Hızlandırılmış tren katliamı

Geçtiğimiz günlerde meydana gelen ve hükümeti sarsıcı nitelikte işlev gören hızlandırılmış tren faciası, belki de, herhangi başka bir zamanda olabileceğinden çok daha fazla ön plana çıkarak, gündemde büyük yer tuttu. Olay aslında hükümetin ülkeyi idare ediş tarzının görülmesi açısından acı bir örnek oluşturuyor;medyanın, AKP hükümetine açık bir biçimde yüklenmesi, oklarını yöneltmiş olması bakımından da ilginçlik arz ediyordu.
Osmanlı’nın son dönemlerinde işleme konan demiryolları, Cumhuriyet’in ilk yıllarında ülkenin ulaşımının, ticaretinin gelişiminin temel unsurlarından birisi olarak ele alınmış, “Onuncu Yıl Marşı’na” girecek kadar gelecek ve ekonominin temel unsurlarından birisi olarak görülmüştü. Cumhuriyet’in ilk yıllarında ülkeyi bir baştan bir başa “demir ağlarlarla” örmek, gelişme yolundaki temel göstergelerden birisi olarak ortaya konuyor, var olan demir ağların daha geniş ve yaygın olarak kullanılması, ülkenin her köşesine yaygınlaştırılması stratejik hedefler arasında gösteriliyordu.
Ancak otuzlu yıllarda emperyalizmle bağların sıklaştırılması, ülke ekonomisinin temellerini emperyalist ilişki ve telkinlerin belirlemesi, Amerikan otomotiv devleriyle girişilen ilişkiler, KOÇ-FORD işbirliğinin ağırlığını koyması, ekonomik gidişatı emperyalist kapitalist ilişkilerin belirlemesi, demir ağların kaderini de belirliyordu. Artık ülkenin bir baştan bir başa “demir ağlarla” örülmesi, kalkınma, gelişmişlik ve ilerlemenin gururu olarak görülmeyecek, demir ağların yerini otomotiv endüstrisinin yönlendirmeleri ve ihtiyaçları alacak; ulaşım ve taşımacılık alanındaki yapılanmayı ülkenin çıkarları değil, otomotiv tekelleri ve onların o zaman “minik” çaplı uzantısı KOÇ’un tercihleri belirleyecekti. Onuncu Yıl Marşı’nda memleketin gururu olarak yer alan demir ağlar, o zamanki deyimiyle, “Demirperde” ülkelerinin, yani “komünizmin” simgesi sayılarak, “anti-komünist” faaliyetin hedef alanları içersindeki yerini alacak, “zanlılar” listesine konulacak ve cezalandırılacaktı. Çünkü, “toplu taşıma”, “topluluk”tan (komün) hareketle, “komünizmin işiydi”. Otomobil ise, “bireysel özgürlüğü” simgeliyor, kapitalizmi temsil ediyordu! İster taşıma, ister başka bir biçimde söz konusu olsun, “topluluk” sözcüğü, anti-komünist faaliyetin temel hedefi olmalıydı.
Oysa aynı dönemlerde, Avrupa’nın ileri gelen ülkelerinde, demiryolu, ulaşım ve ticarette oldukça etkin role sahipti! Avrupalı kapitalistler, demiryollarında pek de “komünist tehlike” görmüyorlardı. Gerçi oradaki demiryolları da, giderek otomobil endüstrisinin rekabet alanı içersinde ikinci plana itilecek, türlü entrika, alavere dalavereyle gelişimine takoz konulacak, teşvik ve tercihler hep otomotivden yana kullanılacaktı; ama yine de, uluslararası rekabet, maliyetler, ulaşım olanakları, kapitalistlerin demiryollarını tamamen kurban etmesini engelliyordu. Ama ülkemizde demiryollarının komünizmim ideolojik yayılmasının gizli amaçlı bir unsuru olarak kara listeye girmesi, kafasının uçurulması kaçınılmaz olacaktı.
Emperyalistler, kendi ülkelerinde ticaret, dolaşım, maliyetler vb. unsurlar bakımından demiryollarını tümden terk etmeyecekti, ama, bizim gibi bağımlı olan ve tam bağımlılaşma sürecine girmiş ülkelere, geleceğin, modernleşmenin, ilerlemenin stratejik hattının otomotivde ve karayollarında olduğunu vaaz edeceklerdi. Otomobil, modernliğin, gelişmişliğin, çağdaşlığın, Batılılaşmanın; demiryolları ise, geri kalmışlığın simgesiydi artık!
Bu süreçten sonra, demir yollarına, “komünist dış düşman”ın içteki uzantısı gözüyle bakılırken, otomobil savunulacak kutsal varlık oluyordu. Böylece otomotiv tekellerinin rekabette silinmesi gerektiğini varsaydıkları demiryolları, bir anda ulusal düşmanlar sınıfına katılıverdi! Aslında şimdiki durumdan çok değişik bir şey söz konusu değildi. Nasıl ki ABD’nin  düşman ilan ettiği Irak, Türkiye’nin de düşmanı haline geliveriyor, nasıl ki emperyalistler, gelişmenin, Batılılaşmanın, modern bir ülke olmanın yolunun tarımın işini bitirmekten geçtiğini söyleyince ya da dayatınca tarımın ipi çekiliyorsa, demiryolları/otomotiv ve karayolları meselesinde de benzer bir durum yaşanmıştı.                                             
Böylece, tercihler “bireysel özgürlükten” yana kayarken, hem ülkenin iç dinamikleri dinamitleniyor, hem bağımlılaşma süreci hızlandırılıyordu.
Çünkü otomotiv demek; yol, yedek parça, petrol, lastik, benzin istasyonları, demekti. Kısaca, demiryolları, Amerikan arabaları için idam sehpasına çıkartılmıştı. Bu süreçten sonra demiryollarına yatırım yapılmadığı gibi, pek çok bölgede var olan demiryolları sökülecekti. Sökülmeyenler ise göz altında tutulacak, kaderine terk edilecekti!

HIZLANDIRILMIŞ TREN, HIZLANDIRILMIŞ İKTİDARIN KARİKATÜRÜ
Terkedilmiş demiryollarına el atmak AKP’ye nasip oldu, ve belki de böylece, demiryolları bugünkü mevcut sistem dahilinde, gelecek bakımdan bir kez daha büyük darbeyi de bu biçimde almış oldu. Hızlandırılmış tren faciasıyla, boynu bükük demiryolları bir kez daha atış tahtası olarak hedefe konurken, otomotiv endüstrisinin kurtları, olan biteni büyük bir keyif içersinde kıs kıs gülerek izliyordu.
Bu facia vesilesiyle sorgulanması gereken, Türkiye’nin yıllardan beri izlediği ulaşım politikaları, demiryollarının neden geri bıraktırıldığı, nasıl ve kimler tarafından sabote edildiği, neden yollara katrilyonlarca yatırım yapılır, paralar asfaltlara gömülürken, demiryollarına yatırım yapılmadığı olması gerekirken; sanık sandalyesine trenler ve demiryolları oturtulmuştu!
Bu facia vesilesiyle demiryollarına bir kez daha öldürücü darbeler indiriliyordu.
Oysa AKP’nin demiryollarına önem vereceğini söylemesi, modernizasyon girişimlerine başlayacağı biçimdeki açıklamaları, bugüne kadar hükümetlerin her konuda her şeyi söyledikleri, her konuda sınırsız vaatlerde bulundukları bilindiğinden, pek dikkate alınmamıştı. Yine de demiryollarının lafta bile olsa gündeme gelmesi, özel olarak demiryollarında çalışan emekçiler için yeni bir heyecanın başlangıcı demekti. Bütün işçiler, emekçiler gibi, onlar da, çalıştıkları işle gurur duymak, çalıştıkların işten zevk almak isterlerdi. Onlar da, tıpkı deniz otobüsleri, hızlı feribot kaptanları ve elemanları gibi göğüslerini gererek dolanmak, ne iş yaptıkları sorulduğunda gözleri parıldayarak yanıt vermek isterlerdi. Ama demiryolları deyince, akla, eski-püskü trenler, terkedilmiş kasabalara benzer görüntüler geliyor, demiryolu emekçileri de, terkedilmiş kasabaların, virane yapıların boynu bükük kahramanlarını andırıyorlardı.
Hızlandırılmış tren projesi, bu bakımdan kuşkuları içersinde barındırsa da, en azından heyecan vericiydi. Ama, her zamanki gibi, yine de meseleye ülke çıkarları, ihtiyaçlar bakımından değil, “yağmacı Hasan’ın böreği”, talan, reklam, batakçı mantığıyla yaklaşılmıştı. Demiryollarını belli bir plan dahilinde ele alıp, re-organizasyonuna gitmek, alt yapısıyla birlikte, yeni baştan ülke çapında düzenlemek ve işlerliğe kavuşturmak gibi bir kalıcı hedef yerine, tepeden inme, hızlı tren gündeme getirilmişti. Aslında yine, toplu taşımacılık yerine, parası olana, zengine hizmet öne alınıyordu. Çünkü, gerçek anlamda hızlı tren pahalı ve ancak lüks sınıfından yolcuların binebileceği bir araçtı.
Gelgelelim, bunun bile suyu çıkartıldı. Hızlı tren yerine “hızlandırılmış tren” diye bir şey icat edildi ki, dünyada ilkti! Bu, bir tuhaflık gibi görünse de, AKP’nin genel olarak ülke sorunlarına yaklaşımı göz önüne alındığında, temele uygunluk arz ediyordu. En başta, parti olarak kendileri, hızlandırılmış biçimde ABD’de kurulmuşlar, hızlandırılmış biçimde hükümet olmuşlar, medyadan hızlandırılmış bir destek almışlardı.
Yeniden canlandırılacağı açıklanan demiryollarının başına, trenlerle uzaktan yakından ilgisi olmayan, bütün bildiği, belki de hayatında bir veya birkaç kez trene binmekten ibaret olan, hükümetin başının İstanbul Belediyesi ekibinden, belediye otobüs işletmesi müdürü getirildi. Ve kim bilir, söz konusu şahıs, İstanbul Belediyesi otobüs işletmesinin başına da nereden getirilmişti? Çünkü bugün Ulaştırma Bakanı olan şahıs, daha önce, İstanbul Deniz Otobüsleri’nin başındaydı. Ve oraya getirildiğinde, denizle, deniz araçlarıyla uzaktan yakından ilişkisi yoktu. İstanbul Blediyesi’den iş alan bir müteahhitti!
Aslında, AKP’nin yangından mal kaçırır gibi, kelimenin tam anlamıyla, gözü dönmüşçesine giriştiği kadrolaşma harekatının uzantısıydı, bu atama da. Köşe başlarına, oraya buraya, ellerine ne geçer, nereleri bulurlarsa kendi adamlarını yerleştirmek ve nemalanmak, ranttan, doğan veya yaratılan olanaklardan pay kapmak, ve elbette, olabildiğince, kendi dünyasal bakış açılarını her köşeye egemen kılmak anlayışının yansımasıydı, bu durum. Hem dünyasal bakış açılarının hem de yağmalama sevdasının bir sonucu olan bu kadrolaşma harekatında, atanan kişinin atandığı kurumla ilgili bilgisinin, birikiminin olmamasının hiçbir önemi yoktu. 
Demiryollarına itibar kazandırma yaygaraları, aslında bu atamayla, yeni bir itibarsızlığa uğruyordu. Ve o müdür de, İngiltere’ye yaptığı bir seyahatte hızlı trene biniyor ve çok hoşuna gidince, “ille bundan Türkiye’ye yaptıracağım” diye tutturuyordu.
Aslında, AKP’nin genel anlamda memleket idare ediş tarzının özeti de burada yatıyor. Ülkenin ihtiyaçları, alt yapı, üst yapı, gereklilikler, gereksizlikler, eldeki olanaklar, mevcut olanakların en iyi biçimde kullanılması– bunların hiçbir önemi yoktu. Müdür bey görmüş, beğenmiş ve ille bundan Türkiye’ye yapacağım diye tutturmuştu. AKP ve başbakanına ise, “ne kadar büyük” ve “halkı ve ülkenin geleceğini düşünen adam” olduğunun “kanıtlanması”, halkçılık edebiyatı ve şov gerekiyordu.
Harekete geçilmiş, hızlı tren için yeni bir alt yapı, demiryollarının yeni baştan organizasyonu, sitemin sil baştan yenilenmesi gibi uzun vadeli ve pahalı yatırımlar söz konusu olunca, hızlı tren yerine, varolan trenleri hızlandırmak keşfedilmişti.
Çalışmalara başlanmış, uzmanların, üniversitelerden öğretim üyelerinin düşüncelerine baş vurulmuş, taslaklar, raporlar hazırlanmıştı.
Eğer demiryollarının başındaki kişi, öyle uzmanlık derecesinde de değil, az buçuk demiryollarından anlasa, trenler, vagonlar, raylar, alt yapı üzerine birazcık fikir sahibi olsa, hızlandırılmış tren gibi bir şarlatanlığa asla girişmezdi. Girişmek bir yana, böyle bir şeyi aklının ucundan bile geçirmezdi. Cahil cesareti denilen şey, tam da buydu.

BİLİMİN DÜŞMANI OLARAK AKP
Tayyip Erdoğan, faciayla ilgili olarak bir gazetecinin sorusu üzerine küplere biniyor, haddini bilmekten bahsedip, “ideolojik soru” sorduğu için muhabire haddini bildiriyordu! Oysa facia, tam da bir ideolojinin sonucuydu ve ülkenin üzerinde dolaşan yeni felaket bulutları, bu facianın, olabileceklerin yanında “minicik” kalacağını ortaya koyuyordu.
Bakanlığın ve demiryolları idaresinin çağrısıyla bir araya gelen, öneri ve görüş sunan, rapor hazırlayan uzman ve üniversite hocalarının büyük bir bölümü, böyle bir projenin felaket demek olacağını, onay vermek bir yana, gündeme getirilmesinin bile saçma olduğunu söylüyorlardı. Daha sonra, bu işin gerçekten uzmanı iki öğretim üyesi, görüşlerini medyaya da yansıtıyor, tehlikelere dikkat çekiyor ve yaklaşan faciaya ve dönen dolaplara dikkat çekiyorlardı. Söz konusu görüşler, faciadan bir süre önce, profesörlerin ağzından, en açık biçimde EVRENSEL gazetesinden duyurulmuştu. Ama, AKP hükümeti ve onların “kaderci” ve çok bilmiş kadroları, bilime inanmıyorlardı ki, bilim adamlarına inansınlar! İş başına geldiğinden itibaren, TUBİTAK’tan TSE’ye kadar pek çok kurum ve kuruluşu ele geçirmek adına tarumar eden, imam, hoca ne bulurlarsa, bu kurumlara atayan AKP, elbette bilime ve bilim adamlarına zerre kadar değer vermeyecekti. Bu örnek, YÖK işine tüm varlığıyla asılan ve hedef olarak, bu kurumu ortadan kaldırmayı ve özgür demokratik üniversitesi kurmayı değil, ele geçirmeyi amaçlayan AKP’nin, bu amacına ulaşmasıyla birlikte, eski YÖK’ü AKP’lileştirmek ve zaten kısıtlanmış ve sermaye piyasasına hizmet eder duruma gelmiş üniversiteleri iyice raydan çıkartacağının göstergesidir.
Öğretim üyelerinin tüm karşı çıkmalarına, başa gelecek felakete dikkat çekmelerine rağmen, proje, aynen sürdürülecekti. İstanbul-Ankara hattında belirlenen rötuşlar, düzeltmeler, daha doğrusu göz boyamalar için ihale açılmış ve ihale Tayyip beyin dünürünün müdür ve ortak olduğu şirkete verilmişti! İşte, bir felaketin ardındaki yağmacı mantık kendini gösteriyordu. Acaba dünürün, Tayyip beyle dünür olmaktan başka, demiryolları ve trenler hakkında ne gibi bir bilgisi vardı? Hükümetler değişmekte, liberali gitmekte milliyetçisi gelmekte, milliyetçisi gitmekte imanlılar gelmekte; ama ihale, rant, eş dost kayırma, avanta, rüşvet hiç değişmeden egemenliğini sürdürmekte, herkes o nimetten payını almaktaydı.
Bilim adamlarının, uzmanların tüm itirazlarına karşın proje hayata geçirilir. Çünkü, bilim adamına inanmak, değer vermek için, önce bilime inanmak gerekmektedir. Bilime inanmak ise, soyut kişisel bir mesel olmaktan öte, ideoloji, dünyaya bakış ve yorumlamayla dolaysız bağlantılıdır.
Bütün yaşamları boyunca bilime ve bilimsel olana karşı mücadele vermiş olanlar, bilimi ve bilimselliği; tanrısızlık, tanrıya baş kaldırma ve nihayetinde kafirlik olarak nitelendirmişlerdir. Bilimsel sonuç ve verileri ters yüz edip kendi durum ve ihtiyaçlarına uygun hale getirmeye kalkanlar, ders kitaplarından bilimsel olanı atmak, yerine hurafeleri, mistik dünya görüşlerini yerleştirmek için uğraşanlar, bilime ve bilimsel olana ne kadar itibar edeceklerdir? Zaten bunu nedenle de, demiryollarının başına otobüsçüyü, denizyollarının başına kabzımalı getirmekte sakınca görmezler. Görmeyince de, statik ve dinamik hesaplar, açılar, ters açılar, eğilim, rüzgar, zemin hareketleri, demirin genleşmesi, sürtünme vb., çok da belirleyici bir önem taşımaz. Bilim ne dersi desin, imam bildiğini okur! Öyle olunca da, facia, kaçınılmaz olarak, pek çok insanın yaşamının sonu olmuştur.
Nitekim Demiryolları müdürünün Haydarpaşa Garı’na, hızlandırılmış tren projesine, daha doğrusu, hızlandırılmış tren ucubesine muhalefet eden bilim adamlarına karşı astırdığı karikatürlü afiş, AKP hükümetinin bilime ve bilim adamına bakış açısını en sade ve kestirme biçimde kanıtlıyordu. Haydarpaşa garındaki karikatür şöyleydi: Mahkeme salonunda sanık sandalyesinde inekler oturuyor. Davacı şöyle diyor: “Bu sanıklar, rahat seyredemeyeceğiz diye hızlı tren projesini engellemeye çalışıyorlar sayın hakim”!
Bilim ve bilim adamı inektir! Trene bakan öküzdür! Bu karikatür ve yaklaşımdan sonra, AKP’nin bilime ve bilim adamına bakış açısını bu kadar açık seçik ortaya koyacak başka bir şeye gerek var mıdır? İşte o bakış açısı ve bilime düşmanlık, tren faciasının temeli olduğu gibi, bundan sonra memleketi bekleyen tehlikelerin de yatağıdır.
Şimdi, halkın önüne medya ve propaganda güçleri tarafından çok başarılı ve örnek yönetim diye konulan İstanbul Blediyesi’in nasıl yönetildiği, hangi kaynakların kimlere nasıl peşkeş çekildiği, savrulduğu, olmazların cahil cesareti tarafından nasıl olur hale getirildiği daha iyi anlaşılmaktadır. Yine, bir tren projesine bile böyle yaklaşanların, İstanbul ve Marmara’yı bekleyen deprem tehlikesi karşısında bu kadar kayıtsız kalmalarının, umursamaz tavırlarının nedenleri anlaşılır olmaktadır.
Tıpkı tren faciası öncesinde olduğu gibi, deprem uzmanları, üniversite hocaları yıllardır belediyeleri, hükümetleri yaklaşan büyük deprem felaketi konusunda uyarıyorlar. Uyarmak bir yana, adeta kendilerini yırtıyorlar ve alınması gereken önlemleri tek tek sıralıyorlar. Bu uyarı ve öneriler karşısında belediyelerin ve hükümetin tutumu nedir? Tıpkı tren faciası öncesinde olduğu gibi, hükümet ve yetkililer, uyarılara ve alarm zillerine kulaklarını tıkamakta, “kadere boyun eğmeyi” ideolojilerine uygun görmektedirler. Bilim düşmanlıklarının göstergesi olarak, “hızlandırılmış tren” faciasını “Allah’tan” bulanlar, öncesinden hiçbir önlem almadıkları olası bir deprem felaketini, doğal afet olarak, haydi haydi “Allah’tan” sayacaklardır!
Aynı biçimde, orman yağması, ekolojik dengelerin bozulması, bitki ve arazi örtülerinin yok edilmesi, madencilik yasasıyla en güzel ormanların toplu katliama açılması, yağmacı kapitalist sistemle birlikte, AKP’nin durumunu ve ülkeyi bekleyen yakın tehlikeleri gözler önüne sermektedir.
Son yaşananlardan sonra, deprem ve diğer felaket olasılıkları karşısında, ülkeyi ne büyük tehlikelerin beklediği çok daha iyi anlaşılabilmektedir.

MEDYANIN YAKLAŞIMI
Facia karşısında medyanın tutumu beklenmedik bir sertlik ve eleştirisellikteydi. Hükümet olmasından bu yana, AKP hükümetine gözü kapalı destek veren, her şeyiyle vıcık vıcık yağ salan, bu yüzden toplumsal bazda zaten çok düşük olan itibarını bile yok eden medya, hükümete fena bindiriyordu. Hatta kılıcını kalkanını almış, küçük çaplı mevzi taarruzlarına, taciz atışlarına girişmişti. Anlaşılan, bu taarruz, AKP ve onun başı için de beklenmedik bir şey olmuş, birden tuhaflaşmış, şaşırmış ve sinirlenmişti; o kendine güvenli, kabadayı halinden, hazır cevaplılığından bir şey kalmamış, asit küpüne dönmüştü. Soru soran gazetecileri azarlıyor, haddini bilmek ya da haddini bildirmekle tehdit ediyordu. Oysa muhabirin sorduğu soru, bu tür olaylar karşısında tüm gazetecilerin sorduğu veya soracağı rutin, standart, sıradan sorulardandı. Herkese böyle soru sorulur, burjuva politikacıları da bu soruları, ‘evet’, ‘tabii’, ‘mutlaka’, ‘şüphesiz” diyerek geçiştirirlerdi. Klasik soruya, klasik burjuva politikacısı yanıtı!
Ama o, bu sıradan soruya bile saldırıyordu. Çünkü beklenmediği bir şeydi. Şimdi nereden çıkmıştı bu saldırganlık? Oysa, hep pohpohlanacak, övgüler düzülmeyecek miydi?
Şüphesiz medyanın bu tavrında, iç ve dış politikada, ekonomik ilişkilerde belirleyici sektörlerin, örneğin otomotivcilerin, belki de “İsrail” ilişkilerinin payı olmuştu. Belki birileri, bir yerlerden ufak bir yoklama çekip, “ayağını denk al” mesajı göndererek, “güçlü olan sen değil biziz, havaya girme, bizim pistimizde bize dans figürleri, ayak oyunları çekme” demek istemişlerdir.
Bunların hepsi mümkündür, şu ya da bu biçimde etkisinden söz edilebilir. Ama burada üzerinde durulması gereken, medyanın, tıpkı başka zamanlarda olduğu gibi, “hızlandırılmış tren” gündeme getirildiğinde de, halka bilgi vermeyerek, halkı yanlış yönden bilgilendirerek, var olan olumsuz verileri saklayarak ve hükümeti gazlayarak bu faciaya yol açmada önemli iş gördüğüdür.
Medya kendisini tarif ederken, halkı bilgilendirmek ilkesini temel aldığını bağırır durur. Ancak “hızlandırılmış tren”in en çok yaygarasını, hükümet yalakalığını yapan, medya olmuştur. Halkı yanlış yönlendirmişler, bilim adamlarının açıklamalarına itibar etmemişler, tartışmaya açmamışlardır. Medya, elindeki gücü, bir kez daha, halkı bilgilendirmek için değil, var olan doğru bilgileri gizlemek, doğruyu değil yanlışı savunmak, halkı aydınlatmak değil, gerçeklerin üstünü karartmak için kullanmıştır.

SANIK SANDALYESİNE OTURMASI GEREKEN KURUM HÜKÜMETTİR
Eğer bir şeye “göz göre göre” denilecekse, bu faciadan daha uygun olanı yoktur. Bütün uyarılara, karşı çıkmalara, raporlara, bilim adamlarının açık tutumlarına rağmen, bütün olmazlar bir araya getirilerek, bu faciaya davetiye çıkartılmıştır.
Üstelik demiryollarında görevli uzman ve mühendisler arasında bir anket yapılmış ve ezici çoğunluk bu projeye hayır demiştir.
Tüm bunlara karşın, bildiğini okuyan hükümet projeye onay vermiş, ihaleler, dünürlere, eşe dosta sunulmuş, paralar kazanılmış, kazandırılmış; faciaya da davetiye çıkartılmıştır.
Suç ve suçlu son derece açıktır. Ama tüm bu açıklığa, tartışmasız netliğe karşın, yine de, o, aynı oyun döndürülmeye çalışılıyor, suçlu olarak demiryollarının iki emekçisi hapse atılıyor. Bu, sadece yolsuzluk, bilim tanımazlık, ben bilirimciliğin ötesinde, vicdan ve ahlak sorunudur. Lafa geldiğinde, beş vakit namazdan niyazdan bahsedenlerin, ayinlerde kafa sallayanların, kendi çıkarları söz konusu olduğunda, nasıl vicdansızlaştıklarını, ahlaksızlaştıklarını ortaya koymaktadır.
Bu olayla bir kez daha görülmüştür ki, Türkiye gibi ülkelerde, her şey ince bir ip üstündedir. Her an her şey ters yüz olabilir; dünün iyileri, şaheserleri, bir anda tu kaka olup yerin dibine batırılabilir, dengeler bir anda sarsılabilir.
AKP için, bu vesileyle, taşların nispeten yerinden oynadığı, bir süreden beri sessiz görünen güçlerin yeniden sahne almaya başlayacakları, halkın ise, AKP’ye ve icraatlarına eskisinden daha fazla kuşkuyla bakacağı söylenebilir.
Şüphesiz, yeni bir sayfanın açıldığını söylemek aptallık olur. Ama, AKP için bundan sonraki virajların daha keskin olduğunu, manevra sahalarının, eskiye göre, kısmi anlamda da olsa, nispeten daraldığını söylemek mümkündür. Ama elbette bundan sonrası, asıl olarak, emek örgütlerinin göstereceği performansa bağlı olacaktır.

Yoksulluk ve işsizliğe karşı mücadele

Yoksulluk ve yoksulluğa karşı mücadele son çeyrek yüzyılda uluslararası bir önem kazandı. Çünkü; neoliberal politikalar (bunlara sonradan küreselleşme politikaları dendi) yoksulluğu; şu ülkenin, bu ülkenin sorunu ya da şu zamana ait, ama bu zamanda ortadan kalkabilecek bir sorun olmaktan çıkarıp; kronikleşen ve giderek büyüyen bir sorun haline getirdi. Daha doğrusu, bu politikalar; tekeller arası rekabetin zincirlerinden boşanmış olması; dünyanın bütün nimetlerinin geri ülkelerden gelişmiş ülkelere, emekçi sınıflardan sömürücü sınıflara doğru transfer edilmesi; sayısız geri ülkeyi gelişmiş ülkelere göre her yıl daha da yoksul hale getirirken, birer birer ülkelerde de zenginlerin zenginliği her yıl artmakta ve emekçilerin yoksullaşması ise her yıl daha da derinleşmektedir. Bu yüzden, bütün ülkeler için (ülkeden ülkeye yoksullaşma hızı değişse de) yoksulluk, büyüyen bir sorun haline gelmiş bulunmaktadır. Ve aslına bakılırsa, küreselleşmeciler, yoksulluğu yenmek için ne kadar çok çaba harcadıklarını söylerse söylesinler; onların “dünya ekonomik sisteminin yeniden yapılanması” dedikleri her “önlem”, her “reform”, yoksulluğu büyütmektedir. Çünkü sistem, yoksulluğun her gün daha da derinleşmesi, büyük sermaye mihraklarının ise daha da büyümesi üstüne kurulmuştur. Bu yüzden de yoksulluk; barınaksızlık, işsizlik, açlık, eğitim, sağlık ve güvenli bir gelecekten yoksun bir yaşam, “büyüyen ekonomiler”e (makro ekonomik verilerin büyümesine) karşın, hem dünya ölçüsünde hem de istisnasız birer birer bütün ülkelerde yaygınlaşmaktadır.

Bugün uluslararası sermaye odakları, “yoksullukla mücadele stratejileri” geliştirdiklerini iddia ederek; kendilerinin ürünü olan yoksulluğa karşı mücadeleyi de ancak kendilerinin yürütebileceği fikrini propaganda ediyor. Yine, bunu, emperyalizmin dünya egemenliğinin dayanağı yapıyor. Örneğin, Büyük Ortadoğu Projesi’nin başlıca birkaç gerekçesinden birisinin de; “bölge ülkelerindeki yoksulluğu yenmek, yoksullarla zengin sınıflar arasındaki gelir farklarını azaltmak olduğu”nu göz önüne alırsak; uluslararası sermaye güçlerinin, özgürlük, demokrasi, insan haklarında yaptıkları gibi; yoksulluğu da halkları denetime almanın bir dayanağı yaptıklarını, yoksulluğu, onlara karşı bir silaha dönüştürdüklerini görürüz. Özellikle 11 Eylül’den sonra, yoksulluğun, “terörün ve şiddetin kaynağı” olduğu, dolayısıyla terörle mücadelenin, aynı zamanda, yoksullukla mücadele anlamına geldiğinin iddia edildiğini hatırlayalım.

YOKSULLUK, İŞSİZLİK VE KAYNAKLARI!
Sorunun böyle çarpıtılabilmesi için; elbette ki, önce yoksulluğun ne olduğunun bulanıklaştırılması gerekiyor. Yoksulluğu “Belirli bir gelişmişlik seviyesinde yaratılan değerlerden ve toplumun temel hizmetlerinden yararlanamayanlar yoksuldur” biçiminde tanımlayabiliriz. Örneğin, bir ülkede, ülkenin birikiminden; iş, ücret ve genel olarak gelirler, eğitim, sağlık, ulaşım, eğlence olarak nüfusun bir bölümü fazlasıyla yararlanırken; diğer bir kesimi bu olanaklardan ülkenin sunduğu imkânlar düzeyinde yararlanamıyorsa, bu ikinci kategoridekiler, birincisine göre yoksuldur.
Bunun kapitalist toplumdaki karşılığı, “iktisadi olarak eşitsizlik”; işsizlik, düşük ücretle çalışma, istikrarlı bir işe sahip olamama, sosyal güvenlik sisteminin dışına düşme, eğitim, sağlık, barınma, çocuklarını sağlıklı bir biçimde yetiştirecek maddi imkânlardan yoksunluktur.
Sermayenin çeşitli odakları ise, bu basit ve dünyanın yarısından çoğunun içinde olduğu gerçeği çarpıtmak için, onun tanımını bulanıklaştırıp anlaşılmaz hale getiriyorlar. Örneğin bu konuda görünüşte en tarafsız olabilecek bir kurum olarak BM, yoksulluğu; “insanın siyasal özgürlükler, toplumsal yaşama katılma olanakları, bireysel güvenlik ve çevresel dengeler açısından karşılaştığı yetersizliklerin toplamı” biçiminde tanımlıyor. Ve daha çok da “temel haklardan mahrum olma” durumu olarak ifade ederek; “yoksulluk” yerine “yoksunluk” kavramını öne sürüyor.
Yoksullukla en çok uğraşıyor intibaı veren Dünya Bankası ve IMF de, sorunu BM gibi ele almayı tercih ediyor. Ve yoksulluk bir alt kimlik; sürekli bir hal olarak ele alınıyor.
Yoksulluğun böylesi büyümesinin iki mekanizmasından söz edebiliriz.
Bunlardan birincisi; sistemin artık değer sömürüsünü büyük bir hızla artırmak için tüm olanaklarını seferber etmesidir. Bir yandan bilim ve teknolojideki gelişmelerin emeğin, işçinin aleyhine, sadece kârı artırmak için kullanılması, öte yandan esnek çalışma, özelleştirme, taşeronlaştırma, Toplam Kalite Yönetimi üstünden üretim organizasyonunun “yenilenmesi”ne bağlı olarak, sömürüyü yoğunlaştırma tekniklerinin hayata geçirilmesi, sömürünün hızla artmasının yolunu açmıştır. Üretilen toplam değerlerdeki artışın neredeyse tümüne patronlar el koyduğu için, işçilerin yaratılan değerden aldıkları pay (ücret) nispeten daha küçülürken, patronların kârları hızla büyümektedir. Küreselleşme politikalarının yaygınlaştırılmasıyla, buna, işçilerin kazanılmış haklarının kaldırılması da eklenmiş bulunmaktadır. Bunlar, bir yanıyla çalışma zamanı, çalışma koşullarına işçi lehine getirilen (yasal ve fiili kazanımlar) sınırlamaların kaldırılması iken, öte yanıyla da sosyal güvenlik, sağlık, eğitim, iletişim, ulaşım, belediye hizmetleri gibi temel hizmetlerin piyasalaştırılıp paralı hale getirilmesini kapsamakta, dolayısıyla işçilerin kazanımları da yağmalanmaktadır. Böylece işçilerin ve emekçilerin gelirleri azalırken, daha önce parasız olan pek çok hizmetin paralı hale gelmesiyle çalışma koşulları hızla kötüleşmekte, işçilerin ve diğer emekçi sınıfların gerçek gelirleri hızla azalmakta ama masrafları artmakta; bu da, işçilerin, öteki emekçi kesimlerin gelirlerini hızla “yoksulluk sınırı”nın, hatta “açlık sınırı”nın altına doğru itmektedir. Bugün sendikalı işçilerin ve kamuda çalışan memurların yüzde 80’inin gelirleri, yoksulluk sınırının (2004 yılında yoksulluk sınırı yaklaşık bir buçuk miyar TL, açlık sınırı ise 500 milyon TL dolayındadır) yarısının bile altındadır. Bu mekanizma bütün ülkelerde hızla hayata geçirilmekte ve dolayısıyla birer birer ülkelerde işçiler, emekçiler ile –el koyduğu işgücünün ürettiği artı-değeri paylaşarak, üretmeden yaşayan– zengin sınıflar arasındaki uçurumu büyütmektedir. Bunun tartıştığımız konu bakımından anlamı ise, yoksulluğun giderek büyüdüğüdür.
Yoksulluğun günümüzdeki ikinci kaynağı ise, uluslararası sermayenin dolaşımının ve ülkeleri yağmalamasının önündeki engellerin kalkmasına bağlı olarak, ülkelerin yeraltı ve yerüstü servetlerinin (doğrudan ve dolaylı yatırımlar, ticari imtiyazlar, borsa oyunları, spekülasyonlar vb. her yolla) yağmalanmasıdır. Bu durum; tekellerin ve gelişmiş ülkelerin servetleri artarken, geri ülkelerin ve halkların genel olarak daha da yoksullaşmasına yol açmaktadır. Dolayısıyla yoksulluğun ikinci ve en önemli kaynaklarından birisi de; küreselleşme politikaları yoluyla* dünyanın yağmalanmasının, ülkelerin servetlerinin bir avuç tekel ve arkalarındaki birkaç gelişmiş ülke tarafından talanının amaçlanmasıdır. Bugün de bu mekanizmanın amacına daha da uygun işlemesi için sermayenin güç odakları, ülkeleri işgal etmekten IMF ve Dünya Bankası’nı devreye sokmaya, terörizmi kullanmaktan dünyanın savaşa sürüklenmesine yol açacak girişimlere kadar her yolu kullanmaktan çekinmemektedir.
Yoksulluktan söz edildiğinde, hemen, onun ikiz kardeşi de gündeme gelir: İşsizlik!
“İşsizlik kapitalizmin yol arkadaşıdır” ve kapitalistler bir işsizler ordusuna sahip olmadan kendilerini güvende hissedemezler. Ama, olağan kapitalist ilişkiler içinde işsizlik; bunalım dönemlerinde artan, “refah” dönemlerinde de azalan bir eğri çizerken, son çeyrek yüzyılda bu ilişki bozulmuş; özellikle de son15 yılda, işsizlik, kapitalizmin –azalma eğilimi göstermeyen– kronik bir hastalığına dönüşmüş bulunmaktadır. Ekonomiler bunalıma girdiğinde işsizlik çığ gibi büyümektedir, ama, bunalım atlatılıp yeni bir gelişme dönemine girildiğinde de işsizlik büyümeye devam etmektedir.
Bu, hem dünyada böyledir hem de Türkiye’de. Nitekim en gelişmiş ülkelerde, son yıllarda ekonomideki “gelişmelere” karşın, işsizlik, sürekli bir şekilde artış eğilimini korumaktadır. Dolayısıyla işsizlik, kapitalizmin çıkar sağladığı ve kontrol altında tutup oynadığı bir “yol arkadaşı” olmaktan da öte, onun azaltılamaz kronik hastalığına da dönüşmüş bulunmaktadır. Nitekim geçtiğimiz günlerde TÜSİAD Başkanı; “Son 11 yılda ekonomideki büyümenin istihdama yansımadığını”, yani işsizlikte bir azalmaya yol açmadığını itiraf etmiştir.
Konumuz açısından “işsizliğin kronikleşmesi” iki bakımdan önemlidir. Birincisi; işsizlik, doğrudan bir yoksullaşmayı da birlikte getirir. Çünkü işsizlik demek, işçinin bir anda gelirlerinin sıfıra düşmesi ya da işsizlik sigortasından alacağı ve her halükârda ücretinden daha az bir miktardaki işsizlik yardımına muhtaç kalması demektir.
İkincisi kapitalistler, artan işsizliği ücretlerin artışı üstünde bir baskı şeklinde kullanarak, sınıfın daha da yoksullaşmasının bir dayanağı olarak işsizlikten yararlanırlar.
Kapitalistler, bir yandan işsizliğin yarattığı büyük baskıdan yararlanıp ücretleri daha da aşağı çeken uygulamalara girişir, kârlarına kâr katarken, aynı zamanda, sistemin ayağının altındaki toprağı kazdıklarını da görüp paniğe kapılmakta; işsizliğe ve yoksulluğa karşı mücadele programları yapmaktadırlar. Ancak; tekeller arasındaki dizginsiz rekabet, onları, bir yandan işsizliğin artmasından şikâyet ederken, öte yandan da işsizliği artıracak yeni önlemler almaya zorlamaktadır.
Öte yandan kapitalizmin propagandacıları; patronların kârlarını artırmak için daha çok işçi çıkarmaya yönelmesini; “kapitalizmin üretim yapmak için artık işçiye ihtiyacı kalmamıştır” iddiası üstünden bir ideoloji geliştirerek, propagandaya dönüştürmektedir. Ama bu tamamen yalandır. Gerçek ise; dün “bir” çalışan işçinin bugün “iki” çalışmaya zorlanması, işçilerin daha iyi çalışma ve yaşama mücadelesinin geri püskürtülmesi ve işçilerin daha vahşice çalıştırılmasıdır.
Demek ki, yoksulluk, ne bölüşüm aşamasında ortaya çıkar ne de bir kaderdir. Tersine; yoksulluk; doğrudan artık değerin yaratılması, patronun, üretim aşamasında yaratılan değerin her gün daha büyük bir oranına el koymasıyla ve uluslararası sermayenin ülkelerin yeraltı ve yerüstü servetlerini yağmalamasının hızlanmasıyla artan bir özellik göstermektedir. Yoksulluğun bir diğer önemli bileşeni olan işsizlik ise; tamamen işçi sınıfının kazanımlarının ortadan kaldırılması, sömürüyü yoğunlaştıran yöntemlerin devreye sokulmasıyla bağlantılı olarak artmakta; dönüp sömürünün artmasına neden olmakta ve yoksulluğun büyümesini çığrından çıkarmaktadır. Dolayısıyla, yoksulluk ve işsizliğin azaltılması, –dolaysızca artı-değerin artışı ve yüksek kârları ilgilendirmeleri ve bu nedenle kapitalistler için vazgeçilmezlikleri dolayısıyla– bunun için zorlanmadan, kendiliklerinden hükümetler ve patronların alacakları birtakım önlemlerle üstesinden gelinecek bir sorun değildir. Tersine; işçilerin, işsizlerin, tüm yoksulların sermayeye, onun düzenine karşı mücadelesiyle –kapitalistler tavizlere ve kârlarında bir düşüşü kabullenmeye zorlanarak– azaltılabilir bir şeydir.

Yoksulluğa karşı mücadelede; yoksulluğu ortadan kaldırmayı değil, yoksulları denetim altına almayı, ve yine, işi olmayan emekçileri, çalışan işçilerin mücadelesini bastırmak için kullanmayı amaçlayan sermaye güçleri; yoksulluğu önlemek için “yerelleşmeyi”, “iane”yi, emek-sermaye karşıtlığına dayanmayan “yoksulların kendi içinde dayanışması”nı, “geleneksel cemaat ilişkilerini”, sermayenin yatırımlarının teşvikini öne çıkarmaktadır. Bu önlemlere, “Yoksulbank”, “Gıda Bankası”, “mikrokredi”, “sosyal güvenlik reformu” gibi yoksulların; IMF’nin, Dünya Bankası’nın, hükümetlerin eline bakacakları uygulamalar da eklenmektedir.
Örneğin, Mikro Kredi Projesi’nin kaynakları şöyle tarif edilmektedir: “Kaynaklar çok taraflı ve iki taraflı olarak bağışta bulunan taraflardan, devlet kurumlarından, bağış yapan organizasyonlardan, halktan, bankalardan, finansal piyasalardan, ticari nitelikteki diğer kaynaklardan ve mikrokredi müşterilerinin tasarruflarından, faiz ödemelerinden ve sunulan hizmetlerin karşılığı olan ücretlerden ve toplumdaki diğer kişilerden karşılanacaktır.”
Dünya Bankası’nın bu tür projeler ile ne yapmaya çalıştığını 1990 yılından beri yayımladığı raporlardan görmek mümkün. Hızla artan yoksulluğu kullanan Dünya Bankası, kapitalizmi hem güvenceye alacak, hem de sermayenin ihtiyacını karşılayacak yeni bir emek ordusu yaratma peşinde. Örneğin; “yoksulluk” raporunda, emeğin verimli şekilde satın alınabileceği küresel bir proletaryanın yaratılmasından bahsediliyor. Kısacası Dünya Bankası’nın, sermayenin, yoksulun emek gücünden olabildiğince verimli yararlanabileceği koşulları yaratma hedefi güttüğü çok açık: Herkese iş, herkese sağlık önermiyor; herkese çalışacağı işin gereği kadar bilgiyi, emek gücünü asgari düzeyde koruyacağı kadar sağlığı yeterli görüyor.
Yani Dünya Bankası’nın stratejisi, yoksulları, istenilen koşullarda ve istenilen ücretle çalıştırılabilecek proleterler olarak “yeniden yapılandırıyor”. Böylece muazzam bir “esnek emek ordusu rezervi” sermayenin hizmetine sunuluyor.
Kısacası, yoksulluk, kapitalist toplumun bir olgusudur ve en zengin ülkelerde bile, nüfusun azımsanamayacak bir bölümünün sosyal güvenlikten yoksun olarak, işsizliğin pençesinde olduğu, bu yüzden de en temel ihtiyaçlarını karşılayamadığı bilinmektedir. Amerika’da bile bugün, hiçbir sosyal güvenceye sahip olmadan yaşayanların sayısının 40 milyonu aştığı belirtilmektedir.
Türkiye’de ise, nüfusun 50-60 milyonunun yoksulluk sınırının altında (ayda bir buçuk milyardan az gelire sahip) olduğu, 14 milyonun ise açlık sınırının (ayda 500 milyon TL’nin) altında bir yaşam sürdüğü resmi kurumların verileriyle sabittir.
Son günlerde sermaye örgütlerinin ve DİE’nin verileri üstünden yapılan gazete haberleri bile, yoksulluğun; dilencilikten fuhuşa, psikolojik bunalımlardan aile içi sorunlara, gençliğin yasadışı işlere (hırsızlık, serserilik, kumar, uyuşturucu, fuhuş vb..) sürüklenmesine kadar, pek çok konuda, toplumsal dokuyu tahrip eder boyuta geldiğini göstermektedir.
İşsizlik de, en az yoksulluk kadar korkutucu boyuttadır. Geçen yıl yüzde 10 dolayında olan tarım dışı sektörlerde resmi işsizlik (ekonomi yüzde 6’lar dolayında büyürken), yüzde 20 dolayında artarak, yüzde 12.4’ü bulmuştur. Tarım dahil edildiğinde, işsizlik oranı, yüzde 17’yi de aşmaktadır. Burada, belki kayıt dışı gelirlerden söz edilecektir, ama bu rakamları ne kadar küçültürseniz küçültün, Türkiye’de yoksulluk ve işsizliğin çok büyük boyutlarda olduğunu şöyle etrafına bakanlar bile görmektedir.
Hal böyle olunca, yoksulluğa ve onun en kışkırtıcı bileşeni olan işsizliğe karşı mücadele; sınıf mücadelesinin önemli, sadece zaman zaman gündeme alınacak değil, ama sürekli dikkat noktasında olacak bir alanı olarak ortaya çıkmaktadır.

İŞSİZLİĞE VE YOKSULLUĞA KARŞI MÜCADELENİN DAYANAKLARI

Yoksulluk ve işsizliğe karşı mücadele, kapitalist sistemde sınıf partilerinin, halk partilerinin mücadele programlarında her zaman önemli rol oynamıştır. Ama günümüzde; işsizliğe ve yoksulluğa karşı mücadele, sisteme karşı mücadelenin en önemli bileşenlerinden biri haline gelmiştir. Çünkü; egemenlerin uygulamaya soktuğu ekonomi politikalar (tekeller arasındaki rekabetin ulaştığı boyut demek daha doğru); yoksulluğu ve işsizliği, rastlantısal ve zaman zaman hafifleyen bir etmen olmaktan çıkarıp; büyüyen, yaygınlaşan bir etmene dönüştürmüştür.
Sınıfın partisi, sorunu, sisteme karşı mücadelenin bir bileşeni, ama önemli bir bileşeni olarak ele almaktadır. Bugüne kadar zaman zaman “yoksulluğa karşı mücadele” adı altında kimi kampanya girişimleri olmuşsa da, bunlar; ya kısmi kalmış ya da gündemin sıcak konularının gölgesinde kalarak kendiliğinden sönmüş, gelip geçici olmuşlardır. Oysa, ortada sürekli, her gün büyüyen ve mücadelenin öteki yönlerini de etkileyen bir sorun vardır. Dahası, bir yanda IMF, Dünya Bankası gibi merkezler, öte yanda da hükümetler, yukarıda değinildiği gibi, “yoksulluğa karşı mücadele” adı altında çeşitli programlar geliştirip uygulamaya sokmakta, böylece, yoksul ve işsiz yığınları oyalamayı, onların sisteme yeni umutlarla bağlanmasını sağlamayı amaçlamaktadır.
Toplam üstünden bakıldığında; bugün Türkiye’de işsizlik ve yoksulluk sorunu karşısında, ikisi birbirine bağlantılı üç tutumun olduğunu görüyoruz.

1-) IMF, DB: Piyasa büyüdüğü ölçüde yoksulluk azalır!
Bunlardan birincisi, IMF ve Dünya Bankası’nın (uluslararası sermaye güçlerinin) “yoksulluğa karşı mücadele” adı altında gündeme gelen politikalarıdır ki, IMF denetimindeki ülkeler, bu programları da benimsiyorlar; benimsemek zorunda bırakılıyorlar. Bunlara göre, yoksulluk, yenilmesi gereken değil, ama katlanılması gereken bir olgudur. Bunun için de; sermayeye teşvikler artırılırsa, sermaye yeni yatırımlar yapacak, yeni istihdam alanları ortaya çıkacak, böylece işsizlik, yoksulluk azalacak; yoksulların yoksulluk düzeyleri de katlanılabilir bir düzeye gelecektir. “Mikro kredi”ler; yerel imkânlarla yoksullara yardımlar, “Yeşil Kart” vb. sosyal güvenlik önlemleri de bunlara ekleniyor.
Burada asıl kaygı; yoksulluğun bir “sosyal patlamaya” yol açacak düzeye varmamasıdır. Bunun için, zaman zaman “elden para dağıtma”ya kadar varan girişimler yapılmıştır. 2001 krizi sonrasında, Dünya Bankası; çocukları okula giden ailelere elden verilmek üzere (aile başına 50 milyon TL) 500 milyon dolarlık bir kredi vermiştir. Çünkü o günkü koşullarda, Türkiye’de bir “sosyal patlama ihtimali var” diye düşünülüyordu.

2-) Yoksulların dilenci durumuna itildiği yardım tarzı
Yoksulluğa karşı mücadelede ikinci biçim, Tayyip Erdoğan ve partisinin bir kurumu düzeyine yükselttiği “iane” türü yardım tarzıdır. İslam geleneği ile desteklenen, kökleri Osmanlı’ya da uzanan bu tür yardımlar, zenginlerin kırıntılarından yoksulların da yararlanması biçimindedir. Belirli kutsal ay ve günlerde yoksullara bu yardım dağıtma biçimine son yıllarda belediyeler de katılarak, bu yardımları daha da organize etmiş, belediyenin imkânlarını da katarak, özellikle Ramazan ayında bu yardımların dağıtımı, hükümet ve belediyeyi elinde tutanların bir propagandasına dönüştürülmüştür. Kısacası, yoksullara bu tarz yardım; zenginlerden gelen yardımlarla belediyelerin yardımlarını birleştirip, huzurevleri, belediye aşevleri, vakıflar, yardım dernekleri, imarethaneler vb. üstünden, bunların yoksullara iletilmesi biçimindeydi. Bu biçime, son iki yıldır, devlet hazinesinden Başbakan’ın, hükümetin inisiyatifi ile “ulufe tarzı bir yardım” da eklenmiştir.
Örneğin, Başbakan bir meydan nutkunda; “Bu yıl ilköğretimdeki tüm öğrencilerin kitapları bedava olacaktır”, “Bu yıl yoksul ailelere 800 bin ton kömür dağıtılacaktır” gibi konuşmalarla, “yardımı” politik ranta dönüştürmektedir. Ve bu tarz, giderek daha da etkin kullanılacak gibi görünmektedir.
Bu “yardım” biçiminde, yarın, bir dahaki ay ve yıl ne olacağına dair bir garanti yoktur. Başbakanın ya da bir zenginin gönlünden koptuğu için bu yardım yapılmaktadır; hepsi o kadar! Yardımı alana da, “Ne verirse, Allah razı olsun” demek düşmektedir.
Buradaki en önemli unsur; yoksulların, dilenci durumuna, sadakaya muhtaç, çaresiz insanlar derekesine itilmesidir. Bu tarz; yardıma muhtaç duruma getirilen emekçilerin özgüvenini yok ederken, yardım edene karşı da bir aşağılık duygusu psikozuna girmesini getirmektedir. Devlet ve belediyeleri ellerinde tutan siyasi güç odakları ise; kamu bütçesinden yapılan yardımları birer siyasi rant sağlama aracına dönüştürmektedirler.
Bunun en tipik örneklerinden birisi de; belki de mevcut “yardım” biçimleri içinde en modern biçim olarak uygulamaya sokulan “Yeşil Kart”la ilgili olanıdır. Sonuçta; Yeşil Kart sahiplerine karşı devlet bir yükümlülüğe girmekte, onlara, sağlık, yakacak vb. yardımları yapmayı üstlenmektedir. Ama uygulamada, Yeşil Kart’ın önemli bir bölümünün hali vakti yerinde olan, iktidarla ilişki içindeki siyasi çevrelerin mensuplarına verildiği herkesin malumudur. Hatta Yeşil Kart’lı kişilerin hastanelere Mercedes arabalarla geldiği hikâyeleri anlatılmaktadır. Çünkü; iktidarda olanlar, partilileri hoşnut etmek ve partisine oy sağlamak için Yeşil Kart’ı  rüşvet olarak kullanmaktadır. Nitekim, son yerel seçimlerden sonra, yetkililer, 12 milyona çıkan Yeşil Kart’lı sayısının 8 milyona düşürüleceğini açıklayarak, aslında Yeşil Kart’ın nasıl istismar edildiğini de itiraf etmişlerdir.

3-) İşsizlik ve yoksulluğa karşı mücadele sisteme karşı mücadelenin bir bileşenidir
Sınıf partisi; işsizliğe ve yoksulluğa karşı mücadeleyi, emperyalist yağmaya, kapitalizme, kapitalist sisteme karşı bir mücadele olarak ele almaktadır.
Talepler etrafında geliştirilecek bu mücadele içinde, sınıf partisi; bir yandan emekçilerin yaşamlarını iyileştirmek için tüm yoksulları mücadeleye çekip taleplerin azami olarak gerçekleşmesine çalışırken, öte yandan da bu mücadele içinde yoksulluğun ana kaynaklarını ve yoksulluktan kurtulmanın sınırlarını görerek, onların emperyalizme ve kapitalizme karşı mücadeleye çekilmesine çalışır; yoksulluğa karşı mücadeleyi, yoksul ve işsiz yığınların bilinç ve örgütlenme düzeylerinin yükseltilmesinde bir vesile olarak değerlendirmeyi amaçlar.
Bu yüzden de, aşağıda taleplerden söz edilirken, bu taleplerin, sadece elde edildiği zaman sağlayacağı yararlardan öte; aynı zamanda, sistemin yoksul yığınlar tarafından tanınmasını, yoksulluklarının kaynağının ne olduğunu anlamalarını kolaylaştıracak bir karakterde olduğuna dikkat edilmelidir. Eğer sorun böyle ele alınmazsa; nasıl ki işçilerin kazanımları sisteme karşı bir mücadeleyle (sistem karşıtı karakter taşıyan taleplerle) birleşemediğinde kalıcı olmazsa; yoksulların kazanımları da, ancak sisteme karşı mücadelede yer aldıkları ölçüde az çok anlamlı hale gelecektir.
Burada gözetilecek bir ilke de, yoksulluğun ne bir kader ne de yoksulların tembelliği ya da başarısızlıklarının sonucu olduğudur. Tersine, onları yoksulluğa itenler, sistemin egemenleridir, ve dolayısıyla da, yoksullar, bu sisteme karşı bir mücadele içinde olurlarsa, yoksulluklarını azaltma şansını elde edebilirler.
Sınıf partisi, elbette yoksulluğa ve işsizliğe karşı mücadelede en basit talepleri bile gerekli ciddiyet ve hassasiyetle ele alacaktır; ama burada önemli olan, bu basit taleplerin, onları sınıfın sisteme karşı mücadelesine bağlayan bir stratejiye uygun olarak ele alınması gereğini kavramak ve bu mücadele içinde yoksul ve işsiz yığınları eğitmektir. Sınıf partisi ile bütün diğer müttefiklerini ayıran şey buradadır. Bu yüzdendir ki, sınıf partisi bu görevini unutursa, kaçınılmaz olarak popülist durumuna düşer.
Elbette, bir diğer mücadele edilmesi gereken şey de; “yoksullara yardım”ın, yoksulları “dilenci”, “sistemin yükü”, “zenginlerin kırıntılarıyla geçinip Allah’a şükretmeleri gereken bir güruh” olarak göstermesiyle mücadeledir. Bunun temelinde ise, yoksulları dilenci gören “yardım modelleri”ne karşı mücadele olmalıdır. Yoksa; çok geniş bir yığının her yardıma ihtiyaç duyduğu koşullarda, sorunu, “yardım öyle mi yapılmalı böyle mi yapılmalı” tartışmasına konu etmek, sadece, yoksulları dilenci yerine koyanları güçlendirir. Bu nedenle, bu konuda yürütülecek mücadelenin, işsizlere ve yoksullara yardımların, mümkün olduğu kadar sosyal güvenlik sisteminin görevine dönüştüren bir bütünlük içinde ele alınarak ilerletilebileceği açıktır.
Taleplerin sıralanması gözetildiğinde; taleplerle yukarıdaki açıklamalar arasında bir “çelişki” var gibi gelecektir. Çünkü; yoksulluğa karşı mücadeleden söz edildiğinde; taleplerde de, gelirlerin yoksulluk sınırının üstüne çıkarılmasından söz edilmesi gerekir. Ancak; Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullar, milyonlarca kişinin açlık sınırının altındaki bir asgari ücretle çalışıyor olmasının yanı sıra, ekonominin yarısının kayıt dışı olduğu gibi gerçekler göz önüne alındığında, “yoksulluk sınırının altındaki her emekçi ailesine yardım” demek; somut bir mücadele olarak işsizlik ve yoksulluğa karşı mücadelenin inandırıcılığına zarar verici olur. Bu yüzden talepleri; “açlık sınırı altında olan emekçi ailelerin desteklenmesi”, “asgari ücretin açlık sınırının üstüne çıkarılması” biçiminde formüle edip; bunlara, “okul çağındaki çocuklara okul yardımı”, “evsiz ailelere kira yardımı” gibi ek talepler öne sürmek daha gerçekçi olacaktır. Talepleri böyle anlamak gerekir.
Yoksulluk ve işsizlik öylesine açık ve tehdit edici bir boyuttadır ki, her gün uluslararası  planda olduğu kadar Türkiye’de de, sermaye örgütleri, onların yayın organları yoksulluğun yol açtığı tahribatı sergileyen haberler, yorumlar, makaleler yayımlamakta; hatta sorunun çözümüne dair öneriler öne sürmektedirler. Ama aslolan; yoksulluğa ve işsizliğe karşı mücadele ve onunla mücadele edebilecek güçleri harekete geçirmektir. Çünkü; yoksulluğun ve işsizliğin devasa büyümesinde en önemli şey; emekçilerin mücadelesinin bastırılmış olmasıdır. Bu alanda ileri adım atıldığı ve emek mücadelesi ayağa kalktığı ölçüde, yoksulluğun ve işsizliğin yenilmesinde de adımlar atılmış olacağı unutulmamalıdır.

Unsur: Çerçeve içinde
İŞSİZLİĞE VE YOKSULLUĞA KARŞI MÜCADELENİN TALEPLERİ

1-) Açlık sınırının altında geliri olan her ailenin gelirinin bu sınırın üstüne çıkması için devlet sosyal yardım sağlamalıdır.
2-) Aileyi zayıflatan, çocukların ve gençlerin (lümpenlik, serserilik, fuhuş, hırsızlık, mafya ve çete örgütlenmelerinin eline düşmek vb.) kötü alışkanlıklar edinmesine yolaçan emekçi ailelerdeki yoksulluk koşullarının ailenin dağılıp sosyal yaşamı tahrip etmesi önlenmelidir. Bu noktada, gelirlerin açlık sınırının üstüne çıkarılması, emekçi ailesinin desteklenmesinin ön şartıdır. Ama bundan ibaret değildir. Ailenin okula giden çocukları için eğitim yardımı, küçük çocuklar için sağlık yardımı, emzikli çocuklar için gıda yardımı; tüm sağlık hizmetlerinin parasız olması, mesleksiz gençler için meslek edindirme kursları gibi talepler karşılanmalıdır. Aynı zamanda, aile fertlerinin kültür, sanat vb. etkinliklerden faydalanması için imkânlar sağlanmalıdır.
3-) Yoksul ailelere, okula gidecek yaştaki çocuk başına eğitim yardımı ve sosyal güvenlik sistemi dışındaki tüm aile fertlerine parasız sağlık hizmeti verilmelidir.
4-) Yoksul ailelerin yaşlıları ve kimsesiz yaşlılar için insanca yaşayacakları imkânlar sağlanmalıdır. (Sosyal güvenlik sistemi dışındaki yaşlıların, özürlülerin tüm masrafları devlet tarafından karşılanmalıdır.)
5-) Kadınlar, gençler ve mesleksiz işçiler için meslek edindirme kursları açılmalıdır. Kursların teşvik edici olması için kurslardan çıkanlara iş sağlanması için özel çalışmalar yapılmalı, meslek edindirme kurslarına katılanların asgari masraflarını karşılayacakları bir ücret almaları sağlanmalı, iş arayanlar için bu süre içinde şehir içi ulaşım parasız olmalıdır.
6-) Gelirleri açlık sınırının altında olan ailelerin sağlık, eğitim, iletişim, ulaşım, barınma gibi temel ihtiyaçları devletin vereceği sosyal yardımlar yoluyla parasız sağlanmalıdır.
7-) Evi olmayan yoksullara kira yardımı yapılmalıdır.
😎 İşsizlik sigortasının alt sınırı açlık sınırının üstünde bir miktara çekilmeli ve işten atılan herkesin yararlandığı bir sistem haline getirilmelidir.
9-) Hiçbir sosyal güvencesi olmayanların Yeşil Kart’tan yararlanmaları sağlanmalı ve Yeşil Kart uygulaması siyasi rant aracı olmaktan çıkarılmalıdır.
10-) Sendikasız, sigortasız kayıt dışı çalıştırma önlenmeli, açlık sınırının üzerinde geçinebilecek bir ücret ve sekiz saatlik işgünü uygulanmalıdır.
11-) Bütçede faiz dışı fazla uygulamasına son verilmeli, borç ve faiz ödemeleri durdurulmalı, kaynaklar işsizliği azaltacak istihdama dönük yatırımlara yönlendirilmelidir.

İşgal-NATO karşıtı mücadele ve sınıf içindeki çalışma

ABD’nin başını çektiği emperyalist saldırganlık, işgal ve savaş politikalarına karşı işçi, emekçi halk güçlerinin birleştirilmesi, mücadeleye seferber olması ve anti-emperyalist bir mücadele cephesinin inşa edilmesinin ekonomik-sosyal temellerine dair çeşitli değerlendirmeler, birçok farklı politik grup ve akımların yayın organlarında ve Özgürlük Dünyası’nın sayfalarında yer almaya devam ediyor. Bu kapsamda, Bush’un Türkiye’ye gelişi, NATO Zirvesi ve Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)’ne karşı anti-emperyalist taleplerle sürdürülen mücadele de çeşitli yönleriyle tartışılıyor.
Biz de bu yazımızda, ABD ve işbirlikçilerinin işgal ve BOP kapsamındaki politikalarına karşı sınıf partisinin kitleler içerisinde sürdürdüğü çalışmayı ve sendikaların bu mücadele içerisindeki durumunu değerlendireceğiz.

YAŞANANLARA DAİR KISA BİR HATIRLATMA
Irak’ta yaşanan işgalin yarattığı yıkımın bir kez de işkence fotoğraflarıyla kamu oyunun gündemine gelmesi, Bush’un Türkiye’ye gelişinin kesinleşmesi ve NATO Zirvesi’nin 28-29 Haziran’da Türkiye’de toplanmasının kararlaştırılması ile birlikte, ABD ve işbirlikçilerinin yaptıkları ve yapmak istedikleri, bir kez daha Türkiye’nin temel gündemi olmuştu. Bir yandan sermaye cephesi, hükümet yetkilileri, her renkten holding basını, Türkiye’nin stratejik önemine ve ABD’nin ve işgal güçlerinin bölgeyi yeniden yapılandırma politikalarının Türkiye’ye sunduğu olanakların ne kadar büyük bir tarihi fırsatı ayaklarımıza getirdiği üzerine açıklamalar yapıp, yazıp çiziyor, halkı aldatmak için yoğun bir propaganda sürdürüyordu. O kadar ki, son dönemlerde çeşitli uluslararası organizasyonların Türkiye’de yapılmasının, tanıtım-reklam açısından önemine, milyarlarca dolar harcansa Türkiye’nin tanıtımının bu kadar iyi yapılamayacağına ilişkin manşetler ve özel televizyon programlarıyla, gerçekler unutturulup, hayaller kışkırtılarak, halkı aldatmaya yönelik bin bir türlü alavere-dalavere yapıldı, kırk takla atıldı.
Türkiye’nin prestijini yükseltmek, piyasadaki değerini artırmak, ve bunun için, başta baş terörist Bush olmak üzere, NATO Zirvesi’ne katılacak devlet adamlarının güvenliğini eksiksiz sağlamak adına, İstanbul’da adeta bir sıkıyönetim ilan edildi. Üniversitelerde eğitim-öğretim yılının sona ermesi tarihi öne alınırken, sınavların NATO Zirvesi öncesine ya da sonrasına alınarak, üniversite gençliğinin tepkisinin önü kesilmek istendi. Dahası, 20 Haziran’dan itibaren üniversitelerde NATO konulu etkinliklerin yasaklandığına dair genelge yayınlandı.
Estirilen bu “güvenlik terörü”ne olmadık güzellemeler yapılarak, bu konularda, ABD kadar olmasa da, ne kadar ustalaşıldığı büyük efendilere gösterilmeye çalışıldı.
Ancak bütün bunlara rağmen, halkın ABD’ye olan tepkisi ve yaptıklarına karşı tarihten gelen güvensizlik ve öfkesinin tersine çevrilip, sempatiye dönüştürülmesi başarılamadı. İşkence fotoğraflarının kamuoyuna yansıdığı günlerden başlayarak, halkın tepkisinin ve öfkesinin göstergesi olan gösteri, eylem ve etkinliklerin önüne geçilemedi. Yapılan gösteri vb. etkinliklere katılım, istenilen yaygınlık ve kitlesellikte değildi. Ama, işçi, emekçi halk yığınlarının, estirilen bütün yalan rüzgarlarına rağmen, ABD ve işgal güçlerinin iyi şeyler yaptığına ikna edilemediği gerçeği, sermaye güçleri tarafından bile kabul edilecek kadar hissedilir, görülür boyutlardaydı. Fabrikalarda, işyerlerinde, sokaklarda, kahvelerde, otobüslerde, az çok halkın duygularına kulak veren herkes, halkın büyük çoğunluğunun hoşnutsuzluğunu, ABD ve işbirlikçilerinin yaptıkları konusundaki rahatsızlıklarını fark ediyordu.

SINIF PARTİSİNİN ÇALIŞMALARI ÜZERİNE
ABD’nin başını çektiği emperyalist işgal ve saldırganlığa karşı işçi, emekçi halk kesimlerinin tepkisi ve öfkesini yaygın ve kitlesel eylemlerle göstermesini sağlamak, hangi burjuva politik akımdan etkilenmiş olursa olsun, halk güçlerinin ortak, birleşik mücadelesini örgütlemek için çaba sarf eden sınıf partisi, güçlerini seferber ederek, yoğun bir çalışma sürdürdü. Özellikle NATO Zirvesi öncesi son 20 gün boyunca, seçim dönemlerindeki kadar yaygın bir aydınlatma faaliyeti yürütüldüğünü söylemek bir abartı olmayacaktır.
Irak’ta yaşanan işgal ve işkencenin mimarlarının Türkiye’ye gelişinin nedenlerini ve niçinlerini halka anlatmak, NATO Zirvesi ve Büyük Ortadoğu Projesi’nin içeriği ve amaçları konusunda halkı bilgilendirmek ve ABD emperyalizmi ile işbirlikçilerinin Türkiye, Ortadoğu ve dünya halklarının bugünü ve geleceğine ilişkin savaş ve yıkım planlarını teşhir etmek, sürdürülen aydınlatma çalışmalarının içeriğini oluşturuyordu. Bu çalışmalarda yüz yüze gelinen kadın erkek, genç yaşlı binlerce, on binlerce işçi ve emekçinin, yaşananlara karşı tepki gösterirken, henüz kendi günlük yaşamı ve geleceği açısından nasıl bir tehditle karşı karşıya olduğunu anlaması, kavraması konusundaki eksiklikleri gidererek, mücadele ve örgütlenmesini bir adım daha ileriye taşımak, sınıf partisinin yakın hedefleri arasındaydı.
Bu yakın hedefe bağlı olarak, fabrika ve işyerlerinde toplantılar, yine bu alanlara yönelik genel ve özel bildiriler, mahallelerde, cami önlerinde, semt pazarlarında ajitasyon gösterileri, kahve ve ev toplantıları, işçi, emekçi halk yığınlarının tepkisi ve öfkesinin örgütlenmesi için sürdürülen çalışmanın belli başlı araçları oldu.
Sınıf partisi, bir taraftan kendi bağımsız çalışmasını sürdürürken, bir taraftan da, çeşitli politik grup ve çevrelerin ortak bir platform etrafında birleşip, işgalcilere ve Türkiye’yi işgale ortak etmek isteyenlere karşı güçlü bir tepki örgütlenmesinde ortak hareket etmesini sağlamak için çaba sarf etti. İslamcı, Kemalist, sosyal demokrat, küçük burjuva sol çevreler de dahil, ABD’nin ve işbirlikçilerinin politikalarından rahatsız olan, şu veya bu yönüyle tepki gösteren çevrelerin bir araya getirilmesi, halkın tepki ve öfkesinin örgütlenmesini zayıflatacak tutum ve anlayışların bertaraf edilmesi, bunun öneminin her platformda sürekli vurgulanması, sınıf partisinin dikkat gösterdiği temel hususlar arasındaydı.
Bu açıdan da ileriye dönük somut adımlar atılırken, bu birleşik mücadele tutumunun ön cephesini sendika ve kitle örgütlerinin tutması için ısrarlı bir tutum sergilendi. Ancak, zirvenin son günlerine doğru bütün çabalara rağmen, ortaya çıkan grupçu, reklamcı, rekabetçi ve bozguncu bir dizi tutum ve anlayışın işgal ve NATO karşıtı cepheyi zayıflatan çıkışlarına engel olunamadı. (*)
Sınıf partisinin özellikle fabrika ve işyerlerindeki çalışmaları, işgal ve NATO’ya karşı mücadelenin ana gövdesini işçi sınıfı ve emekçilerin oluşturması için büyük öneme sahipti. Bu gerçekten hareketle yapılan fabrika, işyeri toplantıları ve aydınlatma çalışmalarında, işgalin, NATO Zirvesi’nin ve BOP’un işçi ve emekçilere kestiği ve keseceği faturanın, bölge ve Türkiye halklarının bugünü ve geleceği açısından sonuçlarının üzerinde duruldu. Bu çalışmalar, belli oranlarda, özellikle İstanbul’da çeşitli işkollarından işçi ve emekçilerin harekete geçmesini sağladı. 27, 28, 29 Haziran eylemlerine kadar Telekom işçilerinin, Tuzla Tersane işçilerinin, Gezer Terlik Fabrikası işçilerinin, sağlık ve eğitim emekçilerinin, Sümerbank, Karayolları ve Belediye işçilerinin ve belli başlı illerde çeşitli işkollarından işçi ve emekçilerin, toplam etkisi sınırlı olan, ama koşullar düşünüldüğünde küçümsenmemesi gereken eylemleri, bu çalışma ve çabaların bir sonucu olarak gerçekleşti.
Örgütsüz işyerlerinin ve genç işçi kuşaklarının yoğunlukta olduğu Organize Sanayi Bölgeleri’nde ve sanayi sitelerinde ise, yürütülen çalışmalar, genç işçi kuşaklarının kitlesel tepkisinin örgütlenip açığa çıkarılmasını, bunun, eylemlerle sokağa yansımasını sağlamaya yetmedi.
Şüphesiz bu ve diğer alanlardaki çalışmanın dünden bugüne getirdiği birikimin, olanakların henüz istenilen düzeyde olmamasının, işçi ve emekçilerinin tepkisinin istenilen düzeyde eyleme yansımamasında önemli bir rolü var. Ancak hem bu durumun, hem de işgal ve NATO karşıtı mücadelede ortaya çıkan tablonun gösterdiği temel birkaç hususun altını çizmekte de fayda var.

1-) Yoğun bir teşhir-ajitasyon ve aydınlatma çalışması sürdürülen bu alanlarda, genç işçi kuşaklarının tepkisinin eyleme dönüşmesindeki zayıflıklar, zorluklar, işgal ve işkenceye karşı genç işçi yığınlarının tepki duymadığı anlamına gelmez. Aksine yapılan birçok etkinlikte, işçi-işsiz onlarca, yüzlerce yeni gençlik grupları, mahalle veya merkezi düzeydeki eylemlere katılmıştır. Bundan sonra yapılacak iş, bu öne atılan gençlik gruplarının eğitimi ve örgütlü gruplar halinde mücadeleye katılmasının sağlanması için çalışmaktır. İşçi sınıfı ve emekçilerin mücadele ve örgütlenmesini güçlendirecek, mücadele bayrağını devralacak ileri, sınıf bilinçli bir genç işçi kuşağının yetiştirilmesinde ısrarlı, kararlı ve sebatkar olmaktır.

2-) Fabrika ve işyerlerinde, genç işçi, emekçi kuşaklarının mücadeleye atılan kesimlerinin karşına çıkan ve “Biz bunları çok yaptık, ama bir şey olmadı” diyerek, onların önünü kesen “eski kuşakların” tutumları karşısında teslim olmamak gerekir. Bu yorgun ve gerçeği yansıtmaktan uzak, birçoğu sınıfın birikimini ve değerlerini yansıtmayan yaklaşımların, eğitici ve öğretici değil, sınıf hareketinin birikiminin genç işçi, emekçi kuşaklar tarafından ileri düzeyde edinilmesiyle ters-yüz edilecek, aşılacak yaklaşımlar olduğu açıktır. Bunun için de, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesi içerisinde yaşanan bu türden tartışmalarda, yapıcı, kazanıcı olmak, ve bu tartışmaları, daha ileri düzeyden tartışmaların vesilesi yapmak, fabrika ve işyerlerinde mücadele ve örgütlenmenin önünü açacaktır.

3-) İşçi ve emekçi kitleler içerisinde sürdürülen yazılı ve sözlü aydınlatma çalışmaları, ajitasyon ve çağrılarda, kitlelere güvenle seslenen, etkili ve kararlı bir tutumla, cesaretle öne atılan bir tutum takınmada zayıflıklar mevcuttur. Hatta bu bazen, “Nasıl olsa eyleme, mitinge gelmeyecekler. Biz uğraşıyoruz, ediyoruz, ama çok da bir şey olmayacak” deyip, sonra da, işçi ve emekçi kitleleri, taleplerine sahip çıkma ve mücadeleye çağırmama gibi, gerçekçi olma adına özgüvenden ve kitlelere güvenden uzak yaklaşımlara bile varabilmektedir. Bütün bunlar, işçi, emekçi kitlelerin “NATO’dan bana ne, NATO gelse de benim hayatım değişmeyecek, gelmese de” türünden kendiliğinden tepkileri ve itirazları karşısında, ikna edici, aydınlatıcı ve etkileyici bir tutum ve çaba içerisinde olmanın uzağına düşmeye neden olmaktadır. Dahası, kitleler içerisindeki çalışmanın, emek, sabır, kararlılık, canlılık, bilgi ve süreklilik istediği gerçeği gözardı edilmektedir.

4-) Sınıf partisinin güçleri ve ileri, sınıf bilinçli işçiler, işçi, emekçilerle günlük ilişkilerinde, sağ-sol, ilerici-gerici saflaşmalarına sıkışıp kalamazlar, kalmamalıdırlar.
Örneğin bir işyerinde, Irak’ta yaşanan işkencenin fotoğraflarının basına yansımasının ardından şöyle bir tartışma yaşanıyor: İşyerinde, “İslamcıların önde geleni” diye bilinen bir işçi, sosyal demokrat bir işyeri temsilcisine ve sınıf partisinin üyesi bir işçiye gelip, “bu konuda işyerinde bir şeyler yapalım” diyor. İşyeri temsilcisinin tepkisi, “Ne yapacağız? Gidip AKP’ye oy veriyorsunuz, sonra da bir şey yapalım diyorsunuz” şeklinde oluyor. Sınıf partisinin üyesi olan işçi ise, işyeri temsilcisinden yana bir tutumla tartışmaya katılıyor ve daha tartışma başlamadan bitiyor. İslamcı işçilerin önde geleni olarak bilinen işçi, “AKP bir şey yapmıyor da, solcular iktidara gelince ne yaptı” diyerek masayı terk ediyor.
Bu ve buna benzer tartışmalar, geride bıraktığımız süreçte, şüphesiz bu işyeriyle sınırlı değildi. Bu tartışmaların yaşandığı işyerlerinde, açık ki, belki de, o güne kadar işçiler arasındaki yanlış politik saflaşmaların dağılıp, yerine, sınıf kardeşliği, sınıf çıkarı temelinde yeni bir yakınlaşma ve birleşmenin geçmesinin önemli bir fırsatı, olanağı olacak ciddi bir adım atılamamış, işçilerin birleşik, ortak eyleminin olanakları heder edilmiştir.
Sınıf partisinin güçleri ve işçi önderleri, işçi, emekçi sınıfların şu veya bu düzen partisinin ya da burjuva politik akımın etkisinde kalmış işçi, emekçilere karşı, politik önyargılar, araya mesafe koyan tutum ve sığ yaklaşımlar sergilememelidir. Ortaya çıkan her yeni durumda, işçilerin birliğini sağlamak ve ileri bir noktadan duruma müdahale ederek, işçilerin kendi çıkarlarının ve geleceklerinin nerede olduğunun bilinç ve ayırdına varmalarına yardımcı olmak, fabrika ve işyerlerindeki örgütlenme çalışmalarında temel yaklaşım olmalıdır.

*
İşgal, NATO ve Bush karşıtı eylemlere halkın katılımının istenilen, beklenilen düzeyde olmamasının nedenlerini, kitleler içerisinde sürdürülen çalışmadan bağımsız, kitle çalışmasını olumlu ya da olumsuz etkileyen gelişmelerden, olay ve olgulardan soyutlayarak ele almak doğru değildir. Ancak, yukarıda belirli yönleriyle vurgulanan hususlara dair, işçi sınıfı ve emekçiler içerisinde sürdürülen çalışmalardan öğrenip, sınıf partisinin güçlerinin, meselelere dair kendi cephesinden sonuçlar çıkarması da ihmal edilmemelidir. Sadece koşullara veya sınıf dışı kesimlerin mücadeleyi zayıflatıcı tutum ve eylemlerine bakarak, öğrenmek, ilerlemek ve güçlenmek mümkün değildir.

EMEK ÖRGÜTLERİNİN SORUMLULUĞU SADECE KARAR ALMAK DEĞİLDİR
İşgal ve NATO karşıtı mücadelenin ön cephesini sendikaların tutması için sınıf partisinin özel bir dikkat gösterdiğine yukarıda değinmiştik. Elbette ki bu dikkat, yersiz ve sebepsiz değildir.
İşgale, NATO’ya ve Bush’un Türkiye’ye gelişine karşı, anti-emperyalist talepler etrafında işçi sınıfı ve emekçilerin ana gövdesini harekete geçirmek için yürütülen çalışmalar, 1 Mayıs çalışmalarının da temel gündemlerinden birini oluşturuyordu. Bilindiği gibi, 2004 1 Mayısı iki ayrı gösteriyle kutlanmış, ve bu, sendikal hareket içerisinde önemli tartışmalara neden olmuştu. 1 Mayıs’ın hemen arkasından gelen işgal, NATO ve Bush karşıtı eylemlerin yeni bölünmelere ve sendikal hareket açısından daha geri ve zayıflatıcı sonuçlara neden olmaması için, sınıfın partisi, başından beri, kurulan ortak platformlarda sendikaların, kitle örgütlerinin aktif rol alması için çaba sarfetti.
Ancak sınıf partisinin bütün çabalarına rağmen, mücadelenin ön cephesinin sendikalar ve kitle örgütleri tarafından tutulmasında yaşanan sorun ve zayıflıklar aşılamadı. Bir süredir sendikal hareket içerisinde belirginleşen ve 1 Mayıs’ta belirli yönleriyle kendisini dışa vuran ve işgal, NATO ve Bush karşıtı mücadele içerisinde de varlığını sürdüren bazı eğilimlerin bundaki payı görmezden gelinemez.

1-) Burjuvazi ve sermaye güçlerinin yüzyılın son çeyreğini kapsayan dönem boyunca sürdürdüğü yeniden yapılandırma politikalarının ideolojik, politik, kültürel cepheden hedefe koyduğu kesimlerin başında, işçi sınıfı ve emekçilerle, onların mücadele ve örgüt birikimi, değerleri gelmiştir. Bu saldırının yarattığı en büyük tahribat ise, “işçi sınıfının, emekçilerin özgüveni” ve “birleşik gücüne ve eylemine olan güven” konusunda yaşanmıştır. Bu durumun en çok gözlendiği kesimlerden biri de, sendikal hareketin başında bulunan yönetici kadrolardır. Burjuvazinin ve sermaye güçlerinin saldırılarına karşı, başta genç işçi kuşakları olmak üzere, işçi sınıfı ve emekçilerin aydınlatılması, talepleri için mücadeleye seferber edilmesi ve birleştirilmesi hayati öneme sahipken, sendika ve konfederasyon yönetimleri, bırakın bunu yapmayı, bunu yapmaya çalışanlara yardımcı olmaktan bile uzak durumdadır.
İşçi sınıfı ve emekçilerin birliğe, acil talepleri için ortak mücadeleye en çok ihtiyaç duyduğu bir dönemde, sendikal hareketin üstünde oturanlar, birbirleriyle uğraşmayı, “kim daha fazla sınıftan yana” diye tarih-miras yarıştırmayı ya da “sağ sendikacılık, sol sendikacılık” saflaşması ile kimin haklı kimin haksız olduğu tartışmasını, her fırsatta bir gerekçe bularak körüklemeyi marifet sayabiliyorlar. Öyle ki bu kapışma ve kamplaşmayı gerekçe göstererek, işgal ve NATO karşıtı eylemlerin İstanbul’daki şubeler tarafından örgütlenmesini engelleyip, devre dışında bırakmayı sendikal demokrasi adına savunabilecek kadar ileri gittiler. (**)

2-) Bu anlayışın bir devamı olarak, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadeleye seferber edilmesi için bütün olanaklarını harekete geçirmek, dikkat noktasını, fabrika ve işyerlerinde işçi ve emekçilerin mücadeleye katılımının örgütlenmesini sağlamak yerine, işyeri temsilcilerine “biz kararları aldık, işçileri mitinge, eylem alanına getirmek işi sizin sorumluluğunuzdur ve sıra sizde” demeyi, “gerçekçilik”, “mücadelecilik”, “sınıf ve kitle sendikacılığı” anlayışının gereği olarak savundular.
On binlerce, yüz binlerce üyesi olan koca koca konfederasyon ve sendika genel merkezleri, miting ve eylem alanlarında birkaç bin kişi ile pankart açmayı “ne yapalım, biz çağrı yaptık, ama bu kadar kişi geldi” diyerek izah edip, işin içinden çıkıverdiler! Ama sendikal çizgi tartışmasında, “radikal-sol” sendikacılık ya da “dönemin gereği olan” sendikacılık adına bölünmeyi ve ötekini suçlamayı, yüksek politika olarak saatlerce, günlerce icra ettiler.
Nedense hiç birisinin aklına, bu kadar enerji ve çabayı, fabrika ve işyerlerini gezip, işçi ve emekçilerin duygularını, fikirlerini, eğilimlerini, kaygılarını dinlemek, tartışmak ve ileri bir tutuma kazanmak için harcamak gelmedi. “Elbette ki, bütün işyerlerini biz gezeceksek, daha alt kademelerdeki sendika yöneticileri, temsilcileri ne yapacak?” diye düşünüp sorabilirler. Sendika konfederasyonları yönetimlerinin işi yukarıda birbirleriyle didişip, analiz-sentez yarıştırmak olunca, aşağısı da öyle görünür. Ama en azından eylemin karar ya da yukarıdan emirlerle örgütlen(e)mediği fabrika ve işyerlerinde toplantılar, tartışma ve hazırlıklarla işçi ve emekçilerin alana çekilebileceği, sınıfın, emekçi kitlelerin birleşik gücüne az çok inanan-güvenen herkes tarafından kabul edilecektir.

3-) Sendikal kademelerde, başta sendikalara üye olan işçi ve emekçiler olmak üzere, genel olarak işçi, emekçi halk kitlelerinden yakınmak, şikayette ve serzenişte bulunmak neredeyse alışkanlık haline gelmiş durumdadır. Tabanın geriliğinden, bilinçsizliğinden yakınmak moda olmuş görünüyor. Bir an olsun böyle söyleyenlere hak verelim. Bu durumda bile, sınıf bilincinden yoksun, geri tabanın bu durumu kendi kendine nasıl değişecek? Ya da şöyle soralım; bilinçli, ileri ve aydınlanmış olanın durumu buysa, bilinçsiz ve geri olanın durumunda şaşılacak ne var?
Bugün az çok işçi, emekçi kitleler içerisinde onları kazanıp mücadeleye katmak için uğraşan herkes bilir ki, işçi sınıfı ve emekçi yığınların mücadeleye atılmasının önünde, “bilmeyenlerin” değil, “çok bilen ya da bildiğini sananların” yarattığı tartışmalar, sorunlar ve sıkıntılar engel oluşturuyor. Kimse, işçi, emekçi yığınların içinde bulunduğu durumdan, yine onları sorumlu tutarak, işin içinden sıyrılamaz. Onlara önderlik etmek, içinde bulundukları durumu değiştirip, onları eğitip örgütleyerek mücadelenin dinamik gücü haline getirmek için öne çıkıp, aday olup, sendika yönetimlerine gelmek için çırpınanlar ya da “istemem yan cebime koy” diyerek sendika yönetimlerine gelenler, kuşkusuz sorumluluk ve vebal altındadırlar.

Seçkincilik ve kolaycılığı terk edilmelidir
İşçi, emekçi yığınların içinde bulunduğu durumu tersine çevirmeye aday olanlar (buna sınıf partisinin güçleri de dahildir), seçkinci ve kolaycı tutum ve anlayışları terk etmeden, iddialarında ve söylediklerinde inandırıcı olamazlar.
Bugün sermayenin çok yönlü saldırıları karşısında, sınıf bilincinden, sendikal örgütlülükten yoksun ya da sendikalı olsa bile, ne yapması gerektiğinden habersiz on binler, yüz binler, milyonları kazanmanın, taleplerine sahip çıkıp, mücadeleye seferber etmenin zorluklarını herkes biliyor. Ancak bu zorluklar karşısında, işçi sınıfı ve emekçileri suçlamak gibi kolaycı ve üst tabaka devrimciliği, solculuğu tarafından beslenen seçkinci, kendi üzerine düşeni yapmadan yanındakini veya uzağındakini suçlayarak eleştirmeyi terk etmeden, sınıf hareketinin ve sendikal hareketin ileriye doğru bir hamle yapması mümkün değildir.
Mücadeleye atılan, kendi çıkarları için harekete geçen ve örgütlenip miting ve eylem alanlarına gelen işçi ve emekçiler, kendilerine güven veren işçi ve sendika önderlerinin, ileri, sınıf bilinçli işçilerin etrafında birleşerek, kenetlenerek mücadeleye katılıyorlar. Yani bilenlerin ya da bildiğini söyleyenlerin, üzerlerine düşenleri yaptıkları koşullarda, işçi ve emekçi yığınların eylemi ve örgütlenmesinde bir canlılık ve ileri sıçrama söz konusu oluyor. Bugün bunun gereğini yapmadan, tarihle veya geçmişle övünmek, sınıf hareketinin tarihinden, geçmişinden hiçbir şey öğrenmemek, dahası işçi sınıfı ve emekçilerin tarihteki mücadele deneyimi ve birikimini bile kendi konumunu izah etmenin malzemesi yapmak anlamına gelir.
İşgal, NATO ve Bush karşıtı mücadele bir kez daha göstermiştir ki, önümüzdeki dönem, işçi, emekçi ve sendikal hareketin, bulunduğu mevziden bir adım ileriye çıkabilmesi için, onun ön cephesini tutanların seçkincilik ve kolaycılıktan kurtulup, sorumluluklarının gereğini yapması şarttır. Bu, aynı zamanda, bunu yapmayanlardan kurtulmayı ve yenilenmeyi de kapsar.
Bunun için, bir kez daha ihmal edilemez bir gerçeğin altını kalın çizgilerle çizmek gerekir: Böyle bir yenilenmenin temel dayanağını oluşturacak olan güç, sermayenin saldırıları sonucu, çalışma ve yaşam koşulları katlanılmaz hale gelen işçi ve emekçi yığınların fabrika ve işyerlerinden yükselecek mücadelesidir. Sınıf partisinin güçleri, bir taraftan işçi, emekçi ve sendikal hareketin, sendika bürokrasisi tarafından tahrip edilip, sınıf dışı eğilimlerle yıpratılıp, zayıf düşürülmesine karşı ideolojik, politik bir mücadele sürdürecektir. Ancak açıktır ki, bu mücadeleyi de içermek üzere, yenilenmenin asıl dayanağı olan fabrika ve işyerlerinden yükselen bir mücadelenin örgütlenmesi, sınıf partisinin temel sorumluluğudur. Çalışmalarına ve eylemine de bu tutum ve anlayış yol göstermektedir.

————————————-

(*) Bu konuda Özgürlük Dünyası’nın geçen sayısında değerlendirmeler yapıldığı için, sadece değinmekle yetindik.

(**) Burada üzerinde durulan, DİSK ve KESK’teki egemen anlayıştır. Türk-İş ve bağlı sendikaların birçoğunun üst yönetimleri ve şubeleri ise, bütünüyle sürecin dışında kalmıştır. İşgal, NATO Zirvesi ve Bush’un Türkiye’ye gelişine karşı yazılı bir açıklama dahi yapamayacak kadar bataklığa batmıştır. Hak-İş ise, hükümetin kendisine yakın olduğu hesapları üzerinden, “en büyük konfederasyon olma” hayalleri peşinde koşmaktadır. Dolayısıyla, biri ötekinden farklı bir rol oynuyormuş gibi değerlendirmeler ya da derecelendirmeler, yaşanan gerçeklerden uzak sonuçlara varmaya neden olmaktadır.

Amerikan emperyalizminin eylem planı PNAC raporu

Bir süre önce ABD Hazine Bakanı Paul O’Neill’in, “Başkan Bush Irak savaşını 11 Eylül’den önce planlamıştı” yönlü açıklamaları, birçok tartışmanın yanı sıra Amerikan ‘düşünce’ kuruluşlarından Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi’nin (PNAC) hazırladığı 2000 tarihli bir raporu da tekrar gündeme getirdi. ABD Başkanı George W. Bush’un göreve başlamasından 10 gün sonra, ilk Ulusal Güvenlik Konseyi toplantısının ana gündem maddesinin, Saddam Hüseyin rejiminin devrilmesi olduğu biliniyor. Ancak elbette, Bush ve ekibinin Irak’a dair planları, yönetime gelmelerinden çok daha öncesine uzanıyor.

YILLAR ÖNCESİNDEN BUGÜNÜ VE YARINI OKUMAK
Bu bağlamda, her ne kadar, kadrolarını Amerikan tarihinin en saldırgan hükümetlerinde görev almış şahinlerin oluşturduğu Bush yönetiminin tek referans kaynağı olmasa da, PNAC’ın söz konusu raporunu incelemek, mevcut Amerikan hükümetinin iç ve dış politikalarının, ABD’nin Soğuk Savaş öncesi ve sonrası emperyalist politikalarıyla bağlantısını kurmak için önem taşır. Bugün yaşanan çıkar çatışmalarını, ABD’nin son olarak ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ (BOP) olarak formüle ettiği ve Türkiye’yi tam da merkezine alan özellikle Ortadoğu ve Körfez üzerine ve dünyanın diğer çıkar çatışma merkezleri üzerine hamlelerini yıllar öncesinden daha geniş bir perspektifle okumak için, ‘think tank’ kuruluşu PNAC’ın doğuşu üzerinde durmak gerekir.
PNAC, Amerikan dergilerinden Weekly Standart’ın editörü William Kristol tarafından, ABD’nin askeri ve dış politikasını ‘geliştirmek’ için kuruldu.
Kristol’un Weekly Standart dergisinin sahipleri arasında, adeta işgalin cephe gerisi olarak faaliyet yürüten Fox haber kanalının sahibi Rupert Murdoch da bulunuyor. ‘Düşünce kuruluşu’nun başkanı, eski ABD Başkanı Ronald Reagan döneminde Dışişleri Bakan Yardımcılığı yapmış olan Robert Kagan. PNAC’ın üye listesinde bulunan diğer isimler ise çok daha tanıdık:
– Richard Armitage (Şu an ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı)
– ‘Karanlıklar Prensi’ Richard Perle (Pentagon Savunma Politikası Bölümü yetkilisi, işgalin başarısızlıklarının diyeti olarak istifa etti)
– Başkan yardımcısı Dick Cheney
– Bush’un kardeşi Jeb Bush
– Lewis Libby (Cheney’in yardımcılarından)
Listenin belki de en önemli ismi Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in yardımcısı Paul Wolfowitz. PNAC raporunun doğuşu, 1992 yılında Paul Wolfowitz tarafından hazırlanan Savunma Planlama Kılavuzu’na dayanır. Bu nedenle, Wolfowitz, raporun babası olarak tanınır.
Ancak PNAC’ın günümüze uzanan tek bağlantısı, yaratıcılarının şu an ABD politikasına şekil veren ismiler olmasıyla sınırlı değil. Düşünce kuruluşunun hazırladığı “Amerika’nın Savunmasını Yeniden İnşa Etmek” başlıklı rapor, neredeyse kelimesi kelimesine, 20 Eylül 2002’de, “ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi” adlı belgede resmi ABD politikası olarak kabul edildi.
Bu durumu ortaya koyan küçük örneklerinden biri, Savunma Bakanı Rumsfeld’in savunma bütçesinde 48 milyar dolarlık artış talep etmesi ve bunu hayata geçirmesidir. Zira raporda, ‘savunma’ harcamalarının milli gelirin yüzde 3’ten 3.8’ine çıkarılmasının, olmazsa olmaz bir gereklilik olduğu üzerine defalarca vurgu bulunuyor.

SAVAŞSIZ KALMA TELAŞI
PNAC’ın kuruluşu, Baba Bush’un, Sovyetlerin yıkılmasının ardından Yeni Dünya Düzeni’ni, yani başka bir anlamda, “ABD’nin sonsuz refah ve zaferini” ilan etmesinden birkaç yıl sonraya denk gelir. Rapor’un Kagan ve Kristol imzalı önsözünde, ABD yöneticilerinin, bu “rahatlığın getirdiği bir rehavete kapılmaya başlaması tehlikesine” dikkat çekilirken, raporun, mevcut yönetim ve gelecek yönetimler için, savunma stratejileri geliştirilmesinde kılavuz olarak kullanılması için yazıldığı belirtilir.
Raporun mimarlarına göre, “Evet, ABD Soğuk Savaş’tan kesin bir zaferle çıkmıştır, ancak ABD’ye yönelik tehditler son bulmamıştır.” Temel olarak “Bu noktada, ABD, yeni yüzyılı kendi amaçları ve çıkarları doğrultusunda şekillendirebilecek mi?” sorusunu soran raporun altında yatan düşünce şudur: Komünizm tehlikesinin ‘bertaraf edilmesi’, ABD’li anti-komünistlerin saldırgan politikalardan geri durmasına yol açmıştır. Ve bu nedenle, ABD’nin dış politikasına Soğuk Savaş öncesi saldırganlığını yeniden kazandırmak için yetkililerin ‘aklını başına getirme’ görevi, PNAC mimarlarına düşmüştür. Kısacası, Soğuk Savaş’ın bitmesinin ardından, ABD emperyalizmi, saldırgan politikalarını haklı gösterebilmek ve savunabilmek için belli başlı dayanaklara ihtiyaç duymaktaydı. Artık ‘düşman’ ölmüştü, bu nedenle yeni düşmanlara, yeni savaş alanlarına, yeni taktiklere ve yeni konseptlere ihtiyaç vardı. Dahası, başka güçler (Avrupa ülkeleri kastedilmektedir), ABD’nin ekonomik durumunun ve siyasi egemenliğinin tam da arzu edilen rolüne oynamaktaydı. Yani, emperyalist çıkar çatışmalarının, ‘barış’ döneminde dahi, ABD’nin ‘süper güç’ konumuna zarar verebileceği, hatta başka güçlerin onun yerini alabileceği endişesi, ABD yetkililerini her zaman tetikte tutmalıydı. Bunun için en geçerli yöntem ise, ‘savunmayı’, yani ABD’nin –özellikle dış ülkelerdeki– askeri varlığını geliştirmekti. 20. yüzyıldan, krizler başlamadan önce durumu şekillendirmek ve tehditler büyümeden karşılık vermek gerektiği dersini çıkaran Kristol ve Kagan, “tüm dünyada bir Pax Americana”, yani Amerikan Barışı peşindedir.
Ayrıca, ABD’nin, ‘diğer güçlerin’ kendisine rakip olmasını askeri güçle engellemesini öneren rapor, hayati hammaddeleri elde etmek gerekir diyerek de, Körfez petrolünü hedef olarak gösterir.
Rapor’un önsözünde, bu belgenin, eğitim amaçlı olduğu öne sürülür. Ancak raporun hedeflerinin sıralandığı şu paragraf dahi bu iddiayı boşa düşürmeye yeterlidir: PNAC raporunda, hedefler, “Küresel ABD hakimiyetini sürdürmek, bir rakip gücün yükselişini engellemek ve uluslararası güvenlik düzenini, Amerikan ilke ve çıkarlarına uygun olarak şekillendirmek” olarak ifade ediliyor.
Tüm bu yeni ihtiyaçlara detaylı cevaplar veren rapor, bu bağlamda muhafazakârların yeniden doğuşu olarak değerlendirilebilir.

BUSH BEKLENEN KAPTAN
PNAC raporunun hazırlanmasından üç yıl önce Kristol, Saddam’ın devrilmesinin gerekliliği üzerine başka bir rapor yazar. 1998 yılında Rumsfeld, Wolfowitz, Perle, Armitage’ın da aralarında bulunduğu PNAC üyeleri, bu rapor üzerine, Clinton’a bir mektup göndererek, “Biz, yönetiminizi, Saddam rejimini iktidardan düşürmek amacıyla bir strateji geliştirmesi için zorluyoruz” derler. Ancak Clinton’un bu mektuba cevabı, “hükümetinin El kaide ve lideriyle uğraştığı” olur. Bu mektupta, Bush’un ağzından düşürmediği ‘önleyici saldırı’ kavramından da bahsedilmektedir.
Bush yönetiminin başa gelmesiyle, Clinton’dan olumsuz yanıt alan PNAC ekibi, aradıkları kaptanı bulmuş olurlar. Zira; PNAC raporunda da, Clinton yönetiminin ‘pasif savunma politikaları’ sık sık eleştirilirken, raporun, yeni seçim dönemi ve yeni başkanın askeri politikalarını ve stratejilerini hazırlarken rapordan yararlanması için hazırlandığı belirtiliyor.
11 Eylül’de İkiz Kuleler’in vurulmasının da, Bush yönetiminin, hem kendi halkını hem de dünya halklarını saldırgan politikalarına ikna etmek için arayıp da bulamadığı fırsat olduğu, çokça söylendi. PNAC raporu ise, on yıl öncesinden buna işaret etmektedir, ve bu yönüyle, bu yorumların yazılı kanıtı niteliğindedir. Raporda “yeni Amerikan yüzyılında” askeri stratejilerin dönüştürülmesi ve yenilenmesi planları anlatılırken, bunların, getireceği mali yük nedeniyle tepki toplayacağı söyleniyor. Bu nedenle, ABD’nin ihtiyacı olan, bir ulusal felaket durumudur: “Dönüşüm projesi, ABD siyasi hedeflerine ve ABD müttefiklerinin hedeflerine ters düşebilir. Dahası, önemli bir değişim getirse bile, dönüşüm süreci uzun olacaktır ve Pearl Harbour gibi bir felaketin olmadığı durumunda mümkün değildir.”

‘DÖRT ÖNEMLİ MİSYON’
Toplam 5 ayrı ana başlıktan oluşan raporun, giriş bölümünün tamamen yayılmacı ve işgalci politikaların ve bu eksende tüm dünyada askeri varlığın genişletilmesi ve geliştirilmesinin ABD’nin çıkarları için ne kadar hayati olduğuna ikna etmeye adanmasının ardından, biçilen ‘dört önemli misyon’ günümüz açısından oldukça dikkat çekicidir: Amerikanın küresel liderliğini sürdürmesi için Avrupa’da güç dengelerini koruması, iç güvenliğini sağlaması, Ortadoğu ve çevresindeki enerji kaynakları bulunan bölgede ve Doğu Asya’da güç dengelerini koruması ve devlet olmayan oyuncular ve teröristlerle bağlantısı bulunan devletlerin istikrarını sağlaması.
11 Eylül saldırılarından sorumlu tuttuğu Usame Bin Ladin’i bir numaralı terörist ilan eden ABD, Suudi Arabistanlı milyarderin ayak bastığı her ülkeyi potansiyel düşman olarak kabul ettiğini açıklamıştı. Böylece “devlet olmayan oyuncu”nun düşman ilan edilmesi, “teröristlerle bağlantısı bulunan ülkelerin istikrarının sağlanmasına” da dayanak oluşturdu. Raporun başka bir bölümünde, yeni yüzyılın savaş alanı konsepti oluşturulurken, artık tek ülkeden oluşan savaş alanlarının geride bırakıldığı, küçük ancak çok sayıda savaş alanlarına ihtiyaç duyulduğu yazılıyor.
Dört önemli misyonda, hedef olarak gösterilen bölge ise, ABD ve diğer emperyalist güçlerin yıllardır üzerlerine çeşitli hesaplar yaptığı bölgedir. Ancak raporun ortaya çıkardığı yeni durum, Ortadoğu’dan vazgeçmemek koşuluyla, “Asya’nın çatışmaların ve istikrarsızlığın potansiyel merkezine” dönüşmesi. Bu tarif, kapsamı henüz açıklanmayan, ancak merkezinde sadece Ortadoğu ülkelerinin bulunduğu, geniş anlamıyla ise, Fas’tan Mısır’a, Kuzey Afrika ile Endonezya’ya, Güney Asya ve Çin’e kadar uzanan, Orta Asya ve Kafkasya’yı da barındıran bir coğrafyayı kapsadığı bilinen ‘Büyük Ortadoğu’ projesinin de çekirdeğini oluşturmaktadır. Fikir babasının İsrail olduğu söylenen bu projenin üç önemli ayağı ise, “demokrasi, terörle mücadele ve serbest piyasa.”
Raporun, “bugünün güçlerini yeniden konuşlandırmak”, “bugünün silahlı güçlerini yeniden kurmak”, “yarının baskın gücünü oluşturmak” ve “savunma harcamaları” başlıklı diğer bölümlerinde, ABD için çıkar önceliği bulunan ülkeler, limanlar ve hava üsleri için yeni yüzyılda neler yapılması gerektiği detaylı olarak sunulurken, özet olarak, sürekli genişleyecek Amerikan “güvenlik çevresinin oluşturulması” isteniyor. Plana göre, “güvenlik çerçevesi”; halen 60 ülkede üsleri, 130 ülkede birlikleri bulunan ABD’nin, kalıcı üslerini genişletmesi ya da dönüşümlü konuşlandırmalarla diğer ülkelerde askeri varlığını sürdürmesi yoluyla başarılacak.

PNAC VE IRAK
Raporun genel olarak Ortadoğu, özel olarak da Körfez ve Irak üzerine yaptığı vurgular göz önüne alındığında, 2003 yılında, ABD’nin, yanına İngiltere’yi alarak giriştiği Irak işgalinin ana hatlarının çizilmiş olduğu görülür. Bu ana hatlardan yola çıkarak, ABD’nin Ortadoğu planlarında Irak için biçtiği rolü ve işgalin ardında yatan planları açıkça görmek mümkündür.
Raporda, “ABD Körfez’in güvenliğinde daha kalıcı bir rol oynamanın yollarını arıyor. Irak’ta yaşanan sorunların devam etmesi bu durumu haklı çıkarsa da, ABD’nin Körfez’de kalmasının gerekliliği, Saddam rejimi meselesini aşmaktadır” denilmektedir.
Irak halkının bir zorbanın elinden kurtarılıp demokrasiye kavuşturulması ve özgürleştirilmesi martavallarını okuyan ABD yönetimi, dünyanın en geniş petrol rezervlerine sahip Körfez bölgesinde ‘kalıcı’ olmayı kafasına koymuştur, ve bunun için, kendisinin ihtiyacı olan gerekçe, Irak’ta boylu boyunca bulunmaktadır: Saddam rejimi. Ancak yukarıdaki alıntıda da ayan beyan yazıldığı üzere, ABD’nin bölgedeki çıkarları doğrultusunda yapılması gerekenler, kesinlikle Saddam rejiminin devrilmesiyle sınırlandırılmamalıdır. Zira, bu, sadece başlangıç aşamasıdır.
“Saddam’ın sahneden çekilmesinin ardından bile, Kuveyt ve Suudi Arabistan’daki üsler kalıcı olmalıdır.” Irak halkı üzerine tek bir vurgunun bile bulunmadığı bu satırlardan da rahatça anlaşılacağı gibi, ABD’nin kurduğu ya da kurduracağı hiçbir yönetim konseyi, oluşturduğu ya da oluşturacağı hiçbir anayasa, ülkede bulunan halkların demokrasi ihtiyacını karşılamayacağı gibi, bunların tümü, ABD’nin bir sonraki hamlesinde bölgedeki konumunu desteklemek için birer araç olarak kullanılacaktır.
İşgal hükümetlerinin başına tam anlamıyla bela olan ‘kitle imha silahları’ ise, raporda genel bir söylem olarak yer bulurken, “İran, Irak ve Kuzey Kore’nin ABD’nin bölgedeki müdahalesini engellemek için balistik füze ürettiği ve nükleer silah üretmek için acele ettikleri” söylenir. Bush yönetiminin bir numaralı işgal gerekçesi de, göstermelik ya da gerçekçi hiçbir istihbarat kaynağını referans gösterme ihtiyacı hissetmeden bu iddiaları ortaya atan PNAC raporunda hazırlanmıştır. Rapor ayrıca, Bush yönetimine, kimlerle işbirliği yapacağı ve hangi tehlikelere karşı hazırlıklı olması gerektiği konularında da yol gösterir. “İngiltere gibi müttefiklerin, ABD’nin küresel liderliğinin en önemli araçları” olduğunu kaydeden rapora göre; AB, ABD’ye rakip olabilir ve ulusal barış güçlerinin liderliği kesinlikle Birleşmiş Milletlere bırakılmamalıdır. İşgal öncesi BM üyeleri arasında yaşanan emperyalist çıkar çatışmaları, ve ABD’nin, örgüt içindeki muhalefeti engellemek için, üst düzey yetkililer dahil, birçok BM görevlisinin telefon hatlarına sızma gibi yöntemlere başvurduğu hatırlandığında, raporu kaleme alanların kaygılarının yersiz olmadığı görülecektir.
PNAC üyelerinin Irak’a yakın ilgisi, elbette, sadece bu raporla sınırlı değil. Irak’ın işgal edilmesiyle Irak halkının özgürleşeceğini öne süren Irak Kurtuluş Komitesi’nin başını PNAC yöneticileri çekmektedir. Komitenin başkanı, Reagan dönemi Pentagon yetkilisi Bruce Jackson, PNAC yürütme kurulu üyelerindendir. Komite’nin sekreteri, yine Reagan dönemi Beyaz Saray yetkililerinden Gary Schmitt ve Randy Scheunemann da, PNAC’ın önde gelen isimlerinden.

ŞEYTAN ÜÇGENİ VE DİĞERLERİ
“Yeni Amerikan yüzyılı, ABD ordusunun savaşçı rolünün yanı sıra, bütün ve özgür Avrupa kurma ve ABD’nin Ortadoğu ve Körfez’de çıkarlarını koruma görevini üstlendiği bir yüzyıl olacaktır.” Raporda, bu doğrultuda, ordunun kara, hava ve deniz gücünün yeniden konuşlandırılması adı altında, başta Ortadoğu ülkeleri ve Çin olmak üzere, birçok ülkenin ABD’nin fiili işgali altına alınması ya da bu işgaller için atlama tahtası olarak kullanılması yönünde yeni hükümetler uyarılmaktadır. Irak işgali öncesi tanıştığımız ‘şeytan üçgeni’ tanımlaması, PNAC raporunda, ABD’nin güvenliğini tehdit eden ülkeler olarak yer alıyor.
Halihazırda ABD’yi vuracak silahlara sahip olduğu söylenen Kuzey Kore, Libya, İran ve Suriye başlıca tehlikeli ülkeler olarak sıralanırken, Çin gibi potansiyel rakiplerin, askeri teknolojileri kendi çıkarları için kullanmakta sabırsızlandığı belirtiliyor. “Çatışmalar yuvası olacağı düşünülen Ortadoğu’da, hava gücüne destek olarak donanma bulundurulmalı ve mutlaka kalıcı üsler edinilmeli, ve ABD nükleer güç kontrol planı, Kuzey Kore’den Pakistan’a kadar, hatta daha yakında Irak’ı ve Irak kadar tehlikeli olabilecek İran ve Çin’in modernize edilmiş ve geliştirilmiş nükleer silahlarını içermeli.” Irak’ın ardından ikinci hedef olarak İran’ı gösteren rapor, gözünü Asya’ya çevirerek, “Çin’in demokratikleştirilmesine yardımcı olmak için Güneybatı Asya’da ABD güçlerinin arttırılması gerektiğini” söylüyor.
Raporda, nihai amaca, yani Pax Amerikana’ya ulaşmak için; kara, hava ve deniz gücüne gösterilen yeni hedeflerden bazıları şöyle:
– Türkiye’de İncirlik hava üssü genişletilmeli, geliştirilmeli ve belki de Türkiye’nin Doğusu’nda kurulacak yeni bir üsle desteklenmeli.
– İtalya’da Aviano’da bulunan NATO havaüssü geliştirilmeli.
– Macaristan’da ABD ve NATO üssü kurulmalı.
– Latin Amerika’dan sorumlu ABD Güney Komutası’nın hedefi, Porto Rico’dan Ekvador’a kadar havaalanlarını kullanmak olmalı. ABD, Latin Amerika’da, Panama’dan çekilmesinin ardından kaybettiği üslere tekrar sahip olmalı.
– ABD, Baltık Denizi, Akdeniz ve Karadeniz’de üslenmeli.
– Doğu Asya’da birlikler güneye kayıyor.
Irak işgali sürecinde yaşanan tartışmalarda, İncirlik hava üssünün ABD için stratejik önemi bir kez daha görülmüştü. Raporda önerilen ikinci üssün yeri ise, BOP’la birlikte değerlendirildiğinde, daha da anlam kazanıyor. Başbakan Tayyip Erdoğan, BOP’a ilişkin açıklamalarında, plan sayesinde, “Diyarbakır’ın doğunun yıldızı” olacağını söylemişti. BOP’ta Türkiye’ye, ama özellikle bölgeye önemli bir rol biçilmektedir.
Avrupa’nın, ABD’ye rakip güç olarak, ABD’nin başına ‘bela’ olacağı sıklıkla vurgulanan rapora göre, tehlike öyle büyüktür ki, “özellikle Avrupa’da ABD güçlerinin bulunması, bölgesel savaşlar kadar önemlidir.” Yeni yüzyılda, ‘bütün ve özgür’ Avrupa’nın önündeki engeller, Balkanlar ve Güneydoğu Avrupa’dır: Çünkü burada yaşanan çatışmalar, ABD’nin Avrupa’daki rolünü belirsizleştirmektedir. Rapora göre, bu tespitler, Balkanlar’da ABD askerlerinin konuşlanması gerektiği sonucunu haklı kılar ve ABD’nin Avrupa güçleri güneydoğuya doğru konuşlanmalıdır. Bu gibi nedenlerle, her ne kadar merkezi Avrupa’da istikrar bulunsa da, ABD’nin güvenliğini koruması için, Almanya’da ABD askeri varlığı, güvenliği destekler.
Ancak PNAC mimarlarını asıl huzursuz eden sorun, Avrupa ülkelerinin kendi kimliğini ve politikasını oluşturmasıdır. ABD, aralarından müttefikler seçtiği ve AB içerisinde üs olarak kullanmayı sürdüreceği Avrupa ülkelerinin, kendisine rakip haline gelmesine karşı kesinlikle tetikte olmalıdır, ve AB ilişkilerinde söz sahibi olabilmek için, AB’nin, NATO’nun yerine geçecek bir askeri güç oluşturmasını engellemelidir.

YENİ SALDIRI YÖNTEMLERİ
PNAC raporu, var olan güçlerin nasıl kullanılacağının yanı sıra, ABD’nin küresel hedeflerini karşılayacak yeni saldırı stratejilerinin de nasıl geliştirilmesi gerektiği konusuna uzunca bir bölüm ayırmıştır. “Eskimiş askeri programlardan vazgeçilerek”, ki bu, şu an ABD Savunma Bakanı Rumsfeld’in bizzat ilgilendiği bir konudur, savaş teknolojisinin gelişmesine bağlı olarak, gözler uzaya dikilmiştir. Aslında raporu hazırlayanların yeni olarak sunduğu formül, Reagan döneminin ‘yıldız savaşları’ projesidir. “Uzaya egemen olmak için ABD Uzay Kuvvetleri kurulması ve teröristlere karşı uydu denetimi geliştirilmesi” gerektiği yazılan raporda, Bush yönetimi, kullanılacak füzelerin çeşidine kadar, detaylı ‘öneriler’ bulmuştur: “Önümüzdeki on yıllarda ölümcül olmayan biyolojik silahlar, elektronik saldırı yöntemleri, insansız savaş uçakları ve sığınak basan bombalarının geliştirilmesi; ABD gücünün hayata geçmesi ve sınırdışında bulunan ABD güçlerinin korunması için etkili balistik füze savunmasının geliştirilmesi ve  anti-balistik füze anlaşmasından geri çekilinmesi; daha güçsüz ülkelerin daha sonra ABD’yi ve müttefiklerini tehdit etme riskine karşı kitle imha silahları ile savaşılması.”
Yukarıda öne çıkan örnekleri verilen saldırı taktiklerinin bir kısmı, Bush yönetimi tarafından harfi harfine gerçekleştirilirken, daha uzun vadeli bir kısmı için ise, start verilmiştir.
Hatırlanacağı gibi, ‘sığınak basanlar’, Afganistan’da ‘teröristlere’ karşı mağaraların üstüne yağdırılırken, ABD, Irak işgali öncesinde insansız uçakları sık sık kullanmıştı.
Uluslararası kanunlarca yasaklanan biyolojik silahlar ise, en basit haliyle sinir gazı ve biber gazı gibi sinir sistemini tahrip etmeyi hedefleyen yöntemlerle, Pentagon planlarında yer alıyor.
Raporda bahsi geçen ‘savunma’ bütçesine yapılacak artıştan, belki de nasibini en çok alan, balistik füze sistemleri oldu. 11 Eylül’den önce, balistik füze sistemleri için milyarlarca dolar fazla bütçe ayrıldı. ABD, Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni tanımayarak, nükleer silahsızlanma anlaşmasını da tanımamış oldu.
Ayrıca göreve gelmesinden kısa bir süre sonra, Bush, Soğuk Savaş döneminde Rusya ile yapılan uzun menzilli ‘savunma  sistemi’ geliştirmeme anlaşmasından çekilmişti. Silaha ayrılan bütçenin gayri safi milli hasılanın yüzde 3.8’ine çıkarılmasıyla, 2000 yılında 281 milyar dolar olan bütçe, 2003 yılı sonunda 378 milyar dolara yükseldi. Bu rakam, onlarca ülkenin askeri bütçesinin toplamından fazla.
Rapordan günümüze yansıyan önemli bir ayrıntı da, internetin kullanımıyla ilgili. “Her ne kadar demokratik bir ülkede vatandaşların interneti kullanımı doğal bir hak olsa da, ABD’ye karşı kullanılmasını önlemek için, bu ortam, kesin denetim altına alınmalıydı.” Meksika’da Zapatistaların interneti kullanmadaki başarılarını tehlikeye örnek olarak gösteren raporda yer alan bu cümle, Bush’un, 11 Eylül’ün ardından, “ulusun güvenliği” için çıkardığını öne sürdüğü “Vatanseverlik Yasası”nın en önemli hak gasplarından birinin, aslında, yıllar öncesinden planlandığını gösteriyor.
ABD’nin, sınırını tüm dünya olarak çizdiği bu eylem planını, tamamen hayata geçirdiği söylenemez. Hatta saldırı planlarının geniş bir coğrafyaya yayıldığı ve sürekli genişlemesinin hedeflendiği düşünüldüğünde, mevcut ABD yönetiminin, ‘daha yolun başında’ olduğu görülür. Bush ve hükümetinin iki yıllık zaman diliminde attıkları adımlar, Oğul Bush’un, Baba Bush’un “Yeni Dünya Düzeni”nden miras aldıklarını, “istikrar, özgürlük ve demokrasi” gibi dünya halkları nezdinde hiçbir inandırıcılığı kalmayan benzer vaatlerin tekrarlarıyla, ve PNAC benzeri raporların ışığında, “Büyük Ortadoğu Projesi”ne taşıdığını göstermektedir.

Disk nereye götürülmek isteniyor?

Mevcut işçi sendikalarının (diğer emekçi sendikaları da dahil) örgütsüzlük, üye kayıpları, tabanları ile yaşadıkları kopukluk vb. sorunlara çare olabilecek alternatifler aradıkları bu dönemde, DİSK bürokrasisinin birkaç aydır sorunlarından ve sıkıntılardan sıyrılmış “neşeli” bir görüntü sergilemesi, işçi-emekçi kamuoyuna dikkatle izlenmesi gereken bir durum olarak yansımaktadır. Daha doğrusu; 1 Mayıs 2004’ten ve 12. Genel Kurul’dan gaz alarak NATO karşıtı eylemlerde birleşen süreç, DİSK bürokrasisini başka bir havaya soktu; on binlerce, yüz binlerce işçi ve emekçiyi fabrikalardan, üretim birimlerinden harekete geçirme olanaklarını atlayıp, işi, Kadıköy’de küçük burjuva sol gruplara figüranlık yapmaya kadar vardırdılar. İşçi ve sınıf örgütü olmanın görev ve sorumluluğu ile arasındaki çelişkiye yeni bir halka ekleyen DİSK’i bu konumlara itekleyen “sol” küçük burjuva sorumsuzluğun varlığı da tartışma götürmez.
Yanlış anlaşılmaya meydan vermemek için şunu belirtelim; biz, DİSK; HAK-İŞ, TTB, TMMOB vb. işçi ve emekçi örgütlerinin ortaklaşa miting ve gösteri yapmasına asla karşı değiliz. Eleştirimiz, DİSK (buna KESK de dahil) merkezinin, aylardır biriken (NATO ve Amerikan karşıtı platformların biriktirdiği) kitlesel enerjiyi talan ederek, bunun yerine, solcu, sivil toplumcu, küreselleşmeci liberal eğilimleri ikame etmesinedir. Fakat bu, bugünün basit bir zaafı değil; DİSK merkez yönetimi, 1 Mayıs’tan bu yana yedeklediği “sol piyasacı” grup ve akımlarla, ilkin; yıllardır işçi tabanında muhalefet olarak şekillenen “yeni ve mücadeleci bir DİSK” talebini bu tip görüntülerle pasifize etmeyi, ikinci olarak; rakip gördüğü sendika ve konfederasyonlarla girilen çekişmede bir üstünlük görüntüsü sağlamayı hedefledi.

1 MAYIS VE 12. GENEL KURULU İÇİNE ALAN SÜREÇ VE DİSK
Yaklaşık 8-10 yıldır diğer işçi-emekçi sendikaları ile birlikte 1 Mayıs kutlamalarına katılan DİSK’in birden bire “1 Mayıs nasıl kutlanacak?” tartışmalarının içine çekilmesinin arkasına gizlenen niyetlerin gün geçtikçe açığa çıkmakta olduğunu görmemek elde değil. O dönem, diğer birçok sendikada olduğu gibi DİSK’te de kaos ve karmaşanın en uç noktaya vardığı; yaklaşan genel kurul için kimin veya kimlerin aday olacağı tartışmalarının kızıştığı, gruplaşma ve kamplaşmaların had safhaya vardığı bir dönemdi. Dahası; DİSK merkezlerinin bir bölümünün 1 Mayıs kurguları, 12.Genel Kurul’un da yumuşak karnını oluşturdu. Hemen 1 Mayıs sonrası Ören’deki Başkanlar Kurulu toplantısında değişik kutup temsilcilerinin S. Çelebi’ye teşekkür gülücükleri, yönetim kurulunun 7’den 9’a çıkarılması önerisinin olumlu karşılanması, karşılıklı yumuşamalar ve arkasından 12. Genel Kurul’da yaşanan sert tartışmaları bir bütünlük içinde değerlendirdiğimizde, niyet ve amaçların çok farklı olduğunu görmemek mümkün değil.
Sermaye güçlerinin saldırılarıyla iyice köşeye sıkışan DİSK, “var olanı koruma”/“var olanla idare edememe” sancısını her gün biraz daha şiddetlenerek çekmektedir. Bu rahatsızlık ve kaos, alttan gelen işçi tepkisiyle de birleşince, DİSK içindeki küçük burjuva sağ-sol reformist, revizyonist grup ve kişilerin kaygısını arttırmakta; koltuk ve mevki hesaplarıyla bağlantılı sınıf dışı pek çok anlayış ve eylem türü, “tutunacak dal” olarak öne çıkmaktadır. Birçok toplantıda DİSK’in mecalsizliğini Emek Platformu’ndaki (EP) Türk-İş ile birlikteliğine bağlayan grup ve fraksiyonların, DİSK’i 2004 1 Mayısı’nda Türk-İş’ten ayırmayı, günümüz sınıf hareketinde “sıçrama, hamle” olarak görmeleri ve göstermelerinin işçi sınıfının mücadele, moral, örgüt ve bilinç değerleri ile hangi noktada örtüşeceğini, sınıf davasına bağlı bilinçli işçinin değerlendirmesine bırakalım; ve DİSK’in 12. Genel Kurulu’nda yaşanan sınıf karşıtı savunu ve çizgileri anekdotlar halinde hatırlamaya çalışalım.
Birinci olarak; burjuva, küçük burjuva her renkten akımın üzerinde birleştiği temel nokta, “iki ayrı 1 Mayıs ve iki ayrı dünya” olarak genel kurula yansıtılan Saraçhane’deki 1 Mayıs’tı. 12. Genel Kurul ve geçmiş sınıf hareketinin, sendikal sorunların boğuntuya getirilmesinin en önemli perdelerinden birini, bu, 1 Mayıs’a bakış oluşturdu.
İkinci olarak; diğer genel kurullarda olduğu gibi, “eski DİSK olunmalı” yollu söylemlerle kafa karışıklığı, işçi sınıfının mücadele tarihini tahrife varan hamasi nutuklar; emekli sendika bürokrasisinin nostaljik anılarıyla karışık 80 öncesine övgüler; DİSK bünyesine katılan yüzlerce genç delegenin kendi konfederasyonlarını sorgulamasını adeta engelledi.
Üçüncü olarak; 2004 1 Mayısı’nda keşfedilen “solculuğun” genel kurulda oynadığı roldü. DİSK’in zayıflamasını, yamulmasını, mayışmasını solla karışık “sosyalistlik” eksikliğine bağlayan söz konusu kişi ve gruplar, Saraçhane’de depo edilen “solculuk”la adeta DİSK’i uçurdular. “Varsa yoksa DİSK!” ekseninde pompalanan övgü, işçi konfederasyonları arasındaki ezeli rekabeti daha da kızıştırmaya hizmet etti.
Dördüncü olarak; “DİSK’li olmak bir ayrıcalık”, “inadına DİSK” tümceleriyle ifade edilen anlayıştı. Bu slogansı hamasetin gerisinde, uzun vadeli; 1) DİSK’in tepesindeki bürokratlarla işçi tabanını uzlaştırıp “barış” içinde yaşamayı garanti altına alma düşüncesi, 2) diğer işçi örgütleri, sendikalara karşı DİSK tabanında düşmanlaşmayı kışkırtan, açıkçası DİSK’i ve DİSK üyesi işçileri fasit bir çember içinde tutma hesapları vardı.
Beşinci olarak; Saraçhane 1 Mayısı’nda şişirilen sol havanın, kendilerini sağcı olarak gören 70-100 arası delegeyi kongre salonunda boğmaya çalışması, hatta işin kötüsü, çoğu ağır sanayii işletmelerinden gelen “sağcı” işçileri faşist-gerici kampa dahil eden nitelemeler, farkına varılsın ya da varılmasın, “sağcı” partilere oy vermiş delegeyi köşeye sıkıştıran “sol” jargonlu nutuklar, kongre salonunda dahi işçileri kamplara ayıran bir etki yarattı.

OLMASI GEREKENLE OLANLARIN ÇATIŞMASI VE DİSK
Bu başlıkla anlatmak istediğimiz, DİSK’in tabanından toparlanıp gelen sınıf talepleriyle sendika bürokrasisinin pratiği arasındaki çelişkidir. DİSK’e bağlı şube ve merkezlerde yıllardır tartışılan mücadeleci bir örgüt yaratma çırpınışları, Genel-İş, B.Metal-İş, Lastik-İş, Tekstil gibi sendikalarda alt-üst oluşlar içinden gelen genç dinamiklerin üst basamaklarda kafasının karıştırılması ve öfkesinin dindirilmesi, DİSK yöneticilerinin hanesine tarihsel bir başarı olarak düşülse dahi; gerçek üye sayısı 80 bin dolayında seyreden DİSK’in, 500-600 bin üyeye sahip Türk-İş ve Hak-İş’ten uzaklaşma manevraları yapmasını, hangi gerekçeler haklı kılabilir? Yıllardır birbiriyle rekabet halinde olan konfederasyonların sağcı, solcu, dinci diye ayrışması; üstüne üstlük, üyeleri işçi kitlelerini de aynı formülasyonlar etrafında kemikleştirmeleri kimin işine yarar? Bu konfederasyonların son 6-7 yılda EP’te kurdukları (kamu emekçilerini, şehrin ve kırın emekçilerinin mesleki birçok örgütünü de içine alan) birliktelik, DİSK içindeki küçük burjuva solcularını (ordusuz generalleri), niye bu kadar rahatsız ediyor? Sol grup ve partilerin ağırlıkta olduğu Saraçhane 1 Mayısı’nı Türk-İş’in Çağlayan’daki 1 Mayısı’ndan farklı kılan neydi? Bu gibi sorulara, sınıf hareketine paralel mantıklı cevaplar arayalım. Gerçekten ilerici, devrimci olan işçi, emekçi, sendikacı, görevini layığı ile yerine getirmek istiyorsa, kendi cephesindeki hareketi ilerletmek, yığınları sermayeye karşı mücadeleye çekmekle sorumludur. DİSK ve KESK’in üyeleri, diğer konfederasyonların üyelerini uyandırmakla sorumlu olduğu kadar, sendika şube ve merkezleri de, gerici, işbirlikçi yönetimlere sahip sendikaları mücadele arenasına çekme beceri ve esnekliğini gösterebilmelidir.
Her Marksist işçi bilir ki; ülkemizde hiçbir işçi emekçi eylemi ezilen ve baskı altında tutulan bütün toplumsal katmanlara mal olmadan kalıcı başarı sağlanamadı ve sağlanamaz. Sorunlar ne kadar yakıcı olursa olsun, sendikalardaki bürokratik ajanların etkinliğini kırmak ve dağıtmak, belki bugün mümkün olmayabilir. EP içinde Türk-İş’in işçi düşmanı sağcı gerici, faşist yöneticilerinin baltalayıcı tutumları, 2004 1 Mayısı hazırlık aşamasında Hak-İş’in gerici yöneticilerinin fırsatçı, ikiyüzlü oynaklıkları, kuşkusuz, affedilir tutumlar değildir. Diğer yandan, DİSK (KESK dahil) ve mücadeleden yana saf tutan sendika yöneticileri, bu gelişmeler ışığında kendilerini sorgulamalıdır. Yüz binlerce işçi ve emekçiden uzaklaşarak “sol” rüzgarlara yelken açmak, işin en kolay ve aldatıcı yönüdür. Bu, işçi hareketinin nispi zayıflığını fırsat bilerek, yüz binleri gerici-faşist sendika ağa ve bürokratlarının ellerine terk ederken  sembolik protesto gösterilerinin medyatik yankılarıyla avunmayı tercih etmektir. Dahası, açıkça görülüyor ki; sınıf tutumuna yabancı, işçi ve emekçi kitlelerin emeğini hiçe sayan, ortamı terörize eden, sağ-sol, troçkist, küçük burjuva maceracılığının çeşitli marazlı türleri, bu tercihte önemli bir rol oynuyorlar.           

DİSK’İ SINIF SENDİKACILIĞI ÇİZGİSİNE ÇEKME MÜCADELESİ
Yukarda daha çok özetlemeye çalıştığımız şey, zayıflıklarından yararlanarak, DİSK i başka yönlere çekmeye çalışan küçük burjuva anlayış ve tutumla sendikanın üst bürokrasisinin menfi ilişkisidir. Bunu şimdilik bir yana bırakıp, esas olarak, fabrika ve işletmelerden gelen genç işçi kesiminin DİSK’ten beklentisine dönelim.
12. Genel Kurul’da tam bir program haline gelmese de, farklı düzeylerde (merkez, şube, temsilcilik) tartışılan sendikal-siyasal sorunlar, bilinçli, öncü işçilere unutturulamaz. Kaldı ki; sektörlerinde nispeten örgütlü 4 büyük sendikanın DİSK merkezinde görev alması, kısmen, işçi tabanının iradesine boyun eğişin sonucuydu. Bu sonucun ilerletilmesi, işçi tabanının mücadele ve örgütlenme sürecine müdahalede göstereceği başarı ile, genç kuşak öncü işçilerin yeni merkez yönetimi üzerindeki denetimiyle dolaysız olarak bağlantılıdır. Açıkçası; aşağılardan süzülüp gelen “yeni ve mücadeleci bir DİSK” talebi canlı kaldığı müddetçe, DİSK’in sağa-sola çekilmesi, o oranda zorlaşır.Yoksa, birkaç aydır DİSK’te rüzgarı estirilen sınıftan kopuk “solcu”anlayış, diğer işçi konfederasyonları ile birliği bir yana bırakalım, kendi içinde dahi birliği muhafaza edemez. Halbuki, –hangi sendika veya konfederasyon üyesi olursa olsun– işçilerin sınıf olarak birliğinin yolu, ortak talepler uğruna birlikte mücadeleden geçer.
ETUC’un (Avrupa Sendikalar Birliği) mali yardımları için Hak-İş’le aynı sırayı paylaşmak; ESK ve “bilim kurulu”nda Türk-İş bürokratlarıyla aynı kaderi paylaşmak; sosyal diyalog ve üçlü ittifaklarla sınıf işbirliğine aynı konfederasyonlarla imza koymak ise, sınıfın ve sendikalarının birliğinden başka her şeydir. Sınıfın kısa ve uzun vadeli çıkarları için mücadele edilmesi talep edildiğinde, hemen rekabetçi ve bölücü araçlara sarılan her soydan sendika ağasının, patron örgütleriyle, onların hükümetleriyle aynı platformlarda kol kola olması nasıl izah edilir?
Sorun sıcaktır; AKP hükümetinin işçi ve memurlara yönelik saldırıları yasallaştı. Bu saldırılara tek başına hangi sendika karşı durabilir? Ya da bugün belediye-hizmet işkolunda TİS’lerde dayatılan koşullara, 3 ayrı sendikadan (Belediye-İş, Genel-İş, Hizmet-İş) hangisi tek başına engel olabilir? Bunları göz önüne getirmek ve yanıtlarını doğru vermek zorunludur. Sınıfın birliği, örgütlerinin ortaklaşa mücadelesi, işçi-emekçi taleplerini içeren planlamalara öteki ezilen sınıfları dahil eden bir anlayış ve hareket olmaksızın, egemenlerin saldırılarını püskürtmek hiç de kolay olmayacaktır. Her cinsten sendika ağa ve bürokratının maskesini düşürecek ve hareketten temizlenmelerini sağlayacak mücadelenin zemini buralardadır. Gerçek sınıf sendikacılığı, ekonomik, sosyal ve siyasal haklar için sert, sıkı bir yol tutuşun içinde doğacaktır.

Sendikal örgütlenme sorunlarına bir örnek

Sendikal örgütlenme faaliyetleri işçi hareketinin en dinamik yanını oluşturuyor. Asıl olarak genç işçi kuşağının cesaret ve özverisi üzerinde yükselen bu girişimler, çoğu durumda sendika yönetimleri tarafından ‘yasal prosedür’ labirentlerine sıkıştırılmaları nedeniyle başarısızlığa uğruyor.
Üstelik tüm bunlar, hemen hemen bütün sendikacıların kapalı salon toplantılarında artık uzlaşmacı sendikacılık anlayışının öldüğü ve mücadeleci, kavgacı bir sendikacılık yapmayanların silinmeye mahkum olduğu vurgusunu yaptığı, dahası “kelle koltukta gitmeyen, meydana çıkmasın” diye nutuklar attığı, “mücadeleci sendikacılık şart, örgütlenme hamlesi yapılmalıdır” dedikleri bir dönemde olmaktadır.
Sendikaların yeni mücadele hattını nasıl öreceğine dair tartışmalarda en önemli etkeni oluşturan örgütlü-örgütsüz işçi yığınları ise, bu tartışmaların dışında tutulmaktadır. İşçi sınıfının özellikle genç kuşağının örgütlenme eğilimi son yıllarda ardı ardına patlak veren sendikal direnişlerle de görülmesine rağmen, bir türlü sendikal mücadele tarzına ilişkin tartışmalar aşağıya, tabana inmememekte ve ayakları havada tartışmalar olmaya mahkum olmaktadır.
İş, sendikal mücadelenin sürdürüldüğü alanlara geldiğinde, bir işyerinin örgütlenmesi yasal süreçlerin takibine indirgenmekte, ve mücadele etmeden kazanımın olamayacağına dair çekilen nutukların yerini, “iş yerlerinde diyalog şart”, “yasalar çok ağırlaştı”, “bu koşullarda ucuz kahramanlık yapmamak lazım” söylemleri almaktadır.
Bu yaklaşımın tipik örneklerinden birini de, Birleşik Metal-İş Sendikası ortaya koymuştur. Birleşik Metal-İş Sendikası, son kongresinde mücadele söylemlerini ön plana çıkarmış; sendikanın kongresi, örgütlenme hamlesi yapılması kararlarıyla tamamlanmıştır. Sendika, kongre sonrasında örgütlenmeye dair hamleler de yapmıştır. Fakat bu örgütlenme girişimleri ne kadar işçilerin mücadele fikrini geliştirmiştir; işte, orası tartışmalıdır.
Sendikal mücadelede örgütlenme tarzının eleştirisi bakımından öğretici sonuçları olacağını düşündüğümüz Bursa Demirtaş Organize Sanayiinde bulunan Grammer fabrikasının sendikalaşma deneyimini aktarmak, bu bakımdan uygun bir örnek olacaktır.

DOSAB VE GRAMMER
Grammer Koltuk Sistemleri A.Ş. Fabrikası, 37 ülkede oluşturduğu üretim tesisleri ile, sürücü ve yolcu koltuğu alanında büyük bir pazar payına sahip. Grammer, dünya çapında üretim ve dağıtım yapan kârlı bir kuruluştur. Büyük otomotiv şirketlerine koltuk üretmektedir. Avrupa, Latin Amerika ve Asya’da kurulu fabrikaları vardır. Yalnızca Bursa’daki fabrikasının sermaye stoku, 2002 rakamlarıyla, 12 milyon Euro’dur.
Grammer, 2004 yılında, Bursa sanayisinde elde ettiği ciroyla ilk 30’cu sıraya girmiştir. (Bursa’daki 250 büyük firma arasında 30’uncu.)
Grammer, Bursa Demirtaş Organize Sanayi Bölgesi’nde (DOSAB) 1986 yılında üretime başlamıştır. Gramerin kurulu olduğu sanayi bölgesi hakkında biraz bilgisi olanlar, işletmede sendikal örgütlenmenin ne kadar önemli olduğunu bileceklerdir.
DOSAB, 500 hektar üzerine kuruludur ve bünyesinde yer alan yaklaşık 200  fabrikada 30 bin civarında işçi çalışmaktadır. Bu sanayi bölgesinde % 60’ı tekstil, % 15’i oto yan sanayi ve % 25’i diğer alanlarda faaliyet gösteren fabrikaların yanı sıra, TOFAŞ otomobil fabrikası da bulunmaktadır. Bu bölgede çalışanların % 90’ı sendikasızdır ve azımsanmayacak bir oranda da sigortasız çalışma uygulanmaktadır. Yılda 1,5 milyar dolar ciro, 650 milyon dolar ihracat yapan DOSAB, Türkiye’nin beşinci büyük organize sanayi bölgesi olarak, önemli bir üretim merkezidir. DOSAB işverenleri, 1987 yılında, Demirtaş Sanayicileri Derneği adı altında birleşip, sanayi bölgesinin içinde tek merkezli güçlü bir yapı oluşturarak, sanayii bu merkezden yönetmektedirler. İşverenler, bu örgütlü güçlerini, çalışanların her türlü hak talepleri ve sendikal mücadele girişimi yaşayan işyerlerinde oluşabilecek her türden –özellikle de işverenin gelişen mücadeleyi engellemek amacıyla başvurduğu işyeri kapatmalarında, o işverenin bu süreçte yaşayabileceği– kayıpları finanse etmede de kullanmaktadırlar. DOSAB’da, 1998 yılından bu yana, ZİMAŞ, ISIŞAH, ÜÇ YILDIZ gibi fabrikalarda örgütlenme ve sendikalaşma faaliyetleri başlatan işçilerin mücadelesi hep yenilgiyle sonuçlanmıştır. Tabii bu yenilgilerin çeşitli sebepleri var. DOSAB sanayicilerinin dayanışması kadar, sendika yönetimlerinin tutumu da bu başarısızlığın nedenlerinden biridir. Bundan 4 ay önce, bu sanayi bölgesinde kurulu olan BFTC işyerindeki sendikalaşma girişimi ise, başarıyla sonuçlanmıştı.

ÖRGÜTLENME SÜRECİ
Grammer Koltuk Sistemleri AŞ’de çalışan bir grup işçi bir araya gelerek, sendikalaşmak için bir komite kurup, Birleşik Metal İşçileri Sendikası’na başvurdu. BMS Bursa Şubesi, Şubat ayında üye kaydına  başladı. Üyeliklerin tamamlanmasının ardından, yetki tespiti için Çalışma Bakanlığı’na başvuruda bulundu.
İşyerinde, 19 Mart tarihinde, işverenin sendikalaşmayı haber almasıyla birlikte, işten atmalar başladı. İşveren, işçi atmaya başladığı ilk gün, Bursa’nın civar köylerinde cami minarelerinden anons yaptırarak ve bir avukat ararcılığıyla, ülkü ocaklarından topladığı üç yüze yakın kişiyi işe aldı. 25 Mart’a kadar atılan işçilerin sayısı 58’e ulaştı (bu sayı, daha sonra 74 oldu). Atılan işçiler, fabrika önünde direnişe geçtiler. Kapıda direnişe geçen işçilere, çalışan arkadaşları, ilk etapta iş yavaşlatarak destek verdiler; işletmede baskıların artmasıyla iş durdurmaya kadar ilerlediler. Sendikanın ve işyeri komitesinin aldığı her karar işletmede hayata geçiyordu.
İşveren bunun üzerine, baskının dozunu artırıp, işçileri sendikadan zorla istifa ettirmek için, üye olan işçilerle tek tek görüşerek, tehdit etmeye yöneldi. Bu arada, işverenin, kararsız gördüğü işçileri servislere bindirerek, istifa etmeleri için notere götürme girişimine, Birleşik Metal-İş Genel Merkez yöneticileri de içinde olmak üzere sendikacılar, direnişteki ve direnişe desteğe gelmiş olan sendikanın diğer üyeleri servislerin önüne yatarak engel oldular. İşçileri, jandarmanın desteğine rağmen, ön kapıdan çıkaramayan işveren, çareyi arka kapıdan çıkarmakta buldu. Notere götürdüğü “henüz sendika üyesi olmamış işçileri” (!) de istifa ettirme girişimi, sendika yöneticilerinin müdahalesiyle başarısız olmuş, işverenin oyunu tersine döndürülmüş ve “oyun”, sendika üyesi olmayan işçilerin sendikaya üye olmasıyla sonuçlanmıştı. Notere götürülen işçilerin, sendika üyesi olmayan sınıf kardeşlerini de sendika üyesi olarak fabrika önüne getirmesi, işçilerin moralini yükseltmiş; işverenin çaresizliği, direnişteki işçilere coşku katmış, kararlılıklarını bilemişti.
Bunu hazmedemeyen yönetici takımı, kolluk güçlerini de arkasına alarak, işletme içindeki baskıyı artırdı. İşçilerin cep telefonuyla birbiriyle konuşmasını yasakladığı yetmiyormuş gibi, tuvalete gitmelerine dahi izin vermiyordu. İşçiler bulabildikleri her yeri, her duvarı haberleşme tahtalarına çevirmişler, yazdıkları yazılarla birbirlerini bilgilendiriyorlar; mücadeleyi kazanma gerekliliğini vurguluyor ve bu noktadan geriye dönüşün olmayacağı kararlılığını gösteriyorlardı. Jandarma komutanı, işletme içinde müdürle birlikte geziyor, tavrını açıkça işverenden yana koyuyordu. Bu baskılar, işçileri daha da hırslandırıyor ve birbirlerine kenetlenmesine neden oluyordu.
İşletme içinde bunlar yaşanıyorken, dışarıda, sendika yöneticileri ve direnişteki işçiler gündüz fabrika önünde bekliyor, gece ev ev gezip, kararsızlığa düşen arkadaşlarını yeniden sendikalaşma mücadelesine katmanın çabasını veriyorlardı.

TÜRK METAL DEVREDE
BMS ile işveren arasında imzalanan ‘iyi niyet mutabakatı’ bir süre sonra rafa kaldırıldı. İşveren bu arada bir hamleyle Türk Metal Sendikasını devreye soktu. Grammer işçileri nezdinde sendikalaşmanın    bu kadar kısa bir zamanda –ve atılan işçilerinde geri alınmasıyla– başarıya ulaşmasının tüm organize sanayi işçilerine cesaret vereceği düşüncesi, DOSAB patronlarının tüylerini diken diken etmeye fazlasıyla yetmişti.
Devletin güvenlik güçlerini de arkasına alan Grammer yöneticileri ve Bursa patronları ‘taşeronu’ devreye soktular: 1 Nisan sabahı işe başlamak için fabrikaya gelen işçiler ve Birleşik Metal-İş Sendikası yöneticileri ilginç bir durumla karsılaştılar: İşyerinin kapısına başka fabrikalardan bir grup Türk Metal Sendikası yandaşı getirilmiş, Grammer işçilerini zorla servis araçlarıyla notere taşımaya çalışıyorlardı. İşe geri alınma sözü verilen işçiler de geri alınmamış, üstelik “iş yerini işgal ettiler” diye uyduruk bir gerekçeyle jandarma tarafından göz altına alınmışlardı. Fabrika önünde direnişe tekrar geçen Birleşik Metal-İş Sendikası ve üyelerine, Türk Metal Sendikası değişik fabrikalardan yalan dolanlarla getirdiği işçilerle tahrik ve baskı yapıyor, işçi olmayan ülkücü provokatörlerle sağa sola sarkarak gerginliği artırıyorlardı. Her saniye orada olan jandarma aradan çekilmişti; gerginliğin daha da büyümesini bekleyip, örgütlülüğü dağıtmak için fırsat kolluyordu. İşveren tekrar işçi almaya başlamış ve son aldığı işçileri, kapsam dışında kalan memurları, daha da ileri giderek mühendisleri de Türk Metal Sendikasına üye yapmaya başlamıştı. Fabrika önünde gerginlik tırmanıyor, işletme içerisinde iş yapmadan boş gezen Türk Metal Sendikasının adamları işçileri tehdit ediyordu.

KLASİK BİR DİRENİŞ ÖYKÜSÜ VE SONUÇLARI
Buraya kadar olağan bir direniş öyküsü yaşanmaktadır. Bu gelişmelerde öne çıkan, işçilerin örgütlenme konusundaki ısrar ve istekleridir. İşçilerin işverenin baskılarını boşa çıkarma tutumuna rağmen, işyerinde, başka bir odak olarak, Türk Metal Sendikası devreye sokulmaktadır.
İşçilerin işten atılması ve Türk Metal Sendikasının devreye sokulmasıyla birlikte, Birleşik Metal-İş Sendikası, sorunu, “böyle sendikal rekabet olmaz” gibi anlaşılmaz bir tartışma noktasına vardırmıştır. Örgütlü olduğu işyeriyle ilgili Türk Metal Sendikasının tutmtnu, fabrikada ne niyetle bulunduğunu, sadece kendi –Grammer– işçileriyle değil, bütün sanayi işçileriyle paylaşmak ve oyunu boşa çıkarmak yerine, Türk Metal Sendikasına ‘referandum’ çağrısı yapmayı yeğlemiştir. Fabrika içerisinde direnişin başladığı ilk günlerde, işçiler, BMS’nin kararlarına, kararlı bir biçimde uymakta idi. Bu güç doğru kullanıldığında, Türk Metal Sendikası ya da işçileri bölmek için orada bulunan güçlerin fabrikaya girme olanakları bulunmamaktaydı. Böyle bir yöntem izlenmek yerine, şikayetlenen bir yaklaşımla, Türk Metal Sendikası, işverenle anlaşma yapılarak çıkartılmaya çalışılmıştır. Türk Metal Sendikası, Bursa’da işçi hareketinin önünde ciddi bir engel olarak durmakta ve işçilerin birçoğu, bir mücadele merkezi göremediği için, bu zemine boyun eğmektedir. İşte bu pratik gelişme, başka bir mücadele merkezinin örgütlenebileceği fikrini işçilerle açıktan tartışmanın olanaklarını sunmuştur. İşçinin örgütlenme mücadelesinde en büyük silahı üretim gücüdür. Bu güç örgütlü hale getirildiğinde ve doğru kullanıldığında, sınıfın kazanım elde etmesi olanaklıdır.
Dışarıdaki işçi arkadaşlarına destek amaçlı olarak üretimi yavaşlatan işçilere, işyerinde bir bölüm işçiyi üye yapmayı başaran Türk Metal Sendikası, işyerinde üretimi durdurma çağrısı yapmıştır. Örgütlendiğini ispatlamak maksatlı yapılan bu çağrı karşısında, BMS de, işçilere üretimi artırma çağrısı yapmıştır ve o gün üretim artırılmıştır. Bu mudur işçilerin örgütlü gücünü kullanmak? Bunun yerine işçiler, pekala kendilerini bölmeye çalışan güçleri kapı dışarı etmeyi de başarabilme gücüne sahiptir. Bu güç neden kullanılmamıştır? İşte bu sorunun yanıtı, mücadelenin hangi zeminde sürdürüldüğü ile verilebilir.
Grammer’in örgütlenmesi, bulunduğu sanayi bölgesinde birçok fabrikadan işçiler tarafından ilgiyle izlenmiştir. Grammer’deki olumlu gelişmeler, işçilere moral vermiş, olumsuzluklar ise, işçilerde bir güven eksikliğinin ortaya çıkmasına neden olmuştur.
En önemlisi ise, TOFAŞ ve RENO gibi Bursa işçi hareketi, hatta Türkiye işçi hareketi bakımından önemli bir noktada duran önemli iki fabrikanın işçileri de buradaki gelişmeleri yakından izlemiştir. Çünkü kendilerinin örgütlü olduğu ve 1998’de istifa ettikleri sendika Türk Metal Sendikası da bu işyerinde sahneye çıkmıştır. İşçiler, çok açık bir tartışma olmamasına rağmen, buradan çıkacak sonuçlar üzerinden kendilerine bir pay çıkarmaya çalışmışlardır.
Direniş boyunca BMS, DOSAP işçilerine seslenmek bir yana, kendisinin örgütlü olduğu işyerlerinde dahi destek örgütlememiştir. Bazı fabrikalardan temsilcilerin işyeri önüne getirilmesinin ve birtakım pratik işlerde rol oynamasının dışında, örgütlü işyerlerinden işçiler harekete geçirilmemiştir. Sınıfın sınıfa karşı mücadelesinde kullanılabilecek bütün olanakların kullanılması, bir direnişin başarıyla sonuçlanmasının temel koşulunu oluşturmaktadır. Organize sanayi bölgeleri nasıl ki işçi örgütlenmesinin önünde bir engel oluşturulacak şekilde örgütlenmişse, nasıl ki OSB’lerde işverenler işçiler karşısında örgütlü hareket etmekteyseler, işçilerin de ‘genel birliğinin sağlanması’ hedefi ile bir mücadele örgütlenmelidir. Kazanımların elde edileceği mücadele zemini, ancak bu yaklaşımla elde edilebilir. Mücadeleci sendikacılığın gereği de budur.
Grammer’in örgütlenmesinde, diğer işyerlerinde olduğu gibi, en önemli olgu, işçilerle her gelişmenin açıkça paylaşılması ve işçinin eğilimi göz önünde bulundurularak adım atılmasıdır. Bilindiği gibi, bir işyerin örgütlenmesinde, işçiler işveren karşısına çıkıp “biz örgütlendik” dediklerinde, işveren hemen teslim olmamakta, sürekli ve çeşitli hamlelerle işçilerin birliğini dağıtmaya çalışmaktadır.
Nitekim Grammer’de bugün yetki tespitini Türk Metal Sendikası almıştır. Çünkü BMS yetki başvurusunu yaparken, işçilere fabrikada 500 küsür işçinin örgütlendiğini söylemesine rağmen, üye sayısı 200 civarındadır. İşçileri, ‘çoğunluğu örgütledik’ diye çağrı yaparak tutmaya çalışmanın nasıl bir mantıklı açıklaması olabilir? Bu durum, daha sonra üye sayısının 500 küsür olmasını sağlasa da, çoğunluk tespitini Türk Metal Sendikası’nın almasını engelleyememiştir. Niyet, salt her koşulda sendikanın üye sayısını artırmak ve sendikanın varlığını devam ettirmek midir? Yoksa –bunu da anlamlı kılmak üzere– işçilerin mücadelesini örgütlemek midir? İşçilerin kendi öz örgütlerinde örgütlenmelerini sağlamak, işçilerden yetkiyi alan sendikacıların görevidir. İşçilerin önemli bir bölümünün, sendikal mekanizmaları, örgütlenme ve mücadele etme bakımından nasıl kullanacağı konusunda bir birikim eksikliğinin olması gerçeği, işçilerle örgütlenme sorunlarının açıktan paylaşılmasıyla giderilebilir. Örgütlenme çalışmasının yürütüldüğü fabrikalarda işçilerle açıkça her şeyin paylaşılmaması ise, ancak başka niyetlerle açıklanabilir.
Grammer’in ana fabrikası Almanya’dadır ve Almanya’daki fabrikada IG Metal Sendikası örgütlü bulunmaktadır. Fabrikanın denetim kurulunda bulunan IG Metal Sendikasının baskılarıyla, fabrika müdürleri, BMS ile ikinci bir protokol imzalamış ve Türk Metal Sendikası işyerinden çıkartılmıştır. Türk Metal Sendikası aracılığıyla alınan işçilerin bir kısmı işten çıkartılmış ve atılan işçiler geri alınmıştır. Fakat halen işyerinde 300 civarında işçi Türk Metal üyesi olarak bulunmaktadır.
Bu gelişmelerin ardından, BMS, işyeri komitesini ortadan kaldırmış ve yetki sürecini beklemeye başlamıştır. Deyim yerinde ise, mücadele   askıya alınmıştır. Sendikalı olmak, işçinin örgütlü olması demek ise, işyeri komitesinin kaldırılması, ve üstelik yeniden örgütlenmemesinin nedeni nasıl açıklanmaktadır? Çoğunluk tespitinin Türk Metal Sendikası lehine çıkmasından sonra, itiraz yapılmış ve yeniden tespit istenmiştir.
Bu arada, işveren vekilleri, işyerinde işçiler arasında temsilci seçimi önermiştir. Sorunların bu temsilciler aracılığıyla işveren vekillerine ulaştırılması amaçlanmaktadır. Seçimler yapılmadan önce BMS karar almış ve seçimleri kabul etmemiştir. Buna rağmen, işyerinde temsilci seçimleri yapılmış ve sadece 225 işçi oy kullanmıştır. BMS, işçilerin az bir kısmının oy kullanmış olmasını başarı diye ifade etmektedir. Ama, yasalar “sen yetkilisin” dediğinde mi BMS yöneticileri fabrikada sendikacılık yapacaktır? İşçiler sendikaya gelmiş üye olmuştur, birçok zorluk karşısında da direnmiştir. Şu ya da bu şekilde atılan işçiler işe alınmış ve sendika ile işveren vekilleri arasında bir protokol da imzalanmıştır. Bu durumda sendikanın, işçilerin temsilcisi gibi hareket etmesinin önünde hiçbir engel yoktur. Fabrikada bir temsilci seçimi yapılacaksa da, doğru olan, bunu sendikanın yapmasıdır.
Bilindiği gibi, yasal mevzuatın uzun sürmesi, işverenler tarafından örgütlülüğün dağıtılması bakımından bir fırsat olarak kullanılmaktadır. Bu durumda, sendikanın, mahkemenin kararına değil, işçilerin kararına bakması gerekir, ve işçiler yetkiyi verdi ise, sendika buna uygun davranmalıdır.
Mahkemelerin sonuçlanması neden beklenmekte, sözleşme yapmak için işyerinde temsilci seçilecekse, bunu, neden sendika yapmamaktadır? En önemlisi de, sendika, neden işverene, “gel bakalım, biz burada örgütlendik, masaya oturalım, sözleşmemizi imzalayalım” dememektedir? İşçi ile işveren arasındaki işyeri sözleşmesini mahkeme mi imzalayacak, yoksa belirleyici olan, güçler dengesi midir? Tabii ki güçler dengesidir ve güçlü ve örgütlü olan haklarını alabilir.
Elbette, mevcut yasaların uygulanması talebimiz olmalıdır. Elbette, yasalardaki eksikliklerin giderilmesi ve işçilerin lehine yeni yasaların çıkartılması talebimiz olmalıdır. Ama şunu da bilmeliyiz ki, Türk Metal Sendikası’nın eli sopalı adamlarının işyerine girmesi fiili bir durumdur, yasalar gereği yapılmamıştır. İşçilerin atılması, sendikal hakkın tanınmamasının, bunların hiçbirinin yasada yeri yoktur ve fiili durumdur. Şu açıktır ki, “sosyal diyalog” diyerek, işçilerin örgütlülüğünü fiili durumlara uygun geliştiremezsek, başarı elde etmemiz olanaksızdır. İşveren, “Durun bakalım. Olay mahkemeye intikal etmiştir, mahkemenin vereceği karar boynumuzun borcudur” dememekte; tam tersine, mahkeme sürecini, işçilerin birliğini dağıtmak için bir fırsat olarak değerlendirmektedir.

SINIF DAYANIŞMASININ ÖNEMİ
Başta IG Metal Sendikası olmak üzere, Avrupa Federasyonu EMF; İspanya’dan UGT/MCA Sendikası, Fransa’dan CGT/FTM Sendikası ve İtalya’dan FIOM Sendikası, işten atılarak fabrikanın önünde direnişlerini kararlılıkla sürdüren Birleşik Metal-İş Sendikası üyelerine destek verdiler.
Grammer’de işveren vekilleriyle bir protokolün imzalanmasında ve birçok sorunun çözülmesinde en büyük pay, IG Metal Sendikası’na aittir. IG Metal Sendikası, Grammer’deki direnişi başından beri yakından izlemiş, Almanya’daki fabrikalarda dayanışma eylemleri gerçekleştirmiş ve Bursa’ya temsilciler göndererek, işçilerin yanında olmuştur. Bu tutum, sorunun çözümünde önemli bir rol oynamıştır. BMS yöneticileri ise, IG Metal Sendikası’ndan yardım istemenin dışında, sınıf dayanışmasını örgütlemeye dönük bir adım atmamıştır. IG Metal Sendikası, fabrikanın Almanya’daki işletmesiyle Bursa’daki işletmesinden yetkililerle BMS ve DİSK yöneticilerini bir araya getirerek, protokolün imzalanmasında da ciddi bir rol oynadı. 
IG Metal Sendikası Temsilcisi Klaus Priegnitz, Bursa’daki Grammer işçilerinin dayanışma gecesine katılarak, işçilere hitap etti. Priegnitz, konuşmasında sade giyiminin nedenini şöyle açıkladı: “Ben buraya işçi kardeşlerimle birlikte kavga etmeye geldim. Bu nedenle kravat takmadım.”
Bu konuşmanın ardından kürsüye çıkan DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi ise, konuşmasında, “Türk Metal Sendikası’nı referanduma çağırıyorum” demekle yetindi.
Dayanışma gecesinde, iki sendikacı, iki ayrı tutum sergilemiştir. Buradan çıkartılacak sonuç da, mücadele nutukları atmakla sendikal mücadelenin ilerletilemeyeceğidir.
IG matal yöneticilerin tutumu, öğretici olduğu kadar, sınıfın dayanışmasının örgütlenmesinin ve sendikal örgütlenmede sorunun bir işyeriyle sınırlı tutulmamasının, kazanım bakımından önemini ortaya koymaktadır.

GRAMMER TEK DEĞİL
Grammer’in ardından Ankara’da kurulu Erkunt Döküm Fabrikası’nda örgütlenme girişiminde bulunan BMS, burada da benzer bir yol izlemiştir. İşçinin birliğini sağlamayı esas alan bir örgütlenme çalışması yerine, biran önce üyeliklerin tamamlanması tutumuyla hareket etmiş ve Erkunt Döküm’de de, işçilerle, örgütlenme sorunlarını açıktan paylaşmamış, işçilere açık davranmamıştır. Erkunt’taki sonuç, Grammer gibi olmamış, burada işçiler örgütlenememiştir.
BMS yöneticileri, yaşananlardan kendilerine pay çıkarmak yerine, şu tutumu almaktadırlar: “Biz, 16. Kongremizde sınıf sendikacılığı yapacağız şiarıyla yönetime geldik. Sendikamızın mücadele kararları işverenleri rahatsız etmiş ve düğmeye basılmıştır.”
Elbette ki, işçi sınıfının mücadele girişimlerini işverenlerin baltalamasından daha doğal bir şey olamaz. Yaşananları, olağan dışı bir gelişme yaşanıyormuş gibi izah etmek, durumu hafifletmeye çalışmaktan başka bir şey değildir:
Tersten bir örnek ise, Gebze’de kurulu Çolakoğlu’nda yaşanmıştır. Yıllardır Çolakoğlu’nda örgütlü bulunan BMS, işyerindeki örgütlülüğü koruyamamış ve Çolakoğlu’ndaki işçiler, Türk Metal Sendikası ve işveren tarafından sendikadan istifa ettirilmiş ve Türk Metal Sendikası’na üye yapılmışlardır.

SONUÇ OLARAK
Niyet ne olursa olsun, tutum bu olduğunda, işçiler arasında, sınıfın sınıfa karşı örgütlenmesi fikrinin geliştirilmesi bir yana, ‘sorun, kötü işyeri, kötü işveren’ olarak algılanmaktadır. Nitekim, bugün Grammer işçilerinin önemli bir çoğunluğu soruna şöyle yaklaşmaktadır: “Bizim işyerimizdeki müdürler kötüydü, bizim bu kadar sorun yaşamamızın sorumluları da bunlardı.” Hal böyle olunca ve işçiler arasında sınıfın sınıfa karşı örgütlenmesi fikri geliştirilemeyince, devasa bir örgütlenme gücü harekete geçirilememektedir.
Ve tersine, bir organize sanayi bölgesinde, tek bir fabrikanın işçileri bu fikre kazanıldığında dahi, organize sanayideki örgütsüz işyerlerinin örgütlenmesinde ciddi bir rol oynayacaklarını belirtmeye gerek yoktur.
Bir diğer gerçek ise şudur: Sendikal mücadeleye dair tartışmalar, bugün olduğu gibi, sınıfın ana gövdesinden uzak sürdürüldüğü müddetçe, tartışmalardan bir sonuç çıkması olasılığı zayıf bir ihtimal olarak kalmaya devam edecektir.
Bugün açısından gerçek bir ilerleme ise, tartışmaların başka bir zemine çekilmesi ve yeni bir sendikal hattın örgütlenmesi fikrinin işçi sınıfı içerisinde güçlendirilmesi ile mümkün olacaktır.
Tartışmanın işçilerin ileri kesimleriyle birlikte yürütülmesi ve işçilerin ana gövdesine indirgenmesini mevcut sendikal mekanizmalardan beklenmek de, sorunu doğru ele almamak olur. Sınıfın partisi, rolünü, işte tam da bu noktada oynamalı, yeni bir sendikal hattın, işçilerin ileri kesimleriyle birlikte ve sınıfın ana gövdesine dayanarak örgütlemesine önayak olmalıdır.

Kapitalizmin ‘akıllı kitap’ı ve iş güvencesi

Kamuoyunda iş güvencesi kanunu olarak bilinen 4773 sayılı kanunla birlikte hazırlanan ve 4857 Sayılı İş Kanunu’nun çıkarılması ile yenilenerek tekrar basılan “MESS Akıllı Kitap İş Güvencesi”, tüm işverenlerin başucu kitabı olmayı hak ediyor.
Bundan sonraki süreçte de bu kitabın hazırlanmasında emeği geçenlerin ve kitabı basan MESS (Metal Sanayicileri Sendikası)’in, patronların çok hayır duasını alacaklarını tahmin ediyoruz. İşverenler, 46 milyon TL. ödeyerek edinecekleri bu kitapla, işçilere bir dizi tazminat ödemekten kurtulma olanağını elde edecektir. Çünkü kitap, iş güvencesi hükümlerine takılmadan işçi atmanın yollarını gösteren bir kılavuz niteliğinde.
İşçileri kölelik koşullarında çalışmaya mahkum eden 4857 sayılı İş Kanunu’nun sözde iş güvencesine ilişkin hükümlerini işverenlerin penceresinden inceleyen Akıllı Kitap’ın önsözünde, İş Kanunu için şunlar söyleniyor: “…..Bu kanununun Türk endüstri ilişkilerini derinden etkileyeceği kuşkusuzdur…. Kanunun doğru yorumlanması ve doğru uygulanması ise, uygulayıcıların (siz işverenler anlayın) iş güvencesi ile ilgili zamanında bilgi sahibi olmalarına ve güncel gelişmeleri yakından takip etmelerine bağlıdır.”
Akıllı Kitap, İş Kanunu’nun içeriğine ilişkin bilgileri, 158 sayılı İLO Sözleşmesini, işyerlerinde yaşanabilecek örnek olayları, personel sicil dosyasında tutulması gereken örnek belgeleri, yerli ve yabancı mahkeme kararlarını, işten atmalarda yön gösteren kontrol listelerini ve “geçerli nedenle işçi çıkarmanın” püf noktalarını işverenlerin bilgisine sunmaktadır.
MESS, bu hizmeti ile, 1980 sonrası daha çok TÜSİAD’a kaptırdığı işçi haklarına saldırıda patronların koç başı olma misyonuna tekrardan soyunmaktadır. Bu kitap, işverenlerin iş güvencesi tartışmalarının başından beri tekrarladıkları “artık hiç işçi atamayacağız” yakınmasının yalan bir propaganda olduğunun da itirafıdır. Çünkü kitapta işverenlerin “fesihle ilgili hak ve sorumlulukları zamanında doğru ve özenli yerine getirmeleri halinde” işçi çıkartırken hiçbir zorlukla karşılaşmayacakları güvenle ileri sürülmektedir.

İŞ GÜVENCESİ HÜKÜMLERİNE TAKILMAMANIN ABC’Sİ
Akıllı kitap işverenlerin ve insan kaynakları departmanlarının işini kolaylaştıracak bir tarzda düzenlenmiş. Klasör halinde sunulan kitap, fihristlere benzer şekilde, A’dan J’ye kadar bölümlere ayrılmış. Tekrara düşmek pahasına da olsa her bölümde konu ayrıntılarıyla ele alınıyor. Kitabın benzerlerinden ayrılan bir başka yanı da, güncel gelişmelere göre sürekli yenilenerek, uygulamadan çıkacak sonuçlarla, patronlara yön göstermeye devam edecek olmasıdır. Kitap, bir dosya şeklinde düzenlendiğinden, dört ayda bir güncellenecektir.
İşçi çıkarmanın ABC’si şu başlıklar altında sunuluyor:
A-    Temel Hukuki Belgeler
B-    İş Güvencesine İlişkin Kavramlar
C-    Kapsam
D-    Bireysel İşçi Çıkarma
E-    Toplu İşçi Çıkarma
F-    İşyeri Sendika Temsilciliği
G-    Yargılama Süreci
H-    Hukuki Sonuçlar
I-    Toplu Sözleşme Grev ve Lokavt Kanunu ile İlişkiler
J-    İnsan Kaynakları ve Personel Yöneticilerine Rehber

ESNEK ÇALIŞMA İÇİN,  İŞÇİ ÇIKARMADA ESNEKLİK
Bilindiği gibi, artık işverenlerin işçileri işten çıkarırken “geçerli bir nedene” dayanması gerekiyor. Kitap, kanunun gerekçe metninde sayılan geçerli nedenleri tek tek ele alıp, bu geçerli nedenlerin kanunla sınırlı olmadığını büyük harflerle belirtmiş. Esnek çalışmanın bir gereği olarak sık sık işçi çıkarmak zorunda kalacak olan işverenin, “hayal gücünü” kullanmasıyla, bu gerekçelerin genişletilebileceği de kitapta belirtiliyor.
İş Kanunu işten çıkarmada geçerli sebepleri üçe ayırmıştır. Bunlar;
·    İşçinin yeterliliğinden kaynaklanan geçerli sebepler,
·    İşçinin davranışlarından kaynaklanan geçerli sebepler,
·    İşletmenin, işyerinin ve işin gereklerinden kaynaklanan geçerli sebeplerdir.
Kanunun gerekçe metninde işçinin yeterliliğinden kaynaklanan geçerli sebepler için şu örnekler verilmiştir:
– Ortalama olarak benzer işi görenlerden daha az verimli çalışma,
– Gösterdiği niteliklerden daha düşük bir performansa sahip olma,
– İşe yoğunlaşmasının giderek azalması,
– İşe yatkın olmama,
– Öğrenme ve kendini yetiştirme yetersizliği,
– Sık sık hastalanma,
– Çalışamaz duruma getirmemekle birlikte işin gerektiği şekilde yapılmasını devamlı olarak etkileyen hastalık,
– Uyum yetersizliği.
Bu nedenleri yetersiz bulan Akıllı Kitapçılar ise, işten atılma gerekçesi olabilecek şu örnekleri de vermektedirler:
– İşçinin zihinsel yetersizliği,
– İşçinin bedensel yetersizliği.
Yetersizlikten kaynaklanan fesihlerde, işten çıkarmaya en son çare olarak bakıldığının mahkemelerde ispatı için, işçiye işyerinde başka bir iş gösterilmesi ya da eğitim verilmesi önerilerinin yazılı olarak yapılması, ve bunların işçiye imzalatılarak işçinin sicil dosyasında tutulması, Akıllı Kitap’ın ürettiği tuzaklardan biridir.
Kitabın sık sık hastalanma nedeni ile iş akdinin feshi bahsinde verdiği örnekler arasında; AİDS, kanser, ruhsal rahatsızlıklar, sara, günümüzde çok yaygın rastlanan migren ve astım gibi rahatsızlıklar bulunmaktadır. İşverenler, işçinin bu gibi rahatsızlıkları nedeniyle işin aksaması halinde, işçinin yetersizliği gerekçesiyle, “geçerli nedenle” iş akdini feshedebilecektir. Yıllarca çalıştırılarak posası çıkarılan işçi, hasta olduğu ya da veriminin azaldığı gerekçesiyle, işsizliğe mahkum edilebilecektir. Kitap, hastalığı nedeniyle iş verimi azalan işçinin hizmet akdinin feshinin geçerliliğine ilişkin Alman İş Mahkemelerinin bir kararını örnek olarak vermiştir. Verilen bu örnekler, AB’ye uyum ve üyeliğin işçi haklarını artıracağı yönündeki çarpıtma ve yalanların da itirafıdır.
Yine ilgili kanun maddesinin gerekçe metninde tek tek örnekleme yoluyla sayılan işçinin davranışından doğan geçerli sebepler şunlardır:
– Arkadaşlarından borç para istemek,
– Arkadaşlarını işverene karşı kışkırtmak,
– İş yerinde iş akışını ve ortamını etkileyecek şekilde diğer kişilerle ilişkiye girmek,
– İşin akışını durduracak şekilde uzun telefon görüşmeleri yapmak,
– İşini aksatarak işyerinde dolaşmak,
– Amirleri ve arkadaşları ile ciddi geçimsizlik göstermek, sıkça gereksiz yere tartışmaya girmek.
“Geçerli sebepler”in her işçiye uygulanabilecek şekilde sayılması Akıllı Kitapçıları kesmemiş olacak ki, “kafayı çalıştırmış” ve AB üyesi ülkelerdeki işveren lehine uygulamaları derleyip yeni işten atma gerekçeleri türetmişler:
– İş arkadaşlarını psikolojik, duygusal ve davranışsal bir şekilde rahatsız etmek (Mobbing),
– Hastalık sürecini uzatacak davranışta bulunmak,
– İş arkadaşları ve amirleri hakkında uygunsuz davranışta bulunmak veya sözler sarf etmek,
– Özel amaçla e-mail göndermek ve Internet kullanmak,
– İş yerine ait araç ve gereçleri özel amaçla kullanmak(fotokopi, faks, scanner v.s.),
– Kişisel bilgi ve kayıtları zamanında işverene ulaştırmamak,
– İş yerindeki sigara yasağına uymamak.
Akıllı Kitap, İş Hukuku’na, AB üyesi ülkelerden yeni bir terim ithal etmiş: “Mobbing”. Kitapta bu kavram, “işyerinde bir çalışanın ya da çalışanlardan oluşan bir grubun, sürekli ve sistematik bir şekilde, diğer çalışan(lar)a karşı sözlü, psikolojik veya fiziksel olarak saldırıda bulunmasıdır.” şeklinde tanımlanıyor. “Mobbing”e “bir çalışan hakkında dedikodu yapılması, iftira atılması, sürekli alay edilmesi, aşağılanması, sosyal faaliyetlerden ya da işbirliğinden dışlanması, yaptığı işine sürekli olarak zarar verilmesi, işyerindeki bilgilerden ve yeniliklerden yoksun bırakılması” gibi örnekler veriliyor. Mobbing, işçinin davranışlarından kaynaklı fesih bölümünde incelenmiş ve “geçerli neden”le işten çıkarma gerekçesi olarak sayılmış. Bu kavram dayanak yapılarak, işverene, ileri işçileri işten çıkarma imkanı sağlanmak istenmektedir.

TOPLU İŞTEN ÇIKARMA
Kanunda “…ekonomik, teknolojik ve benzeri işletme, işyeri dışı veya işin gerekleri sonucu toplu işçi çıkarma…”nın mümkün olduğu yazılmış. Toplu  işçi çıkarma gerekçelerine örnekler veren Akıllı Kitap, işverenlerin bu nedenleri bulup uygularken zorlanmaması için, yine örnekleme yöntemini kullanıyor:
“a) İşyeri dışından kaynaklanan sebepler:
– Sürüm ve satış olanaklarının azalması
– Talep ve sipariş azalması
– Enerji sıkıntısı
– Ülkede yaşanan ekonomik kriz
– Piyasa genel durgunluk
– İç ve dış pazar kaybı
– Ham madde sıkıntısı
b) İşyeri içi sebepler:
– Yeni çalışma yöntemlerin uygulanması
– İşyerinin daralması
– Yeni teknolojinin uygulanması
– İşyerinin bazı bölümlerin iptal edilmesi
– Bazı iş türlerinin kaldırılması
gibi sebepler. Örneğin;
– Bazı iş türlerinin başka bir işverene yaptırılması
– Yapısal değişikliklerin uygulanması”
İşverenin temizlik işlerini daha ucuza başka bir firmaya yaptırma olanağı varsa, bu durumda, geçerli nedenle bireysel ya da toplu işten çıkarma yollarından birini kullanma hakkına sahip olduğu, Akıllı Kitap’ın konuya ilişkin verdiği örneklerden biridir. Görüldüğü gibi, kanun, iş güvencesi adı altında, esnek çalışmayı, taşeronlaşmayı üretimin esas tarzı haline getirmektedir.

İŞÇİ ÇIKARMADA İNSAN KAYNAKLARI ve PERSONEL BÖLÜMLERİNİN STRATEJİK ÖNEMİ
İş Kanunu’nun iş güvencesi hükümlerinden önce işverenlerin “ihmal ettiği” İnsan Kaynakları ve Personel Bölümleri, artık “stratejik” bir öneme kavuşmuştur. Akıllı Kitap’a göre, iş güvencesi hükümleri, işyerleri ve işletmelerdeki “İnsan Kaynakları ve Personel” bölümlerinin görevlerini, sorumluluklarını ve stratejik önemini arttırmıştır. Bu departmanların, işe başvurudan işten atılmaya kadar bütün çalışma süresince hazırlayacakları personel sicil dosyaları ve “fesih ile ilgili hak ve sorumlulukları zamanında, doğru ve özenli bir biçimde yerine getirmeleri”, işverenin kolayca işçi atabilmesini sağlayacaktır. “İnsan Kaynakları yöneticilerinin feshe karşı açılan davalarda fesih nedenini ispatlayabilmeleri ve uyuşmazlıklarda başarılı olabilmeleri için bu uygulamalar kaçınılmaz olacaktır. İşyerindeki uygulayıcıları doğru ve başarılı çözümlere götürebilmek için MESS Akıllı Kitap zengin bir bilgi kaynağı sunuyor.” Akıllı Kitap’ta işverenlerin iyi organize edilmiş bir insan kaynakları bölümü marifeti ile, işçilerin kısıtlı iş güvencesi hükümlerinden faydalanabilmelerini nasıl engelleyebilecekleri, geri zekalıların dahi anlayabileceği bir ayrıntı ve basitlikle anlatılıyor.
Akıllı Kitap, yeni kanunla birlikte getirilen işçi özlük dosyası tutulması zorunluluğunu önemsiyor. Kanunun öngördüğünden daha fazla ayrıntı ve bilgi içeren düzenli bir personel sicil dosyası tutulmasını öneriyor. Kitaba göre, “işlerin iyi gittiği” dönemlerde personel sicil dosyasının hassas bir şekilde tutulması, sonraki dönemlerde, işverenin iş güvencesi hükümlerine yakalanmaması için hayati önemdedir.

İHTAR (SARI KART)
“İhtar bir çalışanın işten çıkarılmasının ilk işareti olabilir. Bu yüzden özenli ve dikkatli kullanılması gereken bir iş hukuku aracıdır. İhtar çalışana işini kaybetmemesi açısından bir şans daha verildiğini gösterir.” Akıllı Kitap, ihtarı “sarı kart” olarak isimlendirip, ikinci sarı kartın, kırmızı kartla işten atılma anlamına geleceğini ima ediyor. Bu nedenle, zamanında ihtara önem vererek, “işveren daha sonra çalışanını zamanında uyarmadığı için pişman olabilir” diyor. Personel sicil dosyalarında toplanan ihtarlar, ileride, işverene, kanunun öngördüğü şekilde “geçerli bir nedenle” işten atma olanağını sunacaktır. Ayrıca, ilk sarı kartını gören işçi, ikinci sarı kartla gelecek kırmızı kartla işinden atılmamak, ekmeğinden olmamak için, işyerinde işverenin belirlediği kurallarla çalışmaya razı olacaktır! 
Bundan sonraki süreçte, işverenler, mümkün mertebe her işçiye birkaç ihtar verilmesini ve bunların personel sicil dosyalarında toplanmasını temel bir ilke edinecektir. ‘İş barışı’nın hakim olduğu dönemlerde verilen sarı kartlar, işçilere, “su uyur düşman uyumaz” atasözünü hatırlatmalıdır.

Sarı Kartlık ‘Kusurlu’ Davranışlara Örnekler
Daha önce geçerli nedenle işçi çıkarma bölümünde saydığımız davranışlara ek olarak  türetilen ‘akıllıca’ ihtar nedenlerinden bazıları şunlardır:
·    Giriş çıkışlara ayrılan kapılardan başka yerlerden işyerine girip çıkmak,
·    Çöpleri ve faydalı atıkları işverenin ayırdığı yerlerden başka yerlere dökmek,
·    Onur kırıcı olmamak kaydıyla işyerinden çıkarken veya işyerine girerken yapılan üst baş yoklamasına karşı koymak veya engel olmak.

Yargılama esnasındaki ispat kolaylığı açısından, Akıllı Kitap, her kusurlu hareket için ayrı bir sarı kart gösterilmesinin önemine vurgu yapıyor. İhtar verilirken, işçinin savunmasının da alınıp personel sicil dosyasına konulmasının, işverenin elini kuvvetlendireceği belirtiliyor.
Kitap, bu anlatımlardan sonra, örnek ihtarlar, fesih yazıları, dava dilekçelerine verilecek cevaplara ilişkin örnekler vererek, işverenler için eşsiz bir kaynak oluşturmaktadır. Örneklemelerden önce “akıllı işverenler”e bu örnekleri aynen alıp kullanmamaları hususunda da uyarı yapılmakta, “Aman Dikkat” denilmektedir.
Gerçek bir iş güvencesinin olmaması nedeniyle uygulaması güç olsa da, işverenlerce verilen sarı kartların (ihtarın) iptali için dava açmak yasal olarak mümkündür.

AKILLI KİTABA GÖRE PERSONEL SİCİL DOSYASINDA BULUNMASI GEREKENLER
Akıllı Kitapçılar, işçilerle patronlar arasındaki “uzlaşmaz çelişki”lerin daima çatışmalara gebe olduğu düşüncesiyle, işverenlerin işten atma silahının kullanılmasını engelleyebilecek her türlü korumanın önüne geçmek için, işe almadan itibaren düzenli bir sicilin  tutulması gerektiğini tavsiye ediyor.
Akıllı Kitap’a göre, işveren, fesih davalarında fesih sebebinin geçerliliğini ispat edebilmek için, aşağıdaki belgeleri, çalışana da imzalatarak, personel sicil dosyasına koymalıdır:
·    Çalışanın ‘İş Başvurusu Formu’nda beyan ettiği bilgilerin doğruluğunu taahhüt etmesi sağlanmalıdır.
·    Çalışanın yapacağı iş ile ilgili görevi ve sorumlulukları ‘İş Sözleşmesi’nde ve ‘Görev Tanımı’nda açıkça belirtilmelidir.
·    Çalışana işe başladığında ‘Kurumsal Çalışma İlkeleri’, ‘Personel Yönetmeliği’, ‘İç Yönetmelik’ vb. işyeri kural ve politikalarını içeren belgeler imza karşılığında verilmelidir.
·    ‘Performans Değerlendirme Sistemi’ işyerinin belirlediği periyotlarda uygulanmalı ve sonuçları belgelenmelidir.
·    İşçinin davranışı veya yetersizliği nedeni ile fesih söz konusu olduğunda çalışana verilen ihtar ve öncesinde alınan savunma yazılı olarak belgelenmelidir.
·    Feshe en son çare olarak bakıldığını belgeleyebilmek için, çalışana verilen eğitim veya başka bir iş teklifi yazılı olarak sunulmalıdır.
·    İş Sözleşmesinin geçerli veya haklı sebeple feshi durumunda, fesih nedeni, gerekçeleri ile birlikte açık ve kesin bir şekilde belgelenmelidir.
Personel sicil dosyasındaki belgelerin sadece muhafaza edilmesi değil, ama bu belgelerin çalışan tarafından imzalanmış da olması, işverenin ispat yükümlülüğü açısından önem taşımaktadır. Çalışanın ilgili belgeleri imzalamaktan kaçınması durumunda, bir tutanakla tespit edilen, tanıklara imzalatılan, iadeli taahhütlü posta ile adresine gönderilen veya noter aracılığı ile kendisine ulaştırılan belgelerin ve feshe ilişkin dava süreci ile ilgili her tür belgenin personel sicil dosyasında muhafaza edilmesinin önemini vurgulayan Akıllı Kitap,  işverenleri bu hususta uyarmaktadır.
Görüldüğü gibi, “İnsan Kaynakları ve Personel Bölümü”nün görevleri, ihtarları düzenlemek ve saklamakla sınırlı değildir. İşverenin iş güvencesi hükümlerine karşı tedbirleri, iş başvurusu formu ile birlikte başlamaktadır. İş başvurusu formunda işçinin yanlış beyanda bulunduğu ortaya çıktığı takdirde, iş sözleşmesi “haklı neden”le feshedilebilmektedir. (İş Kanunu madde 25/2a) Bu nedenle, iş başvuru formunun işçiye imzalatılıp personel sicil dosyasında muhafaza edilmesi önerilmektedir.
Akıllı Kitap’a göre, “Yazılı iş sözleşmesinde işçinin yapacağı işler kısmında görev tanımı ayrıntılı bir şekilde yapılmalıdır. Bununla birlikte;
1-    İşveren veya işveren vekillerinin işçinin görevi ile ilgili verecekleri tüm işlerin yerine getirileceğine dair ibareye,
2-    Bir işin ve görevin tam olarak yerine getirilebilmesi için gerekli olan hazırlıklar, yeni yönetim tekniklerine ilişkin gereklerin yerine getirilmesi, çalışma yerinin temiz ve düzenli tutulması gibi ayrıntılara,
3-    Diğer çalışanlar ile gerekli işbirliğinin sağlanması, bu iş sözleşmesinde veya personel görev tanımında teker teker yazılmamış olsa bile, işin muhtevasına dahil olup görev tanımında yazılı olmadıkları gerekçesi ile yapılmalarından kaçınılamayacağına ilişkin hükümlere yer verilmesinde yarar vardır.”
Bunun yanı sıra işçinin sorumlulukları ile ilgili belgelerin, iş yeri iç yönetmeliğinin ve varsa benzeri belgelerin işçiye imza  karşılığında verilmesi önerilmektedir.
Akıllı Kitap’ın işçilere hazırladığı bir başka tuzak da, iş sözleşmelerinde bulunan görev tanımlarında gizlidir. “İşçinin yetersizliği, işe yatkın olmaması veya beklenenden daha düşük performans göstermesi gibi işçinin yetersizliğinden kaynaklanan fesih sebeplerinin geçerliliğini ispatlayabilmek açısından görev tanımları önemli bir kaynak oluşturacaktır.” Görev tanımında “açık ve net” bir şekilde belirtilen sorumluluklarını yerine getirmedikleri gerekçesi ile “sarı kart” gösterilen işçileri sonraki süreçte duruma göre kırmızı kartla işten çıkarmak mümkün olacak, ve iş güvencesi hükümlerine takılınmayacaktır.
İş güvencesi ile birlikte, işçiler, işyerlerindeki performans değerlendirmesi ile daha çok karşılaşacaktır. Akıllı Kitap’ın şu paragrafı işyerlerinde işçileri nasıl bir tehlikenin beklediğinin yoruma yer bırakmayacak bir kanıtıdır: “İş Kanununun iş güvencesine yönelik hükümleri ile birlikte çalışanın kendisinden beklenen performansın altında çalışması gerekçesiyle yapılacak yetersizlikten kaynaklanan fesihlerde, işverene ispat yükümlülüğü getirilmiştir. Bu nedenle İş Kanunu ile birlikte performans kavramı, işletme için olmasının ötesinde mahkemeye karşı savunulması gereken ve ispat yükü açısından önem taşıyan bir kavram haline gelmiştir. İşverenin bu yükümlülüğü yerine getirebilmesi için, işçinin performansına ilişkin ölçümleme sisteminin yeterli açıklığı taşıması ve belgelenmesi gerekir. Kanun bu yönüyle insan kaynakları ve personel bölümünün fonksiyonlarını artırmış ve bu konuda bilimsel yöntemlerden daha fazla yaralanılmasını gerekli hale getirmiştir.”
Performans kriterleri açısında işin daha vahim yanı, işverenin işçinin performansını serbestçe ve kendi belirlediği yöntemlerle ölçüp, bunu da, mahkemelerde delil olarak sunabilecek olmasıdır. Akıllı Kitap’ta mahkemeler için hazırlanan tuzaklar da açıkça anlatılmış; “Her işletme verimin ölçülmesi konusunda, görülen işin niteliği ve işletme gereksinimleri çerçevesinde kendi ölçütlerini belirlemekte serbesttir. İşçinin yetersizliği nedeniyle açılan fesih davalarında, mahkeme feshin geçerli olup olmadığını, kural olarak belirlenen ölçütlerin isabet derecesi yönünden değil, bunların gerçekleşip gerçekleşmediği yönünden araştırabilecektir. Çünkü geniş bir yelpazeye sahip olan performans değerlendirme kriterleri, yargının alışkın bulunmadığı pek çok kavramı içermektedir.” denilmiştir. Bundan sonra, her işçi için ayrı tutulan performans kayıt formları, personel sicil dosyasında muhafaza edilecektir. Bu şekilde yapılan performans ölçümleri ile, yıllarca verimli çalışan kıdemli bir işçinin de, verimsiz olduğu iddiasıyla, işten çıkarılmasının mümkün olduğu kitapla verilen “akıl”lardan biridir.
İşveren tarafından hazırlanan, işe alınırken işçinin imzalamak zorunda kalacağı ve personel sicil dosyasında saklanacak olan çalışma ilkeleri ile personel yönetmeliği, haksız fesihlere karşı açılacak davalarda, fesih sebebinin geçerliliğini ispat etmek açısından işverene yeni olanaklar sağlayacaktır.

NE YAPMALI?
Akıllı Kitap’ın önerilerini işverenlerin ne kadarının uyguladığını bilemiyoruz, ama şu bir gerçek ki, patronlar, mevzuattaki değişiklikleri öğrenme, uyum sağlama, önlem alma noktasında ileri işçiler ve sendikacılardan öndeler. Bunun en bariz kanıtı, Akıllı Kitap’ın kendisidir.
Sarı kartların havada uçuştuğu, personel sicil dosyalarının kabardığı, performans ölçümü ile işçi çıkarıldığı günlerdeyiz. Zaman, tribünden seyredecek zaman değil. İş Güvencesi ve İş Kanunu hazırlanırken, bu yeni düzenlemeleri yeterince tartışıp irdeleyemeyen işçiler, sermaye tarafından başlarına nasıl bir çorap örüldüğünü yaşayarak öğreniyor. İş Kanunu yasalaşırken gösterilmeyen sınıf tepkisi, bundan sonraki süreçte ortaya çıkabilir. İş Kanunu’nun Meclis’te yasalaştığı gün, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Murat Başesgioğlu’nun, işçilerin tepki gösterebileceğinden ürkerek söylediği gibi, “Kanunlar Allah’ın emri değildir… Gerekirse değiştirilir.” Ve her şeyden önce ve temel önemde olanın, yeterli bilinç ve örgütlenme düzeyiyle, kararlı hak alma mücadelesiyle sınıf mücadelesi pratiğinin kendisi olduğu tartışmasızdır.

İŞ GÜVENCESİNDEN NASIL FAYDALANILIR?
Son günlerde pek çok işyerinde işçilerin kitlesel olarak sendikalaşma mücadelesine katılmalarında “iş güvencesi efsanesinin” payı büyüktür. İşten atılma korkusu ile sendikalaşma fikrine ürkerek bakan işçileri, iş güvencesi hükümlerinin kısıtlı olanakları cesaretlendirmektedir.
Sendikalaşma mücadelesinin başarısı açısından, uygulaması henüz yeni olan yasanın, işçilerce tüm açıklığı ile bilinmesi önemlidir. Yasanın tam bir iş güvencesi getirdiği doğru olmadığı gibi, sendikalaşma ve hak alma mücadelelerinde bir katkısının olmayacağını düşünmek de yanıltıcı olacaktır.

İş güvencesinin kapsamı: İş güvencesi hükümleri 30 ve daha fazla işçi çalıştıran ve en az 6 aydır kıdemi olan işçilere uygulanır. Yalnızca, sendika üyeliği veya sendikal faaliyetinden dolayı işten atılan işçiler ile belirsiz süreli hizmet akdiyle çalışan işyeri sendika temsilcileri, bu sınırlamaya tabi değildir. Yani sendikaya üye olduğu veya sendikal faaliyetlere katıldığı için işten atılan işçiler, 30’dan az işçinin çalıştığı işyerlerinde çalışıyor olsalar ve kıdemleri 6 aydan az olsa dahi, iş güvencesi hükümlerinden faydalanırlar.
Yasa gereği, işten çıkarma daha önce izah ettiğimiz “geçerli nedenler”le yapılabilir. İşveren fesih bildirimini yazılı olarak yapmak ve nedenini açık ve kesin olarak belirtmek zorundadır. Geçersiz bir nedenle veya nedensiz fesih bildirimlerine karşı işçinin dava açma süresi bir ayla sınırlandırılmıştır. Bu süre, hak düşürücü olduğundan, geçirilmemesi gerekir.
Mahkemede feshin geçerli bir nedene dayandığını ispat yükü işverene aittir. Mahkeme, 2 ay içinde sonuçlandırılacaktır. Eğer karar temyiz edilirse, Yargıtay 1 ay içinde karar verecektir. Mahkemeler üzerindeki iş yükü ve iş mahkemelerinin azlığının, iş güvencesi davalarının kanunda öngörülen sürede sonuçlandırılmasını güçleştireceğini tahmin ediyoruz.
Mahkeme feshin geçersizliğine karar verirse, işçi, kesinleşen mahkeme kararının tebliğinden itibaren 10 işgünü içinde, işe başlamak için işverene başvurmak zorundadır. Bu süreyi kaçırırsa, işe dönüş talep edemez ve fesih geçerli kabul edilir. Bu durumda, işçi, diğer haklarını talep edebilir.
İşveren, işçiyi 1 ay içinde işe başlatmazsa, işçiye, mahkemece belirlenen en az 4 en fazla 8 aylık ücreti tutarında tazminat ödemekle yükümlü olur.
İşçinin, mahkeme esnasında çalıştırılmadığı süre içinde en çok 4 aya kadar doğmuş ücret ve diğer hakları da kendisine ödenecektir.
İşçi, varsa ihbar ve kıdem tazminatı haklarını ayrıca talep edebilecektir.

“Gençlik evleri”nin kuruluş çalışmaları ve yönelimi

Türkiye ve dünyadaki gelişmelerin tahlili ve gençliğin genel eğilimlerinin analiz edilmesi, gençlik evi çalışmalarımızın hangi temeller üzerinde yürüyeceğini görmemiz açısından önemli. En azından fikri temelini bu iki olgu belirleyecektir. Elbette ki, bu tahliller gazete, Özgürlük Dünyası ve diğer birçok yayınımızda işleniyor. Burjuva yayın organları da, gençliğin genel eğilimleri ve yönelimine ilişkin birçok araştırma yazılarına yer veriyorlar. Bu araştırmalar, gençliğin ekonomik, sosyal ve kültürel yaşamının sonuçlarını tahlil edilmesi açısından bizlere önemli veriler sunuyor. Türkiye ve dünyadaki gelişmeler açısından ise; 11 Eylül saldırısının ardından ABD’nin Ortadoğu’ya müdahalesi ve bugün bunun en kapsamlı planı olan Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP), gençliğin bugününü ve geleceğini belirleyen en kapsamlı saldırı olduğu ortada. Konumuz açısından gerekli olduğu ölçüde, bu iki önemli faktörü kullanacağız.
Gazetelerde çıkan son iki araştırma, gençliğin eğilimlerini anlamamız açısından önemli veriler sunuyor.
Birincisi; Prof. İbrahim Armağan’ın, “21. Yüzyıl Eşliğinde Türk Gençliğinin Sorun ve Çözüm Önerileri” başlıklı kitabında topladığı araştırmalarıdır. Prof. İbrahim Armağan kitabında, 1979 yılında gençlik üzerinde yapılan araştırmaların sonuçlarını ve bugünü karşılaştırıyor. ’79 yılında yapılan çalışmanın sonucuna göre, gençliğin önemli saydığı değerlerin başında sevgi, özgürlük, meslek, iş… vb. bulunurken; 2002 yılında yapılan araştırmanın sonuçları, gençliğin, ‘mutluluk’ için gerekli olan en önemli şeyi para olarak varsaydığını gösteriyor.
İkincisi; Adnan Menderes Üniversitesi (AMÜ) Psikiyatri Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mehmet Eskin’in; Aydın, İzmir, İstanbul ve Ankara’daki 6 üniversitede, toplam bin 262 öğrenci ile anket şeklinde yaptığı araştırması. Araştırmanın sonuçlarını, “üniversiteye girebilmiş öğrencilerin yüzde 50’ye yakını kendini öldürmeyi düşünebiliyor” şeklinde özetleyebiliriz. Eskin, daha önce lise öğrencileri arasında yaptıkları araştırmada ise, gençlerin yüzde 25’inin intiharı düşündüğünün tespit edildiğini söylüyor.
Bu iki ankette ortaya çıkan sonuç, gençliğin eğilimleri ve değer yargılarının önemli bir ölçüde değişmekte olduğu. Bu değişim, kuşkusuz maddi toplumsal koşullar, sınıf güç ilişki ve dengeleri, sınıf mücadelesinde yaşanan ve buradan bilince yansıyan değişimlerle ilgilidir; ancak kapitalizmin doğal bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Savaş koşulları, ekonominin giderek savaş ekonomisine dönüşmesi, özelleştirmeler ve piyasa koşullarının tüm alanlarda yaygınlaşması, geleceği belirsiz bir kuşak yaratmakta ve bütün bu saldırılar, gençliğin değer yargılarındaki çözülmeyi hızlandırmaktadır. İşte gençlik evleri, bu dalgaya karşı bir dalgakıran olduğu, kendini böyle şekillendirdiği oranda istenilen rolünü oynayacaktır.
Bugün gençlik örgütümüz, birçok yerde gençlik evi kurma çalışmalarının adımlarını atıyor. Çünkü gençliği bir araya getiren, sosyal ortam ve sportif-kültürel imkanlar sağlayan mekanlar, gençliğin en somut taleplerinden biri. Bu nedenle, gençlik evi fikri, çevremizdeki gençlerle konuştuğumuzda, var olan ve yaygınlaştırılan kültüre karşı bir alternatif olarak çok rahat kabul görüyor.
Öte yandan, gençliğin bu somut taleplerinin yanında, değişen değer yargıları, birbiriyle çelişki oluşturuyor. Bu nedenlerle, gençlik evi kurma çabalarımız; gençliğin bu eğilimlerini aşamayan bir tutumla ele alındığında, hızlı ve iyi bir çalışmanın ardından içine kapanan, giderek birkaç kişinin üzerinden yürüyen bir çalışmaya dönüşüyor. Birçok yerde gençlik evi kurma çalışmalarının yeni başladığı veya başlamak üzere olduğu düşünüldüğünde, bu çalışmadaki zaaflarımızı tespit etmek, ayakları yere basan bir çalışmayı hayata geçirmeyi kolaylaştıracaktır.

GENÇLİĞİN GENEL EĞİLİMLERİ VE YEREL ÇALIŞMANIN ÖZGÜNLÜĞÜ
Gençlik evlerini kurma aşamasındaki bakış açımız ve çalışmalarımızın, gençlik evinin
kurulmasından sonraki süreci de belirlemesi kaçınılmaz. İşçi-işsiz gençlerin bulunduğu, lise veya üniversite gençliğinin ağırlıkta olduğu, spor, kültür-sanat mekanlarının bulunmadığı veya yetersiz olduğu mahalleler, belediyenin ve diğer yerel yönetim kurumlarının tutumu ve daha birçok yerel özellik; çalışmamızda değerlendirmemiz, hatta olumlu özelliklerinin çalışmamızda dayanak yapılması gereken yerel özelliklerin önemini gösteriyor. Bu özellikler, gençliğin genel eğilimlerinin yerellere doğru farklılıklar göstermesi anlamını da taşıyor. Bu nedenle, çalışmamızın yerelleşmesi ve bunun genel hedeflerimizle uygunluk göstermesi, özünde; kuruluş aşamasındaki gençlik evlerinin geleceğini belirleyecektir. ‘Nereden başlanmalı?’ sorusu da, burada önem kazanıyor. Elbette ilk adım, gençlik evi fikrini gençlerle paylaşmak ve gençlik içinde yaygınlaştırmak, yerel yönetimlerle ve diğer kurumların atıl haldeki olanaklarını gençlik evlerine dayanak yapmak üzere kullanmaktır.
Bakış açımız, gençlik içindeki dayanışma ve arkadaşlık ilişkilerini geliştirmek, birlikte iş yapma kültürünü güçlendirmek olduğu ölçüde, kuruluş süreci de buna uygun gelişecektir. Bu durumda, gençlik evi fikri, sadece bir mekan açma, var olan durumu ve amaçlarımızı gençlerle paylaşmanın dışında pratik bir anlam kazanacaktır. Birbiriyle kavgalı olan veya aynı ortam içinde birbirini dışlayan gençlik gruplarını, bir iş üzerinden (örneğin tanışma etkinlikleri) bir araya getirmek, bu pratik adımlardan sadece birisidir. Bu tarzda bir çalışma, gençlik evi kurmayı bir amaç olmaktan çıkartıp, gençliği bir araya getirmenin aracına dönüştürecektir. Sadece gençlik evini tanıtan, çalışmanın tümünü bunun için seferber eden, bürokratik işlemlerle uğraşan bir çalışmanın sonucunda gençlik evi kurulabilir, ancak yapılmak istenen işlerin gençlik evi kurulduktan sonraya ertelenmesi, çalışmalardaki darlığın önemli bir nedenidir. Üstelik bu süreç içerisinde, ailelerin desteği de daha rahat kazanılacaktır. Hiçbir aile çocuğunun kötü alışkanlıklar edinmesini, uyuşturucuya, çetelere, kahve ortamına bulaşmasını istemez. Bu ikna sürecinde “gençlik evi kuruyoruz” söyleminden çok, pratik adımlar daha etkili olacaktır. Elbette ki, bu çalışmada, bizden bağımsız birçok belirleyici etken vardır. Kurum adı olmadan yapılacak işlerdeki bürokratik engeller, bunlardan önemli bir tanesidir. Ancak planlı ve ne yaptığını bilen bir çalışma, bu bizden bağımsız belirleyenleri en az düzeye indirebilir.
Sonuç olarak, gençlik evi fikri üzerinden, gençlik içinde bir duygu birliği sağlanabilir. Bu duygu birliği, somut, belirli ölçülerde kısa vadeli çalışmalarla beslenmediği oranda, amaçları ve hedeflerinden uzaklaşacaktır. Çalışmaları, gençlik evini tanıtan, ne kadar iyi bir şey olduğunu anlatan bir tarzdan çıkarmak, günlük yaşamın her alanına müdahale edebilmeyi ve yereldeki en ileri, az çok sosyal ve kültürel kaygılarla bir iş yapmaya çalışan gençlerle buluşmayı sağlayacaktır. Bu gençlik grupları, bir bakıma, üzerinden çalışmanın şekillendiği ana eksen olacaktır. Çünkü, bulunulan yerelin en ileri gençliği ile buluşmak, yerelin en ileri fikriyle birleşmek anlamına da gelecektir.

ÇALIŞMALARIN BİRLEŞTİRİLMESİ
İşçi gençlik, lise gençliği, semt gençliği içindeki aydınlatma ve örgütlenme faaliyetlerinin gençlik evi çalışması ile bütünlüklü bir çalışma halinde yürümesi, iki çalışmanın birbirini güçlendirmesi gerekir. Ancak çoğu zaman; gençlik evi çalışması, kendi özgünlükleri olan bir çalışma olmaktan çıkıp, kendimiz ve en yakın çevremizin katıldığı, özünde ise ‘Emek Gençleri’nden oluşan bir gençlik evi’ çalışması durumuna düşüyor. Enerjinin çoğu bu çalışmanın etrafında yoğunlaşıyor. Bu yoğunlaşma da, daha çok, yasal işlemlerin yürütülmesi ve çevremizdeki gençleri belirli işleri yapmaya ikna etme biçiminde şekilleniyor. Yapılan birkaç etkinlik, bunları başka bir çalışmanın dayanağı yapmak ve sonrasının takibi, bu işler içinde ya yapılamıyor ya da en az verimi alacak şekilde örgütlenebiliyor. Bir süre sonra, gençler arasında sağlanan duygu birliği; çalışmanın merkezindeki gençlerde dahi eksilmeye ve bu arkadaşlar pratik-teknik işlerin altında ezilmeye başlıyor. Bu haliyle; planlar, projeler, gençlik evinin gençliğe sunacakları… vb., güzel düşünceler olmaktan öteye gitmiyor. Yukarıda da açıklamaya çalıştığımız gibi, kuruluş çalışması, bir düşünceyi yayan yönü kadar, aynı zamanda, bunun pratik adımlarını atabilmeyi de kapsamalıdır. Diğer bir yanıyla da, gençliğin diğer başlıca aydınlatma ve örgütlenme çalışmaları ile bağları güçlü olmalıdır.
Sanayi sitesinde çalışan gençlerin daha iyi çalışma koşulları, ücret, sigorta gibi talepleri ve Emek Gençliği’nin bu alanda yürüttüğü çalışmanın gençlik evi çalışması ile bağları nasıl olacaktır? Genç işçilerin iş yaşamından kaynaklı sorunları ile kültürel ve sosyal yaşamındaki sıkıntıları nasıl bir bütünlük içinde ise, gençlik evi çalışmasıyla, site eksenli iktisadi, demokratik ve politik çalışma da bu bütünlüğü sağlayabilmelidir. Bu bağın kurulması, bütünlüklü bir çalışmayı gerekli kılıyor. Örneğin, asgari ücretin belirlenmesinde 15 milyon TL’lik bir artışın yıkıcılığı/gülünçlüğü, kapitalizmin, sermaye ve hükümetin teşhiri için Emek Gençliği’nin kullanması gereken bir gündem. Aynı zamanda, bu “artış”, gençliğin kültürel ve sosyal aktivitelerde bulunmasının kısıtlanması anlamına da geliyor.
Gençlik evi, kendi özgünlüğünden kaynaklı, gençliğin kültürel ve sportif etkinliklerini gerçekleştirebileceği olanakları geliştirebilir. Kuracağı kurumsal (spor kulüpleri, kültür merkezleri… vb) ilişkiler ile, gençliğin, bu alanlardan daha ucuza ve rahat yararlanabilmesinin olanaklarını yaratabilir. Bunun bir adım ilerisinde; yerel yönetimleri zorlayarak. bu alanların genişletilmesi ve ucuzlatılmasını, hatta belirli yerlerin ücretsiz kullanılmasını sağlayabilir. Bu tarz çalıştırılan bir gençlik evi, bir çekim merkezi oluşturacaktır. Yönelimi böyle olan bir çalışma, aynı zamanda, var olan durumun teşhiri ile birleşecektir. Bu andan itibaren asgari ücretin belirlenmesiyle, gençlik evinin ve Emek gençliğinin çalışmaları pratik olarak birbirine bağlanmıştır. Geriye kalan ise, var olan durumun bir aydınlatma faaliyeti olarak gençlik içinde tartıştırılmasıdır.

BİR MÜCADELE VE EĞİTİM MERKEZİ
Gençlik evleri, kuruluş amaçları itibariyle, bir mücadele merkezidir. Gençlik evlerinin kuruluş aşamasında ve kurulduktan sonra, gençler, birçok yönüyle sistemle karşı karşıya gelir. Gençlik evini kurmak için gerekli olan prosedürü hazırlamak bile, kendi başına bu karşı karşıya gelişin bir parçasıdır. Bu karşı karşıya gelişler, aynı zamanda, bir yılgınlığın oluşmasına, gençlik içindeki lümpen ve boşvermişlik eğilimlerinin güçlenmesine de dönüşebilir. Bu dönüşüm, bir süre sonra, en direngen, fakat dar bir kesimin kalmasına yol açabilir. Bugün bir gencin, tüm gençliğin çıkarlarını düşünme, bunun için mücadele etme bilincinin zayıflığı düşünüldüğünde, bu küçük bir ihtimal değildir. Ancak, bu karşı karşıya gelişlerden, gençliğin bilinç düzeyi yükseltilerek, açıklık ve öngörü ile bu dönemlerden güçlenerek ve gençliğin mücadeleci yönü gelişerek çıkılabilir. Bu nedenlerle, gençlik evleri, aynı zamanda, bir eğitim merkezi rolünü de üstlenmelidir. Burada, belki de dikkat çekilmesi gereken, eğitim çalışmalarının yönü ve neye hizmet etmesi gerektiğidir. Elbette, buradaki eğitim, herkesin bir konu üzerinde araştırma yaptığı ve tartıştığı bir eğitim değildir. Bu da olabilir, ancak burada anlatılmak istenen, eğitimin tüm gençliğin bir fikir etrafında toplanmasına hizmet etmesidir. Böylece her faaliyet, her proje, anlatılan her şey, sistemle karşı karşıya gelişler, bu eğitimin bir dayanağı ve parçası olacaktır. Örnek verecek olursak: Bir müzik dinletisi veya tiyatro çalışması, gençliği bir araya getiren, sanat ve kültürel gelişimine katkısı olan faaliyetlerdir. Bu anlamıyla da, gençliğin kendi ürettiği ve paylaştığı bir etkinliktir. Böylesi bir etkinliğin gençlik içindeki etkileri olumlu olacaktır. Bu etkinliğin geniş gençlik kesimleri ile paylaşılması, amaçlanın ve bu faaliyetin öneminin; hem etkinliğe gelen hem de diğer gençlik kesimleri ile paylaşılması gençlik içindeki duygu ve fikir birliğini  güçlendirecektir. Çalışmaların sonuçlarının değerlendirilmesi, eleştiri süzgecinden geçirilmesi, etkinliği, bir sonraki çalışmaların dayanağına dönüştürecektir. Yani buradaki eğitim, pratik faaliyetin nedenlerini ve sonuçlarını değerlendiren, bunu gençliğin bilgi hazinesinde yoğunlaştıran, fikir olarak da, daha ileri (tüm gençliğin bu platforma kazanılmasına dönük) bir amaca (sonal olarak sosyalizme) bağlayan eğitimdir. Burada, güçlendirici bir faaliyet olarak, gençlerin kendi çıkarttıkları yerel bülten vb. yayınlar olumlu olacaktır. Bu olmadan, gençlik evinin girdiği yolda önüne çıkan her engelde güç kaybetmesi, “radikalleşmesi” ya da düzene bağlanması ve bir süre sonra kendi içinde bir ‘gençlik evi profesyonelleri’ ekibine dönüşmesi ya da yozlaşması kaçınılmaz olacaktır.

PROGRAMLI VE ÖRGÜTLÜ BİR ÇALIŞMA
Gençlik evi, faaliyetlerini gerçekleştirirken, buna uygun bir örgütlenme modeline de ihtiyaç duyacaktır. Gençlik evlerinin, kendi örgütsel çalışmasının özgünlükleri vardır. Özellikle gençliğin yaşam koşulları ve burjuva kültürün gençlik içindeki etkileri düşünüldüğünde, bu, kaçınılmaz bir sonuçtur. Çünkü gençlik evi çalışması, aynı zamanda, gençliğin örgütlü bir çalışmayı nasıl yürüteceğini öğreneceği bir çalışmadır. Bu nedenle, Emek Gençliği grupları dışındaki gençlikten aynı özveri ve örgütlülük düzeyini istemek, gerçeklere uygun hareket etmemek demektir. Her gencin yeteneklerine ve özveri düzeyine göre bir işin ucundan tutması, belki de gençlik evi çalışmasının en özgün yanıdır. Bunun için de, gençliğin yeteneklerinin doğru tahlil edilmesi ve değerlendirilmesi gerekir. Çalışmaları dağıtmayan, ama olabildiğince, gençliğin ilgi duyduğu sportif ve kültürel alanlara dönük çalışma grupları oluşturulmasına dayanarak ilerleyen bir örgütsel hat bu özgünlüğü sağlayabilir. Müzik, tiyatro, halk oyunları, futbol, basketbol… vb. çalışma alanları buna örnek verilebilir. Burada önemi olan ise, çalışma gruplarının oluşturulma tarzıdır. Oluşturulması düşünülen ‘müzik çalışma grubu’, müzik ile ilgilenen gençlerin gençlik evinde müzik yapmasının ötesinde, bu alana ilgi duyan gençlere yardım edebilmeli, çalışmasını gençlik çalışmaları ile bütünleştirebilmeli, diğer çalışma grupları ile bağını sağlayabilmeli… vb., başka birçok görevi de üstlenebilmelidir. Elbette ki bunları sağlayabilecek bir çalışma grubu, tarif etmekle oluşmayacaktır. Her çalışma grubunun bir faaliyet üzerinden şekillenmesi, belki de burada ön açıcı bir çalışma olabilir. Örneğin gençliğin sorunları veya kültürel ihtiyaçlarına dönük olarak yapılacak bir etkinlik, bu çalışma gruplarının oluşturulması için uygun bir zemin yaratacaktır. Sonuçta bir etkinlik düzenlemek, bütünlüklü, disiplinli, aynı zamanda da, işbölümü gerektiren bir çalışmadır. Oluşturulmak istenen bir ‘kültür biriminin’; çalışmaya katılan gençlerin, etkinliğin hazırlık ve etkinlik sürecinde yaptıkları iş ve becerileri üzerinden şekillenmesi, gençlik evinin çalışma tarzını somutlaştıracaktır. Bu, diğer çalışma grupları içinde uygulanabilir bir tarzdır. Burada, etkinlik planımızı ve programımızı oluştururken, bu düşüncelerimizi hayata geçirebilmeyi destekleyen bir tarzda ele almamızı gerektirir.
Gençlik evinin örgüt planı, gençliğin en geniş kesimlerini içinde barındırabilecek, yeteneklerine göre yönlendirebilecek ve olabildiğince pratik faaliyet içinde oluşacak bir tarzda ele alındığında, gençlik evi çalışması özgün bir çalışma olacaktır.
Gençlik evi çalışması; gençliğin yaşamına müdahale edebildiği, gençlik içinde dostluk, paylaşım ve birlikte iş yapabilme kültürünü geliştirebildiği oranda yaygınlaşacak ve istenilen rolü oynayacaktır. Emperyalizmin gençliğe dayattığı yaşam koşulları; her gün örgütsüzlüğü, bireyciliği ve kaderciliği beslerken, buna karşı durmak ve bu karşı duruşun araçlarını yaratmak için, gençlik evlerini bir deneyim, aynı zamanda da, geliştirilmesi gereken bir çalışma olarak görmek gerekiyor. Türkiye ve Ortadoğu’nun geleceğini kan ve gözyaşı olarak belirleyen emperyalizmin gençliğe vaat ettiği gelecek, yaratmak istediği gençlik kuşağı ile bire bir örtüşüyor. Gençlik evlerini böylesi bir dünyada ve Türkiye’de kurmak, emek, çaba, açıklık ve bütünlüklü bir çalışma gerektiriyor.

İşçi gazetesi ve parti çalışması: ayrılamaz bütün

İşçi sınıfı ve emekçilerin her gün içinde yaşadığı gerçekliğin yanılsama ile algılanmasını, gerçeklerin karartılmasını ve olayların gerçek, sınıfsal karakteriyle kavranmasını zorlaştıracak, zayıflatacak çarpıtmalarla; temsil ettiği, sözcüsü olduğu  burjuvazi ve sermayeye hizmeti amaçlayan burjuva medya organları ve gazeteleri karşısında; bir de, işçi sınıfı ve emekçilere, gerçeğin açıklanması, kavratılması ve değiştirilmesi mücadelesinin bir aracı ve kürsüsü olarak; günlük işçi gazetesi var.
Baskı ve sömürü düzeninin, sermaye egemenliği ve “küreselleşme, piyasa ekonomisinin gerekleri” vb. adına kapitalist emperyalist sistemin savunulmasında, bütün temel meselelerde sistem ve sermaye (ki burjuva basının kendisi de sermaye gruplarını oluşturmaktadır) ile tam bir ideolojik birlik ve anlaşma içerisinde (bazı tali meselelerdeki “muhaliflik” görüntüleri, sistem-içi çekişmelere ve kitleleri aldatmaya dairdir) olan sermaye basını.. Ve bunun karşısında; işçi sınıfı ve emekçilerin çıkar ve özlemlerinin savunucusu, bağımsız demokratik bir Türkiye ve baskısız sömürüsüz bir dünya için mücadelenin sözcüsü ve örgütleyicisi; günlük işçi gazetesi.
Günlük işçi gazetesinin işçi hareketi içindeki yerinin; işçi hareketinin politik mücadeleye genişlemesinin temel aracı, örgütleyici ve yönlendirici organı, bilinen tanımıyla; “sadece kolektif bir propagandacı ve kolektif bir ajitatör değil, aynı zamanda, kolektif bir örgütleyici…”  ve parti örgütlerinin elinde, günlük parti çalışmasının  temel aracı olduğu, gazetesiz bir çalışmanın, politik bir çalışma, merkezi tek bir politik hat üzerinde birleşmiş, gerçek bir parti çalışması olamayacağı üzerinde birleşilen bir gerçektir.
Bu nitelik ve özellikleriyle, günlük gazete, hem işçi sınıfı, emekçiler ve onların burjuvazi ve sermayeye karşı mücadeleleri için hem de işçi sınıfı ve emekçiler içinde yürütülen gündelik parti çalışmasının en temel aracı olarak, önemli ve vazgeçilemez bir olanaktır.
Gazetenin, günlük parti çalışmasına ve bu çalışma içindeki parti örgütlerine, parti örgütçülerine ve her kademeden parti militanlarına, yürütülen çalışmaya katkısı ve desteği öylesine büyüktür ki; yeri, başka hiçbir araçla doldurulamaz.
Dolayısıyla, günlük çalışma içinde gazetenin temel bir araç olarak kullanılması; işçiler, emekçiler ve gençler arasında yaygın dağıtılması, işçi ve emekçilerin gazete etrafında bir araya getirilmesi, örgütlenmesi, gazeteye hem partililerin yazarak (haber, araştırma, yazı ve röportaj) katılmaları hem de işçilerin ve emekçilerin kendi gazetelerine yazmaya teşvik edilmesi; bir yük değil, yürütülen çalışmanın kolaylaştırılması, ilerletilmesi, hatta çalışmanın en önemli bölümüdür.
Gazete; günlük çalışma içindeki bir partiliye, çalışmasında nasıl destek olur, çalışmada kullanmak üzere neler, ne tür malzemeler verir, çalışmaya neler katar? Bu soruyu üç-beş ay geriye dönüp, ülkemizin ve işçi hareketinin içinden geçtiği süreçleri ve parti çalışmasını gözden geçirerek yanıtlamaya çalışalım.

*
Bilindiği gibi, 28 Mart’ta yerel seçimler yapıldı, sonuçları değerlendirildi. 28 Mart’a gelinen yerel seçim çalışmaları sürecine, demokratik halkçı belediyecilik anlayışı üzerinde yükselen, ilgili yerel alandaki, başta işçi sendikaları olmak üzere, kamu emekçi sendikaları, sendikal platformlar, kitle örgütleri, yöre dernekleri, yerel aydınlar ve örgütleri, halk içinde öne çıkmış, ileri gelen, saygın şahsiyetlerin de katılımıyla oluşturulacak yerel platformlar ve yine bu platformların belirleyeceği adaylarla seçime katılmak, merkezi düzeyde oluşacak güç birliğinin de bu yerel platformları desteklemesi ve güçlendirmesi üzerine kurulu yerel seçim taktiğinin açıklanması ve örgütlenmesine yönelmekle başladık.
Altı partinin katılımıyla oluşturulan Demokratik Güçbirliği, bir platform üzerinde birleşmiş (29 Ocak’ta kamuoyuna ilan edilen  Güçbirliği deklarasyonu) olmasına rağmen, süreç istenilen yönde geliştirilemedi. Bazı yerleri saymazsak, yerel platformlar, o güne kadar oluşturulmuş olanlar dahi, devre dışı kaldı, işletilemedi. Demokratik Güçbirliği, kendi adaylarını büyük ölçüde merkezden kendisi belirleyerek seçimlere katıldı.
Demokratik Güçbirliği’nin oluşumu, elbette bir kazanım, işçi sınıfı ve emekçiler açısından, hükümet ve diğer sermaye partileri karşısında demokratik bir seçenekti. Ayrıca ilan edilen Güçbirliği deklarasyonu; Kürt sorununun demokratik çözümünden, ülkenin bağımsızlığı, demokratikleşmesi, özelleştirmelerin durdurulması, IMF ve emperyalizmin ülkeden kovulmasına kadar az-çok ülkenin ve halkın temel taleplerini içeriyordu.
Gazete, gelişimini kısaca özetlediğimiz Demokratik Güçbirliği platformunun çalışmada ve seçimlerde başarılı olabilmesi için önemli bir görev üstlendi ve bunu layıkıyla yerine getirdi diyebiliriz.
Gazete, sadece ülkenin tüm il, ilçe ve beldelerinde sürdürülen seçim çalışmalarını, Demokratik Güçbirliği’nin toplantı, miting, gösteri vb. faaliyet ve etkinliklerini izleyerek haberlerini yapmak, Güçbirliği partilerinin, genel başkanlarının açıklamalarını, miting konuşmalarını vermek, adayları ve platformu tanıtma ve yayma amaçlı röportajlar yapmakla kalmadı.
Tüm bunların yapılması elbette zorunluydu, bunlar, tüm ülkede sürdürülmekte olan parti çalışmasının, yerel alanlarda sürdürülen çalışmanın, partinin seçim taktiği ve Güçbirliği platformu üzerinde birleştirilebilmesi için gerekliydi. Her bir yerel alanda sürdürülmekte olan çalışmanın, bu çalışmayı yürüten parti örgütleri ve militanlarının, tüm ülkedeki çalışmanın haberlerini ve bilgisini edinerek çalışmaya bağlanması, daha olumlu ve ileri olandan öğrenerek, kendi çalışmasına sarılması ve ilerletmesi için mutlaka gerekliydi.
Gazete, bunların yanı sıra, çalışma içindeki parti örgütleri ve üyelerine, her günkü çalışmalarında; işyeri, fabrika, semt, okul ve tüm birim ve alanlarda yürüttükleri çalışmalarda, bu birimlerde yapacakları kitle toplantılarında kullanabilecekleri somut, günlük ve canlı bir teşhir, ajitasyon ve propaganda malzeme ve olanakları sundu.
Yapılacak olan, sadece bir yerel seçim değildi, içinde bulunulan iç ve dış koşullar; onu, yalnızca bir yerel seçim olmaktan çıkarıyor, IMF ve uluslararası tekellerin yönlendiriciliğindeki ekonomik politikaların, her şeyin piyasaya açılması ve tüm kamu sektörünün yok pahasına satılmasının; ülkenin her şeyiyle Amerikan emperyalizminin bölge ve dünya egemenliği plan ve projelerine bağlanması ya da bunların önlenebilmesinin oylanacağı bir süreç haline getiriyordu. Dolayısıyla, bu süreçte yürütülecek çalışma da; işçisi, emekçisi, Kürdü ve Türkü ile tüm halk güçlerini kapsamalı, buna uygun bir içerik ve platformda ve buna uygun bir tarz ve üslup ile yürütülmeliydi.
Seçimlerde iki program çatışacak ve yarışacaktı, burjuva düzen partilerinin, belediyeleri birer rant alanı olarak gören, tüm belediye hizmetlerinin piyasaya çıkarıldığı, tüm hizmetleri alınır-satılır mallar haline getiren, getirecek olan belediyecilik program ve anlayışı ile; Demokratik Güçbirliği’nin halkçı demokratik yerel yönetim programı ve anlayışı…
Kamu yönetimi temel kanunu, bu süreçte hükümetin gündeme aldığı tüm kamu emekçilerine ve tüm halka yönelik bir saldırı, hizmetlerin piyasalaştırılması yolunda önemli adım olma özelliği taşıyordu…
Yüzyılın Amerikancısı Erdoğan ve hükümetin, ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik projelerine (BOP), köprü olma istek ve çabası, bu yolda varılan ön anlaşmalar.. Amerikan emperyalizminin, Irak işgaline ortak edemediği Türkiye’yi, tüm Ortadoğu’nun “ıslah” edilmesine ortak etme, İsrail’in yanında, tüm Ortadoğu halklarına düşmanlaştırma plan ve çabaları.. Otuz yıldır çözümsüzlükte direnilen Kıbrıs sorununun, ada halklarının istek ve iradesi hiçe sayılarak, Amerikan çıkarları doğrultusunda “çözümü” için girilen angajmanlar…
TÜPRAŞ’ın haraç mezat ve şaibeli bir konsorsiyuma satışı, ülkenin uluslararası tekellerin at oynattığı, yağmaladığı, çalıp çırptıkları bir alan haline getirilmesi için davetiyeler çıkarılması, yapılan toplantılarda tekellere her türlü olanağın, kaynakların vb. peşkeş çekilmesi…
Bunların yanı sıra bütün sermaye partilerinin, seçimlere yönelik demagoji, rüşvet, yalan ve boş vaatlerinin teşhir edilmesi ve yüzlerinin açığa çıkarılması ihtiyacı.
Hükümet ve AKP’nin, halkı hizmet vermemekle tehdit ederek oy toplama çabaları…
Medya tekellerinin şimdiye kadar görülmemiş düzeyde hükümet ve AKP’nin arkasında mevzilenmesi ve desteği.. Buna bağlı olarak, “% 57 oy alarak DP’nin rekorunu kıracak” şiarıyla estirdiği anket terörü…
Bu koşullarda yerel seçimler yapıldı; sonuçları ve süreç sınıfın partisince olumlu, eksik ve yetersiz yanlarıyla değerlendirildi; gerek Demokratik Güçbirliği olarak yürütülen çalışma gerekse parti çalışmasından sonuçlar çıkarılarak, gelecek döneme ve çalışmaya ilişkin görevler belirlendi. Bunlara ek olarak, şu söylenmelidir: Yerel seçim çalışmalarında işçi gazetesinden ne kadar yararlanılabildi, gazete günlük çalışmanın temel bir aracı olarak ne kadar kullanılabildi? Gazetenin, işyerlerinde, fabrikalarda, okullarda ve semtlerde yaygın dağıtılan ve okunan bir gazete olması yolunda atılan adımlar tartışılabilir, ama, onun, yerel seçim çalışmalarına katkıları, parti örgütlerine ve parti örgütçüsü ve militanlarına sunduğu olanakların tartışılır yanı yoktur.

*
İşçi hareketinin, sınıfın birliği ve mücadelesinin, sendikal hareketin mücadeleci gelişiminin organı olarak işçi gazetesi; işçi sınıfının uluslararası birlik, dayanışma ve mücadele günü 1 MAYIS’a gelinen süreçte de, 1 Mayıs’ın, küçük burjuva liberal parti ve “sol” gruplar ve sendikaların yöneticileri tarafından sorumsuzca, işçi hareketinin çok gerisinde kalmış bir “meydan”/“alan” tartışması üzerinden bölünmesine karşı; işçi sınıfının ve emekçilerin birliğinin, sendika, konfederasyon farkı gözetmeksizin birlikte mücadelesinin savunucusu oldu. Türk-İş yönetiminin sağcılığı ileri sürülerek, Türk-İş’in (bir işçi örgütü olduğuna göre, doğal ki, üyesi işçilerin de) uzlaşmacı, sınıf işbirlikçisi vb. olarak suçlanması ve onlarla kopuşulmasına karşı, konfederasyon yönetimlerinin uzlaşmacı, sınıf işbirlikçisi tutum ve çizgileri nedeniyle, işçilerin ve emek hareketinin, özelde 1 Mayıs’ın bölünmesine karşı, sınıfın ve hareketin birliği tutumuyla hareket etti. 1 Mayıs’a fabrika ve işyerlerinden, organize sanayi sitelerinden,okullardan ve semtlerden, 1 Mayıs komiteleri üzerinden örgütlenerek, örgütlü  ve kitlesel katılmanın çağrısını yaptı.

*
Amerikan emperyalizminin dünya egemenliği stratejisinin bir ayağı olan BOP (büyük Ortadoğu projesi), bu projede Türkiye’ye biçilen rol ve bu projenin ele alınacağı İstanbul NATO zirvesi, ülkemizde işçi ve emekçilerin, gençliğin önemli bir gündemini oluşturuyor. Aylar öncesinden oluşan NATO ve Bush karşıtı platformlar, özellikle 6 Mayıs Deniz’leri anma eylemlerinden başlayarak, emekçilerin ve gençliğin gündemine ağırlıklı olarak ve eylemlerle girdi.
Gazete, BOP nedir-ne değildir, Amerikan emperyalizmi bu projeyle neyi amaçlıyor sorularının yanıtları üzerinde durdu. ABD’nin bu projesinde Türkiye’nin yeri nedir? NATO, kuruluşu ve amaçları, dünü ve bugünü, Ortadoğu’nun monarşik, dine dayalı yönetimlerine, “Ilımlı İslam” ve “demokratik” model ülke olarak Türkiye’ye bölge halkları karşısında ne rol biçiliyor? Gazete, aydınlatma görevini üstlendi.
BOP ve NATO’nun bölgeye, Müslüman halklara ve bunun içinde ülkemize ilişkin işlevi ve anlamını, bu proje ve planların uygulanması ve bölge ülkelerine kabul ettirilmesi çabalarını, ülkemizde gerek “Ilımlı İslami” misyoner gerici dinci çevreleri, gerekse de “Ortadoğu’ya demokrasi”, “Ortadoğu’nun parlayan yıldızı ve demokratik model ülke Türkiye” gibi kendinden geçme havasında girilen işbirliği ve Amerikan destekçiliğini tüm yönleri ve bağlantıları ile konu etti, işledi.

*
Bilindiği gibi, parti çalışması, işyeri, fabrika, okul, semt, mahalle birimlerinde yürütülen günlük bir çalışmadır. Parti örgütleri ve parti militanları, günlük çalışma içerisinde, aydınlatma ve örgütleme çalışması yürütürler, ve günlük işçi gazetesi, bu çalışmanın en temel ve önemli aracıdır. Gazete, aydınlatıcı ve örgütleyici bir araç olmasının yanında, görevli partililer ve gençlerin yürüttükleri çalışmanın; kaba, soyut ve slogancı bir propaganda ve teşhir değil, somut, canlı, içerik olarak zengin, diğer olay ve gelişmelerle bağlantı içinde bir çalışma olabilmesinin de başlıca aracıdır.
Gerek seçim çalışmaları, gerek 1 Mayıs, gerekse de NATO zirvesi üzerinden yürütülen anti-emperyalist içerikli çalışmalarda izleyip gördüğümüz gibi, gazetenin çalışma içinde temel bir araç olarak kullanılıp ondan yararlanıldığı birimlerde*, çalışmanın tüm yönleriyle, hem kitle ilişkileri ve bu ilişkilerin parti çevresinde bir araya getirilmeleri ve çalışmaya katılmaları, hem de çalışmaların ve çalışma yürütülen alandaki işçi ve emekçilerin yaşam ve mücadelelerinin gazeteye yansıtılması açısından daha ileri bir  gelişme düzeyi yakalanabilmiştir.
Kıraç, Çiğli, Adana ve Tuzla gibi alanlarda, sınıfın partisinin örgütlerinin yürüttüğü çalışma, işçi ve emekçiler ve gençlik içinde kurulan ilişkiler, yüzlerce işçi, emekçi ve gencin katılımıyla yapılan toplantılar ve yine yüzlerce işçi, emekçi ve gencin yürütülen çalışmaya çeşitli biçimlerde katılımı ve bu alanlarda gazetenin dağıtımının belirgin bir artışı –tüm bunlar, gazetenin, çalışmada yönlendirici ve geliştirici katkıları ve gazetenin günlük çalışmada bir araç olarak kullanılması açısından öğrenmek, uygulanmak ve ilerletilmek gereken olumlu çalışma örnekleridir.
Ancak, yine aynı dönemlerde ve bugün de çalışmanın yerinde saydığı, gazeteyi el ucuyla tutan ve bir yük gibi gören, gazeteyi çalışmada temel bir araç olarak kullanmayı çalışmanın temeli ve önemli bir bölümü olarak görmediği gibi, bunu, çalışmanın diğer yönlerini “aksatan” bir işmiş gibi ele alan yaklaşımların varlığını sürdürdüğü birimlerin varlığı da bir gerçektir. İleri ve olumlu olandan öğrenerek, gerilik ve olumsuzlukların üstüne gitmek, ileri ve olumlu olanı, tüm parti örgütleri ve tüm parti çalışmasına egemen kılmak da, işçi partisi ve onun örgütlerinin bir sorumluluğudur
Gazetenin günlük çalışma içinde, parti örgütüne ve partililere, çalışmanın hem nitelik hem de nicelik açıdan  zenginleşmesinde ve gelişip güçlenmesinde katkı ve faydalarını örneklemeye çalıştık. Parti örgütleri ve parti görevlileri, kendi çalışmalarını, eleştirel bir bakışla irdelediklerinde, gazetenin, bilgi birikimlerini, propaganda ve ajitasyon becerilerini geliştirmede parti örgütleri ve tüm parti çalışanlarına katkılarının daha yakın örneklerini görebilecekler ve çalışmanın bütün alanlarında gazeteden daha iyi ve daha ileriden yaralanmayı öğrenecek ve bunu başarabileceklerdir.
Günlük işçi gazetesinin parti çalışmasındaki yeri ve öneminin anlaşılması ve buna uygun ele alış açısından, düne göre daha ileride olunduğu doğrudur. Ancak gelinen yerin, atılan olumlu adımların yeterli olmadığı da doğrudur. Bu, hem gazetenin işçi ve emekçiler arasında, özellikle de işyerleri ve fabrikalardaki (elbette uygun biçim ve yöntemlerle) dağıtımı, hem gazete etrafında işçi, emekçi ve gençlerin bir araya getirilmesi, yapabilecekleri bir parti işi üzerinde örgütlenmeleri (ve eğitimleri), hem de gazeteye yazarak, gazete okuru her işçiyi yazmaya teşvik ederek katılma ve kullanma açısından böyledir.
Ve gazeteyi çalışmada daha ileri bir mevziye taşımak, ilerletmek için yeni ve güçlü bir hamle yapma ihtiyacı apaçık ortadadır. Sorun, doğru bir bakış açısı (gazetenin daha yaygın dağıtımından, gazeteye, işçiler ve emekçiler arasından ve onların yaşamının tüm yönlerini yansıtmaya çalışan haber, yazı, araştırma yazıları, röportajlarla yazarak katılmaya, gazete ulaştırılan işçi ve emekçileri bir araya getirme ve bir parti işi çevresinde örgütlemeye kadar) ile ele alınıp, sınıfın partisi ve parti gençliğinin gücü ve enerjisi seferber edildiğinde, daha ileri hamleleri başarıyla gerçekleştirebilmenin önünde hiçbir engel yoktur.

Komünist Enternasyonal’in vii. Dünya Kongresi ve Almanya Komünist Partisi*

Komintern’in VII. Dünya Kongresi, yeni bir taktik çizgi oluşturdu. Bu yeni çizgi; SSCB’de sosyalizmin zafere ulaşması, Almanya’da Hitler faşizminin iktidara gelmesi, sosyal demokrasinin tutumunda değişiklikler yaşanması, halk kitlelerin Birleşik Cephe’ye dönük yöneliminin güçlenmesi gibi gelişmelerin yol açtığı değişikliklerin ve nihayetinde son yılların sınıf mücadelelerinde kazanılan tecrübelerin bir sonucuydu. VII. Dünya Kongresi, Birleşik Cephe’nin geliştirilmesi için en geniş temelin yaratılmasını ana görev olarak belirleyen bir kongreydi.
Komintern’in kahraman önderi Dimitrov yoldaş, Kongre’nin kürsüsünden yalnızca komünistleri değil, aynı zamanda kapitalist ülkelerdeki ve dünyanın bütün sömürgelerindeki milyonlarca emekçiyi de faşizme karşı mücadeleye ve Birleşik Cephe’yi yaratmaya çağırdı. Dimitrov yoldaş, Leipzig Mahkemeleri’ndeki tutumuyla barış ve özgürlük aşığı tüm insanların sevgi ve saygısını kazandı ve Alman işçi sınıfını faşizme karşı mücadeleye şevklendirdi. Şimdi de, Komintern’in VII. Dünya Kongresi’nde emekçi Alman halkına faşizmin boyunduruğundan kurtuluşun yolunu gösteriyor. Kongre’de alınan kararların yaşama geçirilmesinde, KPD’ye dünya proletaryası karşısında büyük bir sorumluluk düşüyor. Zira şurası açık ki, Hitler rejiminin yıkılışı, uluslararası durumda, zamanında faşizmin Almanya’da zafer elde etmesiyle yaşananlardan çok daha büyük değişikliklere neden olacaktır.

BARIŞ İÇİN MÜCADELE
Sovyetler Birliği’nin (SB) genişleyen gücü emperyalist savaşa karşı mücadelede yeni olanaklar sunmaktadır. Kapitalizmin varlığı bizzat emperyalist savaş tehlikesini kendi içinde taşımasına karşın; dünyayı bugüne kadar bir kan deryasından koruyan, barışın ülkesi SB’nin gücü ile halkların anti-faşist ve anti-emperyalist Birleşik Cephe uğruna mücadelesi olmuştur. Bununla birlikte, başta Hitler Almanya’sında olmak üzere, açıktan ve korkunç boyutlarda gerçekleşen silahlanma yarışı, askeri çatışmaların yakınlaşmasına işaret ediyor.
KPD, Komintern’in VII. Dünya Kongresi’nden beri, tüm gerçek barış yanlılarını, tüm faşist barbarlık karşıtlarını barış uğruna mücadele bayrağı altında birleştirmek için devasa bir çalışma yürütmektedir. Bu amaçla, sosyal demokratlarla ve sosyal demokratik örgütlerle ortak mücadele birliklerinin oluşturulması için yoğun bir çaba sergilemektedir. Almanya’daki sosyal demokrat yığınların faşizmin savaş politikasına karşı olmaları ve SB’nin desteklenmesine sıcak yaklaşmaları, bu görevin yerine getirilmesini kolaylaştırmaktadır.
Savaş hazırlıkların faşist partinin Nürnberg Kongresi’nde bir gövde gösterisi şeklinde sergilenişi, KPD’nin barış için mücadelede geride kalmışlığının kararlılıkla aşılması zorunluluğuna bir kez daha işaret etmiştir. Bu çerçevede, Birleşik Cephe uğruna verilen mücadelenin pratiği içinde; barışın muhafaza edilmesi şiarının, aslında Hitler rejiminin yıkılması için halkın Birleşik Cephesi’nin geliştirilmesi şiarı olduğu kitlelere kanıtlanmak zorundadır.
Faşist “Führer”ler (liderler) barışa sevgilerinden dem vuruyorlar; fakat aynı anda Memel Bölgesi* ve Litvanya’yı ilhak etme, Avusturya’yı Nazi Almanya’sına bağlama ve sömürgeci fetihlerin hazırlıklarını yapıyorlar. Faşizm, başka halkları yağmalama ve baskı altında tutmada diğer emperyalistlerle “eşit haklara” sahip olmayı talep ediyor, Alman mali sermayesinin haydut emellerini gerçekleştirmede “eşitlik” istiyor. Alman Faşizmi hunhar barbar tiranlığını Litvanya ve Avusturya’ya, Alsas-Loren  ve sömürge ülkelere kadar genişletmek istiyor.

BAŞ DÜŞMAN FAŞİZMDİR
Komünist Enternasyonal’in VII. Dünya Kongresi, işçi sınıfının tüm örgütlerine ve tüm emekçilere; tüm güçlerin, insanlığın ve uygarlığın baş düşmanı Hitler Faşizmi’ne ve bütün ülkelerdeki faşist saldırganlığa karşı mücadelede yoğunlaştırılması çağrısı ile seslendi. Kongre, teslimiyetçilerin faşizmin zaferinin sözümona kaçınılmaz olduğuna ilişkin teorilerini reddetti ve Fransa Komünist Partisi örneği üzerinden, faşizmin taarruzunun Birleşik Halk Cephesi politikasıyla nasıl başarıyla püskürtülebileceğini ortaya koydu.
Dimitrov yoldaş konuşmasında; faşizmin Almanya’daki zaferini olanaklı kılan nedenlerin başında, özellikle sosyal demokrasinin önderlerinin savunduğu burjuvaziyle uzlaşma taktiğinin işçi sınıfının bölünmesine, proletaryanın, burjuvazinin kararlı saldırıları karşısında politik ve örgütsel olarak silahsızlandırmasına yol açmasının geldiğini vurguladı. Bunun karşısında, Almanya Komünist Partisi, henüz sosyal demokrasisiz ve sosyal demokrasiye karşı yığınları harekete geçirecek ve faşizme karşı kararlı bir mücadeleye çekecek güce sahip değildi.
Dimitrov yoldaş sadece bu gerçeğin tespitiyle yetinmedi, aynı zamanda, ‘Almanya proletaryası faşizmin zaferini zamanında nasıl engelleyebilirdi’ sorununa da açıklık getirdi.
Sosyal demokrasinin gerici politikaları; Kızıl Cephe Savaşçıları Birliği’nin yasaklanması, 1 Mayıs 1929’da 33 işçinin sosyal demokrat polis şefi Zörgiebel’in emriyle katledilmesi, “zırhlı kruvazör” politikası, SA’nın  barındığı kışlanın Severing’in polisleri tarafından korunması, işçi bölgelerinde faşist provokatörlerin örgütlediği mitinglerin korunması; bütün bunlar, tehdit edici boyutlarda yükselen faşist tehlikenin varlığı koşullarında, sosyal demokrasiye karşı derin bir kin yarattı. Fakat KPD, değişen koşullardan gerekli sonuçları zamanında çıkarmadı, ve tam da mücadelesinin baş hedefine faşizmi oturtması gerektiği bir zamanda, sosyal demokrasiye yüklenmeye devam etti. Bu durum, özellikle Prusya’daki halk oylamasında belirgin bir şekilde ortaya çıktığı gibi, Almanya Komünist Partisi’nin sosyal demokrat işçilerin ana kitlesinden tecrit olmasına yol açtı. Bunun üzerine, Komünist Parti’nin inisiyatifi ve cesaretli tutumunun ifadesi olan olaylar bile; sözgelimi Braunschweig’da politik grevlerin örgütlenmesi veya Berlin’deki ulaşım işçilerinin büyük grevi gibi geniş halk hareketine dönüşen olaylar, aynı şekilde işçi semtlerinin ve sendika binalarının faşist haydutlara karşı yürekli bir şekilde savunulması gibi eylemler bile; komünistlerin, sosyal demokrat örgütlerle birlikte ülke çapında birleşik cephesinin oluşturulmasına yetmemiştir. Buna bir de, Komünist Parti’nin kendi doğal müttefikleri olan yoksul ve orta köylülük ile iflas etmiş kent küçük burjuvazisinden de tecrit olması eklendi.

SOSYAL DEMOKRASİ ÜZERİNE
Komünist Enternasyonal’in VII. Dünya Kongresi, güç dengesindeki değişikliklerin, komünist partilerin sosyal demokrasiyle ilişkisinde de değişikliklere yol açtığını gösterdi.
Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin iflası, sosyal demokrasinin faşizm tarafından baskı altında tutulması, sosyal demokrat fonksiyonerlerin de maruz kaldığı tutuklamalar ve işkenceler, sosyal demokrasi bünyesinde derin bir krizin oluşmasına eşlik etmektedirler. Reformist politikanın taşıyıcıları olan işçi aristokrasisi ve işçi bürokrasisi, önceden sahip oldukları pozisyonlarını yitirmiş bulunmaktadırlar (faşizmin kampına iltihak edenleri tabii ki hesaba katmıyoruz). Bunlar koltuklarından defedilmektedirler, birçoğu da iş ve işçi bulma dairelerinde kendilerini işsiz olarak kaydetmek zorunda kaldılar. Bunların arasındaki kalifiye işçiler ise, faşist sömürünün ne denli ağır olduğunu bizzat kendi bedenlerinde hissetmek durumunda kaldılar. Bu nedenle, nitelikli işgücü olmalarından ötürü aldıkları nispeten yüksek ücrete rağmen, bu işçilerin çoğunluğu faşizme karşı bir tutum içindedirler.
Her ne kadar, Wels, Stampfer, Geyer ve diğerleri eski rollerine kavuşma hayalleri taşısalar da, Alman Sosyal Demokrasisi, artık burjuvazinin ana sosyal desteği olma rolünü oynamamaktadır. Sosyal demokrasinin bizzat kendi içinde bir ayrışma yaşanmaktadır. Sosyal demokratların çoğunluğu kuşkusuz faşist rejimin yıkılmasından yanadır. Sosyal demokrasinin sol kanadı dikkat çekici bir sosyal demokratik platform ortaya koymuştur: Burada, devrim konseyleri ve proletarya diktatörlüğü taraftarı olunduğu açıklanıyor; ama öte yandan, Birleşik Cephe’yle ilgili olarak da, üstelik geçici de olsa, bu “çaba”yı pratikte kanıtlayan bir tavır içinde dahi olmadan, “ruhsal çabalar” gibi tumturaklı laflarla sınırlı kalınıyor.
Güç dengesindeki değişiklikler ve reformizmin temellerinin sarsılması, Birleşik Cephe’nin daha genişlemesine gelişmesinin koşullarını yaratmıştır. İşyerlerinde, ilçelerde ve ülke çapında sosyal demokratik örgütlerle Birleşik Cephe üzerine anlaşmalara varılması, gelinen yerde sadece mümkün değil, aynı zamanda zorunludur da. Komünist Partisi böyle anlaşmaların olabildiğince hızlı sağlanması için her türlü çabayı sarf etmektedir. Birleşik Cephe ile ilgili takınılacak tavır, sosyal demokrat örgütün bir üyesinin devrimci ya da gerici unsurlara ait olup olmadığının bir mihenk taşı haline gelmiş durumdadır. KPD, özellikle sol sosyal demokratların Birleşik Cephe’nin yoluna girmelerini olabildiğince kolaylaştırmak için çaba sarf etmektedir.
Dimitrov yoldaş; devrimci işçilerin önemli bir kitlesinin, Alman proletaryasının birleşik bir devrimci partisinin yaratılması doğrultusundaki çabalarını dikkate alarak, VII. Dünya Kongresi’nin kürsüsünden, işçi sınıfının birleşik devrimci partisinin kurulmasını olanaklı kılan bir dizi önerilerde bulundu. Esasta bu sorun gelip şuna dayanıyor: Ortak düşmana, yani faşizme karşı, pratikte, geniş bir Birleşik Cephe’nin, komünist ve sosyal demokrat parti örgütlerinin bir ortak mücadele cephesinin kurulması.

YIĞINLARIN BİRLEŞİK CEPHE ARZUSU
VII. Dünya Kongresi, kitlelerin Birleşik Cephe’nin yaratılması doğrultusunda giderek artan bir arzusunun bulunduğunu saptamıştır. Alman ve Avusturya proletaryası için geçmiş yenilgilerin dersleri boşuna değildi. İşçi sınıfının mücadelenin yeni biçimlerine başvurduğu görülmektedir.
Komintern’in yeni taktik çizgisini belirleyen ve yukarıda açıklanan tüm faktörler, bir dizi sorunu; Birleşik Cephe, sendikal birlik, işçi sınıfının birleşik devrimci kitle partisi ve nihayet çalışmanın yeni metodlarına geçişin biçimleri ve tabii ki Halk Cephesi hükümeti sorununu yeni bir tarzda gündeme getirmektedir.
Bu politikanın Almanya’da yaşama geçirilmesinin hangi koşulları bulunmaktadır? Her şeyden önce Almanya’da, işçilerin ve ücretli memurların faaliyetlerinde bir yeniden canlanmanın olduğu görülmektedir. Sendika temsilcileri konseyleri seçimleri, işçi sınıfının devrimci hareketi içinde bir dönüşümün olduğunu göstermiştir. İşçilerin ve ücretli memurların çoğu, bu seçimlerde nasyonal sosyalist adaylara oy vermemiştir. Ruhr bölgesindeki nasyonal sosyalist “Führer”ler, gayet doğru bir şekilde, faşist adaylara karşı kullanılan bu oyların Hitler hükümetine karşı kullanılmış oylar olduğunu açıklamışlardı.
Öte taraftan işçiler, kendi toplantılarında legal yollardan, kendi taleplerini savunabilecek durumda olan adayları kabul ettirmeyi denediler. Patronların gösterdikleri adaylarla sınıf davasına gönül vermiş adaylar arasında ayrım yaparak farklı tavırlar sergilediler. Proletarya, Hitler faşizmine karşı mücadelede yeni biçimleri seçmeye, legal olanakları kullanmaya başladı. Bu geçiş, kısmen komünistlerin sosyal demokrat işçiler tarafından da selamlanan taktiğinin bir sonucuyken, kısmen de işçilerin kendi deneyimlerinin bir ifadesiydi. İlk defa işçi sınıfının önemli bir kitlesi, sendika temsilcileri konseyleri seçimlerinde, özellikle de  Berlin ve Ren bölgesindeki seçimlerde edindikleri deneylerle; işçi sınıfının büyük kurtuluş mücadelesinin hareket noktası olarak, serbest seçim hakkı, düşünce özgürlüğü ve kendi adaylarını belirleme hakkı için mücadelenin politik anlamının ne kadar devasa olduğunu kavradılar.
Böylelikle, demokratik özgürlükler şiarı, yeni ve canlı bir içerik kazanmaktadır. Geçim koşullarının kötüleşmesine karşı ve politik haklar için mücadelede işçi sınıfının birleşme arzusu güçlenmektedir.
Denilebilir ki, Nürnberg’deki savaş hazırlıklarına dönük faşist gösteriler bile, işçi sınıfının yaklaşımındaki bu değişiklikleri kısmen yansıtmaktadır. Faşist “Führer”ler Nürnberg’de yaptıkları konuşmalarda, ülkenin tüm politik ve ekonomik güçlerinin savaş hazırlıkları için yoğunlaştırılmasını talep ettiler. Öte yandan, emekçi halkın yaşam koşullarını iyileştirmeyi ve ücret artışlarını sağlamayı kesin bir biçimde reddetmekle kalmayıp, aynı zamanda, faşizmin silahlanma masraflarının tüm yükünü bugüne dek olduğundan çok daha fazla emekçilerin sırtına bindirme kararlılığında olduklarını da açık bir şekilde ortaya koydular. Hitler’in konuşması da burada dikkat çekiciydi. Hitler konuşmasında, nasyonal sosyalizmin Marksizmin kökünü kazımayı başaramadığını itiraf etmek zorunda kaldığı gibi, işçi sınıfının örgütlenmesi ve birleşmesinin yeni belirtilerinin hissedildiğini de kabullenmek durumundaydı. Birkaç hafta önce de “Alman Emek Cephesi”nin lideri Ley, konuşmalarının birinde Ruhr Bölgesi maden işçilerinin politik bakış açılarının değişmediğini tespit etmek zorunda kaldı. Yani bu demektir ki; faşizm bu işçilerin önemli bir bölümünü kendi safına çekmeyi başaramamıştır. Hitler’e göre; halkın hoşnutsuzluğunun arttığı koşullarda, faşist devletin bugüne kadarki yöntemleri yığınları baskı altında tutmaya artık yetmemektedir. Bundan dolayı Nürnberg’de; Nasyonal Sosyalist Parti’ye ve özellikle de SA’ya açıktan, anti-faşist harekete ve büyüyen hoşnutsuzluğa karşı kitle terörünü arttırma emri verildi.
Bu koşullarda KPD’nin; faşist kitle örgütlerinin saflarında kapsayıcı ideolojik çalışmayı geliştirmek, işçi sınıfına karşı devreye sokulan silahlı faşist güçleri tarafsızlaştırmak ve faşizm tarafından yanıltılan bu insanları proletaryanın kapitalistler, yüksek devlet memurları ve faşizmin “Führer”leri gibi halkın gerçek düşmanlarına karşı mücadelesine kazanmak için tüm anti-faşist güçleri seferber etme çalışması özellikle büyük bir anlam kazanıyor.
Mevcut durumda, Birleşik Cephe’nin tabanının genişlediğini gözlemliyoruz. Faşizmin zindanlarına atılanlar için sosyal demokrat işçilerle birlikte örgütlenen yardım çalışmaları veya ücret taleplerinde ortak hareket etme vb. gibi mücadele biçimleri, bu genişlemenin hangi hat üzerinde gerçekleşebildiğini göstermektedir. İşçiler, “Emek Cephesi”nin ve diğer kitle örgütlerinin toplantılarında ortak hareket etmek konusunda birçok kez kendi aralarında anlaşmalar yapmışlardır.
Komünist Partisi bugün; Berlin’de, Hamburg’da, Ren ve Ruhr bölgesinde, maden, çelik, kimya ve ulaşım gibi sanayi kollarında, proleter temsilcilerin “Emek Cephesi” içerisinde çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve işçi hakları için nasıl mücadele edebileceklerini canlı örnekleriyle göstermektedir. Başka bir deyişle, parti, proleter unsurların “Emek Cephesi” içinde işçilerin en has çıkarları için nasıl mücadele etmeleri gerektiğini göstermektedir. Ülkedeki sınıf mücadelesinin bu düğüm noktalarında; yaşam koşullarının iyileştirilmesi için ve emekçi halkın soyulmasına karşı, dipten gelen geniş bir protesto hareketi yükselmektedir. Böylelikle de, şu ana kadar Birleşik Cephe fikrini reddeden sosyal demokrat örgütlenmeler de Birleşik Cephe’ye yakınlaştırılmaktadır. Bugüne kadar SPD’nin Prag’daki yönetimi, sadece KPD’nin Birleşik Cephe’nin oluşturulması yönündeki tüm önerilerini reddetmedi, aynı zamanda, Birleşik Cephe’nin lehinde tutum alan SPD üyelerini de partiden ihraç etti. SPD’nin Prag’daki yönetiminin hesabı, ordu güçleri ve Alman burjuvazisinin benzeri unsurlarıyla ortak çalışarak, sosyal demokrasinin Almanya’daki durumunu iyileştirmektir.
Fakat, Alman faşizmi işçi sınıfının ana kitlesini kazanmayı başaramadığından, ve emekçilerdeki hoşnutsuzluk artmaya devam ettiğinden, Alman faşizmi; vatansever sosyal demokrasinin “Führer”lerine karşı, İtalyan faşizminin D’Aragona ve diğerlerine karşı uyguladığı taktiği uygulayacak bir pozisyonu yakalayamadı.
Bu durum kuşkusuz, KPD ile Alman Sosyal Demokrasisi’nin arasında; faşizmin zindanlarında tutulanlara ortak yardım yapılması, faşist ajanların açığa çıkarılması, faşistlerin yönetimi altında olan “Emek Cephesi” ve benzer kitle örgütlerinde anti-faşist tedbirlerin ortaklaşa gerçekleştirilmesi gibi ertelenemez tek tek sorunlarda anlaşmalara varılmasını kolaylaştıracaktır.

DEMOKRATİK ÖZGÜRLÜKLER İÇİN MÜCADELE
İşyerlerindeki çalışmanın canlandırıldığı ve emekçi kitlelerin hoşnutsuzluğunun arttığı koşullarda, kitleleri “genel olarak” özgürlük mücadelesine çağırmak artık kesinlikle yeterli değildir. Demokratik özgürlükler uğruna mücadele, her yerde yerel koşullara sıkı sıkya bağlı kalınarak örgütlenmek durumundadır. Buradaki sorun; yığınların inisiyatifini; politik düşünceleri, dünya görüşleri ve dini inançlarından bağımsız olarak, faşizmin tüm karşıtları açısından anlaşılır ve benimsenir şiarlarla geliştirmektir. Örneğin, Hitler karşıtı tüm örgütlerin halk cephesi olarak birleşmesi, şu talepler temelinde mümkündür:
– Düşünce ve vicdan özgürlüğü, basın-yayın özgürlüğü, sanat ve bilim özgürlüğü;
– Politik tutsaklar için genel af;
– Mevcut dernek ve birlikler içinde yönetici organların ve kişilerin serbestçe seçim hakkı;
– Sendika üyelerinin çıkarlarının sendikalarca savunma özgürlüğü;
– Düşük ücret, emeklilik parası ve sosyal sigortaların diğer hizmetlerinin kısıtlanması gibi sineye çekilemeyecek politikaların ortadan kaldırılması;
– Daha yüksek ücret ve güvenlikli yaşam talebi;
– Sayısız kesintilerin kaldırılması;
– Köylülük ve esnaf üzerindeki vergi yükünün azaltılması;
– Köylülerin tarımsal ürünlerini pazarda serbestçe satış hakkının yeniden sağlanması, köylülüğün toprak talebinin karşılanması;
– Tüm toplumsal kurumlarda ve tüm seçimlerde serbest ve gizli oy hakkı.
Alman halkının bu talepler için mücadelesi, Hitler hükümetinin alaşağı edilmesi mücadelesidir.
Halk Cephesi, bu talepler uğruna mücadelesinde; kitle örgütlerinin legal konumdaki anti-faşist eğilimli fonksiyonerlerinin ve anti-faşist politikacıların yardımıyla ve aynı şekilde Halk Cephesi’nin, örgütsel biçimleri yerel koşullara göre değişecek ve bu özelliğiyle Gestapo karşısında da korunabilecek olan illegal komisyonlarını oluşturarak, birleşik organlar yaratacaktır. Burada tüm sorun; nasyonal sosyalizminin; “gericiliğe karşı mücadele”, “adil ücret”, “özerklik”, “sosyalizm” gibi şiarlarının demagojik niteliğini açığa çıkartmak ve bu şiarları faşizme karşı yöneltmek, onlara yeni bir içerik vermek ve onları faşist devlet erkinin yıkılması amacıyla geniş yığınların mücadele bayrağı haline getirmek için, faşist kitle örgütlerinin saflarında sürdürülen ortak anti-faşist çalışmada tüm legal olanakları kullanmaktır.

HİTLER’DEN SONRA NE OLACAK?
Geniş yığınların önünde bugünden şu soru durmaktadır: Hangi düzen Hitler rejiminin yerine geçebilir?
Devrimci proletaryanın, Hitler rejiminin devrilmesinden sonra proletarya diktatörlüğünü inşa etmeye gücünün henüz yetmemesi gibi bir durumun oluşması ihtimal dışı değildir.
Dimitrov yoldaş konuşmasında şunları açıkladı:
“Bir proleter Birleşik Cephe hükümeti ya da anti-faşist Halk Cephesi hükümetinin kurulmasının sadece olanaklı olması değil, aynı zamanda proletaryanın çıkarları bakımından da gerekli olacağı bir durumun gündeme gelmesini göz önünde bulundurmaktayız. Ve açıktır ki, böylesi bir durumda, hiçbir tereddüt göstermeksizin bu nitelikte bir hükümetin kurulması için harekete geçeceğiz.”
Dimitrov yoldaş, Lenin’in 15 yıl öncesinde; tüm dikkatimizi proleter devrime geçişin biçimlerini bulma veya buna yaklaşma görevi üzerinde yoğunlaştırmamız gerektiğini öğrettiğini hatırlattı.
Komünistler, Alman halkının serbest seçimler ve seçim listelerinin hür bir biçimde  hazırlanması aracılığıyla özgür iradesini ifade etme olanağına kavuşması için mücadele edeceklerdir. Bu anlamda, komünistler, Hitler’in devrilmesinden sonra özgür bir Alman Ulusal Meclisi’nin toplanmasından yanadır. Bu Ulusal Meclis, Halk Cephesi’nin taleplerini sahiplenecek ve Halk Cephesi’nin organlarına dayanarak, gerici unsurlara karşı halkın haklarının savunulmasını üstlenecektir.
Alman emekçilerinin Hitler faşizmi koşullarında geçirdikleri ağır sınavlar, Ulusal Meclis’in ve 1919’un koalisyon politikasının birçok hatalarını yinelememeye veya 1923’de Saksonya’da yapılan hataları tekrarlamamaya yardımcı olacak büyük bir ders niteliğine sahiptir. Bu tecrübe, kazanılan demokratik özgürlüklerin tasfiye edilmesine bir daha meydan vermemeye yardımcı olacaktır.
Bu arada sosyal demokrasinin sağcı liderleri, olup biteni, sanki biz komünistler sosyal demokrasiye özgü bir uzlaşmacı politikaya geçiş yapıyormuşuz gibi yansıtmaktadırlar. Bu bir yalandır. Bir kere sosyal demokrasi kendi koalisyon politikasını, kapitalizmi muhafaza etme kaygılarıyla takip etti; sosyal demokrasi, can çekişen emperyalizmin hasta yatağında doktor olarak belirdi ve proletaryayı silahsızlandırdı, karşı devrimin ve gericiliğin güçlerini ise silahlandırdı. Halk Cephesi hükümeti ise, Halk Cephesi’nin organlarına yaslanarak, emekçilerin ekonomik ve politik taleplerini gerçekleştirmeli ve proleter devrimin daha ileri hedefleri uğruna sürdürülecek mücadele için uygun bir zemin yaratmalıdır. Komünist parti her zaman Lenin’in öğretisinin ruhuyla hareket edecek; parti, “tüm uzlaşlamalarda –ki kaçınılmaz oldukları ölçüde– ilkelerimize, sınıfımıza, devrimci görevlerimize, devrimi hazırlama ve devrimde zaferi kazanmak için halk kitlelerini eğitme davamıza sadık kalacaktır.”

‘TRUVA ATI’NIN SIRRI
VII. Dünya Kongresi, faşist terör koşulları altında Hitler faşizminin alaşağı edilmesine yardımcı olacak çalışma yöntemlerini ortaya koymuştur. Faşizmin Aşil topuğu; ülkenin emekçi nüfusunun çoğunluğunun gönüllü ya da zorlanarak çeşitli faşist kitle örgütlerine girmiş olması ve özellikle de bu örgütlerde emekçi kitlelerin çıkarlarıyla mali sermayenin çıkarlarını temsil eden Hitlerci politikalar arasındaki ana çelişkinin çok bariz bir şekilde ortaya çıkmasıdır. Dimitrov yoldaş, Leipzig yargılamaları sırasında, Alman proletaryasına; en ağır faşist terör koşullarında bile nasyonal sosyalizmin maskesinin nasıl düşürülebileceğini, isabetli sorularla onun gerçek yüzünün nasıl açığa çıkarılabileceğini ve işçi sınıfına mücadelenin yolunun nasıl gösterilebileceğini gösterdi. Alman komünistleri Berlin’de akşamları, Dimitrov yoldaşın faşizmi yargılayan konuşmalarının plak kayıtlarını radyodan dinlediklerinde, faşizme karşı mücadelede yeni yöntemlerin gerekliliğini ta o zamanlar açıkça hissediyorlardı. Ne var ki, Alman komünistleri bu yöntemleri parti çalışmasının tüm alanlarında uygulamayı bilemediler. Dimitrov yoldaş, şimdi de, verdiği Truva Atı örneğiyle, Komintern’in VII. Dünya Kongresi’nin kürsüsünden Alman emekçilerine, anti-faşist mücadelenin yöntemlerinin, eğer milyonları harekete geçirmek istiyorsa, ne kadar derinlemesine dönüştürülmesi gerektiğini açıklamıştır. Yalnızca kitle örgütleri içindeki çalışma, geniş yığınları ortak mücadelede birleştirmek üzere bilinçlerini legal yollardan etkileme olanağını sunmaktadır.
Komünist partisi, alt kademeleri ele geçirmek ve çeşitli örgütlerin taban ve kısmen de yönetici fonksiyonerlerini anti-faşist cepheye kazanmak için kararlı bir mücadele vermektedir. Aslında faşist liderlerin, bu sayısız fonksiyonerleri gözden geçirme ve sistematik olarak denetleme olanakları yoktur. Faşist örgütlenmeler içerisinde, istenilen adayların istenilen yere başarıyla mevzilendirilmesi, bu örgütlenmelerdeki anti-faşist unsurlara bağlıdır. “Alman Emek Cephesi” içerisinde yer alan komünistler, taban örgütlerin üyelerinin hakları ve çıkarlarının savunulmasıyla doğrudan ilgilenmesi için mücadele etmektedirler. “Neşeyle güçlenmek” (KdF)* adlı faşist örgütçe alınan tedbirlere gelince: Burada komünistler; gezi, seyahat, çevre oluşturma vb. şeylerin örgütlenmesinde yer alıyorlar; işverenlerden maddi destek talep ediyorlar; etkinlik planlarını etkilemeye çalışıyorlar ve onları faşizme karşı mücadeleye katabilmek için bilim adamları, yazar ve sanatçılarla ilişki kurmanın tüm olanaklarını değerlendirmeye çalışıyorlar. Spor örgütlerinde de komünistler; bu örgütlerin çalışmasının, faşist komiserlerin militarist planları için değil de, üyelerinin spor ihtiyaçlarına gerçekten cevap veren faaliyetler olarak yürütülmesi için bütün tedbirleri almaya çalışıyorlar. Biz spor derneklerin yeniden örgütlenmesine karşı mücadele ediyoruz. Bu alandaki mevcut derneklerin korunması ve ülke çapında tüm spor örgütleri arasında canlı bir bağın oluşmasından yana tutum alıyoruz.
“Kızıl Yardım” (‘Rote Hilfe’**) örgütünün faaliyetleri, nasyonal sosyalist sosyal sigorta örgütlerinin içine kaydırıldı. Ve burada, sosyal sigorta hizmetlerinin kısıtlanmasını öngören faşist politikaya karşı ilkesel mücadeleyi zayıflatmaksızın; anti-faşist tutuklular ve geçim araçlarından yoksun bırakılmış emekçiler için mümkün olan en büyük maddi desteği sağlamaya çalışmaktayız.
Bu arada “Kızıl Yardım” aktivistleri ise, çalışmalarını; katolikler ve “Çelik Miğfer”in (***) aranan üyelerini de kapsamak üzere emekçilerin en geniş kesimlerine yaymakla kalmıyorlar, aynı zamanda faşizmin kurbanlarına destek çalışmalarını benzer faaliyetler içinde olan sosyal demokratik örgütlerle de birleştiriyorlar.
Geniş bir Halk Cephesi’nin yaratılması, KPD’den; çalışmasının o eski dar çerçevesinin aşılmasını; köylülük, yıkıma terk edilmiş küçük burjuvazi, edebiyat, sanat ve bilimin tüm ilerici temsilcileri gibi yakın müttefiklerine faşist barbarlığa karşı kendi haklarını savunma  mücadelesinde en aktif desteği sunmayı talep etmektedir. Bu destek ancak; köylü örgütlerinin, tarım kooperatiflerinin, zanaatkar birliklerinin ve aydınların mesleki örgütlerinin –öğretmenlerin, sinema ve tiyatro oyuncularının, doktorların vs.– içinde yer alma ve mevzilenmeyle gerçekleştirilebilir. Komünist partisi, bu yığınların talep ve çıkarlarını temsil ediyor; örneğin köylülük ve küçük burjuvazi üzerindeki vergi yükünün hafifletilmesi, kesintilerin azaltılması, köylülüğe serbest pazar ticareti yapma hakkının yeniden verilmesi vb. talepleri savunuyor.
Şu bir gerçektir ki, ülkemizi kabul edilemez bir sıkıntıya ve dayanılamaz bir utancın içine sürükleyen nasyonal sosyalistler, “Alman halkının en iyi geleneklerinin koruyucuları” maskesiyle ortalıkta dolaşmaktadırlar. Bu tür söylemlerle aydınlar ve küçük burjuvazi üzerinde etkili olmaya çalışıyorlar. Doğrusu, faşistlerin gerçek yüzlerini bu tür söylemlerle gizleme olanağına kavuşmasını biz komünistler kolaylaştırmış olduk. Zira yakın zamana kadar; Alman halkının en iyi kültürel ve gerçekten de ulusal gelenekleri için; Schiller ve Goethe, Fichte ve Lessing gibi büyük klasiklerimizin eserlerinin propagandası için yetersiz düzeyde mücadele ettik ve bu gelenekleri halkın kurtuluşu mücadelesinde değerlendirmeyi bilemedik. Almanya Komünist Partisi, Komintern’in VII. Dünya Kongresi’nin kararları ışığında, şimdiye kadarki parti yayımevi çalışmasını genişletti ve bu çerçevede geniş halk yığınlarına dönük eserleri ve en iyi ulusal geleneklerimizi yansıtan bildiri ve broşürleri yayınlamaya başladı.
Bu yoldan da, faşist kitle örgütlerinde örgütlü olan halk kitlelerini harekete geçirmeye çalışmaktayız.
Çalışmanın bu yöntemleri, nasyonal sosyalist demagoji tarafından henüz zehirlenmemiş emekçileri kazanma ve onlarda başlangıçta mütevazi talepler için de olsa mücadele isteğini uyandırma olanaklarını sunacaktır. Bunların gerçekleşmesi mümkündür; yeter ki, kitle örgütlerinin alt kademedeki fonksiyonerleri, kendilerini, nasyonal sosyalist örgütlerin saflarındaki emekçilerin günlük çıkarları uğruna verilen mücadeleye adasınlar.

GENÇLİK İÇİNDEKİ KİTLE ÇALIŞMASININ YENİLENMESİ
VII. Dünya Kongresi, Komünist Gençlik Örgütleri’nin faaliyetleri ve gençlik içindeki kitle çalışmasının bütünü için de yeni direktifler verdi. Alman gençliğinin devrimci hareketi içinde yeni olan şey, ifadesini, sosyal demokrat gençlik örgütlerinin anti-faşist eğilimli olan üyelerinin de genel olarak faşizme karşı mücadele etme isteğini taşıyor olmasında bulmaktadır. Faşizm, milyonlarca genci çok çeşitli örgütler içinde toplamış bulunuyor ve askeri talimin yanı sıra, bu gençleri kapsamlı bir şekilde de etkiliyor. Bu durum, Komünist Gençlik Örgütü’nün (KJVD) çalışmalarında köklü bir değişikliği zorunlu kılmaktadır. Bugüne kadar KJVD içindeki sekter eğilimler, komünist partisinde olduğundan daha çarpıcı bir biçimde ortaya çıkıyordu. KJVD, partinin belirlediği görevleri, bunları gençlik içindeki çalışma açısından asgari düzeyde bile özgünleştirmeden kopyalamaktaydı.
Gençlik içindeki çalışmanın yeniden yapılandırılması, pratik ifadesini, Alman Komünist Gençlik Örgütü’nün, faşizme karşı mücadelenin, gençliği devrimci Marksizmin ruhuyla eğitme mücadelesinin gerçek bir örgütüne dönüştürülmesinde bulmaktadır.
Görevlerindeki bu genişleme, KJVD’ye aynı zamanda daha geniş bir kitle tabanı sağlamakta, en geniş (kesimleri kapsayan -Ç.N.) taktiğin –faşizme karşı mücadelede Birleşik Cephe– yaşama geçirilmesi koşullarını yaratmaktadır. Komünistler, emekçi gençliğin yerel, bölgesel ve ülke çapında birleşik bir örgütünün kurulmasını hedeflemektedirler. Emekçi gençliğinin, KJVD’nin de mensubu olacağı bu örgütü, barış ve özgürlük için mücadele etmek isteyen tüm gençliği kapsamalıdır. Bu gençlik örgütü, adını kendisi koyacaktır. Gençliğin geniş yığınlarına dönük hangi yayın organlarını çıkaracağı, hangi uluslararası örgütlere mensup olacağı ve politik partiler karşısında hangi tutumu alacağı kendi iradesine bağlı olacaktır. Emekçi gençlik içindeki kitle çalışmasının bu yenilenmesi, komünist örgütlerden en güçlü çabayı sarf etmelerini; emekçi gençliğin güncel talepleri uğruna verdiği ve militarizme karşı sürdürdüğü mücadelesine ve birleşik bir örgütünün yaratılmasına en büyük desteği sunmasını gerekli kılmaktadır.

ALMANYA KOMÜNİST PARTİSİ’NİN FAALİYETİ SORUNU ÜZERİNE
KPD’nin kitle politikasına yönelimi, Ocak 1935’te, o dönem alınan kararların bir sonucu olarak gerçekleşti. Ocak Kararları’nın yaşama geçirilmesi sürecinde, Komünist Partisi içindeki sekter geleneklerin ne denli kökleşmiş oldukları açığa çıktı. Bunlar, birçok komünistin faşist kitle örgütlerinde faaliyet yürütmekten geri duruşuyla kendisini dışa vuruyordu.
Her yenilgi döneminde olduğu gibi, Hitler’in zaferi ve KPD’nin önderi Thälman yoldaşın tutuklanmasından sonra da, komünist partisinin bünyesinde önemli iç sorunlar baş gösterdi. Bazı yoldaşlar, bu yeni koşullar altında, taktiği, özellikle de sosyal demokrasiye yönelik taktiği değiştirmeye çalıştılar. Dikkatleri faşist kitle örgütlerine çekmenin zorunluluğunu gördüler. Ama KPD’nin bazı üyeleri de, tam tersi bir görüşü savundular. Bunlar, sosyal demokrasiyle ayrım çizgilerinin daha keskin bir biçimde koyulmasını talep ettiler; ve Sosyal Demokrat Parti’nin sol kanadının içinde bulunduğu gelişme süreci karşısında tam bir anlayışsızlık gösterdiler. 30 Haziran 1934 olayları; yani Hitler’in faşist silahının namlusunu kendi partisindeki muhalefete doğrultması ve işçi sınıfının da henüz seyirci pozisyonda bulunması, kısacası bu olaylar, Alman komünistlerine, KPD’nin kitle politikasını yenileme zorunluluğuna işaret etti.
1 Ağustosta, Birleşik Cephe taktiğinin kapsamlı bir biçimde hayata geçirilmesi ve özgür sendikaların yeniden kurulması kararı alındı. Fakat birçok yoldaş durumun değiştiğini hemen anlayamadı ve yeni koşullara denk düşmeyen eski formülasyonlara sarılmaya devam etti. Bu, kendisini, yalnızca bir dizi sekter hatanın yapılmasında göstermedi, aynı zamanda, bu sekter savrulmalar karşısında toleranslı bir tutumun alınmasında da açığa vurdu. Komünist Partisi’nin kitle çalışmasını tutarlı bir şekilde ve sağlıklı bir özeleştiri temeli üzerinde yenileyebilmek için olmazsa olmaz olan coşku, her defasında ve her komünistte varolan bir şey değildi maalesef. Bürokratlara özgü kendi kendinden memnun olma ve yeterli bir sistematik ile yaşama geçirilmeyen kararlarla böbürlenme gibi eğilimler uç verdi.
Ocak Kararları, ülkedeki tüm komünist örgütlerin en canlı onayını aldı. Fakat koşullardaki değişim ve yeni taktik çizginin yaşama geçirilmesi, aynı zamanda, parti çalışmasının yöntemleri ve örgütsel biçimlerinin yeniden düzenlenmesini gerekli kıldı. Bu arada, örgütsel sorunların da yeni bir tarzda kararlaştırılması gerekiyordu. Komünist hücreler, kitle örgütleri içerisinde inşa edilmek zorundaydı ve bu parti örgütlerinin yönetimini de, kitlelerle en sıkı bağı olan ve yığınların güvenini kazanmayı başarmış yoldaşlar üstlenmeliydi.
En önemli sorunu ise, komünist partinin kadrolarının eğitimi sorunu teşkil etti. Bunların, en geniş inisiyatife sahip ve aynı zamanda kitlelerle en sıkı ilişkiyi sürdürebilen kadrolar olarak eğitilmesi gerekiyordu. KPD içerisinde; kitlelerden kopmuş, onların talepleriyle ilgisi kesilmiş ve onların içinde bulundukları havayı algılamaktan uzaklaşmış yoldaşlar da bulunmaktaydı. Bu bakımdan, parti fonksiyonerlerinin, yürütülmesi gereken çalışma açısından uygunlukları titizlikle gözden geçirilmek gerekiyordu. Aynı şekilde, Lenin ve Stalin’in bize öğrettikleri doğrultuda, devrimci kitle politikası izleyebilecek kadroların eğitiminin tüm yöntemleri de yeniden değerlendirilmek zorundaydı.
Şu anda komünist partisinin yönetici kadroları; parti militanlarıyla, ancak istisnai durumlarda ve çok uzun zaman dilimleri arasında birebir görüşüp direktifler verebildikleri için, parti örgütlerinin yönetilmesi işini, bu nedenle, “Kızıl Bayrak” ve diğer yazılı materyaller aracılığıyla yürütüyorlar. Bundan ötürü, taban örgütleri ve kadrolarının kendileri bizzat partinin politikasını somutlaştırma ve olayların gelişimine göre bağımsız ve hızlı kararlar alma yeteneğine sahip olmak zorundadırlar. Kuşkusuz bunun olabilmesi için “Kızıl Bayrak”ın da geliştirilmesi gerekiyor; politik sorunlar bu organda daha titiz ele alınmalı, organın kitle mücadelesine doğrudan kılavuzluk etmesi daha da düzeltilmelidir.
Açıktır ki, KPD’nin önderi Thälman yoldaş aramızda olsaydı, bütün bu büyük görevlerin üstesinden çok daha kolay gelinebilirdi. Zira, Birleşik Cephe’nin yaratılması için en kararlı şekilde mücadele eden, yığınların sesini dikkatle dinleyen, onların sıkıntı ve kaygılarını derinden hissederek mücadelemize Marx, Engels, Lenin ve Stalin’in bayrağı altında yön ve hedef veren, özellikle de Thälman yoldaştı. Şurası açıktır ki, ancak Komintern’in VII. Dünya Kongresi’nin kararlarını coşku ve kararlılıkla yaşama geçiren Alman komünistleri, Ernst Thälman’a layık mücadele yoldaşları olarak hareket etmiş olacaklardır!
Komintern’in VII. Dünya Kongresi kararları ve özellikle Dimitrov yoldaşın KPD’nin çalışmasına ilişkin önerileri; Komünist Parti’nin içten sağlamlaştırılmasının, parti kadrolarının inisiyatifinin geliştirilmesinin ve Almanya’da en geniş Birleşik Cephe ile anti-faşist Halk Cephesi’nin yaratılmasının temelidir. KPD, bu kararları yaşama geçirmekle, Komintern’in yeni taktik çizgisine dönük kavrayışsızlığın kalıntılarını nihai olarak aşmış olacak ve tüm anti-faşist güçleri ortak tutum ve eyleme çekecektir. Umarız ki, KPD’nin yeni taktiğini, Komünist Enternasyonalin tüm faaliyetlerini çok yönlü yenilenmesi süreci temelinde belirleyen VII. Dünya Kongresi’nin bu kararları; KPD’nin gelişmesinde ve işçi sınıfının ve Almanya’nın milyonlarca emekçisinin faşist diktatörlüğün yıkılması için Birleşik Cephe ile Halk Cephesi’ni inşa etme mücadelesinde yeni bir aşamayı başlatır!

Bir kısım dipnotlar:
*Memel Bölgesi: Yüz ölçümü olarak Lüxemburg büyüklüğünde, 1939 yılında 153.000 nüfusa sahip, 1422-1920 arasında kesintisiz bir biçimde Prusya İmparatorluğu’na bağlı kalmış, 1920’de özerkliğini kazanmış, bir dönem Litvanya’ya bağlı kalmış, Mart 1938’de yeniden Almanya’ya bağlanmış, 7 Nisan 1948 yılında tekrar Litvanya sınırlarına dahil edilmiş bölge.
* ‘Kraft durch Freude’(KdF): 27 Kasım 1933’te kurulan İtalyanların ‘Dopaolarovo’sundan örnek alınan, sosyal aktiviteler, gemilerle gezi turları, spor vb. aktivitelerle emek gücünün dinlendirilerek, diğer görevler için güç toplamasını sağlayacağını propaganda eden, Alman VW otomobillerinin imalatının gerçekleştirildiği dönemin teorik yapısını oluşturan, faşist kitle örgütlerinin bir dönem izlediği politikalar.
** Rote Hilfe: KPD bünyesinde politik tutuklulara ve yakınlarına yardım amacıyla 1924 yılında kurulan, başkanlığını bir dönem Clara Zetkin’in yaptığı yardım örgütü. 1935 ve 1936’daki Gestapo saldırılarından sonra dağıldı. Faaliyetlerini yurtdışı merkezli olarak sürdürdü.
***Stahl Helm: 1. Dünya savaşı sonrası cephede yer almış askerlerin birliğini oluşturmak amacıyla kurulmuş eski asker örgütü.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑