Akp’nin Goebbeslçi propagandası ve topyekûn savaş düzeni

Bugün Başbakan Erdoğan’ın açıklamalarına ve burjuva medya organlarında yer alan haberlere bakılırsa, Türkiye kamuoyu KCK’yi yeni keşfetmiş! Oysa daha birkaç ay önce MİT’in KCK Yürütme Konseyi Üyesi Mustafa Karasu ve Sabri Ok ile yaptığı görüşmeler basına yansımıştı. Ülkenin başbakanının, 2005’te kurulan ve devletin yıllardır görüşmeler/pazarlıklar yaptığı bir örgütü yeni keşfetmiş olması mümkün mü? Oysa Başbakan Erdoğan’ın açıklamalarına bakılırsa, devlet KCK’nin ne olduğunu yeni anlamış! Erdoğan, KCK’nin “paralel devlet yapılanması” olduğunu ağzında bir sakız gibi geveleyip duruyor; bu yapılanmaya izin verilmesinin söz konusu olmayacağını ve dolayısıyla bu kapsamda yapılan operasyonların devam edeceğini söylüyor. Yetmiyor, başbakan “bunu söylemek milliyetçilikse, milliyetçiyim” diyor. Her şeyden önce “operasyonlar devam edecek” açıklaması, AKP tarafından bugüne kadar kullanılan bu operasyonların yargının işi olduğu söyleminin bir aldatmaca olduğu gerçeğini ortaya koyuyor.
AKP Hükümeti’nin en son Anayasa Profesörü Büşra Ersanlı ve Yayıncı-Yazar Ragıp Zarakolu’nun tutuklanmasına kadar varan KCK Operasyonları’na meşruiyet alanı yaratma girişiminin en dikkat çekici sonuçlarından biri de, düne kadar AKP’yi destekleyen liberal “sol” çevrelerle Başbakan Erdoğan arasında gelişen polemik oldu. Erdoğan’ın yapılan operasyonları eleştiren Cengiz Çandar ve Hasan Cemal gibi yazarları “terör destekçiliği” ile suçlamaya kadar varan tutumuna karşı bu çevrelerden de cevaplar geldi. Dün AKP’nin “askeri vesayet”e karşı demokrasi mücadelesinin bayraktarlığını yaptığını söyleyen bu çevreler, Başbakan Erdoğan’ın tutumunu “güç şımarıklığı” olarak değerlendirerek, bu anti-demokratik yönelimi eleştirdiler. Nihayetinde bu çevreler de –bundan sonra nasıl tutum takınacakları bir tarafa– baskı rejiminin karakterini belirleyenin, sanıldığı gibi, karar vericilerin “asker” ya da “sivil” olması olmadığını görmüş olmalılar (bu arada söz konusu çevrelerin Başbakan Erdoğan’ın Dersim’le ilgili belgeleri açıklayıp özür dilemesini, Kürt sorunu bağlamında Dersim’den bu yana uygulanan politikaların aynı zincirin halkaları olduğunu göz ardı ederek, “tarihle hesaplaşma”, “büyük bir adım” olarak görmesi/göstermesinin de bu “çatışmanın” sınırlılıkları ortaya koyduğunu belirtmek gerekiyor).
Bu tartışmalar yaşanırken, AKP politikalarına dayanak oluşturmayı görev edinmiş medya organları da boş durmadı. Kimisi Ersanlı’nın siyaset akademisinde “ayaklanma dersi” verdiğini yazdı, kimisi KCK sözleşmesini çarşaf çarşaf yayımlayarak, bu sözleşmede “paralel devlet örgütlenmesi”ne delalet sayılacak bölümler aradı, tabii Taha Akyol gibi “uzman”lar da totalitarizm üzerine dersler verdi, demokrasi için KCK operasyonlarının ne kadar gerekli olduğunu uzun uzun anlattılar! Yine, çoğunluğunu avukatların oluşturduğu son KCK operasyonundan sonra, Öcalan’ın yıllardır yayımlanan –ve söz konusu basım yayın organlarının da defalarca haberleştirdiği– ‘görüşme notları’nın aslında örgüte verilen talimatlar olduğu söylenmeye başlandı; hatta AKP’ye karşı en önemli muhalefet odağı olan BDP’nin Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın bile talimatla iş yaptığını göstermek için bu görüşme notları didik didik edildi.
Başbakan Erdoğan’ın en ufak eleştiriye tahammülsüz tutumu ve NAZİ’lere bile rahmet okutan İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in Büşra Ersanlı’nın suçlu olduğunu kanıtlamak için 1980 öncesi dönemi hatırlatması örneğinde somutlanan kara propaganda, AKP’nin baskı ve savaş rejiminin geldiği noktayı göstermesi bakımından anlamlıdır. En ufak demokratik tepki ve eleştiriyi bile suç sayan bu anlayışın beslendiği politikanın, AKP’nin içeride ve dışarıda savaş ve gerilime dayalı yönelimi olduğu açıktır. Bu yönelimin, Kürt sorununun eşit haklara dayalı çözümü ve ülkenin demokratikleştirilmesi mücadelesi bakımından zorlu bir sürece işaret ettiği de ortadadır. Dolayısıyla bugün bu politika, emek ve demokrasi güçleri için AKP’nin gerici yüzünün açığa çıkartılması ve buna karşı halk güçlerinin örgütlenmesi olarak anlam kazanmaktadır.

I.    SAVAŞ VE PROPAGANDA
Türkiye egemenlerinin, Libya’ya NATO çatısı altında gerçekleştirilen müdahalede üstlendikleri rolden sonra, Suriye rejimine karşı gerilimi tırmandırma ve müdahaleye zemin hazırlama tutumunu geliştirdikleri biliniyor.  ABD Dışişleri Bakanı Clinton, Türkiye’nin Ortadoğu’da ABD’den bile etkin bir konumda olduğunu söyleyerek, AKP’yi pohpohluyor; Avrupa basını da Erdoğan’ı ‘kapak’ yaparak, Türkiye’nin bölgesel rolü üzerine makaleler yayımlıyor. Geliştirilen politika, Malatya’ya kurulması planlanan NATO Radar Üssü ile birlikte düşünüldüğünde, Türkiye’nin emperyalist müdahalenin koçbaşı yapılmak istendiği görülüyor. Bugünlerde ısındırılmaya çalışılan Suriye’de ‘tampon bölge’ oluşturma planı, bu müdahalenin ilk adımı olarak hesaplanıyor. Türkiye’nin bölgesel düzeyde üstlendiği gerilim ve şiddete dayalı politika, AKP Hükümeti’nin, Kürt ulusal hareketini askeri ve siyasi operasyonlarla baskılayarak, Kürt sorununu da kendi politik çıkarları çerçevesinde çözme hevesini arttırıyor. AKP’nin içine girdiği yönelim bir taşla iki kuş vurma arayışını da beraberinde getiriyor. Bu arayış, PKK’nin Suriye ve İran’la ilişkileri üzerine geliştirilen propagandada somutlanıyor. Böylelikle hem içte, hem de dışta gerilim ve çatışma politikasına ortak zemin hazırlanmak isteniyor. Daha düne kadar “teröre karşı işbirliği ve ortak mücadele” içinde oldukları söylenen Suriye ve hatta İran birden “terör destekçisi” ilan ediliyor.
Bugün Türk medyası büyük oranda AKP propagandasının aleti haline dönüşmüş durumdadır. HPG’nin 24 askerin ölümüyle sonuçlanan Çukurca baskınından sonra, medyanın, tek bir ağızdan, saldırı emrinin Suriyeli Fehman Hüseyin tarafından verildiğini yazıp söylemesi, bu araçsallaşmanın somut göstergelerinden biri olmuştur. Fehman Hüseyin’in KCK Yürütme Konseyi Başkanı Karayılan’ın ifadesiyle, Suriye rejimine karşı isyan edip silahlı mücadeleye girişmiş bir Kürt olarak, nasıl Suriye rejimi ile işbirliği yaptığı sorusu Türk medyası tarafından cevaplanmış değildir. Yine dünya basınında Suriye rejimi muhaliflerinin “Özgür Suriye Ordusu”nun Türk devleti tarafından desteklenip eğitildiğine dair birçok haber yer alırken, buna sessiz kalan Türk medyası, Karayılan’ın Suriye Kürtlerine yaptığı “Çatışmalarda taraf olmayın. Öz savunmanızı geliştirin” çağrısını bile “Kürtlere silahlanma yönünde yapılmış küstah bir tahrik” olarak sunmakta bir sakınca görmemektedir. Söz konusu Suriye bile olsa, Kürtlerin hak talebinin kabul edilmezliği, medyanın AKP tarafından getirildiği hiza bakımından dikkat çekici olsa gerektir.
Yapılan haberlerden AKP’nin içeride ve dışarıda gerilim ve çatışmaya dayalı siyasal yöneliminin propaganda aracına dönüşmüş olan medyanın, daha şimdiden, önümüzdeki dönemde Suriye’ye olası bir müdahaleyi, Kürtler tarafından yaratılan tehlikeyi bertaraf etme ile gerekçelendirmeye soyunduğu anlaşılmaktadır. Başbakan Erdoğan’ın Kürt hareketine ve başta Suriye olmak üzere bölge ülkelerine karşı yüksek perdeden konuşmasını “büyüklüğün” ve “bölgesel liderliğin” nişanesi olarak görmek/göstermek ateşle oynamaktan başka bir şey değildir ve Türkiye’de medyanın büyük çoğunluğu, Türkiye’yi bölgesel çatışmaların merkezi haline getirecek böylesi bir politikanın borazanlığını yapmaktadır.

II.    KCK OPERASYONLARI: YALANLAR VE GERÇEKLER
2009’da KCK adı altında Kürt ulusal hareketine yönelik operasyonlar başladığında, liberal yazarlar arasında, bu operasyonların AKP’ye rağmen ve hatta AKP’nin Kürt sorununu çözme adına ‘açılım’ adı altında başlattığı politikaları baltalamak için yapıldığını söyleyenler oldu. Bugün binlerce Kürt siyasetçinin hapishanelere doldurulup yargılanmasının bile yapılmadığı bu siyasi operasyonların bizzat Başbakan Erdoğan ve AKP’nin talimatlarıyla yapıldığı kendi açıklamalarıyla sabittir. Bu operasyonların gerekçesi, KCK’nin Kürt ulusal hareketinin ‘şehir yapılanması’ olduğu biçiminde ifade ediliyordu. Bugün hem bu operasyonlara karşı gelişen tepkileri etkisizleştirmek, hem de operasyonların kapsamını/hedef kitlesini genişletmek amacıyla, dün ‘şehir yapılanması’ denen örgütün, aslında “paralel devlet” örgütlenmesi olduğunu söylemeye başladılar.
Kürt ulusal hareketine karşı KCK adı altında yapılan operasyonlar başladığı günden bu yana, bu operasyonların, Kürt hareketinin örgütlü güçlerini tasfiye etmek, politik etkisini azaltmak ve bu temelde AKP’nin TRT Şêş, Kürdoloji bölümleri gibi adımlarda somutlanan sorunu bireysel haklar çerçevesi içinde çözme politikalarına yaşam alanı açmak amacı taşıdığına dikkat çektik. Dolayısıyla bu operasyonlar, ‘açılım’ politikasından vazgeçişin değil; bu politikanın etkin kılınmak istenmesinin bir sonucu olarak gerçekleştirilmektedir. Bugün yeni olan ise, AKP’nin ülkeyi bölgesel gericiliğin merkezi haline getirme yönelimine bağlı olarak, söz konusu politikanın uygulanma alanının hem Kürt halkının bütün örgütlü kesimlerini ve hem de ülkedeki her türlü demokratik örgütlenmeyi ve aydınları hedef haline getirebilecek bir düzeye çıkartılmış olmasıdır. KCK’nin “paralel devlet” örgütlenmesi olduğu söylemi, artık “bölücülük” söyleminin eskisi gibi prim yapmadığı bir dönemde, örgütlü halk kesimlerinin tasfiyesine yönelik böylesi bir arayışın sonucu olarak gündeme getirilmiş bulunmaktadır.
KCK (Koma Civakên Kurdistan / Kürdistan Topluluklar Birliği), 2005’te kurulmuştu. Aslında KCK’nin kuruluşu, Kürt hareketinin ayrı bir devlet kurma talebinden vazgeçişinin ve bugün “demokratik özerklik” olarak tarif edilen, eşit haklar temelinde ortak vatanda birlikte yaşama dayalı bir çözümü benimsemesinin belgesi durumundadır. KCK, kendini; topluluk demokrasisini, toplulukların eşit ve özgür bir arada yaşamasını esas alan, devlet olmayan, örgütlenmiş demokratik, siyasal ve toplumsal bir organizasyon olarak tarif etmektedir. Bu yapılanma, toplum içinde yaş, cins, sınıf, ulus, etnisite, inanç farklılıklarına yaşam alanı açmak ve bu farklılıklardan kaynaklanan eşitsizlikleri ortadan kaldırmak üzere bu toplulukların ayrı örgütlenmesine ve birlikte yaşamasına dayalı konfederal bir sistem öngörmektedir. Yine KCK sözleşmesinde, bu yapılanmanın bir devlet sistemi olmayıp, kadınların, gençlerin, emekçilerin, tüm halk ve toplulukların kendi demokratik örgütlenmesi üzerinden politikaya katılımının esas alındığı belirtilmektedir. Kısaca KCK sistemi, devlet kurma ve iktidar hedefi olmayan halkın örgütlü kesimleri üzerinden sistemi dönüştürmeyi amaçlayan bir yapılanma olarak tarif edilebilir. Bu yapılanmanın ideolojik arka planında yatan ise, Murray Bookchin’in* ‘toplumsal ekoloji’ olarak tanımladığı, ekolojik anarşizme dayalı konfederal sistem anlayışıdır. Burada Bookchin’in, Marksizmin sınıflara dayalı toplum çözümlemesi yerine yaş, cinsiyet, etnisite gibi olgular tarafından belirlenen ‘hiyerarşi’ kavramını geçirdiğini ve kapitalist devlet aygıtının parçalanması yerine toplulukların konfederal örgütlenmesiyle sistemin dönüştürülmesini savunduğunu söylemekle yetinelim. Ve yine başka bir yazının konusu olmakla birlikte, Kürt ulusal hareketinin Kürt coğrafyası için geçerliliği olan özerklik talebini ülkenin bütün bölgeleri için istemesi (hatta 20-25 bölgelik bir özerklik öngörmesi) gibi bir sonuç doğurmasının bu ideolojik yaklaşımın güncel/pratik siyasal mücadele bakımından en önemli açmazı/çarpıklığı olduğunu söyleyerek geçelim.
Özetlemek gerekirse, KCK, iddia edildiği gibi, paralel devlet örgütlenmesi değil; Kürt ulusunun ve Kürt coğrafyasındaki farklı etnik, dinsel toplulukların farklı örgütlenmesi ve bu toplulukların demokratik zeminde ortak hukuk oluşturmalarına dayanıyor. Yani ortada ne bir devlet var, ne de iktidar hedefi. Buna rağmen KCK’yi düzen için tehlikeli kılan şeyin, onun, bir devlet yapılanması olmaktan çok, toplumun bütün kesimlerinin örgütlülüğünü amaçlaması olduğu açıktır. AKP’nin Kürt siyasi hareketi içindeki kadınlara, sendikacılara, aydın-akademisyenlere saldırmasının nedeni de bu örgütlülüktür.  Açıktır ki, AKP’nin örgütlü bir topluma, kendisinin öngördüğü, bireysel haklarla sınırlı çerçeveyi aşmayan çözümünü kabul ettirmesi mümkün değildir. “Paralel devlet” söylemi, işte yukarıda da belirttiğimiz gibi, halkın örgütlü bütün kesimlerini hedef haline getirmek üzere geliştirilmiş bulunan bir söylemdir. Ve bugün yaşandığı gibi, çözüm kendini dayattıkça, saldırının kapsamı ve dozu artmaktadır.

III.    GERİCİ PROPAGANDAYA KARŞI GERÇEĞİ GÖRÜNÜR KILMAK

Gerici propagandanın en yüksek perdeden yapıldığı; AKP’nin bölge ve ülkede ‘muktedir’ göründüğü bu dönem, aynı zamanda AKP politikalarının iç yüzünün anlaşılması bakımından da fazlasıyla olanak taşımaktadır. Her şeyin kontrol altında olduğu görüntüsünün altında, özellikle Kürt sorunu ve bölgesel politikalar bakımından yaşanan başarısızlıkların üstünün örtülmesi çabasının olduğu açıktır. Bugün mesele, AKP’nin zayıf karnının görünür olmasını sağlamak ve bu politikaya karşı halk güçlerinin birleşik mücadelesini örmektir.  Bunun ilk adımı, elbette gerçeği görünür kılmak üzere, düzeyi/niteliği arttırılmış bir propaganda ve ajitasyondur. Güncel/dönemsel gelişmeler üzerinden ana başlıklar halinde belirtmek gerekirse:
·    AKP’nin bölgede Arap ülkeleriyle “dostane ilişkileri”nin ve kendini bir “model” olarak sunuşunun arkasında ABD emperyalizminin ‘bölgesel taşeronluk’ (“bölgesel liderlik”) rolü ve dolayısıyla ‘Arap Baharı’nı tersine çevirme; halkların özgürlük, insanca yaşam arayışı ve mücadelesini emperyalist gericiliğe bağlama çabası olduğunun her somut gelişme üzerinden (NATO Radar Üssü, Suriye muhalefetinin ‘Özgür Suriye Ordusu’na verilen askeri destek vb.) yeniden ve yeniden halkın gözünde görünür kılınması.
·     Filistin’in Birleşmiş Milletler’de tanınması konusunda ABD’nin İsrail’den yana takındığı tavır ve bunun AKP tarafından sessizlikle geçiştirilmesinin, aslında AKP’nin İsrail karşıtlığının, kontrollü ve büyük oranda Arap ülkelerini ve iç kamuoyunu etkilemeye yönelik olduğunun görülmesinin sağlanması. Ya da tersinden söylemek gerekirse, aslında İsrail’le karşı karşıya gelişin sınırının, Türkiye egemenlerinin ABD’nin bölge politikalarıyla uyumu/işbirliği tarafından çizildiğinin vurgulanması.
·     Bölge rejimlerine “halkın sesine kulak verme” çağrısı yapan Başbakan Erdoğan’ın kendi ülkesinde Kürt halkına yönelik gerçekleştirilen askeri ve siyasi operasyonlarla, aslında bölge diktatörlerinden farksız bir tutum içinde olduğunun gözler önüne serilmesi. Üstelik sadece Kürt halkına değil, işçi ve emekçilere, çevresel talana karşı çıkan köylülere, kadın ve gençlere de yapılan saldırıların rejimin anti demokratik karakterinin anlaşılması bakımından teşhir malzemesi yapılması.
·    Yeni anayasa yapım sürecinde, sadece Kürtlerin eşit haklara dayalı statü talebinin değil; Aleviler başta olmak üzere, farklı inanç kesimlerinin gerçek laisizm talepleri, işçi ve emekçilerin sendikalaşma ve güvenli çalışma koşulları ve insanca yaşam talepleri, ülkenin su ve toprak kaynaklarının tekeller tarafından yağmalanmasına karşı mücadele eden çevre hareketlerinin, eşitsizliğe ve şiddete karşı ayakta olan kadınların, parasız demokratik eğitim ve iş isteyen gençlerin, düşünce özgürlüğü isteyen aydın-akademisyen ve sanatçıların vb. talepleri karşısında takınacağı tutumun halkın geniş kesimleri tarafından anlaşılmasını hedefleyecek bir aydınlatma faaliyetinin yapılması…
·    Ve elbette bütün bu teşhir/gerçeği görünür kılma faaliyetlerinin emperyalizm ile ilişki ve işbirliğine son verilmesi, komşu ülke halklarıyla barış ve kardeşlik temelinde ilişkilerin geliştirilmesi, Kürt sorununun eşit haklar temelinde ve bölgesel özerklik statüsü tanınarak çözülmesi, bütün halk kesimlerinin taleplerini içeren demokratik bir anayasanın yapılması gibi talepler üzerinden demokratik halk iktidarı mücadelesine bağlanması.
Bugün özellikle Ersanlı ve Zarakolu’nun tutuklanmasından sonra, akdemi çevrelerinde ve aydınlarda gelişen tepkiler; dün üstü örtülebilen gerici politikaların artık liberal çevreleri AKP ile karşı karşıya getirmesi, seçim öncesinde blok güçlerinin yarattığına benzer geniş çevrelerin demokrasi ve halk güçleri cephesine katılması olanaklarını arttırmaktadır. BDP’nin KCK operasyonlarına karşı başlattığı ve kısa zamanda yayılması beklenen “kendini ihbar etme” kampanyası ve bu saldırılara karşı yapılan mitingler, Halkların Demokratik Kongresi çalışmalarının belli bir mesafe kaydetmiş olması, NATO üssü ve savaş politikalarına karşı yapılan eylemler, sağlıkçıların başını çektiği emekçi grev ve eylemleri, bugün gücünün doruğunda görünen AKP gericiliğinin gerileyişinin işaret ve olanaklarını ortaya koymaktadır. Bugün burjuva medyayı Goobeslçi propagandanın aygıtı haline getirerek, bütün karşıtlarını hedef tahtasına koyan AKP gericiliğine hatırlatmak gerekir ki, Goobelsçi propagandanın en yoğun dönemi NAZİ’lerin gerileyişinin başladığı (1943’ten sonraki) dönemlerdi. Ve NAZİ’lerin Propaganda Bakanı Goobbels’in bu gerileyişi durdurmak için gündeme getirdiği ‘topyekûn savaş’ projesi de, halkların mücadelesi karşısında Alman faşizminin sonunun gelmesini engellemeye yetmemişti.

* Murray Bookchin: 1921’de New York’ta doğdu, 1930’lu yıllarda komünist gençlik hareketine katıldı. 1939’da Troçkist- anarşist sapmalar nedeniyle Komünist Parti’den ihraç edildi. 50’li yıllarda “muhalif Marksistler”e, 60’lı yıllarda “Yeni Sol” hareketlerine katıldı. 1974’te Toplumsal Ekoloji Enstitüsü’nün kurucularından biri oldu. Bu tarihten sonra, ekolojik-anarşist fikir ve projeleriyle tanındı. Bu fikirleri, Kürt ulusal mücadelesinin önderi Öcalan’ın ‘Demokratik Konfederalizm’ projesinin oluşturulmasında etkili oldu. (Bookchin’in görüşlerinin eleştirisi için Özgürlük Dünyası’nın……..sayısında yayımlanan “Murray Boockhin ve Eko-Anarşizm Üzerine Notlar” yazısına bakılabilir.)
Yakarıdaki (…) yer için Özgürlük Dünyası’nın “içindekiler” ekine bakılacak ve ÖD sayısı neyse o  yazılacak.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑