yasa değişikliğinde tüm maddelerdeki esnek çalışma dayatmalarının gerekçesinin “AB Çalışma Yaşamı Sözleşmeleri”ne dayandırılması boşuna olmadığı gibi, Yunanistan’dan İspanya’ya, Fransa’dan İtalya’ya işçiler, emekçiler, öğrenciler boşuna sokaklara dökülmemektedir.
Eğer, “sosyal Avrupa’ya katılalım” diyen sendikacılar; Avrupa işçi sınıfıyla birleşmek ve sosyal haklarda bir ilerleme sağlamayı gerçekten istiyorlarsa; bu lagalugayı bırakıp; Avrupalı işçilerle dayanışacak eylemlere girişmek, hadi onu da bir yana bırakalım; hızla ortadan kaldırılan sosyal haklar ve öteki kazanılmış haklar için mücadelede yer almak için koltuklarından kımıldamalıdırlar. Aksi halde her içeriği saptırılmış kavramlar üstünde tepinme; dönüp işçi sınıfını, emekçileri vurmaya devam edecektir.
“Emeğin Avrupası”, “sosyal Avrupa” gibi kavramlar, bu yazının en başında belirtildiği gibi, kavram kargaşası üstünden; sadece kavramların “boşluğu” üstünden kafa karıştırmanın tipik örneği olarak karşımıza çıkmaktadır. “Emeğin Avrupası” derken; gerçek yaşamdaki sermayenin en gerici güçlerinin her gün daha güçlendiği “tekellerin Avrupası” dışında bir “kavrama” girecek gibi propaganda yapmak, buradan bir kafa karışıklığı yaratmak elbette ki sermayenin propaganda merkezlerinin en çok kullandığı silahtır. Ama buna eski Marksistlerin, emekten yana olmak iddiasındaki “aydın çevrelerin”, hatta bugün bile sosyalizm davası güdüp, böylece “Avrupayı sosyalistleştirme” mücadelesine katıldıklarını iddia edenlerin trajedisi elbette ders alınması gereken bir şeydir. Kuşkusuz; bu zatlara sermayenin en vahşi temsilcisi Aydın Doğan grubunun rafine en liberal ve en radikal yayın organlarının sayfalarını açmış olması kendi başına bile kimin kime hizmet ettiğini gösterir. Yeter ki, kavramların kumpasından kurtulup bu kavramların yaşamda neye karşılık geldiğini, hangi sınıf ilişkileri içinde biçimlendiğini gözden kaçırmayalım.
Kuşkusuz burada; en önemli çarpıtmalardan birisi de, her düzenin önünde sonunda bir egemen sınıfın yönetimi olduğunun gözden kaçırma kurnazlığına dayanır. Ve bugün, “Avrupa’da hangi sınıfın egemenliği vardır ve AB projesi hangi sınıfın projesi olarak hayata geçmektedir; AB, kendi var oluşunu gerçekleştirirken Kopenhag, Maastrich kriterleri gibi, kriterlerle hangi izleri silip hangi kanalları büyütmektedir?” gibi soruların basit yanıtlarını vermek durumundadır.

‘ÜRETİCİ’ VE ‘TÜKETİCİ’NİN YER DEĞİŞTİRMESİ OYUNU!
Son yarım yüzyıl içinde (öncesi de var), “İşçi sınıfının tarihsel rolünün bittiği” üstüne, sermaye propaganda merkezleri tarafından yürütülen kampanya; Kruşçevizm, Euro-komünizm üstünden, Yeni Dünya Düzencileri’nin “tarihin sonuna gelindiği”, sınıf örgütleri yerine “sivil toplum örgütlerinin “, “siyasi kamplaşmaların yerine de sosyal ilişkiler, çevre, hayvan hakçılığı, gibi örgüt ve mücadele alanlarının anlamlandığı” dolayısıyla artık eski “sınıf kategorilerinin öneminin kalmadığı tezlerine kadar geldi.
Gerçi bu iddialar, birer birer ele alındığında sıkça yenilenip, sonra unutuldu gibi görünür; ama bu iddia tortularının yarattığı kargaşada; burjuva ideologları ve propaganda merkezleri; “üretici” ve “tüketici” gibi iki kavramın içeriğini koruyarak ama toplumda karşılık geldiği sınıfların yerini değiştirerek “yeni bir toplumsal hiyerarşi” oluşturdular. Ve TV kanallarından resmi eğitim kurumlarına kadar uzanan devasa propaganda aygıtı aralıksız bir kampanya ile bütün değerleri (mal ve hizmet olarak) yaratan işçileri, emekçileri, üretici köylüleri, sağlıkçıları, eğitimcileri, tornacıları, marangozları, elektrikçileri, öğretim üyelerini, mimarları, mühendisleri, öğrencileri, ev kadınlarını, … toplumdaki tüm emeği ile geçinenleri “tüketici” kategorisi altında topladı. (Edebi bir kitap okuyucusu bile “kitap tüketicisi”, “kültür tüketicisi” olarak adlandırıldı. “En büyük sivil toplum örgütleri” ilan edilen “tüketici örgütleri” kurulup teşvik edildi. “İnsan hakları” gibi “tüketici hakları” listeleri yapılıp ilan edildi. TV’ler gazeteler, bu hakları yücelten propagandalar yaptılar ve hâlâ yapıyorlar. Bütün gazetelerde; “bilinçli tüketici”nin köşeleri her gün kimin ne alıp ne yiyeceği konusunda akıl dağıtıyor, vs. vs.)
Peki bu milyarlarca “tüketiciyi” besleyen, barındıran, eğiten, sağlığını düşünen… “üreticiler” kim? Tabii ki, üretim araçlarının sahibi olanlar; bir avuç mülk sahibi burjuva! Elbette bu “üreticilerden” daha da kaymak bir burjuva tabaka var, bu kategorilendirme içinde. Bunlar da “tasarruf sahipleri”! Hani piyasalara bir müdahale olursa, ürküp de paralarını çekerler diye korkulan büyük para sahipleri. Eskiden bunlara tefeci, rantiye diye bakılırdı; ama piyasacıların terminolojisinde bunlar, piyasanın gözdeleri olarak toplumsal hiyerarşinin en başında, “saygın” ve isterlerse büyük spekülasyonlar yapıp kurulu düzeni kaosa sürükleyebileceklerinden korkulan bir kesimi oluşturuyorlar.
Sonuçta; klasik kapitalist düzende işçiler ve üretici köylüler tüm değerlerin yaratıcısı sayılır ve burjuvazi; üretilen değere el koyan müsrif tüketici bir sınıf sayılırken Yeni Dünya Düzeni’nin post-modern ideologları, tabloyu tersine çevirerek; burjuvaziyi üretici, işçileri, emekçileri, köylüleri tüketici ilan etmiştir.
Böylece sermaye kendisine; ideolojik bakımdan çok güçlü bir mevzi edinmiştir. Çünkü insanlık tarihi boyunca; üretenler, bütün değerlerin üreticisi olarak bir hak ve haklılık mücadelesi yürütmüşler; bu haklı temele dayanak olarak tüm diğer siyasi iddialarını (madem ki üretiyoruz öyleyse, bu başımızdakilerin işi ne, üretmeyenler nasıl yönetici olur; üretmeyen, üretilen zenginliklerden pay alamaz, burjuvazi insanlık için gereksizdir vs.) da sıralayarak; örneğin burjuvazi olmadan da toplumun hiçbir eksiği olmayacağı, onun gereksiz, insanlığın ilerlemesine bir katkısı kalmamış bir sınıf olarak ilan edebilmişlerdir. Ama şimdi burjuvazi, işçiyi, emekçiyi “tüketici” köşesine iterek; onları, gereksiz, kuru kalabalık, üretilenleri sadece paylaşan, devlet bütçesine yük, aç gözlü, üretmediği halde üretilenden pay alma kavgası yapan cahiller sürüsü olarak nitelerken, kendisini üreten ve tüm toplumu besleyen bir sınıf olarak ilan etmiş, bu fikre, aydınlar, demokratlar, dar görüşlü küçük burjuva okumuş çevreler içinde azımsanmayacak bir kesime bu yeni durumu, yeni kategorilendirmeyi, dolayısıyla kendi “toplum tasarımını” yutturmuştur.
Ne yazık ki, emekçilerin önemli bir kesimi, özellikle de okumuş yazmış emekçi kesimleri “tüketici” olmayı kendilerine pek yakışır bulmuş olmalı ki, “tüketici dernekleri” kurmuş, “tüketici olarak haklarını” aramaya başlamışlardır. Dahası işçi sendikaları; “grev”e grev demeye dilleri varmadığı için “üretimden gelen güç”ten söz etmeye yönelmişler, şimdiyse ondan da vazgeçerek, “tüketimden gelen güçten” söz etmeye başlamışlardır.
Üretimden gelen güçlerini kullanmaktan vazgeçip, aslında hiç olmayan bir gücü, tüketimden gelen gücü kullanacakları tehdidiyle patronları, hükümetleri tehdit etmeye başlamışlardır. Petrol-İş’in işyerlerindeki işçileri sendikadan istifaya zorlayan Shell’e karşı “tüketimden gelen gücü kullanma” çağrısı, yine son günlerde “sendikasız işyerlerinde üretilen malı almayın” çağrıları filan gibi.
Kuşkusuz bu olup bitene en çok sevinen patronlar ve onların temsilcileridir. Çünkü böylece emekçiler kendi sınıf örgütlerinde birleşip bir güç olmadıkça, üretici olarak kendi haklılıklarına duydukları özgüvene sahip olmadıkça, malların kalitesi, fiyatların ne olacağı üstünden yürütülecek mücadelelerin bir işe yaramayacağını, herkesten iyi patronlar bilir.
Sermaye güçleri, belirsizlik, bilinmezlik ortamını kışkırtarak, emekçiler içinde kararsızlık yaratırken, kendileri açısından tam bir kararlılıkla hareket ediyorlar. Özellikle son günlerde, “belirsizlik yaratıyor” diye Ecevit hükümetine karşı girişilen kampanya, kendi hatları bakımından belirsizlik değil tam bir belirlilik istediklerini kanıtlarken, emekçiler arasında belirsizliği teşvik eden, kararsızlığa kaynaklık edecek tutumları yaygınlaştırmayı amaçlıyorlar.
Bu yüzdendir ki, sınıf partisi emekçiler arasında ideolojik alanda belirsizciliğe, bilinemezciliğe karşı savaş açarken; gündelik hareketin ihtiyaçları bakımından da tam bir belirlilikle hareket etmesi son derece önemlidir.

Emperyalist müdahaleler ve özgürlükler sorunu

Özgürlükler sorunu, her önemli devrimin en önemli sorun olmuştur. Bu yüzden de, toplumsal dönüşümde rol oynamak isteyen güç odakları, özgürlük mücadelesindeki tavırlarıyla tarihsel rollerini oynaya gelmişlerdir.
Nitekim Türkiye’de, 200 yıldan beri, özgürlükler sorunu, toplumsal dönüşümün en önemli sorunu olarak rol oynamaya devam etmektedir. Bu nedenledir ki; sadece ülkenin ilerlemesi için özgürlükler mücadelesini ilerletmek isteyen ilerici devrimci güçler kadar, Türkiye’ye müdahale ederek, onu kendi politikasının vurucu gücü olarak kullanmak ya da onu ayağının altından kaldırmak isteyenler de özgürlükler sorunuyla oynamışlardır. Örneğin Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasında Batılı güçler, imparatorluk içindeki değişik milliyetlerin “kendi kaderlerini tayin hakkı”nı savunur görünerek, bu halkaları imparatorluğa karşı ayaklandırırken (ya da ortaya çıkan ayaklanmaları desteklerken), aynı zamanda bu yeni ve genç ülkelerin çok önemli bir bölümünü kendi sömürgeleri, yarı sömürgeleri haline de getirmişlerdir.
Son yıllarda Türkiye’deki çürümüş baskıcı ve sömürücü sistemin tıkanması, egemen sınıfların ülkeyi yönettiği siyasal-bürokratik kurumların çökmesi, ekonominin yağmacı, rantiye, yarı mafya karakterinin sermaye güçlerinin bile savunamayacakları skandallarla ortaya dökülmesi, rüşvet, vurgun, hortumculuğun ekonominin “itici gücü” olarak ortaya çıkması; ülke ve ekonomi siyasetine dış güçlerin (ABD ve AB gibi emperyalist ülkelerin ve IMF, DB, DTÖ gibi uluslararası sermayenin güç merkezlerinin) müdahale imkanlarını artırmıştır. Ve son bir kaç yıldır da; bu müdahaleler, ülkelerin birbirleriyle ilişkileri ve uluslararası anlaşmalardan doğan az çok “hukuksal” olma özelliğini de yitirerek, bir “operasyon”a dönüşmüş bulunmaktadır.
Uluslararası sermaye güçlerinin, uluslararası tekeller ve mali sermaye için, Türkiye’yi her bakımdan “dikensiz bir gül bahçesi” yapmak için giriştiği “operasyon”, ABD ve Avrupa Birliği merkezli olarak sürüyor. Süreç ilerledikçe de, hem sermaye güçlerinin kendi arasındaki “saflaşma” hem de emek güçlerinin politikaya müdahale ve ülkenin geleceğine sahip çıkmak için yöneleceği mücadele hattı netleşiyor.
Ülkenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarını yağmalamak için yürütülen girişimler, IMF ve Dünya Bankası tarafından gerçekleştiriliyor. Özelleştirme, taşeronlaştırma, tarım ve sanayinin yeniden yapılandırılması çerçevesinde ilerletilen bu müdahaleler, Türkiye’nin dış politikasıyla bağlanarak yürütülüyor İktisadi içerikli müdahalelerle; ABD’nin bölgedeki çıkarlarıyla tam uyumlu bir dış politika, ona uygun bir “savunma kosepti” arasında, “yazılı olmayan anlaşmalarla”, ama “madem ki IMF 10 milyar dolar daha para verecek öyleyse Türkiye de Irak konusunda Amerikan tezine evet demelidir” tutumunun benimsenmesine götürecek kadar dolaysız bir ilişki kurulmuş bulunuluyor. Özellikle Ecevit’in Amerika gezisi öncesi ve sonrasında oluşturulan dış politika çerçevesi ve “Türkiye-ABD Stratejik İşbirliği”nin, “Türkiye’nin, ABD-İsrail mihverinde oluşturulan bölge politikalarına tam uyumu” anlamına geldiği, artık herkesçe anlaşılmıştır. Yine bu stratejik işbirliğinin, Amerikan firmalarının Türkiye’deki yatırım ve öteki faaliyetleri önündeki engelleri kaldırmak, Amerikan (ve elbette öteki gelişmiş ülkelerin de) tarım ürünlerine, tütün-sigara tekellerine, Türkiye pazarının engelsiz açılmasını zorunlu kıldığı da her vesileyle yeniden yeniden hissettirilmektedir.
Ancak Türkiye’nin uluslararası sermaye merkezleri tarafından “yeniden” yapılandırılmasına ilişkin müdahalenin ikinci önemli bileşeni olan AB’nin ekonominin yapılandırılmasına müdahaleleri; “ekonominin AB normlarına uydurulması”, “Gümrük Birliği” gibi daha dolaylı (ancak uzun vadede daha etkili olduğu kesin), ama siyasete, siyasal, hukuksal yapının yeniden yapılandırılmasına (bu müdahale son yıllarda IMF ve Dünya Bankası’nın sahnenin önüne çıkmasından dolayı perdeleniyor olsa da) ilişkin olarak ise çok daha etkili bir biçimde gelişiyor.
Kuşkusuz ki; ABD, Türkiye’nin geleceği ile en çok ilgilenen, onun iç ve dış politikasının, ekonomisinin nasıl bir biçim alması gerektiği konusunda en çok ve son sözü söyleyecek ülke konumunu elinde tutmaktadır. Ama, kendi çıkarlarının gereği olarak da; daha çok IMF ve Dünya Bankası aracılığı ile, “Türkiye’nin krizden çıkmasına yardım eden bir dost ülke” görünümünü korurken, şu son haftalarda tartışılan idam, demokratikleşme, “Kürtçe eğitim”, “Ermeni soykırımı” gibi konularda ise, inisiyatif almamakta ve sadece AB’nin girişimlerine ses çıkarmadan destek vermeyi kendisi açısından faydalı görmektedir. Böylece; AB ile Türkiye’nin egemenleri çatışırken, ABD, AB’nin baskılarından bıkan bir Türkiye’nin, kapısında yalvarıp yakaracağı bir ülke olarak “köşesinde” beklemektedir. Dahası, bugün düzen partileri ve onların siyasal arenasında, ABD karşısında açıkça eleştirel bir tutum söz konusu değildir. Tersine ABD’den icazet almadan iktidar olamayacaklarını “öğrenmiş” olduklarından, değil Amerika ile çatışmak, çatışır görünmekten bile şiddetle kaçınmaktadırlar. Bu nedenle de, siyasal-hukuksal yapılanmanın yenilenmesi konusunda, sadece AB ile Türkiye’yi yöneten güç odakları çatışır görünmektedir.
Emperyalist ülkeler ve uluslararası sermaye güçlerinin baskıları; devlet ve hükümet katından başlayarak, çeşitli düzeylerde bir saflaşmaya yol açmıştır. Ve üç koalisyon partisinin arasındaki ilişkiler, her birinin kendisine biçtiği misyon, bu baskıların yoğunluğuna göre şekillenmekte; adeta baskıların ve dış güçlerin isteklerinin bir röntgeni mahiyetini kazanmaktadır.
BASKILAR VE SORUNLARIN DAYATMASI HERKESİ SAF TUTMAYA ZORLUYOR
Son bir kaç ayda, siyasal gündemi; TCK 159 ve 312. Madde tartışmaları, “idamın kaldırılması”, “Kürtçe eğitim” ve “Ermeni soykırımı” gibi sorunlar belirler duruma geldi. Sorunların böylesi somut bir biçimde gündeme gelmesi; hükümet ve devlet içindeki güç odaklarının çeşitli konulardaki görüşlerini yeniden öne sürmelerini zorunlu hale getirirken, aynı zamanda, kendi tutumlarına halk yığınlarından destek almak isteyen çevrelerin, gerçek niyetlerini saklayıp sadece göstermek istediklerinin görünmesi amaçlı, ortamı daha da dumanlı hale getirme gayretleri, bu “saflaşmaya” eşlik etti.
AB ve yerli uzantıları; gelişmelere müdahale eder ve dayatmalar yaparken kendilerinin hiç bir “art niyeti”nin bulunmadığını, Türkiye’nin daha demokratik ülke olması için yardımcı olmayı amaçladıklarını propaganda etmektedirler. Onların bu görüşünü, hükümet katında ANAP, adeta “su katılmamış” bir biçimde savunmaktadır. “Ekonomideki liberalizm, siyasette de, hukukta da olmalıdır” diyen ANAP, aslında 1980’lerde girdiği yolun tükendiğini ve kendisini Avrupa’nın kollarına atmadan bir yere gidemeyeceğini anlamış olmanın da telaşıyla, (ABD’yi reddetmeden) tipik bir Avrupa işbirlikçisi parti olarak davranmaktadır. Öyle anlaşılmaktadır ki, ANAP, sadece temsil etiği sermaye kesimlerinin değil ama kendisinin geleceğini de, “AB’ye giren bir Türkiye’nin mimarı” olma misyonuna bağlamıştır! Ancak ANAP, saf bir liberal parti (böyle bir parti hiç olmamıştır herhalde) değildir. Kendi içyapısındaki gelenekçilik ve gericilik, en basit “demokratik” tutumlarda bile ANAP’ta krize yol açmaktadır. Keçeciler’in “PKK siyasallaşsın, bu dağa çıkmasından iyidir” anlamına gelen açıklaması sonrasında, ANAP içindeki en ileri liberallerin bile McCarty’ci bir çizgiden açıklamalarla Keçeciler’e, HADEP’e, Kürtlere karşı tutum alması; Yılmaz’ın, “demokrasinin yolu Diyarbakır’dan geçer” lafının bile arkasında duramaması, ANAP’ın liberalizminin tipik ifadeleri olarak ortaya çıkmıştır. Ermeni soykırımı ve Kıbrıs sorununda da, aynı, bir adım ileri atar gibi olurken, iki adım geriye sıçrama tutumu görülmüştür.
Hükümetin öteki önemli ortağı MHP ise; ırkçı, milliyetçi, şoven ideolojik politik çizgisi ve yığınların en geri duygularını istismar üstüne kurulmuş politikalarıyla, demokrasi ve özgürlük talepleri karşısında bir “kaosa sürüklenmiş” bulunmaktadır. AB ve ABD ile büyük sermaye kesimlerinden gelen baskılarla geleneksel politikalarının baskısı arasına sıkışan bu parti; bir yandan, AB elçilerin toplayıp, “Biz AB’ye karşı değiliz, bizim bu alanda diğer partiler kadar gayretlerimiz var” propagandasına yönelirken, bir yandan da, her tür demokratikleşme, özellikle de Kürtlerin hakları ile ilgili konularda, “bölünürüz”, “Sevr’i hortlatmak isteyenler var” türünden demagojilere sarılarak, en geri duygulara hitap etme gayretlerini sürdürmekte; gerici, Mussolini artığı yasaların değiştirilmesi girişimlerine, “Türkiye’yi böldürtmeyeceğiz” mevzisinden direnmeye çalışmaktadır. Bu da, MHP’yi; IMF, Dünya Bankası’nın ve AB’nin esasa ilişkin her isteğinin altına imza atan, ama ülkenin demokratikleşmesine ilişkin talepler karşısında da “milliyetçiliği” aklına gelip, “memleket bölünüyor” paranoyası etrafında gürültü koparan trajikomik bir parti durumuna sürüklemiş bulunmaktadır.
DSP ise; bu iki partinin ortasında, hem iktidarın “bütünlüğünü koruma” hem de dış güçlerin istekleri ile geleneksel devlet politikaları arasında bir uyum sağlama görevini üstlenmiş bulunmakta; egemen sınıfların kendisine verdiği bu önemli rolü başarıyla oynamaktadır. Bu yüzden de Ecevit; bir yandan Kıbrıs, Kürt sorunu gibi konularda MHP ile yakın durup, bazen ondan bile şoven politikaları savunurken, “demokratikleşme” adı verilen yasaların değiştirilmesi ya da Kürtlerin kimi hakları konusunda MHP’den daha ılımlı olmaya, ANAP ve AB’nin isteklerine “anlayış gösteren” bir çizgide bulunmaya özen göstermektedir. Egemen sınıfların Ecevit’e ömrünün sonunda yüklediği son görevin bu olduğu ve onun da, bunu hakkıyla yapmak için, son enerjisini kullandığı anlaşılmaktadır.
DYP, SP, AKP gibi parlamentodaki partiler ya da CHP, HADEP, ÖDP, İP gibi parlamento dışındaki partiler, ADD (Atatürkçü Düşünce Derneği), Mümtaz Soysal çevresi, CHP’nin “oluşumcuları”, TÜSİAD, TOBB gibi sermaye örgütleri de; bu üç partinin başını çektiği politikalar etrafında, kendi renklerini de katarak saflaşmaktadırlar.
Ancak, bu çok renkli gibi görünen saflar, iki biçimde belirginleşmektedir. Bunlardan birincisi, “Avrupa, 200 yıldır olduğu gibi Türkiye’nin daha demokratik, Batılı, laik bir ülke olmasını ve kendisiyle birleşmesini istemektedir” tezini benimseyenlerden oluşmaktadır. Bunlara göre, “Türkiye’nin de amacı, en azından Batı’ya yönelişi”nden beri budur. Dolayısıyla AB’nin istekleri, “kaba”, “dayatmacı”, “Türkiye’nin bağımsızlığını sınırlayıcı” bile olsa, ülkenin yararınadır; dolayısıyla AB’ye girmek için ne gerekiyorsa o yapılmalıdır. ANAP, DYP; bir kesimiyle MHP, DSP; CHP; bir yanıyla ÖDP; HADEP, SP, AKP, CHP, CHP’den kopan “yeni oluşumcular”, TOBB, TÜSİAD, aralarındaki küçük farklılıklarla, böyle bir hatta yer almaktadırlar.
İkinci görüş ise; ABD ve Avrupa Türkiye’yi bölmek istemektedir. Dolayısıyla, onlar, bu bölme planının bir parçası olarak Türkiye’ye müdahale etmekte, Türkiye’nin üniter yapısını tarif eden ve koruyan yasaların, siyasi yapının değiştirilmesini öngörmektedirler. Kürtleri, Ermenileri, şeriatçıları bu dış güçler kışkırtmaktadır. Bundan amaçları, Kürtleri ayaklandırmak, Kıbrıs’tan Türkiye’yi atmak, Ege’yi Yunanistan’a teslim etmek, Türkiye’yi Sevr’de olduğu gibi İç Anadolu’ya sıkıştırmak, Irak’ta Kürdistan kurdurup Türkiye’deki Kürtleri de aynı yönde teşvik etmektir. Bu yüzden de; 312, 159, Terörle Mücadele Yasası, “Kürtçe eğitim”, OHAL ve DGM’nin kaldırılması, vb. gibi Avrupa kaynaklı istekler reddedilmeli ve bu çerçevede Kıbrıs’ta bir adım geri atılmamalı, Kuzey Irak’ta Kürtlerin devlet kurması savaş ilanı sayılmalı, Mussolini artığı baskı yasaları, azınlık hakları, Kürt sorunu vb. olduğu gibi korunmalıdır. MHP’nin ana gövdesi, ADD çevresi, IP, Mümtaz Soysal çevresi, bazı marjinal aydın çevreler, Kemalizm’in ırkçı-şoven yorumcusu bazı kesimler bu safta yer almaktadır.
Bu iki grup, birbirine karşı olsa da, aslında sorunun özü bakımından aynı anlayışa sahiptirler. Çünkü onlara göre; Türkiye’nin demokratikleşmesini dün Avrupa, bugün AB istemektedir. Türkiye’deki siyasi çevreler ise, buna uyup uymamayı tartışmalı, buna göre saflaşmalıdır!
Yani bunlara göre, ne Türkiye’de 200 yıldır bir özgürlük ve demokrasi mücadelesi vardır ne de son 50 yılda, bugün gündeme gelen 312’den idama cezasının kaldırılmasına, Kürtlerin haklarından Türkiye’nin demokratikleşmesine ilişkin yasal ve anayasal düzenlemeler için bir mücadele… Avrupalı emperyalistler ve dayatmalarından başka hiç bir şey yok gibi davranmaktadırlar. Öyle olunca da; mücadele, Avrupa’dan yana olmak ya da onun Türkiye’yi bölme planlarına karşı çıkıp çıkmamak biçiminde şekillenmektedir. Sorunu bu halde sunanların işine de, bu gelmektedir.
Bu tartışma ve saflaşma içinde, ANAP’ın başını çektiği cephenin istekleri, tezleri belirgindir ve emekçiler bakımından, bu parti ve onun temsil ettiği misyon, AB yanlısı, işbirlikçi bir misyondur. Dolayısıyla onların Türkiye’nin demokratikleşmesine ilişkin girişimleri; AB’ye girme amaçlı, onunla sınırlı girişimlerdir. TÜSİAD, TOBB gibi patron örgütleri, bu konuda ANAP’la tam bir fikir birliği içindedirler. Bu cephede yer alan DYP, AKP, SP, DSP, MHP’nin egemen eğilimi vb. “AB’ye girilmelidir” konusunda ANAP’la hemfikirdirler; ama AB’ye girme koşullarında, Türkiye’nin iç ve dış politikasında değişiklikler (Kıbrıs, Kürt sorunu, İsrail’le ilişkiler, yasaların demokratikleştirilmesi) konusunda kimi itirazları vardır.

MC CARTY’CİLİĞE SOYUNANLAR BAĞIMSIZLIK VE DEMOKRASİ TALEPLERİNİ KARŞI KARŞIYA GETİRİYOR
İkinci cephede yer alanlar için ise, durum biraz karmaşıktır. Bu cephe; hükümet ortağı MHP’den başlayıp, parlamento dışında Doğu Perinçek’in İP’ini, Mümtaz Soysal çevresini, Atatürkçü Düşünce Derneği gibi kendisine Kemalist diyen çeşitli çevreleri, eski Anayasa Mahkemesi Savcısı Vural Savaş çevresini (şimdi parti kuruyor) kapsıyor. Bu cephenin bileşenlerinin AB’ye girip girmeme konusunda farklı tutumları olsa da; Türkiye’nin dış ve iç politikasında bugünkü statüyü savunmak, statüdeki her değişikliğin ülkeyi böleceğini iddia etmek, aralarındaki cepheyi bu gerici, faşizme yönelen çizgide kurma konusunda tam bir fikir birlikleri vardır. Örneğin, bugüne kadar demokrasi ve özgürlük mücadelesinin önünde barikat olmuş 159, 312, idam cezası, DGM’ler, Terörle Mücadele Yasası vb. yasalarla, Kıbrıs, Ege, Kürt sorunu vb.ne dair politikaların değiştirilmesi gibi konularda bu partiler ve çevreler birleşmiş bulunmaktadırlar. Bu cephenin asıl niteliği de, buradan çıkmaktadır. Başka bir söyleyişle, bunların AB’ye karşı olmaları, aralarında şimdilik derece farkı görünse de, talidir ve önemli bir kısmı açısından da, gerici tutumlarını gizleme ve bir dış düşmana karşı mücadele edildiğini gösterme amaçlıdır.
Bunlara göre, bu yasalar, “Türkiye’nin birlik ve bütünlüğünü koruyan yasalar” olup, “bunların değiştirilmesi ülkeyi böler. AB de bu yasaların değiştirilmesini isteyerek aslında Türkiye’nin bölünmesini, parçalanmasını, Sevr’in ihya edilmesini istiyor.” Bu cephe, bölücülük konusunda öylesine ileri gidiyor ki; bırakalım Türkiye’deki Kürtlerin hakları sorununu, Irak’ta bir Kürt devleti kurulmasını, Türkiye’ye savaş ilanı saymaya devam edilmesini istiyorlar, çünkü, Irak’lı Kürtlerin bağımsızlık isteğini Türkiye’yi bölecek bir gelişme olarak görmektedirler. Bu güçler, 70–80 bin “Kıbrıslı Türk”ün ayrı devlet kurmasını haklı ve vazgeçilmez bir sorun olarak gündeme getirirken, milyonlarca Kürt’ün Irak’ta devlet kurmasını kabul etmemekte, bunu, haklı ve kabul edilir görmemektedirler. Ve bunlara göre, Türkiye’nin çevresindeki bugünkü statükoyu değiştirmeye yönelik her gelişme, “Türkiye’yi bölecek güçlerin bir oyunu”, “Son bağımsız Türk devletini ortadan kaldıracak yabancı güçlerin planı”dır.
Kuşkusuz ki, burada kendisini “sol”un, “sosyalizmin” bir kolu olarak sayan İP’in ulaştığı tutum ilginçtir ve ibret vericidir. Çünkü bu parti kendisini anti-emperyalist olarak tarif etmekte, emekten, işçi sınıfından söz etmeye devam etmektedir. Ama aynı parti, bugün, demokrasi adına, Türkiye’nin demokrat ilerici, sosyalist güçlerinin tüm demokratikleşme istemine cepheden karşı çıkarak, MHP’nin, örneğin üç yıl önceki çizgisiyle tam uyumlu bir politik tutum takınmaktadır.
Geçmişteki zig-zaglarına bakıldığında, İP yöneticilerinin; MHP’nin, politik yelpazenin ırkçı şoven kanadından “merkeze” doğru kaydığı ve orada bir “boşluk” bıraktığı tespiti üstünden hareket ederek, MHP’nin yüzde 17 oyunu bu tutumuyla aldığı ve bu yere yerleşerek, aynı oyu alabileceği varsayımına oynadığı anlaşılmaktadır.
Kuşkusuz İP geleneğini izleyenler için, bu, şaşırtıcı değildir. Nitekim bu partinin yandaşlarının, Eğitim Sen kongrelerinde, “İstiklal Marşı okutulması” için önerge vererek, eğitimcileri, “İstiklal Marşı okumayan bir kitle” gibi görünmekle “önerge ile istiklal Marşı okutulan bir kitle” olma arasında tercihe zorlayacak kadar, ileri gitmiştir. Ve öyle anlaşılmaktadır ki, bu parti, ülkede demokrasi isteyen, özgürlük isteyen, Türkiye’nin demokratik bir ülke olarak yeniden şekillenmesini isteyen herkese, “Avrupa işbirlikçisi” çamuru atarak, kendi gericiliğini saklamanın hesabını yapmaktadır. “Karen Fogg’un mesajları” ile ilgili gelişmelerin McCarty’ciliği kışkırtmak için kullanılması, Türk-İş dışındaki Konfederasyonlara karşı “AB’den para aldılar” kampanyasında kullanılan üslup ve buradan kaldırılan toz duman içinde, Türk-İş’in sınıf işbirlikçisi tutumunu aklamaya yönelme gibi tutumlar, elbette ki, “ilginç” gelişmelerdir.
Genelkurmay’ın, son günlerde yapılan, “AB’ye girmeye karşı değiliz, onurlu girişi destekliyoruz” biçimindeki açıklaması, kuşkusuz ki, yukarıdan beri sözü edilen saflaşmaya yeni bir yön kazandıracak mahiyettedir. Ve bundan sonra, ANAP’tan MHP’ye, ADD’den İP’e kadar, her iki cepheden odakların, “Genelkurmay haklıdır, biz de onurlu girişten yanayız” açıklamaları beklenmelidir. Örneğin AB’ye en çok “karşı çıkan” İP’in bile, bir süre, Genelkurmay’ın bu açıklamasını, “aslında Genelkurmay AB’ye karşı, ama hükümetle ters düşmemek için yaratıcı bir taktik geliştirmişlerdir ve ‘onur’ korunursa, zaten AB’ye girilmez” yorumları yaptıktan sonra; “halk isterse, onurlu giriş olabilir” diye oyalanıp, en sonunda, “Biz de Genelkurmay gibi onurlu girişten yanayız” kervanına katılması asla sürpriz olmayacaktır. Tersine, uzun zamandan beri, Genelkurmay’ın her söylediğini, hatta “söylemediğini” bile, kendisine “kerteriz” almış İP’in, Genelkurmay’a rağmen AB’ye girişe karşı çıkması sürpriz olur ve herhalde düşünülemez.
McCarty’ciliğe heveslenen cephe, kendi haklılığını, demokrasi mücadelesi ile bağımsızlık sorununu birbirinden ayırma kurnazlığına dayandırmaktadır. Ve onlar halka dönüp, “Ya özgürlüklerinizden, onları istemekten vazgeçin ya da Türkiye’nin bağımsız bir ülke olmasından. Çünkü demokratik talepler dediğiniz taleplerden bölücüler, emperyalistler yaralanarak, Türkiye’nin üniter yapısına son verecekler” demektedirler.
İşte bu temel çıkış tezi; anti-emperyalist, Avrupa ve Amerikan emperyalizmin oyunun bozma amaçlı gibi görünse de, gerçekte; ırkçı, şoven; Türkiye’yi komşularıyla sürekli çatışmaya itecek, Türkiye’nin iç bütünlüğünü sağlamak yerine iç kavgaları kışkırtacak, emperyalistlerin Türkiye dış ve iç sorunlarına sürekli müdahalesine imkân sağlayan bir politikanın zeminini oluşturmaktadır.
Özgürlükler ve demokrasi karşısındaki bu anti-emperyalist yaftalı tutum; bırakalım başka şeyleri; ülkenin demokratikleşmesini isteyen demokratlar, ilericiler, emekçilerin demokrasi talebini öne çıkaran ileri kesimleri, Kürt emekçiler, azınlıklar, mezhep ve milliyetlerin gözünde, AB’nin, demokrasiyi ülkeye getirecek güç, ona karşı çıkanların ise, demokrasiye karşı olanlar olarak görünmesine yol açmaktadır. AB’nin, demokrasiden yana olan çevreler içinde, Kürtler arasında vb. itibar kazanmasında, HADEP’in Avrupacı bir çizgiye varmasında kuşkusuz ki; bu ırkçı, şoven, milliyetçi tutum önemli bir rol oynamıştır.
Peki; ABD ve AB’nin Türkiye üstünde ve bölgede emel ve amaçları, Türkiye’yi bu amaçlara alet etme ve hatta bölme planları yok mudur? Elbette ki vardır ve çıkarları gerektirirse, değil bölmek, tarih ve coğrafyadan silmek için harekete geçmekten de çekinmezler. Ama bu amaçlara karşı mücadele, gerici güçler ve en geri eğilimlerle birleşerek değil; demokrasi ve bağımsızlık sorunlarını birbirine karşı çıkarıp birbirinden koparmadan, demokratik ve bağımsız bir Türkiye’yi birbirine karşı getirmeden, tersine bağımsızlık mücadelesiyle demokrasi mücadelesini birleştiren, bölgedeki halkların kaderlerini tayin etmelerine saygı gösteren, komşularına ve toprak bütünlüklerine yönelik planlara alet olmayan bir Türkiye için mücadele öngören anti-emperyalist bir tutumla mümkün olur. Türkiye’nin emekçilerinin politik tutumu da bu olmak zorundadır. Aksine bir tutum, AB’ye karşı çıkma adına, gericiliği, baskı ve soygun düzenini meşrulaştırma; ABD ve İsrail’le stratejik işbirliğini savunan, NATO’nun “savunma konsepti”ni “Türkiye’nin savunma konsepti” olarak algılayan güçlerle birleşmek anlamına gelir. Bugün kimi solcu ve kendilerine Kemalizm’i yakıştıran güçlerin düştüğü durum da budur.

BAĞIMSIZLIK VE DEMOKRASİ GÜÇLERİ İLE EMEK MÜCADELESİNİN GÜÇLERİ AYNI GÜÇLERDİR
Yukarıdan beri çerçevesi belirlenen tablo, burjuvazinin çeşitli fraksiyonlarının “Türkiye’yi yeniden yapılandırma girişimlerindeki yönelişleri”ni, dayandıkları argümanları ifade etmektedir. Ama Türkiye’nin özgürlük mücadelesi, ne Yılmazların “Kopenhag Kriterleri”ne ve “AB normları”na sığacak kadar güdük ne de Bahçelilerin “demokrasinin sınırları genişlerse ülke bölünür” paranoyasına teslim olacak kadar dünyadan bihaberdir. Ülkenin demokratikleşmesi ile antiemperyalizmi içselleştiren Türkiye halkının demokrasi ve özgürlük özlemleri temel doğrultuyu vermektedir. 159, 312, Terörle Mücadele Yasası, OH AL Yasası ile halkın can güvenliğini ve devlet ve egemenler karşısındaki haklarını değil, mülk sahibi sınıfların iktidarını koruma amaçlı TCK’nin pek çok maddesinin, Kürt sorununun demokratik ve halkçı bir tarzda çözümünü engelleyen yasa ve Anayasa maddelerinin, Dernekler Yasası, Siyasi Partiler Yasası, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası, Polis Vazife ve Salahiyetleri Yasası, işçi sınıfının örgütlenme özgürlüğü önündeki (2821 ve 2822 Sayılı TİS, grev ve sendikalar yasaları) engellere ilişkin yasaların değiştirilmesi de dâhil; Türkiye’nin emekçilerinin, örgütlenme ve haklarını elde etmelerinin önündeki tüm yasaları değiştirmeyi içeren bir demokratikleşme talebi vardır. Ve bu talep, ne 100 yıldan beri her gün bir adım geriye giden, “11 Eylül konsepti”yle de “güvenlik” ve “terörizmle mücadele” adına iğdiş edilen “Batı demokrasisi” normlarına ne de “bölünüp parçalanırız” edebiyatıyla arkasındaki faşizm özlemlerine feda edilemez.
Bugün de başlıca sorun; taleplerin şu ya da bu çerçevede olmasından öte, sermaye güçleri tarafından, “sivil toplumculuk” ve burjuva siyasi partiler tarafından siyaset, dolayısıyla demokrasi mücadelesi dışına itilmiş emekçilerin, demokrasi ve bağımsızlık mücadelesinde rol oynayacak bir pozisyona yönelmeleri için hangi taleplerin öne çıkarılacağı sorunudur. .
Kuşkusuz bugün de, işyerlerinde, emekçilerin toplu olarak bulundukları her yerde, işçiler, emekçiler; ülkenin demokratikleşmesini, emperyalizme karşı tutumu, Afganistan’a saldırıyı, Irak’ta bir savaşın kime neye mal olacağını tartışmaktadırlar. Ve dahası, işçi sendikaları, konfederasyonlar ve öteki emek örgütleri; demokrasi ve bağımsızlık üstüne açıklamalar yapıp, şunlar olmalı/bunlar olmamalı gibi pek çok şey de söylemektedirler, Ama bütün bunlar egemen sınıfların ve arkalarındaki güçlerin emekçilere çizdikleri sınırı aşmamaktadır. Tersine, emekçiler en ileri gittikleri noktada bile, bu taleplerden bir demetin adını saymakla sınırlı kalmaktadırlar. Önemli olan, bu tartışmaların, üretim ve hizmet birimlerine, emekçi yığınların doğal mekânlarına ulaşması ve buradan da onların öz talepleri olarak, mücadelenin ileri mevzilerinin talepleri haline gelmesidir.
Günümüz koşullarında bunun olabilmesinin koşulu ise, ifade özgürlüğü gibi bir alandan, bir adım daha atarak, emekçilerin örgütlenme özgürlüklerine genişletilmesi ihtiyacı, acil bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Aksi halde; özgürlükler mücadelesinin, demokrasi mücadelesinin, sermayenin politika arenasında, AB’ciler ve faşizm özlemcilerinin kıskacında sıkışıp kalması kaçınılmaz olacaktır.
Burada da görev; sınıf partisine ve emekçilerin ileri kesimlerine, mücadeleci sendikalar ile aydın ve demokrat çevrelere düşmektedir.
Burada, hem taleplerin belirlenmesi (burada, en geniş emekçi kesimleri birleştiren acil taleplerin yer alması önemlidir) hem de emekçilerin ileri kesimlerinin birleştirilmesinde mevcut emek örgütlerinin, Emek Platformu’nun mücadeleye çekilmesi elbette ki önemlidir. Ama onların da harekete geçmesi için, bir yandan sınıf partisi ve emekten ve demokrasiden yana odakların işçi ve emekçi tabanında etki sahibi ileri kesimlerinin, etkin bir biçimde çalışmalarının belirleyici olacağını söylemek için kâhin olmaya gerek yoktur.
Bir diğer dikkat çekilecek nokta ise; bugün işyerlerinde sürdürülen, emek güçlerinin IMF saldırısı karşısında birleştirilmesi ve IMF-Dünya Bankası ve arkasındaki güçlerin saldırısının püskürtülmesi mücadelesinin, demokrasi mücadelesiyle, özgürlüklerin savunulmasıyla uyuşmayan bir mücadele olmadığı gerçeğidir. Tersine; hem mevcut saldırıyı püskürtecek güçler hem de ülkenin demokratikleşmesi için harekete geçmesi gereken güçler, aynı güçlerdir ve bu yüzden de, bu iki mücadele, aynı mücadelenin iki yönü olarak ele alındığı ölçüde olup biten çok daha anlamlı olacaktır.

Sınıf dayanışması ve sendikal mücadelenin bugünkü kapsamı

EMEP’in Aralık 2001 sonunda başlayan “İl Konferansları”, bir yandan üyelerin çalışmalara daha etkin katılmalarını, öte yandan da parti örgütlerinin görevlerini layıkıyla yerine getirmelerini sağlama amaçlı düzenlemelerle sürüyor.
Toplantılarda kuşkusuz, sadece örgütler ve onların teknik ihtiyaçları değil; mücadele ve sorunları; bu sorunların çözümünde partinin üstüne düşenler; partinin pratik mücadelesi ve deneyimleri de tartışılıyor.
Özellikle yeni parti üyesi işçiler, emekçiler, son yılların eylemleri içinde EMEP’i tanıyıp ona üye olan işçiler; hareketin gelişimi, parti ve partililere düşen rolle ilgili olarak görüşlerini açıklıyorlar.
Bu konferanslarda dikkat çeken değerlendirme noktalarından birisi de; 2001 yılında uzun süren ancak “başarısızlıkla” sonuçlanan direnişlerde yer alan işçilerin, bu direnişlere destek veren partililerin değerlendirmeleri.
Genellikle direnişçi işçiler; kendilerinin mücadele ettiğini ama “sınıfın kendilerini yalnız bıraktığını” öne sürüyorlar. 2001’de en uzun direnişleri gerçekleştiren Gebze’nin Göktaş Fabrikası işçileri ile Bursa’da Üçyıldız’ın direnişçi işçileri aynı fikirde; “direnişimizi diğer fabrikaların işçileri desteklemediği için yenildik” diyorlar. Direnişlerinin 5. ayında olup, direnişi sürdürmeye devam eden Aktif Dağıtım işçileri de benzer iddiaya sahipler; “diğer işçi kesimleri yeterince destek verse, patron böyle direnemezdi” diyorlar.
İlk bakışta; bu, “eğer direnişimize diğer işletmelerdeki işçiler destek verseydi başarırdık” saptaması, dünyanın en doğru (ve aynı zamanda en kolay ve doğal olarak yapılması gereken bir iş) saptamalarından birisi gibi görünüyor. Öyle ya; bir fabrikanın işçileri, sendikalaşmak için aylarca direniyor ve yakın fabrikalardaki işçi kardeşleri, “ne oluyor” diye yanlarına gelmiyor. Gelenlerse, öylesine bir hal hatır sorup gidiyorlar. En ileri gideni ise; direniş yerine çay-şeker getiriyor ya da cüzi bir maddi yardımla desteğini sunmuş oluyor.
“Direnişimize işçiler yardım etmedi” diyen Üçyıldız işçisinin; “Peki siz, sizden önce aylarca direniş yapan Sümerbank-Merinos işçilerine yardıma koştunuz mu?” sorusuna verdiği yanıt ise; aslında, kendi saptamasını bir başka yönden doğrulayan ve yanlışlayan bir yanıttı: “Hayır, böyle bir direnişten haberimiz bile yoktu. Ancak biz direnişe çıktıktan sonra, yakın zamanda böyle bir direnişin yapıldığını bize partili arkadaşlar söyledi!”
Aslında özelleştirmeye karşı mücadelenin yoğunlaştığı yıllarda da (aslında her işçi, emekçi direnişinin baş şikâyeti budur) benzer şikâyetler söz konusuydu. Özelleştirmeye karşı direnen işçiler, diğer işletmelerdeki işçilerin kendilerine destek vermemesinden yakmıyor, “Susma! Sustukça sıra sana gelecek!” sloganı sıkça, henüz özelleştirme olmamış işyerlerindeki işçilere doğru haykırılıyordu. Ama bu sloganı haykıranlar; kendilerinden bir ay, bir hafta önce özelleştirmenin hedefi olan işletmelerin işçilerinin aynı sokaklardan aynı sloganı kendilerine doğru haykırarak geçtiğinin farkında olmamışlardı. İşçilerin bu haykırışını duysalar bile; “Bizim işletmemiz, ülke sanayi için stratejik öneme sahip, bizi özelleştirmezler” rehavetiyle davranmışlardı.
Kendilerine bu hatırlatıldığında da; “Evet, doğru, o zaman aldırmadık ama şimdi sıra bize geldi” diyorlardı. Kuşkusuz daha pek çok konuda benzer yakınmaları ve benzer yanıtları her işçi, işçi mücadelesine ilgi duyan her partili duymuştur.
Elbette ki; saptama doğrudur, işçiler, emekçi yığınları kendi aralarında dayanışsa; sermaye güçleri ve patronlar işçi talepleri karşısında direnemezler.
Elbette ki; dayanışma fikri, sınıf kardeşliği fikrinin gelişmesi, işçilerin uzun mücadeleler içinde hissedip bir sınıf duygusu haline getirdikleri bir sınıf “güdüsü”dür. Ve mücadele temposunun yüksek olduğu, mücadele heyecanının işçi-emekçi kamuoyunu sardığı dönemlerde, özel bir gayrete neden olmadan da işçiler birbirlerini desteklemek için eyleme geçerler. Çünkü böyle dönemlerde; ortamı dolduran mücadele heyecanı, herkesi her yerde olup bitenden haberli hale getiren bir “iletişim aracı” olmayı da geçerek, onları kendiliklerinden hareket ediyormuş gibi saran bir duyguyu da hızla üretir.
Ne var ki, “olağan”, “nispeten durgun” dönemlerde ise, başka konularda olduğu gibi, sınıf dayanışması fikrinin yayılması, bu fikrin bir eyleme dönüşmesi, başka işletme ve işkolundaki işçiler için, işçilerin kendi günlük, küçük çıkarlarını feda etmeyi göze almaları için; mücadelenin örgütlenmesi, işçi örgütü olan sendikaların, sınıf partisinin ya da başka türden emek örgütlerinin harekete geçmesi gerekir.
Bu yüzdendir ki; diğer işletmelerdeki işçilerin ortaya çıkan direnişleri desteklememesi sorunu, birer birer işçilerin öteki işçileri, birer birer işletmelerin kendiliğinden öteki işletmelerdeki mücadeleleri destekleyip desteklememeleri sorunu değildir. Aynı anlama gelmek üzere, direnişlere çevre ve bölgedeki işçilerden destek gelmemesinin sorumlusu öteki işletmelerin işçileri değildir. Tersine; işçilerin örgütsüz, etrafında olup bitenden habersiz olmasıdır. Az çok sendikal örgütlenmenin olduğu yerlerde ise sorun, sendikal bürokrasinin işçiyi kendi işletmesine ve kendi sendikasına kapatarak, diğer işçi kesimleriyle ilişkisini kesmesi, bir sınıf, sınıf dayanışması fikrinin oluşmasını engelleyecek bir sendikacılık tarzının sendikalara egemen olmasıdır.

DESTEK-DAYANIŞMANIN BOYUTU VE ANLAMI
Bir işletmedeki işçilerin eyleminin öteki işletmeler ve işkolundaki işçiler tarafından destelenmesi fikri, sadece “direnişçi işçilerin” ötekilerden şikâyeti olmaktan çıkıp; sınıfın dayanışma fikrinin geliştirilmesi ve ortak mücadelenin örgütlenmesi fikriyle birleşirse anlam taşır. Çünkü işçi sınıfı mücadelesi demek; ortak talepler etrafında birleşmiş bir sınıfın mücadelesi demektir. Bu yüzden de, dayanışma fikri olmayan, öteki kesimin mücadelesi sınıfın geri kalanı tarafından desteklenmeyen bir mücadelenin, sermaye güçleri karşısında başarılı olma şansı da yoktur. Bu nedenledir ki; yukarıdaki “yakınma” aslında işçi sınıfı mücadelesinin en temel gerçeklerinden birisini ifade etmektedir.
Son 10–20 yıl içinde; sermaye güçlerinin işçi sınıfına yönelttiği saldırının en sivri ve en etkin yanlarından birisi; işçi sınıfı ideolojisinin en önemli unsuru olan “kolektivizme”, “dayanışma fikrine” yöneltilmiştir. Böylece; burjuva propagandacıları ve ideologları, hem bireyciliği yaygınlaştırarak orta sınıfları bu fikre kazanıp kendi yanlarına çekerken hem de işçi sınıfı ve çeşitli emekçi kesimlerin saflarında da “dayanışma” fikrini “feodal”, “ilkel” bir anlayış olarak niteleyerek gözden düşürmeye yönelmişlerdir. Bu yolla; sınıf dayanışması, kardeşlik, eşitlik fikri; “bireyin özgürlüğü” adına tahrip edilerek, örgütlü olma, ortak davranma, sendikalarda birleşme, sınıf partisinde örgütlenme gibi sınıf değerlerinin yozlaştırılması, yok edilmesi amaçlanmıştır.
Sermaye güçlerinin bu saldırılarında da en önemli dayanakları, sendikaların yönetimini ele geçirmiş ve sınıf içinde sarı sendikacılığı egemen hale getirmiş olan sendikal bürokrasi olmuştur. Bu yanıyla sendikal bürokrasi; işçiler arasında bölgecilik, ırkçılık, din ve mezhep farklılıkları gibi her tür geri eğilim ve alışkanlıkları kışkırtarak, kendilerinin, yönetimlerdeki yerlerini sağlamlaştırırken, kısımcılığı, “takımcılık”ı, “işyeri şovenizmi”ni kışkırtarak da; işçileri kendi işletmelerinin sorunlarına kapatıp, sınıfın geri kalanının sorunlarıyla ilgilenmek yerine, kendi çıkarına bakan bir kitle yaratarak, sınıf mücadelesinin genişleyip bilinç düzeyinin yükselmesini baltalamayı iş edinmiştir.
Türkiye işçi sınıfında dayanışma fikri elbette ki yeni değildir. Ve Türkiye işçi sınıfı az çok bir sınıf olarak tarih sahnesine çıkmasından beri de bu tür sayısız örnek vardır. Ama ’60’lı, ‘70’li yıllarda; işçilerin sendikalaşma mücadelesinde ve patronların saldırıları karşısında, büyük eylemler ve pek çok fabrikanın bir tek işyerindeki işçileri desteklemek için eylemlere giriştiği, hatta fabrika çevresindeki işçi semtlerinde; halkın da fabrika eylem ve işgallerine destek vermek için harekete geçip; polis ve jandarma müdahalelerine karşı işçilerle birlikte göğüs gerdiği sayısız örnek vardır. 15–16 Haziran’da Türk-İş üyesi binlerce işçinin, DİSK’li işçileri desteklemek için eyleme katılması, ‘70’li yıllarda belli başlı direnişlerin, diğer fabrikalar tarafından desteklenmesi için toplu iş bırakmalar ve gösterilere Katılma gibi, bugün de hatırlanabilecek, “usulen”, “törensel” diyemeyeceğimiz pek çok dayanışma eylemi örneği vardır.
Yine işçi sınıfı tarihinde; örneğin İtalya’da İspanya’daki iç savaş için üretilen ve Franco’culara gönderilen top mermilerinin içine “ateşleyici”leri takmayarak, yeterli patlayıcı koymayarak İspanya’daki işçi kardeşleri ile dayanışmaya giren İtalyan işçileri ya da Liverpool dok işçilerini desteklemek için Amerikan ve Fransız limanlarında İngiliz gemilerini yüklemeyen Fransız ve Amerikan işçileri, sınıfın enternasyonal dayanışmasının ciddi örneklerini sunmuşlardır.
Bugün işçi çevreleri ve çeşitli emekçi çevrelerinde destek denilince akla gelen; basın açıklaması yaparak destek bildirmek, emekçiler arasında para toplamak, ihtiyaç maddeleri alarak işçilere dağıtmak, direniş yerine gidilerek destek ifade etmek gibi dayanışma eylemleriyle sınırlı kalan anlayış; kuşkusuz, sendikaların itildiği geri çizginin ifadesi olarak ortaya çıkmaktadır. Elbette burada “gerilikle” suçlamayı hak eden bu dayanışma girişimlerinin kendisi değil, (bunlar da dayanışma eylemidir) ama dayanışma fikrinin bunlarla sınırlanmasıdır.
Oysa bugün sermaye güçleri, toplu bir saldırı düzeni içinde davranırken, emekçilerin talepleri karşısında ise tam bir dayanışma içindedirler. Bu yüzden de bugün işçilerin dayanışması, sermayenin bu “toplu karşı duruş” ve “top yekûn saldırısı”na yanıt verecek bir “düzeyde” olmak durumundadır. Aksi halde, direnişlerin ve “dayanışma”nın hüsranla karşılaşması kaçınılmaz olmaktadır.
Örneğin EXSA, Göktaş, Üçyıldız, İzmir Sümerbank, (bu kategoriden sayılacak Aktif Dağıtım direnişi ise 5 aydır sürmektedir) gibi son yılların en uzun süreli direnişlerinde işçiler hiç de az direnmemişler, çevreden de (ziyaret, maddi yardım vb. türünden) az yardım görmemişlerdir. Tam tersine işçiler, feragatle davranmış, bu ağır ekonomik koşullara karşın, sendikaların yönetim mekanizmalarından gelen zayıflıklara ve direnişi bitirme oyunlarına karşın mücadeleye aylarca devam etmişlerdir.
Yine Emeğin Partisi başta olmak üzere, çeşitli emek ve ilerici demokrat kesimleri bu direnişlere, basın açıklaması, maddi yardım, ziyaret, direnişçi işçilerin isteklerinin yaygınlaştırılması temelinde küçümsenmeyecek bir destek de vermiştir. Ama sermayenin direncini kıracak kadar bir güç birikimi sağlayamadığı için bu direnişler bitirilmek zorunda kalınmıştır.
Yukarıda sözü edilen EXSA, Göktaş, Üçyıldız direnişleri; işçilerin sendikalı olmak için başvurdukları direnişler olarak; uzunca bir zamandan beri süren işçilerin sendikalı olma mücadelesinin klasik örneği olma bakımından son derece öğretici dersler sunmaktadır. Bu yüzden bu direnişler üstünde kısaca da olsa durmak gerekir. Çünkü milyonlarca işçinin sendikasız olarak çalışmaya zorlandığı Türkiye’de, yüzlerce, binlerce işyerinde sayısız işçi, bu işyerlerindeki işçilerle aynı talebe sahiptir; Sendikalı olma hakkını kullanarak, işyerine sendika getirmek istemektedir. Ancak sermaye ve hükümetler ise, varolan sendikaları bile işlevsizleştirerek dağıtmak için; özelleştirme, taşeronlaştırma, TİS’leri ihlal, “kapsam dışı işçi çalıştırma” gibi yollarla sendikaları tasfiye etmeye yönelmişlerdir. Hal böyle olunca; sendikal mücadele, bir işyerindeki üç-beş yüz işçinin, işyerinin sahibi olan kişi ya da firmaya karşı mücadelesi olmaktan çıkıp, bu işçilerin patronlar sınıfına, hatta arkasındaki hükümete ve IMF-Dünya Bankası’nın yeniden yapılandırma programına karşı yürüttüğü bir mücadele anlamına gelmektedir.
Patronlar bu durumun farkındadır ve onlar kendi sınıflarının çıkarlarının gereğini yaparak, aralarındaki rekabete bir süreliğine ara verip dayanışarak işçileri yenilgiye uğratmayı amaçlayan bir tutum almaktadırlar. Bu yüzden de EXSA, Göktaş, Üçyıldız gibi işyerlerinde; patronların bu işletme patronlarının zararlarını karşıladıkları, bölgeye sendika sokmaması için işletme patronlarını maddi ve manevi olarak destekledikleri, hatta işçilerle uzlaşamaması için tehdit ettikleri de herkesin malumudur. Çünkü EXSA’ya sendika girseydi “sendikasızlaştırılmış” Adana Organize Sanayi Bölgesi’ne sendika girecek, öteki fabrikaların işçileri de, sendikalaşmak için heveslenecekti. Aynı şey Üçyıldız ve Göktaş’ın çevresindeki fabrikalar için de geçerliydi. (Tıpkı, Aktif Dağıtım’a sendika girmesinin, tüm diğer dağıtım firmalarına da sendika girmesinin yolunu açacağı için patronların direniş göstermesi gibi.)
Bu yüzdendir ki; patronlar, aylarca süren direnişleri, trilyonlarca lira zararı, pazar kaybetmeyi, gerekirse fabrika kapatmayı göze alarak, sendikanın işlerine girmesine razı olmamışlardır.
Sendikaların ve direnişe geçen işçilerin, aynı ölçüde olup bitenin farkında olduğu söylenemez. Çünkü direnişe geçen işçiler ve bu direnişi “yönetme” iddiasındaki şube yöneticisi konumundaki sendikacılar (tabii en iyi niyetlisi için böyle) ise; “patronu biraz sıkıştırırsak zararı göze alamaz” sonucuna varacakları “piyasa analizleri” yaparak, kendi yollarını çizmişlerdir. Ama süreç ilerledikçe karşılarındaki patronun o firmanın sahibi değil OSB’nin yönetim kurulu, hatta tüm patron sınıfı olduğu gerçeği ortaya çıkınca da, bu sefer umutsuzluğa düşmüş, öteki işçilerin destek verememesini, sendika üst yönetimlerinin baskılarını bahane göstererek direnişleri bitirmenin yolunu aramaya başlamışlardır.
Bu direnişlerde EMEP’in il örgütleri ve bu direnişlerle ilgilenen birim örgütleri elbette ki; patronların tutumunu önceden görmüştür; ama onların gayretleri ve direnişe verilen desteğin boyutu ve niteliğini değiştirerek sermaye güçlerini dağıtacak bir düzeye ulaştırmaları, bir yandan da kendi çalışma ve tutumlarından gelen zaaflar nedeniyle başarılamamıştır.

OSB’LER VE SENDİKAL MÜCADELENİN ÖNEMİ
Sermaye güçlerinin son 10–20 yıllık gelişimleri izlendiğinde; stratejilerinin en önemli dayanaklarından birisinin, sendikaların tasfiyesi, işlevsizleştirilmesi olduğu görülür. KOBİ’ciliğin teşviki ve sanayinin organize sanayi bölgelerinde toparlanması, bu stratejinin bir gereği olarak benimsenmiş; sanayi bu yolla yeniden yapılandırılmaya başlanmıştır.
Sanayinin temel yönelişi olarak OSB’ler; elbette sermayeye “altyapı”, “teknolojik yenilenme”, “pazarlama”, “güvenlik”, “maliyetlerin azaltılması” gibi çeşitli kolaylıklar getiren bir yöneliştir, ama bunlar içinde, konumuz açısından bakıldığında, KOBİ’ciliğin teşviki ve OSB’lerin geliştirilmesinin en önemli yanı, işçi sınıfının örgütlenmesinin dağıtılması, işgücünün her tür koruma ve mücadele gücünden arınmış, örgütsüz, mümkün olan en ucuza mal edilen bir “meta” haline getirilmesi olmuştur. Ve OSB’lerin en yaygın ve patronlar tarafından en kabul gören sloganı, “Sendikaya hayır”, “Sendikalı işyerlerinden sendikaların tasfiyesi için mücadele” olmuştur.
Buradan bakıldığında, patronlar ve arkalarındaki güç odaklarının, OSB’leri, sendikaları içeriye sokmamak için inşa ettiği kaleler olarak tarif edebiliriz. “Site”nin etrafını çeviren, dikenli teller, güvenlik görevlileri de, basit polisiye tedbirler olduğu kadar, sendikalaşmaya karşı birer barikat olarak düşünülmelidir. Ve sendikalaşmak isteyen işçiler ve bu bölgelere sendikaları sokmak isteyen mücadeleci sendikacılar; bu “kale”yi fethetmeyi göze almak zorundadır.
Bir başka söyleyişle; EKSA, Üçyıldız, Göktaş ve öteki pek çok sendikalaşma mücadelesi; bu “kalelerin” burçlarında bir gedik açmak için girişilmiş “hücumlar” olarak görülebilir. Ancak bu hücumlar göstermiştir ki; kaleyi koruyan güçlerin imkânları, aralarındaki birlik, arkalarındaki destekçiler, göründüğünden daha fazladır. Ve kaleyi zapt etmek isteyenler için; başka araçlara ve kaleyi içerden de çökertecek güçlerle işbirliğine ve dışarıdan da daha geniş ve ciddi desteğe ihtiyaç duyulmaktadır. Yani, direnişler karşısında duyarsız olan, en azından patronların yanında durmaya devam eden öteki işletmelerdeki isçilerin de, direnişi, şu veya bu düzeyde desteklemelerini sağlayacak, direnişi yavaş yavaş da oka yayacak bir çalışma ve eylem organizasyonuna ihtiyaç olduğu görülmüştür. Bu yüzdendir ki; yenilgiye uğramış direnişleri; “kaleye” dışardan yöneltilmiş “yoklama hücumları” olarak değerlendirmek ve bunlardan ders çıkararak, mücadeleyi yenilemek, gerçek durumun doğru ifadesi olacaktır.
Bu yüzden de; bir işyerindeki işçilerin sendikalı olması eylemi; sadece o işyerindeki patrona karşı mücadele değil, OSB yönetiminin direncini kıracak kadar bir gücü patronların; patron sınıfının karşısına dikerek gerçekleştirilebilen bir eylem haline gelmiştir.
Elbette burada, bazen pek çok olumlu koşulun bir araya gelmesiyle; bir tek işletmede de, o işletme işçilerinin çabasıyla sendikalı olmayı başarmak mümkün olabilir; ama günümüz koşullarında bunun istisna olduğu bilinmelidir.
Burada; “Peki öyleyse; sermayenin kalelerine sendikaların girmesi, nereden geçmektedir?” sorusu gündeme gelir.
Elbette bu sorunun yanıtı; bir makalenin sınırlarını çok aşar. Ama en azından bir çerçeve çizilebilir.
Şöyle ki;
Her şeyden önce artık, (krizin getirdiği koşulları göz önüne alarak) bir işyerinin sendikalı olmasını, sadece işçilerin sendikaya üye olması, notere gidip “üyelik beyanında bulunması” olarak anlamamak gerekir. Tersine, bu sendikalaşma sürecinde yapılacak “en son iş”tir. Tersine; işyerinde sendika örgütünün, geleneksel bir sendika fikrinin gerektirdiğinden çok daha geniş bir işçi örgütlenmesi yapmak zorunluluğu vardır. Özellikle de sınıf partisi açısından sendikalaşmanın; işyerinde en geniş işçi yığınlarını kapsayan bir işçi örgütlenmesi yaratmak ve bu işçi örgütlenmesi içindeki ileri işçilerin partiye kazanılması olarak anlaşılması gerekir.
Ancak; bundan henüz, “sendikalaşma için harekete geçme zamanı” olduğu çıkmaz. Çünkü OSB ya da işletmenin, bulunduğu bölgedeki diğer işletmelerle dayanışması için de bir plana sahip olmak; bir mücadeleye başlandığında, işyeri ziyaretini aşan dayanışma eylemleri geliştirmek ve bölgedeki tüm emek yanlısı çevreleri, demokrat ve ilericileri bu mücadelenin saflarında birleştirmek gerekecektir. Bu yüzden parti böyle bir plana da sahip olmalı, bölgedeki tüm emek güçlerini ve ilerici çevreleri, bu mücadeleyi odak alarak “yeniden örgütlemeli”dir.
Demek ki; “diğer fabrikaların işçilerinden yardım bekleyen” ve kendi yenilgilerini bölgedeki diğer işçilerden destek gelmemesine bağlayan Üçyıldız, Göktaş ya da başka sendikal mücadelelerde yenik düşmüş pek çok işletmenin işçileri “yenilginin nedeni”nin en önemli yanlarından birisini anlamışlardır. Ancak şu da bir gerçek ki; mücadele rüzgârı, henüz, her direniş merkezinin bölgedeki ya da ülkedeki işçileri kucaklayıp mücadeleye çektiği bir “burgaç” yaratamamaktadır. Tersine, işçi hareketinin hayli geriye itildiği günümüz koşullarında, mücadelenin her düzeyinde, en küçük kıpırtılar için bile, bir örgütlenme yapılması, emek verilmesi; mücadelenin yedek güçlerinin de devreye sokulması gibi karmaşık ama gerekli çaba gösterildiğinde başarılabilecek bir mücadelenin yürütülmesi gerekmektedir. Hal böyle olunca da; ancak sınıf partisinin örgütleyebileceği, bir kararlılık ve kapsamda, bir işyeri, bölge çalışması olmadan “sendikal mücadele”nin bile ilerlemesi mümkün olmayacaktır.
Kuşkusuz ki; böylesi kapsamlı bir mücadele, ancak ülke sathında ve belirli bir plana bağlı olarak yürütülen işçi sınıfı (tabii ki, tüm emekçileri kapsayan) mücadelesinin örgütlenmesiyle bağlantılı olduğu ölçüde anlamlı olacaktır.
IMF programı karşıtı bir talepler bütünü etrafında, işçi sınıfı ve tüm emekçileri birleştirerek seferber etme mücadelesinin bir parçası olarak, sendikal mücadele ele alınırsa, hem çalışmanın verimli kılınabileceği hem de tüm güçlerin birleştirilebileceği bir platforma geçilmiş olur. Bu yüzden de; IMF ve arkasındaki güçleri püskürtme amaçlı bir mücadelenin ülke sathında geliştirilmesinin bir uzantısı olarak, sendikaların yeniden örgütlenmesi, sendikasız işçi kesimlerinin sendikalaştırması mücadelesi başka bir anlam kazanır. Somut olarak sendikalaşılmasına karar verilen işyerlerinde de aynı programın işyerinin en yakıcı talepleriyle birleştirilmiş bir biçimi gündeme gelir. Dolayısıyla sendikalaşma, kendi başına bir işyerindeki üç-beş yüz işçinin mücadelesi olmaktan çıkıp, bütün bir sınıfın sermaye güçlerine karşı mücadelesinin uzantısı olur. Elbette ki; buna uygun bir örgütlenme ve çabayla parti tarafından planlanıp geliştirildiği ölçüde.
Kuşkusuz ki; bir bölgedeki işçi örgütü, sendikal örgütlenme yaratma çalışması; bölgedeki güçleri harekete geçirmeyi amaçladığı ölçüde, bölgenin özelliklerini, mücadele geleneklerini de kapsamak durumundadır.
Örneğin; işyerlerindeki doğal önder işçilerin mücadeleye kazanılması, olup bitenin farkında olmalarını sağlayacak bir biçimde gidişatı anlayacakları bir platformun oluşturulması, bölge işçilerinin, olup biteni tartışıp karar verecekleri bir demokratik tartışma ortamının yaratılması, daha önceki mücadelelerde bölgedeki işçiler üstünde belirli bir etkiye sahip olmuş “lider işletmelerin” işçilerinin mücadeleye çekilmesi gibi, ilk bakışta ayrıntı gibi görünen pek çok şeyin planlanması gerekmektedir. Yani; sorunların çözümlenmesinde en ileri ve mümkün olduğu kadar basit ve güncel sorunların baskısından kurtarılmış bir tutum benimsenirken; bu politikaların hayata geçirilmesinde en tabandaki işçinin duygusunu ve düşüncesini dikkate alıp onu kazanacak, değiştirip dönüştürecek bir çalışmanın organize edilmesi ilkesi, bütün çalışmanın temeline konmak durumundadır.
“Destek”, “dayanışma”, “başarı”, “yenilgi”, mücadelenin yönlendirilmesinde “partinin bir rol oynaması”, “işçi örgütlenmesi”, “sendikal mücadele”, “partinin işyerindeki birim örgütü” gibi kavramların karşılığı olan çalışma, ancak böylesi “genel” ve “özel”i birleştiren bir çalışma içinde anlamlı olabilir. “Eleştiri” ya da “özeleştiri” de bu kapsamda olduğu ölçüde bir yarar sağlayıp, yenilginin zafere dönüştürülmesinin imkânını yaratabilir.

Şubat 2002

Sendikal konferans üzerine bir değerlendirme

Emeğin Partisi, Kasım ve Aralık aylarında, dört ayrı merkezde düzenlediği “bölgesel konferans”ta, sendikal mücadele ve sorunlarını tartıştı.
Bu dört toplantıya; işçi ve kamu emekçilerinin yöneticisi, işyeri temsilcisi, ileri işçi ya da partinin bu alandaki özel görevlilileri olan toplam 540 partili katıldı. Tartışmaların merkezi; “sendikal hareketin bugün içine sürüklendiği kaostan nasıl çıkabileceği” sorunuydu. Bu çerçevede, sınıf mücadeleci bir sendikacılık anlayışının sendikal hareket içinde egemen olması, sınıf sendikacılığı fikrinin yaygınlaştırılması için yapılması gerekenler; EMEP ve onun üyelerine düşen görevler tartışıldı.
Bu tartışmalarda; sınıf sendikacılığı çizgisi ve sendikal hareketin bugün içinde bulunduğu koşulların ve görevlerin belirlenmesinde; TÜMTİS tarafından, TÜMTİS’in 31. Genel Kurulu’nda dağıtılıp, kürsüden ilan edilen “sınıf sendikacılığına çağrı” bildirgesi, tartışmalara yol gösteren temel belge olarak benimsendi.
Dört ayrı bölgede yapılan tartışmalarda; 100’den fazla partili söz alıp, tartışılan konulara ilişkin görüşlerini dile getirdi.
Bu dört toplantıda yapılan konuşmalara bakıldığında şu söylenebilir ki; son yıllarda Türk-İş’in Başkanlar Kurulu toplantıları da dâhil sendikal toplantı ve kongrelerde, çeşitli vesilelerle düzenlenen hemen her emekçi toplantısında, sendikal hareketle az çok ilgili kişilerin özel sohbetlerinde bile konu olan; “sendikal hareketin nasıl bir çöküşe sürüklendiği” ve “yeniden nasıl ayağa kalkabileceği”; asıl dikkat çekilen şeydi.
Elbette ki; sendikal hareketin en temel sorusu ve sorununa yaklaşımında, sadece sorular sorulmadı, yanıtlar da verildi. Bazen yerel bazen de uluslararası işçi hareketinde ortaya çıkan örnekler üstünden yürüyen tartışmalarda; partili sendikacılar ve emekçiler; sendikal hareketin bugün içinde bulunduğu “iki temel zaafının, “işçi yığınlarının sendikal hareketin dışına itilmesi” ve “sendikaların siyaset dışılık adına burjuva siyasetine saplanması, işçi siyasetinin dışında kalması” olduğu tespitinde tüm katılımcılar tam bir fikir birliği içindeydi. Bu fikir birliği temelinde günümüzde partili sendikacılara, parti üyelerine, işçi önderlerine düşen görevler belirlendi.
Bu tartışmalarda varılan sonuçlardan birincisi; sınıf sendikacılığı ve bütün öteki sendikacılık eğilimleri arasında bir mücadelenin, bugün dünkünden çok daha fazla önem kazandığı idi. Dolayısıyla sendikal bürokrasinin çeşitli fraksiyonlarının şahsında temsil edilen, sarı, uzlaşmacı, reformcu karakterdeki sendikacılık anlayışlarının sermaye yanlısı, işçi ve emek düşmanı karakterleri, ortaya çıkan yeni olgular ışığında bir kez daha deşifre edilirken; aynı zamanda, pratikte de sendikal hareket içinden bu anlayışların tasfiyesi için çaba harcanması görevinin bugün yeniden öne çıkmış olduğu tespiti yapıldı. Bu açık burjuva karakterli, işçi ve sınıf haini sendikacılık anlayışlarının sendikal hareketten tasfiyesi mücadelesinde, onlarla işbirliğine giren, görünüşte “işçici”, ama aslında sendikal hareketi işçi siyasetinin dışında tutan ya da sınıfı ve sendikaları siyasete çekme adına, sendikaları ve sendikal mücadeleyi dar grupçu çıkarların aracına dönüştüren anlayışlara karşı da; hem parti yayınlarında hem de işyerlerinde yürütülen mücadelenin, yeni koşullarını da göz önüne alarak, yenilenmesi gereğine dikkat çekildi.
Demek ki, dünden bugüne gelen reformcu, uzlaşmacı, çağdaş, kitle, siyaset dışı, siyaset üstü, bürokratik gibi adlar alan sınıf işbirlikçisi, sarı sendikacılık anlayışlarına karşı mücadelenin yenilenmesi, bu anlayışlar karşısında, bugün gelinen aşamada, ortaya çıkan olguların da yardımıyla, bunların yeniden mahkûm edilmesi görevi öne çıkmıştır. Dolayısıyla hem parti basınında hem de işyerlerindeki çalışmada; bugün sendikal hareketi batağa sürükleyen anlayışların tarihsel kökenleri ve hele de bugünkü politik kaynaklarında sermayenin olduğuna dair teşhirinin önem kazandığı, toplantılarda vurgulanan başlıca konulardan birisi olmuştur.
Çünkü sendikal mücadele; “işçi sınıfının sermayeye karşı mücadelesinin bir alanı”dır ve dolayısıyla bu alandaki mücadele, bir yanıyla “patronlar ve sermaye hükümetlerine karşı işçilerin çalışma ve yaşama koşullarının iyileştirilmesi mücadelesi” iken, bir yanıyla da “işçi sınıfı içinde sermayenin uzantısı olan sendikal bürokrasi ve onların şahsında biçimlenen burjuva sendikacılık anlayışlarına karşı bir mücadele”dir. Bu nedenledir ki, sendikal mücadele, son tahlilde işçi sınıfının (ve kamu emekçilerinin) sermayeye karşı mücadelesinin bir yönüdür ve sınıf sendikacılığı fikri; bu mücadelenin çizgisinin niteliğiyle; sınıfın iktidarını amaçlayan bir sınıf mücadeleci çizgiyi oluşturan politikalarıyla ayırt edilir. Ve bütün öteki sarı, uzlaşmacı sendikacılık anlayışları ise; baştan ya da son tahlilde sermaye ile uzlaşmayı amaçlayan sendikacılık anlayışları, bu karakterleri nedeniyle de, sınıfın mücadelesinin engelleri olduğu için ve böyle bir engel rolü oynadıkları ölçüde, sınıf sendikacılığının hedefi olurlar. Bu yüzden de; sınıfın sendikalarından sendikal bürokrasinin tasfiyesi ve sendikaların yeniden inşası sorunuyla, işçi sınıfının çalışma ve yaşama koşullarını iyileştirmesi mücadelesi olarak sendikal mücadele, günümüz koşullarında bir madalyonun iki yüzü gibi iç içedir. Dolayısıyla sınıfın sermayeye karşı mücadelesinde sendikaların rollerini oynamalarını engelleyen, sendikaları sınıfa karşı kullanan her tür ve her ad altındaki sendikacılık anlayışına ve bu anlayışın temsilcilerine karşı mücadele, aynı zamanda, bir taktik mücadelesidir ve bu yüzden de, “sendikal hareket içindeki tutumumuz” sorunu, bu taktikle bağlantılı olarak ele alınmak durumundadır.

SENDİKAL MÜCADELE TAKTİĞİ
Konferanslarda söz alıp konuşan partililerin önemli bir kısmı, bu taktiğin çeşitli yönlerine dikkat çektiler: Bu yönleri şöyle sıralayabiliriz:
1) Bugün sendikal hareketin bir “çöküşe” sürüklenmiş olduğu, tarihinde görülmedik ölçüde güç ve itibar yitimine uğradığı; sermayenin ideologlarının da, işçi sınıfının mücadeleci sendikacılarının ve bu gidişattan huzursuz olan basit işçinin de kabul ettiği bir gerçektir. Ve aslına bakılırsa; herkes kendi yönünden bu gidişata müdahale etmektedir.
Örneğin sermayenin ideologları, hazır fırsat ele geçmişken; mücadeleci bir sendikacılığı, sınıflar ayırımı ve karşıtlığı üzerinde kurulmuş sendikaların artık devrini kapattığını ilan ederek; “sendikalar, kapanıp ortadan kaldırılsın” diyemedikleri için, sendikaların, “birer sivil toplum kurumu” olarak, işçiler arasında kültürel, sosyal ilişkileri, bireysel düzeyde dayanışmayı geliştiren kurumlar olarak rol oynamasını, işçilerle patronlar ve hükümet arasında “sosyal diyalog” kurumları olmasını istemekte ve propaganda etmektedirler. Elbette, merkezinde, böyle bir “tasfiye amacı”nın bulunduğu anlayış; bir yandan burjuva medyası ve öteki propaganda merkezleri tarafından yayılırken; bir yandan da üniversitelerde hazırlanan “tezler”le, sermaye örgütlerinin sponsorluğunda oluşturulan “projeler”le ete kemiğe büründürülmek üzere desteklenmektedir.
Sendikal bürokrasi ise, sınıf mücadelesini reddeden ve sendikalara bu mücadelenin dışında bir görev biçen her görüşe çanak tutarken, aynı zamanda, sendikaların küçülüp içe kapanmasını teorileştirip, buradan “küçülerek ayakta kalma modelleri” geliştirmekte; örneğin sendikaların şubelerini, bölge örgütlerini kapatarak, profesyonel elemanlarının sayısını azaltarak -kendi maaşlarına dokunulmasına izin vermeden- “masrafları kısmakta”, gelecekte de maaşlarını garantiye alacak vakıflar, ticari şirketler kurarak, sendikaları “güçlendirme”ye yönelmektedirler. Onlara göre de, artık sendikacılık ve sendikalar “bitmiş”tir ve sendikalar, kendilerinin geçimini sağlayan kurumlar olarak anlamlıdır! Bunun dışında ise, üyeleri kaldıkça da, devlet ve sermaye ile işçiler arasında diyalogun kurumları olarak rol oynamalıdırlar. Vs. vs.
Sendikal hareket içinde burjuvazinin uzantısı olarak faaliyet gösteren bu yıkıcılık dışında, sendikaların siyaset dışı kalmasında sendikal bürokrasiyle ayrışan, ama işçilerin de sendikal faaliyete katılmasını savunan “işçici” sendikacılık anlayışlarından ya da sendikaların siyaset yapmasından kendi gruplarının günlük çıkarları doğrultusunda bir siyaseti, bir “menfaat örgütü” olmasını anlayan anlayışlar da, sınıf sendikacılığının mücadele hedefidir. Ancak gerçekten sendikal hareketin, sınıfın mücadelesinin önünde engel olacak bir pozisyonda iseler. Yoksa, soyut olarak, kendi başına bu görüşlere karşı pratikte bir mücadele (onlarla polemik ya da onları büyük birer gerçek engel gibi ilan ederek sürtüşmelere girişmek), anlamlı değildir.
2) Bugün sendikal hareket bir yol ayrımındadır, ama önündeki yollardan sadece birinin, sınıf sendikacılığı çizgisinin açık olduğunu, bunun dışında her yolun çöküşü daha da derinleştireceğini göz önüne alan partililer; “bugün sendikal hareket nereye gidiyor; bu çöküşü önleme ve sendikaların yeniden mücadele örgütleri olarak ayağa kalkması için ne yapmak gerekir”, “nasıl bir sendikacılık anlayışıyla bugünkü sorunları aşabiliriz?” sorusunu her platformda tartışmaya açmanın, bugün başlıca görevlerden olduğuna dikkat çektiler.
Konuşmacıların dikkat çektiği tartışma toplantılarını şöyle sıralayabiliriz:
a- Partili sendikacılar ve parti örgütleri, panel, forum, konferans, sempozyum gibi açık platformlarda, partili ve asıl olarak da partili olmayan işçi ve sendikacılık kesimlerinin sendikal hareketin sorunlarını yukarıdaki sorular çerçevesinde tartışan toplantılar örgütlemelidir. Bu toplantıların, mümkün olduğu kadar geniş kesimlerin katılımı gözetilerek düzenlenmesine özen gösterilmelidir. Konuya ilişkin birikime sahip bilim adamları, sendikacılar, sendika uzmanları gibi çevrelerin katılmasına önem verilmelidir.
b- Benzer soruların ve sorunların tartışması, sadece parti tarafından düzenlenmiş toplantılarda değil, temsilci toplantıları, sendika kongreleri vb. gibi uygun sendikal toplantılarda, üretim ve hizmet birimlerinde açılmalıdır. Buralarda, yukarıdaki soruların; “sendikamız neden bugünkü duruma düşmüştür, bu durumdan nasıl kurtulur?”, “nasıl bir sendika istiyoruz?” türünden özgünleştirildiği ya da sendika yönetimlerinin uzlaşmacı tutumlarının eleştirisini temel edinen tartışmalar yapılabilir.
c- Kuşkusuz ki, sendikaların bugünkü durumu göz önüne alındığında; sendikal hareketin nereye gittiği ve buradan nasıl çıkacağını tartışmak için, “bütün işçileri ilgilendiren” pek çok vesile çıkacaktır. Kuşkusuz ki, işyerinde sınıf sendikacılığının ne olduğu ve sendikaların yeniden inşası sorununun gündeme gelmesine en elverişli ortam, sendikaların seçimleri, toplusözleşme dönemleri ya da işyerinde işten çıkarma, patronların yeni bir dayatması, TİS ihlali, işçilerin fiilen kullana-geldiği haklarının ihlal edilmesi gibi “sıcak” sendikal sorunların çıktığı ortamlardır. Böyle durumlarda işçilerin kulakları; “sendikaların ne olduğu ve nasıl bir pozisyonda bulunması gerektiği” tartışmasına açık olacağı gibi, patronun ve sendikal bürokrasinin “suçüstü” yakalandığı durumlar olması nedeniyle, böyle dönemlerde işçi yığınları, kolayca tutum alacak bir pozisyona da geçerler.
d- Özellikle sendika seçimleri döneminin, “nasıl bir sendika istiyoruz?” sorusunu ya da işçi ile sendikasının ilişkisini ifade eden başka soruları tartışmaya en uygun dönemler olduğu apaçıktır. Sadece teşhir ve tartışmanın değil, ama daha ileri giderek bir tutum almanın gündeme geldiği böyle dönemlerde; elbette ki, “nasıl bir sendika istiyoruz” vb. sorulara yanıtımız sınıf sendikacılığı açısındadır ve sınıf sendikacılığı çizgisinde bir tutum alınmasının propagandası sürdürülecektir. Ama seçimlere yönelik pratik platform açısından; kuşkusuz sınıf sendikacılığı çizgisinin yol göstereceği, ancak daha geniş; mücadeleci, sendikal demokrasinin gerçekleştirilmesi ve güncel taleplerin öne çıkarıldığı bir tutum önem kazanır. Çünkü işçilerin çoğunluğu, sınıf sendikacılığını ve onun ilkelerini henüz benimsememiş olabilirler; ama sendikaların mevcut sınıf işbirlikçisi, sarı sendikacılık çizgisine, anti-demokratik ve bürokrat sendikacıları koruyan sendikal işleyişe karşıdırlar; dolayısıyla sendikalarının bu durumdan kurtulmasını istemektedirler. Bu yüzden de, sendikal bürokrasiye karşı oluşturulacak cephenin gerçekleştirilmesinde; “sınıf sendikacılığından yana olanlar bu tarafa, olmayanlar öbür tarafa” gibi bir bölünme, bu bölünme temelinde bir sendikal mücadele taktiği, elbette ki, akıldışı ve kabul edilemezdir. Tersine, sendika seçimleri sürecinde oluşturulacak “muhalefetin” çizgisi; sendikal bürokrasinin sendikada uyguladığı sarı, uzlaşmacı sendikacılık çizgisine tutum alan, işçilerin sendika yönetimine gelmesinden yana olan (bu, sendikanın mücadeleci bir çizgide yeniden örgütlenmesi isteği anlamına gelir) tüm işçileri birleştiren bir saflaşmayı tarif etmelidir. Kuşkusuz ki, böyle bir sendikal seçim mücadelesinde aslolan; şu ya da bu kişiler değil, sınıfın mücadelesine uygun bir sendikacılık çizgisi üstünde anlaşılması, bu sendikal platformda işçi çoğunluğunun birleştirilmesidir. Bu platformu mücadeleye yansıtacak kişilerin kim olduğu, bu birliğin ve mücadeleci sendikacılık fikrinin bir ifadesi olarak anlamlıdır. (Böyle bir platformu kimi sahtekârlar da, yönetimlere gelmek için kullanabilir denirse de, bu tür kötü niyetlileri tasfiyenin yolunu işçiler bulacaktır.)
Bugün işçilerin acil taleplerinin ifadesi olabilecek, IMF’nin arkasında yer aldığı sermaye güçlerinin saldırı programını başarısızlığa uğratma, işçilerin ekonomik çıkarlarını koruma, iş güvencesi, işsizlik sigortası, işten çıkarmaların önlenmesi ve sendikal demokrasinin gerçekleştirilmesi amacını kapsayan bir “taktik program” etrafında oluşacak bir sendikal mücadele platformu; işçilerin sendika yönetimlerine gelmesi ve sendikaların “yeniden inşası”nda ilk adımlar bakımından son derece önemlidir. Ve sınıf sendikacılığı etrafında birleşebilecek olan sınıfın ileri kesimlerinin böyle bir çıkışın merkezinde yer alması, sendika seçimlerinde böyle bir taktik program etrafında mücadeleyi örgütlemesi, elbette belirleyici bir öneme sahiptir.

SENDİKALARIN YENİDEN ÖRGÜTLENMESİNDE YIĞINLARIN ROLÜ
Aslında sendikaların yönetimine yeni kadroların seçimi; sendikaların yeniden inşasının, hem sınıfın fikri dönüşümünün hem de sendikal demokrasinin, sendika yönetimlerine işçi iradesinin yansıdığının ifadesidir. Bu yüzden de; yönetimleri sendikal bürokrasi tarafından ele geçirilmiş olan sendikaların yeniden sınıfın sendikaları durumuna gelmesi mücadelesinin bir yönünü, sendikaların yönetimine işçilerin nasıl bir sendikacılık anlayışı ile geleceği belirler. Ama bunun diğer yanı da, işçi sınıfının ana kitlesinin sendikal mücadeleye çekilmesi; bu mücadele içinde sendikalarına sahip çıkma düşünce ve duygusunun güçlenmesidir. Her iki durumun örgütsel karşılığı ise; sendikaların, sadece yöneticiler bazında örgütlenip işçilerden üye aidatı toplayan kurumlar olmaktan çıkarak, her üyesinin örgütlü hale geldiği örgütler biçimine dönüşmesidir. Bunun ön koşulu ise, sendikanın işçi yığınları içinde örgütlenmesidir. TlS’lerden sendikal hakların genişletilmesine, işçilerin hak özgürlük taleplerinden sendika içi demokrasinin genişletilmesine kadar her konuda “sıradan işçi”nin bir tutum almasının sağlanması için, sendika örgütünün, sendika binasından çıkıp işçinin içinde kurulması gerekmektedir.
Konferanslara katılan işçilerin ve sendikacıların en büyük çoğunluğu; bu dönüşüm ihtiyacına ve bu dönüşümün gerçekleştirilmesi için partili işçilere, sendikacılara düşen göreve özenle dikkat çektiler. Çünkü Türkiye’de sendikalar, kendi tarihlerinde sadece ilk örgütlenme dönemlerinde, işyerleri örgütleri, gerçek birer işçi örgütü olmuşlar; ama yasal olarak sendikalaştıktan sonra; işyeri örgütü hızla yok olurken; sendika yöneticisi, “temsilci” gibi unvanlar alan işçiler hızla ana kitleden ayrılmış; bu ayrılma ile birleşen “başka bir yaşam tarzı”, sendika ile işçinin “ayrılmasına” da karşılık gelmiştir.
Bugün de yeni örgütlenen işyerlerinde bu durumun yaşandığına; sendikalı olma mücadelesi içinde her işçinin bu mücadeleye katılımı sağlanır ve buna özen gösterilirken; yetkili, sendikanın belirlenmesinden sonra, bu durum hızla tersine döndürülerek, işçilerin sendikal mücadelenin, onun sorunlarının dışına itilmelerine dair çok sayıda örnek bulunmaktadır. Ve aslında var olan sendikaların, kendi köklerine, ilk örgütlenirken yaptıkları örgütlenmeye dönüşmeleri; bugün işyerinde sendikanın yeniden örgütlenmesinin ne anlama geldiğinin de önemli ölçüde yanıtı olacaktır.
Özellikle bir taban çalışması yürütülmeden ve parti örgütleri yeterince oluşmadan yapılan sendikacılık girişimlerinin “başarısız” olmasının nedeni de, burada yatmaktadır. Çünkü bürokrat sendikacılar; kendilerine yapılan “sendikalaşma” başvurusunu, “kendi yerlerini tehdit etmeyecek” biçimde gerçekleştirmeyi amaçladıklarından, mücadeleci işçileri hızla dışlamaya yönelmekte; sıkı bir taban örgütlenmesinin olmadığı koşullarda, ileri işçileri, çoğu zaman patronla da bir uzlaşma içinde kolayca dışlayarak, işçi çoğunluğunu sendikal mücadelenin dışına itmektedir.
Konferansta dikkat çekilen bir diğer nokta ise; taban çalışmasının doğru gelişmesi ve işçi yığınlarının mücadeleye istikrarlı katılımı için sendikal çalışmanın, bir parti çalışması olarak yürütülmesinin önemidir. Yani işyerindeki sendikal çalışma; partinin işyerindeki çalışmasının bir alanı olduğu ölçüde; sendikanın derinlemesine olarak yığınlar içinde örgütlenmesi, ileri işçiler aracılığı ile işçi yığınlarının bu mücadeleye çekilmesi mümkün olabilmektedir. Bu yüzdendir ki, partinin işyerindeki çalışmasının esası, iş ve hizmet birimlerinde parti örgütlerini oluşturmak, sendikal çalışmayı da bu birimlerdeki parti grubunun bir çalışması olarak ele almaktır. (Elbette; partinin derinlemesine bir çalışması olmadan da sendikal örgütlenme yapılması için elverişli olan işyerlerinin olmadığı söylenemez. Tersine konferanslarda böyle örneklere de değinilmiştir: Ama bunlar rastlantısal olgulardır.)

MİLYONLARCA SENDİKASIZ İŞÇİNİN ÖRGÜTLENMESİ SORUNU
Sendikal hareketin en önemli sorunlarının başında, kamuya ve sınırlı sayıda özel sektör işletmelerine sıkıştırılmış olması gelmektedir. Bu yüzden de, sendikal hareket kendisini yeniden örgütlerken, birer birer işyerlerinde “derinlemesine” bir çalışma ile işyerindeki işçi yığınlarını kapsamanın ötesinde, aynı zamanda, milyonlarca sendikasız işçiyi de örgütlemek görevini pratik bir sorun olarak ele almak durumundadır.
Konferanslarda, sendikal hareketin olmazsa olmaz yönelişlerinden birisi olan “sendikasız işyerlerinde sendikal örgütlenme” zorunluluğu da ele alınmıştır.
Özellikle bugün sendikalı işçilerin sayısının genel işçi kitlesi içinde yüzde 8’Ier dolayında olduğu ve sendikaların buralardan da özelleştirme, taşeronlaştırma, resen emeklilik vb. yollarla tasfiye edildiği göz önüne alındığında, sendikal örgütlenmenin hızla yaygınlaşmasının bir ihtiyaçtan öte bir zorunluluk olduğu ortadadır.
Kuşkusuz bu, rasgele yapılacak bir iş olmadığı gibi, “her işyerinde birden sendika örgütleri kurmaya yönelelim” demek de değildir. Tersine, var olan güçler en verimli bir biçimde kullanılarak; Organize Sanayi Bölgeleri (OSB) içinde genç işçiler arasında; bu sanayi bölgelerindeki “lider işletmeler” (çalışan işçi sayısı, işkolu ve bölgedeki önemi bakımından önde olan işletmeler) esas alınarak ama tüm sanayi bölgesinde faaliyet gösteren, oradaki olumlu koşullardan yararlanan, olumsuzlukları azaltan bir taktiğin izlenmesi bir zorunluluktur. Bursa Üçyıldız ve Adana’daki EKSA fabrikalarındaki çalışmanın örnek alınacak doğru ve yanlışları analiz edildiğinde, yapılması gerekenler ortaya çıkmaktadır:
Konferanslarda dile getirilenler ve partinin bu alanlardaki çalışmasının dersleri göz önüne alındığında;
1) Her OSB’deki çalışma, bölgenin kendine has özelliklerini dikkate alıp mücadelenin ilerlemesine dayanak olarak kullanılabilecek bir plan dâhilinde yürütülmek durumundadır.
2) Bu tür bir çalışmada; OSB’de sadece patrona karşı değil ama OSB yönetimine karşı da bir mücadele yürütüldüğü, dolayısıyla sadece tek bir fabrikadaki işçilerin değil tüm bölgedeki işçilerin birleştirilip mücadelenin “destek gücü” olarak örgütlenebildiği, tüm ileri işçilerin mücadele birliği gerçekleştirildiği ölçüde sendikal mücadelenin ilerleyebileceği, bu çalışmaların en önemli derslerindendir. Bu yüzden de, işyerindeki mücadele komitesi, OSB’nin mücadele komitesiyle, işkolu farkı gözetmeksizin birleşmek durumundadır.
3) Çalışmanın profesyonelce olması; maddi, manevi her imkânı mücadelenin bir dayanağı yapan, en küçük imkânı bile heder etmeyen, dikkatlilik, ciddi bir kararlılık ve fedakârlıkla yürütülen bir çalışma, OSB’deki çalışmalarda vazgeçilmez bir ilke olarak benimsenmek durumundadır.
4) Her işletme, partinin örgütleneceği bir işletme olarak ele alınıp; sendikal çalışmayı parti çalışmasının bir alanı olarak görmek; partinin ve politikanın imkânlarını seferber ederek bu işletmeleri partinin ve sendikal çalışmanın kaleleri olarak değerlendirmek, OSB’lerde çalışmanın temeli olmak durumundadır.

***
Bütün bu değerlendirmeler, böylesi kapsamlı bir mücadele alanı olarak sendikal mücadele alanının yönlendirilmesi, işçi sınıfı partisinin bu hareket içindeki hem rolünün önemine hem de vazgeçilmezliğine apaçık işaret etmektedir.
Konferanslarda yapılan tartışmaların içeriğini ve çıkan sonuçları yukarıda özetlemeye çalıştık. Bu sonucu, bir formülasyon olarak, “Ciddi bir parti çalışmasına dayanmayan bir sendikal çalışmanın başarılı olma şansı olmayacağı gibi, ciddi bir sendika çalışmasını gündemine almayan bir parti örgütünün de sınıfın içine derinlemesine nüfuz etme, onu örgütleme şansı yoktur” biçiminde ifade edebiliriz. Aslında bu formülasyon, sınıf sendikacılığı hattında ortaya konan, sendikal hareketin en temel zaafı olan; “yığınlardan kopmuşluk” ve “siyaset dışılık” eğilimlerine karşı mücadeleyi de ifade etmesi bakımından önemlidir. Aynı zamanda bu formülasyon, sendikal harekete müdahalenin profesyonelce olması, bu alanda güçleri birleştirmenin olduğu kadar deneyimleri biriktirip pratiğe geçirmenin tek yolu olduğu anlayışıyla da birleşen bir formülasyon olarak; EMEP’in dört ayrı bölgede topladığı sendikal konferanslardan çıkan ana fikri ifade etmektedir.

Ocak 2002

Sermayenin “yeniden yapılandırma” oyununu bozma mücadelesi

Son 5–10 yıldır, bir “yeniden yapılandırma”dır gidiyor. Öyle ki, “yeniden yapılanma” ya da “yeniden yapılandırma” her derde deva olacakmış gibi sunuluyor.
Sermayenin güç odaklarının sözcüleri, her köşedeki propagandacıları ve ideologları “dün”e ait yedikleri bütün haltları, sömürü ve soygun için kurdukları ve kullandıkları kurumları, egemenlik aracı olarak kullandıkları örgütleri eleştiriyor, hatta suçluyorlar. Sanırsınız ki, örneğin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra oluşturulan düzeni kapitalistler değil de sosyalistler, Marksistler kurmuş! Sanırsınız ki, “ithal ikameci” ekonomi, devletin hantal işleyişi, sosyal güvenlik kurumlarındaki yolsuzluklar, ekonominin mafyalaşması, KİT’lerin burjuva düzen partilerinin arpalığına dönüştürülmesi, teknolojik gerilik, verimliliğin düşmesi, polis devleti uygulamaları, işkence, insan haklan ihlalleri, etnik ve dinsel azınlıkların ezilmesi, burjuva siyasetindeki çürüme, devletin çete organizasyonlarıyla içli dışlı hale gelmesi, hazine yağmacılığı, banka hortumculuğu, kontra faaliyetleri gibi şeyler egemen sınıfların, kapitalistlerin, onların düzenlerinin marifeti değil de; sosyalistlerin, işçilerin, emekçilerin marifetidir!
Aslında söz konusu olan, demagojik bir kampanyadır. “Krizsiz, barış içinde refahın paylaşıldığı, demokrasinin tüm dünyaya egemen olduğu bir dünya kuruyoruz” iddiasıyla 10 yıl önce yola çıkan kapitalist-emperyalist dünyanın güç ve egemenlik merkezleri; bugün vaatlerinin tam tersine bir tablo çıkarmışlardır karşımıza. Kurdukları dünya on yıl öncesine göre daha büyük krizlerin pençesindedir; barış, refah, demokrasi gibi kavramların karşılığı olan ilişkiler her gün daha geriye gittiği gibi, sistemin bugünkü doğrultusunda ilerlediğinde; dünyanın bugünkü durumunun bile mumla aranacağını, bir kaosun kaçınılmaz olduğunu kapitalizmin az çok aklı başında savunucuları da kabul etmektedirler.
Ne var ki, kapitalist sistemin sürmesi; emperyalist ülkelerin ve tekellerin egemenliği altında bir dünyanın başka türlü şekillenme olanağı da yoktur. Bu yüzden de, emperyalist-kapitalist güç odakları bu vahşi sömürü dünyasının “yeniden yapılandırılması” adı altında sömürü ve baskı sistemini geliştirmektedirler. Eskisiyle hiç ilgisi olmayan, onun kusurlarını taşımayan bir kapitalist dünya kurulduğu, kurulmak istendiği havası verilmek istenmektedir.

‘YENİDEN YAPILANDIRMA’ VE TARİH
Aslında gizemli bir havada ve “tarihte ilk kez yapılıyor” gibi sunulan “yeniden yapılandırma”ya bir yalan ve demagoji propagandası eşlik etmektedir. Çünkü böylece kapitalistler; son yüzyıl içinde şekillendirdikleri ilişkileri, kapitalist yönetim ve baskı kurumlarını kendilerinin şekillendirmediğini, onları sınıf niteliği ve kime ait olduğu belirsiz bırakılan bir “tarihten devraldıklarını” öne sürerek, şimdi artık kendi istedikleri gibi, “barış ve refah içinde bir dünya” kurabilecekleri tezlerine inanılırlık kazandırmaya çalışmaktadırlar.
Gerçekte ise; son yüzyıl içinde kapitalist dünya, daha önce de iki kez “yeniden yapılandırma” operasyonlarına sahne olmuştur.
Söylenenlerin ve bugün olup bitenlerin anlaşılması için “yeniden yapılandırmadın geçmişte ne anlama geldiği ve nasıl yapıldığına, burada kısaca da olsa değinmek gerekir.
Geçtiğimiz yüzyıl içinde ilk yeniden yapılandırma girişimi 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı ve 1917 Ekim Devrimi tarafından altüst edilen eski dünya ilişkilerinin yeniden kurulması içindir. Ve dünya “iki güç” tarafından “yeniden yapılandırılmak” istenmiştir.
Dünyayı yeniden yapılandırmak isteyen güçlerden birincisi işçi sınıfıdır. SB’nin şahsında ilk kez gerçek somut bir devlet olarak da tarih sahnesine çıkan işçi sınıfı, kapitalist dünyayı, sömürüsüyle, savaşlarıyla, ezen ve ezilen olarak kurulmuş tüm ilişkileriyle tarihe gömüp, gerçekten yeni bir dünya; sömürünün, ezenin ve ezilenin olmadığı, baskının olmadığı, nimetlerinden herkesin “eşit” yararlandığı bir dünya olarak, dünyayı yeniden kurmak istemektedir. Kısacası işçi sınıfı, elbette işçi Sınıfı Enternasyonalizmi ilkesi doğrultusunda, sosyalist bir dünya kurmayı amaçlamaktadır. Ancak bu son amaca giden yolda, eski dünyanın “zayıf halkalarımdan koparılması, sömürgelerin kurtuluşu ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin sosyalizme bağlanması yolundan ilerlenmesi gerekecektir. Ve bunun için 3. Enternasyonal (Komintern) ve SB, Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı (UKKTH) ilkesini, tartışılmaz bir ilke olarak ilan eder.
Bu, sömürgeciliğe, hegemonyacılığa vurulabilecek en ağır darbedir. Bu, yeni bir dünya kurma stratejisi; bağımsızlığı için savaşa girecek ulusların, emperyalist sistemin temel dayanaklarından olan sömürgeciliği dağıtacağı, sömürge ve yarı sömürge ulusların bağımsızlık mücadelelerinin emperyalist sisteme ağır darbeler vuracağı, yeni dünyanın kurulmasının yolunun açılacağı görüşüne dayanır.
Kapitalist dünyanın sahipleri de, bir yandan sosyalizm, öte yandan savaş tarafından tahrip edilen, bundan da öte yükselen emperyalistlerin dünyanın paylaşımından pay isteklerini karşılamak için, dünyanın “yeniden yapılandırılması” ihtiyacındadırlar. Ve yeni emperyalist güç, savaştan en kazançlı çıkan ülke ABD’dir. ABD, eline geçirdiği fırsatla, İngiltere başta olmak üzere sömürgeci ülkelerin tarihsel dayanağı olan sömürge sistemini yıkarak, yeni koşullarda kendi hegemonyasını kuracağı bir dünya sistemine dayanak olacak (kapitalizmin emperyalizm aşaması, ekonomik bakımdan sömürmek için, daha önceki yüzyıllarda olduğu gibi askeri işgali gerektirmeyecek kadar gelişmiş, sermaye ihracının mal ihracının önünde önem kazandığı bir aşamadır) bir tez öne sürerek. Ve o da; 3. Enternasyonal ve sosyalist SB gibi; kendi dünya hegemonyasının, dünya egemenliği stratejisinin merkezine UKKTH’yi tanımayı koyar. Savaş sonrası Avrupa’daki “barış antlaşmasının (Almanya ile yapılan Versay Antlaşması ya da Osmanlı ile yapılan Sevr Antlaşmasının) ilkelerinin ifadesi olan ve “Wilson İlkeleri” olarak bilinen ilkelerin merkezinde UKKTH ilkesi vardır. (Wilson İlkeleri, ya da “Wilson Doktrini” olarak bilinen ilkeler, 1. Dünya Savaşı sonrasına dünyaya ABD’nin çıkarları doğrultusunda yön vermek için dönemin ABD Başkanı W. Wilson tarafında öne sürülmüştür. Sonraki yıllarda ABD bu ilkelere dayanarak, sömürgelerin ayaklanmasında sömürge halkların destekçisi gibi görünerek, İngiltere, Fransa sömürgeciliğinden bıkan halkları yavaş yavaş kendi himayesine almış; kimi yerde ise, örneğin Kore’de, Vietnam’da olduğu gibi, sömürgecilerin yerine geçerek, sosyalizme bağlanacağını düşündüğü kurtuluş mücadelelerini bastırmaya çalışmıştır. Ama elbette yine “bağımsızlık”, “demokrasi” uğruna! Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısında cuntaları, faşist diktatörleri SB’ye karşı desteklemesinin kılıfı da yine bu ilkeler olmuştur.) Böylece sömürgeler ve yarı sömürgeler sömürgecilere başkaldıracak, Osmanlı, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu içindeki uluslar ve milliyetlerle, İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda, İtalya, İspanya gibi sömürgeci ülkelerin sömürgelerinin dağılmasına da yeşil ışık yakılmış olmaktadır. Ya da Rus Çarlığı’nın sınırları içinde olan ama artık genç SB ile eşit ilişkiler kurarak kendi kaderini tayin hakkını elde eden ulusların kışkırtılması da, elbette “Wilson İlkeleri”nin amaçları dâhilindedir ve sonraki yıllarda bu, tek amaç haline gelecektir.
Klasik sömürgecilik döneminden sömürgelere sahip olmayan ABD, bu ilkeler doğrultusunda sömürgelerin başkaldırılarını desteklemiştir. Böylece ABD, mazlum ulusların gözünde “özgürlük yanlısı”, “halkların destekçisi” gibi görünme imkânını elde etmiştir. Hem de pek çok bakımdan “yardıma” ihtiyaç duyan bu ülkeleri avucunun içine alarak, 20. yüzyılın ikinci yarısında tanık olunacak tarihin en vahşi imparatorluğu olan Amerikan imparatorluğumun temellerini atmıştır.
Burada konumuz açısından ilginç olan şey; dünyayı sosyalizmin ilkeleri doğrultusunda yeniden kurmak isteyen 3. Enternasyonalin de, ABD emperyalizminin de dünyayı yeniden kurma stratejisinin “aynı ilke”de ısrar etmesidir: UKKTH!
2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın patlak vermesi, 1. Emperyalist Savaşı’nın sonrasındaki dünyanın yeniden paylaşımının bu sefer savaş yoluyla kurulması çabasıdır ama bilindiği gibi; savaş, yeni paylaşım talep eden emperyalist güçlerin, faşist kampın çöküşüyle biter. Ama aynı zamanda 2. Paylaşım Savaşı, bu savaştan devasa şekilde güçlenerek çıkan ABD’nin 1. Paylaşım Savaşı’nda güttüğü amacı gerçekleştirmesi için bütün imkânları da olağanüstü hazır hale getirir, İngiltere, Fransa ve öteki sömürgeci ülkelerin savaşta yıkılmaları, ekonomik ve askeri bakımdan büyük kayıplara uğramaları ve sömürgelerdeki koşulların kötüleşmesi Afrika ve Asya’daki sömürge ulusların art arda ayaklanmalarını getirir. Çin, Hindistan, Orta ve Kuzey Afrika gibi başlıca sömürge bölgelerinde sayısız yeni ulusal devlet ortaya çıkar.
Öte yandan İkinci Paylaşım Savaşı sonrası koşullar; savaşta en çok tahrip olan, en çok insan kaybına uğrayan ama dünyayı faşizmden kurtarma savaşında en önemli role sahip olan SB’nin önderliğinde kurulmak istenen sosyalist bir dünya programı için de sınırsız imkânlar sunar. Doğu Avrupa ülkelerinde, Çin, Kuzey Vietnam ve Kuzey Kore’de SB ile dostluk ve dayanışmayı esas alan halk cumhuriyetleri kurulur. Hemen bütün kurtuluş mücadeleleri içinde kendisini sosyalist, komünist ilan eden fraksiyonların etkisi yükselirken, Fransa, İtalya gibi büyük kapitalist ülkelerde 3. Enternasyonal’e bağlı komünist partiler son derece güçlenir, iktidara aday hale gelirler. Dahası ABD, İngiltere gibi en emperyalist ülkelerde bile komünist ve gerçek demokrat güçlerin etkinliği artar. Küçük burjuva ya da ulusal burjuvaların iktidarda olduğu pek çok sömürge ya da yarı sömürgelikten kurtulma yoluna girmiş ülkede, SB’ye, sosyalizme yakınlık, uluslararası planda SB ile yakınlaşma başlar. Çünkü bu ülkeler, ancak SB ile yakınlaşarak “kendi kaderlerini tayin hakları”nı koruyabileceklerini düşünmektedirler.
Aslında savaş sonrasında ortaya çıkan “kapitalist sistem” ile “sosyalist sistem” arasındaki mücadele politika alanında “halk demokrasisi” ile “burjuva demokrasisi” arasındadır. Dolayısıyla 2. Dünya Savaşı sonrası dünyasında UKKTH sorunu, ya sosyalist sistemle dayanışarak gerçek bir bağımsızlığa, ulusun kaderini tayin hakkını gerçekten kullanabileceği bir ekonomik bağımsızlıkla desteklenmeye ya da emperyalizmin uluslararası çıkarlarına bağlanarak, bir süre sonra ABD kuklası hükümetler aracılığı ile yeni sömürgeciliğe evrilecek bir soruna dönüşmüştür.
Nitekim ABD ve müttefikleri, Yunanistan’da, Kore’de, Vietnam’da “demokrasiyi korumak” için savaştıklarını iddia ederken, en kanlı diktatörleri, azılı gericileri, en zalim cuntaları işbaşına getirmesini, “demokrasiyi”, “demokrasi dünyasını korumak” ihtiyacı ile açıklar. SB de, emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı mücadele eden ülkelere, bu ülkelerde halkın istediği yönetimlerin gelmesi için destek verir. Kore, Vietnam, Çin devrimleri, Doğu Avrupa’nın halk cumhuriyetleri bunun için desteklenir.
Söylem açısından bakıldığında, ABD ve öteki emperyalistlerin “kurulmak istenen dünya”, “dünyanın yeniden yapılandırılması” için kalkındıkları tez, lafız olarak sosyalizminki ile aynıdır. Ama bu iki görüşün bağlandığı dünya görüşü ve kurmak istedikleri dünyanın temelleri ve varmak istedikleri toplumsal amaç tamamen zıttır.
Sovyetler Birliği, sömürüşüz, baskısız, ebedi barışın egemen olduğu, sınıfların ve sömürünün olmadığı bir dünya kurmak isterken ABD ve emperyalist ülkeler “demokrasi” ve “özgürlük” laflarını ederken, sömürge, yarı sömürge ve bağımlı ülkeleri yedekleyerek, dünya halklarını özgür bir dünya kuracaklarına inandırmayı, azgın kapitalist sömürüyü, emperyalist hegemonyayı pekiştirmeyi amaçlamaktadır. Belki tek yenilik, İngiliz ve Fransız egemenliği yerine ABD’nin emperyalist-kapitalist dünyanın patronu olarak sivrilmesiydi.
Dolayısıyla burada asıl önemli olan “yeniden yapılandırma” lafı değil, neyin yeniden yapılandırılacağı; nasıl yapılandırılacağı, yapılandırılacak dünyanın nasıl bir dünya olacağıdır. “Demokrasi”, “özgürlük”, “insan hakları”, “bağımsızlık” gibi kavramlara karşılık gelen değerleri ifade eden politikaların hangi amaca dayanak yapıldığıdır. Örneğin Doğu Avrupa’ya özgürlük, demokrasi, bireysellik gibi motifler arkasında gerçekleştirilen “yeniden yapılandırma”, bölgede sadece açlık ve yoksulluğu değil üretici güçlerin tahribini ve nihayet ülkelerin iç savaşlara ve dış müdahalelere sürüklenmesini, kapitalizmin en aşağılık ahlaki ve kültürel değerlerinin toplumları çözüp altüst etmesini beraberinde getirmiştir.
Oysa 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında bu ülkeler; “yeniden yapılanırken” yine demokrasi ve özgürlük için, yine kardeşlik için mücadele etmişler, tarihlerinde görmedikleri kadar uzun bir barış ve ekonomik-kültürel kalkınma dönemi yaşamışlardı.

SERMAYENİN ‘YENİDEN YAPILANMA’SI NEYE HİZMET EDİYOR?
Demek ki “özgürlük”, “demokrasi”, “bireysellik”, “kardeşlik”, “dayanışma” vb. gibi politikaların kendi başlarına bir önemi yoktur ve hangi amaca bağlanmış oldukları asıl belirleyici yanlarıdır.
Son 10 yıldır (aslında 20 yıldır), uluslararası sermaye güçleri; dünyayı “yeniden yapılandırmak” iddiasında. Bu yeniden yapılandırma; bir yanıyla, “Yeni Dünya Düzeni” olarak tarif edildi ve bu düzenin temelinde de “serbest piyasa ekonomisinin olacağı ilan edildi. Serbest piyasa ekonomisinin “serbestçe” işleyeceği koşulların genelleştirilmesi temelinde dünyanın “yeniden yapılandırılacağı”, böylece, barış içinde, demokrasinin serbestçe gelişip evrensel bir sistem olacağı bir dünya düzeninin kurulacağı ilan edildi. Ve dünyanın pek çok bölgesindeki savaşlar, iç kargaşalar, ülkelerin bölünüp parçalanması, dünyanın servetlerinin yağmalanması, ulusal ekonomilerin çökertilmesi, ülkelerin IMF-Dünya Bankası himayesine alınması hep böyle bir “düzenin kurulması”nın bahanesi yapıldı. Yugoslavya’yı, Irak’ı emperyalist ordularla parçalamak, Orta Afrika’daki ırk kırımları, Kafkasya’dan Orta Avrupa’ya kadar uzanan bölgedeki iç karışıklılar, 100’den çok ülkenin IMF kontrolüne alınıp ekonomik operasyonların hedefi yapılması, hep böylesi “güzel”, barış ve refah içinde bir dünyayı kurmak için yapılan girişimler olarak sunuldu.
Ama bunlar gerçeği yansıtmıyordu. Çünkü gerçek, iddianın tam tersiydi. Çünkü kurulmak istenen düzen; gerçekte, eğer illa ki bazı ilkelere indirgenirse şu ilkelere dayanıyor: 1. Uluslararası tekellerin dünya ölçüsünde faaliyetlerine engel olan her kuralın (gümrük, ulusal çıkar, ulusal ekonomi, ülke çıkarı, halk sağlığı, toplum çıkarı, çevre gereği, devlet çıkarı vb.), her engelin kaldırılması; 2. Dünya ölçüsünde ve ülkeler bazında servetlerin en büyüklerin elinde toplanmasının önündeki tüm engellerin (anti-tröst önlemler, sosyal güvenlik, kazanılmış hak, ulusal ya da başka engeller) ortadan kaldırılması; 3. İşçi sınıfı başta olmak üzere tüm emekçilerin sermaye karşısında örgütsüz, gelecek güvencesiz, sermayeye hizmetten vazgeçtiğinde çaresiz bir biçimde ortada kalacağı bir yığına dönüştürülmesi için ekonomik ve sosyal güvencelerin (sendikal örgütlülük, TİS, yasalara geçmiş haklar vb.) kaldırılması.
Kapitalist dünyanın en büyük patronlarının ve iktisatçı namlı sermayenin akıl hocaları; tekellerin, sermayenin ancak bu koşullar yerine getirildiği ölçüde ayakta kalabileceğini, aksi halde tam bir çöküşe sürükleneceğini iddia etmektedirler. ABD başta olmak üzere dünya hegemonyasını ellerinde tutan emperyalist güç odakları; kurmak istedikleri bu sisteme dâhil etmek istedikleri ülkeleri “yeniden yapılandırmaktadırlar. Yani, bütün ülkelerin ekonomileri; “küreselleşme”ye katılmak için, en büyük tekellerin ve başlıca emperyalist ülkelerin çıkarlarına uygun ekonomik, sosyal, siyasal bir yapıya kavuşturulmak istenmektedir. Bunun için de, duruma göre kimi ülkelerde “Maastricht Kriterleri”, NAFTA, AB dayatmaları (daha çok gelişkin ülkelerde) devreye sokulurken, kimi ülkelerde IMF vesayeti şart koşulmaktadır (Türkiye dâhil, 100 dolayında ülke bu durumda). Kimi ülkelerde ise, askeri güç kullanımına gidilmekte, bu ülkeler (İran, Irak, Yugoslavya vb.) hizaya getirilmeye, “küreselleşmeye entegre olma”da problem çıkaramaz duruma getirilmeye çalışılmaktadır.
Bütün 20. yüzyıl boyunca emperyalist kapitalist blok, “demokrasi”yi sosyalizme karşı bir demagojik silah olarak kullandı. Ve “demokrasiyi”, genel oy hakkı, çok parti, çoğunluğun iradesinin ülke yönetimine egemen olması gibi bir vitrin arkasında “özel mülkiyetin ve hür teşebbüsün dokunulmazlığı” üstüne kurdu.
Son 10–15 yıldır da emperyalizmin ideologları ve politikacıları; “demokrasi”yi, “azınlığın haklarının korunması” olarak (ilk bakışta bu çok radikal ve ileri bir demokrasi tarifi gibi de görülür) tarif etmektedir. Böylece etnik, dinsel, mezhepsel vb. ayrımlar mutlaklaştırılıp, bu tali ayrımlar, “temel ayrımlar” olarak öne çıkarılarak teşvik edilmekte; sınıfların ve ulusal devletlerin çözülmesi, en azından kargaşaya sürüklenmesi temelinde bir “yeniden yapılandırma” stratejisi izlenmektedir.
Böylece, örneğin Türkiye gibi bir ülkede, “demokrasi” azınlık haklarının korunmasına indirgenince, Kürtlerden Alevilere, eşcinsellerden şeriatçılara kadar kapitalist sistem tarafından baskı altında tutulan bütün “azınlıkların sempatisi kazanıldığı (buna yedeklenmesi demek daha doğru) gibi, aynı zamanda özellikle ulusal haklar, UKKTH’den “etnik azınlık hakkı”na geri çekilerek ulusal mücadelelerin, ulusal bağımsızlık fikrinin altı da oyulmakta, emperyalizme karşı mücadelede ulusal mücadele bir bileşen olmakta çıkarılmaktadır. Dahası, mezhep, tarikat ayrımları, mesleki inançsal farklar gibi tüm “sivil farklar”, yerel ayrımlar kışkırtılarak ülkelerin çözülmesi, iç kargaşaların çıkarılması ya da çıkan çatışmaların kontrol altına alınması çocuk oyuncağı olmaktadır. Üstelik bu ayrımlar bütün öteki sınıfsal, ulusal ayrımların ve birliklerin önüne geçirilerek, işçi sınıfı ve emekçi sınıfların birleşmesinin önüne yeni engeller olarak çıkartabilmektedir. Ve böylece, ulusların çözülmesi, sınıf örgütlerinin kaosa sürüklenmesi amacına adım adım varılmak istenmektedir.
Ve elbette demokrasi güçleri ve emek hareketi için bu durumda, sadece sermayenin hak ve özgürlük mücadelesini nasıl kullandığını, hangi hainane amaçlar için bu çelişkileri istismar ettiğini açıklamak yetmez. Gerçek bir demokrasi için uluslar ve milliyetler arasında hak eşitliğine dayanan gönüllü bir birlik, tüm mezhepsel, bölgesel azınlıklar üstündeki baskılara son verilmesi, en önemlisi de işçilerin ve emekçilerin böylesi bir demokrasi için, eğitilip örgütlenmesi, her din ve mezhep, her milliyetten emekçilerin birliği için onların azınlık taleplerinin kendi demokrasi programını başına yazması ön koşuldur. Aksi halde sermaye güçleri, devasa medya gücüne de dayanarak, bu ayrımları her gün yeniden üreten bir stratejiyi hayata geçirmek için bütün güçlerini seferber etmiş bulunmaktadır.
Kısacası bugün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de iki karşıt “yeniden yapılandırma” tutumu vardır. Birisi, sermayenin “küreselleşme” olarak ifade edilen, uluslararası sermayeye entegrasyon programıdır ki, sermaye çevrelerinden gelen “demokratikleşme”, “şeffaflık”, “insan hakları”, “çevrecilik”, özelleştirme, “yeni anayasa” vb. girişimler bu programın başarısı için basamak yapılmakta, emekçiler, ezilen halklar bu programın dolgu maddesi yapılmak için talepler istismar edilmektedir. Bu yüzden de, bu amaç anlaşılmadan, bu amaca hizmeti görülmeden kendi başına bir demokratikleşme, insan hakçılığı, vs. sadece sermayenin amaçlarına hizmet anlamına gelmektedir. Emekçilerin sisteme karşı mücadelesi, işçi sınıfının kendi dünyasını kurma mücadelesi ile bağlantılı olarak demokrasi mücadelesi, bağımsız ve demokratik Türkiye mücadelesi ve bu doğrultuda ilerlenerek, sömürüsüz, sınıfsız “yeni bir dünyanın kurulması” mücadelesine bağlanan anti-emperyalizm, demokrasi, insan hakları, UKKTH, çevrenin korunması, kalkınma, özelleştirmeye karşı olma vb. gibi konular apayrı bir anlam taşır. Ve bilinçli işçi, emekçi bu farkı gördüğü, bugünkü taleplerle yarın arasında, bugünkü çıkarlarla emekçilerin dünyasının kurulması arasındaki ilişki arasında bir içsel bağlantı kurabildiği ölçüde her şeyi yerli yerine oturtabilir, sermayenin yedeklemelerine, emekçileri aldatma girişimlerine karşı gerekli uyanıklığı koruyabilir. Çünkü sermayenin dünyasına karşı emekçilerin dünyası, sermayenin Türkiye’sine karşı emekçilerin Türkiye’sinin kurulması fikrine bağlanmayan ekonomik ve siyasal “acil talepler”, elbette ki her tür savrulmaya, sermayenin demagojik yeniden yapılandırma girişimlerine, onların emekçileri kendi programlarının dolgu maddesi yapmalarına dayanak olabilir.

TÜRKİYE’DE ‘YENİDEN YAPILANDIRMA’ NEYE HİZMET EDİYOR?
İşte emperyalist-kapitalist sermayenin işbirlikçilerin yönetimi ellerinde tuttuğu Türkiye’de “yeniden yapılandırma”, Türkiye’nin “küreselleşmeye entegrasyonu” için IMF’nin ve Dünya Bankası’nın dümende olduğu tavizsiz, sermaye güçlerinin eklindeki tüm imkânlarını devreye soktukları bir operasyondur. Bunun içindir ki, sermayenin asıl ve yedek güçleri IMF denetimi ve yönetiminde yürürlüğe sokulan “yeniden yapılandırma” programının arkasında toplanmıştır. Ve bu güçler, ellerindeki devlet ve hükümet gücünden olduğu kadar medya gücünden de yararlanarak, gerçek amaçlarını saklamakta, “eski düzene”, bugüne kadar nimetlerinden yararlanarak akıl almaz servetler edindikleri yağma düzenine sert eleştiriler yöneltmekte, mevcut ekonomik ve siyasal yapıyı, hantal, yağmayı teşvik eden, etnik azınlıkları, azınlık mezhepleri ezen, despotik, statükocu, anti-demokrat, bireyin değil devletin hakkını savunmayı ön plana almış, vs. vs. kötü çağrışım yaptıracak her kavramla kendi sistemlerini eleştirmekte, suçlamaktadır. Ve böyle çürümüş düzenin yerine bir başka düzen; şeffaf bir devlet yönetimine, verimli bir ekonomiye sahip, demokratik, Kürt sorununu çözmüş, şeriatçılığı sistemle uzlaştırıp sorun olmaktan çıkarmış, yağmacılığa, vurgunculuğa fırsat vermeyen ekonomik ilişkiler kurmuş, siyasi partilerin rant bölüşümü partisi olmadığı, isteyen herkesin “sivil toplum kurumlarında” örgütlendiği, ulusal geliri 20 bin doları aşmış, köyle kent farkının kalmadığı vs. vs. bir Türkiye kuracaklarını iddia etmektedirler.
Bu propaganda sadece medya ve sermayenin medyadaki sözcüleri aracılığı ile değil, TÜSİAD, TOBB gibi sermaye örgütleri, sermaye partileri içindeki rafine fraksiyonlar, localar, patron sendikaları, burjuva bilim ve kültür adamları tarafından, sadece bugün değil tarih de çarpıtılarak sahte gelecek tabloları çizilip bir dayatma olarak topluma sunulmaktadır. Ve sermaye çevreleri, “Rapor” adı altında hazırladıkları “anayasa taslakları” ve “programlarda, Kürt sorunu, şeriat sorunu gibi cumhuriyetin en kronik sorunları dâhil her sorunda o sorunun taraftarını memnun edecek, popüler formülasyonlar yapıp piyasaya sürmekte; böylece, bir yandan Kürtleri, öte yandan şeriatçıları, bir başka yönden Alevileri, hatta demokrat çevreleri. “Anayasacı demokrat” çevreleri ilerici ana tutum olarak belirlemişlerdir. Bu amaçlarını elde etmek için kendi sistemlerini, kendilerine on yıllardır hizmet eden partileri, o partilerin liderlerini, gece gündüz sermayeye hizmet aşkıyla yanan hükümetlerini, ömrünün son demini bile sermayeye feda etmiş cumhurbaşkanı eskilerini, başbakanları, bakanları, mabetleri olan Meclis’i topa tutmaktan, ayakaltına alıp üstünde tepinmekten çekinmemektedirler.
Ve bu çevrelerin bugüne kadar raporlarında yer vermedikleri, bu yanıyla da yedeklemeyi en azından şimdilik düşünmedikleri bir kesim işçiler ve çeşitli emekçi çevrelerdir. Bunun içindir ki, “akla gelen her konuda çözümler” getiren “TÜSÎAD Anayasası” ve öteki sermaye örgütlerinin çeşitli “raporlarında, emekçilerin hak mücadelesinden, haklarının sınırlanmış olmasından ya hiç söz edilmemekte ya da bu mücadelelerin rekabeti, “verimliliği”, “gelişmeyi” önlediğinden yakınılmaktadır. Bu nedenle de emekçileri emekçi oldukları için; emeğin çıkarlarını savunan taleplerle değil, ama Kürt oldukları için, Çerkez, Çeçen, Arap oldukları, Alevi oldukları, şeriata yakın oldukları için vb. bölerek, sınıf çıkarları dışındaki talepleriyle yedeklenmek istenmektedir.
(Ancak burada, işçilerin ve çeşitli emekçi kesimlerin sendikal bürokrasi ve değişik emek örgütlerinin sınıf işbirlikçisi yöneticileri aracılığı ile sermayenin çıkarları doğrultusunda yedeklenmeleri ve emek hareketinin bir iktidar mücadelesine giremeyecek kadar siyasetten uzak olmasının da sermayenin bölücülüğü, emekçi sınıfların sınıf olarak güçlerini küçümsemesinde rolü olduğunu da görmek gerekir.)
Bir bütün olarak bakıldığında sistemi yeniden yapılandırmak isteyen sermaye güçleri, herhangi bir Kürt siyasi çevresi kadar Kürt hakkı savunuculuğu, Fazilet kadar İslamcı, Marksizm’den rücu etmiş bir zamane solcusu kadar solcu, herhangi bir Anayasa demokratı kadar da demokrat olmakta bir sakınca görmemektedir. Tersine, böyle olmayı, “dört eğilimi birleştirme” sevdasındaki çevreler gibi ama onlardan çok daha gerçekçi bir biçimde sürdürmektedirler. Dolayısıyla da; örneğin Diyarbakır HADEP’in temsilcileri, Emek Platformu ile işbirliği yerine TÜSİAD’ı tercih edebilmekte, eski Marksistler; “TÜSİAD devrimci”, “Sermaye artık demokrat oldu” diye sloganlar haykırmakta, en yoksul kesimleri din istismarı, din kardeşliği sloganlarıyla peşine takan Fazilet ve benzeri kesimler, sermaye ile içli dışlılıklarını onların “laiklik” anlayışlarının kendilerini de kapsadığını göstererek savunabilmektedir.
Peki, bugüne kadar, cuntalarla emek hareketini, halkın tepkilerini ezerek ilerleyen, demokrasi adına ne kazanım varsa onun kökünü kazımayı en tarihsel görevi olarak gören, Kürtlere karşı “Takrir-i Sükunları, yıllarca süren sıkıyönetimleri, süresiz OHAL’leri destekleyen, işine gelince şeriatçılığı en büyük düşman ilan ederek asker ve sivil “laik” kesimin tam desteğini alan TÜSİAD ve öteki büyük sermaye çevreleri bugün neden birden “makas değiştirmişler, son 10 yıl içinde giderek “daha demokrat” olmayı tercih etmişlerdir? Ne olmuştur bunlara; bir yeni bilinç sıçraması mı yaşamışlardır yoksa gökten “vahiy” mi gelmiştir?
Bir bilinç sıçraması olmamıştır elbette. Çünkü sermaye güçleri hemen her dönemde kendi sınıf çıkarlarının gereği olan en üst bilinç düzeyinde olmuşlardır. Bir “vahiy” geldiği gerçektir. Ama “vahiy” gökten değil, ABD ve uluslararası sermaye merkezlerinden gelmiştir. Yukarıdan onlara, küresel dünyaya entegre olmanın bir aracı olmanın ötesine geçmediği sürece, “demokrasi”den, “Kürtlere hak tanımak”tan, İslamcılarla içli dışlı olmaktan bir zarar gelmez denmiş, tersine bütün bunlar emek hareketini, ulusal sanayi ve tarımı çökertmenin, emekçileri bölen ve onların sisteme tepkilerini sermayenin “yeniden yapılandırma programına” bağlayan bir unsur olabilir politikası öğütlenmiştir.
Nitekim süreç içinde, kendisini Marksist sayan Kürt siyasi çevreleri de dâhil hemen bütün Kürt çevreleri bölgede emperyalizmin çıkarlarına karşı mücadele etmeyi, kendi mücadelelerinde emperyalizmin bölge hegemonyasını bozacak taktikler geliştirme fikrini çoktan terk etmişler, bunun yerine “TÜSİAD Anayasası kadar özgürlük” istemekle kendilerini bağlamışlardır. Daha üç beş yıl öncenin batı kapitalizmi, batı emperyalizmi karşıtı din üstünden siyaset yapan çevreler sinmiş, ABD ve AB’nin icazetine sığındıklarını, Fransa’daki kadar, İngiltere’deki gibi laiklikten öte bir şey istemediklerini açıkça ilan etmişlerdir. 10’ar yıl geriye gidildiğinde, demokrat, sosyalist, Marksist, Marksist-Leninist olan ve bugün de “demokrat” denildiğinde ne yazık ki hâlâ ilk akla gelen çevreler; her gün daha büyük bir imanla TÜSİAD’ın artık devrimci, demokrat olduğuna dair daha çok kanıt keşfetmektedir. Atalarının “Avrupa’dan demokrasi bekleyen” tutumlarının aynısını, “Türkiye AB’ye girerse, demokrasi kesintiye uğramadan gelişecek” garantisi uğruna tüm eski inançlarını feda etmişler, TÜSİAD’a sığınmışlardır, uluslararası sermayeye entegrasyon ile işçi sınıfı enternasyonalizmini bir ve aynı şey olarak yorumlayarak, emekçileri de peşlerinden sürüklemeyi amaçlamışlardır.
Böylece Türkiye’nin egemen sınıfları; 3–5 yıl önce kendilerine karşı olan, onların politikalarına karşı bir pozisyonda yer alan üç önemli kesimi yedeklemiş bulunmaktadırlar. Örneğin Kıbrıs-Ege politikası, AB’ye giriş, Kürt sorunu gibi son derece önemli konularda uluslararası sermayeye entegre olmayı amaçlayan büyük sermaye kesimleri, Kürt siyasi çevrelerini, ilerici demokrat bilinen kesimleri, eski solcu çevreleri, din üstünden siyaset yapan Faziletçi, Fethullahçı, Nakşî vb. dinci siyasi çevreler ve kitleler üstünde ağırlığı olan başlıca tarikat çevrelerini kendi hattına çekmiş, dünya kapitalizminin birleşmesinin programı olan “yeniden yapılanma programı”na yedeklemiş bulunmaktadır.
Bütün bunlara karşın, egemen sınıfların önündeki engeller azalmamış, artmıştır. Şimdi onların zorlukları başlıca iki yandan gelmektedir. Bunlardan birincisi; “borçlanma” ve “borç ödeme” kıskacına girmiş ekonomiler, alınan bütün önlemlere karşın sürekli bir kriz tehdidi altındadır ve uluslararası sermaye için tatlı spekülasyon alanı olmaktan gelen bir istikrarsızlık tarafından sürekli kanatılmaktadır. Hükümet ve burjuva iktisat çevrelerinin faiz, borsa, döviz ile ilgili verilere bakarak, pembe tablolar çizmelerine karşın, Türkiye nüfusunun yüzde 90’ını oluşturan emekçi kesimler mutlak olarak yoksullaşmakta, 2. Paylaşım Savaşı’ndan beri ilk kez açlık somut ve mutlak bir olarak milyonlarca emekçinin kapısına dayanmış bulunmaktadır, ikincisi ise, emekçi sınıflarla egemen sınıflar arasındaki uçurumun hızla büyüyerek, işçi sınıfı başta olmak üzere tüm emekçileri, zanaatkârlar ve köylüleri de kapsayacak biçimde tüm emekçi sınıfları birleşmeye, aralarında ortaklık kurmaya zorlayan bir köşeye sıkıştırmıştır. Bu durum, bir yandan emekçiler arasında sermaye karşısında ortak bir kadere sahip oldukları fikrinin gelişmesi ortamını hazırlarken öte yandan toplumun en geri politikalara alet olmuş kesimleri olan esnafları ve köylülüğü de miting ve gösterilerle haklarını savunmak zorunda kalacakları bir mücadele hattına itmiştir. Böylece emekçi sınıf hareketi, esnaf ve zanaatkârlar ile köylülük gibi Türkiye nüfusunun çok geniş bir kesimini kapsayan emekçi yığınlarla birleşme, onları egemen gerici güçlerin yedeği olmaktan kurtulacakları çok önemli bir imkâna sahip olmuşlardır.
Elbette ki, büyük patronlar, burjuva düzen partileri ve sermayenin çeşitli kesimleri, somut hedefleri olan IMF programı etrafında birleşmiştir. Ama yukarda sözü edilen “yeniden yapılandırma programı” söz konusu olduğunda, aralarında henüz birleşemedikleri önemli sorunlar vardır. Örneğin Kıbrıs sorunu, Kürt sorunu, şeriat sorunu gibi pek çok temel konuda sermayenin çeşitli fraksiyonları “ana eğilim”lere ayrılmakta, aralarında çatışmaktadır. Dolayısıyla sermaye güçleri süreç ilerledikçe de aralarında çatışmaya devam edecek olup, bu da onların bir diğer zaafı olarak, elbette ki emek güçleri için bir avantaj olarak ortaya çıkmaktadır.

EGEMEN SINIFLARIN KRİZ KOZU YA DA KRİZİN ‘KRİZLE BİRLİKTE YAŞAMAYA ALIŞMALIYIZ’ AŞAMASI
Büyüme, istihdam, yatırım gibi ekonominin gerçek verilerine bakıldığında Türkiye’nin son yarım yüzyıl içindeki en önemli krizlerden birini yaşadığını herkes kabul etmektedir.
Egemen sınıfların propagandacıları ve iktisatçıları nasıl ve ne zaman çıkacaklarını çok da kestirmedikleri krizin büyüklüğünü kabul etmekte, kabul etmekle de kalmayıp onu emekçi sınıflara karşı bir koz, bir saldırı dayanağı olarak kullanmaktadırlar.
IMF-Dünya Bankası şahsında uluslararası sermaye merkezlerini de arkalarına alan Türkiye’nin egemen sınıfları, onların hükümetleri, açıkça krizin kendileri için bir “şans” olduğunu ilan etmiş; krizin yükünü kabul etmek istemeyen emekçileri, krizin sürmesini istemekle suçlayarak sindirmiş, sendikal bürokrasinin de yardımıyla, emekçileri krizin yükünün altına sokmayı başarmışlardır, en azından şimdilik böyle bir avantaj elde etmişlerdir. Kamu sözleşmelerinin kaosa sürüklenmesi, bir önceki yıl imzalanan özel sektör TİS’lerini yok sayarak sözleşmeyi çiğneyen dayatmalarda bulunmaları ve sendikaları bu şartlara razı etmiş, esnaf ve köylülerin sokaklara dökülen tepkilerini yatıştırmış olmaları ve IMF programı etrafında sermayenin çeşitli fraksiyonlarını yeniden birleştirmiş olmaları gibi avantajlarla egemen sınıflar yollarına devam etmektedirler.
Bunlara ek olarak, olağan koşullarda çıkaramayacakları, çıkarsalar büyük badirelere sürüklenecekleri tütün yasası, şeker yasası, elektrik piyasası yasası, kamu bankalarının özelleştirilmesine dair yasa, Telekom yasası gibi “Derviş yasaları” olarak da bilinen emperyalizme kölelik ve ülkeye ihanet yasalarını çok kısa bir zamanda çıkarmışlardır. Vergiler, zamlar, “krizden çıkmanın başka yolu yok” gerekçesi arkasında pervasız bir biçimde uygulamaya sokulmuştur.
Bütün bu olup bitenler açısından bakıldığında, kapitalizmin ideologları ve iktisatçılarının bu krizden çıkmayı pek istemeyecekleri de söylenebilir. Nitekim kapitalizmin rafine iktisatçıları, ekonomilerin artık sürekli bıçak sırtında olacağını söyleyerek, “eylülde, ekimde yeni bir kriz olabilir” diyerek; “krizle yaşamaya alışmalıyız” safhasına yönelmiş bulunmaktadırlar. (Özal ve Özalcılar, 1979’lardan ’80’lerin ortalarına kadar “enflasyon en büyük düşmandır” propagandası yapmış, ama enflasyonun “sürekli zam”la yenilemeyeceğinin emekçiler tarafından görülmesi üzerine, bu sefer, yeni zam ve vergi koymak, ücret ve maaşları düşük tutmak için enflasyonu yok etmenin zorunluluğuyla yinelenmiş ama propagandanın esası, “enflasyonla birlikte yaşamayı öğrenmeliyiz”e evrilmiştir. Bugün de, kısa bir süre sonra, “Krizle yaşamaya alışmalıyız” kampanyaları başlatılır ve “bu kadar krize rağmen batamama”, “Türk’ün başka uluslarda bulunmayan hasletlerinden birisi” olarak sunulursa şaşılmamalıdır.) Bunun içindir ki gerçek nedenlere ya da spekülasyona bağlı yeni 21 Şubatların olması kaçınılmaz görülmektedir. Böylece egemen sınıflar ve uluslararası sermaye mihrakları, “ülke batıyor”, “herkes bir kez daha fedakârlık yapmalı”, “IMF’nin isteklerine boyun eğmeliyiz” propagandasıyla sonuç alabilmektedirler. Ve bütün bunlardan öte, sermayenin en rafine sözcüleri daha şimdiden “bu kriz koşullarında ayakta kalmayı başaran bir kapitalizm dönemi”nden söz ederek ne zaman krizle yüz yüze geleceği belli olmayan bir “kapitalizm aşamasını”, sistemin yeni bir erdemi olarak sunmaktadırlar.
Ancak, kriz dönemleri “iki yanı da keskin bıçak” gibidir. Bir yandan sermaye için fırsatlar sunar, ama öte yandan da emekçiler için olağan koşullarda düşünülemeyecek büyük fırsatların ortaya çıktığı bir döneme karşılık gelir. Son altı ay içinde, esnaf-zanaatkârlar ve köylülüğün kendi talepleri için on binlerle ifade edilen kitleler halinde sokaklara dökülmesi, hükümet ve düzen partilerine karşı tepkilerin boyutları ve bütün düzen partilerinin halk indindeki itibarlarının sıfırlanmaya gitmesi, emekçi yığınlar içinde mücadele örgütlerinin gelişmesinin önceki dönemlere göre olağanüstü bir kolaylık olabilme imkânlarının artması, krizin emekçilere sunduğu yeni imkânlar kategorisindedir. Dahası krizin yarattığı hoşnutsuzluk, sık sık yeni sarsıntıların gündeme gelme ihtimali demek, bir biçimde denetim altına alınan emekçi sınıfların eylemlerinin önündeki setlerin yeniden yıkılma ihtimali anlamına gelmektedir.

EMEK MÜCADELESİ, EMEK PLATFORMU VE EMEK PROGRAMI
Son birkaç yıldır emek mücadelesi denildiğinde ister istemez akla gelen örgütlerden birisi de Emek Platformu’dur. Emek Platformu’nun nispeten uzun aralıklarla sahneye çıkıp sonra da sahneden çekilmesi gerek sol çevrelerde, gerekse kimi ileri işçi, emekçi kesimlerinde Emek Platformu hakkında “olumsuz” duyguları, buna bağlı olumsuz propagandayı öne çıkarmaktadır. Ama şu da bir gerçek ki; Emek Platformu, sonuçta var olan emek örgütlerinin sorunlarını, çelişkilerini, zaaflarını yansıtan bir platform olarak da, bu koşullarda bundan daha “ileri olması oldukça zor olan” bir platformdur.
Bir kere şunu anlamak gerekiyor ki, bugün Emek Platformu’nu oluşturan emek örgütlerinin yönetimleri, son birkaç yıldır bir bilinç sıçraması geçirdikleri için Emek Platformu kurulmamıştır. (Tabii kimi sol çevrelerde iddia edildiği gibi, sermaye tarafından emek hareketini çökertmek için kurulmuş bir komplo örgütü de değildir) Ama sermaye güçlerinin kendi çıkarları etrafında birleşerek tüm emek güçlerini açıkça düşman gören programları ve politikaları hayata geçirmesi karşısında emekçi sınıflar içindeki tepkinin bir yansıması olarak Emek Platformu kurulmak zorunda kalınmıştır. Yani bu platform, bir yandan son 10 yılın mücadelelerinin birikimi ile emekçi sınıflar içinde gelişen birleşme ve dayanışma eğilimleri ile sermayenin açıkça emekçileri dışlayan politikalarının etkisiyle şekillenmiştir. En önemli zaafı ise, Türk-İş, Hak-İş, Kamu Sen gibi Emek Platformu’nu oluşturan örgüt yöneticilerinin sermaye ile işbirliği, hareketi bölmek için fırsat bekleyen bir pozisyonda olması yanı sıra, DİSK, KESK gibi örgütlerin üst yönetimlerinin ise, Emek Platformu’nda bulunan örgütlerle bir iş yapılamayacağı, onların gerici olduğu fikri sabitini aşmakta zorlanmalarıdır.
Daha ileri giderek şunu söyleyebiliriz ki, birer birer ele alındığında, Emek Platformu bugün sınıf hareketinin ileri atılımı için çok önemli bir dayanak olabilecek pozisyondadır, buradan ilerleyerek sınıf hareketini ileri mevzilere taşıyabiliriz deyip; bunun gereği gibi davranan, platformu emeğin sorunlarının tartışıldığı ve bu sorunların ağırlığı ile platformu disiplin altına alarak önderlik etmeye soyunmuş bir emek örgütü yoktur. Buna rağmen de Emek Platformu zaman zaman ortaya çıkıp kararlar almakta, bu kararların bir bölümü ise uygulanmaktadır, içindeki örgütlerin yöneticilerinin niyet ve tutumlarına karşın, Emek Platformu’nun platformda yer alan kişi ve çevrelerin iradesini aşan bir pozisyon kazanması bile bu platformun; sınıfın, emekçilerin nesnel pozisyonlarını yansıttığının göstergesidir.
Kuşkusuz ki, Emek Platformu gibi bir örgütün böyle zaman zaman ortaya çıkıp sonra ortadan kaybolması, hareketi iyi izlemeyen ve hareketin olanakları ve zaaflarını görmeyenler için çok anlaşılır değildir. Oysa Emek Platformu siyasi bakımdan bir bütünlüğe, en azından aralarında anlaşmamış, amaç birliğine sahip olmayan kişilerden (yönetimlerden) oluşmaktadır; bu nedenle de bir “cephe örgütü”nün siyasal tutum ve sürekliliği ile karşılaştırılamaz. Bunun için de şu istediği için toplanıp, bu istemediği için dağılan bir irade gösterememektedir. Özellikle de Türk-İş gibi en büyük işçi örgütünün en zayıf halkalardan olması, bu iradesizliği kışkırtmaktadır.
Var olan haliyle Emek Platformu, sınıflar mücadelesi tarihinde ancak sınıfın talepleri genişleyip bir heyecan dalgasının her yanı kapsamaya başladığı, mücadele eğiliminin hayli yükseldiği dönemlerde ortaya çıkan örgüt tiplerine daha çok benzemektedir.
Emek Programı’nın da altına imza atılan ama hiçbir örgütün arkasında ciddi olarak durmadığı bir siyasi çerçeve haline gelmesinin nedeni de, Emek Platformu’nun bu karakteri ile doğrudan bağlantılıdır.
Öğretim üyelerinin programın kaleme alınmasındaki katkıları, EMEP’in her platformda programı tartışmaya açıp sahiplenilmesi için teşvik etmesi, TMMOB’nin programın arkasında durma çabaları gibi iradi çabalar bir yana bırakılırsa, Emek Programı, emek örgütleri tarafından, o günün heyecanı içinde kabul edilmiş, önemsendiği ilan edilmiş ama daha mürekkebi kurumadan da sendikal bürokrasi tarafından çiğnenmeye başlamış, unutulmaya terk edilmiş bir belge olmuştur.
Ancak, Emek Platformu’nun sınıf hareketini her an arkadan hançerleyecek olanların çoğunlukta olduğu bileşimi, iradi plandaki bütün bu olumsuz nitelemelere karşın, emekçi sınıf hareketi, bir bilinç sıçramasıyla daha ileri örgüt biçimleri ve daha ileri talep ve programlar etrafında birleşmeye yönelmedikçe; bugün ortadan kaybolmuş görünen Emek Platformu hareketin yeni bir yükseliş trendine girdiği koşullarda yeniden ortaya çıkacaktır.
Emek Programı da, Keynesyen-sosyal devletçi kabuğu ve demokratikleşmeye ilişkin zaaflarına karşın, yarın Emek Platformu’nun yeniden sahneye çıktığı koşuklarda yeniden gündeme gelecektir. Bu yüzden de; sınıf partisi, sınıftan yan partiler ve emekçilerin ileri kesimleri; sınıf içindeki gerici partilerin, sendikal bürokrasinin etkisini kırmak, emek örgütlerinin yeniden örgütlenme çabalarını teşvik etmek, özellikle sendikaların sınıfın mücadele örgütleri olmaları için çaba harcamayı kesintisiz sürdürmek yükümlülüğündedir. Önümüzdeki dönemde Emek Platformu’nun daha nitelikli emek örgütlerinin bir araya geldiği bir platform olması, ortak bir siyasi iradeye sahip olması, bu çabanın gerektiği düzeyde gerçekleştirilmesi ile yakından ilgilidir. Yine aynı biçimde Emek Programı’nın bilinen eksiklerinin giderilmesi, Emek Programı’nın nasıl olursa birleştirici bir rol oynayacağının ortaya çıkarılması ve yeniden gündeme geldiğinde o günün ihtiyaçlarına yanıt verecek biçimde geliştirilmiş olması için emekçiler arasında siyasi çalışmaya hız vermek, direniş ve mücadele odaklarında emekçilerin siyasal birliğinin sağlanması, Emek Programı’nın yeniden ortaya çıktığında hareketi daha ileriden tarif edecek bir gelişkinliğe sahip olması, emek hareketinin istikrar kazanması ve ileri bir atılım için son derece önemlidir.

İŞSİZLİK VE YOKSULLUĞA KARŞI MÜCADELE VE ‘YENİDEN YAPILANMA’
Kendi sistemlerini “tu-kaka” yapan, emekçilerin şikâyet ettiği ne varsa onlardan daha yüksek sesle şikâyet eden sermaye propagandacıları, tam bir ikiyüzlülükle, yoksulluktan yolsuzluklara, yağmadan çeteleşmeye, her konunun sorumlusunun, sisteme emekçilerin, uluslararası işçi sınıfı mücadelesinin zoruyla girmiş kimi emekten yana yasa ve uygulamalar olduğunu iddia ederek, gerçekleri tersyüz eden bir taktik izlemektedir. Bu gerçekleri tersyüz ederek yığınları aldatma taktiği krizin sonuçları üstünden de sürdürülmektedir. Ecevit, Derviş ikilisi ve ortakları faizcilerin, dolar milyonerlerinin, borsacıların, spekülatörlerin keyiflenmesine bakarak pembe tablolar çiziyorlar; “ekonomi iyileşiyor”, “piyasaların tepkisi olumlu”, “yapısal reformlar başarılı oldu”, “başka bir ülke böyle bir krizden bu kadar çabuk çıkamazdı” gibi aforizmalarla halkla alay ediyorlar. Ama milyonlarca emekçi için ekonomi iyileşmiyor, her geçen gün daha da kötüye gidiyor. Ekonomiyi iyileştirmek adına yapılan zamlar, ek vergiler, özelleştirmeler, isçi kıyımları halkın ekonomisini beterin de beteri haline getiriyor. Geçen yıl bu aylarda 154 dolar olan asgari ücret şimdi, bu ay yapılan 5 milyonluk zamma karşın 85 dolara gerilemiştir. Ulusal gelir son sekiz ayda yüzde 20 azalmıştır. Zengini daha zengin, yoksulu daha yoksul yapan mekanizma önceki aylara göre daha hızlı dönmekte; emeğiyle geçinen toplumsal kesimlerin ücret ve gelirlerinin düşmesinin yanı sıra işsizler ordusuna yeni yüz binler katılmaktadır. Dahası yoksullaşma mutlak bir olgu haline gelmiş, açlık ise artık milyonlarca emekçi için “somut ve yakın tehlike” olarak kapıya dayanmıştır.
Haziran 2001 sonunda toplanan MGK’ya sunulan raporda “bir sosyal patlama tehlikesi”nden söz edilmesinin nedeni de, halkın hızla yoksullaşmasına bağlanmaktadır.
Kuşkusuz ki, “sosyal patlama tehlikesi” saptaması MGK’nın gündemine bundan böyle de girecek, ilerleyen aylarda “savunma konsepti”nde emekçilerin sisteme karşı toplu tepkisi sorununun tehlike sıralamasındaki yeri birkaç basamak yukarı tırmandırılacaktır. Bu yüzden de örneğin sonbahar aylarında krizin emekçilerin yaşamlarını daha derinden etkileyen sonuçları karşısında geliştirebilecekleri tepkilerle birlikte, şeriatın (son MGK toplantısında bir ilginçlik de, şeriat tehlikesinin nedeni olan tarikatların ve şeyhlerin devletle yakınlaştığı saptamasının yapılmasıdır) yerine “baş tehlikelerden birisi olarak “sisteme yönelmiş emek başkaldırısını geçireceklerini söylemek bir kehanet sayılmaz.
Demek ki, kimileri için ekonomi “iyi”ye giderken kimileri için kötüye gitmektedir. Patronlar ve aşağılık yalakaları ne kadar “aynı geminin içindeyiz” yaygarası yaparsa yapsınlar, milyonlarca emekçi patronlarla emekçilerin ayrı gemilerde olduklarını her geçen gün kendi yaşamlarıyla öğrenmektedirler.
Sistemi yeniden yapılandıranların amaçlarının, emekçilerin ekonomik ve sosyal durumlarını düzeltmek gibi bir amaçlarının olmadığı, tam tersine zenginliklerin daha az kişide, daha dar bir sermaye kesiminde toplanması için “sistemi yeniledikleri” düşünülürse; önümüzdeki aylarda “sosyal patlamaların gündeme gelmesinin koşullarının artacağını söylemek sadece çıplak gerçeği ifade etmek olur.
Kuşkusuz ki; “sosyal patlama” eğer emeğin çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırılacak Türkiye fikrine ve eylemine bağlanamazsa, sadece bir “patlama”, “kriminal bir vaka” olarak da kalmaz, sermayenin “yeniden yapılandırma programına şiddet unsur ve yöntemlerinin katılmasının da dayanağı haline getirilir. Bunun için de; sosyal patlamaları gündeme getirecek kadar yoğunlaşan emek ve sermaye arasındaki çelişmenin emek güçlerinin sisteme karşı ortak mücadelesinin dayanağı haline getirilmesi elbette ki, sınıf partisinin, emekten yana odakların, emekçilerin ileri kesimlerinin görevidir. Ve konu bu yanıyla da bu kesimlerin gündemine girip, emekçilerin Türkiye’si mücadelesi ile bugün olup bitenler arasındaki ilişkinin kurulmasını yeniden ele aldıracak kadar, somut bir çalışma, yoksulların, işsizlerin, emeklilerin, işsiz gençlik kesimlerinin, ev kadınlarının, örgütlenmesi, bunların güçlerinin halen bir işe sahip olan işçi ve emekçi kesimlerin mücadelesiyle birleştirilerek sisteme karşı güç oluşturulmasının sorunlarının hızla çözülmesi gerekmektedir. Çünkü krizin sonuçları milyonlarca emekçi için yaşamı daha çekilmez kılarken, açlık da dâhil her belanın zincirlerini çözmüş bulunmaktadır. Bu belalara karşı savaş, bağımsız ve demokratik bir Türkiye, emekçilerin dünyası ve Türkiye’sini kurma mücadelesiyle birleştiği ölçüde emekçiler yenilmez bir güç olarak birleşip ilerleyecektir.

Temmuz 2001

Sosyal güvenliğe karşı “reform” saldırısı

Uzunca bir zamandan beri kapitalizm, dünya ölçüsündeki saldırısını, canlı emeğin dizginsiz sömürülmesi ötesinde KİT’lerin yağmalanması, işçilerin kazanılmış haklarının gaspı, özel olarak da sosyal hakların kurumsal ifadesi olarak biçimlenen sosyal güvenlik sistemine yöneltmiş bulunuyor. Ekonomisi yüksek bir verimliliğe sahip gelişmiş ülkelerde bile patronlar ve hükümetleri, sosyal güvenlik sistemini yıkmak için her yolu deniyorlar. Ve dünyanın her köşesinde işçiler, sosyal güvenlik sistemini savunmak, sosyal haklarını korumak için ayağa kalkıyor.
Oysa sosyal güvenlik sistemi, 1960’lı, ’70’li yıllarda “refah devleti” propagandacılarının kullandığı en flaş “buluş”tu. Özellikle ikinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında, sosyalizme karşı birer savunma üssü olarak inşa edilen Avrupa ülkelerinde sosyal güvenlik sistemi bir sosyalist ayaklanma tehlikesinden korunmak üzere biçimlendirilmişti. Bu çerçevede, gelişmiş kapitalist ülkelerde sosyal güvenlik, sosyalist ülkelerde sosyalizmin sağladığı gelecek güvencesi, işsizliğin ortadan kaldırılması, refahın ortaklaştırılması ve sosyal haklar bakımından
“Sosyalizmi aratmayacak” “görünümde” olmasına Özen gösterilmişti. Ve denilebilir ki; aşağı yukarı 40 yıl boyunca da bu hakların geliştirilmesi, hem İkinci Enternasyonal partileri (sosyalist ve sosyal demokrat partiler) hem de devletler tarafından neredeyse bir alışkanlık haline getirilmişti.
Son 10–15 yıldır, sermaye ve hükümetleri, sosyal hakları ortadan kaldırma politikalarının devamı olarak, sosyal güvenlik sistemine karşı savaş açmış bulunmaktadır. IMF yönlendiriciliğindeki hükümetler ve sermayenin her köşede türeyen ideologları; sosyal güvenlik sistemini, uzunca bir zamandan beri, “ekonominin KİT’lerden bile büyük kara-delikleri” olarak ilan ettiler. Ekonominin başına gökten taş düşse, “sosyal güvenlik sisteminin yarattığı zorlamalardan” biliniyor. Ve bir zamandan beri, işçi sınıfının, emekçilerin en temel haklarına saldırılar “devletin”, “ekonominin” ve “sistemin” kamburu ilan edilen sosyal güvenlik sistemine yöneltilen saldırının üstünden gerçekleştiriliyor.
Türkiye’de, daha ANAP-DSP-DTP Hükümeti (55. Hükümet) döneminde IMF; Türkiye ile anlaşma yapmanın önkoşulunu “sosyal güvenlik sisteminde reform yapılması” olarak açıkça ilan etmişti. O günden bugüne de hükümetler (55, 56 ve 57. hükümetler) sosyal güvenlik sistemini tahrip etmek için her yolu deniyorlar. Ve sonunda Ecevit Hükümeti (57. Hükümet) hazırladığı tasarıyı Meclise gönderdi. Üstelik bu, işçi sınıfı ve halka saldırı tasarısını “sosyal güvenlikte reform” tasarısı olarak adlandırmayı da ihmal etmedi.

KARŞI REFORM SALDIRISI
“Reform” sözcüğünün Türkçe karşılığı “iyileştirme”dir. Genelde de “reform” denildiğinde insanların aklına, sözü edilen konuda bir iyileştirme, en azından bazı kolaylıklar ve avantajlar getirilmesi gelir. Ama her halükarda “reform” dendiğinde devrim kadar çabuk ve köklü olmasa da az çok kapsamlı bir ilerlemeden söz edildiği anlaşılır. Bir konuda yapılan çok sınırlı değişiklikler, bunlar ileriye doğru da olsa reform sözcüğü ile karşılanmaz. Ancak pek çok konuda olduğu gibi kavramlarda kargaşa yaratarak iletişimi bir sorun haline getirmeyi kendi amaçlarını saklamanın aracı olarak kullanan Yeni Dünya Düzeni ideologları ve politikacıları, halka verecek bir şeyi kalmamış burjuva hükümetler; ekonomik alanda piyasalaştırmayı, politikada emekçileri politikanın dışına itecek önlemleri “reform”, hatta bazen “devrim” diye adlandırmayı adeta alışkanlık haline getirdi.
Son dönemde “vergi reformu” olarak büyük gürültülerle ilan edilen yasa değişikliği, emekçileri yeniden ezerken büyük patronları, faizcileri, rantçıları kollayan yasa tasarısı “vergi reformu”, “cumhuriyet tarihi boyunca yapılamamış büyük bir atılım” olarak sunulmuştur. Şimdi ise sosyal güvenlikte “sosyal” ve “güvenlik”le ilgili ne varsa onları ortadan kaldırmayı amaçlayan yasa tasarısı “sosyal güvenlikte reform” olarak sunulmaktadır.
Gerçekte, sosyal güvenlikte yapılan tam bir karşı reform hareketidir. Çünkü emekçilerin bütün tarihsel kazanımlarını ortadan kaldırmayı hedeflemekte, emekçiler arasında dayanışmayı ortadan kaldırarak yerine, herkesin “parası kadar hizmet” alacağı temel piyasa görüşünü geçirmektedir. Bu ise, emekçilerin az çok yüksek gelirli çok küçük bir kesimi dışındaki milyonlarca, on milyonlarca emekçiyi sosyal güvenlikten yoksun hale getirmeyi amaçlamaktadır.
Sosyal Güvenlik Bakanlığının açıklamalarından da açıkça anlaşılmaktadır ki IMF’nin yönetimindeki bakanlık, sosyal güvenlik sistemini iki aşamada tasfiye etmeyi amaçlamaktadır. Birinci aşama emeklilik yaşını, primleri ve prim gün sayısını artırmak, dolayısıyla sosyal güvenlik sistemine girmeyi caydıran önlemler almaktır. Şu anda mecliste olan yasa tasarısı, sistemi tasfiyenin birinci adımıdır.
Yetkililer, her ne kadar emeklilik yaşı için 38–41 diyorsa da gerçekte emeklilik yaşı 49–50,5’tur. Bu da, Türkiye’de insanlar 5000 işgünü primi doldurabilmek için normal süresinden 9,5 yıl daha fazla çalışmak zorunda kalmıştır demektir. Çünkü belirli bir yaşta işe girip kesintisiz sigortalı olarak çalışanların sayısı son derece azdır. Dolayısıyla yaş sınırı 58-60’a, prim gün sayısı 8 bin 300’e çıkarılırsa emeklilik yaşı aslında 70’e çekilmiş olacaktır. Ortalama yaşama süresinin 68 olduğu göz önüne alındığında ise işçilerin büyük oranda daha emekliliğine 2 yıl varken öleceği tahmin edilebilir. Kaldı ki esnek çalışmanın yaygınlaşmasına paralel olarak sigortasız çalıştırmanın ya da kesintili çalışmanın hızla yaygınlaşacağı düşünüldüğünde, milyonlarca işçinin 8 bin 300 gün bir yana 5000 günü bile tamamlaması mümkün olmayacaktır. Dahası, belirli bir yaştan sonra (örneğin 35 yaş) işsiz kalan işçilerin iş bulmasının neredeyse imkânsız olduğunu, milyonlarca genç işçinin asgari ücretten çalışmaya hazır olduğu bir ülkede 40, 50, 60 yaşındaki işçilere kimsenin iş vermeyeceğini holding patronları bile kabul etmektedir.
Bu durumda işçinin sigortalı olmak yerine, sigorta priminin de kendisine ücret olarak ödenmesini tercih edeceğini, bunun patronun da işine geleceğini söylemek için kâhin olmaya gerek yok. Bu ise, SSK’nın yıkımı anlamına gelmektedir. Çünkü SSK’nın sorunu sigortalılara çok yüksek sağlık ve emeklilik harcaması yapması değil, aktif sigortalı sayısındaki düşüklüktür. Bu gerçek devletin yaptığı araştırmalarda da açıkça gösterilmiş olmasına karşın bakanlığın hazırladığı tasarı, yeni sigortalılığı yüksek prim ve yüksek prim gün sayısı ile caydıracak mahiyettedir.
İkinci adımdaki niyetleri de şimdiden açıklanmıştır. Sosyal güvenlikte karşı reformun ikinci adımı, ihtiyarlık sigortası ile sağlık sigortasının ayrılması ve herkesin özel sigorta şirketlerine başvurmaya yönlendirilmesidir. Aslına bakılırsa, burada amaçlanan, SSK’nın dev hastanelerinin ve tesislerinin yok pahasına özel kuruluşlara devri ve bu kurumlardan yüksek prim ödeyebilen sigortalıların yararlanması için yeniden yapılandırılmasıdır. Bu yolla sigortalı yakınlarının sigorta imkânlarından yararlanmasını “ek prim ödemeleri”ne bağlama ya da ayrıca sigortalı olma zorunluluğunun getirilmesi yoluyla sigortanın sosyal karakterini tümüyle ortadan kaldırmaktır.
Görüldüğü gibi ikinci adımın amacı, bugün sosyal güvenlik şemsiyesi altında bulunan 55 milyon kişinin sağlık ve emekliliğine ilişkin alanı sermayenin kâr alanı olarak açmaktır. IMF’nin, uluslararası tekellerin ve yerli uzantılarının sosyal güvenliği hedefe koymalarının, bu alanda yapılanın bir reform, yıllardır kimsenin el atmaya cesaret edemediği bir reform olarak ilan etmelerinin nedeni budur.
Bütün bu yıkıcı, emekçiler için kabul edilemez sonuçlarına karşın “sosyal güvenlik reformu” yasa tasarısını bir karşı reform yapan şey, yasa taslağının özünü belirleyen ideolojik tutumdur.
Sosyal güvenlik fikrinin arkasında, işçilerin, emekçilerin toplumsal olarak güvence altında olma fikri vardır ve az gelirli ile çok gelirli, az prim ödeyen işçi ile çok prim ödeyen işçi arasında hizmetten yararlanma bakımından çok fazla fark olamaz. Yani sosyal güvenlik sisteminin temelinde, işçilerin kapitalizmin kendilerini ittiği koşullara kargı dayanışma içinde karşı durmaları fikri vardır. Bu dayanışma, herhangi bir kişisel katkının miktarı ya da sosyal güvenlik kurumlarının karlılığı ya da zarar ediyor olması üstüne oturamaz. Dolayısıyla, bu sigorta sistemindeki “sosyal” kavramı böyle bir fikirle, böyle bir yaklaşımla bağlantılıdır.
Karşı reformcular ise, tam tersine bütün yaptıklarını ve yapmak istediklerini “toplumsal bir güvence” değil, piyasa fikri ve kişinin “ödediği prim kadar hizmet alması” üstüne oturtmaktadır. Bu yüzden de “kurum zarar ediyor, devlete kamburdur” üstünden yürütülen propaganda ile kafa karışıklığı yaratmaktadırlar. Nasıl ki hastayı “müşteri”, hastaneyi de ticarethane ilan ederek devleti toplum sağlığı karşısında kayıtsız ilan edip, sağlık sorununa dahiyane çözümler bulduğunu iddia eden “sağlık reformcuları” çıkmışsa, “sosyal güvenlik reformcuları” da işçinin ve yakınlarının SSK’dan hizmet alabilmesi için “hizmetin karşılığını” ödemesi gerekir demektedirler. Eğer işçi hizmetin karşılığı kadar prim ödeyecekse ya da işçi ödediği prim kadar hizmet alacaksa; sosyal güvenliğe ne gerek var. Gider özel sigortaya kaydolur! Zaten karşı reformcular da bunu söyletmek istiyorlar. İşçi için sosyal güvenliğin hiçbir çekici yanı kalmasın. Hizmetler kötüleştirilerek, emeklilik yaşı ve primler yükseltilerek yeterince itilirse, işçi, sosyal güvenlik sisteminden çıkarak uluslararası ve yerli hastane ve sigorta tekellerinin pençesine düşer hesabı yapılmaktadır.
Kapitalist pazarda her malın bir fiyatı olduğu gibi, elbette “hizmetin fiyatı” da vardır: Normal koşullarda işçi (sınıf olarak) bu fiyatın karşılığını “prim” olarak ödemektedir. Ama primlerin şu ya da bu nedenle yetmediği yerde devletin kurumlara destek vermesi yine “sosyal güvenliğin karakteri” ile ilgilidir. Çünkü az çok uygar bütün (ilklerde, hatta Türkiye’den çok daha geri ekonomik olanaklara sahip ülkelerde bile devletler sosyal güvenlik sistemine yüzde 25 ile yüzde 90 arasında değişen bir destek sunmaktadır. Sosyal güvenlik sisteminden desteğini sakınan tek devlet Türkiye Cumhuriyetidir.
Saf kapitalist mantık açısından herkesin ödediği prim kadar hizmet alması “çok adil bir durum”dur. Çünkü kapitalizmde her hizmetin, her malın bir karşılığı vardır. “Nasıl ki, bakkaldan ekmek alırken tam fiyatını ödemeden ekmeği alamazsan, sosyal güvenlik sisteminden de karşılığını tam ödemeden hizmet alamazsın” deniyor. Dolayısıyla az prim ödeyen az hizmet, çok prim ödeyen çok hizmet, hiç prim ödemeyen de sıfır hizmet almalıdır!
Bugün var olan sosyal güvenlik sistemi kapitalizm koşullarında ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Dolayısıyla sistemin kapitalizmle, piyasa ekonomisiyle de ilişkisini kurmak mümkündür. Ama bu saf kapitalist mantık, söz konusu olan sosyal güvenlik sistemi olduğunda, birkaç noktada aşılmaktadır.
Şöyle ki;
Prim ödeyemeyenlerin (sigortalının bakmakla yükümlü olduğu yakınlarının sayısına göre ayrıca bir prim ödenmemesi ya da işçinin çalışmadığı, yani prim ödeyemediği zamanlarda da kimi sağlık hizmetlerinden yararlanması) hizmetten yaralanması ile az prim ödeyenle çok prim ödeyenin aynı hizmeti alması, halen yürürlükte olan ve yıkılmak istenen sosyal güvenlik sisteminin kuruluş fikriyle yakından bağlantılıdır. Bugüne kadar bir isçinin kalkıp da; “Ben yıllardır ‘tavan’dan prim ödüyorum, ama asgari ücretten prim ödeyenle aynı hizmeti alıyorum. Bu hakkaniyete aykırıdır” ya da “Benim hiç kimsem yok, ama başkalarının 5–10 yakını var. Benim ödediğim primlerle onlara neden bakılsın?” itirazında bulunduğu görülmemiştir. Oysa bir kapitaliste göre kişi “böyle davranmalıdır ki çıkarlarını korumuş olsun!
Ama sınıfın en geri kesimlerindeki işçi bile böyle davranmaz, davranmıyor da. Çünkü sosyal güvenlik sistemi, genelde burjuvazinin kendi sisteminin bir parçası, onun sisteminin kaçınılmaz bir sonucu olarak değil, işçi sınıfının mücadelesinin sonucu olarak elde edilmiş bir hak; burjuvazi karşısında sınıfın bir dayanışma örgütü olarak doğup gelişmiştir. Burjuvazi kurumu sonradan kendi denetimine alarak sistemiyle bütünleştirmiş, yönetiminde etkili bir konuma gelmiştir. Ama kurumun doğuşuna yol açan mücadelenin üstünde yükseldiği sınıf dayanışması duygusu ve fikrini, en azından henüz, tümüyle yıkamamıştır.
Kapitalist bir ülkede olmasına karşın sosyal güvenlik kurumlarının bu özgün yanı; bu sistemde dayanışma, düşük ücretli işçinin yüksek ücretli işçinin ödediği primden yararlanması, hatta prim ödediği halde ömür boyu SSK hastanesine gitmeyen bir işçinin bile kendisini dolandırılmış saymadığı bir anlayış, sosyal güvenlik kurumlarında içselleşmiştir.
Öte yandan hemen bütün ülkelerde sosyal güvenlik kurumları, bir devlet kurumu olarak değil az çok “özerk” bir işçi dayanışma örgütü olarak kurulmuştur. Bu sistemden “özerklik”; sınıfın fertleri arasında “dayanışma”, “yardımlaşma” ilişkilerini geliştirici olmuştur.
Türkiye’de de sosyal güvenlik sistemi, işçinin, kamu emekçilerinin, Bağ-Kur üyelerinin ödediği primlerle kurulup bugüne gelmiştir. Devletin bu kurumlara herhangi bir “gönüllü katkısı” yoktur. Tersine devlet, bu kurumların birikimlerini yağmalamış, “ucuz kredi” olarak kapitalistlere sunmuş ve kurumların tahrip olmasında başlıca rolü oynamıştır.
Şimdi de bu tahribatına bakıp; “sosyal güvenlik sistemi çöküyor” diye “kurtarıcı rolüne” soyunmaktadır.
Oysa başka ülkelerde devlet, bu hakkın kazanılması sürecindeki mücadeleler sonucu olarak olsa da, sosyal güvenlik sistemine katkıda bulunmaktadır. Ama devlet İster katkıda bulunsun ister bulunmasın, sonuç olarak sosyal güvenlik sistemi, işçilerin “dayanışma örgütü” olarak doğmuştur.
IMF’yi, uluslararası sermayeyi ve onların yerli uzantılarını, her soydan burjuva iktisatçısı ve ideologunu sinirlendiren başlıca iki nedenden birisi de bu “ideolojik yön”dür. (diğeri bu alanı uluslararası tekellerin soygununa açmaktır)
İşçilerin, emekçilerin kendi aralarında dayanışması, az prim ödeyenle çok prim ödeyenin aynı hizmeti almak için aralarında anlaşmış olması, sosyal güvenlik sisteminin dayanışma fikrinin, sınıf duygusunun yaşamasına vesile olan bir bağ olması, işçinin, kamu emekçisinin en geniş dayanışma örgütü olarak yaşamaya devam etmesi, sermayeyi ve onun ideologlarını son derece rahatsız etmektedir.
Dahası sendikaları yıkmak, tasfiye etmek; yaşaması gerekiyorsa bile bir işçi kitle örgütü olarak değil, içi boşaltılmış burjuva kurumlar olarak yaşamasını isteyen zihniyetle, sosyal güvenlik sistemine saldıran zihniyet aynı zihniyettir ve aynı nedenlere dayanmaktadır.
Bu yüzden de emeklilik yaşının yükseltilmesinden hastanelerin özelleştirilmesine uzanan plan, aynı sosyal güvenlik siteminde işçiyi, dayanışmayı, emeğini kolektifliğini çağrıştıran her şeyi yıkarak sistemi sermayenin kâr alanı haline getirme planının, genel olarak özelleştirmenin amaçlarına bağlanan parçalarıdır.
Demek ki sosyal güvenlik sistemi iki yönlü bir karaktere sahiptir. Bir yanıyla ve tarihsel bakımdan ortaya çıkış biçimiyle, işçilerin dayanışma ve yardımlaşma fikriyle doğrudan bağlantılıdır. Öte yandan sosyal güvenlik sistemi, kapitalizm koşullarının bir olgusudur, işçinin ödediği ve devletin de destek olmakla yükümlendiği bir ekonomik temelde biçimlenir. (Örneğin SİP, “gerçek sosyal güvenlik sosyalizmdedir” diyerek aklınca keskinlik yapıyor; sosyalizm övgüsü yapmış olayım derken sosyalizmi kapitalist “sosyal devlete” indirgemiş oluyor. Çünkü sosyalizm sosyal güvenlik diye bir fikri kabul etmez. Sosyalizm bir sistem olarak bütün yurttaşlarını en gelişmiş biçimiyle de olsa, kapitalist soysal güvenlikle ilgili olmayan bir anlayışla güvenceye almıştır. Bu yüzden de sosyal güvenlikle ilgili olarak görülen, emeklilik sigortası, hastalık sigortası, iş güvencesi, işsizlik sigortası gibi kapitalist bir ülkede, sonuçta şöyle ya da böyle işçinin ödediği prime bağlı bir sosyal güvenlik anlayışı, sosyalizme tümüyle yabancıdır.)
Bu çelişik durum, “piyasacılara” kuruma müdahale etme, onun ekonomik yapısı üstünde oynayarak kurumu çökertme olanağı tanımaktadır. Bugün Türkiye’de hükümetin yapmak istediği “karşı reform” da iste bu noktadan, sorunun “ekonomik” boyutundan hareketle yapılmak istenmektedir.

SOSYAL GÜVENLİK SİSTEMİNE SALDIRI ULUSLARARASI BİR SALDIRIDIR
Ancak şu bir gerçek ki sosyal güvenlik sistemine yönelik saldırı, sadece Türkiye’ye özgü değil. Hatta IMF’nin sadece Türkiye gibi emperyalizme bağımlı ülkelere dayattığı bir koşul da değil. Tersine, en gelişmiş ülkelerde de sosyal güvenlik sistemi hedefe konulmuş durumda.
Uluslararası kapitalizm, kendisini yeniden organize ederken emekçilerin örgütlerini de tahrip etmeyi, ya tümüyle ortadan kaldırmayı ya da işlevsizleştirmeyi amaçlamaktadır.
Saldırının uluslararası boyutu öylesine açıktır ki örneğin IMF’nin dayatmaları kadar ülkelerdeki yöneticilerin saldırılara gerekçe olarak öne sürdükleri argümanlar bile nerdeyse tıpa tıp aynı.
Örneğin Sosyal Güvenlik Bakanı Yaşar Okuyan ve diğer “devlet ricali”nin söyledikleri, “Sosyal güvenlik sistemi çökmüştür. Devleti borca sürüklemektedir. Böyle giderse 5 yıl sonra emekli maaşları bile ödenemez. Biz bugünü değil gelecek kuşakları düşündüğümüz için bu reformu yapıyoruz. Bu çok önemli bir reformdur. Yapmazsak devlet de çöker.” gibi laflardan ibarettir.
Dünyanın en gelişmiş birkaç ülkesinden birisi olan ve aynı zamanda kapitalizmin “sosyal güvenlik cenneti” sayılan Almanya’da, işçilerden oy alarak iktidara gelen Sosyal Demokrat Parti-Yeşiller koalisyon hükümeti de “ekonomik tasarruf paketini” şu günlerde meclise sevk etmiş bulunuyor. Yasanın içeriği, işçilerin sosyal haklarının önemli bir bölümünü kırpmak üzere hazırlanmış ve sosyal güvenlik sistemini de hayli hırpalıyor. Ancak o soğukkanlı, “realist” politikacılar ülkesinde bile Başbakan Gerhard Schröder, yapılan kısıtlamaları “Alman politikasında paradigma değişimi”, “Federal Almanya Cumhuriyeti tarihindeki en büyük reform projesi”, “Yapıcıların bozgunculara karşı programı” olarak adlandırdıktan sonra “reform”un gerekçesini de şöyle açıklıyor: “Bu, Almanya’da bugüne kadar yapılan en geniş kapsamlı reformdur. Bu reformu biz kendimiz için değil ileri yaşlardaki nesiller ve torunlarımız için yapıyoruz. Böylece torunlarımızın geleceklerini daha kolay planlamaları için ortam hazırlarken, yaşlı nesil için de güvence sağlıyoruz. Kohl hükümetinden muazzam bir borç devraldık.”
Kuşkusuz ki, sosyal güvenlik sistemine yöneltilen saldırı, kendi başına, ekonominin diğer alanlarında yürütülen “yeniden yapılanma” girişimlerinden bağımsız değildir. Tersine, “tekellerin global dünyası” için dünya ölçüsünde yürütülen saldırının koç başlarından birisidir sosyal güvenlik sistemine yöneltilen saldırı. Daha ileri giderek şunu söyleyebiliriz: Yugoslavya ve Irak’ta savaş uçakları ve bombalarla, başka ülkelerde iç karışıklıklarla yürütülen “Yeni Dünya Düzeni’ne, globalizme adaptasyon operasyonu” diğer pek çok ülkede de sosyal güvenlik sistemi üstünden yürütülen bir operasyonla yapılmak istenmektedir. Sadece kullanılan araçlar farklıdır.

GLOBALİZM NASIL BİR İŞÇİ-PATRON İLİŞKİSİ İSTİYOR
Sosyal güvenlik sisteminin neden böyle hedefe çakıldığını daha açık görmek için, uluslararası sermayenin varmak istediği amaçların açıklanmasına ihtiyaç vardır. Bu nedenledir ki burada, kapitalist global dünyada uluslararası sermayenin nasıl bir işçi-patron ilişkisi kurmak istediğine kısaca da olsa değinmek gerekir.
İşçi sınıfının mücadele tarihi, kapitalistlerin, ancak uzun mücadeleler sonucunda işçilerin haklarını meşru gördüğünü göstermiştir. Örneğin İngiltere gibi “demokrasinin beşiği” bir ülkede bile 1799’da işçilerin sendika kurmaları yasaklanmış, ancak 1824 yılında yeniden serbest bırakılmıştır. Büyük Devrim’in ülkesi Fransa’da sendikalar, ancak 1840’lardan sonra serbestçe örgütlenme imkânı elde edebilmiştir. Yine diğer Avrupa ülkelerinde de sendikaların burjuvazi tarafından kabul edilmesi, yüz-iki yüz yıllık mücadeleler sonucu mümkün olabilmiştir.
Ancak bütün bu güçlüklere karşın burjuvazi sonuçta, işçilerin sermaye karşısında kendi örgütlerini kurmasını, toplu pazarlık yaparak haklarını geliştirmenin en meşru hakkı olduğunu; bu hak mücadelesinde grev, hak grevi, dayanışma grevi, siyasi grev ve genel grev (grevlerin cinsi ve hak haline gelmesi ülkeden ülkeye değişiklikler gösterse de) yapabileceğini kabul etmiştir. Bu yüzden de 20. yüzyılda, özellikle bu yüzyılın ikinci yarısında, sendikalar sosyal haklar bakımından hayli başarılı toplu sözleşmeler yaptıkları gibi, aynı zamanda birçok hakkın yasalara geçmesini de sağlamayı başarmışlardır.
Kısacası, yaklaşık 150 yıl boyunca, patronlar ve hükümetleri, işçilerin toplu pazarlık yapma ve güçlerini birleştirerek haklarını almalarını meşru görmüştür.
20. yüzyılın son çeyreğinde durumda bir değişme gözlenmiştir. Patronlar, toplusözleşmelerdeki “idari maddeleri”, sosyal hakları ve iş güvencesine ait yasal düzenlemeleri kendi mülkiyet haklarına, mülkiyetlerini yönetme hakkına bir müdahale olarak görmeye başlamışlardır. Bu yüzden de giderek daha büyük bir dirençle “idari maddelere” karşı çıkmaya, sosyal hakları kırpmaya, iş güvencesine ilişkin yaptırımlardan kaçınmaya yönelmişler; hatta “idari maddeler” ve işçiyi koruyan yasaların rekabet etme imkânlarını baltaladığını öne süren patronlar, böylece ülkenin uluslararası pazarlarda gerilemesi ya da yeni atak yapamamasını, işçilerin, sendikaların işyerlerinde patronların yönetme hakkını sınırlamasına bağlayarak, sorunu bir “ulusal” sorun haline getirmeye yönelmişlerdir.
Taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma ve esnek çalışma yöntemlerinin yaygınlaştırılmasının arkasındaki fikirlere bakıldığında; yeni dünya düzencilerinin, global bir kapitalist dünya hayali kuranların amaçladıkları işçi-patron ilişkisi gayet nettir. Uluslararası sermaye, işçiler örgütsüz, gelecek güvencesiz, bir gün çalışmadığı zaman ertesi gün aç kalmak durumunda kalan bir işçi kalabalığı olsun; bu kalabalığın gelecek güvencesi de, kazandığı para kadar olsun istiyor. Başka bir söyleyişle, globalizmin ideologlarının tarif ettiği ve bugün de patron örgütlerinin toplu sözleşme masalarına kadar taşıdıkları yeni patron-işçi ilişkisinin özünde toplu sözleşme düzenini reddetmek vardır. Öyle ki, patronlar işçilerin “fazla ücret” istemesini bile “rekabeti sınırladığı” gerekçesiyle toplu sözleşmelerin pazarlık konusu olmasını istemiyorlar; tersine ücretlerin bile “genel olarak” (memur maaş zamlarının hükümet tarafından belirlenmesi gibi) belirlenmesini istiyorlar. Yani işçi, tek kişi olarak patronun karşısına çıksın ve arkasında hiçbir güvence olmadan patronla “pazarlık” yapsın. Yasalar, toplu sözleşme ile konulan idari maddeler, sosyal güvenlik kurumlarının desteği işçinin arkasında olmasın isteniyor.
İşte sosyal güvenlik sistemleri burada, işçinin güvencesiz bir biçimde patronların karşısına çıkmasını önleyecek bir kurum olarak ortaya çıkıyor. Bir yandan sağlık ve ihtiyarlık sigortasıyla işçiler arasında bir dayanışma örgütü işlevi gören sosyal güvenlik kurumları, öte yandan da işsizlik sigortası ve iş güvencesine dair yasalarla birlikte, sermayenin amaçladığı, patron karşısında “çıplak işçi” tablosunu fazlaca bozuyor. Dolayısıyla sınıfın bu en geniş dayanışma örgütünü tahrip etmeden işçileri örgütlenmede çok geri mevzilere atmanın olanaksız olduğu gömüldüğünden, sosyal güvenlik sistemi (diğer şeylerin yanı sıra bu yanıyla da sermayenin şiddetini üstüne çekiyor) uluslararası sermayenin her ülkedeki uzantıları tarafından hedef tahtasına konmuş bulunmaktadır.

“MEZARDA EMEKLİLİK”TEN “MEZARDA EMEKLİLİĞE”
Yüz yılı aşkın bir zamandan beri kapitalist ülkelerde var olan sosyal güvenlik kurumlan, özellikle İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında “sosyal devlet”‘ adıyla işçilere, emekçilere, sistemin bahşettiği bir nimet olarak propaganda edildi. Ama, gerçek bambaşkadır.
Şöyle ki; sosyal güvenlik kurumlarının kapitalist devletler tarafından meşru görülmesi, uzun işçi mücadelelerinin sonucu mümkün olabilmiştir. Bu yüzden sosyal güvenlik kurumları kapitalist devletin çoğu yerde yarı-resmi kurumları gibi biçimlenmiş olsa da, temeli, işçi sınıfının ilk örgüt biçim olan “yardım sandıklarına dayanmaktadır:
Geçmişi, daha işçilerin kendilerini kapitalist toplum içinde ayrı bir sınıf olarak hissetmeye başladıkları günlere dayanan “yardım sandıkları”, işçilerin kendi aralarında kurdukları bir dayanışma örgütüydü. İşten atılan, sakatlanan, hapse atılan işçiye geçici olarak da olsa yardım amacıyla, işçiler arası dayanışma amacıyla kurulan yardım sandıkları sınıfın kitleselliğinin artmasına ve örgütlülük düzeyine bağlı olarak gelişti.
Yardım sandıkları bir yandan sendikal örgütlenmenin ilk başlangıcı olduğu kadar onu destekleyen yan bir organizasyon olarak da önem kazandı. Dahası işçiler, giderek sosyal güvenlik konusuna önem vermeye, bunu devletten isteyen bir aşamaya geldiler. Toplu sözleşmelerle birlikte ve ondan bağımsız olarak sosyal güvenliğe ilişkin talepler giderek yoğunlaştı.
Marx ve Engels’in kurucusu oldukları Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin işçiler arasında otoritesinin arttığı ve sınıfın politikleşme düzeyinin hayli ileriye taşındığı yıllarda sınıf içinde “sosyal güvenlik talebi” de hayli ileri düzeye ulaştı. Ve ilk sosyal sigorta yasası 1880’li yıllarda Almanya’da kabul ettirildi. Elbette ki ilk yasa, bir yandan “ilk” olması, öte yandan Bismarck gibi işçi düşmanı bir aristokratın başbakan olduğu bir dönemde çıkarılması nedeniyle aslında işçinin emekli olmasının pratikte mümkün olmayacağı koşullar içeriyordu. Alman işçiler bu yasaya tepki olarak “Mezarda Emeklilik Yasası” dediler. Ama yasa çıktı diye mücadele durmadı; tersine, bütün kapitalist ülkelere yayıldı. Ve sosyal güvenlik, bu işçi baskısı karşısında öncelikle gelişmiş kapitalist ülkelerden başlayarak tüm dünyaya yayıldı. Ancak bu hakların kullanılabilir bir biçimde yasalara geçmesi oldukça uzun mücadeleleri gerektirdiği gibi; yasaların çıkmasından sonra pratikte uygulanması daha da zor oldu. Örneğin Türkiye’de en önemli sosyal güvenlik kurumu olan SSK’nın kurulmasının üstünden yarım yüzyıl geçmiş olmasına karşın, dahası yarım yüzyıldan beri yasayla, sigortasız çalıştırma yasaklanmış olmasına karşın, resmi istatistiklere göre 5 milyon dolayında işçi sigortasız olarak çalıştırılmaktadır.
Görüldüğü gibi sosyal güvenlik, ilk olarak bizzat işçiler tarafından gündeme getirilmiş ve kapitalistler ve devletleri ise böyle bir yola ancak, işçilerin baskısıyla yönelmiş ve bu baskıya rağmen çıkarttıkları yasalar ancak “mezarda emeklilik” düzeyinde olabilmiştir. Aradan gecen yüzyılı askın zamandan sonra burjuvası ve hükümetleri dönüp dolaşıp ilk çıkış noktalarına gelmişler; işçiye yeniden “mezarda emekliliği” reva görecek yasal değişikliklere yönelmişlerdir.
Temmuz ayı koyunca yeniden “mezarda emekliliğe hayır” diyen işçilerin sloganları ortalığı sarmışsa, bu, kapitalizmin dramatik çelişkisinin açık bir ifadesidir. Ya da aradan gecen bunca zamandan sonra, Almanya gibi dünyanın en zengin ülkelerinden birinde burjuvazi, işçilerin sosyal haklarına, iş güvencelerine saldırıyorsa bu, kapitalizmin işçi haklarına nasıl baktığının çarpıcı bir ifadesidir.
Burada akla 1880’lerin ve 1990’ların burjuvazisi işçi düşmanı da, 1960’ların, 1970’lerin burjuvaları işçi dostu mu, en azından daha uygar bir burjuvazi mi, sorusu gelebilir. Bu soruya verilebilecek yanıt, elbette ki “hayır”dır.
Çünkü en devrimci çağında bile burjuvazinin; işçi hakları, işçileri burjuva özgürlüklerden ve hele kapitalizmin ortaya çıkardığı refahtan yararlandırmak gibi bir dertleri olmamıştır. Tam tersine, burjuvazi daha çok kâr, daha büyük oranda sömürü için her yolu denemiştir. Sadece kapitalizmin gelişmesi ve zenginliklerdeki genel artış, işçilerin bu refahtan pay almasının imkânlarını yaratmış, işçiler mücadele ederek haklarını şu ya da bu ölçüde elde edebilmiştir. 1900’lü yılların ikinci ve üçüncü çeyreğinde sosyal güvenlik kurumlarının yayılması, hatta kapitalistlerin övündükleri “sosyal devlet” olgusunun ortaya çıkması, yani sosyal güvenliğin geliştiği ve oldukça geniş bir işçi kesiminin bu haklardan nispeten kolay bir biçimde yararlandığı dönem; dünyada sosyalizm rüzgârlarının estiği, işçi mücadelelerinin de dünya ölçüsünde “yüksek” seyrettiği bir dönemdir. Bu yüzden de başlıca kapitalist ülkelerde “sosyal devlet” kavramına bağlanan, başta sosyal güvenlik olmak üzere kimi işçi haklan önceki dönemlerle kıyaslanmayacak biçimde artmış, kapitalizm koşullarında da işçinin sağlık, eğitim, emeklilik gibi konularda gelecek güvencesi olduğu kanıtlanmaya çalışılmıştır.
İşsizliğin ortadan kalktığı, sağlık, eğitim gibi konuların devletin asli görevi olarak belirlendiği; emekliliğin, çalışamaz hale gelmenin işçiler ve tüm halk için hayatın yokluk dönemi, yaşlılığın utanç verici bir yaşam dönemi olmaktan çıkarak tarihe karıştığı sosyalizm karşısında, gelişmiş kapitalist ülkelerin sosyal güvenlik kurumlarının çıtaları yükseltildi. İşsizlik sigortası, emeklilik yaşlarının düşürülmesi, emeklilik fonlarının artırılması gibi önlemlerle işçilerin sosyalizme imrenmesi ortadan kaldırılmaya çalışıldı. Sosyal güvenlik kurumları, bu gelişmişlik düzeyine ancak Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinde ulaştı, ama diğer ülkelerde, bu gelişmiş ülkelerin düzeyi, biraz da masallaştırılarak allanıp pullandı. Adeta bir “sosyal haklar cenneti” olarak tarif edilen bu ülkelerin koşulları, bütün dünyada ulaşılması gereken hedefler olarak ilan edildi. Gelecekte bütün işçi sınıfının, bu gelişmiş ülkelerdeki kadar refah içinde olacağı propaganda edildi. Ama şimdi açıkça görülüyor ki, bu söylenenler sadece propagandadan ibarettir.
Nitekim sosyalizmin yenilgisi ve Sovyetler Birliği’nin dağılması sonucunda kapitalizm, bütün diğer alanlarda olduğu gibi, sosyal güvenlik alanında da yüz yıllık kazanımları ortadan kaldırmaya yöneldi.
Bugün kapitalizmin gelip dayandığı yer yüz yıl önce, işçileri mezarda emekliliğe mahkûm ettiği yerdir. Bunca uygarlık, ilerleme, verimlilik, refah düzeyi iddiasına karşın durum, bir kısır döngü gibi, “mezarda emeklilikten mezarda emekliliğe” geliştir.
Bu kısa özetten de anlaşılacağı gibi eğer işçiler haklarını korumada direniş göstermezlerse, “serbest piyasa ekonomisi” denilen tekellerin vahşi dünyasında, haklarının kırıntısı bile kalmayacak, kapitalistler kendileri için dikensiz gül bahçesi olarak tasarladıkları globalizmin dünyasını kurmada daha da cesaretlenecek; saldırılarının dozunu daha da artıracaktır.

SOSYAL GÜVENLİK SİSTEMİNDE GERÇEK BİR REFORM İÇİN….
Karşı reformcular ikiyüzlüce davranıyor. Sosyal güvenlik sistemini dağıtmayı, tasfiyeyi amaçladıklarını saklayıp onu ihya etmek için “reform” yapmak istediklerini öne sürüyorlar. Bu görüşlerine dayanak bulmak için de kendi elleriyle yıllardır mali bakımdan iflasa sürükledikleri sosyal güvenlik kurumlarının bugün içinde bulunduğu ekonomik koşullan, hizmetlerdeki aksamaları gerekçe gösteriyorlar. Ve sonuç olarak da yapmak istedikleri karşı reformu, reform olarak yutturmayı amaçlıyorlar.
Ancak, olup bitenler öylesine üstü örtülemez ki, yapmak istedikleri Karşı reforma emekçi yığınlarından, işçi sınıfından en küçük bir destek bile bulmuş değiller. 24 Temmuz günü Ankara’da yapılan Türkiye tarihinin en kitlesel gösterisinin bileşimi bile (iktidar partilerinin destekçisi sendikalar ve işçi kesimleri bile “Hükümet istifa” diye slogan atarken, aynı zamanda mücadelenin sürmesi için de aktif davranacaklarının ipuçlarını da veriyorlardı.) hükümetin ve patronların emekçi yığınlardan bir destek alamayacağının kanıtıydı.
Dahası emekçiler, karşı reforma karşı mücadele bayrağı açarken, isteklerini sıralıyor, sistemde gerçek bir reform da istiyorlardı. Hükümetin, devletin SSK’dan elini çekmesini istiyordu işçiler.
Çünkü Türkiye’de devletin sosyal güvenlik sistemine katkısı yüzde sıfır düzeyindedir. “Devlet bu kurumlara verilen sübvansiyonlar yüzünden batıyor” diye bağırdıkları miktar ise 1 katrilyon TL düzeyindedir. Bu, banklara bir kalemde yapılan sübvansiyona ya da faizcilere devletin ödediği bir aylık faize eşittir. Ancak devlet, sosyal güvenlik sistemine hiçbir katkı yapmamasına karşın gerek SSK, gerek Emekli Sandığı, gerekse Bağ-Kur’un başına devlet tarafından atanan görevliler vardır. Örneğin SSK’da sadece bir işçi temsilcisi vardır; geri kalanların tümü devlet ve patronların temsilcisidir. Oysa SSK’nın bütün bütçesi işçiler ve “işverenler” tarafından ödenen primlerden oluşmaktadır; devletin bir kuruşluk katkısı yoktur. Kaldı ki “işveren tarafından ödeniyor” denilen prim de aslında işçiden kesilmektedir. Çünkü “işveren” primi kârından ödememekte, tersine “işçilik masrafları” olarak göstermekte, böylece patron, “SSK priminin işveren payını”, işçiye ücret olarak ödenmiş gibi göstermektedir. Dolayısıyla SSK’nın giderlerinin tümü işçiler tarafından ödenmektedir. Ama SSK’nın 7 kişilik yönetiminde sadece 1 işçi temsilcisi bulunmaktadır.
Öte yandan SSK, işçilerin en geniş dayanışma örgütü olarak KİT’lerden tamamen farklıdır. Dolayısıyla, her şeyden önce devletin ve hükümetlerin, düzen partilerinin SSK’dan elini çekmesi gerekmektedir.
SSK’nın bugün içine sürüklendiği kaosun ana nedeninin de devletin ve hükümetlerin SSK’yı bir arpalık olarak, düzen partilerinin yandaşlarının yemliği olarak kullanması olduğunu, bizzat devletin resmi raporları sabitleştirmiştir. Ancak, gerçekler bu ölçüde ortadayken, sorunun “çözümü” ele alındığında yine devletin denetlediği, yönettiği bir SSK oluşturulmaktadır. Dahası devlet ve hükümetler, hastanelerin özelleştirilmesini, bu alanın özel sigorta tekellerine açılmasını gerekçelendirirken akıllarına devletin SSK üstündeki olumsuz rolünden söz etmek geliyor. Aynı anlama gelmek üzere hükümetlerin, parlamentonun “SSK zarar ediyor” diye, emeklilik yaşını ve prim gün sayısı ile prim miktarını yükseltmeye kalkması da abestir. Sermayesi ve her şeyi işçilerin ödediği primlerden karşılanan bir kurumda işçilerden başka “kural koyucu” olmamalıdır. Bu yüzden de bir “yaş yükseltilmesi”, bir “prim yükseltilmesi” gereği varsa buna karar verecek olan da SSK’nın kendi
“genel kurulu” olmalıdır. Ama işçiler yönetimindeki SSK’nın genel kurulu!
Dolayısıyla, sosyal güvenlik sisteminde bir reformdan söz edeceksek, bunun ön koşulunun devletin, hükümetlerin, yani bugün sosyal güvenlikte bir “karşı reform” İşin kollan Sıvayanların, sosyal güvenlik kurumlarının yönetiminden çekilmesi olduğu apaçık ortadadır.
İkinci koşul ise devletin, kendi üstüne düsen payı sosyal güvenlik kurumlarına ödemesidir. Sosyal güvenliğe, diğer uygar ülkelerde hangi ölçülerde bir devlet desteği varsa (Bu oran yukarıda belirtildiği gibi, ülkeden ülkeye yüzde 25 ila yüzde 90 arasında değişmektedir) o ölçülerde bir sübvansiyonla, sosyal güvenlik sistemini desteklemelidir.
Bu koşullar yerine geldiğinde, hastanelerde hizmetlerin iyileştirilmesi için yeni yatırımların yapılması, yeni teknolojilerin uygulanması için gereken alet-edevatın temin edilmesi, hizmetlerin kalitesinin yükseltilmesi, sağlık personelinin çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve personel açığına son verilmesi, emeklilik maaşlarının insanca yaşayacak düzeye çıkarılması, sistemde gerçek bir reform anlamına gelecektir.
Kuşkusuz ki, sistemdeki reform, iş güvencesiyle, sigortasız çalışmaya zorlanan 5 milyon işçinin sigorta sistemi içine alınması için gerekli düzenlemelerin yapılması ve işsizlik sigortası ile sistemin takviye edilmesiyle gerçek hale gelebilir.
Bütün bu önlemlerin, bugün dünya kapitalizminin gidişatının tersine olduğunu biliyoruz. Ama şu da bir gerçek ki bugün Türkiye ekonomisinin ulaştığı boyut (Örneğin faizcilere ödenen faizin bir bölümünün sosyal güvenlik kurumlarına ayrılması, bankalara verilen desteğin bir bölümünün sosyal güvenliğe aktarılması gibi basit aktarmalarla bile) böyle bir hizmet veren sosyal güvenlik sistemini gerçekleştirebilir. Geriye sadece, sınıfın, emekçilerin taleplerinde ısrar etmesi, ülkenin kaderine sahip çıkarak ülkeyi IMF’nin, uluslararası tekellerin ve hükümetlerinin tacizinden kurtaracak bir yola sokmak için gereken inisiyatifi ortaya koyabilmesidir. 24 Temmuz’da Kızılay’a çıkan yarım milyon işçi ve kamu emekçisi, isteklerinin bu yönde olduğunu dosta düşmana ilan etmiştir. Bu isteğin gerçek olması için sadece daha çok çabaya, daha çok inisiyatife ve mücadele kararlılığına ihtiyaç vardır.

Ağustos 1999

Emek Platformu’nun dünü ve bugünü

Emek Platformu adının ortaya çıkmasının üzerinden bir yıldan az bir zaman geçti. Ama o günden beri, nerede işçilerin, emekçilerin sorunlarını tartıştığı bir toplantı, bir emekçi etkinliği olsa, “Emek Platformu’na düşen göreve”, “Yerel Emek Platformu ihtiyacı”na; “Emek Platformu’nun önemi”ne, “Emek Platformu’nun üstüne düşeni yapıp yapmadığı”na, “Emek Platformu ihtiyacı”na dikkat çekilerek, bir an önce “emek platformlarının merkezi ve yerel düzeyde örgütlenmesi” çağrıları yapılıyor. Kimileri ise; Emek Platformu’nu oluşturan sendikaların yöneticilerinin özelliklerine bakarak, “Emek Platformu’ndan bir şey çıkmaz” iddiasını yineliyorlar. Ama sonuçta tartışmalar, işçi ve emekçi sınıfların sorunu şu veya bu sendika, şu veya bu konfederasyondan öte, “Emek Platformu” üstünden, Emek Platformu’nun görevleri ve yapması gerekenler çerçevesinde yürütülüyor.
Bu tartışmalarda, Emek Platformu’nun adının bu kadar sık geçmesinde; bazen toplantıyı düzenleyenlerin “topu taca atmak” için Emek Platformu’nu öne çıkardığı, bazen “solculuk gösterisi” yapmak için Emek Platformu’nun tartışmaya açıldığı, bazen de, “son umut” olarak bu platformdan söz edildiği bir gerçektir.
Hele son aylarda, Emek Platformu içinde yer alan; Türk-İş bürokrasisi başta olmak üzere, Emek Platformu’nun kendilerini fazla zorladığını düşünen çevrelerin ayak sürümeleri karşısında, yerel sendika örgütleri, işçi temsilcileri ve kitle örgütü yöneticilerinin, Emek Platformu’nun önemine daha çok dikkat çektikleri de bir gerçektir. Çünkü sorunlar büyümekte, işyerleri ve bölgesel düzeyde başa çıkılır olmaktan çıkmaktadır. Bu durumda da, yerel örgütler, bir yandan merkezi olarak “Emek Platformu”nun toplanıp gidişata el koymasını isterken, bir yandan da “yerel emek platformları” oluşturmak için bir çaba içine girmektedirler. Ama bütün bu çabalar içinde “merkezi Emek Platformu”nun sorunlara el koyması çağrıları öne çıkmaktadır.
Tartışmanın boyutları ile Emek Platformu’nun bugün içinde bulunduğu “atalet” ve “rehavet” karşılaştırıldığında, büyük bir çelişki olduğu görülmektedir.
Şöyle ki, işyerinde, dünyada ne olup bittiğine çok bakmadan çalışan işçiye göre Emek Platformu, işçinin karşılaştığı bütün sorunları gündeme alarak çözmelidir. Zaten bunca sorun, Emek Platformu’ndan daha “aşağı” bir örgüt biçimiyle de çözülmez. Ama öte yandan; Emek Platformu’nu oluşturan sendika ve çeşitli örgütlerin yöneticilerinin politik görüşleri ve sınıflar mücadelesi içindeki tutumlarına bakan birisi; “Bunlar mı bunca sorunu çözecek? Bunlar çözseydi zaten sorunlar bu kadar büyümezdi. Zaten, bir toplantı yapmak için bile neredeyse silah zoruyla bir araya gelen, kapıdan çıkanın masaya yatırılıp mahkûm edildiği bir platform bu. Bundan bir şey çıkmaz” diyebilir.
Ancak, bütün diğer örgütler gibi, Emek Platformu da kendisini var eden koşulların olduğu kadar onu oluşturan güçlerin “zaaflarını” ve “olanaklarını” taşımaktadır ve sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına yanıt veren bir hatta çekilebildiği ölçüde de var olacaktır. Ne var ki; bu zaaf ve olanakları anlamak, zaafları aşmak, olanakları gerçeğe dönüştürmek için Emek Platformu’nun kuruluşu ve o günden bugüne gelen sürecini değerlendirmek gerekir.

EMEK PLATFORMU BİR DÖNEMİN SONUNU HABER VERDİ, AMA SÜREÇ HENÜZ TAMAMLANMADI
Egemen sınıfların iktidarda kalmalarını büyük ölçüde, işçi sınıfı başta olmak üzere emekçi sınıflar içinde yürüttükleri bölücü faaliyete borçludurlar. Son 10 yıl içinde bu bölücülük, başlıca iki konu üstünden yürütüldü. Bunlardan birincisi; PKK’ye karşı mücadele adı altında Kürt-Türk kökenli işçinin, emekçinin birbirinden ayrılarak, birbirlerine karşı kullanılmasıydı. “Bölücülüğe karşı mücadele” adı altında yürütülen kampanya, ölümler, öldürmeler, faili meçhuller, barut kokusu ve silah sesleri eşliğinde sürdürüldü ve “ne işçi sorunu, ne emekçi hakkı; memleket bölünüyor” demagojisi emekçi sınıflar içinde de itibar gördü ve “Kürt sorunu” emekçi sınıfları, işçileri bölmenin “koçbaşı” olarak kullanıldı.
Kürt milliyetçi çevrelerinin de “yardımımla egemen sınıflar, emekçilerin kendi talepleri etrafında birleşmelerini önemli ölçüde önlediler. Çünkü Kürt milliyetçisi çevreler de; “Ne işçi sorunu, ne emekçi hakkı; kimliğimiz tanınsın ekmek bile verilmesin” gibi, salt milliyetçi bakış açısının egemenliğinde, “kimlik sorunu ile sınıf sorunu arasındaki ilişkiyi” hiç anlamadan sermayenin yelkenine rüzgâr üflediler.
İşçileri, emekçileri sermayenin ikinci bölme konusu, ’90’lı yıllarda yükseliş gösteren “din üstünden politika yapan” partilerin ve çevrelerin faaliyetleri oldu. Bu çevreler; işçileri, “Müslüman olanlar ve olmayanlar” ya da “Müslümanlar ve laikler” olarak bölmeye yöneldiler. Bu bölünme daha da derinleştirilerek, sendikalara da yansıtıldı. Hak-İş, RP (sonra FP) yanlısı bir konfederasyon olarak vücut buldu. FP’li belediyeler kendilerine yakın sendikaları belediyelerde yetkili hale getirmek için kendi “yetkilerini” sonuna kadar kullandı. Memur-Sen, Kamu-Sen gibi memur sendikaları ve değişik adlardaki kitlesel emekçi örgütleri, bu temel baskılamanın ürünü olarak kuruldu, güçlendi.
1997’den itibaren, MGK’nın “Türkiye’nin Savunma Konsepti”ni yeniden gözden geçirerek, “Şeriata karşı mücadele”nin “bölücülük”le eş bir düzeye yükseltilmesiyle birlikte; bu iki faktör yanı sıra bir üçüncü faktör de işçi sınıfı ve emekçiler arasında bölünme yaratan baskılama unsuru olarak girdi: Genelkurmay manipülasyonlu “laik-demokratik Türkiye’nin savunulması” demagojisi.
Yani;
Bir yandan Kürt siyasi çevreleri; “Ey işçisi, esnafı, ağası, beyi ile Kürtler birleşin; kendi kimliğinizi, haklarınızı kazanın. Birinizin işçi, ötekinin ağa, patron olması önemli değildir. Bizi asıl birleştiren Kürt olmaktır” diye yoğun bir propagandaya girmişti. Bu yüzden de emekçi platformlarında da belki ayrı sendikalar çıkmadı, ama bu etki pek çok yerde, özellikle Güneydoğu ve Doğu’da hissedildi. Ama batı illerinde de bir Türk-Kürt bölünmesi pek çok yerde hissedildi.
Dini siyasete alet edenler, şeriatçılar ise, her yerde, “Asıl sorununuz laik düzendir, türbanınızdır, başörtünüzdür, ötesi önemli değildir. Patron, işçi, ağa, köylü demeden dindarlar birleşin, bu batıl düzene karşı durun” derken bir başka bölünme yarattı.
Belediyelerde bu bölünme, RP’li belediyelerin işçileri Hizmet-İş’e, CHP’lilerin Genel-İş’e, diğerlerinin Belediye-İş’e girmeye zorlanmasına kadar uzandı. Belediyelere bağlı işyerlerindeki bu bölünmeden en çok etkilenen oldu.
Devlet ise önce “bölücülüğe karşı” kampanya yürüttü; işçi, köylü, patron herkesi bölücülüğe karşı birleştirme girişimi yoğun bir biçimde sürdürülürken, Kürt haklarından, Kürt-Türk işçilerin de birliğinden, gönüllü birlikten söz edenleri de karşı tarafta görmek üzere “Vatan elden gidiyor” faaliyeti yürütüldü. 28 Şubat’la birlikte bu kampanyaya “şeriata karşı tüm laiklerin birliği” ve etkinlikleri de katılarak işçiler, emekçiler bir kez daha bölündüler.
Ama öte yandan; 1990’ların başında iyice tariflenen Yeni Dünya Düzeni, global bir dünyanın gerçekleştirilmesi uğruna uluslararası tekeller ve başlıca emperyalist ülkelerin dünyayı yeniden biçimlendirme çabalarının devamı olarak Türkiye’de de, işçi hakları, emekçilerin kazanılmış haklarının yok edilmesi doğrultusunda yoğun bir faaliyet sürdürüldü. Gerçek ücretler hızla düşerken, çalışma koşulları esnekleştiriliyor; taşeronlaştırmalar yoluyla örgütlü işçi gücü parçalanıp sendikalaşma oranı hızla yüzde 10’un altına düşürülmüş bulunuyordu. Özelleştirme ise; işçi direnişinin lokal sınırları aşamaması nedeniyle, istenen hızda olmasa da, sınıf içinde çalkantılar da yaratarak ilerliyordu. “Verimliliği artıracağız”, “İstihdamı artıracağız” diyerek yapılan özelleştirmelerin tam bir yağma olduğu görülmüştü; özelleştirilen kurumların önemli ölçüde tasfiye olduğu çalışan işletmelerde de, işçilerin örgütsüzleştirilip, asgari ücretle çalışmak zorunda bırakıldığı (öte yandan da, her özelleştirmeye mafyanın, kara paracıların bulaştığı, ihalelere fesat karıştırıldığı ortaya çıkmış, hemen bütün özelleştirmeler Danıştay tarafından hukuka aykırı bulunarak iptal edilmişti) yaşanarak görüldü. Bu yüzden de giderek, özelleştirmede kozlar daha açıkça oynanmaya başlamıştı. Nitekim enerji işçileri, 1997’ye gelindiğinde; “Biz sadece kendi haklarımız için değil ülkemizin bağımsızlığı için de özelleştirmeye karşıyız” diye termik santralleri işgale yönelince, özelleştirmeciler hız kesip, manevra yapmak zorunda kaldı. Bugün de hâlâ, hayli genişten aldıkları bu manevranın açısını sıfırlayabilmiş değiller.
Kamu ekmekçilerinin “grevli, toplusözleşmeli sendikal hak mücadelesi” de, hükümetler tarafından bastırılmaya çalışılmış, ancak bu başarılamayınca Kamu-Sen ve Memur-Sen’in kurulması için işaret verilerek, daha çok da aslında sendika derdi olmayan müdürler ve üst yöneticiler önderliğinde bu iki memur konfederasyonu da kurdurulmuştu. Dahası, enflasyon kamu emekçilerinin maaşlarından kat kat fazla artmış, memur maaşlarının ortalaması, mütevazı ölçülerde bir ev kirası düzeyine düşmüştü, ikinci iş ya da belirsiz yollarla artı bir gelir sağlama kamu emekçileri için bir zorunluluk haline gelmişti. Ya da mücadele edilecek ve yaşanır bir maaş elde edilecekti.
Hükümetin uluslararası tekellerin, IMF ve Dünya Bankası’nın istemleri doğrultusunda yaşama geçirdiği politikalar tarım ve hayvancılığın çökmesine yol açarken, giderek tarımdaki bütün sübvansiyonların kaldırılarak Türkiye’nin tarım tekellerinin 65 milyonluk pazarı haline gelmesi hedefine hayli yaklaşılmış bulunulmaktadır.
Sağlık, eğitim, iletişim, yerel yönetim hizmetleri gibi başlıca kamu hizmetlerinin para ile alınır satılır “meta” haline getirilmesi için yapılan girişimler, emekçi sınıfları bütün bu hizmetlerin dışına doğru itmeye başladı. Yıllardır, karne parası, tebeşir parası vb. gibi adlar altında yapılan yarı resmi uygulamalar; “Herkes aldığı hizmetin parasını ödemelidir” gibi, kapitalist bir mantığa göre çok haklı bir gerekçeyle, emekçiler için eğitimi de paralı hale getirmenin adımları oldu.
Öte yandan, sosyal güvenlik sisteminin tasfiye edilerek sağlık, emeklilik gibi en temel hakların bile kârın, özel sektörün alanı haline getirilmesi için faaliyetin yoğunlaştırılması, bunun ilk adımı olarak da emekçiler için emekliliğin artık “mezarda” gerçekleşeceği biçiminde yorumlanan, “emeklilik yaşının yükseltilmesi için hazırlanan yasa” emekçi sınıflar içinde büyük bir kaynaşmaya yol açtı. Yine bu yasa girişimiyle birlikte, “uluslararası tahkim”in çıkarılması için “Anayasa değişikliği”nin gündeme gelmesi de, özellikle sınıfın, emekçilerin ileri kesimleri arasında tepkileri daha da yoğunlaştırdı.
Kaynaşma, işçi ve emekçi sorunlarına karşı inanılmaz düzeyde duyarsız olan sendikal bürokrasi saflarında bile parçalanmalara ve yeni tartışmalara yol açtı. Ve Emek Platformu işte bu koşullarda ortaya çıktı.
Emek Platformu’nun omurgasını teşkil eden işçi ve kamu emekçisi sendikalarının yöneticilerinin çok önemli bir bölümü, emekçi sorunlarına karşı duyarsız, sendikacılığı kendi çıkarları için, daha da kötüsü sermayeye hizmet olarak yapan kişilerdi. Her birinin sicili, patronlara hizmet, en kritik anlarda işçi hareketini arkadan hançerleme gibi sabıkalarla doluydu. Ancak; işçi emekçi sınıflara yönelik sermaye saldırısının ulaştığı boyut; lafta bile olsa, “Ben emekten yanayım” diyen herhangi bir sendikacının dışında kalamayacağı bir ortamda gerçekleşti. Bu yüzden de; ’99 Temmuzu’nun ortalarında, Türkiye tarihinde ilk kez, hemen başlıca emekçi örgütlerinin bir safta, sermayenin öteki safta olduğu bir cepheleşme gerçekleşti.
MHP’li, DYP’li, FP’li sendika yöneticileri ile “solcu” sendika yöneticileri aynı safta yer aldı. Bu, Türkiye’de ilk kez olan bir bölünmeydi. Bu yüzden de önemi ve değeri çok daha fazla olan bir bölünmeydi. Nitekim mücadelenin ilerleyen günlerinde bu bileşimin, avantajlar, yanı sıra zaaflar da taşıyan bir bileşim olarak biçimlendiğini herkes gördü. Hükümet ve düzen partileri, Emek Platformu’nun zaaflarından yararlanarak, emekçi hareketini bölmek için yaptıkları saldırılarda, platformun bu zaaflarından yararlandılar. Ve mücadeleye asıl darbeyi yine en büyük konfederasyonun tepesinden, Türk-İş’ten doğru vurmak için girişimlerini sürdürdüler. Ve burada kendileri için son derece önemli dayanak olan şahsiyetler buldular.
Emek Platformu, ’99 Temmuzu ortasında kuruldu. Ve şu örgütlerden oluştu:
Türk-İş, DİSK, Hak-İş, KESK, Türk Diş Hekimleri Birliği, Türk Veteriner Hekimleri Birliği, Türk Eczacılar Birliği, Kamu-Sen, Memur-Sen, TÜRMOB, Türkiye işçi Emeklileri Derneği, TMMOB, TTB, Tüm Bağ-Kur Emeklileri Derneği.
Emek Platformu’nun kuruluşu ilan edilirken, şu kararları aldığı da açıklandı:
1-) 15 Temmuz’da tüm illerde, hükümeti oluşturan siyasi partilerin il temsilciliklerine ziyaretler,
2-) 16–17–18 Temmuz günleri mitingler,
3-) 19 Temmuz günü ANAP, MHP ve DSP merkezlerini ziyaret,
4-) 24 Temmuz günü Ankara’da büyük katılımlı bir miting,
5-) Eğer hükümet çözüm için adım atmazsa, üretimden gelen gücün yurt çapında kullanılması, yani genel grev!
Evrensel gazetesinin hemen ertesi günkü başyazısında Emek Platformu’nun kuruluşu, sermaye ile emek arasında “cepheleşme”nin somutlaşması olarak değerlendiriliyor; şu tespitler yapılıyordu:
“Sermayenin saldırılarının üstündeki örtülerin kalkması ve hükümetin çok net bir tavırla, işçilerin, emekçilerin en temel haklarına yönelik saldırılarda perva tanımayan bir tutuma girmesi, emekçi örgütlerini de birleşmeye zorladı.
Emekten yana olanlarla sermayeden, IMF’den yana olanlar hızla ayrışıyor. Yöneticilerinin politik görüşleri birbirinden çok farklı olsa da, emekçi örgütleri hızla bir araya geliyor. Sermayenin çeşitli türden örgütleri zaten aynı cephede birleşmiş oldukları için, “sermaye cephesi” karşısında bir “emek cephesi” de oluşuyor.
IMF, büyük patronlar ve hükümetleri merkezli saldırının sadece belirli bir kesim işçiyi, emekçiyi kapsamaktan çıkıp genelleşmesi, saldırının 55 milyon emekçiyi ilgilendiren sosyal güvenlik gibi bir alana taşınması “tahkim” ve özelleştirmenin yeniden gündeme gelmesiyle emekçiler arasında had safhaya çıkan hoşnutsuzluk; DİSK’ten TMMOB’ye, Türk-İş’ten TTB’ye, Hak-İş’ten, KESK’ten Emekliler Derneği’ne, Türk Diş Hekimleri, Türk Eczacılar, Türk Veterinerler Birliğinden TÜRMOB’a geniş bir işçi, emekçi örgütleri kategorisini bir araya getirdi.
… Türkiye tarihinde ilk kez bu kadar geniş bir işçi, emekçi örgütü bir araya gelmekte; başka bir söyleşiyle emekçilerle sermaye arasındaki karşıtlık ilk kez böyle açık bir biçimde kristalleşmektedir.
Gelişmelerin seyri; bu türden emekçi örgütlerinin başındaki yöneticilerin, siyasal görüşlerinden “bağımsız” olarak “emeğin çıkarları doğrultusu”nda davranmaya zorlandığı, aksi halde temsil ettikleri yığınların duygu ve düşünceleri ile ters düşeceklerinin çıplak gözle görüldüğü bir sürece girilmiştir. Bu yüzden de gelişmeler, pek çok örgütü, yöneticilerinin siyasal görüşleri, bu tür cephede birleşmeleriyle çelişir görünmesine karşın, emeğin çıkarları doğrultusunda davranmak zorunluluğunu dayatmış bulunmaktadır. Örneğin, fikirleri hükümetteki partilere yakın yöneticilerin çoğunlukta olduğu kimi sendika ve kitle örgütlerinin böyle bir cephede yer almasının nedeni de budur.”
Elbette Emek Platformu, bir anda ve kimi sendika ve kitle örgütü yöneticilerinin aklına geldiği için kurulmadı. Tam tersine, son birkaç yıldır, hükümetlerin ve patronların işçilerin, emekçilerin kazanılmış haklarına saldırının son haddine gelindiği bir aşamada, yılların birikimleri üstünde ortaya çıktı Emek Platformu.
18 Nisan seçimleriyle işbaşına gelen 57. hükümet, özelleştirmeden sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesine, ücretlerin düşürülmesinden kazanılmış hakların gasp edilmesine kadar pek çok konuda bir saldırı başlatacağını açıkça ilan etti. Saldırılar sadece laf düzeyinde de kalmadı; Meclis komisyonları da hızla çalışmaya koyuldu. “Uluslararası tahkim”in yasalaştırılması için Anayasa deşikliği, emekli yaşının yükseltilmesi ve sosyal güvenlik sisteminin tasfiye edilerek yerine özel sigortacılığın geçirilmesi için hızla harekete geçildi. Kamuoyunun yanıltılması için hükümet, bir “pembe tablolar” kampanyası başlattı. Sosyal güvenliğin nasıl güzelleştirileceği, tahkimle birlikte Türkiye’nin nasıl “kaynak” sıkıntısından kurtulacağı, enerji, Telekom, petro-kimya, TÜPRAŞ gibi büyük işletmelerin özelleştirilmesiyle ekonominin nasıl yoluna gireceği yolunda senaryolar yazılıp devasa medya aygıtı aracılığı ile ülkenin en ücra köşelerine kadar yayılan bir kampanya başlatıldı. Ve bir yandan emekçilere; asgari ücretliye, kıt kanaat geçinen işçiye, memura “fedakârlık” çağrısı yapılırken, kamu emekçilerine 200 trilyon verilirse “enflasyon azar” diyenler, bir gecede bankalara, borsaya, büyük patronlara, rantiyecilere katrilyonlar aktarmada perva tanımadı. Öyle ki; çıkarılan kararnameler karşısında, ne verilse az bulmayı alışkanlık edinmiş büyük patron örgütleri, hükümet için, “daha ne isteyelim” içerikli “teşekkür ilanları” yayınladılar.
Bununla da yetinmeyen hükümet, işçilerin, sendikaların yıllardır “mezarda emeklilik” olarak tanımladıkları “sosyal güvenliğin tasfiyesi yasasını” ESK’ten çıkartmaya yöneldi. Böylece, DİSK ve Türk-İş’in de imzasını daha baştan alarak, işçi sınıfı içinde ve emekçi saflarda tam bir kargaşaya yol açarak, yoluna devam etmek istiyordu. Ancak tabandan gelen işçi baskısı karşısında sendika yönetimleri “mezarda emekliliğe”, “evet” diyemedi. Hükümet ve patronlar da baskılarını artırınca ESK’in çöküşü kaçınılmaz oldu. Ve hükümetin, uzun zaman süren büyük gayretlerle oluşturduğu ESK parçalandı.
Aslında, Emek Platformu’nun ortaya çıkması, bir bakıma, 28 Şubat kararlarıyla başlayan, emek güçlerini sermayenin arkasına takmayı amaçlayan politikanın somut ifadesi olan “5’li Sivil inisiyatif” ve ESK gibi sermaye yanlısı örgütlerin çöküşü anlamına da geliyordu. Bu, aynı zamanda bir dönemin sonuydu. Ancak, 17 Ağustos depremi ve depremin emekçi sorunlarını emekçilerin gözünde geriye ittiği koşullarda sermaye, hükümeti ve Meclis’i emekçi düşmanı yasaları ve Anayasa değişikliğini (tahkimle ilgili) Meclis’ten geçirerek kendisi için önemli bir başarı sağladı. Ancak; hükümetin ve arkasındaki yerli ve yabancı büyük sermayenin başarısı, onların “zafer”i anlamına gelmiyordu. Çünkü ne emekçiler tam olarak yenilgiye uğrayıp dağılmışlar, bütün mücadele imkânlarını yitirdikleri bir pozisyona itilmişler, ne de sermaye kendisi açısından amaçladığı bütün mevzilere ulaşmıştı.

EMEK PLATFORMU’NUN ÇELİŞİK YAPISI, ZAAFLARI VE ÖNEMİ
İşte yukarıda çerçevesini çizmeye çalıştığımız koşullarda işçiler ve kamu emekçileri, hak mücadelesine yöneldiler. Özellikle Temmuz başından itibaren bu mücadeleler, sadece büyük merkezlerde değil, az çok işçi merkezi sayılacak taşra il ve ilçelere de yayıldı. Sendikal platformlardan, sendikal birliklerden eylem kararları almaları, sendikaların ve konfederasyonların üst yönetimlerine çağrılar yaparak hak mücadelesinde tüm emekçilerin birleşmesi için gayret göstermeleri istendi. Yer yer çeşitli sendikal merkezlerden işçiler ve kamu emekçileri, merkezlerin inisiyatifini beklemeden doğrudan eylem birliğine de gittiler. Yani daha yukarıda Emek Platformu’nu oluşturan üst yöneticiler henüz bir araya gelmeden tabanda yerel düzeyde, iş ve hizmet birimlerinde birlikler, ortak mücadele kararlan ortaya çıkmıştı.
İşte Emek Platformu adını alan ve sendika ve kitle örgütü yöneticilerinden oluşan bileşim; bir yandan arkasına IMF’nin, Dünya Bankası’nın ve büyük patronların desteğini alan hükümetin, öte yandan da tabandan gelen işçi emekçi baskısının altında toplandı ve bu iki baskı altında davrandılar. Bileşimi ve sendikal bürokrasinin karakteri nedeniyle de Emek Platformu’nun yöneticileri; baskı ne taraftan fazla gelmişse o tarafa doğru eğilerek, sınıflar mücadelesinin 3–4 yüzyıllık deneyimlerinden çıkan dersleri adeta yeniden doğrulayan bir laboratuar fenomeni gibi davrandılar.
Nitekim bu baskı kendisini sendikal bürokrasi, özellikle de Türk-İş’in şahsında en açık biçimde gösterdi, işçilerin baskısı karşısında sabah “mücadele”, “genel eylem”, “büyük gösterilerle yeri göğü sarsmak”tan söz eden Türk-İş yönetimi; akşam hükümetle görüşüp, “Hükümete teşekkür ederiz. Bizim istediklerimizin yüzde 90’ı hükümetin programı içinde var. Ecevit zaten eskiden beri işçi sorunlarına duyarlıdır” gibi ipe sapa gelmez, kendi içinde çelişen açıklamalarda bulundu. Sabah alınan kararları akşam iptal etti; aşağıdan ve yukarıdan baskı arttıkça da çelişkili kararların ve açıklamaların arasındaki süre birkaç saate kadar düştü.
Örneğin Türk-İş Başkanlar Kurulu’nun bildirisi; hükümete, işçi sorunlarına karşı gösterdiği duyarlılık için teşekkürle başlıyor, sonraki maddelerde, “gerekirse, şu şu eylemlerin yapılacağı” sıralanıyor, en sonunda da “genel eylem”den söz ediliyordu. Ya da Türk-İş’in Genel Başkanı Bayram Meral, Emek Platformu’nun toplantısına girerken, “Artık anlaşma aşamasına geldik. Yüzde 90 hükümetle aynı şeyi düşünüyoruz” derken, toplantı sonrasında “eylem kararı” alındığını, birkaç saat sonra da sözlerinin yanlış anlaşıldığını açıklayabiliyordu.
Aslında diğer sendika merkezlerinin de çok farklı olduğu söylenemez. Çünkü Emek Platformu olarak tarif edilen kurumu oluşturanların önemli bir bölümü, iki ayağı ile sermayenin saflarında bulunan sendikal bürokrasinin ve çeşitli sağcı, milliyetçi partilerin üyesi, yöneticisi durumundaki kişilerdi. Hükümetle, düzen partilerinin en başındakilerle yakın ilişki içindeki bürokrasi, ister istemez hükümetin baskısı altına giriyordu. Nitekim Bayram Meral’in Ecevit’e, “Biz de bu konularda sizin gibi düşünüyoruz. Ama işçilerden gelen baskıyı göğüslemekte çok zorlanırız” dediği; Ecevit’in de “O baskıyı da biz göğüsleriz” diye aralarında anlaştıklarını bizzat Ecevit açıklamıştı. Bu durum, Meral’in Ecevit’le vardığı anlaşma, Türk-İş’in Başkanlar Kurulu’nda da tartışılmış, Meral’in tutumu tepkiyle karşılanmıştı. Pratikte de Bayram Meral’in hükümetle işbirliği “eylemleri iptale” kadar gitmiş; hatta Meral, Emek Platformu’nun dağıtıldığını duyurmuştur. Ancak, İstanbul merkezli 9 sendika ve İstanbul Sendika Şubeleri Platformu’ndan başlayan ve Türk-İş Genel Merkezi’ni baskılayan, gerekirse Türk-İş’e rağmen Emek Platformu’nun kararlarının platformdaki diğer örgütlerle birlikte hayata geçirileceği ilan edilip bu doğrultuda bütün emek güçlerine yapılan çağrıdan sonradır ki Türk-İş Genel Merkezi, yeniden platform toplantılarına “dönmüş”, alınan kararların arkasında durmak zorunda kalmıştır.
Sendikal yönetimlerin kendi aralarında da rekabetten birbirini çekememeye kadar varan sorunlar olduğu da Emek Platformu’nun diğer bir gerçeğidir. Türk-İş’in üst yöneticilerine göre, kendilerinden başka kitlesi olan bir kuruluş yoktur; bu yüzden de DİSK, Hak-İş gibi konfederasyonları sırtlarında taşımanın, “onların kaprislerine göre eylem yapmanın” anlamı yoktur. DİSK, KESK için ise; “Türk-İş, Kamu-Sen, Memur-Sen, eylem yapmaya niyetli olmayan sendikalardır; birlikte bir şey yapılamaz”dır.
Nitekim 24 Temmuz’a kadar yerel platformlar tarafından yapılan eylemlerde bu bölünme; Türk-İş ile DİSK, KESK bölünmesi sürmüş, birisinin yaptığı eylem çağrılarına diğerleri uymadığı gibi, “başarısız olması dilekleri”ni de eksik etmemişlerdir.
Sürece bir bütün olarak bakıldığında; Emek Platformu’nu oluşturan örgütlerin yöneticilerinin çoğunluğu, aslında emekçilerin sokağa çıkmasından yana değildi. Hatta hükümet ve düzen partileriyle el altından anlaşmış bulunuyorlardı. Ama “sosyal güvenlik”in tasfiyesi gibi çok önemli bir sorunda saldırılıyor olması, sendikal bürokrasiyi ister istemez sorunu tartışmaya ve eylem kararları almaya zorlamıştır. Bu aşamadan itibaren de tabandaki işçi baskısı, sendika şubelerinin baskıları, platform içindeki kimi güçlerden gelen baskılar, birer birer sınıftan yana sendika yöneticilerinin baskılan; Emek Platformu’nu hem bir arada tutan hem de kimi eylemleri yapmak zorunda bırakan baskılardı.

EMEK PLATFORMU ŞİMDİ DAHA BÜYÜK BİR ZORUNLULUK
Emek Platformu’nun, son eylemi olan 13 Ağustos 1999 iş bırakmasından sonra; hükümetin, sermayenin saldırılan daha da yoğunlaştı:
Bu saldırıların başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz:
— Deprem felaketinin yol açtığı büyük altüst oluştan da yararlanan hükümet, “Mezarda emeklilik”i yasalaştırdı. Tahkim, hem de geriye dönük ve yerli tekellerin de yararlanacağı bir biçimde çıkarıldı.
— Bütçe; borç-faiz bütçesi olarak bağlandığı gibi, hükümet memur maaşlarındaki artışı yıllık yüzde 25’le sınırlarken, tüm diğer sektörlerdeki sözleşmelerin de yüzde 25’i aşmaması konusunda prensip belirledi.
— Bu yıl yapılacak olan özel sektör TİS görüşmelerinde büyük patronlar, sözleşme zamlarının yüzde 25’le sınırlanmasında ısrarlı olacağını açıkladığı gibi, sosyal haklar, esnek çalışma gibi konularda da ısrarlı olacaklarını şimdiden ilan etmişlerdir. Dahası, daha önceki yıllarda yapılmış sözleşmelere uymamak için büyük patronlar birbirlerini kışkırttığı gibi, bu konuda kamuoyu da oluşturulmaktadır.
— Özelleştirmede atılacak adımlar hızlandırıldı. Telekom’un özelleştirilmesi için yasa değişiklikleri yapılırken, enerji santralleri ve dağıtım ağları ile TÜPRAŞ ve petro-kimya tesislerinin satışı için tarihler konuldu.
— Sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesinin ikinci adımı olan emeklilik sigortası ile sağlık sigortasının ayrılarak sistemin özel sektörü kâr alanı haline getirmesi için yapılan çalışmalar son aşamaya getirildi.
— İş Yasası’nın esnekleştirilmesi ve esnek çalışmanın yaygınlaştırılması için hazırlıklar yoğunlaştırıldı. Bu bağlamda İş ve İşçi Bulma Kurumu’nun dağıtılması, yerine İŞKUR’un geçirilmesi için hazırlıklarda son aşamaya gelindi.
— İş güvencesi ve işsizlik sigortası getirileceği gerekçesiyle, kıdem tazminatlarının ortadan kaldırılması için hazırlıklar da tamamlandı. Sadece uygun ortam bekleniyor.
— İş, sendika ve grev yasasının demokratikleştirilmesi için uzun yıllardan beri öne sürülen işçi istemleri konusunda hükümette hiçbir hazırlık yoktur.
— Kamu emekçilerinin yıllardır uğruna mücadele ettikleri “grevli toplusözleşmeli sendika”nın yerine bir “dernek düzeyine indirgenmiş sendika” için hükümet, “devlet güdümlü” sendikalarla da anlaşmalı olarak çalışmaları başlatmış, yeni tasarıyı Meclis Genel Kurulu’na göndermiştir.
— Tarımın çökertilmesi için de bütün hazırlıklar son aşamaya geldi. Önümüzdeki yıldan itibaren “destekleme alımlarına son verileceği” açıklandı.
Ve bütün bu konularda; IMF ve Dünya Bankası’na hükümet tarafından söz Verildiği, bu yüzden de bunlardan vazgeçilemeyeceği de artık hükümet yetkilileri tarafından açıkça söylenmektedir.
İşçi sınıfı başta olmak üzere tüm emekçiler için gündem böylesine sıkışmışken, Emek Platformu, gündemsiz toplantı çağrıları ve durmadan ertelenen kararlar alarak oyalanıyor. Daha da önemlisi, işçi sınıfını, emekçileri oyalıyor.
Ancak, bütün zaaflarına ve bütün oyalama ve geri çekme eğilimlerine karşın Emek Platformu, bugün de en az dünkü kadar önemli bir ihtiyaç. Çünkü şu anda, bütün emekçiler birleştirilecekse, ister istemez onların meşru ve herkes tarafından kabul edilen örgütlerinin bu mücadelenin içinde olması bir zorunluluktur. Bu yüzden de; son aylarda illerden, çeşitli sanayi bölgelerinden, Emek Platformu’nun toplanarak mücadele kararı alması doğrultusunda yapılan çağrılar doğrudur ve emekçilerin acil ihtiyacını yansıtmaktadır.
Yine, çeşitli sanayi bölgelerinde, merkezi emek platformuyla yetinmeyip “yerel emek platformlarının oluşturulması” doğrultusundaki istekleri de aynı derece doğru ve önemlidir. Yine bölgelerde, yerel emek platformlarının oluşması için gösterilen çabalar yerinde, ama henüz yetersizdir. Üstelik “Emek Platformu”nu mümkün olan en geniş emekçi kesimleri birleştirmek amacıyla oluşturmak, örneğin TESK ve TZOB gibi kuruluşları da içine alarak genişleyen bir platform olarak ele almak, böyle bir perspektifle hareket etmek doğru, günün ihtiyaçlarına uygun bir yaklaşımdır.
Ama şu da bir gerçek ki, bu örgütlerin içinde bulundukları durum, politik pozisyonları göz önüne alındığında, bugün Emek Platformu’nda olabilecek bazı örgütlerin ancak mücadelenin ilerleyen aşamalarında ve tabanlarından gelecek baskılar doğrultusunda bu birlikte yer alacakları da, bilinmesi gereken diğer bir gerçektir.
Bir başka hatırlatılması gereken şey de şudur: Merkezi Emek Platformu’na paralel olarak yerel düzeyde oluşturulacak ve kitle örgütleri ve sendikaların yerel yöneticilerinden oluşacak yerel emek platformlarının da yeterli olması beklenemez. Özellikle ’99 Temmuzu’nda yaşananlar göstermiştir ki, sınıfın ileri kesimleri mücadelenin başına geçmeden ve sınıfın ana kitlesini hareketlendirecek biçimde işyeri örgütleri, işyerlerinde Emek Platformu’nun uzantısı olarak mücadele komiteleri oluşturulmadan merkezi Emek Platformu’nun aldığı kararları yaşama geçirmek zor olacak, hatta imkân dâhilinde olmayacaktır. Dahası bu işyeri örgütleri, merkezi ve yerel emek platformlarının kararsızlıkları karşısında da hareketin dayanağı olacağı gibi, “yukarının” doğru rotadan sapmaması için de tek garantidir.
Başka bir söyleyişle işyerlerinde, üretim ve hizmet birimlerinde oluşacak mücadele merkezleri; hem sendika yönetimlerinin yan çizmesine karşı hem de merkezi Emek Platformu’nun tahrip edilmesi için yönelecek içerden ve dışardan baskılara, provokasyonlara karşı da güvencedir. Temmuz-Ağustos ’99’daki eylemler sırasında işyeri örgütlerinin büyük ihtiyacı kendisini duyurmuş, sendikal bürokrasi, hükümet ve sermayeden gelen baskılara teslim olduğunda ve şubeler önemli ölçüde mecalsiz kaldığında, hareket işyerlerinden yeni bir dalga olarak ortaya çıkma ve dağılan güçleri yeniden toparlama yeteneğini gösterememiştir. Bunun asıl nedeni de üretim ve hizmet birimlerinde, yığınlarla doğrudan bağ içinde “mücadele komiteleri”nin olmayışıdır.
Ama bütün bunlardan öte; önümüzdeki süreç eğer Temmuz ’99 gibi yüz binlerce işçinin bir protestosu ve kararsızlık içinde yapılmış kimi kitlesel protesto eylemleriyle sınırlı bir dönem olarak algılanırsa; elbette mücadele daha baştan kaybedilmiştir. (Zaten Temmuz-Ağustos ’99’un da ana zaaflarından birisi bu eylem anlayışının egemen olmasıydı.) Çünkü hükümet, büyük patronlar ve uluslararası sermaye merkezleri; “İşçiler, emekçiler protesto eder, sonra da döner işlerini yaparlar. Biz de onlar evlerine, işlerine döndükten sonra bildiğimizi okuruz” diye düşünmektedirler. Bugüne kadar sendikal bürokrasinin etkisiyle şekillenen işçi ve emekçilerin eylem çizgisi, sermaye güçlerinin, ne yazık ki, böyle bir yorum yapmasına olanak verecek doğrultudadır.
Oysa yukarıda sıralanan sorunlar, sermaye güçlerinin yeniden yapılanma operasyonunda bulundukları aşama; bir “protestoyu” değil bir “hesaplaşmayı gerektiren” aşamadır. Bu yüzden de yukarıdan çağrısı yapılacak bir iki gösteri ve birkaç günlük iş bırakmalarla sorunların çözülmesini beklemek, hükümetin geri adım atmasını ummak bir ham hayaldir. Tam tersine, sorunların boyutu, sermaye ve emek güçlerinin “tam bir hesaplaşmasını” gerektirecek mahiyettedir. Çünkü hükümet ve sermaye, yüzdelik “ücret zammı” gibi “salt ekonomik” konuları bile bir ilke sorunu haline getirmişken, işçilerin, emekçilerin özelleştirmeden sosyal güvenliğe kadar bir dizi temel sorunda elbette büyük mücadelelere hazır olması gerekecektir. Bu ise; işyerlerinde, temsilciler etrafında ve sınıfın ana gövdesini de kapsayacak biçimde yeniden örgütlenmesini zorunlu kılacaktır. Üstelik bu çalışmanın sendikalı-sendikasız farkı gözetmeksizin mümkün olan bütün işyerlerine, üretim ve hizmet birimlerine yayılması gerekecektir. Yani bugün sıkça sözü edildiği gibi, “Şu sendikalar, bu konfederasyonlar varsa biz yokuz” gibi solcu gevezelik lüksü yoktur kimsenin. Eğriyi doğruyu da laf değil mücadele ayıracaktır. Ortaya konan talepler etrafında herkesi birleştirmek, hiçbir gücü heder etmemek, mücadelenin dışında kalanların emek düşmanı olduğunun ilan edileceği bir mücadele hattında birleşmek, günün en acil görevi olarak karşıda durmaktadır. Şu veya bu kriterlerle emek güçleri arasında yeni bölünmeler yaratmanın asla kabul edilemez olduğu bir süreçtir, içinden geçilen süreç.
Hükümet ve sermayenin işçi sınıfı ve emekçileri tümden teslim alma taktiğini uygulamaya soktuğu süreç, bir hesaplaşmayı gerektirecek kadar ciddidir. Ama bu hesaplaşma kıdem tazminatlarında mı, özelleştirmede mi, yoksa toplusözleşme nedeniyle mi ya da başka bir nedenle mi başlayacaktır, elbette şimdiden bilmek zor. Ama şu bir gerçek ki, bugün sınıf partisi, sınıfın ileri unsurları ve sendikalar; işçi sınıfını, kamu emekçilerini, tüm emekçileri böyle bir hesaplaşmaya hazırlamak, bunun için gerekli aydınlatma faaliyetini gerçekleştirmek, işyerleri ve yerel düzeyde mücadele örgütlerinin, yerel emek platformlarının oluşturulmasına yardımcı olmak, bunları bizzat kurmak, en geniş işçi ve emekçi kesimlerin mücadeleye çekilmesi için hiçbir gayretten geri durmamak durumundadırlar.
Bugünün en güncel ve en acil görevi budur.

Mart 2000

IMF karşıtı bir program ihtiyacı

2000 yılı biterken, “IMF programı” ilk yılını da bir krizle noktaladı. Ama elbette bu kriz, “Bu program işe yaramaz” diye IMF programının bir kenara atılmasına neden olmadı. Tam tersine, bu programın daha kararlılıkla uygulanması için alınan önlemler artırıldı; yeni zam ve vergiler devreye sokuldu; ücret ve maaş artışlarına yeni sınırlar getirilirken, başta yabancı sermaye olmak üzere, rantçılar, faizciler, borsacıların desteklenmesine devam edileceğini gösteren ekonomik politikalar devreye sokuldu.
Öte yandan 2000 yılı, emekçi sınıfların son yıllardaki en büyük eylemine sahne olarak bitti. 1 Aralık; Ekim ve Kasım ayları boyunca süren çeşitli eylemlerin bir devamı olarak, emekçi sınıfların son yıllardaki en kitlesel ve en mücadeleci tutumunun simgesi olarak şekillendi. Ve 2000, emekçiler açısından, hak ve özgürlük mücadelesinin 200l’de de süreceğini, üstelik son 10 yıl ve 1 Aralık’tan çıkarılacak derslerle süreceğini gösteren işaretlerle dolu olarak tamamlandı.
Aslında bütün bir yılı; banka iflasları, hortumculuk, hayali ihracatçılık, mafyalaşma, F tipi cezaevleri, af, Türkiye-AB ilişkileri, FP’nin kapatılıp kapatılmaması, 28 Şubat’ın gidişatı, Genelkurmay’ın ve MİT’in karşı karşıya gelir gibi olması, Türkiye’ye Ortadoğu’da emperyalizmin biçtiği rol, Kürt sorunundaki gelişmeler, polis yürüyüşü, kriz, IMF’ye verilen “ek niyet mektubu”, TİS’ler, 2001 Bütçesi gibi her biri ayrı gibi görünen bütün bu gelişmeler ve 2001’e devreden sayısız sorunların tümü; yukarıda iki paragrafta işaret edilen sınıfların çıkarlarının karşıtlığı, ya da sınıfların karşı karşıya gelişi ile açıklanabilir. Dahası; bütün bu gelişmeler, egemen sınıflarla emekçilerin karşı karşıya gelişiyle bağlantılı olarak açıklanamadığında her biri bir polisiye vaka ya da kendi başına, bu yüzden de herkesin keyfine göre yorumlayacağı ekonomik, sosyal ve siyasal “anlaşılamaz” olgular olarak kalırlar.
Ancak Türkiye gibi son derece karmaşık ve hızlı gelişmelerin olduğu bir ülkede, başlıca olayların birbiriyle bağlantısının tablosunu vermenin bu yazı sınırları içinde güçlüğü ortadadır. Ve zaten gerekli de değildir. Bu yüzden burada: yazının ilk iki paragrafında işaret edilen karşıt sınıfların karşı karşıya gelişlerinin anlamı ve böyle karşı karşıya gelişler ile: ülkenin gidişatı arasındaki ilişkiyi ele alıp, bu mücadelede sınıf partisine, emekçi sınıfların ileri kesimlerine, örgütlerine (sendikalar, kitle örgütleri), emekten yana olduğunu söyleyen partilere nasıl bir rol düştüğü üstünde duracağız.

SERMAYE GÜÇLERİ IMF PROGRAMI ETRAFINDA BİRLEŞTİ
“Son 20 yıldır, sermayenin siyasi alanda yapmak istediği nedir?” diye sorarsak: bu soruya verilebilecek en kesin yanıt: “Sermayenin, kendi partilerini ’24 Ocak Programı’ olarak belirlenen ilkeler etrafında birleştirmesidir” diyebiliriz.
Kuşkusuz ki: 24 Ocak’tan bu yana köprülerin altından çok sular aktı: cuntalar işbaşına geldi, partiler kapandı, partiler kuruldu: ANAP hükümeti ve arkasından gelen hükümetler, ANAP’ın kaldığı yerden devam ettiler. Kimi geri adımlar atmak zorunda kaldı, kimisi “istikrar paketi” adı altında ekonomik programlar uyguladı, sağcı, solcu, dinci partilerin önderliğinde koalisyonlar kuruldu. “Kahrolsun 24 Ocak kararları”, “Kahrolsun özelleştirme” diyerek hükümete ortak olan partiler, tamamen tersi politikaların uygulayıcısı oldu. Kürt sorunu önce bir “savaşa” dönüşüp sonra “barış ve demokratik cumhuriyetçi” bir sürece yöneld. Susurluk’’ta çete düzeni deşifre oldu, “şeriata karşı” denilen 28 Şubat müdahalesi oldu; krizler, krizlerin yükünü emekçilerin sırtına yıkma operasyonları yapıldı; emekçilerin yüz binler halinde başvurduğu eylemler, grevler, grevlerin ertelenmesi, emekçi mücadelesinin yıktığı hükümetler olduğu gibi, milyonlarca emekçinin isteklerinin ve eylemlerinin görmezden gelindiği dönemler yaşandı. Ama bütün bir yirmi yıl boyunca büyük patronların ve onların her türden organizasyonunun başlıca amacı; Türkiye ekonomisinin uluslararası sermaye düzenine uydurulması (24 Ocak kararlarının temel şiarı da buydu) olarak kaldı.
Bu 20 yıl içinde düzen partileri, muhafazakârı, milliyetçisi, sosyal demokratı; kendi farklılıklarını bir yana iterek yakınlaştılar ve özellikle de ekonomi politikaları bakımından aynılaştılar. Örneğin ’90’ların başında ANAP’tan başka özelleştirmeyi açıkça savunan parti yoktu. Diğer partiler, kamu mallarının yabancı sermayeye devri anlamına gelecek olan özelleştirmeyi “vatana ihanet” sayıyordu. Gümrük Birliği’ne ANAP ve DYP dışındaki bütün partiler karşıydı. Daha iki-üç yıl önce DSP ve MHP, “özelleştirmeye karşıyız” diye meydanlarda bas bas bağırıyordu. Yine MHP ve FP, AB’ye girilmesini, “küreselleşmeye destek” verilmesini, “Hıristiyanlığa” ve “Türk düşmanlığına” teslim olmak olarak propaganda ediyorlardı. Ama şimdi bütün düzen partileri, kimi burnu sürtülerek, kimisi “ikna edilerek”, 24 Ocak Kararları’nın “ruhu” doğrultusunda, “tek yumruk” denecek kadar “ileri” bir noktadan birleşmiş bulunmaktadırlar.
Başka bir söyleyişle; son 20 yıl, özellikle de son 10 yıl içinde, düzen partilerinin hemen tümü; sermaye tarafından sadece, “genel olarak” uluslararası sermaye ile bütünleşme hedefinde değil, ama bu birleşmenin “taktiği” olan özelleştirme, taşeronlaştırma, esnek çalışma, “tarımın çökertilmesi” demek olan “tarım reformu”, “sağlık ve eğitimin paralı hale getirilmesi, sosyal güvenlik sisteminin bireysel güvenliğe” indirgenmesi gibi ayrıntılarda da ortaklaştırıldı. En azından son birkaç yıldır, düzen partileri arasında özelleştirmeden sosyal güvenliğin tasfiyesine, eğitim, sağlık, iletişim ve öteki kamu hizmetlerinin paralı hale getirilmesinden (hizmetin bir meta haline getirilmesi) “tarım reformu”na kadar sadece genel değil ayrıntıda da bir fark kalmamış bulunmaktadır. Bu yüzden sermaye partileri gittikçe güç kaybedip oy oranları küçülmesine karşın, aralarında ayrıntıdaki farkların da önemli ölçüde kalktığı “partilerin koalisyonu” aracılığı ile “siyasetteki parçalanma” önemli oranda aşılmış görünmektedir. MHP ile DSP arasındaki yakınlaşma, FP’nin bile AB’ye tüm itirazlarını kaldırmış, diğer partilerle ayrılığını “türban sorunumla indirgemiş olması, Ecevit hükümetini nispeten uzun ömürlü yapmıştır. Bu yüzden de “Bu hükümetin alternatifi yok; onun için devam ediyor” yollu açıklamalar ikna edici değildir. Tersine; “bu hükümet uyum içinde” olduğu için işbaşındadır ve birkaç yıl önce “hükümet yıkan sorunlar” bugün “liderler zirvesinde” birkaç saatte çözülebilir duruma gelmiştir. Elbette bu sorunların basitleştiğinden ya da partilerin çözüm becerilerinin sonucu değildir, partilerin aynılaşmasıyla ilgilidir. Yani sermayenin önündeki sorunların; “liberal”, “sosyal demokrat”, “muhafazakâr”, “faşist” çözümleri önemini yitirirken; bu sorunların tümüne yakını, örneğin “IMF programı”nın gösterdiği doğrultuda çözülmek (yöntemin şu ya da bu olmasının hiç önemi yok) zorunluluğu dayatılırken, partilerin “özgünlüğü” de ortadan kaldırılmaktadır. (Daha doğrusu partilerin birbirinden farklılığı, etnik, dinsel, mezhepsel, kültürel, çevresel vb. zararsız konularda sürdürülerek, sistemin kendi içinde çok partililiği, ihtiyaca göre seçenek bulundurulması da korunmaktadır.)
Düzen partileri arasındaki aynılaşmanın geldiği aşama, onların emek düşmanlığı bakımından aralarındaki biçimsel farkların da ortadan kalkmış olması; emekçiler açısından “o parti olmadı bu partiyi seçelim” gibi “manevra” imkânlarını azaltırken, aynı zamanda emekçilerin birliği, her parti tabanındaki emekçilerin yakınlaşmasını da teşvik etmektedir. En son 1 Aralık eyleminde, sendikal alanda sağın ve solun en politikleşmiş kesimlerini temsil eden memur konfederasyonlarının (sol yoğunluklu KESK, MHP eğilimli Kamu-Sen, FP eğilimli Memur-Sen) bir araya gelmesi, daha da önemlisi her üç konfederasyon üyelerinin ortak eyleme geçmesi; emekçiler açısından birleşme imkânlarının genişlemesi ve bu alanda atılacak adımların şimdi başarılı olabileceğinin göstergesi olmuştur.
2000 yılı başında IMF ile imzalanan stand-by ise; büyük sermayenin ve arkasındaki uluslararası sermayenin bu 20 yıllık inatçı dayatmanın son halkası ve aynı anlama gelmek üzere zirvesi olarak biçimlenmiş bulunmaktadır. Ve uluslararası sermayenin kılavuzluğunda büyük patronlar ve onların hükümetleri (partileri ve her türden örgütleri); uyguladıkları politikaları, bütün eskiden kalan pürüzleri de temizleyip amaçlarını gerçekleştirdikleri bir süreç olarak, bir “operasyon”a dönüştürdüler. Yani, yasasızlığı, fiili durumlar yaratmayı, zoru ve şiddeti de işe katmayı göze alarak, ‘IMF programı” etrafında birleştiler ve şimdi de bu programı hayata geçirmek üzere tüm güçlerini seferber etmiş durumdalar. Böylece de; son 20 yıldır şikâyet ettikleri, “siyasi parçalanmışlığı”, “siyasi istikrarsızlığı” aşmayı da amaçlıyorlar. Ve “siyasi istikrarsızlık” dedikleri şeyin kendi taraflarında olan yanını, düzen partileri arasındaki siyasi farklılıklardan ve bu partilerin halk indinde itibar kaybından gelen yanını “IMF programı” etrafında oluşturdukları uzlaşmayla aşmayı amaçlıyorlar.
Eğer teferruatı bir yana bırakarak 20 yıllık çabaların bir sonucu da olan son 1–2 yıl içindeki gelişmeleri özetlersek, “olup bitenin özü” şudur:
Hükümet, sermaye partileri, irili ufaklı patron örgütleri (TOBB, TÜSİAD, GÜSİAD, sanayi odaları, vb.), yine büyük patronların, kültürel, sosyal içerikli organizasyonları (localar, vakıf türü örgütler, kulüpler, dernekler vb.) amaçlarını, IMF ile yapılan ve “Niyet Mektubu” denilen “program” üstünden gerçekleştirmekte anlaşmışlardır. Ve bir yılı aşkın bir zamandan beri; Türkiye’nin yeraltı ve yerüstü servetlerinin uluslararası sermaye ve yerli ortakları tarafından yağmalanması; işçi ve emekçilerin haklarının gaspı; özelleştirme, eğitim, sağlık ve öteki kamu hizmetlerinin ticari konusu haline getirilmesi, Türkiye tarım ve sanayisinin çökertilmedi amaçlı her tür girişim bu “IMF programı” aracılığı ile bu program etrafında birleşmiş güçlerin hareketiyle gerçekleştirilmektedir.
Elbette ki; bugün “IMF programı” olarak “sivriltilen” saldırı hedefleri, 24 Ocak 1980’den beri, 20 yıldır süren, Türkiye’yi uluslararası sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden biçimlendirme girişiminin bir devamıdır. Ama burada IMF’nin devreye girmesiyle “yeni” olan; sermaye cephesi içindeki “program çatışması”na son verilerek IMF baskısı ve himayesi altında sermaye güçlerinin birleştirilmesi; amaçlarını gerçekleştirmede de “kendiliğindencilikten” kurtarılıp “üç yıllık bir operasyona bağlanmış” olmasıdır. Şimdi bu “operasyon”un birinci yılı bir “kriz”le sonuçlanmıştır.
Ama programın arkasındaki güçler; “bu program başarısız oldu, başka bir yol arayalım” demek yerine; programı daha büyük bir katılıkla uygulayacaklarını ilan ederek, yeni bir niyet mektubuyla; servetlerin dışarıya aktarılmasını, zenginlerin daha zenginleşmesini hızlandırmayı amaçlamışlardır. Bu amaçla da; Türkiye’nin tarımını, sanayisini daha çabuk çökertecek, hizmet kurumlarının yabancıların eline geçmesini hızlandıracak kararlar almışlardır. Böylece bir kez daha, bu programın amacının, Türkiye’yi kalkındırmak, halkın refahı, ekonominin sorunlarını çözmek olmadığı anlaşılmıştır.
Tam tersine IMF programının amacının; ülke kaynakları hızla talan edilirken, emekçilerin daha da yoksullaştırılması, halka hizmet veren kurum ve kuruluşların (KİT’ler, tarım birlikleri, sosyal güvenlik kurumları, devlet okulları, üniversiteler, sağlık sistemi, hatta belediye hizmetleri) çökertilmesini çabuklaştırmak olduğu açıkça ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bu yüzden de son “kriz”, bu “çabuklaştırma” için yeni bir “fırsat” yarattığından onlar için “kötü değil” (kriz çıktı diye ah vah edilmesi, gerçek anlamıyla timsah gözyaşlarıdır), bir “başarının ifadesi”dir de. Ve bu tür krizleri emekçiler, kendi taleplerini gerçekleştirmenin bir vesilesi olarak değerlendiremedikleri ölçüde, krizler belki sermaye cephesinde de tahribat yapar, aralarındaki çatlakları büyütür: hükümetler içinde kargaşaya yol açar, ama eninde sonunda, fatura emekçilere çıkarılır; büyük sermaye ise küçük ve orta boy kimi işletmeleri de “yutmuş” olarak politikalarını gerçekleştirmeye daha büyük bir güç ve cesaretle devam eder. Öncesini bir yana bıraksak bile ’94’ten beri irili ufaklı bütün krizlerde bu olmuş; sermaye güçlerinin kendi eseri olan krizler; “Ülke batıyor, herkes fedakârlık yapsın” yaygarası arkasında emekçilere fatura edilmiştir.

EMEK GÜÇLERİ DE ‘KENDİ PROGRAMLARI’ ETRAFINDA BİRLEŞMELİDİR
Eğer teferruatı bir yana bırakırsak, “emek cephesindeki sorunun özü”nün; bu sermaye programına, sermayenin saldırılarına karşı işçi sınıfının, emekçilerin, halkın bütün kesimlerinin üstünde birleştiği bir programa sahip olmamasıdır, diyebiliriz.
Bu, hedefi olan ve sermayenin tek merkezden saldırısı karşısında emek güçlerini o hedefe yöneltmekte birleştiren bir programın yokluğu kendisini pratikte, eylemlerin etkisizliği, mücadele eden güçlerin dağınıklığı olarak ortaya koymaktadır. Çünkü birleşmiş sermaye güçleri karşısında o güçleri etkileyecek kadar kararlı ve kitleselliği olmayan eylemler, birer protesto eylemine, emekçilerin öfke boşalttığı çıkışlara dönüşmektedir. Dahası, hareket onca kitlesel eylemlere karşın kitlesellik bakımından emekçilerin nispete) küçük bir bölümünü (kitlesellikte lokallik) ve taleplerde de sürekli bir ya da birkaç talebe indirgenmiş (talepte lokallik) kendisini ortaya koymaktadır.
Oysa özellikle son 10 yıl içinde sermaye güçleri giderek “tek merkezli” bir saldırıya doğru ilerlemiş, IMF ile varılan son anlaşma ile de resmen uluslararası bir merkezden yönetilir hale gelmiştir,
Ve yine 10 yıl içinde lokal özellikler taşıyan emekçi eylemlerinin başarısı da giderek daha azalmış; eylemlerin genelleşme ve daha kararlı ve daha güçlü olma ihtiyacı kendisini daha çok hissettirir hale gelmiştir. Nitekim 1989 Bahar Eylemleri’nden başlayarak bugüne gelinen süreç içinde eylemlerin başarı oranının da giderek düştüğünü görüyoruz.
Elbette ki buradan kalkarak, her işyerinde, her işkolu ve ülke sathında “hak mücadelesi”, bazen salt işyerleri ve işkollarıyla, bazen daha genel ve daha kitlesel bir biçimde sürmemeli, illa ki grevler, “genel grevler”, direnişler “genel direnişler” olarak gerçekleşmelidir demek istemiyoruz. Tersine işçi emekçi hareketi, karakteri gereği hem taleplerde hem de mücadeleye katılan kesimler bakımından “lokal eylemlerle” sürecektir. Hatta bir genel grev ve direnişe yaklaşıldığı ölçüde lokal eylemlerin sayısı, yaygınlığı ve sıklığı da artacaktır. (Örneğin 1 Aralık öncesi, hemen her işkolunda, ülke sathında eylemlerin yoğunlaşmasında görüldüğü gibi) Burada söylenmek istenen, sermayenin saldırısının püskürtülmesi, ondan genel bir gerileme yaratabilmek, yeni mevziler kazanabilmek için eylemlerde “genelleşme”, talepler ve katılan kesimler bakımından “genellik” sağlama ihtiyacıdır. Emekçilerin birleşmiş güçleri, aynı hedeflere yönetilmek üzere harekete geçmedikleri, lokal eylemlerin böyle bir genel eylemle birleşmek üzere organize olmadıkları takdirde kendi başlarına en fazla geçici başarılar elde edebileceklerini elbette kabul etmek gerektiğidir. Çünkü; uluslararası (IMF ve Dünya Bankası’nın vesayetinde yürütülen ekonomi politikalar bu birleşmenin ifadesidir) ve ulusal planda birleşmiş sermaye güçlerine karşı emek güçlerinin lokal ve bu saldırıyı püskürtecek ölçüde birleşmemiş güçlerle uzunca bir zaman direnmesi ve başarılı olması beklenemez.
Bu yüzden de; işçi sınıfı ve tüm emekçi sınıfların kitlesel olarak örgütlendikleri örgütler (işçi ve memur sendikaları, konfederasyonları, sendikalar, esnaf ve zanaatkâr odaları, ziraat odaları, muhasebeci, mühendis ve mimar odaları, tabip, eczacı, veteriner odaları vb.), emekçi sınıfların çeşitli kesimlerinin özel talepleri için oluşmuş örgütlenmeleri (dernekler, kooperatifler, kültürel ve sosyal amaçlı kuruluşlar vb.), sınıf partisi ve emekten yana olduğunu söyleyen partiler; emekçileri temsil niteliği taşıyan her türden platform örgütlenmeleri; “IMF programı” karşıtı bir program etrafında birleşip, emekçilerin “iktidar seçeneğini” de yaratacak bir mücadeleye atıldıkları ölçüde, emek güçleri kendilerine düşen tarihsel rolü oynamaya yönelebileceklerdir.
Türkiye’nin bağımsızlığı, demokratikleşmesi, özgür ve bağımsız bir ülke olmasının yolu da emekçilerin bu mücadeleler içinde dostlarını düşmanlarını görmeleri; ülkenin kaderine el koymalarının nasıl bir acil sorun haline geldiğini, bu görevden kaçamayacaklarını görevini yerine getirme zorunluluğunu anladıkları ölçüde, Türkiye’ye giydirilmek istenen IMF markalı “deli gömleği” yırtılabilecek; İMF reçeteleri çerçevesinde yürütülen “operasyonlar” önlenerek, ülke kaynaklarının halkın hizmetine sunulmasının imkânları ortaya çıkacaktır.
Bugün emek hareketinin en temel ihtiyacı, kendi taleplerini elde etmek üzere birleşmektir. Buradaki dayanak ise, sınıf partisinin bu birleşmenin gerçekleşmesi için gerekli politikaları üretmesi, bu politikaların emekçi sınıflar içinde hızla yaygınlaştırılmasıdır. Elbette ki, bu politikaların yaygınlaştırılması, sınıf içinde ve ileri kesimler içindeki politik, dinsel, etnik her tür ayrımı aşan birleşme ihtiyacının hissettirilmesi için var olan sınıf ve diğer emekçi sınıf örgütlerinde; hareketin ihtiyaçlarının ne olduğu konusundaki fikir birliğinin sağlanmasının önemi ortadadır. Bu yüzden de, 1 Aralık’ın da ortaya koyduğu dersler ışığında birleşme ve ortak hareket etmenin gerektirdiği tutumların yaygınlaştırılması, emekçi sınıflar hareketinin ilerlemesinde vazgeçilmez görünmektedir.

EMEK PLATFORMUNA İHTİYAÇ DAHA DA ARTMIŞTIR
Kurulmasından bu yana bir buçuk yılı aşkın bir zaman geçen Emek Platformu, geçen süre içinde önemli bir rol oynamıştır.
Her şeyden önce, sermaye cephesinin her alanda birleşmiş güçlerine karşı, emeğin birleşmiş güçlerinin simgesi olarak, moral ve simgesel bir değere sahip olmuştur. Zaman zaman aldığı kararlarla emekçilerin olağanda yapamayacakları kadar geniş birlikler meydana getirerek harekete geçmelerine vesile olduğu gibi, illerde de emek platformları oluşturmanın yolunu açarak, emekçiler arasında birlik ve ortak mücadele fikrinin yayılmasına yardımcı olmuştur. Ve bugünkü bileşimiyle Emek Platformu, birleşik işçi ve emekçi mücadelesinin bir merkezi görünümündedir.
Ancak Emek Platformu içinde yer alan sendika ve kitle örgütü temsilcilerinin Emek Platformu’na düşen tarihsel rolün farkında olduğunu, farkında olanların da bu rolü oynama niyetinde olduğunu söylemek çok güçtür. Tersine, platformda yer alan pek çok örgütün temsilcileri, ya hasbelkader platforma katılmakta ya da platformu işlemez hale getirmeyi kendi görevi olarak görmektedir. Bu yüzden de Emek Platformu bir buçuk yıl içinde yaptığı işlerde hep, bir yandan sınıfı, emekçileri birleştirme işlevi görünürken öte yandan hareketi arkadan hançerleyen bir tutum hep var olmuştur.
Emek Platformu’nun damgasını taşıyan iki önemli olaya şöyle bir bakmak bile bu platformun öneminin ve zaafının anlaşılmasına yeter:
1) 24 Temmuz 1999’da yapılan ve “mezarda emeklilik” yasasının protesto edildiği büyük işçi eylemi, eğer Emek Platformu olmasa bu ölçüde kitlesel ve yaygın olamazdı. Ama aynı eylemin geçiştirilmesi, etkisizleştirilmesi de Emek Platformu’nun sorunu bir yasak savmaya çeviren uzlaşmacı tavrıyla mümkün olmuştur.
2) Emek Platformu olmasa 1 Aralık olmazdı. Ama özellikle Türk-İş tarafının arkadan hançerlenmesi olmasaydı, 1 Aralık’ın Türkiye’nin emek mücadelesinin en büyük eylemlerinden birisi olmanın ötesinde “mücadelede yeni bir sayfa açan bir dönemin başlangıcı olması” da mümkün olurdu. Ama Meral kliğinin, hükümetle dolaysız bir işbirliği içinde hareketi arkadan hançerleyen tutumu, işçi sendikalarının Türk-İş üst yönetimine bakan sınıf işbirlikçisi tavırları 1 Aralık’ı geriye çekmiş, belki derslerle dolu ama geriye çekilmiş bir eylem olarak gerçekleşmesine neden olmuştur.
Ve elbette Emek Platformu içinde sendikal konfederasyonların “rekabet” adına birbirine çelme takmaları, birbirini dışlamaya yönelmeleri, hatta Emek Platformu’nu yıkma amaçlı maraza çıkarmaları gibi ilkel ama son derece yıkıcı girişimler de vardır. Bu yüzdendir ki, Emek Platformu’nun daha tutarlı olması ötesinde iç çatışmalara sürüklenmesini önleyecek bir “sorumluluğun” canlı tutulması da son derece önemlidir. Çünkü şu anda harekete “genellik” kazandıracak ve emekçi sınıfların en örgütlü kesimlerini temsil eder durumda olan Emek Platformu’nun yerine konabilecek daha iyi bir örgüt yoktur; yakın gelecekte de böyle bir imkân görünmemektedir.
Bu yüzden de elbette Platform’un yaptığı işler eleştirilmeye muhtaçtır. Elbette ki “yan çizenleri”, “yıkıcılık” yapanları şiddetle eleştirmek ihtiyaçtır. Ama bunların Emek Platformumu yaşatmak, geliştirmek, zaaflarını aşmasına yardımcı olmak için yapılması gerekmektedir.

SINIF PARTİSİ VE IMF KARŞITI MÜCADELE
Öncesini bir yana bıraksak bile, son 10 yıla yayılan emekçi sınıflar mücadelesinin, herhangi bir ülkeyle kıyaslanamayacak ölçüde yoğun, kitlesel bir karakter gösterdiğini söyleyebiliriz. Kimi zaman, (bazen yılda birkaç kez) yüz binlerce işçi ya da kamu emekçisi Kızılay alanında boy gösterirken, kimi zaman yüzlerce hizmet ve üretim biriminde çalışan emekçilerin, işçilerin sokaklara döküldüğüne tanık olundu. Binlerce işçinin katıldığı grevler haftalarca sürdü. Bu eylemlerin nedenleri özelleştirmeden işten çıkarmalara, toplusözleşmelerin çıkmaza girmesinden “savaşa hayır” ya da grevli toplusözleşmeli sendika hakkı gibi çok değişik nedenlere dayansa da; sonuçta tüm sermayenin güç odaklarının emekçilere yönelttiği saldırıların bir parçasına karşı yapıldı.
Bu nedenledir ki; son 10 yıl içindeki Türkiye emekçi sınıf hareketinin asıl sorunu, çoğu zaman anıldığı gibi, “eylemsizlik”, “az eylem yapılıyor olması” değildir.
Ama başka bir açıdan bakıldığında hareketin zaafları daha açık görülür. Örneğin eyleme geçen emekçilerin yüz binlerle eyleme katılmasının hemen arkasından, hiçbir şey olmamış gibi ertesi gün işlerinin başına dönmesi, bu nedenle de yüz binlerin eyleminin bir protesto eylemi olarak kalmasına yol açtı. Dahası her eylem kendi başına ve her kesim talepleri ne kadar ortak olursa olsun, toplumsal kesimlerin birbiriyle çok az birleşerek ortak eylem yapabilmesi emekçi sınıf hareketinin zaaflarının en önemlilerinden birisi olarak gösterilebilir.
Sonuç olarak, yukarıda, “lokallikle” ilgili söylenenlerle birlikte düşünüldüğünde Türkiye’nin emekçi sınıflarının mücadelesinin en temel iki zaafından söz edebiliriz. 1. Eylemde ve taleplerde “lokal”lik (Emek Platformu bu zaafın giderilmesinde önemli rol oynayabilir), 2. İstikrarsızlık ve bir hedefe kararlı bir biçimde yönelmemiş olması.
Aslında bu iki zaaf iç içedir ve her biri diğerinin kaynağıdır. Ve kuşkusuz Emek Platformu doğru işlese bir ölçüde bu zaaflarını azaltabilir ama toplam olarak hareketin siyasallaşması olarak ifade edebileceğimiz bu iki zaaf; aslında sınıf partisinin hareket içindeki etkinliğinin zayıflığı ile bağlantılıdır. Dolayısıyla bu iki zaafın ortadan kalkmasının tek yolu da sınıf partisinin harekete müdahale etmesi, hareketin emekçi sınıfların birleşik eylemi haline dönüşmesinin sağlanması, hareketin sermayenin iktidarını tehdit eden bir çizgiye doğru geliştirilmesidir.
Demek ki, sınıf partisinin görevlerini belirlemesi de bu noktadan olmak durumundadır. Çünkü partinin sınıf içindeki etkinliğinin artmasının tek yolu, onun hareketinin birleşip ilerlemesi için gereken müdahaleyi “etkin” ve “ihtiyacın düzeyine uygun bir biçimde” yapmasıdır.
Eğer sınıf partisi: sınıfın sermayenin ulusal ve uluslararası çapta birleşmiş güçlerini geri püskürtmenin yolunu işçilerin, emekçilerin birleşik eylemi, bir genel grev ve genel direniş hattına yönelmek olarak belirlemişse; o zaman bütün parti örgütlerinin (merkez organlarından birimlerine, genel başkandan partinin yeni üyesine kadar her parti örgütü ve üyesinin görevi), bu amaçla uyumlu olması gerekir, Bu yüzden de sınıf partisi; kendi parti örgütlerinin görevini, genel grev genel-direniş hattına yönelinmesi için işçi ve emekçi sınıfların iller, ilçeler, hatta semt ve mahalleler düzeyinde hareketi birleştirecek emekçi organizasyonlarının gerçekleştirilmesidir. Bu emekçi sınıfların hareketinin nasıl birleştirileceği ve hangi olanaklardan yararlanılacağı elbette ki pratiğin konusudur ve bölgeden bölgeye değişiklikler gösterir. Ama şu söylenebilir ki; her şeyden önce var olan platformların geliştirilmesi, emekçi sınıfların her kesimi arasında, hareketin sorunları ve mücadelenin ilerletilmesi için tartışmalar açılması, en geniş emekçi çevrelerini birleştirmek, sendikalar ve kitle örgütlerinin imkânlarından ustaca yararlanmak Önemlidir. Elbette sadece örgütlü kesimler içinde değil, organize sanayi bölgeleri, sanayi siteleri, semtler, emekliler, ev kadınları, emekçi ve öğrenci gençlik yığınları içinde her olanağın değerlendirilerek bu fikrin yaygınlaştırılıp, uygun örgütlerin geliştirilmesi partinin her örgütünün, her üyesinin başlıca görevi olarak belirlenebilir. Bu amaçla günlük gazete başta olmak üzere parti yayınlarının kullanılması, bildiri, afiş gibi araçların özgün koşullarda da değerlendirilmesi kendi başına önem taşır.
Yine kendisini emekten yana ilan eden partilerin ve değişik siyasi çevrelerin birleştirilmesi, onların emekçiler içindeki etkilerinin de sınıf hareketinin bir olanağı haline getirilmesi, sınıf partisinin dönemsel taktiğinin bir parçası olarak alınıp, “ittifakların” bu ihtiyaca göre biçimlendirilmesi önemlidir. Ve elbette siyasal platformdaki tüm düzen partileriyle IMF programı ve ona karşı olan emekçilerin programı arasındaki bir polemiği yürütmek, düzen partilerinin pozisyonu ile emeğin çıkarlarının karşıtlığı yine bu dönem taktiğinin bir parçası olarak değerlendirilmelidir.

IMF PROGRAMI KARŞITI BİR PROGRAM
Yukarıda da çeşitli vesilelerle değinildiği gibi sermaye güçleri; IMF programının arkasında birleşmişler, emekçilere yönelik saldırıyı da bu programın bir parçası olarak “güncelleştirip” hayata geçirmektedirler.
Emek güçleri ise bu programın tam karşıtı bir başka program etrafında birleşmek zorundadırlar. Ve sınıf hareketini izleyen herkes için bu programın en azından ana hatları yıllardır alanlarda haykırılan, uğruna sayısız eylemler yapılan işçi-emekçi talepleridir. Ve bunları da şöyle sıralayabiliriz:
1. Gümrük Birliği, MAI, MIGA ve Türkiye’yi açık pazar haline getiren öteki anlaşmalardan çıkılması, diğer ülkelerle ticarette tam eşitlik, IMF ile olan anlaşmaların iptal edilmesi.
2. Özelleştirmeye son verilerek, özelleştirilen kurumların yeniden kamuya devredilmesi: sanayi ve hizmet KİT’lerinin modernize edilerek verimliliklerinin ve üretimdeki etkinliklerinin artırılması, bu kuruluşların düzen partilerinin ve hükümetlerin arpalığı olmaktan çıkarılarak “işçi denetimi”ne açılması, tarım KİT’lerinin (Devlet Üretme Çiftlikleri-TİGEM), araştırma ve geliştirme kurumlan olarak, tarımın modernleştirilmesinin dayanakları olarak yeniden örgütlenmesi, “Tarım Birliklerinin (TARİŞ; PANKOBİRLİK, FİSKOBİRLİK vb.) gerçek üreticilerin denetimine verilerek, bağlı sanayi kuruluşlarının modernize edilerek üretime katkılarının artırılması, kooperatifçiliğin desteklenmesi, bir tarım reformuyla; topraksız köylünün topraklandırılması, yoksul köylülerin ve tarım işçilerinin yaşam düzeyinin yükseltilmesi ve sosyal güvenceye kavuşturulması için gereken önlemlerin alınması.
3. Enerji, iletişim, THY, DDY, Denizyolları, demir-çelik, petro-kimya, makine sanayi gibi ülkenin bağımsızlığı ile de doğru dan ilgili olan temel ve stratejik sanayi ve hizmetlerin bir ulusal kalkınma programının parçası olarak ele alınması, demir ve denizyolu taşımacılığını merkeze alan bir ulaşım politikası, çevrenin korunmasını da içeren ulusal bir tarım programı ile birleştirilmesi emek mücadelesinin ülkenin kaderine el koyması bakımından da hayati öneme sahiptir.
4. Verimliliğin artırılması, yeni teknolojilerin sanayide kullanılması, yeni iş organizasyonları vb. gibi, teknoloji ve sanayideki her gelişmeden yararlanılması ama bunu emeğin aleyhine değil lehine; işçinin emekçinin çalışma ve yaşama koşullarının iyileştirilmesi, çalışma saatlerinin azaltılması (haftada 5 gün çalışma ve 35 saatlik iş haftası), emekçilerin refah düzeyinin artırılması için kullanılması, emek mücadelesinin birliği ve uluslararası sermaye ve yerli ortakları ile arasında kesin bir sınır çizmesi ile de ilgilidir.
5. GAP’ta emperyalist tekellerin ve ülkelerin parsa kapması, üslenmesi önlenerek, GAP’ın imkânlarından bölge halkının yararlandırılması ilkesi benimsenmelidir. Topraksız köylülerin topraklandırılması, bölgenin sanayileşmesi için GAP’ın imkânlarının geliştirilmesi, ülke kalkınmasında GAP merkezli bölge kalkınmasının özel bir dikkat alanı olması, emek mücadelesinin birleştirilmesinde (doğuda ve batıda) son derece önemlidir.
Bu amaçla;
– Sendikal örgütlenmenin önündeki tüm engellerin kaldırılması ve kamu emekçileri ve tüm emekçilerin grev ve TİS hakkıyla donatılmış sendikalaşmasının yolunun açılması, barajın kaldırılması, sendika seçmede tam özgürlük (referandum), sendika seçmede belirleyici yöntem olarak benimsenmelidir. Kamu emekçilerine grevli, toplusözleşmeli sendika hakkının tanınması;
– Sigortasız çalışmanın önlenmesi için etkin bir sigorta denetimi kurulması, sanayide taşeron sistemine son verilerek emekçilerin, işçilerin haklarını istismar eden her girişimin yasaklanması;
– Sosyal güvenlik sisteminin gerçek bir reformdan geçirilerek tüm halka, insanca bir sağlık ve emeklilik hizmeti sunar hale getirilmesi;
– Tüm emekçilere parasız eğitim ve sağlık hizmeti hakkı;
– Çok kazanandan çok, az kazanandan az vergi. Dolaylı vergilerin kaldırılması;
– Asgari ücretin “açlık sınırı”nın üstüne çıkarılması ve vergi dışında tutulması;
– “Açlık sınırı”nın altında gelire (Aralık 2000’de bu sınır, 4 kişilik bir aile için, net 206 milyon TL) sahip ailelere sosyal yardım yapılarak gelirlerinin açlık sınırının üstüne çıkmasının sağlanması.

KALKINMIŞ BİR TÜRKİYE İÇİN HER TÜR KAYNAK VARDIR
Türkiye’yi yönetenler, bugüne kadar emekçilerin her talebi için “kaynak yok” bahanesini öne sürmüşlerdir. Ama Emek Platformu’nun dikkat çektiği gibi, örneğin sadece 2001 bütçesinde iç borç ödemelerine ayrılmış olan 16 katrilyon, (yaklaşık 21 milyar dolar) yatırımlar, KİT’lerin modernizasyonu ve emekçilerin durumlarının düzeltilmesi gibi tüm talepleri karşılamak için yeterlidir. Dahası genel olarak da; iç ve dış borçların ertelenmesi, bankalar, rantçılar, hortumcuların yağmasının önlenmesi gibi önlemler (bu alana aktarılan miktar 21 milyar doları bütçeye konan ve faizcilere aktarılan olmak üzere 40 milyar dolan aşkındır), Türkiye’nin devasa kaynaklarını serbest hale getirecektir.
“Ve sadece bütçe tartışmalarıyla bile görülmektedir ki; Türkiye’nin emekçilerinin refah içinde yaşaması için, bağımsız ve demokratik bir Türkiye’nin temellerinin atılması için Türkiye’nin sanayi, tarım imkânları, teknik birikim, yetişmiş insan gücü vb. bakımından her imkânı vardır. Yeter ki, bu imkânlar emperyalistlerin ve yerli uşaklarının yağmasından kurtarılıp ülkenin ilerlemesi, bölge barışı ve halkın refahı için harcansın.
“Bunu yapabilme imkânı ise, emekçilerin ülke kaderine el koyması, sermaye iktidarı karşısında kendi talepleri için birleşmesinden geçmektedir. Sermaye partilerinin, hükümetlerin emekçilerin kimi taleplerini yerine getirmesinin koşulu da buradan geçmektedir.

Ocak 2001

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑