Yoksulluk ve işsizliğe karşı mücadele

Yoksulluk ve yoksulluğa karşı mücadele son çeyrek yüzyılda uluslararası bir önem kazandı. Çünkü; neoliberal politikalar (bunlara sonradan küreselleşme politikaları dendi) yoksulluğu; şu ülkenin, bu ülkenin sorunu ya da şu zamana ait, ama bu zamanda ortadan kalkabilecek bir sorun olmaktan çıkarıp; kronikleşen ve giderek büyüyen bir sorun haline getirdi. Daha doğrusu, bu politikalar; tekeller arası rekabetin zincirlerinden boşanmış olması; dünyanın bütün nimetlerinin geri ülkelerden gelişmiş ülkelere, emekçi sınıflardan sömürücü sınıflara doğru transfer edilmesi; sayısız geri ülkeyi gelişmiş ülkelere göre her yıl daha da yoksul hale getirirken, birer birer ülkelerde de zenginlerin zenginliği her yıl artmakta ve emekçilerin yoksullaşması ise her yıl daha da derinleşmektedir. Bu yüzden, bütün ülkeler için (ülkeden ülkeye yoksullaşma hızı değişse de) yoksulluk, büyüyen bir sorun haline gelmiş bulunmaktadır. Ve aslına bakılırsa, küreselleşmeciler, yoksulluğu yenmek için ne kadar çok çaba harcadıklarını söylerse söylesinler; onların “dünya ekonomik sisteminin yeniden yapılanması” dedikleri her “önlem”, her “reform”, yoksulluğu büyütmektedir. Çünkü sistem, yoksulluğun her gün daha da derinleşmesi, büyük sermaye mihraklarının ise daha da büyümesi üstüne kurulmuştur. Bu yüzden de yoksulluk; barınaksızlık, işsizlik, açlık, eğitim, sağlık ve güvenli bir gelecekten yoksun bir yaşam, “büyüyen ekonomiler”e (makro ekonomik verilerin büyümesine) karşın, hem dünya ölçüsünde hem de istisnasız birer birer bütün ülkelerde yaygınlaşmaktadır.

Bugün uluslararası sermaye odakları, “yoksullukla mücadele stratejileri” geliştirdiklerini iddia ederek; kendilerinin ürünü olan yoksulluğa karşı mücadeleyi de ancak kendilerinin yürütebileceği fikrini propaganda ediyor. Yine, bunu, emperyalizmin dünya egemenliğinin dayanağı yapıyor. Örneğin, Büyük Ortadoğu Projesi’nin başlıca birkaç gerekçesinden birisinin de; “bölge ülkelerindeki yoksulluğu yenmek, yoksullarla zengin sınıflar arasındaki gelir farklarını azaltmak olduğu”nu göz önüne alırsak; uluslararası sermaye güçlerinin, özgürlük, demokrasi, insan haklarında yaptıkları gibi; yoksulluğu da halkları denetime almanın bir dayanağı yaptıklarını, yoksulluğu, onlara karşı bir silaha dönüştürdüklerini görürüz. Özellikle 11 Eylül’den sonra, yoksulluğun, “terörün ve şiddetin kaynağı” olduğu, dolayısıyla terörle mücadelenin, aynı zamanda, yoksullukla mücadele anlamına geldiğinin iddia edildiğini hatırlayalım.

YOKSULLUK, İŞSİZLİK VE KAYNAKLARI!
Sorunun böyle çarpıtılabilmesi için; elbette ki, önce yoksulluğun ne olduğunun bulanıklaştırılması gerekiyor. Yoksulluğu “Belirli bir gelişmişlik seviyesinde yaratılan değerlerden ve toplumun temel hizmetlerinden yararlanamayanlar yoksuldur” biçiminde tanımlayabiliriz. Örneğin, bir ülkede, ülkenin birikiminden; iş, ücret ve genel olarak gelirler, eğitim, sağlık, ulaşım, eğlence olarak nüfusun bir bölümü fazlasıyla yararlanırken; diğer bir kesimi bu olanaklardan ülkenin sunduğu imkânlar düzeyinde yararlanamıyorsa, bu ikinci kategoridekiler, birincisine göre yoksuldur.
Bunun kapitalist toplumdaki karşılığı, “iktisadi olarak eşitsizlik”; işsizlik, düşük ücretle çalışma, istikrarlı bir işe sahip olamama, sosyal güvenlik sisteminin dışına düşme, eğitim, sağlık, barınma, çocuklarını sağlıklı bir biçimde yetiştirecek maddi imkânlardan yoksunluktur.
Sermayenin çeşitli odakları ise, bu basit ve dünyanın yarısından çoğunun içinde olduğu gerçeği çarpıtmak için, onun tanımını bulanıklaştırıp anlaşılmaz hale getiriyorlar. Örneğin bu konuda görünüşte en tarafsız olabilecek bir kurum olarak BM, yoksulluğu; “insanın siyasal özgürlükler, toplumsal yaşama katılma olanakları, bireysel güvenlik ve çevresel dengeler açısından karşılaştığı yetersizliklerin toplamı” biçiminde tanımlıyor. Ve daha çok da “temel haklardan mahrum olma” durumu olarak ifade ederek; “yoksulluk” yerine “yoksunluk” kavramını öne sürüyor.
Yoksullukla en çok uğraşıyor intibaı veren Dünya Bankası ve IMF de, sorunu BM gibi ele almayı tercih ediyor. Ve yoksulluk bir alt kimlik; sürekli bir hal olarak ele alınıyor.
Yoksulluğun böylesi büyümesinin iki mekanizmasından söz edebiliriz.
Bunlardan birincisi; sistemin artık değer sömürüsünü büyük bir hızla artırmak için tüm olanaklarını seferber etmesidir. Bir yandan bilim ve teknolojideki gelişmelerin emeğin, işçinin aleyhine, sadece kârı artırmak için kullanılması, öte yandan esnek çalışma, özelleştirme, taşeronlaştırma, Toplam Kalite Yönetimi üstünden üretim organizasyonunun “yenilenmesi”ne bağlı olarak, sömürüyü yoğunlaştırma tekniklerinin hayata geçirilmesi, sömürünün hızla artmasının yolunu açmıştır. Üretilen toplam değerlerdeki artışın neredeyse tümüne patronlar el koyduğu için, işçilerin yaratılan değerden aldıkları pay (ücret) nispeten daha küçülürken, patronların kârları hızla büyümektedir. Küreselleşme politikalarının yaygınlaştırılmasıyla, buna, işçilerin kazanılmış haklarının kaldırılması da eklenmiş bulunmaktadır. Bunlar, bir yanıyla çalışma zamanı, çalışma koşullarına işçi lehine getirilen (yasal ve fiili kazanımlar) sınırlamaların kaldırılması iken, öte yanıyla da sosyal güvenlik, sağlık, eğitim, iletişim, ulaşım, belediye hizmetleri gibi temel hizmetlerin piyasalaştırılıp paralı hale getirilmesini kapsamakta, dolayısıyla işçilerin kazanımları da yağmalanmaktadır. Böylece işçilerin ve emekçilerin gelirleri azalırken, daha önce parasız olan pek çok hizmetin paralı hale gelmesiyle çalışma koşulları hızla kötüleşmekte, işçilerin ve diğer emekçi sınıfların gerçek gelirleri hızla azalmakta ama masrafları artmakta; bu da, işçilerin, öteki emekçi kesimlerin gelirlerini hızla “yoksulluk sınırı”nın, hatta “açlık sınırı”nın altına doğru itmektedir. Bugün sendikalı işçilerin ve kamuda çalışan memurların yüzde 80’inin gelirleri, yoksulluk sınırının (2004 yılında yoksulluk sınırı yaklaşık bir buçuk miyar TL, açlık sınırı ise 500 milyon TL dolayındadır) yarısının bile altındadır. Bu mekanizma bütün ülkelerde hızla hayata geçirilmekte ve dolayısıyla birer birer ülkelerde işçiler, emekçiler ile –el koyduğu işgücünün ürettiği artı-değeri paylaşarak, üretmeden yaşayan– zengin sınıflar arasındaki uçurumu büyütmektedir. Bunun tartıştığımız konu bakımından anlamı ise, yoksulluğun giderek büyüdüğüdür.
Yoksulluğun günümüzdeki ikinci kaynağı ise, uluslararası sermayenin dolaşımının ve ülkeleri yağmalamasının önündeki engellerin kalkmasına bağlı olarak, ülkelerin yeraltı ve yerüstü servetlerinin (doğrudan ve dolaylı yatırımlar, ticari imtiyazlar, borsa oyunları, spekülasyonlar vb. her yolla) yağmalanmasıdır. Bu durum; tekellerin ve gelişmiş ülkelerin servetleri artarken, geri ülkelerin ve halkların genel olarak daha da yoksullaşmasına yol açmaktadır. Dolayısıyla yoksulluğun ikinci ve en önemli kaynaklarından birisi de; küreselleşme politikaları yoluyla* dünyanın yağmalanmasının, ülkelerin servetlerinin bir avuç tekel ve arkalarındaki birkaç gelişmiş ülke tarafından talanının amaçlanmasıdır. Bugün de bu mekanizmanın amacına daha da uygun işlemesi için sermayenin güç odakları, ülkeleri işgal etmekten IMF ve Dünya Bankası’nı devreye sokmaya, terörizmi kullanmaktan dünyanın savaşa sürüklenmesine yol açacak girişimlere kadar her yolu kullanmaktan çekinmemektedir.
Yoksulluktan söz edildiğinde, hemen, onun ikiz kardeşi de gündeme gelir: İşsizlik!
“İşsizlik kapitalizmin yol arkadaşıdır” ve kapitalistler bir işsizler ordusuna sahip olmadan kendilerini güvende hissedemezler. Ama, olağan kapitalist ilişkiler içinde işsizlik; bunalım dönemlerinde artan, “refah” dönemlerinde de azalan bir eğri çizerken, son çeyrek yüzyılda bu ilişki bozulmuş; özellikle de son15 yılda, işsizlik, kapitalizmin –azalma eğilimi göstermeyen– kronik bir hastalığına dönüşmüş bulunmaktadır. Ekonomiler bunalıma girdiğinde işsizlik çığ gibi büyümektedir, ama, bunalım atlatılıp yeni bir gelişme dönemine girildiğinde de işsizlik büyümeye devam etmektedir.
Bu, hem dünyada böyledir hem de Türkiye’de. Nitekim en gelişmiş ülkelerde, son yıllarda ekonomideki “gelişmelere” karşın, işsizlik, sürekli bir şekilde artış eğilimini korumaktadır. Dolayısıyla işsizlik, kapitalizmin çıkar sağladığı ve kontrol altında tutup oynadığı bir “yol arkadaşı” olmaktan da öte, onun azaltılamaz kronik hastalığına da dönüşmüş bulunmaktadır. Nitekim geçtiğimiz günlerde TÜSİAD Başkanı; “Son 11 yılda ekonomideki büyümenin istihdama yansımadığını”, yani işsizlikte bir azalmaya yol açmadığını itiraf etmiştir.
Konumuz açısından “işsizliğin kronikleşmesi” iki bakımdan önemlidir. Birincisi; işsizlik, doğrudan bir yoksullaşmayı da birlikte getirir. Çünkü işsizlik demek, işçinin bir anda gelirlerinin sıfıra düşmesi ya da işsizlik sigortasından alacağı ve her halükârda ücretinden daha az bir miktardaki işsizlik yardımına muhtaç kalması demektir.
İkincisi kapitalistler, artan işsizliği ücretlerin artışı üstünde bir baskı şeklinde kullanarak, sınıfın daha da yoksullaşmasının bir dayanağı olarak işsizlikten yararlanırlar.
Kapitalistler, bir yandan işsizliğin yarattığı büyük baskıdan yararlanıp ücretleri daha da aşağı çeken uygulamalara girişir, kârlarına kâr katarken, aynı zamanda, sistemin ayağının altındaki toprağı kazdıklarını da görüp paniğe kapılmakta; işsizliğe ve yoksulluğa karşı mücadele programları yapmaktadırlar. Ancak; tekeller arasındaki dizginsiz rekabet, onları, bir yandan işsizliğin artmasından şikâyet ederken, öte yandan da işsizliği artıracak yeni önlemler almaya zorlamaktadır.
Öte yandan kapitalizmin propagandacıları; patronların kârlarını artırmak için daha çok işçi çıkarmaya yönelmesini; “kapitalizmin üretim yapmak için artık işçiye ihtiyacı kalmamıştır” iddiası üstünden bir ideoloji geliştirerek, propagandaya dönüştürmektedir. Ama bu tamamen yalandır. Gerçek ise; dün “bir” çalışan işçinin bugün “iki” çalışmaya zorlanması, işçilerin daha iyi çalışma ve yaşama mücadelesinin geri püskürtülmesi ve işçilerin daha vahşice çalıştırılmasıdır.
Demek ki, yoksulluk, ne bölüşüm aşamasında ortaya çıkar ne de bir kaderdir. Tersine; yoksulluk; doğrudan artık değerin yaratılması, patronun, üretim aşamasında yaratılan değerin her gün daha büyük bir oranına el koymasıyla ve uluslararası sermayenin ülkelerin yeraltı ve yerüstü servetlerini yağmalamasının hızlanmasıyla artan bir özellik göstermektedir. Yoksulluğun bir diğer önemli bileşeni olan işsizlik ise; tamamen işçi sınıfının kazanımlarının ortadan kaldırılması, sömürüyü yoğunlaştıran yöntemlerin devreye sokulmasıyla bağlantılı olarak artmakta; dönüp sömürünün artmasına neden olmakta ve yoksulluğun büyümesini çığrından çıkarmaktadır. Dolayısıyla, yoksulluk ve işsizliğin azaltılması, –dolaysızca artı-değerin artışı ve yüksek kârları ilgilendirmeleri ve bu nedenle kapitalistler için vazgeçilmezlikleri dolayısıyla– bunun için zorlanmadan, kendiliklerinden hükümetler ve patronların alacakları birtakım önlemlerle üstesinden gelinecek bir sorun değildir. Tersine; işçilerin, işsizlerin, tüm yoksulların sermayeye, onun düzenine karşı mücadelesiyle –kapitalistler tavizlere ve kârlarında bir düşüşü kabullenmeye zorlanarak– azaltılabilir bir şeydir.

Yoksulluğa karşı mücadelede; yoksulluğu ortadan kaldırmayı değil, yoksulları denetim altına almayı, ve yine, işi olmayan emekçileri, çalışan işçilerin mücadelesini bastırmak için kullanmayı amaçlayan sermaye güçleri; yoksulluğu önlemek için “yerelleşmeyi”, “iane”yi, emek-sermaye karşıtlığına dayanmayan “yoksulların kendi içinde dayanışması”nı, “geleneksel cemaat ilişkilerini”, sermayenin yatırımlarının teşvikini öne çıkarmaktadır. Bu önlemlere, “Yoksulbank”, “Gıda Bankası”, “mikrokredi”, “sosyal güvenlik reformu” gibi yoksulların; IMF’nin, Dünya Bankası’nın, hükümetlerin eline bakacakları uygulamalar da eklenmektedir.
Örneğin, Mikro Kredi Projesi’nin kaynakları şöyle tarif edilmektedir: “Kaynaklar çok taraflı ve iki taraflı olarak bağışta bulunan taraflardan, devlet kurumlarından, bağış yapan organizasyonlardan, halktan, bankalardan, finansal piyasalardan, ticari nitelikteki diğer kaynaklardan ve mikrokredi müşterilerinin tasarruflarından, faiz ödemelerinden ve sunulan hizmetlerin karşılığı olan ücretlerden ve toplumdaki diğer kişilerden karşılanacaktır.”
Dünya Bankası’nın bu tür projeler ile ne yapmaya çalıştığını 1990 yılından beri yayımladığı raporlardan görmek mümkün. Hızla artan yoksulluğu kullanan Dünya Bankası, kapitalizmi hem güvenceye alacak, hem de sermayenin ihtiyacını karşılayacak yeni bir emek ordusu yaratma peşinde. Örneğin; “yoksulluk” raporunda, emeğin verimli şekilde satın alınabileceği küresel bir proletaryanın yaratılmasından bahsediliyor. Kısacası Dünya Bankası’nın, sermayenin, yoksulun emek gücünden olabildiğince verimli yararlanabileceği koşulları yaratma hedefi güttüğü çok açık: Herkese iş, herkese sağlık önermiyor; herkese çalışacağı işin gereği kadar bilgiyi, emek gücünü asgari düzeyde koruyacağı kadar sağlığı yeterli görüyor.
Yani Dünya Bankası’nın stratejisi, yoksulları, istenilen koşullarda ve istenilen ücretle çalıştırılabilecek proleterler olarak “yeniden yapılandırıyor”. Böylece muazzam bir “esnek emek ordusu rezervi” sermayenin hizmetine sunuluyor.
Kısacası, yoksulluk, kapitalist toplumun bir olgusudur ve en zengin ülkelerde bile, nüfusun azımsanamayacak bir bölümünün sosyal güvenlikten yoksun olarak, işsizliğin pençesinde olduğu, bu yüzden de en temel ihtiyaçlarını karşılayamadığı bilinmektedir. Amerika’da bile bugün, hiçbir sosyal güvenceye sahip olmadan yaşayanların sayısının 40 milyonu aştığı belirtilmektedir.
Türkiye’de ise, nüfusun 50-60 milyonunun yoksulluk sınırının altında (ayda bir buçuk milyardan az gelire sahip) olduğu, 14 milyonun ise açlık sınırının (ayda 500 milyon TL’nin) altında bir yaşam sürdüğü resmi kurumların verileriyle sabittir.
Son günlerde sermaye örgütlerinin ve DİE’nin verileri üstünden yapılan gazete haberleri bile, yoksulluğun; dilencilikten fuhuşa, psikolojik bunalımlardan aile içi sorunlara, gençliğin yasadışı işlere (hırsızlık, serserilik, kumar, uyuşturucu, fuhuş vb..) sürüklenmesine kadar, pek çok konuda, toplumsal dokuyu tahrip eder boyuta geldiğini göstermektedir.
İşsizlik de, en az yoksulluk kadar korkutucu boyuttadır. Geçen yıl yüzde 10 dolayında olan tarım dışı sektörlerde resmi işsizlik (ekonomi yüzde 6’lar dolayında büyürken), yüzde 20 dolayında artarak, yüzde 12.4’ü bulmuştur. Tarım dahil edildiğinde, işsizlik oranı, yüzde 17’yi de aşmaktadır. Burada, belki kayıt dışı gelirlerden söz edilecektir, ama bu rakamları ne kadar küçültürseniz küçültün, Türkiye’de yoksulluk ve işsizliğin çok büyük boyutlarda olduğunu şöyle etrafına bakanlar bile görmektedir.
Hal böyle olunca, yoksulluğa ve onun en kışkırtıcı bileşeni olan işsizliğe karşı mücadele; sınıf mücadelesinin önemli, sadece zaman zaman gündeme alınacak değil, ama sürekli dikkat noktasında olacak bir alanı olarak ortaya çıkmaktadır.

İŞSİZLİĞE VE YOKSULLUĞA KARŞI MÜCADELENİN DAYANAKLARI

Yoksulluk ve işsizliğe karşı mücadele, kapitalist sistemde sınıf partilerinin, halk partilerinin mücadele programlarında her zaman önemli rol oynamıştır. Ama günümüzde; işsizliğe ve yoksulluğa karşı mücadele, sisteme karşı mücadelenin en önemli bileşenlerinden biri haline gelmiştir. Çünkü; egemenlerin uygulamaya soktuğu ekonomi politikalar (tekeller arasındaki rekabetin ulaştığı boyut demek daha doğru); yoksulluğu ve işsizliği, rastlantısal ve zaman zaman hafifleyen bir etmen olmaktan çıkarıp; büyüyen, yaygınlaşan bir etmene dönüştürmüştür.
Sınıfın partisi, sorunu, sisteme karşı mücadelenin bir bileşeni, ama önemli bir bileşeni olarak ele almaktadır. Bugüne kadar zaman zaman “yoksulluğa karşı mücadele” adı altında kimi kampanya girişimleri olmuşsa da, bunlar; ya kısmi kalmış ya da gündemin sıcak konularının gölgesinde kalarak kendiliğinden sönmüş, gelip geçici olmuşlardır. Oysa, ortada sürekli, her gün büyüyen ve mücadelenin öteki yönlerini de etkileyen bir sorun vardır. Dahası, bir yanda IMF, Dünya Bankası gibi merkezler, öte yanda da hükümetler, yukarıda değinildiği gibi, “yoksulluğa karşı mücadele” adı altında çeşitli programlar geliştirip uygulamaya sokmakta, böylece, yoksul ve işsiz yığınları oyalamayı, onların sisteme yeni umutlarla bağlanmasını sağlamayı amaçlamaktadır.
Toplam üstünden bakıldığında; bugün Türkiye’de işsizlik ve yoksulluk sorunu karşısında, ikisi birbirine bağlantılı üç tutumun olduğunu görüyoruz.

1-) IMF, DB: Piyasa büyüdüğü ölçüde yoksulluk azalır!
Bunlardan birincisi, IMF ve Dünya Bankası’nın (uluslararası sermaye güçlerinin) “yoksulluğa karşı mücadele” adı altında gündeme gelen politikalarıdır ki, IMF denetimindeki ülkeler, bu programları da benimsiyorlar; benimsemek zorunda bırakılıyorlar. Bunlara göre, yoksulluk, yenilmesi gereken değil, ama katlanılması gereken bir olgudur. Bunun için de; sermayeye teşvikler artırılırsa, sermaye yeni yatırımlar yapacak, yeni istihdam alanları ortaya çıkacak, böylece işsizlik, yoksulluk azalacak; yoksulların yoksulluk düzeyleri de katlanılabilir bir düzeye gelecektir. “Mikro kredi”ler; yerel imkânlarla yoksullara yardımlar, “Yeşil Kart” vb. sosyal güvenlik önlemleri de bunlara ekleniyor.
Burada asıl kaygı; yoksulluğun bir “sosyal patlamaya” yol açacak düzeye varmamasıdır. Bunun için, zaman zaman “elden para dağıtma”ya kadar varan girişimler yapılmıştır. 2001 krizi sonrasında, Dünya Bankası; çocukları okula giden ailelere elden verilmek üzere (aile başına 50 milyon TL) 500 milyon dolarlık bir kredi vermiştir. Çünkü o günkü koşullarda, Türkiye’de bir “sosyal patlama ihtimali var” diye düşünülüyordu.

2-) Yoksulların dilenci durumuna itildiği yardım tarzı
Yoksulluğa karşı mücadelede ikinci biçim, Tayyip Erdoğan ve partisinin bir kurumu düzeyine yükselttiği “iane” türü yardım tarzıdır. İslam geleneği ile desteklenen, kökleri Osmanlı’ya da uzanan bu tür yardımlar, zenginlerin kırıntılarından yoksulların da yararlanması biçimindedir. Belirli kutsal ay ve günlerde yoksullara bu yardım dağıtma biçimine son yıllarda belediyeler de katılarak, bu yardımları daha da organize etmiş, belediyenin imkânlarını da katarak, özellikle Ramazan ayında bu yardımların dağıtımı, hükümet ve belediyeyi elinde tutanların bir propagandasına dönüştürülmüştür. Kısacası, yoksullara bu tarz yardım; zenginlerden gelen yardımlarla belediyelerin yardımlarını birleştirip, huzurevleri, belediye aşevleri, vakıflar, yardım dernekleri, imarethaneler vb. üstünden, bunların yoksullara iletilmesi biçimindeydi. Bu biçime, son iki yıldır, devlet hazinesinden Başbakan’ın, hükümetin inisiyatifi ile “ulufe tarzı bir yardım” da eklenmiştir.
Örneğin, Başbakan bir meydan nutkunda; “Bu yıl ilköğretimdeki tüm öğrencilerin kitapları bedava olacaktır”, “Bu yıl yoksul ailelere 800 bin ton kömür dağıtılacaktır” gibi konuşmalarla, “yardımı” politik ranta dönüştürmektedir. Ve bu tarz, giderek daha da etkin kullanılacak gibi görünmektedir.
Bu “yardım” biçiminde, yarın, bir dahaki ay ve yıl ne olacağına dair bir garanti yoktur. Başbakanın ya da bir zenginin gönlünden koptuğu için bu yardım yapılmaktadır; hepsi o kadar! Yardımı alana da, “Ne verirse, Allah razı olsun” demek düşmektedir.
Buradaki en önemli unsur; yoksulların, dilenci durumuna, sadakaya muhtaç, çaresiz insanlar derekesine itilmesidir. Bu tarz; yardıma muhtaç duruma getirilen emekçilerin özgüvenini yok ederken, yardım edene karşı da bir aşağılık duygusu psikozuna girmesini getirmektedir. Devlet ve belediyeleri ellerinde tutan siyasi güç odakları ise; kamu bütçesinden yapılan yardımları birer siyasi rant sağlama aracına dönüştürmektedirler.
Bunun en tipik örneklerinden birisi de; belki de mevcut “yardım” biçimleri içinde en modern biçim olarak uygulamaya sokulan “Yeşil Kart”la ilgili olanıdır. Sonuçta; Yeşil Kart sahiplerine karşı devlet bir yükümlülüğe girmekte, onlara, sağlık, yakacak vb. yardımları yapmayı üstlenmektedir. Ama uygulamada, Yeşil Kart’ın önemli bir bölümünün hali vakti yerinde olan, iktidarla ilişki içindeki siyasi çevrelerin mensuplarına verildiği herkesin malumudur. Hatta Yeşil Kart’lı kişilerin hastanelere Mercedes arabalarla geldiği hikâyeleri anlatılmaktadır. Çünkü; iktidarda olanlar, partilileri hoşnut etmek ve partisine oy sağlamak için Yeşil Kart’ı  rüşvet olarak kullanmaktadır. Nitekim, son yerel seçimlerden sonra, yetkililer, 12 milyona çıkan Yeşil Kart’lı sayısının 8 milyona düşürüleceğini açıklayarak, aslında Yeşil Kart’ın nasıl istismar edildiğini de itiraf etmişlerdir.

3-) İşsizlik ve yoksulluğa karşı mücadele sisteme karşı mücadelenin bir bileşenidir
Sınıf partisi; işsizliğe ve yoksulluğa karşı mücadeleyi, emperyalist yağmaya, kapitalizme, kapitalist sisteme karşı bir mücadele olarak ele almaktadır.
Talepler etrafında geliştirilecek bu mücadele içinde, sınıf partisi; bir yandan emekçilerin yaşamlarını iyileştirmek için tüm yoksulları mücadeleye çekip taleplerin azami olarak gerçekleşmesine çalışırken, öte yandan da bu mücadele içinde yoksulluğun ana kaynaklarını ve yoksulluktan kurtulmanın sınırlarını görerek, onların emperyalizme ve kapitalizme karşı mücadeleye çekilmesine çalışır; yoksulluğa karşı mücadeleyi, yoksul ve işsiz yığınların bilinç ve örgütlenme düzeylerinin yükseltilmesinde bir vesile olarak değerlendirmeyi amaçlar.
Bu yüzden de, aşağıda taleplerden söz edilirken, bu taleplerin, sadece elde edildiği zaman sağlayacağı yararlardan öte; aynı zamanda, sistemin yoksul yığınlar tarafından tanınmasını, yoksulluklarının kaynağının ne olduğunu anlamalarını kolaylaştıracak bir karakterde olduğuna dikkat edilmelidir. Eğer sorun böyle ele alınmazsa; nasıl ki işçilerin kazanımları sisteme karşı bir mücadeleyle (sistem karşıtı karakter taşıyan taleplerle) birleşemediğinde kalıcı olmazsa; yoksulların kazanımları da, ancak sisteme karşı mücadelede yer aldıkları ölçüde az çok anlamlı hale gelecektir.
Burada gözetilecek bir ilke de, yoksulluğun ne bir kader ne de yoksulların tembelliği ya da başarısızlıklarının sonucu olduğudur. Tersine, onları yoksulluğa itenler, sistemin egemenleridir, ve dolayısıyla da, yoksullar, bu sisteme karşı bir mücadele içinde olurlarsa, yoksulluklarını azaltma şansını elde edebilirler.
Sınıf partisi, elbette yoksulluğa ve işsizliğe karşı mücadelede en basit talepleri bile gerekli ciddiyet ve hassasiyetle ele alacaktır; ama burada önemli olan, bu basit taleplerin, onları sınıfın sisteme karşı mücadelesine bağlayan bir stratejiye uygun olarak ele alınması gereğini kavramak ve bu mücadele içinde yoksul ve işsiz yığınları eğitmektir. Sınıf partisi ile bütün diğer müttefiklerini ayıran şey buradadır. Bu yüzdendir ki, sınıf partisi bu görevini unutursa, kaçınılmaz olarak popülist durumuna düşer.
Elbette, bir diğer mücadele edilmesi gereken şey de; “yoksullara yardım”ın, yoksulları “dilenci”, “sistemin yükü”, “zenginlerin kırıntılarıyla geçinip Allah’a şükretmeleri gereken bir güruh” olarak göstermesiyle mücadeledir. Bunun temelinde ise, yoksulları dilenci gören “yardım modelleri”ne karşı mücadele olmalıdır. Yoksa; çok geniş bir yığının her yardıma ihtiyaç duyduğu koşullarda, sorunu, “yardım öyle mi yapılmalı böyle mi yapılmalı” tartışmasına konu etmek, sadece, yoksulları dilenci yerine koyanları güçlendirir. Bu nedenle, bu konuda yürütülecek mücadelenin, işsizlere ve yoksullara yardımların, mümkün olduğu kadar sosyal güvenlik sisteminin görevine dönüştüren bir bütünlük içinde ele alınarak ilerletilebileceği açıktır.
Taleplerin sıralanması gözetildiğinde; taleplerle yukarıdaki açıklamalar arasında bir “çelişki” var gibi gelecektir. Çünkü; yoksulluğa karşı mücadeleden söz edildiğinde; taleplerde de, gelirlerin yoksulluk sınırının üstüne çıkarılmasından söz edilmesi gerekir. Ancak; Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullar, milyonlarca kişinin açlık sınırının altındaki bir asgari ücretle çalışıyor olmasının yanı sıra, ekonominin yarısının kayıt dışı olduğu gibi gerçekler göz önüne alındığında, “yoksulluk sınırının altındaki her emekçi ailesine yardım” demek; somut bir mücadele olarak işsizlik ve yoksulluğa karşı mücadelenin inandırıcılığına zarar verici olur. Bu yüzden talepleri; “açlık sınırı altında olan emekçi ailelerin desteklenmesi”, “asgari ücretin açlık sınırının üstüne çıkarılması” biçiminde formüle edip; bunlara, “okul çağındaki çocuklara okul yardımı”, “evsiz ailelere kira yardımı” gibi ek talepler öne sürmek daha gerçekçi olacaktır. Talepleri böyle anlamak gerekir.
Yoksulluk ve işsizlik öylesine açık ve tehdit edici bir boyuttadır ki, her gün uluslararası  planda olduğu kadar Türkiye’de de, sermaye örgütleri, onların yayın organları yoksulluğun yol açtığı tahribatı sergileyen haberler, yorumlar, makaleler yayımlamakta; hatta sorunun çözümüne dair öneriler öne sürmektedirler. Ama aslolan; yoksulluğa ve işsizliğe karşı mücadele ve onunla mücadele edebilecek güçleri harekete geçirmektir. Çünkü; yoksulluğun ve işsizliğin devasa büyümesinde en önemli şey; emekçilerin mücadelesinin bastırılmış olmasıdır. Bu alanda ileri adım atıldığı ve emek mücadelesi ayağa kalktığı ölçüde, yoksulluğun ve işsizliğin yenilmesinde de adımlar atılmış olacağı unutulmamalıdır.

Unsur: Çerçeve içinde
İŞSİZLİĞE VE YOKSULLUĞA KARŞI MÜCADELENİN TALEPLERİ

1-) Açlık sınırının altında geliri olan her ailenin gelirinin bu sınırın üstüne çıkması için devlet sosyal yardım sağlamalıdır.
2-) Aileyi zayıflatan, çocukların ve gençlerin (lümpenlik, serserilik, fuhuş, hırsızlık, mafya ve çete örgütlenmelerinin eline düşmek vb.) kötü alışkanlıklar edinmesine yolaçan emekçi ailelerdeki yoksulluk koşullarının ailenin dağılıp sosyal yaşamı tahrip etmesi önlenmelidir. Bu noktada, gelirlerin açlık sınırının üstüne çıkarılması, emekçi ailesinin desteklenmesinin ön şartıdır. Ama bundan ibaret değildir. Ailenin okula giden çocukları için eğitim yardımı, küçük çocuklar için sağlık yardımı, emzikli çocuklar için gıda yardımı; tüm sağlık hizmetlerinin parasız olması, mesleksiz gençler için meslek edindirme kursları gibi talepler karşılanmalıdır. Aynı zamanda, aile fertlerinin kültür, sanat vb. etkinliklerden faydalanması için imkânlar sağlanmalıdır.
3-) Yoksul ailelere, okula gidecek yaştaki çocuk başına eğitim yardımı ve sosyal güvenlik sistemi dışındaki tüm aile fertlerine parasız sağlık hizmeti verilmelidir.
4-) Yoksul ailelerin yaşlıları ve kimsesiz yaşlılar için insanca yaşayacakları imkânlar sağlanmalıdır. (Sosyal güvenlik sistemi dışındaki yaşlıların, özürlülerin tüm masrafları devlet tarafından karşılanmalıdır.)
5-) Kadınlar, gençler ve mesleksiz işçiler için meslek edindirme kursları açılmalıdır. Kursların teşvik edici olması için kurslardan çıkanlara iş sağlanması için özel çalışmalar yapılmalı, meslek edindirme kurslarına katılanların asgari masraflarını karşılayacakları bir ücret almaları sağlanmalı, iş arayanlar için bu süre içinde şehir içi ulaşım parasız olmalıdır.
6-) Gelirleri açlık sınırının altında olan ailelerin sağlık, eğitim, iletişim, ulaşım, barınma gibi temel ihtiyaçları devletin vereceği sosyal yardımlar yoluyla parasız sağlanmalıdır.
7-) Evi olmayan yoksullara kira yardımı yapılmalıdır.
😎 İşsizlik sigortasının alt sınırı açlık sınırının üstünde bir miktara çekilmeli ve işten atılan herkesin yararlandığı bir sistem haline getirilmelidir.
9-) Hiçbir sosyal güvencesi olmayanların Yeşil Kart’tan yararlanmaları sağlanmalı ve Yeşil Kart uygulaması siyasi rant aracı olmaktan çıkarılmalıdır.
10-) Sendikasız, sigortasız kayıt dışı çalıştırma önlenmeli, açlık sınırının üzerinde geçinebilecek bir ücret ve sekiz saatlik işgünü uygulanmalıdır.
11-) Bütçede faiz dışı fazla uygulamasına son verilmeli, borç ve faiz ödemeleri durdurulmalı, kaynaklar işsizliği azaltacak istihdama dönük yatırımlara yönlendirilmelidir.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑