AKP ve liberal aydınlar “Beraber yürüdük biz bu yollarda”

AKP hükümetinin bütün diğer açılımları gibi aydın açılımının da fiyaskoyla sonuçlandığı konuşuluyor bugünlerde. Başbakan Erdoğan’ın bundan kısa bir süre öncesine kadar, sanatçıların fikirlerine başvurmak amacıyla kahvaltılı toplantılar düzenleyerek; mitinglerde devletin zulmüne uğramış, bu yüzden hapislere düşmüş, erken ölmüş, sürgünde çile çekmiş sanatçıların adlarını anıp şiirlerini okuyarak kültür ve sanat çevrelerine yaptığı kur sona ermiş görünüyor. Tıpkı Kürt açılımında olduğu gibi “aydın açılımı” da sönümlenmiş durumda. AKP bu açılım ile, kendisini başından bu yana destekleyen liberal aydınlar ile bunların oluşturduğu hegemonik bir ortamda, liberal söylemlerin peşine takılabileceğini düşündüğü solcu aydınların ve geleneksel sağ eğilimden gelen ve bugün AKP’ye, bu partinin organik aydınları olarak hizmet eden dinci-muhafazakâr aydın kesiminin hükümet eksenindeki ittifakını öngörmüştü. Türkiye’deki genel aydın kitlesinin ideolojik eğilimleri itibarıyla homojen olmayan, parçalı yapısını “eğilimleri birleştiren” bir parti olmak iddiasıyla kendi etrafında buluşturabileceğini düşünen AKP kurmayları, bu çabanın, Kürt açılımından söz edildiği dönemlerdeki kısa süren beklenti dönemi bir yana bırakılırsa, nihayet imkânsız bir çaba olduğunu fark etmiş durumdalar. Öte yandan zaten 28 Şubat döneminde aydınların önemlice bir bölümü, bir kısmı AKP’yi bir kısmı da şeriat korkusuyla asker ve CHP’nin temsil ettiği geleneksel Kemalist bir çizgiyi desteklemek üzere, ikiye bölünmüşlerdi. Bu ayrım o zamandan bu yana hep sürdü, ancak bugünkü durumun özgünlüğü, AKP tarafından beklentileri tam olarak karşılanmayan liberal aydınların bir kısmının ve onlardan etkilenmiş solcu tabir edilen kimi aydınların AKP ile mesafelerini artırmış olmasıdır.
Son birkaç aydır kimi köşe yazılarında “liberal aydınlarla AKP arasında kopuş” olarak tarif edilen ve hükümet ile aydınlar arasında bir gerilim olduğu tespitinden yola çıkan tartışmalar yapılıyor ve bunun nedenleri üzerine kafa yoruluyor. Öyle ki, AKP’nin dünya görüşünü savunan medya organlarında yazan muhafazakâr yazarlar, işi, bir zaman birlikte yürüdükleri liberal aydınlara kılıç çekme noktasına kadar vardırdılar; içlerinden bazılarının adlarını anarak hedeflerine koydular.
Aslında, hükümet ile liberal aydınlar arasındaki ilişkinin başından beri sorunsuz geliştiği söylenemez. Bu ilişki Avrupa Birliği’ne yaklaşımdan hak ve özgürlükler politikasına ve en son Kürt sorununun çözüm yöntemlerine kadar pek çok konuda gerilimli seyretmiş, ancak ilişki en gergin seyrettiği noktada bile yeniden kurulabilmişti. Liberallerin AKP’ye “eleştirel destek”inde eleştiri, bu partinin neoliberal politikaları hayata geçirmesindeki ayak sürçmelerini, yalpalamalarını ortadan kaldırmak ve ona yol göstermek adına, desteğin şartlı olduğu her fırsatta dile getirilerek yönlendirmek esasına dayanır. Nitekim, bu partinin doğuş koşullarında ona sunulan destek de, bir diyet olarak, bu kesimler tarafından sürekli olarak partinin önüne konulmuş, ama bununla kalınmamış, bu partinin doğuşunu kolaylaştıran antidemokratik usûl, kamuoyunun gözünde bu aydınların bir siyasal partinin hükümetine duyduğu yakınlığı meşru gösteren, açıklayan bir doğum lekesi olarak sürekli tescillenmiştir.
AKP hükümeti ile liberal aydınların ilişkisinin gelişim sürecini kısaca özetlemek gerekirse, şöyle bir tablo çıkar önümüze: Milli Görüş eğiliminden gelen kadrolarla oluşturulan AKP’nin liberal aydınlara yönelik ilgisi, bu kesimin 28 Şubat’ta Refah Yol hükümetinin devrilmesine yol açan “postmodern darbe”ye karşı gösterdikleri eleştirel tutumla başlamıştır. Siyasal yaşamın onar yıl arayla, darbelerle üç kez kesintiye uğradığı ve bu darbelerin doğrudan hedefleri arasında aydınların da olduğu bir ülkede; seçilmiş hükümetin asker marifetiyle düşürülmesi ve 28 Şubat gününe kadar uygulanan dezenformasyon taktiği, tarikatlardan başlayarak hükümet ortağı Refah Partisi’nin belden aşağı vuruşlarla karalanmasıyla gündeme gelen darbeyi meşrulaştırma yöntemi hem AKP’nin aydınlarla kuracağı ilişkiye uygun bir zemin hazırlamış hem de şeriat korkusuyla darbeye ses çıkarmayan, aslında kendileri de 12 Eylül darbesinden eza görmüş kesimlerin darbe yanlısı olarak yaftalanmasına elveren “karşıtını” bir köşeye sıkıştırma malzemesi olarak işlev görebilmişti.
Şeriata karşı demokrasi adına doğrudan CHP ve askerin çizgisinde yürümeye devam eden Kemalist aydınlar bir yana bırakılırsa sol liberal ve muhafazakâr aydınlar bu dönemde, “darbe karşıtlığı”nı veri alarak yaptıkları propagandayla, solcu aydınları da bir darbeden doğan AKP’nin etrafında toplanmaya çağırdılar ve hatta buna zorladılar da. Bu sırada liberal-muhafazakâr ittifak tarafından öne çıkarılan seçenek ya darbeci asker ile birlikte yürümek ya da post modern darbeden doğan AKP’yi destekleyerek demokrasiden ve aslında bu partinin neoliberal politikalarına şartsız destek vermek gibi, kırk katır veya kırk satırdan birine karar verme seçeneğiydi. AKP’nin bu süreçte devletin silahlı güçleri tarafından hedefe koyulduğu ve dolayısıyla bu ülkede yaşayan çoğunluk gibi darbe mağduru olduğu bolca işlendi.
AKP’nin iktidara geldiği 2002 Kasım seçimleri sırasında, partinin genel başkanı Tayyip Erdoğan’ın bir mitingde okuduğu şiir yüzünden tutuklanması ve milletvekilliğinin düşürülmesi bu mağduriyet algısını pekiştirdi ve mağdura duyulan sempati, parlamenter demokrasinin işleyişinin bizzat ordu tarafından sabote edilmiş olmasına duyulan tepkiye eklenmiş oldu. Tayyip Erdoğan’ın yeniden vekil seçilmesini olanaklı kılan, alelacele kotarılmış ara seçimden sonra AKP’nin iktidardaki Erdoğanlı dönemi resmen başladığında, darbelere karşı hoşgörüsüz sol-liberal entelektüel kamuoyu adaletin yerini bulduğu duygusuyla rahatlayacaktı.
AKP bu duygunun rantını yemeyi uzun bir süre sürdürdü. Partinin ve Erdoğan’ın bir darbeden doğarak “yükselme öyküsü”; “mağarada doğup şehirdeki rezidansa yerleşme”nin mümkün olduğu popüler kültür efsanelerine aşina bir halk açısından da kendisini mağdurla özdeşleştirmeye olanak sağlıyordu. Popüler kültürün popüler siyaset cephesindeki karşılığı olarak Tayyip Erdoğan ve AKP’si, böyle bir kültürel malzemeyi siyasal arenada bolca kullanacaktı bundan sonra. Devlete, orduya, hapis cezalarına rağmen sıyrılıp gelmiş ve nihayet iktidara yerleşmiş görünen bir partinin kendisini halkın partisi olarak ilan etmesi; karşısında alternatif olarak CHP gibi devlet geleneğinin takipçisi olduğunu iddia eden, Cumhuriyet tarihi boyunca hayata geçirilmiş bütün baskı politikalarını cisminde temsil eden, 1930’larda kurulmuş bir statükonun bekçisi ve sürdürücüsü olmaya soyunan bir parti varken, oldukça başarılı bir propagandaydı. AKP, CHP’nin bir devlet partisi, kendisininse halkın partisi olduğu retoriğini ileri sürerken, bu yüzden hiç zorlanmadı. En ileri kesimleri 1940’lı ve 50’li yıllarda operasyonlara maruz kalan, Nâzım Hikmet başta olmak üzere birçoğu hapishanelerde ve işkencelerde çürütülmüş, darbe dönemlerinde en önce hedef alınan aydınların ise, devletle ve askerle zaten ezeli bir hesabı vardı ve bu yüzden de devletin o zamanki egemen kliği tarafından dışlanmış, ama buna rağmen en yüksek oy oranını alarak hükümet olmuş bir partinin yükseliş öyküsü demokrasinin darbeciliğe karşı bir zaferi olarak gösterilebilirdi. AKP için bu toplumsal duygu, daha kendi sancılı doğum sürecinde kucağına düşmüş bir imkândı ve partinin kurmayları bunun özenle işlenmesi gereken bir malzeme olduğunu bir an bile unutmadılar.
Mağduriyet vurgusu, elbette, mağdurun baskın ve baskıcı kesimlere karşı halk için, halk adına bir mücadele yürüttüğü söylemiyle güçlendirilecekti. Nitekim Başbakan TÜSİAD’da örgütlü büyük sermayeye, orduya ve üst yargı kurumlarına karşı her ağzını açtığında aslında neoliberal iktisadi politikaların karşısında devlet kapitalizminden elde ettikleri rantı yitirmemek için ayak sürçen eski statüko yanlısı kurum ve kadrolarının direncini kırmayı amaçlıyordu, ama söylemi, gençliklerinde Marksizm tedrisatına aşina olmuş ve bu kavramları bilinç altında yaşatmaya devam eden sol liberal aydınların “burjuva devletin ve ordunun sermaye sahibi sınıfın devleti ve ordusu olduğu” bilgisine kodlanıyor ve AKP’nin devlet kurumlarında, neoliberal politikalara uyum sağlayabilsinler diye gerçekleştirmek istediği yeniden yapılandırma demokratik dönüşüm olarak propaganda edilebiliyordu. Bu aydınlar, AKP hükümetinin icraatlerini bu yüzden sık sık Marksist terminolojiden apartılan kavramlarla estetize ederek, hükümetin işini bir hayli kolaylaştırdılar.
Diğer yandan nüfusunun büyük bir çoğunluğunun Müslüman olduğu bir ülkede şimdiye kadar dindarların baskı gördüğüne, cemaatlerin yeraltına itildiğine, kadınların türban taktıkları için kamusal hayattan dışlandığına dair ileri sürülen retorik, tahayyülü bireysel hak ve özgürlüklerle sınırlı liberal demokratik anlayışın hassasiyetlerini kışkırtan bir etkiye sahip oldu. Böylece siyasal alanda devletin ve ordunun mevcut kurumlaşma biçimine yöneltilen AKP eleştirisi, sosyal alanda da türban üzerinden insan hakları ve özgürlükleri konusuna genişletilebildi ve hepsi hükümet eliyle sürdürüldüğü iddia edilen bir demokrasi mücadelesine tahvil edilebildi.
Üstüne üstlük AKP hükümeti, ikinci döneminde, askeri vesayetin tasfiye edileceğini, yargının bağımsızlaştırılacağını, askeri darbe girişiminde bulunanlarla hesaplaşılacağını ve Türkiye’nin 12 Eylül Cuntası’ndan bu yana gelen karanlık tarihinin aydınlatılarak faili meçhullerin, kayıpların ve kontrgerilla cinayetlerinin müsebbiplerinin açığa çıkarılacağını da ilan etti. Bunlar zaten Türkiye’de emek ve demokrasi güçlerinin öteden beri, gerçekleşmesi uğruna mücadele ettiği demokratik taleplerdi. Liberal aydınlar da halka ve diğer entelektüellere seslenirken AKP hükümetinin bu talepleri gerçekleştirebilecek yegâne güç olduğunu öne sürerek aslında talepleri istismar ettiler ve çözümlerine ilişkin bir beklenti yaratmaya çalıştılar. Ve esasen Avrupa Birliği normlarına uyulmasının ülkede demokratikleşmenin ön koşulu olduğuna ikna olmuş liberal kesim geçmişle yüzleşme, hakikat ve Adalet Komisyonlarının kurulması, darbelerle hesaplaşılması, bireysel hakların tanınması gibi sınırlı bir demokratik tahayyülle de sahip olduğu için AKP’nin bu konuda bir takım adımlar atacağına içtenlikle de inanıyor ve bu klanda olmayan aydınları da buna ikna etmeye çalışıyordu.
AKP hükümetinin, liberal aydınlardan kayda değer bir eleştiri görmeden yoluna devam ettiği birinci döneminden sonra vaatlerin ne ölçüde gerçekleştiğinin, daha doğrusu gerçekleştirilmediğinin görüldüğü ve sınandığı ikince dönemde liberal aydınlarla AKP arasındaki ilk ciddi tartışma yaşanmaya başladı. Hükümetin Avrupa Birliği ile ilgili politikasındaki “ne olursa olsun AB kapısından geçmeyi zorlama” eğiliminin “paşa gönülleri bilir, canları isterse alsınlar” noktasına evrilmesinin, AB’ye girişin Türkiye’nin demokratikleşmesinde çok önemli bir eşik olacağını düşünen liberal aydın kesimleri arasında bir hayal kırıklığı yarattığı söylenebilir.
Bu süreç Kemalist tabir edilen aydınları da, AKP’nin, muasır medeniyet seviyesini Batılılaşmakta gören Cumhuriyet ilkesinden yüz çevirerek hükümetin gizli ajandasında yer aldığını düşündükleri şarklılaşmaya göz kırptığı ve hatta şeriat düzenini kurguladığı “endişesiyle” bir kez daha yüz yüze bırakmıştır.
AKP’ye aydın desteğini yitirmeye başladığını hissettirerek aba altından sopa gösterme amaçlı veya tersinden, AKP’li kalemlerin liberal aydınları hizaya getirmek için aynı abayı kullandıkları “Aydınlar ile AKP arasındaki yol ayrımı” başlıklı köşe yazılarına ilk, bu dönemde rastlanması da tesadüf değildir.
2008 yılında, 16 ve 18 Şubat’ta Ali Bulaç Zaman gazetesinde şöyle yazıyordu:“AK Parti 2002’de iktidara geldiğinde… demokrasi ve özgürleştirme vaadinin süslediği bir atmosfer oluşturdu. İşkenceye sıfır tolerans tanındı, Kürt sorununu telaffuz etti, Alevilerin yaşadığı sorunların altını çizdi, AB yolunda önemli mesafe aldı, Kıbrıs politikasında köklü değişiklikler yaptı, çetelerin üzerine gitti -ve elbette yapılabileceği daha nice şeyi de yap(a)madı-, ama en azından bu iktidarın referans çerçevesinin modern kent, AB üyelik süreci ve küresel duyargalar olduğu anlaşıldı. Ve belki de tarihlerinde ilk defa liberal aydınlar bir iktidar tarafından el üstünde tutuldu… AK Parti iktidarının ve sivil özgürlükçü cemaatlerin liberal aydınlara hayırhah bakmalarının anlaşılır sebepleri var. Liberal felsefenin ana vurgusu özgürlüktür ve bu felsefeden beslenenleri tarihte öne çıkaran, özgürlük uğruna verdikleri mücadelelerdir… İslam ile liberal felsefe arasında anlaşmazlık varsa da, ‘herkese özgürlük’ -yani herkesin kendi var oluşsal anlam ve amacını yaşayabileceği ortama sahip olması anlamında fikri ve politik özgürlük ortak paydadır. Bu açıdan özellikle 1990’ların ortalarından itibaren Türkiye’de kendini ‘liberal’ tanımlayan aydınlarla Müslüman entelektüeller arasında gözlenen politik yakınlaşma doğaldı… Durum böyleyken, AK Parti’yi zor bir zamanda ‘bir kısım liberaller ve demokratlar’ tabir caizse neden yarı yolda bıraktılar? AK Parti’ye ilişkin eleştirilerimi ve AB üyelik süreciyle ilgili kısmi rezervlerimi koruyarak, şunu soruyorum: Yan çizen liberaller ve demokrat aydınlar, AK Parti’den daha özgürlükçü bir iktidar mı bekliyorlar? CHP’ye mi umut bağlıyorlar?.. Politik işbirliği işlevselliğini mi kaybetti, yoksa paradigmaları mı buraya kadar özgürlükçüydü?”
Mehmet Ali Birand ise, liberal aydınların hissiyatını kaleme aldığı yazısında şunları söylemişti:
“AK Parti’nin iktidar olduğu ilk dönemde, liberal-demokrat aydınların desteğini almıştı… Liberal demokratların yıllardan beri beklediği değişim rüzgârları ilk defa esmeye başlamıştı… Liberal-demokrat kesim de, hem Avrupa, hem de Amerika’da AKP’yi açıkça taşıdı. Batılı aydınlara AKP’yi beğendirdi… AB bürokrasisine, AB Parlamentosu’na AKP’yi benimsetti… Bugünkü manzaraya bakacak olursak, bu yaklaşımda yavaş yavaş çatlaklar oluştuğunu gözlüyoruz.
“Özellikle, Anayasa tartışmaları AKP hakkındaki görüşleri değiştiriyor. Belki farkında değiliz ancak, liberal-demokrat aydınlar artık eskisi kadar kesin konuşamıyorlar. Hiç değilse, kesin konuşanların, AKP’yi savunanların sayısında azalma görülüyor.
“Bunun iki nedeni var.
“Biri, Anayasa değişimindeki hedeflerin yeterince anlatılamaması, kuşku ve kaygı yaratan gri bölgelerin sayısının artmasıdır.
“Diğer ve bence daha da önemli gelişme, AKP’nin AB ile ilgili tutumunda görülen tereddütlerdir.
“Koskoca 2007 yılı bomboş geçti.
“MHP ve CHP’ye oy kaybetme korkusundan dolayı, AKP kılını kıpırdatmadı. AB’nin adını ağzına almadı.
“‘Hadi seçim var’ dedik. Üstüne gitmedik. AB dahi anlayışla karşıladı.
“Seçim oldu bitti, artık tam zamanıdır diye yine beklemeye başladık.
“Cumhurbaşkanlığı seçimi, yine her şeyi durdurdu. Yine, olur böyle şeyler, dedik.
“Bu arada hükümetten hiçbir kıpırtı yok. Ne 301, ne de diğer bekleyen reformlar konusunda bir çalışma yapılıyor. Hatta, hükümetin içindeki bazı yetkililer “Önce AB bize güvence versin, sonra biz harekete geçelim” demeye başladılar…
“Ne olduğunu anlamak istiyoruz.
“AKP, Avrupa Birliği konusunda ayak mı sürümeye hazırlanıyor? Acaba “aday ülke statüsünü” sürdürmeyi ve bu statüde oynamayı mı planlıyor?”
“Eğer böyle bir niyet varsa, liberal-demokrat aydınların verdiği büyük desteği kaybeder. Bunun iyi bilinmesinde yarar var…”
Mehmet Ali Birand ileAli Bulaç’ın yazılarından da anlaşılacağı üzere, AKP’nin liberal aydınlara, liberallerin de AKP’ye karşılıklı desteğinin bir hizaya getirme, yönlendirme, yönetme… olmuyorsa, karşı taraftan “boşanacağı” tehdidini Demokles kılıcı gibi karşısındakinin tepesinde tutma eğilimi, ilişkiye başından beri mündemiçtir. Liberal aydınlar, her zaman, AKP’nin, üzerinde işlem yapılabilir, istenen rotaya sokulabilir, eleştiriyle yönlendirilebilir, eninde sonunda kıvama getirilebilir bir parti olduğuna inanıyordu. Bu yüzden bulundukları yayın organlarından bu işlevlerini yerine getirmek için epey ter döktüler. Nitekim bundan beş yıl önce, hükümete yönelik liberal desteğin sistemleştirilmesi ve hükümetin icraatının, özellikle orta sınıf kentlilere ve bunun bir parçası olan aydınlara tarihsel misyonunun anlatılarak kuramsallaştırılması; ama daha önemlisi AKP’nin politik ufkunun oluşturulması amacıyla yayın hayatına başlayan Taraf gazetesinin yazarları da, hükümete olan desteklerinin şerhli olduğunu her fırsatta yazdılar. Zira AKP, beklentilerine uygun adımlar attığı sürece, bu gazetenin yazarları tarafından sınırsız bir tolerans görecek ve ona uzun vadeli bir opsiyon tanınacaktı. Fakat Ergenekon tutuklamaları boyunca, gözde muhabirlerine valizlerle gelen belgeler sayesinde etkili bir yayın yapan bu gazete, hızını alamayıp Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanması sırasında öyle komplocu yayınlar yaptı ki, gazetecilerden önce, kanser hastası Prof. Türkan Saylan’ın evinin aranması Ergenekon tutuklamalarının ciddiyetini sarstığı için eleştirdiği hükümetin işi eline yüzüne bulaştırmasında sırt sıvazlayıcı olarak rol aldı. Bu hızını alamama durumu (durumları) Taraf gazetesinin başlangıçta iddia ettiği nesnelliğinin (!) de askıya alınması anlamına geliyordu ki, AKP politikaları doğrultusunda kamuoyu oluşturmaya kendini adamış bulunan yayın organı, bu kez, kendisi kamuoyu baskısı altında kalacaktı.
Kamuoyunun tepkisini uyandırmadan, dikensiz bir gül bahçesinde yürüyerek dezenformasyon faaliyeti yürütmek elbette zordur. Ancak Taraf gazetesi liberalleri, hem kamuoyunu hem de hükümeti çekip çevirmek gibi, bıçak sırtında yürümeyi gerektiren bir “dava”ya kendilerini hasrettiklerinden, bu iş sanıldığından da zordur. Sonuçta, gazetenin yazarlarının, okurlarının gözündeki nesnellik imgesini ne pahasına olursa olsun korumak gibi, yaptıkları işin doğası gereği imkânsız uğraşısı ile hükümete yaranmak kaygısının aynı anda tatmin olması mümkün değildi. Bir kült olarak inandıkları nesnellik kaygısı yüzünden, zaman zaman hükümetle de aralarının bozulmasını göze almak zorundaydılar; üstelik bu tarafsızlıklarını ve kendinden menkul “doğruculuklarını” pekiştiren bir etki de sağlıyordu. Ama diğer yandan AKP’nin sırtına binip hükümeti yönetme kibrinin, Tayyip Erdoğan tarafından bu gazetenin genel yayın yönetmenine açılan dava ile törpülenmeye çalışılması, liberallerin hükümet üzerindeki “vesayeti” ifrada kaçırdığının, dolayısıyla Erdoğan’ın bu gazete etrafında kümelenmiş liberallere yönelik opsiyonunun da sınırının göstergesiydi. Ama daha önemlisi, kimin kimi kullanacağına ilişkin bir teyide ihtiyaç duyulduğunun da.
Şükran Soner geçenlerde Cumhuriyet gazetesinde yazdığı bir yazıda şöyle diyor:
“…İttifak medya yayınları, bloklaşmasında, görüş açıklamaları, iktidar icraatlarına verilen destekler, yandaş cemaat medyada doğrudan yer alınarak çok açık, uzun soluklu yürütüldü. Ayrışma zaman zaman özgür, demokratik görüşler adına, aslında bir diğerlerini cephe olarak yönlendirme, baskı gücü oluşturma çerçevesinde sürüp gitti. Liboşlar AKP’yi merkeze, liberalleşmeye doğru itelediklerine, AKP-cemaat yönetim kadroları ise liberalleri kullanmaya öncelik vererek bu ilişkiler gelgitli bugüne kadar sürüp gitti…” (3 Kasım 2011)
Taraf gazetesinin misyonu, sadece liberaller ile AKP arasında bir diyalog kurmak değildir aslında. Bu kadar olsa, liberallerin ayrı bir gazete çıkarmaya ihtiyaçları olmayacaktı. Onun asıl işlevi, genel aydın kitlesinin liberalizme doğru “eğitimi”ni başarıyla gerçekleştirmektir. Türkiye’de öteden beri güçlü bir sol geleneğin olması ve bunların ağırlıklı olarak Marksizmden etkilenmeleri (Taraf yazarlarının epey bir kısmı da Marksizm külliyatını referans veren örgütlerden gelmişlerdir) ve emek hareketinin iyi- kötü etkileyici bir gücünün varlığı Türkiye’de aydın nosyonunu şekillendiren en önemli faktörler arasında yer alır.
Bu nosyon, arka planında ABD emperyalizminin Ortadoğu’yu yeniden düzenleme kaygılarının yer aldığı küreselleşme politikalarının hayata geçirilmesindeki en büyük engellerden biridir. Bu yüzden Marksizmin etkisinin, onu eleştirerek, aşağılayarak, dezenformasyon yaparak kırılması, anti emperyalist eğilimin ulusalcılık yaftasıyla küçümsenmesi ve suçlanması, liberalizm karşıtlığının devletçilik karalamasıyla püskürtülmesi gazetenin öncelikli görevlerinden biridir. İkincisi ise, Sol Kemalist bir dünya görüşünden gelen, Kemalizmin ulusalcılığından beslenen bir antiemperyalizmi savunan ve hâlâ “birinci Cumhuriyetin değerlerine bağlı”, laik ve AKP’nin dinci muhafazakârlığından nefret eden, önemlice bir kısmı bu fikirlerinin karşılığını CHP’de, az bir kısmı da TKP’de bulan aydın kitlesini statükoculukla etiketlendirerek etkisizleştirmektir.
Taraf gazetesinin etkisi tirajından daha fazla olmuştur. Arkasına AKP hükümetinin desteğini, Gülen cemaatini, kimilerinin iddia ettiği gibi CIA’i alan gazetenin yayın hayatı boyunca giriştiği; dünyada olup bitenlerin liberalizmin kavramsal araçlarıyla yorumlanması, AKP politikalarının gerekçelendirilmesi, aydınların ABD emperyalizminin saldırgan politikalarına karşı tarafsızlaştırılması ve sol hareketin yerden yere vurulması çabasının, sadece Taraf okuyan kesimlerde değil, okumayan kesimler üzerinde de hegemonik bir etki yaratması için sürdürülen çabanın bir hayli kafa karışıklığı yarattığı söylenebilir.
Taraf’ın AKP’yi desteklediğini ilan ederken bile tarafsız ve nesnel bir üslup kullandığı izlenimi vermesi ve yazarlarının entelektüel birikimi, aydın kitleleri arasında eğer bir karşılık bulmuşsa, bu, yukarıda da değindiğimiz gibi, hükümete liberal desteğin şartlı olduğunun ısrarla dile getirilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. AKP’nin istenildiği zaman, zahmetsizce ve bedel ödemeden terk edilebilecek bir parti olduğu gizli taahhüdü, liberallerden etkilenen bazı aydın kesimlerinde, angaje olmadan destek olabilecek ve sonra da elini ateşte yakmadan, üstünü kirletmeden geri çekilebilecek bir mesafe ve mevziyi vaadini içerdiği için; öte yandan aydın nesnelliğini ve toplumun genel eğilimlerinin dışında ve üstünde durmak gibi “aydınca” bir snobizme izin verdiği için rahatlatıcı da olmuştur.
Ama ne yazık ki, bu, sadece bir zandır. Nitekim AKP’nin, referandum döneminde aydınları yeniden kendi bayrağı altında toplama hamlesinden sonra, bu çağrıya uyan aydınları vebal altında bırakacak gelişmeler yaşanmıştır.
Geçtiğimiz yıl 12 Eylül’de referanduma sunulan Anayasa değişikliği paketi başlıca üç vaat içeriyordu: Bunlar, birincisi yargı kurumlarının reformdan geçirileceği, ikincisi 12 Eylül ile hesaplaşılacağı ve üçüncüsü de askeri vesayetin sona erdirileceği idi.
Bu paketin halktan “evet” oyu alabilmesi için, liberal aydınlar ve onların aurasından etkilenen diğerleri olağanüstü çaba harcadılar ve Anayasa değişikliğinin propagandasını yapmak için her gün birkaçı televizyon ekranlarında boy gösterdiler. Bu paketi kerhen ve belki burun kıvırarak desteklediklerini ima eden, kararsız oy vericinin duygusunu da örgütlemeyi amaçlayan bir de sloganları vardı ki soğuk savaş döneminden beri bulunmuş en iyi slogan olduğu söylenebilir: “Yetmez, Ama Evet.”
Nitekim Anayasa değişiklik paketi, referandumdan “Evet” alarak geçti. Ancak oylamadan çok kısa bir süre sonra görüldü ki, çıkarılan uyum yasaları ile yargı bağımsızlaştırılmaktan ziyade hükümetin otoritesine bağlandı ve böylece klasik demokrasinin kuvvetler ayrılığı ilkesi ortadan kaldırılarak yürütmenin her şeyin sahibi olduğu bir sürece girildi. Bunun sonucu ise, şimdi yasama organının ve süreçlerinin tamamen işlemez hale gelmesi ve kanun hükmünde kararnamelerle yönetme rejiminin kurulmuş olmasıdır.
Askeri vesayetin tasfiyesi ise, AKP hükümetinin askerle girdiği uzlaşmayı gizleyen boş bir söyleme dönüştü ve muhtemel darbeleri kovuşturma işi, olmuş bir darbenin yani 12 Eylül ile hesaplaşmamanın bir vesilesi haline geldi.
Ve referandumdan bu yana, türbanın bireysel hak ve özgürlükler manzumesi arasında sayılabilmesi için AKP hükümetine destek veren liberalizmin etkisindeki aydınlar, hükümetin toplumun diğer hak ve özgürlük talebiyle ayağa kalkan kesimlerinin hiçbir talebine kulak asmadığını, sokağa çıkan her kesimin şiddete maruz kaldığını, üstelik “Yetmez, Ama Evet” sloganının peşine takıldıkları için kendi vicdanlarının da rahatsız olması gerektiğine ilişkin eleştirilerin pek de haksız olmadığını çok kısa bir zamanda görmüş oldular. Ve üstelik türban takan kadınların hükümet tarafından sınıflarına göre tasnif edildiğini; türbanın sermaye sahibi sınıfın kadınları için başka bir anlama, ama yoksul emekçiler için hiçbir anlama gelmediğini de fark ettiler.
Ama asıl ikinci kırılma noktası, 2011 Haziran seçimleri sırasında gerçekleşmiştir. Seçimlere Emek Demokrasi Özgürlük Bloku adı altında katılan Kürt ve Türk emekçileri ve sol kesimlerin adaylarının bir kısmının Yüksek Seçim Kurulu tarafından veto edilmesi, Kürt sorununun barışçıl ve demokratik çözümü konusunda hükümetin hiçbir adım atmaya hevesli olmadığının son göstergesi olduğu için AKP bu süreçte daha önce kendisini destekleyen aydınların desteğini yitirdi. Bu dönemde liberal aydınlar arasında da çatlama yaşandığı söylenebilir. Emek Demokrasi ve Özgürlük Bloku adaylarının desteklenmesi konusunda varılan zımnî anlaşma aydın kitlesinin; Kürt sorunu deyince bölücülük paranoyasına kapılan Kemalistler ile AKP’yi kayıtsız şartsız destekleyen muhafazakâr aydınlar dışındaki kesimini seçimlerde ortak tutum almaya yöneltti. 
Seçim Taraf gazetesi yazarları arasında bile bir tereddüt yarattı, örneğin, gazetenin entelektüel birikimini temsil eden Murat Belge, AKP ile “Blok” arasında kararsız kaldığı için seçim günü oy kullanmadığını yazdı. Nabi Yağcı Bloku desteklediğini açıkladı. AKP ve Blok’a eşit mesafede durduğunu yazan yazarlar da oldu.
Geçen yaz döneminde PKK’nin eylemleri üzerine aydınlara bir çağrı yaparak, terör örgütünü kınamalarını isteyen Tayyip Erdoğan’ın, desteğini umduğu aydınları köşeye sıkıştırarak sınama taktiği işe yaramadı ve genel aydın kitlesi bu çağrıya yanıt vermedi. Bu restleşmenin rövanşı, hükümet tarafından, çok geçmeden Büşra Ersanlı ve Ragıp Zarakolu’nun KCK operasyonları kapsamında tutuklanmasıyla alındı. Taraf gazetesi yazarlarının bu tutuklamaları açıklama ve mazur gösterme gayreti ise yükselen tepki içinde oldukça sırıtıyordu ve aslında Büşra Ersanlı ve Ragıp Zarakolu’nun tutuklanmasından önce başlayan süreç, bu tarihten itibaren, bir grup Taraf yazarı ve AKP ittifakı dışında kalan, çoğu üniversitedeki aydınların önemlice bir kesiminin hükümetten beklentilerini önemli ölçüde sona erdirmiş oldu. Hükümetin bu konudaki görüşü ise, Zaman gazetesi yazarı Hüseyin Gülerce’nin kaleminden yansıdı:
“KCK soruşturması kapsamındaki gözaltı ve tutuklamalar, Kürt meselesinin çözümünü samimiyetle savunanları bir yol ayrımına getirdi. Şüphesiz, gözaltı ve tutuklamalarda adaletin hassas terazisi devrede olmalıdır. Ciddi ve somut kanıt olmadan yapılan tutuklamalar, insan haklarına aykırı olduğu gibi davanın özüne de zarar verir. Fakat belli isimler söz konusu olunca, yargının yanlış yaptığını ilan etmek, terörle mücadeleyi zaafa uğratmaz mı? Görülüyor ki, KCK davası, Kürt meselesinde, bugüne kadar birbirine destek veren muhafazakâr demokrat ve liberal demokrat aydınları bir yol ayrımına getirdi. İlk ayrılık, bazı liberal arkadaşların, sadece KCK tutuklamalarını eleştirmeleri, PKK terörünün artan şiddetini görmezden gelmeleri ile başladı. İnsaflı olan arkadaşlara tabii ki lafımız yok. Onlar, masum insanların katledilmesiyle Kürt davasının savunulamayacağını açıkça söylüyorlar. Ama hiç bu tarafa bakmayıp sadece hükümeti, yargıyı hedefe koymanın artık sorgulanması gerekiyor. İkincisi, liberal demokrat bazı aydınlar, KCK’nın bir siyasi yapı olduğunu savunuyorlar. Sadece siyaset yapan KCK’lıların tutuklanmasına, fikir ve ifade hürriyeti açısından karşı çıkıyorlar. Fakat inandırıcı değiller… Ortada artık, Kürt halkının özgürlüğünü savunmaktan çoktan çıkmış, kadınları intihar bombacısı yapıp çoluk çocuk katleden, eli kanlı caniler topluluğu var. Karşımızda, Doğu ve Güneydoğu’da 24 vilayetimizde, sözde parlamentolarla, fakat aslında parti komiserlerince kontrol edecekleri ve kendi keyiflerince yönetecekleri, adı ‘özerk Kürdistan’ özü dikta bir rejim hayaline saplanmış adamlar var. Dertleri Kürt vatandaşlarımızın geleceği ise neden Kürtleri öldürüyorlar? Terör ve şiddeti, korkutmak, sindirmek için kullanan ve Türkiye’nin güçlenmesinden rahatsız olanlardan destek alan bu yapıya müsamaha göstermek anlaşılacak bir şey değildir. Fikir ve ifade hürriyetine evet. Ama ırkçılığı esas alan ve sadece şiddetten medet uman, masum insanları hedef alan teröre hayır. KCK davasına insafla bir daha bakılmalıdır.”
Ahmet Taşgetiren ise, şöyle diyordu: “Bu iktidar, başa döneyim ‘Bu işi bitirme kararlılığında!’ Bu iktidar hem Türkiye için etkinlik alanları üretmeye çalışsın hem de kendi içindeki bir sorun sebebiyle boğulsun, bunu akıl alır mı? Belli ki bu iş ya bitecek ya bitecek. Kimse yanlış hesap yapmamalı. Türkiye’ye karşı silahlı bir örgütün sırtını sıvazlamak demek sadece ölümleri artırmak demektir.”
Bu iki yandaş yazardan yapılan alıntı, “işi bitirme kararlılığı”nın, yani yeniden Kürt sorununun şiddet yoluyla çözümüne geçiş politikasının AKP hükümetinin kendisine muhalefet eden aydınlarla eninde sonunda köprü atmadan sürdürebileceği bir kararlılık olmadığının ilanıdır. 2012 yılına girerken önümüzdeki tablo böyle bir tablodur ve AKP’nin dokuz yıllık icraatı süresince liberal aydınlarla kurduğu gelgitli ilişkinin boyutlarından ve özelliklerinden Türkiye aydınlarının çıkarması gereken bir dizi ders gelecek yıla bakiye olarak aktarılmaktadır. Ancak AKP hükümeti ile aydınlar arasındaki ilişkinin başlangıcından bugüne kadarki seyrinin dünyadaki siyasal ve ideolojik dönüşüm ekseninde anlaşılması, bu bakiyenin nasıl değerlendirileceği konusunda yol gösterici olacaktır. Bunun için küçük bir hatırlatmaya ve bilgi tazelemeye ihtiyaç var:

SOĞUK SAVAŞ VE ‘KOMÜNİST OLMAYAN SOL’
Frances Stonor Saunders, kapsamlı araştırması “Parayı Verdi Düdüğü Çaldı: CIA ve Kültürel Soğuk Savaş” başlıklı kitabında, ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında aydınlar üzerinde hegemonik bir etki kurmak ve bu aydınları, kendi dünya çapındaki hegemonyasını yaygınlaştırmanın birer aracı haline getirmek için neler yaptığını, o dönem bu iş için rezerve edilmiş CIA memurlarının anlatımlarına ve belgelere dayanarak, akıcı bir dille anlatır. Kültürel Soğuk Savaş; dünyadaki saygın entelektüellerin her ülkede ayrı ayrı adlarla çıkarılan ve ABD’deki büyük tekeller tarafından fonlanan dergiler etrafında örgütlenmesi, bu kapsamdaki sanatçıların sanatlarını icra edebilmeleri için olağanüstü olanakların önlerine sürülmesi, yeni sanat akımlarının yaratılması gibi esaslara dayanır. Bu aydınların hemen hepsi entelektüel çevrelerde solcu olarak bilindikleri gibi, aslında anti Amerikan görüşlere de sahiptirler. Ama esas belirleyici özellikleri, o dönem dünya kapitalizmine karşı savunulması hayati önemde olan Sovyetler Birliği’ne karşı eleştirel yaklaşıyor olmaları ve Stalin’i sevmemeleridir. ABD’nin atom bombası üretimini protesto etmek için Londra’da Trafalgar Meydanı’nda yapılan mitingde konuşan ve günlerce oturma eylemine katılan filozof Bertrand Russell gibi, akademik kariyerini hakkaniyete duyarlılığı ile pekiştirmiş gibi görünen bir aydının seçkin profillerinden biri olduğu bu faaliyetin başlıca amaçları; ABD kültürünü dünya kültürü haline getirmek, politikalarına felsefe, sosyolojik ve tarihsel gerekçeler yaratmaları için aydınların birikimini kullanmak, bu ülkeye emperyalist yönelimlerini gizleyecek biçimde demokratik bir imge kazandırmak ve sosyalizmin tezlerini güçlü bir belagat ve saygın kültür ve sanat insanları tarafından üretilmiş argümanlarla çürütmekti.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da anti faşist eğilimin yükseldiği, demokrasinin en önemli, biricik kriter haline geldiği düşünülürse, “Komünist Olmayan Sol”un, bu iklimde komünist partilere yönelmemiş veya bir süre katılıp ayrılmış aydınların büyük bir kısmını kapsadığı söylenebilir. CIA’nin ve fonlayıcı tekellerin, üzerinde çalıştığı ve zihniyetini dönüştürmeyi hedeflediği kesim, böyle bir siyasi atmosferde öne çıkmış kesimdir. Nitekim ABD, Sovyetlerin ezeli düşmanı Troçki’nin görüşleri doğrultusunda yayın yapan gazetelerin çevresinde toplanmış aydınların da işbirliğiyle bu operasyonunu uzun yıllar sürdürdü. Dünyadaki siyasal gelişmelerin sağladığı olanaklarla da; örneğin Avrupa’da komünist partilerin Eurokomünizm diye anılacak olan revizyonist bir çizgiyi benimsemesi; buralarda sendika bürokrasisinin gelişmesi; Stalin’in 1953’te ölümünden sonra Kruşçev’in başına geçtiği SBKP’nin Yirminci Kongre’sinde alınan, kapitalizmin restorasyonunun yolunu açan kararlar; Sovyetler’in 1968’deki Prag’ı işgali gibi gelişmeler yüzünden moral bozukluğuna düşen kimi aydınların komünizmin saflarını terk etmeye başlamasıyla birlikte, bu faaliyet zirve noktasına ulaştı ve Soğuk Savaş’ın sonlarına doğru da, kapitalist hegemonik mücadelede epey mevzi kazandıktan sonra, yani 1980’lerde bu faaliyetini dondurdu. Ancak bu, ABD emperyalizminin dünya aydınları üzerinde artık herhangi bir misyon çalışması yürütmeyeceği anlamına gelmiyordu. Tersine 1990’larda “Yeni Dünya Düzeni”nin ilan edilmesiyle birlikte, sermayenin bütün dünyada engelsiz ve sınırsız dolaşımını sağlamanın koşullarını yaratmak anlamına gelen “küreselleşme” sürecinin dünya emekçileri üzerindeki yıkımına karşı mücadele olanaklarını köreltmek, kapitalizme yönelik eleştiriyi püskürtmek, ABD’nin politik amaçlarına felsefi açıklamalar getirerek, bunları rasyonelleştirmek ve bu amaçların antidemokratik sonuçlarıyla dünya demokratik birikimi arasında tuhaf tarihsel süreklilikler inşa ederek gizlemek için aydınlara duyulan yeni ihtiyaç Soğuk Savaş normlarıyla sürdürülemezdi, ama oradaki deneyimden yararlanılarak, bir tür soğuk savaş, ideolojik ve örgütsel bakımdan devam ettirilecekti.
Küreselleşme sürecinde aydınlara açılan yeni soğuk savaşın ideolojik yüklemleri dünyanın ve sınıfların algılanışıyla ilgili yeni önermelerle yazılmıştır. Birincisi; YDD’nin ideolojisi, insanlığın çok eski zamanlardan beri tanıdığı idealizmin modern bir düzlemde yeniden üretilerek, felsefi bir birikim oluşturulması temeline dayanır. Bu süreçte, sosyalizmin geçici yenilgisinin yol açtığı moral bozukluğu içinde “geçmişte neyi yanlış yaptık” sorusunu soran aydınların, sorunun yanıtını Marksizmde aramalarının önüne geçmek için, Marksist bilgi teorisinin temellerinin, önce, onun iktisadi belirleyiciliği öne çıkardığı, indirgemeci olduğu; siyasetin ve kültürün ikincil önemde görüldüğü iddia edilerek sarsılmaya çalışılmasıdır. Bunun sonucu, siyasetin ekonomiden ayrı ve bağımsız bir hayatiyetinin olduğu tezinin ileri sürülmesi olmuştur. Böylece aydınların politik iktisada ilgilerinin azalması için gerekli ilk adım siyasal olana öncelik tanıyarak gerçekleştirilmiştir.
Politik iktisadın terk edilmesinin ise iki önemli sonucu oldu. Birincisi, artık iktisadi özellikleri göz ardı edilen kapitalizm, emek gücünün, üretim araçlarına sahip sermaye sınıfı tarafından sömürüldüğü bir sistem olarak tanımlanmıyordu. Ve yine kapitalizm, sistem içinde var olan toplumsal kesimlerin her birinin eşit önemde olduğu, hiçbir sınıfın diğerinin karşısında tarihsel misyon bakımından önceliklerinin olmadığı bir toplumsal düzen olarak görülüyordu. Bu, kapitalizmin ebedi bir sistem olarak tarif edilmesinin yolunu açacaktı ve bununla ilişkili olarak, çoğu aydın için, kapitalist sistemde sonsuz iyileştirmelerin mümkün olacağı fikri itibar görmeye başlayacaktı.
İkincisi ki, birinciye bağlıdır; tarihsel materyalizmin, yani insan toplumlarının gelişiminin belirli yasalara bağlı olarak gerçekleştiği tezinin, yani tarihin motor gücünün sınıf mücadelesi olduğu Marksist tezinin göz ardı edilişidir. Ki Marx, bu tespiti, kapitalist üretim ilişkilerinin bütünsel bir analizinden çıkarmıştı. Bu tezin ihmalinin mantıksal sonucu ise, kolaylıkla, toplumun her kesimine, bu arada işçi sınıfına da, toplumsal dönüşüm sürecinde “olumsal” bir yönlendiricilik ve ilericilik vehmedilebileceği, hiçbir toplumsal katmanın diğerinden daha önemli bir rol oynamayacağı tespitine vardırıldı.
Bu iki sonuç; insanoğlunun dünyanın bütün bilgisini kavrayamayacağı, “genellemeler”in (Marksizmin) gerçeği açıklayamayacağı, insanın ancak genelin değil tikelin veya yerelin bilgisine sahip olabileceği; bütüne ilişkin bir tez ortaya atmanın imkânsız olduğu gibi; bilginin ancak birbiriyle birleştirilmesi olanaksız parçalar halinde elde edilebileceği noktasına varan felsefi çıkarımlarla da güçlendirildi. Çünkü toplumsal değişimin ana kaynağı olan temel tarihsel çelişki bir kez elden çıkarıldı mı, kapitalizme ait fenomenler, aydına, içinde yürümenin zorlaştığı sonsuz olgular yığını, toplum ise hiçbiri bir diğerine benzemeyen veya bazıları arasında ortak noktalar saptanabilir insanlar topluluğu olarak görünüyordu. Toplumsal ilişkilerin öyle değil de böyle kuruluşunu belirleyen şeyin sınıfların karşılıklı konumlanışı değil de, insan topluluklarının başka özellikleri olduğu üzerine düşünmeye başlandığında ise, içinde yaşanan dünyanın tüm bilgisinin anahtarını elinde bulunduramayacaktı aydın ve dünya ona, parçalarının arasında anlamlı bir bağıntı kurmakta zorlanacağı bir kaos olarak yansıyacaktı.
Bu tür bir “mayalandırma”nın devamında, yakın geçmişe kadar hâkim olan, demokrasinin sınıf mücadelelerinin bir ürünü olduğuna dair kanının giderek unutulmasına ve sönümlenmesine ulaşılır. Neoliberalizm dönemiyle birlikte, demokrasi, sınıflar arasındaki mücadelenin değil, toplumsal kesimlerin devletle ve birbiriyle çatışan uzlaşabilir çelişkilerinin parça parça çözülmesiyle elde edilebilir bir yönetim biçimi olarak algılanmaya başlandı. Dolayısıyla sistemin kötü işleyen yönlerinin değiştirilip düzeltilmesi ile ulaşılabilecek bir şeydi, demokrasi.
Bu demokrasi anlayışı, esasen Hardt ve Negri’nin, devletin, toplumu oluşturan bütün kesimler tarafından inşa edilen, dolayısıyla herkesin olan, toplumsal kesimlerin, üzerinde hegemonik bir güç kurabildiği bir kurum olarak tanımlandığı kuramından beslenmişti. Burjuva devletin sınıfsal bir karaktere sahip olduğunu inkâr eden böyle bir devlet teorisi, sınıf mücadelesinin önemini ikincilleştirir ve birincil önem sırasına toplumsal grupların taleplerini geçirir. Böylece neoliberal demokrasi, toplumu oluşturan kesimlerin (parçaların) birbirleriyle ve zaten bütün bu kesimlerin, oluşumunda eşit rol oynadığı devletle ilişkisinin yeniden kurulmasına indirgenir.   
İngiliz akademisyen E. M Wood, “Kapitalizm Demokrasiye Karşı” adlı kitabında bu süreci şöyle anlatıyor:
“‘Birbirinden kopuk özneler’den oluşan, parçalanmış, bütünselleştirmenin imkânsız olduğu ve tercih edilmediği bir dünyada; liberal çoğulculuğun entelektüelleştirilmiş bir şekilde köktencileştirilmesi dışında başka ne tür bir siyaset olabilir ki? Dünyada görülen en bütünselleştirici sistem olan kapitalizm ile kuramsal olarak yüzleşmekten kaçınmak için, bilgiyi bütünselleştirmeyi reddetmekten daha iyi bir yol olabilir mi? Kapitalizmin global ve bütünleştirici iktidarına karşı yürütülen en yerel ve kendine özgü direnişlerin karşısında, dağınık ve parçalanmış öznelerden daha büyük bir pratik engel olabilir mi?” (İletişim Yayınları, s. 15)
Wood haklıdır. Gerçekten de, dünyadaki siyasal süreç, İngiliz akademisyenin de vurguladığı gibi, güncel entelektüel yönelim, “toplumsal özne”nin parçalandığı bir demokrasi tarifine uygun olarak kurgulanmış ve liberal aydınlar da bu kurgunun bir parçası olarak sürece uygun davranmışlardır.
Bu yazının konusunu oluşturan AKP hükümeti ve liberal aydınlar arasındaki ilişkiyi, son birkaç on yıl boyunca yeniden oluşturulan dünya çapındaki entelektüel iklimden bağımsız olarak anlamak zor olacaktır. AKP hükümetine kuruluşundan itibaren beslenen beklenti ve ona tanınan avans ve sonra duyulan hayal kırıklığı, tam da hükümet-devlet-ordu-demokrasi arasındaki ilişkinin bilgisine, bu alanları parçalayıp birbirinden ayırdıktan sonra ulaşmayı deneyen, sonra da bütünle yüzleşmenin zorluğuna, ama bozuk parçayı tamir ederek bütünü tamir etmenin mümkün olduğuna inanarak, demokrasinin öznesi olarak işaret edilen AKP’nin imkânlarına bel bağlayan bir zihniyetin başarısızlığının teyidi olmuştur aslında.
Dünya demokrasi tarihi elbette parça parça, mevzi mevzi sürdürülen mücadelelerin kazanımlarından oluşur. Liberal aydınların dillerinden düşürmediği burjuva demokrasisi de, emekçilerin kısmi hakları için döktükleri terin ve istedikleri kararların alınmasını sağlamak amacıyla işler durumda tutmak için uğraştıkları örgütsel araçları güçlendirme çabasının ürünüdür. Burjuva demokrasinin en gelişmiş halinin yaşandığı Batı Avrupa demokrasilerinin kökeninde, bu ülke emekçilerinin örgütlü olarak sürdürdükleri mücadelenin kazanımları vardır. Kapitalizmin başlangıcında sistemin yeni efendisi burjuvazinin, şimdi demokrasiye olan düşmanlığı, en az, yıkıp yerine kendisinin geçtiği önceki sınıflarınki kadardır. Alt sınıflara, yani işçi ve emekçilere, kadınlara sistemin diğer kesimleri için bahşedilmiş olanaklar hiç değilse biçimsel olarak sağlansın diye, bu coğrafyalarda az emek verilmemiş, az çaba harcanmamıştır. Ancak emekçi sınıflar için esas olan, gelip geçen hükümetlerden birinin diğerlerinin yıkıma uğrattığı hayatlarını düzeltmesini beklemek değil, gerçek bir demokrasinin; halk iktidarı koşullarında oluşmuş bir demokrasinin gerçekleşmesidir. İçinde yaşadıkları kapitalist koşullarda ise emekçiler dünyayı bir parça daha yaşanır kılmak için mücadele ettiler ve hükümetler üzerinde baskı oluşturabilecekleri mekanizmaları işlettiler. Türkiye’de de böyle bir gelenek oluşmuştur. Tıpkı dünyanın diğer ülkelerindeki kardeşleri gibi, buradaki işçiler ve emekçiler de, örgütlü mücadele deneyiminin birikiminden haberdardırlar ve bugün başlarına gelen her kötülük için de, şimdi oldukça zayıflamış olsalar bile, ellerindeki örgütsel araçlarla mücadele etmeye devam ediyorlar.
Ancak dünya burjuvazisi de emekçilerin gücünün örgütlerinden geldiğini çok iyi bilmektedir. Bunun için de YDD’nin başından bu yana, sendikal örgütlerin içinin boşaltılması, emek yanlısı politik partilerin gözden düşürülmesi ve bütün bu örgütlerin harcını kararak hedeflerini belirleyen Marksizmin itibarının sarsılması için büyük bir savaşa girmiş durumda. Örgütlenmeyi olanaksızlaştıracak biçimde üretimin dağıtılarak işyerinin yeniden düzenlenmesi; esnek çalışma, taşeronlaştırma gibi yöntemlerle iş zamanının parçalanması, performans ve kademeli istihdam yollarıyla rekabetin kışkırtılması; kimi zaman emekçilerin tehdit ve şantajla korkutularak emek örgütlerinin boşaltılması için bunca çaba harcanıyor oluşunun nedeni budur zaten. Çünkü neoliberal iktisadi politikaların dünya emekçilerine yaşattığı yıkıma karşı barikat oluşturacak tek şey örgütlü emekçinin gücüdür.
Ancak bugün demokrasiye ulaşma yolları ve var olan demokratik düzeyin korunabilmesinin olanakları konusunda burjuvazinin yaptığı yoğun propaganda içinde, emek örgütlerinin hükümetlerle pazarlık yapma olanaklarını devreye sokacak mekanizmaların nasıl kurulacağı gibi bir sorunun yanıtı hiç aranmıyor. Burjuva demokrasisinin, birkaç yılda bir emekçinin kendisini yönetecek partiyi seçmesi ama işbaşına gelen hükümet üzerinde toplu pazarlık yöntemiyle baskı gücü oluşturabilmesi esasına dayalı geçen yüzyıldaki deneyiminden kala kala, elde bir tek oy verme pratiği kaldı. Dolayısıyla durum buyken, artık örgütsüz seçmene, oy verdiği partiden demokratik adımlar atmasını beklemekten başka bir şans da tanınmamış oluyor. Birtakım vaatlerde bulunup, sonra keyfi olarak, kimseye eyvallahı olmadan bu vaatlerden vaz geçebilen AKP hükümetinden demokratik adımlar atması beklentisi de, bu adımları atabileceğine duyulan inanç da, aslında böyle bir sosyal tablodan besleniyor.
Öte yandan, muhalefetsiz bir iktidar, en gerici burjuvazinin bile iktidarını kaçıracak bir şeydir. Burjuvazi bir sınıf olarak, işler yolunda gitmediğinde elinde sonsuz seçenekler olmasını şiddetle arzular. Ve muhalefet, işlerin yolunda gidip gitmediğini gösteren bir aynadır bu sınıf için. Ama aynı zamanda, her şeyin söylenebildiğinin, talep edilebildiğinin ve oy sayısıyla kapsanamayan kesimlerin de yönetime dahil edildiği gösterisinin sürdürülebilmesinin olanağıdır. Oysa hem dünyada, hem de Türkiye’de muhalefetin olanakları son derece daraltılmıştır artık ve talebin yerini de söylem almıştır. Ekranlarda her akşam arzı endam eden bilirkişilerin, akil adam ve kadınların tartışma programlarındaki varlığı, bir sorunun çözümünün yaratacağı toplumsal rahatlamayı, o sorunun konuşuluyor olmasıyla ortaya çıkan bir iç boşaltmaya ikame etmiştir. Böylece eylemsiz ve örgütsüz emekçiler ekran başında kendileri adına konuşan birilerini dinledikçe, dünyanın değişmesine katkıda bulunduklarını hissedeceklerdir. Kendi adına konuşanları dinledikçe rahatlama duygusu, “kendi kaderini tayin etmek” için örgütlü mücadele etme deneyiminin yerine geçirilmiştir ki, bu, ne yazık ki, varlığını, itip kaktığı, görmezden geldiği emekçi sınıfların mücadelesine borçlu olan liberal demokrasinin günümüzde ulaşabileceği en geri noktaya düştüğünü gösterir. Bu süreç, aydınla emekçi arasındaki bağları da zayıflatmıştır doğal olarak; çünkü aydının söylediği sözün, yazdığı yazının maddi bir karşılığının olabilmesi için, bunlara sosyal bir güç tarafından itibar edilmesi gerekir; siyasal iktidar tarafından değil.
Öte yandan, demokrasinin nasıl oluştuğu kadar, demokrasinin ne olduğu da önemlidir. AKP’nin sadakatle itaat ettiği ABD emperyalizminin neoliberal demokrasisi, emperyalist politikalara karşı dünya halklarının rızasını temin etmekten ve bunu klasik demokrasinin geleneksel yolları içinde sağlamaktan, eğer buradan geçmiyorsa, savaş ve işgal politikalarını hayata geçirmekten ibarettir. Türkiye’de de, yukarıda da anılan devlet-ordu-bürokrasi ve yargı kurumlarında “vesayete son verme”, “bağımsızlık”, “özgürlük” “statükonun tasfiyesi” gibi kavramlar eşliğinde sürdürülen operasyon, bu emperyalist politikaların hayata geçirilmesini kolaylaştırmak için gereken yol düzenlemesini sağlamak adına yapıldığı halde, bunların, halk istediği için, halkın yararına, “demokratik bir atılım olarak” yapıldığı propagandası sürekli işlenmiştir. Ancak devlet kurumları üzerinde halkın beklediği demokratik dönüşüm ile AKP’nin alternatifi arasında önemli farklar vardır ve vaatler, propagandadan öte bir şey ifade etmez. Çünkü emekçi sınıflar için demokrasi, burjuva devletin eski statükosuna ve bu statüko sürdüğü sürece sistemden nemalanacak olan devlet kapitalizmi bürokratlarının hakimiyetine karşı, dizginsiz bir serbest piyasa ekonomisini tesis etmek üzere eski devlet kurumlarının işleyişinin elden geçirilmesi ve yeni düzene adapte edilmesi demek değildir. Emekçiler için demokrasi, hem devlet kapitalizminin, hem de neoliberal piyasa kapitalizminin tasfiyesinden geçer. Çünkü devletin her iki formunda da, egemen sınıflar, kendi iktidarlarına, geniş yığınların sömürülmesi pahasına sahip olmuşlar ve buna yönelik her türden eleştiriyi de susturmaya çalışmışlardır.
Devlet kapitalizminin bürokratik işleyişinin tasfiye edilmesini demokratik girişimler olarak gösteren ve AKP’yi de bunu gerçekleştirdiği ölçüde destekleyerek, halka demokratik kuruluşun öznesi olarak yutturmaya çalışan liberal aydınların uğradığı hayal kırıklığının nedeni, AKP’den beklediklerini, bu partinin bekledikleri hızda gerçekleştirememesi olduğu kadar, hükümet icraatlarını “başarıyla” gerçekleştirdiği ölçüde bunun halk tarafından demokratik bir adım olmadığının görülmesi olmuştur. Bu ise, liberal aydınların AKP’ye verdiği desteğin, operasyonun başlangıcındaki henüz söylem düzeyindeki meşruiyetinin çökmesi ve demokrasinin değil, dünya gericiliğinin maşası haline geldiklerinin açığa çıkması anlamına gelir ki, buradan liberalizmin geniş aydın kitlesi üzerindeki etkisinin de onarılması zor biçimde gerilediği saptaması yapılabilir.
İçinde yaşadığımız dönemin liberal hegemonyanın önemli ölçüde zafiyete uğradığı bir dönem olduğu görülüyor; bunu elbette ilk fark eden hükümet olmuştur ve ülkeyi kimin yönettiğini kendi yöntemleriyle liberal aydınlara hatırlatmaktan da imtina etmemiştir. Liberal aydınlarla ilişkisini, gazeteci ve akademisyen tutuklamalarında olduğu gibi, genel aydın kitlesine gözdağı vererek yeniden yapılandırma eğilimine giren AKP’nin, yakın bir zamanda atılmış köprüleri onarıp onarmayacağı veya nasıl onaracağı, genel halk muhalefetinin ve bunun bir parçası olan aydınların tutumuna bağlı olacaktır elbette. Kemikleşmiş ve itaatkâr liberaller dışında kalan aydınların ise iki seçeneği var; ya AKP’nin demokrasi yalanlarının siperi olmaya razı olacaklar ya da halkla birlikte bu yalanları püskürtecekler.
Dünyadaki gelişmeler; hem Arap dünyasındaki ayaklanmalar, hem de Avrupa’daki halk hareketleri, önümüzdeki döneme dair, 90’lı yıllardan bu yana uygulanan neoliberal politikaların iflasını tescil etti. Dolayısıyla sermaye tekellerinin dünya kaynaklarının yeniden paylaşımı için son yirmi yıldır uyguladığı savaş ve işgal yöntemlerine karşı etkisiz bir kitle bulduğu dönemin sonuna gelindi. Hareket halindeki halkların, aynı zamanda, bu hareketten doğan yeni bir fikrin sistemleştirilmesinin de nedeni olacağını söylemek bir kehanet olmayacaktır. Zaten son birkaç yıldır unutturulmuş Marksist klasiklere dönüş, burjuva basının da görmezlikten gelemediği bir eğilim haline geldi. Dolayısıyla neoliberalizmin hilkat garibesi olarak doğan aydın evlatlarının laboratuarlarda ürettiği ve belli bir süre bir yanılsamanın hüküm sürmesine elveren enteresan tezlerinin de bir fanteziden ibaret olduğu, sokaktaki hareket tarafından bir kez daha gösteriliyor. Önümüzdeki sürecin, entelektüeller arasında da son derece canlı fikir savaşlarına zemin hazırlayacağını, sınıf mücadelesinin bu fikir savaşlarına da renk vereceğini göz önünde bulundurmakta yarar var. İşte o zaman liberal aydınların tezlerinin de iskambil kuleleri gibi hızla çökeceğini ve bunların, bir süre sonra, bir dönemin isterik hezeyanları klasörüne yerleştirilerek, tarihin çöp sepetine atılacağını söyleyebiliriz.
Sadakatle itaat ettiği ABD emperyalizminin neoliberal demokrasisi, emperyalist politikalara karşı dünya halklarının rızasını temin etmekten ve bunu klasik demokrasinin geleneksel yolları içinde sağlamaktan, eğer buradan geçmiyorsa, savaş ve işgal politikalarını hayata geçirmekten ibarettir.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑