SSK’lar ve sosyal güvenlik

Eğer bugün gündemin ilk sıralarına oturan SSK’lara el koyma teşebbüsünün öyle hükümetin söylediği gibi, “sağlık sistemini tek çatı altında toplamak” biçiminde, Türkiye’ye özgü bir şey olarak gören varsa, büyük bir yanılgı içersindedir. Yine, eğer sendika merkezleri, sorunu, yalnızca SSK hastanelerinin el değiştirmesi olarak değerlendirme eğilimindeyseler, onlar da, bir o kadar yanılgı, ama aynı zamanda gaflet ve delalet içersindedir demektir. Sendikaların genel merkezleri ve onların uzman, eğitmen kadrosundakiler, eğer dünya meseleleriyle azıcık ilintiliyseler, pekala bilmiş olmaları lazımdır ki, SSK’lara el koyma işlemi, Türkiye’ye has bir hükümet tasarrufu değil, 1980’lerde, IMF ve Dünya Bankası tarafından, borç-alacak ilişkisi içersine girdiği borçlu ülkelere dayatılan programın bir parçasıdır. Ve sonradan bu, genel olarak küreselleşmenin faziletleri olarak, tüm dünyada uygulamaya sokulan veya sokulmak istenen temel programın parçası haline gelmiştir: SOSYAL GÜVENLİĞİN TASFİYESİ.
Bu bakımdan, gerek SSK’lara el koyma, gerekse kıdem tazminatları ve emeklilik sistemi tartışmasının aynı zamanlarda ortalığa sürülmesi ne tesadüftür ne de birbirinden bağımsızdır. Tersine, her biri, sosyal güvenliğin tasfiyesinin araçları olarak gündeme gelmiştir.
1980’lerin başlarında IMF ve Dünya Bankası, borç-alacak ilişkisi içersine girdiği ülkelere, yeni krediler ve borç ertelemeleri koşulları olarak, temel birkaç noktayı dayatıyordu. Özelleştirmeler.. Ucuz emek gücü, yani ücretlerin en düşük seviyeye indirilmesi.. Sosyal alanların tasfiyesi.. Gümrük duvarlarının kaldırılması, ticaretin liberizasyonu, merkez bankasının özerkliği, yerli paranın dolarizasyonu..
Bu çerçevede büyük özelleştirme furyası başladı. En kârlı ve verimli işletmeler özelleştirilip yabancı ve yerli sermayenin önüne konurken, kâr etmeyen kurum ve işletmelerinse tasfiyesi gündeme geliyordu. Böylece ülkenin en temel üretim merkezleri, ekonominin dayanak ve direnç noktaları kırılıyor, ülke dayanaksız bırakılıyor, yabancı sermayenin can sıkıntıları ortadan kaldırılıyordu. Merkez Bankasının özerkliği, paranın dolarizasyonu ile ekonomi emperyalist tekel ve mali sermayenin eline geçiyor, spekülatif sermayeye hem vurgun alt yapısı hazırlanıyor, hem de ekonominin kontrolünü ellerine geçirme kolaylıkları sağlanıyordu. Ticaretin liberalizasyonu yerli üretimin çanına ot tıkıyor, rekabet şansını ortadan kaldırılıyor, yerli şirketlere ancak yabancı sermayenin uzantısı olma durumunda hayat hakkı tanıyordu.
Diğer şartlardan birisi de, sosyal güvenliğin tasfiyesini, devletin bu alanlardan tamamen çekilmesini içeriyordu. Dünya Bankası buna parlak bir isim de bulmuştu: “Yoksullukla mücadele”!
Evet, aynen böyleydi. Sosyal güvenliğin tasfiyesi, sağlıktan eğitime, emeklilik sisteminden kıdem tazminatlarına ve diğer alanlara kadar devletin sosyal alandan tamamen çekilmesi, desteklerin sona ermesi, “yoksulluğa karşı mücadele” programı adı altında yapılacaktı. Çünkü, yoksulluğun kaynağında devletin bu alanlara çok para harcaması, yatırım yapması yatıyordu! Bu harcamalar, kaynakların boşa harcanması sonucunu doğruyor, bütçe açıklarını büyüyor, ülke kalkınamıyor, kalkınamadığı için de yoksullaşıyordu!
Dünya emperyalist kapitalist sistemi, yoksulluğun nedeni  bulmuştu işte: İnsanların sağlığına, eğitime yapılan harcamalar, emeklilik sistemi, kıdem tazminatları! Yoksulluğa karşı sağlıklı mücadele verilmesi ve “yoksulluğun kabul dilebilir sınırlar dahiline çekilebilmesi” için, devletin bu alanlardan tamamen çekilmesi şarttı. Aksi takdirde, kaynaklar buralara gidecek, bütçe açıkları büyüyecek, kalkınma olamayacağı için yoksulluk da artacaktı! Oysa bütçeler gerçekçi ve rantabıl olmalı, kaynaklar israf edilememeliydi. İyi bütçe ise, borç ödeme esasına göre düzenlenmiş bütçelerdi! En önemlisi borç faizlerini ödemekti! Borç ödemelerini döndüren ülkeler gelişmekte olan ülkelerdi. Borçlar artabilirdi ve artmalıydı da. Eğer borç faizleri ödenebiliyorsa, borç artışı, kalkınmanın kanıtıydı!
Peki devletin sosyal alandan tamamen çekilmesiyle doğacak boşluk nasıl doldurulacaktı? Geri çekilen devletin yerine ne konulacaktı? “Acil Sosyal Yardım Fonu”!
Önerilen buydu. Hastanelerden, eğitime, emeklilik siteminden kıdem tazminatlarına kadar tüm sosyal alanlar “sosyal yardım fonu” şemsiye altına toplanacak, yönetim, hükümetle birlikte çalışacak “sivil toplum örgütleri”ne bırakılacaktı. “Sivil toplum örgütleri” de bu kurumları çekip çevirecekti. Herkes kendine yetecekti. Böylelikle, devlet, eğitime, sağlığa, emeklilik sistemi vb.’ne, yani sosyal yaşama kaynak ayırmayınca, yoksulluk azalacak, “kabul edilebilir yoksulluk”la da, yardım fonlarıyla, hayırsever duygularla mücadele edilecekti! Eğer buna rağmen yoksulluk sürüyorsa, bunun sorumlusu devlet, sistem değil, yardım fonlarının iyi çalışmaması, fonlarda yeterli kaynak toplanmaması olacaktı. Yoksulluk önlenecekse, halk daha fazla fedakarlık yapacaktı!
Fonlar kaynağı nereden sağlayacaktı? Gayet basit: Kaynak halktı. Hizmetler masrafı karşılığında verilecek, “yaratılan kaynaklar”la, sosyal alan çekip çevrilecekti. Çok mecbur kalınca, Dünya Bankası gibi kurumlar, “eğitim ve sağlığın gelişmesi”, insanların “eğitimsiz ve sağlıksız kalmaması (!)” için “ kredi vereceklerdi! Acil sosyal yardım fonları da, bu borçları, “çalışarak” ve çalıştırarak, hastaneleri, okulları verimli hale getirerek, kâra geçirerek ödeyeceklerdi. Eh, bir de halkın yardımseverlik, hayırseverlik duygularına baş vurulacaktı. Hayırseverlerin katkısıyla hizmetler sürdürülecekti!
Fonların temel ayakları, örneğin okullarda “Okul Aile Birlikleri” olacaktı. Okul aile birlikleri kayıt parası, bağış, katkı payları toplayacaktı. Ki bu uygulama, fiili olarak zaten yapılmaya başlanmıştı. Maliyetlerin düşürülmesinin başka yolları da vardı: Çalışanların sayısına azaltmak, esnek çalışmayı hakim kılmak. Geçici personel uygulamasını yaygınlaştırmak. Kadrolu öğretmeler yerine, saat başı öğretmen sistemini yaymak. Oluşacak rekabet ortamında, en az ücret talep edene işi vermek. Sınıfları kalabalıklaştırmak. Böylece öğrenci başına giderleri en alt seviyeye çekmek. Ya eğitim kalitesi? Kalite, şimdi olduğu gibi, özel dershane sistemini en geniş biçimde yaymak, özel okulları teşvik etmekle sağlanabilecek bir şeydi!.
Hastanelerde de durum buna benzerdir: Yapılan her işin, her hizmetin para olarak karşılığını almak. Hastaneleri bir sağlık kurumu olarak değil, işletme olarak düşünmek, kâr-zarar hesabına göre düzenlemek. Hastanelerin verimlilik ilkesini, sağlığa katkın nedir, kaç insana hizmet verdin, hizmet ‘kaliten nedir’den çıkartıp, ‘ne kazandın’a döndürmek. Verimliliği, sağlığa katkısından çok, yıl sonu bilançolarına bakarak tespit etmek! Öyleyse, övünç unsuru, övünmenin dayanağı, insan sağlığından çıkmış, kâr ederek “ayakları üstünde durma”yı başaran hastanelere indirgenmiştir. Ülkede sağlık sistemi felç olmuş, insanlar sağlık hizmetlerinden faydalanamıyor, hastalıklardan kırılıp geçiyorsa, bunun sorumlusu devlet değildir! Sosyal yardım fonlarının eksikliğidir! Kâr etmeyen hastanelerdir! İnsanların hayırseverlik duygularındaki gevşemedir, eğitim eksikliğidir, hastane ücretlerindeki düşüklüktür!

EMEKLİLİK SİSTEMİ; KIDEM TAZMİNATLARI
“Yapısal uyum programları” ya da “devletin yeniden yapılandırılması reform programları” adı altında ileri sürülen devletin sosyal alanlardan çekilmesini ön gören planlamada, sadece sağlık, eğitim, sosyal güvenlik kurumları değil, işçilerin ihbar ve kıdem tazminatları, işsizlik parası vb.’nin de sosyal yardım fonunun içersine katılması öngörülmüş, ve bu öngörü, uzunca bir süreden beri Türkiye’de adım adım yürürlüğe konmuştur.
Nitekim, dikkat edilirse, uzunca bir süreden beri, “emeklilik sistemi” ve “kıdem tazminatları” tartışmaları ülke gündeminin baş sıralarını işgal etmektedir. Emeklik, önce, “Bu ülkenin yarısı genç emekli” tartışmalarıyla gündeme geldi ve bu sistemin memleketi batırdığı ilan edildi. “Ülkenin bu kadar borç batağına girmesinde, bütçelerin bu derecede açık vermesinde en temel nedenler, kamu işletmeleri ve emeklilik sistemiydi! Kamu İktisadi Teşebbüsleri ülkenin sırtında kambur, memleket kaynaklarını yiyip bitiren bir canavar; emeklilik sistemi ise, ülkenin bugünü ve geleceğine konmuş dinamitti Her ikisinden de en kısa zamanda kurtulunmalıydı. Kaybedilecek bir dakika bile kalmamıştı, çünkü ülke uçurumun kıyısına gelmişti.”!
Bu yaygaralar ve kulakları sağır eden, tamamen yalana dayanan gözü dönmüş propaganda eşliğinde özelleştirmelere girişildi. Ne var ne yok haraç mezat satılmaya başlandı. Satılanlar, elbette en kârlı işletmelerdi ve bırakın işletme değerini, ekonomik karşılığını, arsa parasının bile altında peşkeş çekiliyordu. Bununla da kalınmıyor, zamana yayılan borçlandırmanın üzerine, bir de, bu işletmeleri alanlara teşvikler, işletme kredileri veriliyordu. Ve sonunda ortaya çıktı ki, bunca yıllık özelleştirilmelerden sonra, devletin kasasına para girmek bir yana, para çıkmıştı!
Emeklilik yaygaraları da buna benzer oldu. Emeklilik yaş sınırı neredeyse Türkiye’deki ortalama yaşam süresine çekildi. Ama bu işin sadece başlangıcıydı. Deyim yerindeyse, sosyal güvenlik sistemini yok etmenin ilk “açılış partisi”ydi. Özellikle sendika genel merkezlerinin ısrarla görmekten ve emekçilere anlatmaktan kasıtlı biçimde kaçındıkları, buydu. Burada bir kere geri adım atıldıktan sonra, sıra diğer geri adımlara gelecekti. Çünkü kapitalist sistem, dünya çapındaki hedeflerini belirlemişti. Bu yolda adım adım yürünecek, her yeni adımla, alıştırılarak ve kanıksatılarak sosyal haklar yok edilecekti. Nitekim o iş halledilince, sermaye cephesi, ortaya, emeklilik maaşları ve kıdem tazminatlarını sürdü. “Emeklilik maaşını devletin ödemesi de ne oluyordu? Devlet o kadar emekliye yıllar boyu onca parayı nasıl ve nereden ödeyecekti? Bu gidişle memlekette kaynak kalmaz, bütçeler açık vermeye devam eder, devlet iki yakasını bir araya getiremezdi. Üstelik kıdem tazminatı uygulaması da yanlıştı. Bu işin çözümü, bir fon oluşturmak, fonun yönetimini işçi, işveren ve ‘diğer sivil toplum örgütleri’nin yönetimine bırakmaktı. Ücretlerden kesilenler fonda toplanır, fon da emekli maaşlarını öderdi. Fonun bütçesi yetmezse eğer, bu kez ücretlerden daha fazla kesinti yapılırdı. Madem emekçiler emekli maaşı almak istiyordu o zaman, emekli maaşlarını çalışırken ödeyeceklerdi.”!
İşte şimdilerde yine gündeme getirilen emeklilik sistemi ve kıdem tazminatı tartışmalarının “adresi” burasıdır. İşçilerin, emekçilerin kazanılmış sosyal hakları, yardım fonlarına havale edilmek istenmektedir. Yani, sosyal haklar ve sosyal güvenlik sistemi yerine “hayır kurumları” geçirilmek, emeklilik, emekçilerin emeklerinin karşılığı bir hak olmaktan çıkarılıp, iane-yardım durumuna indirgenmek istenmektedir! Eğer “yardım” fonları sıkışır, nakit darlığı için girerse, uluslararası yardım fonları devreye girer ya da “insanların aç kalmasına gönlü elvermeyen Dünya Bankası” kredi verir, böylece yoksulluğa karşı elbirliğiyle mücadele verilirdi!
Böylece, işçi ve emekçilerin yarattıkları değerler üzerinden inşa edilmiş ülkede, işçiler, emekçiler, halk yardım fonlarının vicdanına atılıyordu. Yani, onlar, kazanılmış haklarını bir kenara bırakıp, fonların yardımına sığınacaktı! Üstelik tüm bu sosyal hakların yok edilmesi, “yoksulluğa karşı mücadele” temelinde, onun adına yürütülüyordu. Çünkü yoksulluğu kaynağı işçiler, emekçiler, okullar, hastanelerdi!
Kısadan ifade şuydu: Sosyal hak yoktu! Yardıma muhtaç insanlar vardı! Yoksullara yardım ve dayanışma ise, devletin değil, “sivil toplum”un göreviydi! Devlet yoksullara yardım etmek yerine, zenginlere kredi, teşvik vermeli; kaynakları, hastane, okul gibi kârsız ve verimsiz yatırımlar yerine, patronların fabrikalarına, batık ya da batık olmayan bankalarına yönlendirmeliydi! Patronlar fabrika açtıkça işsizlik ve yoksulluk önlenebilirdi! Bunun için yabancı sermayenin önü açılmalı, bedava arazi tahsis edilmeli, vergi indirimleri, muafiyetler getirilmeli, elektrik, su ucuza verilmeli, gümrükler sıfırlanmalı, koruyucu önlemler kaldırılmalı ve elbette ücretler düşük tutulmalıydı!

SSK’LARIN SAVUNULMASI
1946 yılında kurulan ve şu an 148 hastanesi, 212 dispanseri, 202 sağlık istasyonu, 3 ağız ve diş sağlığı merkezi, 6 dispanser/ağız ve diş sağlığı merkezi, 2 dispanser ve hemodiyaliz merkeziyle dev bir sağlık zincirine ulaşan SSK hastanelerine el koyma, işte, yukarıda anlatılan sürecin ve hedeflerin sonucu olarak gündeme geldi.
SSK’lara Sağlık Bakanlığı’nca el konulması suretiyle sağlık sisteminin tek bir çatı altında toplanarak hizmetlerin merkezileştirilmesi ve kalitenin artması sözleri, koca yalanlardan başka bir şeyi ifade etmiyor.
Birincisi, yasal olarak bile hükümetin SSK’lara el koyma yetkisi yok. Kağıt üzerinde de olsa, SSK’lar özerk kurumlardır ve eğer sendikalar sendika olmuş olsaydı, hem denetleyici hem yönlendirici pozisyonda SSK’lar çok daha işler noktada olurdu. Buna rağmen, SSK’da asıl söz sahibi olan, işçilerdir.
Sağlık hizmetlerinin tek bir çatı altında toplanması ve hizmet kalitesinin artmasına gelince… Devlet hastaneleri ve sağlık ocaklarının büyük bölümü zaten sağlık bakanlığının yetki ve sorumluluğu altındadır. Ayrıca, Sağlık Bakanlığı, ülkedeki tüm sağlık hizmetlerinden sorumludur. Peki, ülkenin sağlık sistemi ne haldedir? SSK’ları gasp edince sağlık hizmetlerinin düzeleceği palavrasını sallayan bakanlık, ülkedeki sağlık hizmetlerini neden düzeltmemiştir? Devlet hastanelerinde sağlık hizmeti daha mı iyidir? Kaldı ki, sağlığa bütçeden ayrılan pay yüzde 3,3 düzeyindedir ve bu kadar payla, bırakın yeni sağlık yatırımları yapmak, ancak genel giderler, personel harcamaları karşılanabilir. Zaten, sağlık hizmetleri de çoktan paralı hale gelmiştir. Bugün cebinde parası bulunmayan ve herhangi bir sosyal güvenlik sistemine dahil olmayan bir insanın sağlık hizmetlerinden faydalanması mümkün müdür? Diyelim o insan kanser oldu, milyar liralık tedavi ücretlerini, kutusu yüz milyonlarca liralık ilaçları nasıl karşılayacaktır? Nitekim karşılayamamaktadır ve göz göre ölmektedir.
Yalanın asıl çarpıcılığı şuradadır: Hükümet tarafından hazırlanıp Meclis’te kabul edilen, ancak Cumhurbaşkanı’nın vetosuyla karşılaşan Kamu Yönetimi Yasa Tasarısı’na göre, zaten Sağlık Bakanlığı sağlık hizmetlerinden çekilecektir. Askeriye ve üniversitelerin yetki ve sorumluluğu dışındaki diğer tüm hastane, dispanser, sağlık istasyonu, sağlık ocağı vb. kurum ve kuruluşlar, il özel idarelerine ve belediyelere devir edilecektir. Yani bir değil, bin bir başlılık söz konusu olacaktır. Bu yasa tasarısı, bir süre sonra, Meclis’e yeniden gelecektir.
Demek ki, “tek başlılık” gerekçesi palavradır. İşte, AB uyum yasaları, belediye yetkilerinin arttırılması, yerinden yönetim, inisiyatif verme vb. “demokratizm” şaklabanlıklarının altında yatan asıl nedenlerden birisi de budur: Devletin asli görevlerinden çekilmesi, sosyal alanların feshedilmesi, “yerel ve yerinden yönetim” demagojisiyle hizmetlerin özelleştirilmesi, fonlara devredilmesi.
Elbette bu süreç, tıpkı özelleştirmeler ve “mezarda emeklilik” yasasında olduğu gibi yalan propagandalar ve entrikaların ortalığı kapladığı bir süreçtir. Örneğin, ileri sürülen propagandalardan birisi şudur: “SSK bir sigorta kuruluşudur. Hangi sigorta kuruluşunun hastanesi vardır? Sigorta kuruluşu insanları sigorta kapsamına alır, hastalanan insan hastaneye gider, ücretini sigorta öder?”
İşte, aslında varılmak istenen hedefin peşin peşin ifadesi budur: SSK’yı bir sosyal güvenlik kurumu olmaktan çıkartıp, basitçe bir sigorta şirketine indirgemek. Hal böyle olunca, bu düşünce, bir kez egemen kılınıp kabullendirildikten sonra, bu kez, devletin sigortacılıkta ne işi var denecektir. “Sigorta, sigorta şirketlerinin işidir” savları ileri sürülecektir. Özel sigorta, özel emeklilik, özel okul, özel hastane, “yardım fonları” derken, sosyal güvenlik sistemi kökünden feshedilecektir.

YOKSULLUĞA KARŞI MÜCADELE
1980’lerde başlayan süreçte özelleştirmeler, “yapısal uyum programları”, “yeniden yapılanma”, “kamu reformları” vb. adlar altında yürütülen tasfiyelerle buraya kadar gelindi. Şimdi Kamu Yönetimi Yasası’yla, devletin tüm sosyal alanlardan çekilmesi, yerini, “yardım fonları”na ve “sivil inisiyatifler”e bırakması öngörülüyor. Sosyal hakların budanarak köküne “kibrit suyu” ekmenin alt yapısı hazırlanıyor. Eğer SSK’lara el konulabilirse, hiç kimsenin şüphesi olmasın ki, sıra diğer sosyal haklara gelecek, emeklilik sisteminden kıdem tazminatlarına kadar, her şey, aynı yöntemle “fonlar”a devredilecek ve herkes başının çaresine baksın denecek.
Bu bakımdan, SSK’ların savunulması, günümüz açısından, aynı zamanda, tüm sağlık hakkının, eğitim hakkının, hastanelerin, sosyal güvenliğin savunulması demektir. İşçilerin sosyal haklarından vazgeçirilip yardım fonlarının eline bırakılmasına karşı savaşım demektir.
Saldırının hedefi çok kapsamlıdır. En başta sendikalar olmak üzere, emekçilere, halkın çıkarlarını kendine çıkar kabul etmiş herkese büyük görevler düşmektedir. Eğer hükümetin bu hevesi gerçekleşirse, bu işin vebali, başta sendikacıların omuzlarında olacaktır. Ve tarih, onları, işçi ve emekçilerin sosyal haklarını satıp yardım kurumlarına muhtaç eden ihanetçiler olarak yargılayacaktır.
Bu anlamda, SSK’ların şahsında sosyal güvenliği, emeklilik hakkını, kıdem tazminatlarını, ülkenin –kuşkusuz emekçilerin– hastanelerini, okulları savunmak, halkı yardım fonlarının elinde oyuncak etmemek için görev başına koşulmalıdır.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑