AB’de güç dengeleri yenileniyor

“Borç ve Euro krizi”ni çözmek üzere yapılan her zirvenin ardından Avrupa Birliği (AB) ülkeleri daha fazla borç batağına giriyorlar. Borçlar arttıkça devlet tahvillerine alıcı bulmak zorlaşıyor, tahviller için ödenen faizler yükseliyor ve bu da ortak para birimi Euro’nun uluslararası piyasalardaki konumunun giderek zayıflamasına neden oluyor.
Oysa bir süre öncesine kadar Euro, Dolar’ın gerçek alternatifi olarak değerlendiriliyordu. Birkaç yıl önce, dünyanın en büyük döviz rezervine sahip olan Çin, ABD’nin giderek yükselen devlet borcuna işaret ederek, döviz rezervlerinin önemli bir bölümünü Euro’ya dönüştüreceğini açıklamıştı. ABD ile araları bozuk olan petrol üreticileri İran ve Venezüella da, petrol ticaretlerini, giderek Euro üzerinden veya gerektiğinde söz konusu ülkelerin ulusal birimleri üzerinden yapmayı planladıklarını ilan etmişlerdi.
Şüphesiz bu açıklamalarla ilk etapta politik mesaj veriliyordu. Fakat 2007’nin ortalarında ABD’de emlak sektöründe patlayan aşırı üretim krizi, peş peşe birçok bankanın batmasına, piyasalardaki sıcak para dolaşımını önemli ölçüde daralmasına neden olması, yapılan açıklamaları salt politik mesaj olmaktan çıkarmış, Dolar ve Euro arasındaki tercihi somut ekonomik çıkara dönüştürmüştü.
2008 sonunda başlayan krizin ise ABD’deki emlak sektörü ve bu alanda iş yapan bankalarla sınırlı olmadığı, son 80 yılın en büyük ekonomik kriziyle karşı karşıya olunduğu anlaşılmasıyla birlikte, birçok kesim, artık ABD’nin dünya üzerindeki ekonomik hegemonyasının giderek erozyona uğrayacağını açıktan ifade etmeye başladı.
Bunların arasında Almanya da vardı. 25 Eylül 2008’de hükümet adına finans krizini değerlendiren Federal Maliye Bakanı sosyal demokrat Peer Steinbrück, “Hiç kimse şaşırmasın: Dünya yeniden kriz öncesi gibi olmayacak. Amerika finans piyasaları üzerindeki süper gücünü yitireceği gibi dünya finans sistemi de çok kutuplu olacak. Bu kutuplar arasında Asya’dan ve Orta Doğu’dan yeni aktörler olacağı gibi, içinde güçlü bir Almanya’nın olduğu Avrupa da ciddi bir kutup haline gelecek” diyordu.  Almanya’daki kanı, ABD’nin, ekonomisi giderek zayıflasa da, askeri gücüne dayanarak birkaç on yıl daha süper güç fonksiyonunu sürdürebileceği yönündeydi.
Diğer AB ülkelerinde benzeri değerlendirmelere rastlamak mümkündü. Bu değerlendirmelerin, onları Almanya’nın değerlendirmesinden ayırt eden en önemli yanı, ABD’nin süper güç olmadığı bir ortamda Almanya’nın nasıl bir tavır alacağıydı. Fransa, İtalya ve İspanya’da, “Almanya’nın, AB ile ekonomik ve politik ilişkileri güçlendiği ölçüde Almanya’dan korkulmasına gerek yok” görüşü hakimdi. Bu görüşe göre, AB, zaten giderek ulusal çıkarların bütünleştiği politik bir merkez haline geliyordu. Almanya’nın sadece ara sıra uyarılması, yoldan çıkmasının önüne geçilmesi yeterli olacaktı.
ABD’ye ekonomik ve politik olarak daha yakın olan İngiltere, bu konuda daha temkinli davranıyordu. Euro projesine başından beri karşı olan İngiltere, AB içindeki rolünü, ABD’nin verdiği destekle oynuyordu. Benzeri durum, Polonya içinde geçerliydi.
Bu yazımızda, geride bıraktığımız üç yıla kronolojik göndermeler de yaparak, Almanya’nın, AB’nin tartışılmaz lideri olmak için devam eden borç ve Euro krizini nasıl lehine çevirmeye çalıştığını örnekleriyle irdelemeye çalışacağız. AB, Almanya için, dünyanın yeniden paylaşılması sürecinde önemli bir mevzii teşkil ediyor. Eğer Almanya bu mevzii şu veya bu şekilde kazanamazsa, dünya çapında oynayacağı rol bugünkünden çok farklı olmayacak. Güçlü bir emperyalistin gölgesinde, onun izin verdiği ölçüde ve sürekli ‘kırıntılarla’ yetinmek zorunda kalan bir ülke olacak. 70 yıla yakın bir süre fırsat kollayan, koşulların oluşmasını bekleyen Almanya’da, son yıllarda bu fırsatın geldiği kanısı giderek artıyor.

ÖNCE AVRUPA SONRA BÜTÜN DÜNYA…
Kriz, Almanya bakımından, ABD’nin gölgesinden çıkmak, kendi emperyalist emelleri doğrultusunda adım atmak için önemli bir fırsattı. Fakat bu yol öyle basit değildi; bunun için öncelikle AB’nin tek patronu olunması ve ardından uluslararası arenada seçkinlerin değişik toplulukları üzerinden dünya çapında etki alanının genişletilmesi gerekiyordu. Almanya’nın “ABD’nin gölgesinden çıkıp, kendi ulusal çıkarları doğrultusunda politika yapması” için, 1998-2005 arası başbakanlık yapan Gerhard Schröder’in dediği gibi, “çekirdek Avrupa stratejisinin yanında Rusya ile stratejik işbirliğini geliştirmesi gerekiyor.”
Almanya’nın AB ve çekirdek Avrupa stratejisini anlamak için, 27 Ekim 2010’da, “European Council on Foreign Relations” (ECFR) isimli “düşünce fabrikası”nın (Thinktanks) Berlin bürosunun yayınladığı “tartışma defteri”ne bakmakta fayda var. Ulrike Guérot imzalı ve “Ne kadar Avrupa olsun?” başlıklı (“Wie viel Europa darf es sein?”) tartışma metninde, “Birleşmenin (iki Almanya’nın birleşmesi kastediliyor) 20. yılında, 20. Yüzyılın barış düzenini belirleyen önemli faktörlerin giderek önemini kaybetti”ğine dikkat çekiliyor. “1949-1989 arası dönem batının tarihinde olağanüstü bir durumdu” denilen metinde, bu süre zarfında Almanya’nın dış politikasının da olağanüstü bir politika olduğu belirtiliyor.
Almanya’nın 1949-1989 arası gibi uzun bir süre, ABD’nin de desteği ile “Avrupa’nın iyi niyetli egemeni” olduğu ve Almanya’nın bu süre içinde AB’nin iç entegrasyonu için her türlü fedakârlığı(!) yaptığı ileri sürülüyor. “Almanya’nın ekonomik bonkörlüğü, AB içinde iktidarını geliştirmesine yaradı” denilen yazıda, AB’nin sosyoekonomik ve hukuksal düzenlenmesinde (örneğin Euro ve Maastricht kıstasları, Lizbon sözleşmesi gibi) Almanya’nın kendi lehine bir Avrupa sistemi oluşturduğu bildiriliyor. Yazıda, Fransa ve İngiltere’nin bu yöndeki yaklaşımlarının hiçbir zaman uzun vadeli olmadığına dikkat çekilirken, “Almanya’nın çıkarlarını giderek AB’nin çıkarlarıyla özdeştirdiği” belirtiliyor.
Almanya, yukarıda sözü edilen AB içindeki pozisyonunu güçlendirmek, Euro ülkelerini daha sıkı denetim altına almak ve kendine bağlamak için bir dizi riskli adımlar attı. Bunların başında, iflasın eşiğine gelen Yunanistan’a karşı geliştirilen tutumu geliyor. AB’nin tek patronu olma yolunda Yunanistan’ı “deneme tahtası” olarak kullanan Almanya, aynı zamanda bu ülkeye karşı aldığı acımasız , diğer AB’li dostlarına, “Bu pozisyona düşmek istemeyen karşıma dikilmek ve beni eleştirmek yerine şimdiden ev ödevlerini yapsın” mesajını verdi. AB içindeki güç dengelerinin önümüzdeki süreçte ne gibi dönüşümlere uğrayabileceği üzerine ayakları yere basan tahminde ve öngörüde bulunmak için Yunanistan örneğini irdelemekte fayda var.

YUNANİSTAN HERKESE DERS OLSUN
Geçtiğimiz Kasım ayı başında uluslararası mali sermaye tarafından istifa ettirilen Yorgo Papandreou, Aralık 2009’da, Yunanistan’ın iflasın eşiğine geldiğini, “bağımsız ve birlik içinde bir ulus olarak varlığımızı sürdürebilmek için ülkemizin güvenilirlik sorununu halletmeliyiz” diye çok dramatik bir şekilde açıklamıştı. Yunan halkına seslenen Papandreou, o güne kadar borç sorununa ve bütçe açığına karşı alınan önlemlerin yetersiz olduğunu, ülkesinin piyasalardan “sıcak para” bulmakta zorlandığını, bütçe açığının yılsonuna kadar yüzde 13’e çıkabileceğini söyledi. Papandreou, hükümetinin hem Yunan halkı hem de Avrupa ailesi için her türlü önlemi almaya hazır olduğunu söylediği konuşmasında, “Avrupa’nın bu zor günde Yunanistan’ı yalnız bırakmayacağını umduğunu” da sözlerine eklemişti.
Ne var ki, Yunanistan’ın ekonomik durumunun kötü olduğu, PASOK’un Ekim 2009’da hükümeti devralmasıyla ortaya çıkmamıştı. PİİGS (Portekiz, İrlanda, İtalya, Yunanistan ve İspanya) ülkeleri olarak anılan ülkelerin devlet borçlarının çok büyük olduğu ve son iki yıldır mali piyasalara yüksek risk faizi ödeme karşılığında bile borç bulmakta zorlandıkları biliniyordu. “Kelt kaplanı” olarak anılan İrlanda, birkaç ay içinde iflasın eşiğine gelmişti.
Başta Fransa ve İngiltere olmak üzere birçok AB ve Euro-AB ülkesi, “Yunanistan sorununu hızlı bir şekilde çözmezsek borç krizi Portekiz, İspanya ve hatta İtalya’ya bile sıçrayabilir” görüşünü savunuyorlardı. Fransız ve İngiltere bankaları, adı geçen bütün ülkelere büyük meblağlarda krediler açmışlardı ve zamanında müdahale edilmemesi durumunda, PİİGS ülkelerinin yanı sıra Fransa ve İngiltere de ciddi olarak zorlanmakla kalmayıp, aynı zamanda sıraya kendileri girecekti.
Buna rağmen Almanya, PİİGS ülkelerine, AB’nin Maastricht kriterleri doğrultusunda ulusal ekonomilerini disiplin etme ve rekabet güçlerini artırma çağrısı yapmaktan başka bir şey yapmıyordu. Almanya Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle, 2010 başında, kapsamlı yardım taleplerine, “Vaktinden önce kesenin ağzını açan, çok geçmeden Yunanistan’ın ev ödevlerini gereken gayret ve disiplinle yapmadığını görecektir. Avrupalı vergi mükellefinin münferit ülkelerin hatalarına kefil olması beklenemez” diye yanıt veriyordu.
Onlarca gösteri, değişik sektörlerde grev ve ülke genelinde genel grevlerle sarsılan Yunanistan’da, yeni seçilen hükümetin direnmesi ve AB’nin bütün önerilerini harfiyen yerine getirmesini talep eden Merkel, “Bazıları 67 yaşına kadar çalışırken bazılarının 50’lili yaşlarda emekli olması, bazıları birkaç hafta izinle yetinirken bazılarının birkaç ay izin yapması tabii ki olmaz. Bu tür dengesizlikleri hiçbir ekonomi kaldırmaz, bunu Yunanlı dostlarımız da görmeliler” diyor ve Yunan hükümetinin AB’nin taleplerini yerine getireceğine yönelik güvenlerinin “sonsuz olduğunu” söylemeyi de ihmal etmiyordu.
Almanya’nın nasihatleri sadece uluslararası mali sermayenin işine yarıyordu. Yunanistan’ın 10 yıllık tahvilleri için faiz ödemeleri yüzde 15’i üzerine çıktığı gibi, ülkenin kamu borçları GSMH’nin yüzde 125’ini geçmişti.
Almanya tabii ki boş durmuyordu. Bir yandan başta Yunanistan olmak üzere bütün AB ülkelerine Almanya’yı örnek almalarını tavsiye eden Alman hükümeti, diğer yandan, asıl hedefine, Avrupa’nın tartışmasız patronu olma hedefine nasıl ulaşacağının planları üzerinde çalışıyordu. Öneriler arasında, bir süre tartışılan, fakat uygulamasından vazgeçilen IMF’nin Avrupa versiyonu olan Maastrich kriterlerinin sertleştirilmesi, kriterlere uyulmadığında oy hakkı gibi bazı AB üyelik haklarının dondurulması, AB’nin belirlediği teknokratların verilen sözlerin yerine getirilip getirilmediğini denetlemesi, yardım alan ülkelerin ulusal bütçe üzerine son sözü AB’ye devretmeleri ve en son çare olarak Euro Birliği’nden çıkma opsiyonu da bulunuyordu.
Yaklaşık bir yıldır Yunanistan’a acil yardım etme konusunda sürekli direnen, bunun yerine sert tasarruf paketleri ve kriterleri çiğnediği için yaptırımlar talep eden Almanya, Mayıs ayının başında “sürpriz” yaparak, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’inin girişimleri sonucu, IMF ve AB tarafından Yunanistan için hazırlanan 110 milyar Euro’luk “kurtarma paketi”ne onay verdi. Bu duruma AB’de herkes şaşırmıştı. Avrupa basınında “Almanya’nın aylardır talep ettiği katı kurallar ufukta görünmüyor” görüşü savunulurken, Almanya’nın tüm dünyaya yayın yapan radyosu Deutsche Welle’de yapılan bir yorumda, “Almanya Başbakanı Angela Merkel’in Fransa Sarkozy’e bu kadar kolaylık göstereceği tahmin edilmemişti” deniliyordu.
Aynı radyonun bir başka haberinde ise, Avrupa Parlamentosu’ndaki liberal partiler grubu başkanı Guy Verhofstadt’ın, “Öncelikle Almanya’dan bunu beklemezdim. On ay boyunca sert yaptırımlar talep eden Almanlar şimdi bunun tam tersini yapıyorlar” sözleri, “Verhofstadt, şaşkına döndü” diye yorumlanıyordu.
Haziran ayında memurların ve emeklilerin maaşlarını ödeyemeyecek aşamaya gelen Yunan Hükümeti’nin Başbakanı Papandreou da, mutluluğunu gizlemiyor ve “AB’nin bu yardımı karşısında bütün sorumluluklarımızı yerine getireceğiz” diyordu. Almanya, Yunanistan’dan fazla bir şey istemiyordu(!), sadece 110 milyarlık kredinin her seansı ödenmeden önce, Yunanistan’ın bütçe açığını kapamak, devlet gelirlerin artırmak için gerekeni yapıp yapmadığının denetlenmesini talep ediyordu. Eğer şartlar yerine getirilmezse, zamanı gelen kredi dilimi de ödenmeyecekti, olay bu kadar basitti.
AB ve IMF’nin dayatmalarına boyun eğeceğini Nisan ayında aldığı tasarruf paketiyle ortaya koyan Yunanistan, “kurtarma paketi”nin şerefine(!) Mayıs ayında bir tasarruf paketi daha kararlaştırdı. 230 milyar Euro GSMH sahip olan Yunanistan, kararlaştırdığı iki tasarruf paketiyle emperyalistlere her yıl 12 milyar borç ödeme taahhüdünde bulunuyordu.
Yunanistan için hazırlanan “kurtarma paketi”nin kararlaştırılmasından bir hafta sonra, Euro Bölgesi, Uluslararası Para Fonu ile birlikte, iflas tehlikesi içinde olan ülkelere düşük faizli kredi sağlamak için Avrupa Mali İstikrar Fonu (EFSF) adı altında, 250 milyarı her an kullanılabilen, 500’ü güvence olan 750 milyar Euro hacminde bir fon oluşturuldu. Daha sonra, Haziran 2013’te yürürlüğe girmek üzere fonun nakit hacmi 440 milyar Euro’ya yükseltilirken, adı da “Avrupa İstikrar Mekanizması” (ESM) olarak değiştirildi.

EURO’NUN ALMANYA İÇİN ÖNEMİ
Bu arada Euro’nun Almanya için önemine kısaca değinmekte ve Alman sermayesinin Euro dönemine nasıl hazırlandığını hatırlatmakta fayda var.
Almanya’nın uluslararası arenada güçlü bir merkez haline gelebilmesi, ABD ve Rusya’nın yanı sıra geleceğin süper gücü sayılan Çin ile her alanda rekabet edebilmesi için, geniş nüfusa ve nükleer silahlara sahip bir AB’nin yanı sıra Euro gibi güçlü bir para birimine de ihtiyacı var.
1 Ocak 1999’da sanal kullanıma giren Euro, iki senelik deneme süresinden sonra, 1 Ocak 2002’de tedavüle girdi. Dünya döviz rezervlerinin yüzde 30’u bugün Euro olarak tutulduğu gibi, bir takım ülkeler ticaretlerini ağırlıklı olarak Euro üzerinden gerçekleştiriyorlar. Buradan bakıldığında, Almanya’nın Euro’yu ve AB’yi korumak için her şeyi yapmaya hazır olması daha iyi anlaşılacaktır.
Geleneksel olarak dış ticaretini ağırlıklı olarak AB ülkeleriyle yapan Almanya, Euro’nun tedavüle girmesiyle birlikte dış ticaret fazlalığını olağanüstü artırdı. 2001 ve 2002 yıllarının rakamlarına bakıldığında, bu daha iyi anlaşılmaktadır: 2001 yılında dış ticaret fazlası 95,49 milyar Euro olan Almanya, 2002 yılında dış ticaret hacmini olağanüstü artırmamasına karşın, dış ticaret fazlası 132,78 milyar Euro olarak gerçekleşti. 1 Ocak 2002 – 30 Eylül 20011 arasında geçen süreçte, Almanya’nın dış ticaret fazlalığı 1 trilyon 522 milyar Euro olarak gerçekleşti.  Bir takım bilimcilerin hesaplarına göre, bu miktarın 750 milyar Euro’su, Euro’nun tedavüle girmesiyle bağlantılı. AB serbest ticaret bölgesinin sunduğu olanakların yanı sıra Euro bölgesinde kur kaybı olmadan alış veriş yapmak Almanya’nın işine yarıyor. Euro bölgesi içinde yapılan bütün ticaretin kur kayıplarına karşı sigortalanması zorunluluğunun da ortadan kalkması, Alman sermayesi açısından son derece önemli ve kaybetmek istemediği bir kazanım.
Şüphesiz Almanya’nın ekonomik gücünü büyütmesini, rekabet gücünün artmasını sadece Euro ile açıklamak madalyonun bir yüzünü görmek olacaktır. Doğu Avrupa ve Asya’da dev pazarların açılması ve dünya genelinde ticaretin artması da, Almanya’nın ekonomik gücünün hızla büyümesini etkiledi.
Ama asıl belirleyici faktör ülke içindeydi. Çalışma ve sosyal güvenlik yasalarında yapılan dev reformlarla (Hartz I-IV yasaları) Alman sermayesinin rekabet gücünün katlanarak artmasının temeli atıldı.
Alman sermayesi ve hükümetlerinin 1990’lı yılların ikinci yarısından bu yana propagandasını yaptıkları “Almanya’yı üretim merkezi olarak koruma ve geliştirme” anlayışı, bütün sendika merkezleri tarafından asıl hedef olarak benimsendi. Sendikaların bu işbirlikçi tutumları üretim alanındaki gelişmeleri çok ciddi etkiledi. Ülke genelinde ve bütün sektörlerde işçi ve emekçilere karşı büyük bir saldırı dalgası başlatıldı: Üretimde teknolojik yeniliklerin yanı sıra üretim metotlarının geliştirilmesi (esnek ve ihtiyaca göre üretim; “nefes alan fabrika” modelinin yaygınlaştırılması), toplu sözleşmelere “istisna durumlar” için konulan ek maddelerle çalışma sürelerinin uzatılması, üretim bölümlerinin taşeron firmalara devredilmesi, kadrolu işçi sayısının düşürülerek kiralık işçilerin daha yaygın çalıştırılması, yeni işe başlayanların ilk yıllarda yüzde 20-30 arası düşük ücret almaları, sosyal güvenlik alanında yapılan reformlarla sağlık, emeklilik ve bakım gibi sigortaların ücretlere etkisinin aşağı çekilmesi, reel ücretlerin son 12 yıldır düşmesi, bayram ikramiyesi (Noel) ve izin paralarının düşürülmesi, ülke genelinde fazla mesai zamlarının yüzde 50’sine yakınının ödenmemesi, Cumartesi mesailerinin normal işgünü ücreti üzerinden ödenmesi gibi daha birçok yöntemle parça başı üretim maliyeti son derece düşürüldü.
Bütün bunlar Almanya’nın uluslararası piyasalarda rekabet gücünün büyümesine ve dolayısıyla ihracatının artmasına neden oluyordu.

BASKI VE TALAN MEKANİZMASINA BOYUN EĞİLDİ
Yunanistan için hazırlanan 110 milyar Euro’luk pakete ve ardından borç batağına saplanan ülkeler için 750 milyar Euro’luk fonun kurulmasına onay veren Almanya, bununla zor durumda olan ülkelere yardım etmek bir yana, gerçekte, başta Euro ülkeleri olmak üzere bütün AB ülkeleri üzerinde ciddi bir baskı ve talan mekanizmasının temellerini attı.
Nitekim EFSF/ESM’ye bağlı olarak kurulan Euro-Plus-Paktı ve İstikrar ve Büyüme Paktı, on yıllarca devam eden müzakereler ve halkoylamaları sonucu imzalanan başta Maastricht Kriterleri ve Lizbon Sözleşmesi gibi bütün AB sözleşmelerini sertleştiriyor, ülkelerin ulusal egemenliklerini rafa kaldıran yaptırımları otomatiğe bağlıyordu. EFSF/ESM’nin yükünü en fazla kendisinin çektiğini gerekçe gösteren Almanya, yukarıda kısmen sayılan yaptırımları bizzat belirliyordu. Özellikle Euro bölgesinin rekabet gücünü koruma ve artırmak adına sosyal güvenlik sistemlerinin benzeri düzeye çekilmesi, emeklilik sisteminin nüfus durumuna endekslenmesi, parça başı üretim maliyetinin artmamasına özen gösterilmesi, devlet borçları ve bütçe açıkları konusunda Maastricht Kriterleri’ne kesinlikle uyulması, Anayasaya borç sınırı konulması gibi uygulamalar, AB’nin en güçlü ekonomisine sahip Almanya’nın AB’nin tek patronu olma yolunda bir hayli yol almasını sağladı.
Alman sermayesinin direktifleri doğrultusunda hazırlanan planların AB ve özelde Euro üyelerine dayatılması çok hassas bir dönemden geçilirken yapıldı. Bu nedenle, Almanya’nın tutumu, dışarıdan bakıldığında, Yunanistan’a verilen krediler konusunda olduğu gibi, pek anlaşılmayabilir.
Oysa durum çok açık ve netti. Oltasındaki büyük bir balığı karaya çekmek isteyen balıkçının yaptığı gibi, Almanya da, dara düşen (oltasına takılan demek belki daha doğru olacak) Avrupalı “dostlarını” öncelikle iyice yoruyordu. Bazen oltayı gevşek bırakarak, özgür oldukları ve istedikleri yere gidebilecekleri hissi verip, ardından hızla oltayı geri çekip özgürlüğün sınırı gösteriyordu; AB’den yardımı zamanında ve istediği düzeyde alamayacağını anlayan Yunanistan Başbakanı, “o zaman biz de ABD’ye, IMF’ye başvururuz” diyerek, derhal görüşmek için ABD’nin yolunu tutmuştu. ABD Başkanı Barack Obama, bolca laf etmesine, Yunanistan’ı böyle bir adıma teşvik etmesine karşın, ülkesinin içinde bulunduğu durumdan ötürü, Yunanistan’a nasihat vermekten öte gidemedi. IMF’nin pozisyonu da çok farklı değildi. Nitekim IMF’nin para veren üyelerinin çoğunluğu Avrupalıydı. En önemlisi, parayı kimin vereceğinden bağımsız olarak, alacaklıların da yapılacak kredi planına onay vermeleri gerekiyordu. Ve bunların da ezici çoğunluğu Avrupa bankaları ve devletleriydi.
Son çare olarak, Çin’e devlet tahvili satmak isteyen Yunanistan yine girişimlerde bulundu, Çin yöneticileriyle görüşmeler yaptı. Fakat Çin, sadece tahvilleri alıp parayı vermek yerine, ek güvence talebinde bulunuyordu. Bunların arasında, daha önce imzalanan liman ortaklığını geliştirmek olduğu gibi, ülkenin kilit sektörlerinden pay talebi de bulunuyordu. Kısacası Çin ile tahvil ticareti, Yunanistan için astarından pahalıya mal olacaktı.

ALMANYA, İTALYA, FRANSA VE İNGİLTERE’NİN ALTINI OYUYOR
Sonunda Papandreou, tilkinin kürkçü dükkânına dönmesi misali, AB’ye döndü ve ülkesine dayatılan her şeyi kabul etti. 110 milyar Euro’luk kredi paketinin ilk dört dilimi (toplam 53 milyar Euro) neredeyse sorunsuz Yunanistan’a havale edildi. Alman Hükümeti, Yunanistan tragedyasında ikinci perdeye hazırlanıyordu: Mayıs 2010’da 110 milyarlık paket hazırlanırken, Alman bankaları, diğer AB bankaları gibi, Yunanistan tahvillerini ellerinden çıkarmama, piyasaya sürüp spekülasyonları artırmama sözü vermişlerdi. Ne var ki, Alman bankaları verdikleri sözde durmamışlar ve ellerindeki tahvilleri Mayıs 2011’e kadar yüzde 50 dolayında azaltmışlardı.
Temmuz ayında ödenmesi gereken kredinin 12 milyar Euro’luk beşinci dilimi gündeme geldiğinde, Almanya, “hele durun bir, bakalım Yunanistan verdiği taahhütleri yerine getirdi mi” diyerek, tragedyanın ikinci perdesini açtı. AB, AMB ve IMF’den oluşan troykanın Haziran sonunda hazırladığı raporda, Yunanistan’ın bütçe açığının küçülmediği, vergi gelirinin düştüğü, devlet harcamalarının hala üst düzeyde olduğu, kamu çalışanlarının azalmadığı, devlet borcunun GSMH’nın yüzde 155’ine çıktığı ve en önemlisi özelleştirme konusunda ciddi adım atılmadığı yer aldı. “Bu böyle gitmez, beşinci dilim ödenmesin” diyerek AB zirvesini birbirine katan Almanya, daha önce gündeme getirdiği ve Yunanistan’ın pek ikna olmasa da “neden olmasın” dediği 50 milyarlık özelleştirme planının ve buna ek olarak 28 milyar Euro’luk ek tasarruf paketinin uygulanmasını, “olmazsa olmaz” olarak ileri sürdü. Almanya’nın baskısı sonucu, AB devlet ve hükümet başkanları, 12 milyarlık kredi dilimini serbest bırakmak için 50 milyar Euro’luk özelleştirme ve 28 milyar Euro’luk ek tasarruf paketinin Yunan parlamentosu tarafından onaylanmasını talep etti. Yunanistan bu talepleri aynen yerine getirdi.
Artık Yunanistan, boğa yılanın sarmaladığı, her nefes verişinden sonra daha az nefes olabilen bir tavşan gibiydi.
Almanya, Yunanistan’ın böyle kurtulamayacağını ve ikinci bir kredi paketinin açılması gerektiğini gündeme getirdi. Bütün AB üyeleri bu bonkörlüğünü selamlarken, Merkel, “İkinci kredi paketinin bağlanabilmesi için özellikle özel bankaların katkısını almak zorundayız” diyordu. Almanya, Yunanistan’ın borçlu olduğu bankalardan, alacaklarının yüzde 50’sinden vazgeçmelerini istiyordu. Bir yıl öncesine kadar “kesinlikle olmaz” diyen Merkel’in şimdi bu öneriyi rahatlıkla sunmasının temelinde, Alman bankalarının son bir yıl içinde Yunanistan tahvillerinin yüzde 50’sini ellerinden çıkarmış olmasında yatıyordu.
Uluslararası yatırım fonlarının piyasadan aldığı ve yeniden satışa sunduğu Yunanistan devlet tahvilleri, Avrupa Merkez Bankası (AMB) tarafından satın alınıyordu. Alman bankaları fırsattan istifade edip, ellerindeki tahvilleri piyasa değeri üzerinden değişik yol ve yöntemlerle AMB’ye satmışlar, yani Avrupalı emekçilerin sırtına yıkmışlardı.
Başta İtalyan, Fransız ve İngiliz bankaları ve sigortaları olmak üzere, sözlerinde duran bütün Avrupa bankaları, Alman mali sermayesi tarafından, tabiri caizse kazıklanmışlardı. İkinci kazık ise, Almanya’nın “özel bankaların katkısını almak zorundayız” dayatmasıyla geliyordu. Bu uygulamadan da en fazla Fransız ve İngiliz mali sermayesi etkilenecekti. Öyle de oldu sonuçta. 21 Temmuz günü yapılan zirvede Almanya’nın söz konusu dayatmalarına bir kez daha boyun eğildi ve başta Fransız ve İngiliz bankaları olmak üzere birçok AB bankası ciddi zarar ettiler.
Fakat sorun bununla bitmedi; dünyanın üç büyük kredi derecelendirme ajansı, İngiliz ve Fransız bankalarını, Yunanistan’daki hala yüksek olan yatırımları nedeniyle yakın takiplerini sürdüreceklerini açıklarken, Yunanistan gibi zor durumda olduğunu belirterek, İtalya’nın kredi notunu düşürdüler. Söz konusu bankaların, ki bunların arasında İngiltere’de kamulaştırılan bankalarda bulunuyor, borsa değerleri hızlı bir iniş yaşadılar.
Görüldüğü gibi, Almanya, sadece Yunanistan’ı “tokatlayarak” diğer AB üyelerini hizaya getirmeye çalışmıyordu, aynı zamanda izlediği ekonomi politikasıyla kendisinin yanı sıra AB’nin güçlü ülkeleri olarak bilinen Fransa, İngiltere ve özellikle de İtalya’yı ekonomik olarak zorluyordu.

“AVRUPA’DA BARIŞ VE REFAHIN SÜRECEĞİNİ KİM SÖYLÜYOR!”
Uzun bir süre “Yunan tragedyası”ndan söz edilmesine karşın yaşananlar çoktan “Euro bölgesi tragedyası”na dönüştü. Bu gerçek, Yunanistan’a verilecek 6’ıncı kredi dilimiyle kararlaştırılacak ikinci kredi paketi ve İtalya’nın durumunun ele alınacağı 26-27 Ekim’de Brüksel’de düzenlenen zirvede çok net ortaya çıktı.
Son iki yıldır zirvelere katılan devlet başkanlarının çoğunluğunun, aslında, orada ülkelerinin temsilcisi olarak bulunmaktan ziyade, Alman emperyalizminin diktelerini ülkelerine taşımakla yükümlü postacılar olduklarını çoktan fark etmiş olmaları gerekir. Nitekim 2009’un ortalarından itibaren Almanya, Euro krizinde nelerin nasıl yapılması gerektiğini Alman parlamentosunda karar aldıktan ve ‘kırmızı çizgileri’ni ilan ettikten sonra zirvelere gelmeyi adet haline getirmişti. Almanya’nın tutumuna karşı cılız da olsa tepki gelmesi durumunda ise, Merkel, Sarkozy’i yanına çağırıp “ikili zirve” yapıyor ve kararları da Fransız Cumhurbaşkanı’na açıklatıyordu.  Merkel’i bazı konularda “yumuşattığı” ve kriterlere uyulmama durumunda “otomatik oy hakkı kaybı”nı önlediği için bir süre göğsü kabaran Sarkozy’e, Almanya, asıl olarak, Güney Avrupa ülkeleri üzerindeki rolünü Almanya lehine oynama görevi biçmişti. Hem de bu tutumun Fransa’nın çıkarlarına ters olduğunu bilerek.
Merkel, AB’nin Ekim Zirvesi’ne de “güçlü bir lider” olarak katıldı. Zirveden birkaç saat önce Federal Parlamento, Hükümet partileri CDU/CSU/FDP ve “muhalefet partileri” SPD ve Yeşiller tarafından ortak hazırlanan (Sol Parti oylamada “hayır” oyu kullandı) ve Almanya’nın Euro krizinin çözümüne ilişkin hangi yolu izleyeceğini içeren önergeyi ezici bir çoğunlukla karar altına almıştı.
Alınan kararı, “Avrupa’ya ve dünyaya yönelik çok değerli bir siyasi mesaj” olarak değerlendiren Merkel, parlamenterlere teşekkür konuşmasında, Avrupa’ya ve dünyaya gönderilen mesajın altını şöyle çizdi: “Sadece borç krizinden dolayı değil, özellikle bazı Avrupa ülkelerindeki politik durum nedeniyle de birkaç şahsi söz söylememe izin veriniz. Hiç kimse, Avrupa’da bir yarım yüzyılın daha barış ve refah içinde geçeceğinin tabii olduğunu düşünmesin. Bu tabii değil. Bu nedenle diyorum ki: Eğer Euro boşa çıkarsa, Avrupa da boşa çıkar. Böyle bir şey olmamalı.”
Birinci ve İkinci emperyalist paylaşım savaşlarının müsebbibi olan bir ülkenin başbakanının ağzından bu sözlerin çıkması “dost ülkelere” karşı bir şantaj girişimi veya uyarı olarak anlaşılmalı. Bu tutum, aynı zamanda Euro’nun ve dolayısıyla Avrupa’nın kurtarılmasının kimin için “barış ve refah” anlamına geldiğini de ortaya koyuyor.
Ülkesinde bir yandan bankaların batmalarına engel olmaya, diğer yandan ise tasarruf paketleri hazırlamaya çalışan Sarkozy, Brüksel’e doğru, özellikle AMB’nın krizdeki rolünü değiştirmek için yola çıkmıştı. Buna göre, AMB, gelişmeleri pasif olarak izlemek ve AB liderlerinin talebi üzerine harekete geçmek yerine aktif olarak sürece katılmalı, gerektiğinde ülkelerin tahvillerini satın almalı ve ek kredi olanakları yaratmalıydı. Fransa’nın daha önceki EFSF/ESM’ye banka statüsü tanınması ve bunların batma tehlikesi içinde olan devletlere, bankalara ve tekellere ucuz kredi bulma önerisi, Almanya’nın girişimiyle zirvede gündeme bile alınmadan reddedilmişti. Sarkozy, Ekim zirvesine, bir önceki zirvede yaşananların tekrar edeceği korkusuyla gidiyordu.
Zirvede her şey yine Almanya’nın dediği gibi oldu ve yine kararları Sarkozy açıkladı: Yunanistan’ın özel bankalara borçlarının yarısı silinecek ve ülkeye 100 milyarlık ikinci bir kredi paketi açılacak,  AMB’nın rolünde değişiklik olmayacak, bütün AB’yi bağlaması öngörülen Eurobondlar (Euro tahvilleri) yürürlüğe girmeyecek, EFSF/ESM’nin kredi hacmi fona ek kaynak sağlanmadan bir “kaldıraç” usulüyle 440 milyardan 1 trilyona çıkartılacak, herhangi bir ülkenin temerrüde gitmesinden kaynaklanabilecek kayıplara karşı AB bankalarının sermaye yeterliliklerini artırmak için Haziran 2012’ye kadar 106,4 trilyon Euro yeni sermaye bulunacak. Sarkozy sözlerini “Tüm dünyanın rahat bir nefes alabileceğine inanıyorum” diye bağladı.
İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi, zirvede, ülkesinin bütçesini dengeleme ve 1,9 trilyon Euro’luk borcunu azaltma amaçlı reformları hayata geçirme sözü verdi.
İtalya’ya döndükten sonra başbakanlık görevini yakın zamanda bırakacağını ve bir daha aday olmayacağını açıklayan Berlusconi, “Ülkeme yönelik son görevimi yaptıktan sonra istifamı sunacağım” dedi. Ülkeye yönelik son göreviyse, Alman emperyalizminin dayatmalarına uyum sağlamaktan başka bir şey değildi.
Zirvedeki kararları Brüksel’de olumlu değerlendiren Yunanistan Başbakanı Papandreou, “Yunanistan için yeni bir çağ başlamıştır, yalnızca Yunanistan için değil, Avrupa için de yeni bir çağ başlamıştır” diyordu.
Zirveyi değerlendiren sağ liberal İtalyan gazetesi Corriere della Sera (28.10.2011) çok çarpıcı bir yorum yaptı. Yunanistan’ın himaye edilen bir devlete dönüştüğü görüşüne yer verilen yorumda özetle şöyle deniyordu: “Teknik mali sorunlar açısından bakıldığında Avrupa zirvesi önemli bir politik yeniliği ortaya koydu. Zirvede Yunanistan artık resmen himaye edilen bir devlete dönüştürüldü. Atina’daki hükümet, iktidar anahtarını kaybetti. Brüksel ve diğer Avrupa başkentlerinden (aynı zamanda Berlin’den de) bürokratlar, gelişmeleri yerinde ‘gözlemlemek’ amacıyla Yunan bakanlıklarına, kamu yönetimine, özelleştirmeler için oluşturulan özel birimlere yerleştirildi. Adeta iflas etmiş bir devlette ekonominin BM askerleri gibiler.”
Atina’ya döndükten birkaç gün sonra aklı başına gelen Papandreou, AB zirvesinde kabul edilen planı referanduma sunacaklarını açıkladı: “Yunan halkının vereceği karar bizim için bağlayıcı olacak.”
Berlusconi ve Papandreou’nun açıklamalarına bakıldığında, zirvede sadece İtalya ve Yunanistan üzerine bir takım yaptırımların kararı alınmamıştı. Emperyalistler ayrıca hükümetlerin değişmesini de emretmişlerdi. Efendiler artık hükümetin başında politikacı da istemiyorlardı, hükümetleri sözlerinden çıkmayan teknokratlar yönetmeliydi.
Papandreou’nun bu yaptırımlara referandum ile karşı koyma eğilimi, Alman emperyalizmi tarafından büyük bir tepkiyle karşılandı. G20 Zirvesi için Cannes’da bulunan Merkel, derhal Papandreou’yu yanına çağırdı. Halk oylaması konusunda direkt söz sarf etmeden, “AB zirvesinde kararlaştırılan paketin Yunanistan tarafından kabul edildiğini yazılı istiyoruz. Atina yeni paketi onaylamadıkça yardımı da alamaz” dedi. Eğer Yunanistan, 15 Aralık gününe kadar ilk kredi paketinin altıncı dilimi olan 8 milyar Euro’yu alamazsa ödemelerini yapamaz hale, yani bir kez daha iflasın eşiğine gelecekti.
Yunanistan’a dönen Papandreou, birkaç gün sonra, başbakanlıktan istifa edeceğini açıkladı. Başka ülkelere kesinlikle hiçbir teminat vermeyeceğini defalarca açıklayan ana muhalefet partisi başkanı Andonis Samaras, kendisinin ve geçici hükümet kurulma çalışmalarına katılan bütün partilerin AB’ye yazılı teminat vereceğini söyledi.
İtalya’da da AB’nin dayatmaları parlamentonun ezici çoğunluğuyla karar altına alındı ve Berlusconi istifa ederek teknokratlar hükümetinin önünü açtı.

AB ÇOK YÖNLÜ GELİŞMELERE GEBE
Bazı Avrupa ülkelerinde bir yıl öncesinde “demir Leydi” olarak anılmaya başlayan Merkel, son aylarda ise, Avrupa basınında Hitler benzetmeleriyle anılıyor. Özellikle İngiliz basınında sıkça savaştan söz edilmesi dikkat çekiyor. 23 Kasım tarihli The Times’de “Eğer Clausewitz’in, ‘savaş siyasetin başka araçlarla devamıdır’ sözü doğruysa, o zaman bugün Almanya Avrupa’yla yeniden bir savaş içindedir. Alman siyaseti, Avrupa’da uluslararası sınırların kalkması ve yabancı halkların zapturapt altına alınması gibi karakteristik savaş hedeflerine ulaşmaya çalışıyor” deniliyor.
13 Kasım tarihli “Observer” gazetesinde ise Hitler’in hangi şartlarda iktidara geldiğine dikkat çekilirken, “Özellikle Euro bölgesinde Almanlar ikiyüzlü burjuvaziye benziyorlar; bolca akıllı sözler edip sonra da ceplerini dolduruyorlar” denilen yorumda, “Euro birliğinin Almanya’ya karşı korunması gerektiği” söyleniyor.
Merkel’in “Almanya’nın ve Avrupa’nın ikinci dünya savaşından sonra böyle bir zor durumla karşı karşıya kalmadığını” sıkça ifade ediyor ve Alman parlamentosu önünde “Hiç kimse, Avrupa’da bir yarım yüzyılın daha barış ve refah içinde geçeceğinin tabii olduğunu düşünmesin” diyebiliyorsa, o zaman bu tür reaksiyonların çok abartılı olmadığı söylenebilir.
Kasım’ın son haftasında Strasbourg’da Merkel ve Sarkozy, İtalya’nın Başteknokratı Mario Monti ile bir mini Euro zirvesi düzenlediler. Mini zirvenin ardından, Merkel ve Sarkozy, AB’nin siyasal ve kurumsal dönüşümü için bir dizi öneri üzerine çalıştıklarını ve bunları 9 Aralık günü yapılacak AB zirvesine sunacaklarını söylediler. Bazı yorumcular, düzenlenen mini zirvenin siyasal ve kurumsal dönüşüme yönelik ilk adım olduğuna dikkat çekiyorlar.
Gelinen yerde, sonuç olarak, Almanya’nın da devlet tahvillerine alıcı bulmakta zorlandığı, Fransa’nın kredi notunun düşürülme tehlikesine girdiği, Portekiz, Belçika, Macaristan gibi ülkelerin peş peşe kredi notlarının düşürüldüğü göz önüne alındığında, AB’nin, bir bütün olarak, çok yönlü gelişmelere, yönelimlere gebe olduğu söylenebilir. Almanya’nın bu emperyalist dalaşmadan başarıyla çıkıp kendini AB’nin tek patronu ilan etmesi için ise, henüz çok erken.

Bilim ve Teknoloji Politikaları

1. GİRİŞ
Dünya ölçeğinde kapitalist ülke devletlerinin 70’li yıllarla birlikte uygulamaya başladığı “neo-liberal” politikaların kuramsal ve kavramsal dayanağını oluşturma görevini organik biçimde üstlenmiş olan Anaakım iktisadın “pratik” yönü kendisine “politik” bir karakter kazandırmaktadır. Her ne kadar söz konusu politika önermelerinin temelini oluşturan kuramsal ve kavramsal biçimlendirme arayışları “ideoloji dışı” olarak betimlenmiş olsa da, mevcut baskın iktisat, –tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar– politiktir.
Anaakım iktisadın kavramlar dünyasındaki ayak izlerini başkalaşım geçiren birçok kavram üzerinden okumak mümkündür: İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği yerine İş Sağlığı ve Güvenliği, Esneklik ve Güvence yerine Esnek Güvence, Yoksulluğun Giderilmesi yerine Yoksulluğun Yönetilmesi, Sosyal Devlet ve Piyasa Ekonomisi yerine Sosyal Piyasa gibi. Bu deformasyonla ve dahası yeni bir görünüme kavuşan kavramlardan günlük üretim ve bölüşüm ilişkileri ile bilimsel üretim alanlarını en çok etkileyen ise, Bilim ve Teknoloji kavramlarının bir arada “Bilim ve Teknoloji Politikası” olarak kullanımıdır. Diğerlerinde olduğu gibi, bu kavramın da ardındaki ideolojik ve politik örüntü kapitalist üretim ilişkilerinin ulaştığı yıkıcı boyutu göstermektedir.

2. BİLİM, TEKNOLOJİ VE TEKNO-BİLİM
Gerek günlük literatürde gerekse resmi metinlerde, “Bilim ve Teknoloji Politikası” olarak ifade edilen paradigma, kendi içerisinde yapısal birçok sorun barındırmaktadır. Artık neredeyse bir dil alışkanlığına dönüşen “bilim” ve “teknolojinin” bir arada kullanılışı, gerçekten öylesine bir kullanış mıdır? Ya da aynı soruyu şöyle soralım: Bilim ve teknoloji birbirinden ayrılmaz biçimde var olmuş ve olan alanlar mıdır? Bu sorudan da hareketle, son olarak şunu soralım: Bir ülkenin bilim politikası ile teknoloji politikası bir potada eritilebilir mi?
1993 yılında düzenlenen Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu (BTYK) toplantısında ortaya çıkan raporda (TÜBİTAK, 1993: 8), Bilim ile Teknoloji arasındaki kaynaştırma çabasının öne çıktığını görürüz:
“Günümüzde bilim ve teknolojiyi (BT) birbirinden bağımsız iki farklı olgu olarak algılamak imkânsızdır. Bilim ve teknoloji arasındaki sınır günümüzde bu yüzyılın başına göre çok daha az belirgindir. Bilimin içinde belli bir ihtisaslaşma sonucu bir dallanma gözlenirken, bilim ve teknoloji arasında giderek artan bir bütünleşme söz konusudur. Bilimin soyut alanlarından biri olan Matematik bugün yüksek teknolojinin temeli olarak nitelendirilmektedir. Dolayısıyla bilim ve teknoloji politikaları belirlenirken, bu iki öge arasında giderek artan kaynaşma ve bütünleşme göz önünde bulundurulmalıdır.”
Kapitalizmi eleştiren yaklaşımlar açısından bile bilimsel araştırma ve onun üretim sürecine uygulanması olarak tarif edilen teknoloji, özerk kuvvetler olarak ele alınıp, ilişki tek yönlü kurulmaktadır. Üretim, sanayi talep eder, bilimsel buluşlar, üretime uygulanır. Yani ilişkinin yönü hep, bilimin üretime uygulanması olmuştur. Bir toplumsal üretim ilişkisinin bilimi özerk bırakacağı, bilimciyi derin düşünceleri içinde arada bir yönelttiği talepler dışında rahat bırakacağı varsayılmıştır (Narin, 2008: 155-6). Örneğin, Nathan Rosenberg, bilimin rolünü talep yönelimli olarak açıklar. Ona göre, bilimin yönelimindeki değişme sanayinin değişen ihtiyaçları temelinde anlaşılmalıdır (Rosenberg, 1976: 129). Ancak 1976’da yazdığı makaledeki bu doğru önerme, makine üretiminin doğuşuyla başlayan aşamayı açıklamasına karşın bugünkü durumu açıklamak konusunda yetersizdir. Kapitalist üretim, uluslararası şirketlerin yoğunlaşan rekabeti, üretken sermayenin uluslararasılaşmasının bugünkü durumu gözetilmemektedir. Düşen kâr oranları karşısında teknolojik yenilik, yeni ürünler üretme ihtiyacı bu bilimsel üretimin üretim sürecine de el atmıştır. Burada da, talep yönlü bir açıklamadan daha çok, “arz yönlü” bir açıklamaya gerek vardır. Çünkü talep de “arz edilmekte”, yani yeni ihtiyaçlar, yeni ürünler üretilmektedir. Artık, tek yönlü ele alınan ilişkinin diğer yönü irdelenmeli, daha doğrusu bilim üretim süreci ile kapitalist üretim sürecinin özdeşleşme ve ayrılma geriliminin niteliği incelenmelidir.
Bilimsel üretim süreci kapitalist gelişme içinde giderek sermayeleşmekte, sermayenin gerçek boyunduruğu altına girmektedir.  Bilim üretimi, bu boyunduruk ile birlikte giderek teknoloji üretimi ile iç içe girmekte ve özdeşleşmektedir. İşte bilim ile teknolojinin bu iç içe geçme süreci, bilim üretimi ile teknoloji üretimini bilimsel üretim potasında birleştirmekte, sermaye birikim süreci ile de dolaysızca bağlamaktadır. Bu bilim alanının doğrudan boyunduruk altına alınması anlamına gelmektedir (Alçın, 2010).
Bilimsel üretim ile teknoloji üretimini kaynaştırmada en temel rolü, temel bilimsel araştırmalar ile bunların ticarileştirilmesi arasındaki ilişkinin çok daha iç içe geçmesi oluşturmaktadır. Bugün özellikle ABD gibi erken kapitalist ülkelerin birçoğunda büyük sermaye grupları üniversiteler üzerinde bilimsel üretimin seyri konusunda baskı ve yönlendirmede bulunmaktadır. Türkiye’de de, “danışma kurulları” tasarısı ile, üniversitelerin bilimsel ihtiyaçlar doğrultusunda özerk olarak şekillenmesi gereken politikaların, bölgesel sermaye gruplarının ve yerel yöneticilerin üniversitelerdeki etkenliğinin ticarete girdi sağlayacak bilgi ve araştırmaların artırılmasını sağlayacak biçimde yerleştirilmesi hedeflenmektedir.
Teknoloji, bir yandan bilimin uygulama alanı gibi gözükürken, bir yandan da “uygulamalı bilim” olarak kabul ediliyor. Ancak bilim-teknoloji işbirliği son yüzyılların eseridir. Daha önceki zamanlarda (antik Yunan ve Roma dönemlerinde) bilim ve teknoloji ayrı ayrı gelişen iki alan olarak görünüyordu (Ergün, erişim: 3 Aralık 2009: 12). Dolayısıyla, bilim alanı ile tekniklerin sistematik bütünü (teknoloji) arasında organik bir bağ kurmak mümkün gözükmemektedir.
Eskiçağ, Yunan ve Roma dünyaları modern bilimin, bunlara bağlı olarak teknolojinin kaynağını ve temelini oluşturur. Aslında Demokritos, Aristotales, Pythagoras, Ptolemaios, Arkhimedes, Lucretius, Vitravis gibi düşünürler olmasaydı; Newton, Kepler, Galileo ve Einstein da olmazdı denilebilir. 17. yüzyıla gelindiğinde, bilimin yükselişinin temelinde yatan düşünceler, Roma İmparatorluğunun çöküşünden sonra Bizans’ta ve Arap dünyasında serpilmekteydi. Bilimin ve matematiğin 17. yüzyılda sergilediği gelişme, önceki yüzyıllardan daha hızlıydı (Mayor ve Forti, 2004: 13-24).
Geçmişte bilim ve üretim arasındaki ilişki dolaylı olmuştu. Bugün ise bilimsel araştırma, mal üretimi sahasının ayrılmaz bir parçası olmuştur (Gauzner, 1977: 10). Sürecin bu şekilde gelişmesinin temelinde bilimsel bilginin “işe yarar” kılınması çabası yatmaktadır. Söz konusu çaba, gündelik hayatta “projecilik” ve “sonuç odaklı faaliyet” kavramlarını bilimsel üretim alanlarına sokmuştur. Bu kavramlar setini herhangi bir yerinden kabullenmek, bir adım sonrasında karşımıza çıkacak her türlü yapısal değişimi de kabulleneceğimiz anlamına geliyor. Bugün, bilimsel üretim ile kapital (sermaye) için üretim arasındaki ayırım giderek silikleşmekte ve silikleştikçe de tüm yaşam alanlarını (fiziki ve zihinsel) ele geçirmektedir.
Bir zamanlar teori, öğrenim yoluyla pratik güç haline gelebilirdi; bugün pratik olmadan, yani birlikte yaşayan insanların kendi aralarındaki davranışlarında açıkça içerilmeden, teknik güce açınabilen teorilerle karşı karşıyayız.
Bilim ve teknoloji, kurumsal olarak öylesine bütünleşmiştir ki, Bell’in “araştırma ve geliştirme” terimiyle tanımladığı ve daha yakın zamanlarda “tekno-bilim” terimiyle ifade edilen bir tek işlemde kaynaşmıştır. Sonuç, “hem gücün hem de servetin bilgiye bağımlı hale geldiği”, Alvin Toffler’in deyişiyle “gücün el değiştirmesi” ya da Drucker’in kullandığı terimle bir “bilgi toplumu”dur (Dyer-Whiteford, 2004: 36). Ancak bu kadar hızlı ve bütünlüklü bir kabullenişten önce bu iki varlık alanının tekil özelliklerini hatırlamak gerekir. Ancak böylesi bir hatırlama günlük dilde ezbere dönen ifadeleri de daha dikkatli kullanmamızı sağlayabilir.
Bilim, sosyal amaçlar için teknik yatırımdır. Teknoloji, bilimsel ve sistematik bilgilerin pratik amaçlar ve işler için geliştirilmesi ve uygulanmasıdır. Teknoloji, belirli hedeflere ulaşmak için, tarih içinde geliştirilen bilgi birikiminin üretim sürecine uygulanmasıdır. Bilim, nesnel dünyaya ve bu dünyada yer alan olgulara ilişkin “tarafsız” gözlem ve sistematik deneye dayalı zihinsel etkinliklerin ortak adıdır. Teknoloji ise, bilimin, pratik hayatın gereksinimlerinin karşılanmasına ya da insanın çevresini denetleme, biçimlendirme ve değiştirme çabalarına yönelik uygulamalardır.
Bilimde veri olan “gerçeklik” araştırılır, buna karşılık teknolojide kendi tasarımımıza (design) göre biz bir gerçeklik yaratıyoruz. Diğer bir anlatımla, bilimde “orada olan” araştırılırken, teknolojide biz yapıntılar (artifacts) üretiriz. Kısaca söylenmek istenildiğinde bilim, olan ile (what is) ilişkiliyken, teknoloji olması gereken, olabilecek olan (what is to be) ile ilişkilidir (Skolimowski, 1966’dan aktaran Üşür, 2001: 24). Dolayısıyla, teknoloji, bir yöneliş sonucu ortaya çıkarak, “var olan”ın değiştirilmesi için kullanılmaktadır. Elbette burada bilimi salt “var olan”ı tanıma ve tanımlama (açıklama) işlevlerinden ibaret bir faaliyet olarak görmekte mümkün değildir. Bilim, özellikle de toplumsal bilimler, mevcut gerçeği toplum yararı doğrultusunda değiştirme çabasını da içerir. Bu çaba, pozitif bilim metodolojisinde daha gizli kapaklı iken normatif metodolojide daha açıktır. Toplum bilimcinin görevini salt anlama ve açıklama, dolayısıyla “söyleme” olarak görmek ve ya böyle tanımlamak gerçekçi değildir. Toplum bilimci söylemenin yanında “eylemek” durumundadır da. Bu eyleme çabası içerisinde, elbette, bilim ile teknikler bütünü işlevsel düzeyde birleşirler. Hatta bu bileşim kendi içerisinde ayrı bir bilim alanı da yaratır: mühendislik.
Feibleman, bilim ile mühendislik (engineering) arasındaki ilişkiyi kavramak için saf bilim (pure science), uygulamalı bilim arasında ayrım yapılması gerekliliğini öne sürerek çözümlemesine başlamaktadır. Ona göre, saf bilimin amacı, doğayı deneysel yöntemlerle inceleyerek bilmek (to know) ihtiyacını tatmin etme çabasıdır. Buna karşılık uygulamalı bilim, bazı pratik beşeri amaçları için bilimin kullanılması anlamına gelir. Böylece bilim, esas olarak, iki beşeri amaca hizmet etmektedir; bilmek (to know) ve yapmak (to do). Biri (bilim) anlamaya yönelikken, diğeri (teknoloji) yapmaya/eylemeye yöneliktir. Dolayısıyla teknoloji, yapmanın modus operandi düzeyidir; ya da yapma/eyleme becerisidir (Üşür, 2001: 24).
Veblen’e göre teknoloji, doğanın tarihsel olarak yaratılmış insan ihtiyaçlarını tatmin edecek nesnelere dönüştürülmesi amacıyla kullanılan üretim sürecinden fazla bir şeydir. Teknoloji, öncelikle bir bilgi ve inanç sistemidir; ve “modern bakış açısının” ayırt edici niteliğini tanımlamaktadır (Veblen 1964: 2-3). Veblen’in kavrayışında modern teknoloji, birbiriyle çelişkili iki eğilimi içerdiği izlenimi vermektedir. Bunlardan birincisi, mevcut bilgiler ışığında herhangi bir sorunun çözümüne yönelik olarak önerilebilecek yanıtlar arasından zorunlu bir seçim yaparak, çözüm tartışmalarını sonlama arayışıdır. İkincisi ise, mevcut yanıtın doğruluğunu temellendiren bilgiyi sorgulayıp onu aşarak, yeni bir yanıt oluşturabilmeyi mümkün kılacak yeni bilgiyi üretme eğilimidir (Veblen, 1964: 11).
Doğayı ve insanı “anlama” çabasından, süreç içerisinde, hayatı kolaylaştıracak teknik, yöntem ve yaşam biçimlerini geliştiren bilime doğru hareket edildiğinde, bilimsel çabanın, çıktısı olan teknikler bütününün bilime yönelişini de determinist biçimde etkilediğini görürüz. Bu etkileşim ve değişim, esas olarak Rönesans dönemiyle başlamıştır. Fakat Rönesans dönemi biliminin temel dönüşüm dinamikleri ise, daha önceki aşamalarda atılan adımlarda saklıdır.
Rönesans döneminin bilimi; Arkhimedes, Heron ve Pappus’un mekanik üzerine yazılarına ve Aristotelesçi “Mekanik Problemleri” adlı kitaba yeniden canlılık kazandırdı. 16. yüzyılın ikinci yarısında, Galilei’nin birbirinden bağımsız öncüleri olarak, her şeyden önce Geronimo Cardano (1501-1576), Frederigo Commandino (1509-1575), Guidobaldo del Monte (1545-1607) ve Tartaglia’nın bir öğrencisi olan Giovanni Battista Benedetti (1530-1590) gibi İtalyanlar ve Simon Stevin (1548-1620) gibi Hollandalılar, aynı zamanda hem matematikçi, hem fizikçi, hem de mühendis gibi uğraşarak, statik bilimini daha da geliştirmenin yolunu aradılar (Tez, 2005: 138).
Francis Bacon (1561-1626), Gelilei’den farklı bir deney kavramı geliştirmiştir. Gelilei’de deney, Aristoteles ve Skolastiklerin bireşimci (sentezci) yöntemine dayanarak akıl yoluyla önceden kazanılmış sonuçları doğrulama (ya da yanlışlama) karakterine sahipken, Francis Bacon’da deney, buluşsal karakterdedir; yani deneyin yürütülmesinden önce doğaya ait görüşler, ne bilinmekte, ne de kestirilebilmektedir. Böylece insan, doğayı aktif bir şekilde inceliyor ve olası her koşulu deneyerek, doğa konusunda yeni bilgilere erişiyordu. Bacon, deneme-yanılma yöntemlerine dayanmayan varsayım türlerini eleştirerek reddetmiştir. Deney kavramı onda, kendi büyüsel kılıflarından soyutlanmıştır. Bacon’a göre doğa bilimi, bilginlerin tartışmalarından değil, belirli bir amaca yönelik olarak yürütülen planlı çalışmalardan oluşmuştur (Tez, 2005: 139-140).
Barok dönemi, tekniğin tarihinde pek çok yeni gelişmelerin yaşandığı bir dönemdir. Fiziksel bilimler alanında bu dönemde olgunlaşan bilgi birikimlerinin meyveleri, özellikle 18. yüzyılın ikinci yarısında büyük bir verimle toplanmaya başlandı. Galilei fiziğinin kusursuz bir kavrayışa dayanan büyük başarısı; Kepler’in fiziksel ve astronomik olgulara ilişkin derin saptamaları; Leibniz, Huygens ve Newton’un matematiksel ve fiziksel çalışmalarının kuramsal ve deneysel sonuçları, evreni tanımanın önde gelen bir aracı olarak matematiksel yöntemleri ön plana çıkardı. Bu dönemin Descartes, Spinoza ve Leibniz gibi büyük filozofları, gerçekliğin açık seçik bir görünümünü elde etmek üzere çalıştılar. 17. yüzyıl, matematikle belirlenmiş büyük bir akılcı sistem çağıydı. Buna karşılık 18. yüzyıl, en azından bu yüzyılın ortalarından itibaren, büyük akılcı sistemden uzaklaşılarak, ayrı gerçekleri ele alan ampirik akılcılığa (rasyonalizme) yöneldi (Tez, 2005: 148).
Deneysel doğa araştırmalarının yoğunlaşmasında, teknik etkinlikler yoluyla doğa üzerinde egemenlik kurma çabalarının artması ve böylece ekonomik güçlerin etkin bir duruma gelmesinde, özellikle 17. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Kalvinist  düşünce ve görüşlerin etkisi olmuştur (Tez, 2005: 149).
İlk buharlı makineler, yaklaşık olarak 1720’de kullanılmaya başlanmıştır. Bu makinelerin demiryolu sistemine uyarlanabilmesi için bir başka yüzyılın geçmesi gerekmiştir. Elektrik enerjisi üretiminin esasları 1831’de biliniyordu. Bir topluluğun yararlanması amacıyla enerji üretimi için yaklaşık olarak 50 yılın geçmesi gerekmiştir. İçten yanmalı motorun gerçekten yaygın hale gelmesi, aşağı yukarı 30 yılda mümkün olmuştur. İlk uçak 1904’te uçmuş, 12 yıl sonra askeri alanda, bir 10 yıl sonra da sivil alanda kullanılmaya başlanmıştır. Bir ampfilikatör olarak termonik valf 1905’te icat edilmiştir. Yaklaşık 10 yıl sonra bu cihaz ilkel bir haberleşme aracı olarak kullanım alanına girmiş ve yirmi yıldan az bir zamanda ticari alanda kullanılmaya başlanmıştır. Nükleer parçalanmayı (fission) ispat eden ilk deney 1938’de yapılmıştır. İlk basit reaktör 1941’de kurulmuştur ki, bu üç yıl sonra gerçekleşen bir gelişme demektir. İlk bomba ise, 1945’de atılmıştır. Bu da, yedi yıllık bir gecikmeyle ortaya çıkmış olmaktadır. Transistor 1948’de icat edilmiştir. Yaklaşık olarak altı yıl içinde transistör üretimine geçilmiştir. İlk suni peyk 1957’de, içinde insan bulunan ilk suni peyk de 1961’de yörüngesine oturtulmuştur. Bundan sekiz yıl sonra insanoğlu aya ayak basmıştır. Bu rakamları kendi sıraları içinde tekrarlarsak, yani icat safhasından üretim safhasına kadar olan zaman parçalarını dikkate alırsak, 100 yıl, 50 yıl, 20 yıl, 7 yıl ve 6 yıl gibi devreler elde edilebilir (Boltz, 1970: 17).
Teknikteki gelişme ivmesinin artışı, Schumpeter’in “yaratıcı yıkım”  tespitini doğrular biçimde bir yapı meydana getirmektedir. Yeni olan her şey, giderek kısalan zamanlarda eskiye dönüşmektedir. Ancak yine de burada, süreci, salt teknik gelişme boyutuyla ve kaçınılmaz bir dönüşüm olarak kabul etmek yanlış olacaktır. Zira özellikle son yüzyıl içerisindeki birçok teknik yenilik savaş sanayinde ortaya çıkarılmıştır. Bu haliyle konuya tekrar baktığımızda, yenilenme hızındaki artışın iki temel dayanağından bahsedebiliriz: Bunlardan ilki, söz konusu teknik yeniliklerin savaş amaçlı geliştirilmesi ve diğeri de, yıkıcı kapitalist rekabet nedeniyle, güçlü olanların yeni ürün ortaya çıkarma ve böylelikle piyasada rakiplerini “alt etme” çabasıdır.
Günümüz kapitalist toplum yaşamı, bugüne dek görülmemiş ölçüde doğa bilimi ve teknik ile etkileşim halindedir. Sınai üretkenlik, iletişim yöntemleri, devlet yönetimi, sağlık ve eğitim alanları, sürekli olarak, yeni geliştirilecek teknikleri kendi etkinlikleri alanına sokma eğilimine girmişlerdir. Bu öylesine bir yarıştır ki, mevcut olanın biçim değiştirdiği ve biçim değiştiremeyenin de kaybolduğu bir ortam yaratmaktadır. Nasıl ki, –her ne kadar ölümle burun buruna gelse de– yarış içerisinde tek hedefi bitiş çizgisini görmek olan bir uzun mesafe koşucusu, durup mevcut risklerini düşünmezse, teknolojik yeniliklerin ortaya çıkarılması ve içerilmesi konusunda da kurumsal yapılar için benzer bir durum söz konusudur.
2. Dünya Savaşı sonrası dönemde, ekonomik çıkar yönelişli bir bilim politikası, önce kalkınma çabasına destek verme işleviyle kalkınma politikalarıyla birleşmiş, sonra da, başlı başına bir politikalar grubu olarak, “bilim ve teknoloji politikaları” adı altında, sanayileşmenin yeni bir tanımı haline gelmiştir.
Alexander King, savaş sonrası dönemde, teknoloji-bilim ve sosyo-ekonomik durum arasındaki ilişkiler açısından dört evrenin varlığını ifade etmiştir. King’e göre (1997: 69-76), 1960’lı yılların sonuna kadar süren birinci evrenin özelliği, kamuoyunun, bilimin, ortaya çıkmakta olduğuna inanılan yeni bir barışçı dünyanın inşasında etkin bir rol oynayacağı beklentisine girmesidir. Nitekim, bu dönemde birçok ülkede Ar-Ge’ye ayrılan kaynaklarda önemli oranlarda artış görülmüştür.
Soğuk Savaş’ın ortaya çıkışı ile birlikte, araştırma ve geliştirme çabalarının büyük bölümü askeri alana kaydırılmıştır. Savaş sonrası yeniden inşanın tamamlanması ile 1967 yılına kadar süren ikinci evre başlamıştır. King’e göre bu dönemin temel özelliği; bilimin uygulanışına ve kaynak dağıtımına rasyonel bir yaklaşım getirmeye girişilmesidir. Bu dönemde, Batı ülkeleri ve Japonya daha önce görülmeyen boyutlarda ekonomik büyüme yaşamış ve bu büyümede Ar-Ge’nin etkisi fark edilerek, bilim-teknoloji-üretim ilişkisinin ortaya çıkarılmasına yönelik çabalar artırılmıştır.
Üçüncü evrede ise, bilimin amaçları, yönelimi ve yöntemleri genel olarak sorgulanmaya başlamış, Soğuk Savaş nedeniyle iki blok arasındaki rekabet, bilimsel araştırmaların savaşla yakından ilişkili olduğu izlenimini uyandırmıştır. King, son evrenin 1970’lerdeki petrol kriziyle başlayarak, günümüze kadar sürdüğü görüşündedir. Bu dönemi betimleyen, yavaş bir ekonomik büyüme ve belirsizliklerdir. Şirketler ve ülkeler arasındaki rekabet kızışmış, şirketler pazar paylarını artırmak, en azından korumak için birleşmeye gitmişlerdir. Bu dönemde yeni teknolojiler hızla gelişmekte, otomasyon ve robotlaşma, endüstri ve hizmet sektörünü dönüştürmektedir.

3. SONUÇ
Bugün gelinen aşamada, bilimsel üretim alanları olan üniversitelerde üretilen “bilimsel” nitelikli bilgilerin sermaye ihtiyaçları doğrultusunda kullanıldığı ve belki de daha vahim olarak, üniversitelerin doğrudan sermayenin ihtiyacı olan “pratik” bilgileri üretmek için örgütlendiği bir yapının oluşturulduğu durum ile karşı karşıyayız. Ulusal İnovasyon Sistemi, Bölgesel İnovasyon Sistemi, Teknokent/Teknopark Projeleri, sermaye gruplarının anabilim dalı sponsorlukları ve üniversite-sanayi işbirliği yaklaşımıyla bilim ve teknoloji arasındaki ontolojik farklılık silikleşerek, tekno-bilim veya kalıp olarak “bilim ve teknoloji politikaları” kavramı öne çıkmaktadır.
Bilim ile teknolojinin aynı düzlemde ele alınışı bilim alanının boyunduruğuyla sonuçlanmaktadır. Yakın dönemde Türkiye Bilimler Akademisi’nin yapısına yönelik müdahaleler ve Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nın oluşturulmuş olması da, bilimsel üretim alanlarının koşulsuz biçimde sermaye birikimi için “girdi” üreten araştırma merkezlerine dönüştürülmesi tehlikesini içinde barındırmaktadır.

Kaynakça
Alçın, S. (2010). Teknolojik Determinist Kalkınma Aracı Olarak Teknoekonomi Politikaları. İstanbul: Tarem Yayınları.
Boltz, C.L. (1970). “Teknoloji ve İktisadi Gelişme”, çev. T. Dereli, Teknoloji ve İktisadi Gelişme, Seminerler Dizisi. İstanbul: İktisadi Kalkınma Vakfı.
Ergün, M. “Felsefeye Giriş (Bilim Felsefesi)”, Ders Notu, URL: http://www.egitim.aku.edu.tr/bilimfelsefesi.pdf, erişim: 03 Aralık 2009.
Dyer-Whiteford, N. (2004). Siber Marx-Yüksek Teknoloji Çağında Sınıf Mücadelesi. çev. A. Çakıroğlu. İstanbul: Aykırı Yayınları.
Gauzner, N. (1977). Kapitalizmde Bilimsel ve Teknolojik Devrimin Çelişkileri. Çev. S. Dengiz. İstanbul: Ana Yayınları.
Justman, M., ve Teubal, M. (1991). “A Structuralist Perspective on the Role of Technology in Economic Growth and Development”, World Development, Vol.19, No.9.
King, K. (1997).  “II. Dünya Savası’nın Sonundan Bu Yana Bilim ve Teknoloji”, Bilim İktidar içinde ss. 69-76. ed. F. Mayor ve A. Forti, Ankara: TÜBİTAK Yayınları.
Mayor,  F. ve Forti,  A. (2004). Bilim ve İktidar. Ankara: TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları.
Narin, Ö. (2008). “Teknolojik Değişim: Türkiye’de Üretim Araçları Üretimi (1996-2005)”, Basılmamış Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Rosenberg, N. (1976). Perspectives on Technology. Londra: Cambridge University Press.
Skolimowski, H. (1966).  “The Structure of Thinking in Technology”. Technology and Culture, Vol. 7, No. 3, ss.371-383. USA: The Johns Hopskins University Press.
Tez, Z. (2005). Tekniğin Evrimi. Ankara: Paragraf Yayınevi.
TÜBİTAK. (1993a). “Türk Bilim Teknoloji Politikası 1993-2003”. Ankara: TÜBİTAK Yayınları.
Üşür, İ. (2001). “Teknoloji felsefesi Üzerine Ya Da Tarihin Tanrısı Teknoloji midir?”. Mülkiye Dergisi, Cilt. XXV, sayı. 230, ss. 7-26.
Veblen, T. (1964). The Vested Interests and the Common Man. New York: Augustus M. Kelley, Bookseller.

Teknokrat hükümetler ve burjuva diktatörlüğü

Yunanistan ve İtalya’daki gelişmeler, beklendiği gibi, mevcut hükümetleri yerlerinden etti. AB’nin hegemon güçleri, borçlu ülkeler üzerindeki egemenliklerini arttırmak üzere görevi çoktandır üzerlerine almışlardı. Öyle ki, başta Alman sermayesi olmak üzere, tekelci burjuvazi, Avrupa ülkelerinde ekonomik ve sosyal yaşamı neo-liberal politikalar doğrultusunda yeniden şekillendirmek, idari yapısını da bu çerçevede yenilemek için süren krizleri fırsat olarak değerlendirmektedir. Bu, işin bir yanı. Diğer yanı ise, Yunanistan ve İtalya’da emekçilerin yoğun tepkisi koşullarında özellikle Alman ve Fransız tekelci burjuvazisinin dayatmalarıyla hükümetlerin birer birer istifa etmek zorunda kalıp yerlerine teknokrat hükümetlerin kurulması. Ve Yunanistan’da ilginç bir manevrayla Başbakan Papandreu’nun kemer sıkma politikasını referanduma götürme kararından aldığı tepkiler üzerine vazgeçerek geri adım atması.
Ne oldu da Antik demokrasinin beşiği olan Yunanistan’da, bir ekonomi politikasının halkın onayına sunulacağının açıklanması bunca tepki aldı? Halkın yaşamını doğrudan ilgilendiren bir konuda, mesela ücretlerin düşürülmesi, kamu harcamalarının kısıtlanması gibi uygulamalarla ilgili halkın görüşünün alınması, bu çerçevede referanduma gidilmesi neden bu kadar kötü olsun? Almanya Başbakanı Merkel’den Yunanistan’daki burjuva muhalif güçlere, AB kurumlarından iktidar partisi PASOK’un büyük bölümüne kadar tüm burjuva kurum, akım ve partilerden yükselen öfkenin anlamı neydi? Yapılacak olan, burjuva demokrasisi açısından bile, halkın yaşamını derinden etkileyecek bir meselenin yine halka danışılarak karara bağlanması olarak yorumlanabilirdi. Böyle olmadı. Ne Alman emperyalizminin sözcüleri, ne de Yunan burjuva çevreleri referanduma yanaşmadılar bile!
Temel bir ekonomik meselede halkın karar vermesini öngören bir yaklaşımın ifadesi olarak referanduma gelen bu tepkiler, özelde Yunanistan ve Almanya hükümetlerinin, genelde burjuva demokrasisinin ikiyüzlü niteliğini bir kez daha gözler önüne serdi. Önce Yunanistan’da neler yaşandığına ve bu sürece nasıl gelindiğine kısaca bakalım.

HÜKÜMETLERİ DÜŞÜREN YOL

AB, IMF ve OECD, mevcut krizin çözümü olarak, kamu gelirlerini arttırmak üzere vergilerin yükseltilmesini, kamu giderlerini azaltmak üzere de özelleştirmeler, ücretlerin düşürülmesi ve çalışma saatlerinin yükseltilmesi gibi önlemleri dayattı. Yunanistan’a verilen kredi dilimlerinin şartı da bu önlemlerin hızla yaşama geçirilmesine bağlandı. Papandreu baskılar karşısında istifa etti ve yerini ulusal birlik hükümetine bıraktı. Hükümet başkanlığına ise, teknokrat kimliğiyle öne çıkan Avrupa Merkez Bankası eski Başkan Yardımcısı Lukas Papadimos getirildi.
Referanduma gösterilen tepkiler ve sonrasında referanduma götürülmesi düşünülmüş aynı politikaların uygulanmasını sürdürecek bir teknokratın başbakanlığa getirilmesi, burjuva demokrasisinin niteliğini bir kez daha gözler önüne serdi. Burjuvazinin demokrasisinin, emekçilerin taleplerini dikkate almayan ve temel meselelerde halkın siyasal müdahalesine kapalı niteliği daha açık bir şekilde ortaya çıktı.
Birincisi; Papandreu’nun referanduma gitme niyetinin sermaye çevrelerinden aldığı tepki, burjuva demokrasisinin halkı karar alma mekanizmalarından temel konularda uzak tutmasının göstergesiydi. Türkiye’ye de demokratikleşme konusunda ‘ders’ veren, yayınladığı raporlarda anti-demokratik uygulamalara dikkat çeken AB komisyonu başta olmak üzere AB kurumları, referandum karşısında adeta duvar oldular. Kemer sıkma önlemleri nasıl halka sorulurmuş? Halka, örneğin kendi ücretlerinin düşürülmesi konusunda nasıl danışılırmış?
Keza, Almanya. AB’nin egemen ülkesi Almanya, AB demokrasisinin örneklerinden. Merkel ve bilfiil Alman sermayesinin diğer sözcüleri topyekun referanduma karşı çıktılar. Yunanistan’a yardım elini uzatmış Alman tekelci sermayesinin ‘iyilikleri’ halkın onayına sunulur muymuş? Göbeğinden Alman emperyalizmine bağlanmış Yunan burjuvazisinin de, ‘demos’un işin içine sokulması fikrinden ve Antik demokrasisinin tırnağından bile ödü kopmuştur.
İkincisi, kemer sıkma programının yerine emekçilerin taleplerini dikkate alan bir önlemler bütünü mü gündeme geldi? Hayır. Yine, aynı programın, yeni hükümet tarafından daha kararlı bir şekilde uygulanacağı açıklandı. Papadimos, geçici hükümetin başlıca görevinin, 26 Ekim’de yapılan Avrupa Birliği zirvesinde Yunan ekonomisiyle ilgili alınan kararların ve bu kararlarla ilgili ekonomi politikasının uygulanması olduğunu söyledi. Yeni hükümette de görevini sürdüren Maliye Bakanı Evangelos Venizelos hükümetin vizyonunu açıklarken, “Önceliklerimiz açık. İlk etapta 110 milyar Euroluk kurtarma paketinin altıncı taksiti olan 8 milyar Euro’yu 15 Aralık’tan önce devlet kasasına sokmak” diye konuştu. Yani yeni hükümetin ekonomik programı eskisiyle baştan sonra aynı.
Peki, emekçilerin taleplerine ne oldu? Hani, ‘demokratik’ gösteriler, eylemler… Halkın hakları için mücadele etmesi, siyasal iktidarın kararlarını etkilemesi? “Avrupa demokrasisi”nden bahsettiğimize göre, halkın karar alma süreçlerine katılımını da soralım? Yok! Hiçbirisi yok. Burjuvazinin demokrasisi için, eğer iktidarı henüz tehlikeye girmediyse ya da siyasal güç dengeleri önemli bir biçimde değişmediyse, halkın taleplerinin önemi yoktur. Sermayenin programı ve çıkarları, halkın taleplerinin kulak arkası yapılmasını sağlamıştır. Seçim, halk iradesi vb. kavramlarla bezenmiş burjuva demokrasisi bir kenara bırakılmıştır. Buna Yunanistan emekçilerinin nasıl bir cevap vereceğini önümüzdeki günlerde göreceğiz.
Üçüncüsü, hem Yunanistan hem de İtalya’da yeni kurulan hükümetler, biçimsel özellikleri bakımından da, burjuva demokrasisinin emekçileri siyasal kararların alınması sürecinin dışında bırakma çabasında daha ileri bir saldırıyı içermektedir. Bu konuyu biraz daha ayrıntılı ele almakta fayda var.

TEKNOKRAT HÜKÜMETLER
Yunanistan’da PASOK hükümetinin istifasının ardından kurulan ulusal birlik hükümetinde öne çıkartılan yeni başbakanın, Papadimos’un teknokrat niteliği.. Papadimos, eğitimini ABD’de yapmış, fizik ekonomi doktorasını tamamlamış bir isim. Bu dalda Columbia Üniversitesinde dersler vermiş. 1984 yılında ülkesine döndüğü zaman, Yunanistan Bankası’nın baş ekonomisti olarak görevlendirilmiş. 1994’de de bankanın yöneticiliğine atanmış. Euro’ya geçişin coşkulu bir savunucusu olan Papadimos, 2002 yılında Avrupa Merkez Bankası’nın başkan yardımcılığı görevine getiriliyor. 31 Mayıs 2010 yılına kadar bu görevi sürdürüyor.
Keza İtalya’da kemer sıkma programının İtalya Temsilciler Meclisi’nde kabul edilmesinden sonra istifa etmek zorunda kalan Başbakan Berlusconi’nin ardından hükümet başkanı olan Mario Monti de bürokrat özelliğiyle dikkat çekiyor ya da dikkatler kasıtlı olarak buraya çekiliyor. Monti, başbakan olabilmesi için, burjuva hukukun en ucuz yöntemleriyle “beş dakikada” senatör ilan ediliyor, sonra da başbakan… Krize giren, kemer sıkma önlemleriyle emekçilerin büyük tepkisini alan ülkelerde teknokratlardan oluşan hükümetler söz konusu. Buradan genel bir eğilim çıkarmak niyetinde değiliz. Ancak, Yunanistan ve İtalya’da sermayenin ilk hamlesinin teknokratları başa getirmek olmasının bir sebebi olsa gerek.

POZİVİTİZMİN TEKNOKRATLARINDAN BUGÜNE
Sömürücü egemenlerin halka güvensizliği ve buradan yola çıkılarak devletin yönetiminin teknokratlara bahşedilmesi fikri, çok daha eskilere, Antik Çağa kadar gider. Ünlü filozof Platon, devlet yönetiminin uzmanlık işi olduğu iddiasıyla, halkın devlet yönetiminden uzak tutulmasını savunmuştur. Demokrsiyi de, halkın yönetimi olarak kabul edip, anarşi ve karmaşa düzeni olarak lanetlemiştir. Platon, ‘Devlet’ isimli eserinde, uzman yönetimi fikrine zemin hazırlamak üzere, demokrasiyi şöyle eleştirmiştir:
“Ahlâk değerlerine aldırış bile edilmez… Demokrasilerde hiçe sayılır bütün bunlar. Bir devlet adamının nasıl yetişmesi, ne bilgiler edinmesi düşünülmez. Kendimize halkın dostu dedirtmek yeter; bütün şerefler kazanılır bununla.” “Saygısızlık nezaket olur, kargaşalık hürriyet, israf cömertlik, yüzsüzlük de yiğitlik.” “Hayvanlar bile bu devlette başka her yerdekinden daha hürdür; o kadar ki, insan gözleri ile görmese inanmaz… Demokrasilerde atlar, eşekler öyle serbest, öyle mağrur yürümeye alışırlar ki, yollarından kaçmayana çarpar geçerler… Yurttaşlar o hale gelir ki, bir yerde baskıya benzer en ufak bir şey gördüler mi, kızar ayaklanırlar; yazılmış yazılmamış bütün kanunlar hiçe sayar, kelimenin tam anlamı ile başına buyruk kalmak isterler.”
Platon’a göre “Yönetici filozof; filozof yönetici olmalıdır.” Platon, devleti, felsefe eğitimi almış ve tüm bedensel arzu ve zevklerden uzaklaşmış yaşlı aristokratların yönetmesini önerir. Bu aristokrat sınıfın devleti yönetmek için özel olarak eğitilmesi ve yaşlılardan oluşması gerektiğini ifade eder.
Teknokratların toplumu yönetmesi, 19. yüzyıl pozitivizminin de temel politik yaklaşımlarından birisidir. Pozitivizm, feodal toplum ve kast sisteminin yıkılması mücadelesini veren halk yığınları için seçimlerin anlamlı olduğu belirtirken, eski sistemin geride kalmasıyla, artık buna ihtiyaç kalmadığı sonucuna varır. Politikacıların çeşitli kaygılarla düzen ve ilerlemeyi sağlayamayacağını düşünen ve pozitivizmin kurucularından kabul edilen Comte, toplumu dört kişilik bir bilge heyetin yönetmesi gerektiğini ileri sürer: Üç bankacı ve bir piskopos. Bankacılar, iktisadi uzmanlar olarak, toplumsal ilerlemeyi sağlamakla görevliyken, piskopos da ‘bilimsel’ büyük insanlık dini ile toplumsal kargaşayı önleyecektir! Bu açıdan Comte ve onun pozitivizmi, 19. yüzyılda yükselen işçi hareketleri ve onun siyasal etkilerine karşı, burjuvazinin öfke ve önlem arayışını yansıtır.
Comte’un ‘düzen ve ilerleme’ fikri, işçi sınıfının toplumu değiştirme mücadelesine karşı yönelmiştir. Her türlü meclis, genel seçim ve ‘halk egemenliği’ fikrini reddeden Comte, ‘bilimsel’ bilgiye sahip seçkin yöneticilerle toplumsal düzeni sağlamayı ve toplumun eğitilmesiyle de ilerlemeyi öngörmektedir. İktidarı isteyen işçi sınıfına da, pozitivist eğitimi ve laikçi bir piskoposun görüşlerini önermektedir.
İşçi sınıfı hareketine ve toplumu bir devrimle değiştirme düşüncesine karşı toplumsal düzenin devamını savunan pozitivist yaklaşımda, genel olarak halka ve onun dahil olacağı burjuva demokratik mekanizmalara bir güvensizlik vardır. Bu nedenle, seçim ve sonrasında oluşacak bir temsilciler meclisi yerine, elitlerin-teknokratların (seçimsiz) yönetimi savunulmaktadır. Comte, ‘Pozitif İlmihal’ kitabında şöyle yazar:
“Seçim mekanizması aslında, kastların dayattığı zorba rejimlere karşı bir tepki olarak siyasi yaşama girdi ve uzun süre de yararlı oldu. Ne var ki, alttakilerin, üsttekileri seçimi, her seferinde sorunlu ve anarşik oldu. Gitgide yozlaşan düzeni ortadan kaldırmaya seçimlerin gücü yetmedi.”
Comte, seçimlere değil bilimsel bilgiye sahip uzmanların yönetimine güveniyor, demokrasi ve halk yönetimi gibi kavramları da hor görüyordu. Bu görüşleriyle faşist ideologlara ilham vermiş olması da anlaşılmaz değil.
Elbette, Comte’nin pozitivist toplumu bir çarpık ütopyadır. Sözde pozitivist bir eğitimle sınıf mücadelesinin son bulması, halkın uzunca bir süre seçimsiz yerleşmiş ve bir nevi saltanat kurmuş küçük bir elite tahammül etmesi beklenemez. Böyle bir elitin de Comte’nin hayal ettiği toplumu yaratamayacağı açıktır.
Sınıf mücadelesinin düzeyi ve insanlığın birikimi, burjuvazinin Comte’cu bir tarzda seçimsiz ve doğrudan teknokratlarıyla diktatörlüğüne izin vermemiştir. Burjuvazi, belki Comte’cu bir ütopya olarak isteyebileceği doğrudan uzmanlarıyla yönetimi yerine, genel seçimler dolayımı ve burjuva partiler vasıtasıyla yönetimi tercih etmiş, daha doğru bir deyişle, sınıf mücadelesi sonucu toplumsal siyasal yaşam böyle şekillenmiştir.
Ancak, pozitivizm ve Comte’nin görüşleri, burjuvazi için tamamen anlamsız da olmamıştır. Bazı burjuva reformcu hareketler pozitivizmi benimserken, diğer yandan demokrasiye karşı faşist gerici hareketler de Comte’un görüşlerden etkilenmişlerdir. Elbette, burjuvazi ve burjuva siyasal güçlerin salt ideolojik-politik alanda Comte’u okuyup beğenmesi ve uygulamasından bahsetmiyoruz. Sınıf mücadelesinin seyrine göre, gerici burjuvazi, seçimsiz, atamalı uzman, teknokrat ya da elit yönetimini, bu yönetme biçimini, gerektiği zaman kullanmaktan geri durmamıştır. Elbette, buna silah zoru ve faşist yöntemler eşlik etmiştir. Demokratik temayüllerin göz ardı edildiği teknokrat yönetiminde, halkın ‘rıza’ ile iknası yeterli olmamış, buna paralel olarak siyasal gericiliğin yükselmesine tanıklık edilmiştir.
Düzeni ve ilerlemeyi sağlamak adına darbeci gruplar, pozitivist, elitist bir yaklaşımla iktidarı ele geçirip toplumu yeniden şekillendirme hevesine kapılmış, burjuvazinin çıkarlarıyla birleştiğinde ya da burjuvazi onay verdiğinde iktidarın tadına varmışlardır. Türkiye’de 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinden sonra da teknokrat hükümetler gündeme gelmişti. Özellikle darbe dönemlerinden sonra, toplumu yukarıdan dizayn etme fikrindeki çevreler, ‘bilimsel bilgiye’ sahip teknokratlardan oluşan hükümet fikrini ve “popülizm” yapmayarak sözde “ülkenin çıkarları”nı hareket noktası edinecek bu türden hükümetlere olan ihtiyacı öne sürmüşlerdir.
Tabii, Yunanistan ve İtalya’daki durum bundan bir miktar farklı görünüyor. Bir kere henüz fazla uzun süreli bir teknokrat yönetiminden söz etmek mümkün değil. Sınıf mücadelesinin düzeyi böyle teknokratik bir geri dönüşü şimdilik kaldırmaz da. Diğer yandan Yunanistan ve İtalya’da siyasal gericiliğin artış eğilimi söz konusu olmakla birlikte, gericiliğin darbe sonrası dönemlerin rahatlığında olduğundan ve buna imkan tanıyacak koşullara sahip bulunduğundan bahsedilemez. Ancak, yine de, teknokratların öne çıkarılarak, yeni teknokrat hükümetlerin kurulmuş olması bir rastlantı olmasa gerek.
Şüphesiz ki 19. yüzyılın teknokrat yönetimi fikriyle, günümüzün teknokrat hükümetleri, ortaya çıkış koşulları ve ihtiyaç haline gelmeleri arasında önemli farklar vardır. Şimdi, neoliberal dönemdeki teknokratların durumuna gelebiliriz.

NEOLİBERALİZM VE TEKNOKRATLAR
Uzmanlardan oluşan kurulların neoliberal politikalarla birlikte mantar gibi türemesinde, tekelci burjuvazinin aktüel politika çerçevesi olan neoliberalizmin devlet, toplum, piyasa ve yönetim anlayışı etkindir.
Liberalizme göre, devletin piyasaya müdahalesi, verimlilik, etkinlik ve refahı azaltmaktadır. Dolayısıyla devlet ekonomiye müdahale etmemeli, düzenleyici ve çerçeve oluşturucu bir rol oynamalıdır. Neoliberalizm ise, liberalizmin devletin ekonomiye müdahale etmemesi yaklaşımını son noktaya kadar götürmüştür.
Neoliberalizmin kamu yönetimi anlayışına göre, bireyler kendi çıkarlarını gözetirler ve bencildirler. Dolayısıyla, politikacılar da, ekonomiye müdahale hakları olduğu sürece, bu bireysel çıkar gözeten yaklaşımlarından ötürü piyasanın dengesini bozacak girişimlerde bulunabilirler. Neoliberalizm, bireyin çıkarcılığından hareketle, ekonomiye politikacının müdahalesinin önlenmesi gerektiğini ileri sürer. Ekonominin düzenlenmesi görevinin de siyasal çıkarlardan uzak uzman kurullara verilmesi, bu kurulların siyasal alandan tamamen bağımsız teknik kurullar olması gerektiğini savunur. Bu kurulların demokratik olmadığı, atama usulüyle oluşturulduğu eleştirisi karşısında, bir süre sonra ortaya atılan “yönetişim” kavramıyla, bu kurullara sektörün tarafları da eklenmiş, böylece burjuvazinin yönetimine demokratik bir görüntü kazandırılmaya çalışılmıştır.
Neoliberal kurguya göre; siyasetçilerin ekonomiye müdahalesinin engellenmesi ve düzenlemenin de, paydaşların da içinde yer aldıkları uzman kurullara bırakılması, piyasaların istikrarını sağlayacak; etkinlik, verimlilik ve refahı maksimize edecektir. Böylece piyasanın işleyişi, siyasal etkilenme ve istikrarsızlıklarla bürokrasiden kurtulacaktı. Bu kurullar ve oluşturuldukları uzmanlar, tarafsız, siyaset dışı ve salt teknik bir anlayışa sahip olacaklardı.
İşte bu neoliberal kurgu, teknokratlara, uzmanlardan oluşan kurullara önemli bir misyon biçiyordu. Bu misyon; yolsuzluklar, adam kayırma, rüşvet, bürokrasi gibi olumsuzluklardan dolayı halkın tepkisini çeken politikacılara karşı oluşmuş/oluşacak tepkiyi de sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda kullanıyordu.
Bunun tam bir ideolojik çarpıtma olduğu ise gün gibi ortada. Neoliberal paradigma, olguları ters yüz ederken, yığınların burjuva politikalara karşı öfke ve tepkisini de değerlendirmeyi ihmal etmiyor. Ancak, teknokratlardan oluşan kurulların (bazı durumlarda teknokrat hükümetler de dahil edilebilir) piyasayı denetleme ve sektörleri yönetme işlevleri salt teknik bir iş değildir. Bu kurullar, neoliberal politikaları tek ve alternatifsiz politikalar olarak ilan ederek, sanki aldıkları kararlar politik değilmiş, uygulamaları doğrudan tekelci sermayenin çıkarları doğrultusunda yaşam bulmuyormuş gibi bir izlenim vermeye çalışmaktadır. Bulundukları alanlarda, başta özelleştirme reformlarını takip eden bu kurullar –“üst kurullar” adıyla–, baştan sona sermayenin çıkarlarını yaşama geçirmektedirler.
Yazımızın konusu açısından, bu durum, iki noktadan önemlidir. Birincisi; uzmanlardan oluşan kurulların politik nitelikleri ve hangi sınıfın hizmetinde oldukları göz ardı edilmekte, –sömürülen yığınların iğrençliğine tanıklık ettikleri burjuva politikadan duydukları nefret de değerlendirilmek üzere– çalışmaları yalnızca teknik bir süreç olarak değerlendirilmektedir. Yetkilerinin de politikacılardan bağımsız olduğu öne sürülmekte, böylece politikadan bağımsız bir ekonomi politikası olduğu iddia edilmektedir. Her ekonomik yaklaşımın bir politik anlam, neden ve sonucu olduğu düşünüldüğünde, piyasanın politikanın dışında, kurulların da apolitik olması mümkün değildir. Uzman kurullarla sağlanan, piyasada politikanın engellenmesi değil, ekonomi politikasında neoliberal politikanın tek seçenek olarak sunulması, diğerlerinin gayri-meşru ilan edilmesidir. Bu açıdan, ‘teknik’ olan neoliberal olmaktadır. Sözde teknik kurullar, neoliberal kurullardır.
Bu noktayı daha da açmak mümkün. Ancak özetlemek gerekirse, bu kurullar sonuna kadar politiktir. Sermayenin hizmetindedir. Neoliberalizm, bu kurulların politik strateji ve ideolojisidir. Kurullar, burjuva demokrasisi ve seçilmiş politikacılardan bağımsız değil, nispi özerkliklerine rağmen sonuna kadar burjuvazi ve onun siyasal iktidarlarına bağımlıdır. Yerel aktörlerle, sözde “yönetişim”le demokratik bir görünüm verilmeye çalışılsa da, söz sahibi olması gereken emekçiler, yalnızca görüntü ve işlevsiz temsilciler düzeyinde yer almaktadır. Sermaye ise, hem bürokrat ve uzmanlarla, hem de bizzat sermayedarlarla bu kurullarda yer almakta, yer almasa bile, ekonomik güç ve ilişkileriyle bu kurulları parmağında oynatmaktadır.
İkincisi; sermaye, uzman kurulları, yığınların burjuva demokrasisine olan tepki ve güvensizliğini neoliberal politikalar çerçevesinde değerlendirmek için kullanmaktadır. Seçilmiş politikacılar uyguladığında tepki alan herhangi bir ekonomik önlem paketi, görünüşte politik olmayan, teknik bir işlev üstlenmiş uzman kurullar tarafından ekonominin bilimsel gereği olarak sunulduğunda daha kabul edilebilir olabilmektedir. Dolayısıyla sermaye, uzman kurulları, uyguladığı emek düşmanı politikaları halk yığınlarına daha kabul edilebilir bir kılıfta sunmanın aracı olarak da kullanmaktadır. Bunun 19. yüzyıl pozitivizmiyle de pek alakası kalmamış, neoliberal ve postmodern bir üçkağıda dönüşmüştür.
Böylece sermaye, ekonomi politikasına dair emekçilerin alternatifini, teknik süreçlerle uyumsuz, piyasanın gerçekleriyle alakasız olarak göstermekte, neoliberal politikaların karşısına çıkacak politik alternatifleri baştan mahkum etmek ve neoliberal politikalar dışındaki politikaların uygulanamayacağı izlenimini yaratmak istemektedir. Ekonomi politikası genel olarak siyaset dışı ilan edilmekte, daha doğrusu, burjuva demokrasisi çerçevesinde kurumsal olarak mümkün olan ekonomi politikalarına müdahale bile literatür ve uygulamadan çıkarılmak istenmektedir. Burjuva demokrasisinin sınırları içerisinde, neoliberal politikalar dışında alternatifler (mesela bazı hakların, ücretlerin arttırılması gibi) uygulanma olasılığı –en azından teorik planda– varken, uzman kurullar vasıtasıyla, emekçi müdahalesi, burjuva demokrasisinin hem teori hem de pratiğinden çıkarılmak isteniyor. İşte bu, burjuva demokrasisinin, demokrasi kısmından daha da ayrılması, burjuva politikası dışındaki alternatif ve dalgalanmalara bile kendisini kapatmasıdır. Burjuva diktatörlüğünün şaşmaz yol haritasının kutsallaştırılmasıdır.
Sermaye açısından, teknokratların, yine sermayenin çıkarları çerçevesinde yönetim süreçlerine derinlemesine katılımı, 1980’li yıllardan itibaren sayıları ve işlevleri giderek artan ‘düzenleyici’ kurullarla birlikte hız kazanmıştır. 1990’lı yıllarda, hem dünyada hem de Türkiye’de uzmanlardan oluşan teknokrat ekipler, özellikle ekonomi yönetiminin çeşitli alanlarında sorumlu kılınmışlardır. Neredeyse her sektöre yönelik birer kurum/kurul oluşturulmuş, bu kurum/kurullar büyük yetkilerle donatılmıştır. Bu kurum/kurulların görevi, neoliberal reformları kendi alanlarında yaşama geçirmek ve bu süreci düzenlemek olmuştur.
Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit, IMF ve DB dayatmalarıyla sayıları hızla artan bu kurullar karşısındaki şaşkınlığını şöyle ifade etmiştir:
“Yanlış mı yaptık bilmiyorum. Ama Türkiye’de, çok fazla özerk kuruluş kuruldu. Devlet içinde; fakat devletten daha yetkili bazı kuruluşlar kuruldu. Onlara söz geçiremiyoruz… devletin etkinliğini yeniden demokratik kurallar içinde işler hale getirmemiz gerektiği düşüncesindeyim.”
Ecevit’in düşüncesi, elbette, bireyin etkinliğini aşan burjuva devlet mekanizması içinde anlamsız. Çünkü, Ecevit hükümeti döneminde bir uzman olarak ekonominin başına özel yetkililerle getirilen Kemal Derviş, bu tip kurulların heyecanlı savunucularından birisiydi. IMF, DB ve OECD gibi kurumlar, sömürge ülkelere verdikleri kredilerin şartı olarak, neoliberal reformları yapacak bu tür uzman kurulların kurulmasını önkoşul haline getirmişlerdir. Çünkü, tekelci sermayenin hizmetindeki bu uluslararası kuruluşlar, ülkelerde seçimlere ve tepkilere göre değişebilecek hükümetler ve tutumlarından bağımsız neoliberal kurullarla ekonomik reformların devam ettirilmesini istiyorlardı. IMF ve DB’ye göre, bu teknokrat kurullar, hükümet değişse de iktisadi ‘reformların’ istikrarını sağlayacaklardı.

YUNANİSTAN VE İTALYA’DA TEKNOKRATLAR
Yunanistan’da ve İtalya’da hükümetlere yönelik büyük tepkilerden sonra, halkın ‘fedakarlığını’ gerektirdiği söylenen acı reçetelerin uygulanması için, diğer burjuva partiler ve politikacılar yerine, teknokrat ve uzman kimliği öne çıkan bürokratlar belirlenmiştir. Yukarıda uzman kurullar için yaptığımız tartışma, bu açıdan Yunanistan ve İtalya’daki hükümet değişiklikleri için de geçerlidir.
Yunanistan’da Papandreu’yu istifa ettiren kemer sıkma politikası, burjuvazi için tek alternatif. Emekçiler içinse hak gaspları, daha kötü çalışma ve yaşam koşulları demek. Papandreu, bu önlemleri Yunan emekçilerine kabul ettiremeyeceğini gördü. Şimdi, sermaye, oluşturulan bu politikaların politik bir tercih meselesi değil, krizden çıkış için teknik-ekonomik kaçınılmaz reçete olduğu izlenimini vermek istemektedir. Bu politikaların, ancak, tarafsız ve politika dışı izlenimi veren teknokrat hükümetle yaşam bulacağını düşünmektedir.
Papademos bir ekonomist. Yıllarca Avrupa Merkez Bankası Başkan Yardımcısı olarak çalıştı. İtalya’nın yeni başbakanı Mario Monti de 1994-2004 yılları arasında Avrupa Komisyonu İç Piyasalar, Gümrük ve Vergilendirme Komiserliği yaptı. Ancak ne Yunanistan ne de İtalya, borç krizini atlatmak için bir önceki hükümetin yaptığından başkasını yapacak durumda değil. Tersine aynısını yapmak üzere geldi. Peki, öyleyse hükümet neden değişti? Politika değişmeyecekse, Yunan emekçileri için değişen ne olacak? Değişen bir şey olmadığı açık. Referandum sözünden bile ayağa kalkan AB kurulları, Alman emperyalizminin sözcüleri ve tekelci sermaye, Yunanistan’daki hükümet değişikliği karşısında memnuniyetini ifade etmektedir. Kemer sıkma önlemlerinin devam edecek olması tekelci burjuvaziyi tatmin etmektedir.
Değişen ne olacak diye sormuştuk? Cevabı açık. Değişen sadece görünüm. Başka bir ifadeyle, değişen sadece kılıf. Emekçilerin tepkisini dikkate alan bir burjuva demokrasisi dahi söz konusu değil. Yalnızca politikacıların kötü yönetimine karşı, uzmanların anti-politik ve teknik yönetimi öneriliyor. Ama politika aynı! Yani emekçilerin talepleri hesapta yok. Yunanistan ve İtalya’da eski tas eski hamam!
Yunanistan ve İtalya gibi emekçilerin örgütlü ve birleşik bir mücadele geleneğinin olduğu ülkelerde, politikacıların yerini teknokratlara bırakması, halk yığınlarının rızasını kazanma harekatı olarak da değerlendirilebilir. Halkın öfkesine neden olan programlardan vazgeçmeyen, Alman emperyalizminin baskısıyla da vazgeçmeyi aklının ucundan geçirmeyen (ve elbette bu politikalardan, özellikle dışarıdan AB tarafından dayatılıyor olmalarından kendileri de gayet memnun olan) ülke burjuvazileri, Avrupa tekelci sermayesiyle uyum içinde, sermayenin yönetim aygıtında teknokrat bir değişimle durumu kurtarmaya çalışmaktadır.
Yukarıda, uzman kurullar için söylediğimiz iki nokta yine geçerli. Bir, bu uzmanlar, uygulamalarını, politik niteliği olmayan teknik süreçler olarak göstermekteler. Ancak sonuna kadar sermayenin hizmetinde ve neoliberaldirler. İki; politik bir meseleyi, alternatifsiz ve teknik bir mesele olarak göstererek, halkı ikna gücünü arttırmayı hedeflemektedirler. Bu özelliğiyle, aynı neoliberal programı uygulayacak teknokrat hükümetler, seçilmiş politikacıların üstü örtük eleştirisi temelinde, işinde uzman, dolayısıyla alternatif emek yanlısı politikalardan muaf bir konuma sokulmak istenmektedir. Böylece emekçilerin ekonomi politikasına müdahalesinin olabildiğince sınırlanması öngörülmekte, ‘teknik’ işler teknik insanların işi olarak ifade edilmektedir. Bu yönüyle de, burjuva demokrasisinin sınırları içinde dahi kabul edilen emekçilerin siyasal iktidar ve politikalara müdahalesi daha da zorlaştırılmaktadır. Teknokrat hükümetler, burjuva demokrasisinin bile kısıtlanması anlamına gelmektedir. Ki, aynı politika paketinin uygulanması, emekçi muhalefetinin bastırılmasını, dolayısıyla giderek yükselen bir siyasal gericiliği de beraberinde getirmektedir. Burjuvazinin demokrasisinin, en basit biçimlerinin bile, yalnızca işine geldiğinde ve kendisinin politikasını tehdit etmediğinde anlamlı olduğu ortadadır. Burjuvazinin ve onun demokrasisinin ikiyüzlü niteliği, teknokratların atamacı ve ‘demokrasi’ üstü varlığıyla bir kez daha gözler önüne serilmiştir.

HALK İRADESİ VE TEKNOKRASİ

Burjuva demokrasisinin propagandif mantığı, dört yılda bir yapılan seçimler aracılığıyla halkın iradesinin devlet yönetiminde egemen olduğunu, halkın, eğer iktidarın politikalarını beğenmiyorsa, bir sonraki seçimlerde onu özgürce değiştirebileceği fikrine dayanır. Bu özgürlüğün, burjuva sömürü düzeninin sınırları içerisinde halkın dilediği burjuva partiyi seçme özgürlüğü olduğu bilinmektedir. Böyle bir demokrasinin, burjuvazinin devasa propaganda olanakları ve üretim araçlarındaki mülkiyetine bağlı olarak, devasa bir ekonomik, siyasi ve askeri güçle yarışmak üzere, halka küçük bir alan bıraktığı bilinmektedir. Görünüşteki demokrasinin, yığınların mücadelesi karşısında, bu çelişkili ve sınırlı demokratik niteliğinden de vazgeçtiği görülmektedir.
Burjuvazinin halk iradesini ne kadar dikkate aldığı tartışılabilir. Burjuvazinin demokrasiyi, kelime tanımını geçersiz kılarcasına burjuva diktatörlüğünün sınırlarına hapsettiği, onu işlemez, hakları da kötürüm kıldığı açıktır. Ancak, onun literatüründe, seçimlere dayanan bir halk iradesi vardır. Ve meşruluğunun önemli bir kısmını da bu seçimlerle ortaya çıkan tablodan almaktadır. Şunu demektedir: Madem bu politikaları beğenmiyorsunuz, sizin istediklerinizi yapacak bir hükümeti seçmekte özgürsünüz. Parlamentoya yansıyan sizin iradenizden başkası değildir.
Oysa bu iradenin, yalnızca burjuvazinin ihtiyaçlarıyla uyum içerisinde olduğu, en ileri haliyle, burjuva sömürü düzenini tehdit etmediği durumlarda anlamlı olduğu görülebilir. Ama halkın mücadelesi ve tepkisi burjuvazinin ihtiyaçlarıyla çelişir duruma geldiğinde, burjuva demokrasisinin halk iradesi, seçmene karşı sorumluluk gibi ilkeleri kolayca rafa kaldırılabilir. Burjuvazinin iradesi olduğu sürece halkın iradesinden bahsedenler için, millet iradesi ve halk iradesi gibi kavramlar ihtiyaca bağlıdır.
Yunanistan ve İtalya’da tekelci burjuvazinin sözde halk iradesini dahi yok sayan teknokrat hükümetleri,, burjuva demokrasinin iki yüzlülüğünü bu yanıyla da göstermektedir. Yeni teknokrat hükümetler, ne seçimle iş başına gelmişlerdir, ne de oy kaygısıyla seçmenlere karşı bir sorumluluk duymaktadırlar. Burjuva demokrasisinin sınırları içerisinde bile, halka bir vaat vermişlikleri, dolayısıyla hesap sorulabilirlikleri yoktur. Uyguladıkları politikalarla bir dahaki seçimleri kaybetmek gibi bir dertleri de bulunmamaktadır.
Ancak, demokrasilerinin bitmek bilmez özgürlüklerini sıralayan, halkın iradesinin baş tacı olduğunu söyleyenler ve seçim sistemini kutsayan burjuvazi ve ideologları için, bütün bu liberal kavram ve dayanakları bile hiçe sayılarak, üç-beş teknokratın hükümetin başına getirilmesi, en ufak bir sorun bile olmamıştır.
Seçim kaygısı, oy derdi, seçilebilirlik gibi dertleri olmayan teknokratların tek sorumluluğu tekellere karşıdır. Çünkü onları oraya, halkın oyu, iradesi, düşüncesi falan getirmemiş, bütün burjuva demokratik mekanizmaların burjuva diktatörlüğünün ihtiyaçları karşısında hikaye olduğunu gösterirçesine tekeller getirmiştir. Uygulayacakları politikalar, Avrupa’nın en büyük tekelci kapitalistlerinin ihtiyaçlarıyla ölçülmektedir. Halkın bu politikalara tepkisiyle kaybedecekleri bir şey de yoktur. Çünkü zaten seçilmemiş, atanmıştırlar.
Tabii, bütün bunlar, burjuva sömürü düzeninde anlamsız değildir. Halkın iradesi seçimlere indirgendiğinde, bu seçimler de burjuvazinin iradesiyle çeliştiğinde, halk iradesi mefhumunun, halkın egemenliği propagandasının burjuvazinin tekelci diktatörlüğünü gizlemekten başka bir işlevi olmadığı görülebilir. Atanmış uzmanların iktidara getirilmesindeki rahatlık, bunu, görmeyen gözlere de göstermektedir.

BURJUVA DİKTATÖRLÜĞÜ
Yunanistan ve İtalya’daki gelişmeler, ekonomi politikasına dair bir kararda öne sürülen referandum fikrine karşı yükselen hezeyanlar, politikanın tam göbeğinde duran konularda teknokrasinin yönetimiyle karşıt fikirlerin reddedilmesi, böylece ‘ikna’ yöntemlerinin bir kenara bırakılıp baskı ve zorun öne çıkarılması, Türkiye’de 12 Eylül faşizmiyle yaşam bulan neoliberal saldırgan politikaların bir benzerinin bahsi geçen ülkelerde teknokratlar eliyle uygulanması ve yükselen halk hareketine karşı tekelci burjuvazinin artan öfkesi ve siyasal baskılar, burjuva demokrasisinin halk hareketine karşı düşmanlığını, halk idaresinin yanından bile geçmediğini bir kez daha gösterdi.
Çünkü burjuva demokrasisinin ilk ve temel sınırlarından önde geleni, işçi ve halk hareketidir. Hareketin yükselmesi ve burjuvazinin çıkarlarını tehdit edecek bir noktaya gelmesi, burjuva demokrasisinin biçimsel olarak işleyen göstermelik haklarının bile ortadan kaldırılması için yeterlidir. Tekelci burjuvazinin Avrupa’nın zayıf halklarında katılıklar olarak ifade edilen işçi haklarının ortadan kaldırılması, kamu sektörünün özelleştirmelerle olabildiğince daraltılması, emeklilik yaşının daha da yükseltilmesi, ücretlerin düşürülmesi gibi saldırıları içeren kemer sıkma programlarını dayatmasıyla, tek başına ‘rıza’ yöntemlerinin işe yaramayacağı kolayca anlaşılabilir. Tekelci burjuvazi, yıllardır iki ileri bir geri yürüttüğü hak gasplarını hızlandırmak için kendine önemli bir bahane buldu. İşçi ve halk hareketlerine karşı giderek artan saldırılar da, tekelci sermayenin neoliberal programıyla burjuva demokrasinin yan yana yürümekte zorluk çektiğini göstermektedir. Böyle dönemler, burjuva demokrasisinin özünü daha bir net göstermektedir. Sömürü ilişkilerini tehdit etmediği sürece emekçilerin de baskısıyla siyasal alanda demokrayi (o da içini boşaltarak) kabullenen burjuva iktidarı, en ufak bir tehditte burjuva demokrasi denen şeyin aslında burjuva diktatörlüğünden başka bir şey olmadığını ve siyasal demokrasinin de yerini siyasal gericiliğe bırakmaya hazır olduğunu göstermektedir.

SİYASAL GERİCİLEŞME
Demokrasinin inkarına yönelik eğilimler, sadece Yunanistan ve İtalya ya da 12 Eylül dönemine ilişkin bir olgu değil. Birincisi, uluslararası rekabetin baskısı ve neoliberal politikaların, hak gaspları, emeğe yönelik saldırıları ve kolektif hakları giderek kullanılamaz, bazı bireysel hakları da anlamsız kılması nedeniyle. İkincisi, bu politikaların aynı zamanda emekçilerin öfkesini tetiklemesi, burjuvazinin de bu öfkeye karşı demokrasi dışı önlemleri daha fazla öne çıkarması nedeniyle. Daha da arttırılabilir.
Tekelci burjuvazi, rekabetin baskısıyla giderek saldırganlaştığı, krizlerin giderek kısalan periyotlarda gerçekleştiği bir dönemde, emek düşmanı programını daha sıkı bir şekilde uygulamak zorunda. İşte bu zorunluluk, ne hükümetlerin koltuk ‘güvenliğini’, ne de demokrasinin gelişmesini öngörüyor. Varsa yoksa kârını arttırmak, sömürüyü pekiştirmek. Bunun yollarını, halkın gözünde güvenilirliğini kaybetmiş politikacılar yerine sözde uzman, özde demokratik temayülleri de ortadan kaldıran biçimlerle genişletmekte aranıyor.
Türkiye’de zaten burjuva demokrasisinin kurumları hak getire! Ama sermayenin ihtiyaçları demokratik görünümleri bile gereksiz hale getirebiliyor. AKP’nin yüzde 50’ye yakın oy ile biriktirdiği siyasal güce yaslanarak, emek düşmanı politikalar ve siyaset sahnesini yeniden dizayn etme çabasında Meclisi bile kullanmaktan imtina etmesi, bunun örneklerinden. Kanun hükmünde kararnamelerle yönetilen, Meclis’te tartışılmadan yaşam bulan, sadece iktidar partisinin keyfine göre yönetilen, bırakalım halkı, onun karar süreçlerine katılmasını, burjuva muhalefete bile tahammülü olmayan bir dönemden geçilmektedir. Türkiye’deki bazı biçimsel demokratik görünümlerin soyunarak burjuva diktatörlüğünün gerçekliğini göstermesi ve siyasal gericiliğin yükselişi çok daha hızlı ve kolay olmaktadır.
Halkın karar alma mekanizmalarının dışına itilmesi, iktidara müdahale olanaklarının azaltılması ve engellenmesi, teknokratlar yönetimiyle buna ideolojik ve sözde politika dışı bir kılıf hazırlanmasına rağmen, uygulanmasında ısrar edilen tekelci sermayenin programı, burjuva diktatörlüğünün özünde aynı olduğunu göstermektedir.
Dolayısıyla tekelci burjuvazinin kimi ülkelerde faşizm yoluyla, kimisinde bazı demokratik biçimler altında uyguladığı, işçi sınıfı ve emekçilerin haklarını ortadan kaldırmayı esas alan ve burjuvazinin emekçiler üzerindeki diktatörlüğü ve sömürüsünü pekiştiren politikalardır. Bu gerçekliğin, Avrupa Birliği’nde ‘saf’ demokrasi ve emeğin Avrupası ütopyasını görenleri bir kez daha uyanmak zorunda bıraktığını umalım.
Burjuvazi, çıkarları gerektirdiğinde ağzından düşürmediği halk iradesi, halk egemenliği, çoğulculuk gibi argümanları bir kenara bırakmaktan çekinmiyor. Son gelişmeler ve teknokrat hükümetler, burjuva demokrasisinin bile askıya alındığını gösteriyor. Emekçilerin, tekelci sermayenin ‘teknokrat’ ve halk düşmanı uygulamaları karşısında mücadele etmekten başka alternatifleri yoktur.

“Demokratik özerklik”, demokratikleşme, barış, eşitlik ve kardeşliğin yolunu açar

“Bölgesel özerklik”, uzun bir süreden bu yana Türkiye’de tartışma konularından biri durumunda. Kürt sorununun demokratik çözümünde Kürt ulusal temsilcileri tarafından bir çözüm önerisi olarak gündeme getirilen “demokratik özerklik” ya da başka bir ifadeyle “özerk Kürdistan”, bir iki yıldan bu yana somut bir sorun olarak tartışılıyor. Daha önce “bağımsız Kürdistan” hedefiyle silahlı ve politik mücadele sürdüren Kürt ulusal hareketi PKK’nin, yeni teorik ve siyasi tespit ve yöneliminden ardından bir yönetim biçimi olarak gündeme getirdiği “demokratik özerklik”, her alanda olduğu gibi burjuva cephede de önemli bir ilgi ve tepki buldu. Başta sınıf partisi olmak üzere, ilerici, barış ve demokrasi yanlısı güçlerin de destek ve güç verdikleri talep, başta hükümet olmak üzere, CHP, MHP ve diğere burjuva gruplar tarafından da tartışılan bir gündem olmaya devam ediyor. Ancak Cumhuriyet tarihi boyunca inkar, asimilasyon ve şiddete maruz kalan Kürtlerin bir yönetim ve temsiliyet hakkı olarak sorunun çözümün bir yolu olmak bakımından tartışmaya değer bulmaktan ziyade, hükümet ve burjuva cenahın, “demokratik özerklik” talebini “bölücülük” propagandasını güçlendirmek için kullandıkları görülmektedir.
Sermaye çevrelerinden bazı sesler de bu tartışmada yer aldı. TÜSİAD’dan, TESEV’e burjuva, liberal çevrelerden de bir “ilgi” olduğu söylenebilir. Egemen güç odakları ve onların yörüngesindeki politik akımların önemli bir bölümü, inkarda ısrar ederek, mevcut statünün, bireysel haklar tanınmak suretiyle devam etmesini isterken, liberal çevreler, “Avrupa Birliği Yerel Yönetimler Reformu Şartı” kapsamında bazı adımlar atılması gerektiği savunmaktadır. AKP’den beklenti içinde olan bu çevreler, AKP’nin adım atmak istediğini, PKK’nin bunu engellediğini” dahi iddia edebilmektedirler. Oysa burjuvazi, AKP eliyle ileri sürdüğü “açılım” politikasıyla esas muradının, etkisizleştirme, ulusal silahlı güçleri tasfiye etme ve belirlediği sınırlar kapsamında bir “çözüm” peşinde olduğunu gösterdi. AKP hükümeti “ustalık dönemimiz” dediği 12 Haziran 2012 Genel Seçimleri’nden sonra, yüzündeki maskeyi hepten fırlatıp atarak, liberalleri de şaşırtan açık yüzüyle, siyasi ve askeri operasyonları arttırarak, bastırma ve tasfiye yönünde yol almak isterken, liberaller, hala AKP’den umut kesmemekte kararlı görünerek, Kürtleri bir ulus olarak kabul edip, ulus olmaktan kaynaklı hakların tanınmasından ziyade, Türkiye’nin katı merkezi yapı ve yönetim biçiminden, küçültülmüş ve yetkileri yerellere devredilmiş bir sisteme geçmesi gerektiği üzerinde durmaktadırlar. Eğitim, sağlık, güvenlik gibi bazı alanların yerel yönetimlere devri ve Türkiye’nin 20 ya da 26 bölgeye bölünerek, özerk bölgeler statüsüne kavuşturulmasıyla Kürt sorununun da çözüleceğini iddia etmektedirler.
Biliniyor olmakla birlikte, hatırlatmakta yarar var; AKP hükümeti 15 Temmuz 2004 tarihinde AB müktesebatında yer alan “bölgesel özerklik” benzeri uygulamalara, hatta bir yoruma göre, bölgelerde bir nevi hükümetlere yol veren “Kamu Yönetimi Temel Kanunu”nu TBMM’den geçirmişti. Ancak dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, AKP’li Ömer Çelik’in “özerklik”le bağlantılandırılmasını suikast ifadesini kullanarak suçladığı bu yasayı veto etmişti.  AKP hükümeti, 25 Ocak 2006 tarihinde de, Türkiye’yi 12 Eyalete ayıran Kalkınma Ajansları Yasası’nı TBMM’den geçirerek yasalaştırmış, bu yasanın gereği olarak birçok proje devreye sokulmuştu.
Yine AKP hükümeti tarafından, 4 Haziran 2003 tarihinde TBMM’de onaylanan “Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi” ile “Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi” başlıklı “BM İkiz Sözleşmeleri”, 18 Haziran 2003’te Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe sokulmuştu.
Bu yasaya göre;
“1. Bütün halklar kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir. Bu hak vasıtasıyla halklar kendi siyasal statülerini serbestçe tayin edebilir ve ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerini serbestçe sürdürebilirler.
2. Bütün halklar uluslararası hukuka ve karşılıklı menfaat ilkesine dayanan uluslararası ekonomik işbirliği yükümlülüklerine zarar vermemek koşuluyla, doğal kaynakları ve zenginlikleri üzerinde kendi yararına serbestçe tasarrufta bulunabilir. Bir halk sahip olduğu maddi kaynaklardan hiçbir koşulda yoksun bırakılamaz.
3. Kendini yönetemeyen ve vesayet altındaki ülkelerden sorumlu olan devletler de dahil bu Sözleşme’ye taraf bütün devletler, kendi kaderini tayin hakkının gerçekleştirilmesi için çaba gösterir ve Birleşmiş Milletler şartının hükümlerine uygun olarak bu hakka saygı gösterir.”
Demokratik Toplum Kongresi’nin bu yasalardan da güç alarak gündemine aldığı ve kamuoyu ile paylaştığı “demokratik özerklik projesi”, programına alınmak üzere, öncelleri gibi Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılan legal Kürt ulusal partisi DTP’nin kapatılmadan önce 24 Ekim 2007’de yaptığı 2. Olağan Kongresi’ne sunuldu ve bu kongrede oy birliği ile kabul edildi. DTP, bu projeyi birkaç dilde kitapçık olarak bastırarak, TBMM’de dahil olmak üzere her tarafta dağıttı. Kapsamı şöyleydi:
“1- Türkiye siyasi ve idari yapısında demokratikleşmeyi sağlamak amacıyla köklü bir reformu öngörür.
2- Sadece devlet sistemini değiştirerek sorunların çözülemeyeceğinden hareketle, toplumun öz yeterliliğini esas alır.
3- Sorunların çözümünde geliştirilecek yöntemler için, yereli güçlendirme, halkı söz ve karar sahibi kılma felsefesiyle hareket eder.
4- Halkın karar süreçlerine dâhil olması için demokratik katılımcılığı savunur ve tüm yerel birimlerde meclis sistemini esas alır.
5- Salt ‘etnik’ ve ‘toprak’ temelli özerklik anlayışı yerine kültürel farklılıkların özgürce ifade edildiği bölgesel ve yerel bir yapılanmayı savunur.
6- ‘Bayrak’ ve ‘resmi dil’ tüm ‘Türkiye ulusu’ için geçerli olmakla birlikte, her bölge ve özerk birimin kendi renkleri ve sembolleriyle demokratik öz yönetimini oluşturmasını öngörür.
7- Demokratik özerk yönetim, ‘bölge meclisi’ olarak örgütlenir ve meclislerde görev alan kişiler de ‘bölge meclis temsilcisi’ olarak tanımlanır. Meclis hem meclis başkanını hem de görevli olduğu alandaki işleri yürütecek yürütme kurulu üyelerini ayrı ayrı seçer. Başkan ve yürütme kurulu üyelerinin, meclisin aldığı kararların icrasından sorumlu olmaları öngörülür.
8- Bölgelerin her biri o bölgenin özel adı veya bölge meclisinin yetki sınırları içinde bulunan en büyük ilin adıyla anılacaktır.
9- Demokratik özerklik modelinde il valileri, hem merkezi hükümetin hem de bölge yürütme kurulunun aldığı kararları uygulamakla görevlidir. Bakanlıkların taşra teşkilatları da aynı prosedüre tabi olacaklardır. İl genel meclisleri, belediye ve muhtarlıklar gibi diğer idari yapılar varlığını korumaya devam edeceklerdir.”
Kürt sorununun çözümünden yana olan, operasyonların ve çatışmaların son bulmasını, Kürtlerin demokratik hak ve özgürlüklerinin tanınması ve yaşamın olağanlaşmasını isteyen hemen her politik çevrenin ilgi duyduğu “bölgesel özerklik” sorunu aslında yeni bir sorun ve tartışma değil. Sadece PKK’nin dile getirdiği ve tartışmak istediği bir konu olmayan “özerklik” (muhtariyet, otonomi) birçok çevrenin çatışmalarla süregelen Kürt sorununda önerdiği çözüm yollarından birisi durumunda. “Özerklik”, “federasyon”, “bağımsız Kürdistan”, “birleşik bağımsız Kürdistan” gibi modeller, hemen her dönem, Kürt sorununun çözümü kapsamında değerlendirilen, tartışılan konular olageldi. Ancak “demokratik özerklik” önerisi, bir bölüm yan öneriyle birlikte, somut bir çözüm yolu olarak önümüze getirilmiş bulunuyor.
Önerinin sahibi olan Kürt ulusal hareketinin, mevcut misak-i milli sınırlarına, İstiklal Marşı’na, TBMM’ye bir itiraz yok. Bunların varlığını sürdürdüğü koşullarda, bir bölgesel parlamento, Kürtlerin anadilde eğitim hakkı, özerk bölgede kamu işlerinin yürütülmesinde Kürtçenin de kullanılması ve özerk bölgede Türk bayrağının yanında sarı-kırmızı-yeşil Kürt ulusal bayrağının da dalgalanması –en azından bu aşamada– yeterli sayılmaktadır. Elbette başkaca anlaşılır ve gerçekten acil olan ve süratle karşılanması gereken politik talepler de bulunmaktadır. Kürt ulusal hareketinin temsilcileri, bu taleplerinin bölücülükle eşleştirilmesini engellemeyi kuvvetlendirecek bir argüman olarak da, –ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin haklarını kullanmalarıyla ilgili olan böyle bir özerkliğin tanımının da, içeriğinin de zorlanarak anlamsızlaştırılmasını da göze alarak olmalı– “bölgesel özerkliği sadece Kürdistan için istemiyoruz, her bölgede özerklik uygulanmalı ve bölgesel parlamentolar kurulmalıdır” diyorlar.
UKKTH kapsamında soruna yaklaşan Marksistlerin yaklaşımı ise, kısaca şöyle özetlenebilir: “O halde, ulusların kendi kaderinin tayininin anlamını kavramak istiyorsak ve hukuksal tanımlarla oynamayıp, soyut tarifler ‘uydurmayıp’, bilakis ulusal hareketlerin tarihsel ekonomik temellerini incelersek, o zaman kaçınılmaz olarak şu sonuca varırız: ulusların kendi kaderlerini tayininden, onların başka ulusal topluluklardan devlet olarak ayrılması anlaşılır, bağımsız bir ulusal devletin kurulması anlaşılır.” (Lenin, Seçme Eserler cilt 4, sayfa 261)
Kürt ulusunun kendi geleceğini belirleme hakkı söz konusu olduğunda, öncelikle ulusun ayrı devlet kurma hakkı teslim edilmeden söylenen tüm diğer şeylerin anlamsız olduğunu kaydederek ve “demokratik özerklik” de dahil olmak üzere, hiçbir yönetim biçimini mutlaklaştırmadan, ezilen ulusun, koşullarını ve biçimini kendisinin belirleyeceği, gönül rahatlığıyla yaşamak istediği yönetim biçiminin desteklenip savunulmasının doğru tutum olacağını ekleyerek ve geçmişe dönmeyip, hangi parti, çevre ya da kimlerin hangi modeli bir çözüm yolu olarak önerdikleri, hangisinin doğru hangisinin yanlış olduğu tartışmasına girmeden, günümüzde önemli bir gündem haline gelmiş olan ve sorunun çözümünde şimdilik tek çıkış yolu olarak görünen “bölgesel özerklik” sorununu güncel yanlarıyla ele alarak değerlendirmeye devam edelim.
Öncesini bir yana bırakılarak değerlendirecek olursak, 30 yıla yakın bir süreden beri çatışmalarla süren, büyük bölümü Kürtler olmak üzere 40-50 bin insanın yaşamına mal olan, 400 milyar dolar harcanan ve 17.500 faili meçhul cinayet işlenen, binlerce köyü boşaltılan, dili yasak, kimliği, ulusal hakları yok sayılan Kürtlerin taleplerinin asgari düzeyde de olsa karşılanması, akan kanın durması, karşılıklı olarak biriken kin ve nefretin, ulusal çatışma ögelerinin engellenmesi, Kürt sorununun hal yoluna girmesinde, günümüzde “bölgesel özerklik” modelinin bir çözüm yolu olabileceği görülüyor. Kıyasıya süren, her gün çatışmaların yaşandığı, asker ve gerilla cenazelerinin gözü yaşlı annelere teslim edildiği, ırkçı ve şoven propagandanın sürdüğü, yer yer ayyuka çıktığı ve ulusal boğazlaşmaların körüklendiği iç savaş hesaplarını da bozacak olan bir çıkış yolu olarak “bölgesel özerklik” modeli, tüm uluslardan işçi ve emekçilerine tereddütsüzce savunmaları ve uğruna mücadele etmeleri gereken bir çözüm yolu olarak değerlendirilebilir. Günümüz koşullarında, Kürt halkının talebi, Türk ve tüm ulus ve kimliklerden halkların da desteği ve mücadelesiyle, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümünde uygulanabilecek bir model olduğu söylenebilir. Kürt ve Türk ulusu başta olmak üzere, Anadolu’da, Mezopotamya’da, Trakya’da, tüm coğrafyada yaşayan halkların, soykırıma, gadre ve katliama uğrayan tüm halklar ve inançların eşit ve demokratik koşullarda yaşamalarına kapı aralayacak, tarihle, gerçeklerle yüzleşmeye olanak tanıyacak bir model olabileceği, demokrasi güçlerinin önemli bir mevzi kazanabileceği hasebiyle, bu yönetin biçimi denemeye değerdir. Türkiye’nin demokratikleşmesi sorunu olarak ele alınması gereken bu model, nesnel ve öznel bakımdan, tüm zor koşullara rağmen, eğer değerlendirilebilirse, oldukça zengin olanaklar sunmaktadır.
Bilindiği gibi, sınıf partileri, tüm uluslardan işçi sınıfının birliğinden, ortak mücadelesinden, ortak kurtuluşundan ve ortak iktidarından yanadır. İki ya da çok uluslu ülkelerde sınıfın ya da halkın iktidarında, ulusların ayrılma, ayrı yönetim biçimleri kurma hakları mevcut olmakla, bunu dilediği gibi kullanma hakkı bulunmakla birlikte, eşit ve özgür koşulların mevcudiyetine rağmen, hiçbir ulusun diğeri üzerinde ayrımcılık ve baskı uygulamadığı bir ortamda ayrılma özel olarak istenmez, kışkırtılmaz. Bu, her iki ulustan sömürülenlerin sınıf tavrı olarak şeklenmiş bir sınıf tutumudur. Ayrı devlet olarak örgütlenmesini gerektirecek tüm koşullara rağmen, ulus olmaktan kaynaklı bütün haklarını kullanan ulusların ortak ve büyük bir “cumhuriyet” ile yönetilmelerinin tarihte örnekleri de bulunuyor. Bununla birlikte sınıf partileri hiçbir ulusun esaretine kayıtsız kalamazlar. Ezilen ulusun esaretten kurtuluşu sorunu, sınıfın, sınıf partilerinin temel sorunlarından birisi olagelmiştir. Günümüzde Kürt ulusunun durumu tam da böyledir.
Türkiye’de ve Kürdistan’da sınıf partisinin Kürt sorununda aldığı siyasi ve pratik tutum da Marksizmin tarihsel birikimine ve sınıf partilerinin tutumuna uygun bir gelişim izlemiş, böyle olagelmiştir. Giderek bir halk hareketine dönüşen ve ulusal direnişinin başında bulunan Kürt ulusal hareketinin “ulusal sorunun çözümünde bir yol, bir çıkış” olarak önerdiği “demokratik özerklik” karşısındaki tutumu da buradandır. Sadece Kürt ulusunun demokratik hak ve özgürlüklerinin karşılanması açısından değil, her ulustan işçi sınıfı ve emekçilerin geleceği ve kapitalizme karşı ortak mücadelesi açısından önem taşıdığından dolayı, sınıf partisi tarafından başından beri desteklenen ve başarılması için mücadele edilen bir yönetim biçimidir, “özerklik”. Kürt ulusal sorununu ve buna bağlı olarak Kürt ulusal hareketi ile ilişkilerini, ittifak ve mücadele birliklerini düzenleyen sınıf partisi, diğer tüm akımlardan farklı bir tutum ve kararlılık sergilemekle kalmamış, tutum ve duruşuyla bir nirengi noktası oluşturmuştur.
Elbette, Kürt sorununun barışçı ve demokratik çözümünde anahtar rol oynayacağı savları ile birlikte, “bölgesel özerklik”in “bununla sınırlı kalmayacağı”, bölünmeye neden olacağı ve bundan dolayı karşı çıkılması gerektiğini iddia edenlerin sınıf ve emekçiler üzerinde yarattığı etkiyi küçümsememek gerek. Dahası “sol”, “sosyalist”, “komünist” tanımlarıyla politika yapan çevrelerin de bu konuda statükocu ve gerici bir noktada durduklarını da hesaba katarak söyleyecek olursak, Marksistlerin işinin çok daha zor olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak konunun birçok yanıyla tartışılıyor olması ve hemen her çevre ile tartışma olanağı bulunması gerçeğini bir avantaj olarak değerlendirerek, sınıfın ve sınıf partisinin muradının aktarılması ve anlaşılması sağlanabilir.
Çeşitli kesimleriyle burjuva gericiliği, ırkçı ve şoven güçler, Kürtleri bir ulus olarak görmek istemediklerinden ve ulus olmaktan kaynaklı haklarını kabullenemediklerinden dolayı, tüm diğer çözüm yollarına olduğu gibi, “demokratik özerklik” talebine de karşı çıkmaktadırlar. (Kürtler önce sorunu bir talep olarak gündeme getirdiler, daha sonra, 14 Temmuz 2011 tarihinde Diyarbakır/Amed’de yapılan DTK toplantısında “demokratik özeklik” ilanında bulundular.) Kürtlerin kendilerini ulus olarak yönetmelerine olanak tanıyacak herhangi bir yönetim biçimini önermeyen, ancak her ileri sürülen talep ve yönetim biçimini şiddetle bastırmaya kalkan Türkiye burjuvazisi, buna da karşı çıkmakta, Kürtlerin mevcut koşulların iyileştirilmesiyle bireysel hak ve özgürlüklerine sahip olabileceklerini ve bunun yeterli sayılması gerektiğini vaaz ediyor.

“DEMOKRATİK ÖZERKLİK” BÖLMEZ, SINIFI VE HALKLARI ORTAK MÜCADELEYE YÖNELTİR
İki uluslu ya da çok uluslu ülkelerde birlikte yaşamı sürdürecek koşullar yaratılmadan, barış ve huzur içinde yaşamanın mümkün olmadığı gerçeğinden hareketle, Kürt sorununun çözümünün sağlanmadığı, Kürtlerin ulus olarak kendi iradeleriyle benimseyecekleri bir yönetim biçiminin uygulanması aracılığıyla kendi kaderlerini tayin edemedikleri sürece barış ve huzur içinde yaşama olanağı yoktur. Farklı ulusların yaşadığı tüm ülkelerde ulusal sorun ya ülkelerin kuruluşundan itibaren bir çözüm bulunarak hal yoluna konulmuş ya da çözümünü dayattığında bir çıkış yolu bulunarak ilerleme sağlanmıştır. Bugün Kürt sorununda da bir çözüm yolu bulunması zorunluluğu kaçınılmazlıkla kendisini dayatmaktadır.
Ne yazık ki cumhuriyetin kuruluşunda bu sorunu çözememiş ve büyük acılar yaşamış ulusların evlatları olarak bu gün bu sorunu çözme sorunuyla karşı karşıya bulunuyoruz.
Ne yazık ki, Türkiye Cumhuriyeti 88. kuruluş yılında bile hâlâ bu sorunu çözmemiş, çözememiştir. 30 yıldan bu yana çatışmalarla süren Kürt sorunundaki çözümsüzlüğün yakın dönemde artan operasyon ve çatışmalarla daha da kaygı verici bir aşamaya geldiği görülüyor. Cumhuriyetin kuruluş yılları diyebileceğimiz yıllar boyunca –1921 Anayasası’na da geçirildiği üzere– “Kürtlerin çoğunluk teşkil ettikleri yerlerde muhtariyet (otonomi, özerklik) ile yaşamlarını Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları olarak sürdürebilecekleri” ilan edilmişken, 1924 Anayasası ile kayda geçirilen Kürtlere yönelik inkar, imha ve asimilasyon politikaları, sorunu tam bir çıkmaza sürüklemiştir.
Koçgiri olayından sonra, yeni ve daha büyük sorunlarla yüzleşilme zorunluluğunu dayatan bir tarihe sahibiz. Mustafa Kemal’in 16 Ocak 1923’de İzmit Kasrı’na davet ettiği Yalman ve Sertel gibi dönemin tanınmış gazetecileriyle yaptığı görüşmede Kürt sorununu ilişkin olarak yaptığı değerlendirme ve öngörülere uygun bir gelişim seyri yaşanmış olsaydı, bugün bu sorunları yaşıyor olmayacaktık. Mustafa Kemal Kürt sorunu değerlendirmiş ve gelecekteki olası yönetim biçimine ilişkin açıklamalarda bulunmuştu.1923 yılında düzenlediği İzmit basın toplantısında, M. Kemal’in A. Emin Yalman’ın sorusuna verdiği ve daha sonra sansür edilen cevabı Kürt sorununa bugün tartıştığımız yerden bir açıklama getirmektedir. M. Kemal şöyle diyor: “Kürt sorunu, bizim yani Türklerin çıkarlarına olarak da kesinlikle söz konusu olamaz. Çünkü bildiğiniz gibi, millî sınırlarımız içinde var olan Kürt unsurlar o şekilde yerleşmişlerdir ki, pek az yerlerde yoğundur. Fakat yoğunluklarını kaybede kaybede ve Türk unsurunun içine gire gire öyle bir sınır doğmuştur ki, Kürtlük adına bir sınır çizmek istersek Türklüğü ve Türkiye’yi mahvetmek gerekir. (…) Dolayısıyla başlı başına bir Kürtlük düşünmektense bizim Teşkilât-ı Esasiye Kânunu (Anayasa) gereğince zaten bir türlü özerklik oluşacaktır. Ayrı bir sınır çizmeye kalkışmak doğru olmaz. O hâlde hangi livanın (sancağın) halkı Kürt ise, onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir. Bundan başka Türkiye’nin halkı söz konusu olurken, onları da beraber ifade etmek gerekir. İfade olunmadıkları zaman, bundan kendilerine ait sorun yaratmaları daima mümkündür. Şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi, hem Kürtlerin ve hem de Türklerin yetki sahibi vekillerinden oluşmuştur ve bu iki unsur, bütün çıkarlarını ve kaderlerini birleştirmiştir.”
1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu’nun, yani Anayasanın 11. maddesi “Vilâyet mahalli umurunda manevî şahsiyeti ve muhtâriyeti hâizdir. Hâricî ve dâhilî siyâset, şer’i, adlî ve askeri umur, beynelmilel iktisâdî münâsebet ve hükûmetin umûmî tekâlifi ile menâfii birden ziyâde vilâyâta şâmil husûsat müstesnâ olmak üzere, Büyük Millet Meclisi’nce vâz edilecek kavânin mûcibince Evkaf, Medâris, Maarif, Sıhhiye, İktisat, Ziraat, Nâfiâ ve Muâveneti İçtimâiye işlerinin tanzim ve idâresi vilâyet şûrâlarının salâhiyeti dâhilindedir.” şeklindedir. Buna göre, iller, yasalar çerçevesinde, medrese, vakıf, sağlık, eğitim, ekonomi, tarım, sosyal yardım konularında yerel düzeyde idari bir yetkiye sahip bulunmaktadır. Yasada buna muhtariyet, yani özerklik deniliyordu. Söz konusu konuların yönetimi ise il şuralarına bırakılıyordu. Bilindiği gibi, “şura” sözcüğü de “Sovyet” karşılığına kullanılmaktadır.
Ne yazık ki, Cumhuriyet’in kuruluşunda bu sorunu çözememiş ve büyük acılar yaşamış ulusların evlatlarıyız. Burjuva demokrasisi ile yönetilen birçok ülkede ulusların ve halkların birlikte yaşamalarına olanak yaratılmış, böylece büyük çatışmaların ve ulusal boğazlaşmaların önü kesilmişken, bir halk kalkışması ve ortak kuruluş savaşı vermiş iki halk sorununu çözememiştir.
Tarihteki örneklerine kabaca bakacak olursak; Amerika Birleşik Devletleri (ABD), kuruluşuyla birlikte oldukça sancılı ve kapışmalı bir süreci geride bırakarak ,“Birleşik Devletler” olarak, 50 devlet ya da özgün yönetimden oluşan bir sistem kurmayı başarmış, böylece ulusların, farklı halkların giderek uyum içinde yaşamalarının koşulları yaratılabilmiştir. Kuruluş tarihi 1776 olan, birçok iç kavgadan geçen, elli eyaletten ve bir federal bölgeden oluşan federal bir cumhuriyet olarak ABD, Alabama’dan Wyoming’e kadar, özgün bir model olarak sorunu çözmüş olan günümüzün emperyalist bir ülkesidir. Elli ayrı eyaleti temsilen elli yıldızlı “Birleşik Devletler” bayrağının yanında, her eyaletin bir bayrağı bulunuyor. Eyaletlerin valileri, yargı mensupları seçimle işbaşına geliyor. ABD’de nüfusun dörtte biri oranında İspanyolca konuşulmakta, anadili İspanyolca olan yurttaşlar için eğitim ve öğretimin önünde bir engel bulunmamaktadır. İspanyolca ikinci eğitim dili olarak kabul edilmiştir ve İspanyolca eğitim veren okullarda İngilizce ve İspanyolca eğitim veren öğretmenler bulunmaktadır.
Yine Almanya, bir federal devlet olarak, bu sorunu, kuruluşuyla birlikte çözmüş ve bu kapsamdaki sorunlarını geride bırakmıştır. Almanya’da daha önce savunulan “Almancayı iyi konuşmaları amacıyla anadillerinden mahrum bırakma” yaklaşımı da geride kalmıştır. Günümüzde bir bölüm eyalette ilkokuldan itibaren haftada 3-5 saat zorunlu anadil dersleri verilmektedir. İlköğretimin ortaokula denk düşen sınıflarından itibaren “karşılaştırmalı dil eğitimi” uygulamasının programa alındığı bilinmektedir.
Tarihte, dünyanın birçok ülkesi, uluslaşma süreciyle birlikte iç kavgalara, ayaklanmalara, ulusal pazar mücadelelerine sahne olmuştur. “Kıtasal batı Avrupa burjuva-demokratik devrimler dönemi oldukça belirli bir zaman dilimini, yaklaşık olarak da 1789-1871 yıllarını kapsar. İşte bu zaman dilimi, ulusal hareketler dönemiydi, ulusal devletlerin yaratılması dönemiydi. Bu dönemin sonunda batı Avrupa, homojen ulusal devletlerin kural olduğu bir düzenli burjuva devletler sistemine dönüştü. (…) Doğu Avrupa’da ve Asya’da burjuva-demokratik devrimler dönemi ancak 1905 yılında başladı. Rusya, İran, Türkiye ve Çin’deki devrimler.” (Lenin, Seçme Eserler, sf. 270)
Bir uluslar hapishanesi olan Rusya’da 1917’de gerçekleşen devrim; tüm tarihsel deneyimleri, insanlığın birikimini de dayanak edinerek, uluslar, azınlıklar, halklar, diller ve kültürler sorununa daha ilerden ve bütün insanlık için büyük bir deneyim olan bir çözüm yolu sunmuştur. SSCB deneyimi, ulusal sorunların sınıfın iktidarında nasıl çözüldüğünü gösteren zengin bir hazinedir. Yeri gelmişken belirtilmelidir ki, bu deneyimin yaratığı etki ve birikim atlanarak insanlık tarihinde ulusal sorunların çözümüne ilişkin yol bulmakta yetersiz kalınacaktır. Kürtlerin Irak, İran, Türkiye ve Suriye’den sonra küçük bir nüfus olarak yaşadıkları SSCB’deki durumları, kendi kendilerini yönetmeleri, dilleriyle eğitim hakkına kavuşmaları, Kürdolojinin kuruluşu, Sovyet merkezi yapılanmasında temsiliyet vb. birçok alandaki gelişme, tüm diğer burjuva demokratik çözüm yollarından ayrılarak, sosyalizmin, hem ulusal eşitlik, hem de sömürü ve sınıf baskısının ortadan kalkmasına olanak tanıması açısından, tüm diğer ülke deneyimlerinden farklılık göstermektedir.
Birleşmiş Milletler’in (BM) ‘Ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ (Self determination) düzenlemesinin esas olarak SSCB’deki gelişmeler ve baskılanmalardan sonra kabul edildiği gerçeği de yabana atılmamalıdır. Ancak bugün dünyanın dört bir yanında federasyon, özerklik gibi birlikte yaşamın olanaklarını sunan yönetim biçimlerinin geçerli olduğu onlarca ülkeden söz etmek mümkün.
Kanada bunlardan biridir. 10 eyalet ve bir özerk bölgeden oluşan ülkede, eyaletler, parlamentoları, halkın seçtiği valileriyle “ihtiyaçlara göre düzenlenmiş” bir idari ve siyasi yapılanmaya sahip. İngilizce ve Fransızcanın kullanıldığı, iki resmi dili bulunan 33 milyon nüfuslu ülkenin 8 milyonu Fransız kökenli. Quebec eyaletinde Fransızca konuşulmaktadır. 20 kadar azınlık dili ise koruma altındadır.
İngiltere, bugün hâlâ sancıları dinmemiş olsa da, çözüm yoluna girmektedir, ulusların bir arada, ama eşit statü ile yaşamalarına olanak tanıyacak çözüm arayışları içindedir. İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda’nın kendi parlamentoları bulunuyor. İngiltere’de İngilizce, Galler’de İngilizce  ve Galce, K. İrlanda’da İrlandaca ve İngilizce eğitim yapılıyor. İskoçya’da ise, İskoçça, Galce ve İngilizce konuşulup eğitim yapılabiliyor.
Brezilya’da federal bir ülke olarak 23 eyalet ve 3 federal başkent bulunuyor. Ulusal Kongre, eyalet temsilcilerinin nüfus oranıyla temsiliyetine dayanıyor.
Bizde çokça konuşulan İspanya, Franco diktatörlüğünün yıkılışından sonra, bir arada yaşamı için arayışlara girmiş ve henüz tam olarak çözüme kavuşmuş olmasa da, ulusal sorunların çözümünde önemli oranda ilerleme sağlayabilmiş, çatışmasızlık sürecini başlatmış bir ülke. 1978’de hazırlanan Anayasa’da 17 özerk bölgeye ve özerk şehirlere yol açıldı. Anayasa’da “tarihsel milliyet” olarak belirtilen Katalonya ile Bask bölgesi ve Galiçya kendi parlamentoları, dilleri ve polis teşkilatı vb. kurumlarıyla statü kazanmıştır ve diğer 14 bölgeden daha geniş haklara sahiptir. Bask Bölgesi ve Katalonya’da özerkliği bağımsızlığa dönüştürmek isteyen ETA’nın silah bırakacağını açıklayarak attığı son adımlar bir ayrı bir değerlendirme konusu olarak bir yana bırakılırsa, halkların bir arada yaşamını sağlayacak arayışlar bitmiyor, devam ediyor.
Danimarka’nın Faroe Adaları , Finlandiya’nın Aland Adaları, Belçika, İtalya, Fransa, Filipinler, Endonezya, Çin, Rusya ve daha birçok ülkede farklı ulusların bir arada yaşamına olanak tanıyan yönetim biçimleri uygulanmaktadır.
Irak’ta Kürdistan özerk bölgesi bulunuyor. Kürtçe ve Arapça eğitim dili olarak kullanılıyor. Ayrıca 18 vilayetin kendine has özgünlükleri var. Tüm bu ülkelerde farklı dillerde eğitim hakkı, radyo televizyon vb. talepler karşılandıkça, halklar rahatlamakta ve birlikte yaşamın olanakları artmaktadır.
Dünya tarihinin gösterdiği; iki ya da çok uluslu ülkelerde, eşit haklara dayalı, ulusların varlığı ve ulus olmaktan kaynaklı haklarının tanınmasının, halkları bir birine yakınlaştırdığı, birlikte yaşamı kolaylaştırdığıdır. Yok sayarak, asimilasyon politikaları uygulayarak ve şiddetle bastırarak ‘birlikte yaşam’ı sürdürmenin olanağı yoktur. Bunun varacağı yer, önünde sonunda bölünmedir.
Ayrılma hakkı tanınmadan ve birlikte yaşamın tüm koşulları yaratılmadan, ulusları, halkları bir arada tutmanın olanağı bulunmamaktadır. Kürtlerin bölgesel özerklik kararını bu yönüyle ele almak ve bunu, Türk, Kürt ve tüm halkların ortak yaşamı için bir olanak olarak değerlendirmek gerek. Zira “bölgesel özerklik”, bölünmeyi değil, birlikte yaşamı, barışı, eşitliği, kardeşliği ve özgürlüğü güçlendirir. Türkiye’nin önündeki demokratik seçenek de budur.

DIŞ POLİTİKADA BUGÜNE NASIL GELİNDi? AKP NEREYE KOŞUYOR?-1

Türkiye özellikle son birkaç yıldır dış politika alanında yaşanan olaylar ve tartışmaların neredeyse günlük hayatın bir parçası haline geldiği bir ülke durumunda. Her geçen gün bu durum daha da belirginlik kazanıyor.
Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Dışişleri Bakanı’nın iç ve dış gezilerde, katıldıkları bütün etkinliklerde, ulusal ve uluslar arası bütün basın kuruluşlarının verdikleri demeçlerde en çok öne çıkan, hatta çoğu zaman esasını belirleyen gündem bölgede yaşanan gelişmeler, devlet ve hükümetin dış politikası oluyor. Hal böyle olunca da kahvede, işyerinde, okulda, camide, cem evinde yapılan sohbetlerin ağırlıklı konularından birisini bölgede ve komşu ülkelerle yaşanan gelişmeler, Türkiye ile olan bağlantıları ve etkileri oluşturuyor. 
Buna uygun olarak da, Özgürlük Dünyası’nın son sayılarının hemen hepsinde konuya ilişkin çeşitli makaleler yer alıyor. Bizde bu yazımızda iç politikayla bağlantısı içerisinde devlet ve hükümetin dış politikasının genel ve kimi özel yönlerini belli başlı açılardan irdeleyeceğiz.

ÜSTÜ ÖRTÜLMEK VE YOK SAYILMAK İSTENENLER

Şüphesiz son yıllarda bölgenin bugününü ve geleceğini doğrudan etkileyen gelişmelerin başında Kuzey Afrika, Güney Asya ve Ortadoğu ülkelerinde yaşanan halk hareketleri geliyor. Tunus’ta başlayan, Mısır’la devam eden ve ardından bu bölgelerdeki birçok ülkede şu veya bu düzeyde ve şu veya bu nitelikte etkileri görülen halk hareketleri güncelliğini ve önemini koruyor. Zaman zaman halkların kitlesel tepkisinde geriye düşmeler olsa da, özellikle Tunus ve Mısır’da yaşanan devrimci süreç yeni biçimler alarak devam ediyor. Son bir iki hafta içerisinde Mısır’da Tahrir Meydanı”nda yeniden başlayan halkın kitlesel protestoları bunun bir göstergesi.
Bugün içinden geçilen sürecin doğru kavranabilmesi ve doğru sonuçlar çıkarılabilmesi açısından gözden kaçırılmaması gereken bir kaç temel husus var.

1 – Bölge ülkelerinde yaşayan halklar, olabildiği kadarıyla onların ilerici, demokratik ve devrimci örgütleri, bulundukları ülkelerde bu halk ayaklanmalarına kaynaklık eden ve öne çıkan “iş, ekmek ve özgürlük” taleplerinin karşılanacağı bir değişimin ve dönüşümün yaşanmasında ısrar ediyorlar. Bunun karşısında, başta ABD olmak üzere diğer emperyalist güç merkezleri de bu halk hareketlerini, etkilerini ve sonuçlarını kendi çıkarları doğrultusunda ve kızışan bir rekabet içerisinde kullanmaya çalışıyorlar. Bunu yaparken esas olarak, eski rejimlerin kalıntılarından ve yeni palazlanan egemen güç çevrelerinin öne çıkanlarından topladıkları işbirlikçilere yaslanıyorlar.

2 – Dünya ve bölge ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de devlet ve hükümet güçleri başta olmak üzere, her renkten burjuva aydın, gazeteci, yazar, uzman ve akademisyen çevreleri olup bitenleri değerlendirirken bu güçler mevzilenişini yok sayarak, dünya ve bölge halklarının gözünden kaçırıyorlar. Olup bitenleri ve olacakları kendi durdukları zeminden analiz ediyor, çıkardıkları sonuçlar üzerinden çok yönlü bir propaganda yapıyor ve bütün bunların yakın, orta ve uzak geleceğe dair tek yönlü ve mutlak bir doğru olarak kabul edilmesini dayatıyorlar. Sonra da yaşanan yeni olay ve ortaya çıkan olguları üst üste yığıp “dış politika satrancını iyi oynayan kazanır” dedikleri bir çerçeveden propaganda etmeyi sürdürüyorlar.

3 – Bugün halk ayaklanmalarının yaşandığı, etkilediği ülkeler ve bu ülkelerin bulunduğu bölgeler, dünyanın en önemli enerji kaynaklarını barındırıyor. Yapılan araştırmalar, uluslararası emperyalist tekellerin ve dünya kapitalizminin önümüzdeki 50 yıllık enerji ihtiyacının yarıya yakınının bölge topraklarında bulunduğunu gösteriyor. Petrol, doğalgaz ve su başta olmak üzere bu temel enerji kaynaklarının denetimi, kullanılır hale gelmesi ve dünya enerji tüketiminin ana merkezlerine taşınması için yeni enerji geçiş yollarının kurulması, mevcutlarla birlikte bunların kontrolünün sağlanması, dünya kapitalizminin yakın geleceği için hayati bir önem taşıyor.

4 – Bölgede özellikle 2. Paylaşım Savaşı’nın ardından 50 ve 60’lı yıllarda kurulmuş olan dengelere bağlı olarak şekillenmiş siyasal sistemler ve rejimler dönem dönem başta ABD olmak üzere batılı emperyalistlere karşı bölgedeki petrol gücünü bir silah olarak kullanabiliyordu. Bunun önemli örneklerinden birisi 70’li yıllarında başında yaşanmıştı. Hatırlanacağı gibi, 1973 yılında, Petrol İhraç Eden Arap Ülkeleri Birliği (OAPEC)’nin uyguladığı petrol ambargosu ABD ve Avrupa ülkelerinde ciddi bir petrol krizinin yaşanmasına neden olmuştu. Bunun üzerine ABD bölgeye yeni askeri üsler ve donanmalarla yerleşmişti. Bölge ülkeleri sonraki dönemlerde de bu kadar etkili olmasa da bölgenin enerji kaynaklarının kullanımında zorluklar çıkarmışlardı. ABD ve batılı emperyalistler bu durumun değişimi için bölgesel egemenliklerini artırma çabalarını sürekli gündemde tuttular. 
Başta ABD emperyalizmi olmak üzere, batılı emperyalistler özellikle son 20-25 yıldır, Sovyetler Birliği (SB)’nin çöküşünün ilanından da güç alarak, her fırsatta bölgenin yeniden yapılandırılması ve uluslararası sermayenin ihtiyaçlarına eksiksiz ve tam bir bağımlılığın gerçekleşebilmesi için bölgeye işgal ve savaş da dahil her türlü politikayla müdahale ediyor. Bugün gelinen noktada, bölge ülkelerindeki rejimlerin hemen hemen hepsi gerek kendi iç kapitalist gelişimlerinin gerekse de dünya kapitalizminin ihtiyaçlarına yanıt veremiyor.

5 – SB’nin dağılması yeni bir durum ortaya çıkarmış ve birçok önemli sonuç doğurmuştur. Bunlardan en önemli ve konumuzla bağlantılı olanı, SB’nin doğrudan hegemonya alanları başta olmak üzere, “iki kutuplu dünya” olarak adlandırılan dönemin dengeleri içerisinde oluşmuş hegemonya alanlarının yeniden paylaşımının gündeme gelmesidir. Başlangıçta bu yeniden paylaşımda SB’ye bağlı cumhuriyetlerin ayrılma süreci ve bölgede, iç, ulusal ve bölgesel çatışmaların savaşlarla devam etmesi öne çıkmıştır. 90’lı yılların ortalarına kadar çatışma merkezleri buralardır. Ardından Varşova Paktı üyesi “Doğu Bloğu” ülkeleri ve özellikle de Balkanlar, ulusal ve bölgesel çatışma ve savaşlara sahne olmuş ve bir anlamda yeniden paylaşımın öne çıkan merkezleri durumuna gelmiştir. 90’lı yılların sonu ve 2000’lerin başından bu yana ise bir zamanlar “yeşil kuşak” ve “bağlantısız ülkeler” olarak adlandırılan bölge ve ülkeler çatışmanın ve yeniden paylaşımın merkezi durumuna gelmiştir.

6 – 2007 ve 2008’de ABD’de yaşanan kriz ve uluslararası etkileri, ardından 2010 ve 2011 yılında başta Yunanistan ve İtalya olmak üzere belli başlı Avrupa ülkelerinde patlak veren krizler ve dünya kapitalizminin önümüzdeki döneme ilişkin ihtiyaçları, Türkiye’nin de içinde bulunduğu bu bölgelerde yaşanan çelişki ve çatışmaları daha da keskinleştirmektedir. Bölgenin uluslararası sermaye sistemine yeniden bağlanması temelinde gündeme gelen müdahaleler elbette ki tek tek ülkeler açısından oldukça önemlidir. Ancak altı çizilmesi gereken bir nokta daha var. Bölgenin yeniden paylaşımı merkezli politikalar, çelişki ve çatışmaların odağını giderek başta ABD ve Avrupa (esas olarak ta Almanya) olmak üzere Rusya ve Çin gibi emperyalist ülkelere doğru taşımaktadır. Bu da daha büyük ve yıkıcı bir savaş birikimini tırmandırırken, bölge ülkeleri ve halkları açısından karanlık bir gelecek hazırlamaktadır.

Elbette ki bölge ülkelerinin ulusal, milli, kültürel, dini ve mezhepsel yapıları bu süreçlerde oldukça etkili roller üstlenebilmektedir. Bu özellikler politikanın en önemli araç ve amaçları olarak kullanılmaktadır. Çelişki ve çatışmalar derinleştikçe de daha fazla öne çıkacak, çıkarılacak ve kullanılacaktır. Ancak olup biteni anlama ve anlamlandırma açısından sadece bunlarla sınırlı kalan değerlendirmelerin yetersiz kalacağı da açıktır.
Yukarıda olabildiğince özetlemeye çalıştığımız hususları atlayarak yapılan değerlendirmeler bölgede yaşanan olay ve onların ortaya çıkardığı olguları doğru kavramak, doğru sonuçlar çıkarmak açısından hayati önemdedir. Aksi takdirde emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin, olup bitenleri uluslar, ırklar, dinler ve mezhepler üzerinden açıklayarak, bölgeye “demokrasi ve özgürlüklerin hakim olması” propagandası eşliğinde yürüttükleri politikaların oluşturduğu ateşten çemberin dışına çıkabilmek mümkün değildir. Dahası, bölge halklarının eşitlikçi, demokratik ve özgürlüklerden yana taleplerinin ve mücadelelerinin toz duman arasında boğulup, faturanın yine işçi, emekçi halklara kesilmesi yeniden ve yeniden mümkün hale gelmektedir.

BÖLGEDE YAŞANANLAR VE DIŞ POLİTİKA
Bugün AKP, esas olarak Türkiye’nin lider ülke ve bölgesel güç olma hedeflerini öne çıkarıyor. Bu iddialar elbette ki AKP ile başlamış iddialar değildir.
Türkiye egemenleri özellikle son 20-25 yıllık dönem içerisinde bölgede yaşanan gelişmeler ve ABD başta olmak üzere batılı emperyalistlerin bölgeye müdahalelerine paralel olarak, dönem dönem bölgesel egemenlik hayallerini öne çıkarmışlardır. 80’li yılların sonu, 90’lı yılların başı ile AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından itibaren dikkat çeken özelliklere sahiptir. Bu açıdan 80’li yılların sonu ile 90’lı yılların başını ilk dönem olarak kabul etmek yanlış olmaz.
Çünkü o yıllara kadar Türkiye”de dış politika denince akla iki ana eğilim gelir. Birincisi “geleneksel dış politika (Atatürk-İnönü çizgisi)” olarak adlandırılan yaklaşımdır. Diğeri ise, Demokrat Parti (DP) ve Adalet Partisi (AP)’nin “fırsatları değerlendirme ve bölgede güç olma” çizgisidir.
Birincisi; genel olarak bölgede yaşanan gelişmeler karşısında ihtiyatlı olma, temkinli davranmayı elden bırakmama ve özellikle komşu ülkelerle iyi ilişkiler kurmayı esas aldığını söyleyen bir yaklaşımdı. Bu yaklaşım aynı zamanda, başta batılı emperyalistler olmak üzere güçlü emperyalist devletler, kendi çıkarlarını gözeten ve hepsine eşit mesafede duran bir dış politika izlediğini öne sürüyordu.
İkincisi ise, Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar büyük Türk dünyasını birleştirme hamasetini öne çıkaran ve bölgenin küçük Amerika’sı olma hayali kuran bir yaklaşımdı. Bunun için her fırsatı değerlendirme adına bölgede yayılmacı emelleri öne çıkaran, batılı emperyalistlerle özellikle de ABD ile kendi çıkarlarına göre yakın bir işbirliği kurmanın önemli olduğunu öne sürüyordu.
İlk dönem diye adlandırdığımız 80’li yılların sonu ve 90’lı yılların başı Turgut Özal’ın Başbakanlığının son dönemi ve Cumhurbaşkanlığı yıllarıdır. Başbakan Özal 1987 yılı Nisan ayında Avrupa Birliği (AB)’ne tam üyelik için başvuruda bulunmuştu. 89’da SB’nin çöküşünün ilanı ile birlikte de başta Azerbaycan olmak üzere, SB içerisinde yer alan Türk Cumhuriyetleriyle sıkı ilişkiler kurarak bölgede etkin olma peşindeydi. 90 yılı Ağustos ayında ise Körfez Savaşı’nın gündeme gelmesi ile birlikte Ortadoğu haritasının yeniden çizilme sürecinin başladığına inanarak, ABD ile işbirliği içerisinde Irak’a askeri müdahale için düğmeye basmıştı. ABD Türkiye’den İncirlik Üssü’nü kullanmayı, Türkiye-Irak sınırına askeri bir yığınak yapılmasını ve Suudi Arabistan’da toplanan orduya askeri birlik göndererek körfez savaşına aktif olarak katılmasını istiyordu. Özal da Musul’da ve bölgedeki petrollerde etkin olmak hesabıyla bu isteğe dünden razı bir tutum sergiliyordu ve “Bir koyup üç alacağız” propagandası yapılıyordu.
Özal, son istek hariç ABD’nin diğer bütün isteklerini yerine getirdi. Aslında sonuncusunu da yerine getirme taraftarıydı ancak içerdeki tepkiler ve Yıldırım Akbulut hükümetinde ve ANAP’ta yaşanan huzursuzluklar nedeni ile bunu yapamadı. Dışişleri Bakanı, Milli Savunma Bakanı ve Genelkurmay Başkanı, Özal’ın savaşa katılma yönündeki ısrarcı tutumları nedeni ile istifa ettiler. Bu dönem aynı zamanda çok fazla öne çıkmasa da dış politikada Yeni Osmanlıcılık hesaplarının Turgut Özal ve çevresince paylaşılan bir fikir olarak tartışma konusu olan bir dönemdi.
Sonuçta Körfez Savaşı Türkiye için yıkımla sonuçlandı ve o dönem Özal’ın açıklamalarından kalkarak kurulan “Bir koyup üç alacağız diyenler üçün birini aldılar” cümlesiyle tarihe geçti.
Bu dönemin ardından AKP’nin iktidara geldiği 2000’li yılların başına kadar dış politika alanında esas olarak AB’ye tam üyelik ve uyum yasaları kapsamında atılan adımlar öne çıkar. Necmettin Erbakan’ın başbakanlığında kurulan REFAHYOL hükümeti döneminde, G7 örneği izlenerek Mısır’’ın öncülüğünde M-8 adıyla kurulan ve adını D-8 olarak değiştiren Müslüman ülkeler ortak pazarı girişimi ve bunun yarattığı tartışmayı da burada anmakta yarar var. Kısa süren ve işlevsizleşen bu girişim, batıdan bağımsız bir bölgesel girişim olarak dikkat çekmiştir.
Yakın tarih açısından öne çıkan ikinci dönem AKP dönemidir. Yazımızın bundan sonraki bölümünde esas olarak bu dönemin öne çıkan özellikleri üzerinde duracağız. Burada AKP dönemi de dâhil Türkiye’nin dış politikasının yakın tarihi açısından yapılacak değerlendirmelerde gözden kaçırılmaması gereken bir olgunun altını çizmek gerekiyor.
Türkiye 80’li yılların ortalarından bugüne kadar gelen süreçte hızlı bir kapitalistleşme süreci yaşamıştır. Türkiye’nin bu hızlı kapitalist gelişimi ve geçmiş dönemleriyle karşılaştırılamayacak kadar artan sermaye birikimi süreci esas olarak uluslararası tekellerin ve emperyalist-kapitalist sistemin ihtiyaçlarına uygun olarak gerçekleşmiştir. Türkiye bugün bölgede önemli bir bağımlı kapitalist ülke durumundadır. Özelikle 2000’li yılların ortasından itibaren Türkiye’nin egemen sınıfları açısından bölgedeki etkinliğini artırma, dolayısıyla bölgenin yeniden paylaşımında söz sahibi olma çabası, Türkiye’nin bağımlı kapitalist bir ülke olarak geldiği ekonomik konumdan ayrı ve onun dışında ele alınarak değerlendirilemez.
Sermaye ve hükümetin heyecanla ve ittifak halinde ortaya koyduğu Türkiye’nin ekonomik gelişim hedefleri bu açıdan yeterli veri sunmaktadır. Örneğin, bugün Türkiye, Dünya’nın 16. büyük ekonomisi durumundadır. Hükümet ve sermaye cephesi önümüzdeki on yıl içerisinde Türkiye’nin Dünya’nın ilk on büyük ekonomisi arasında yer almasını hedeflediğini sık sık dile getirmektedir. Yine çeşitli vesilelerle dile getirilen, büyüme, Gayri Safi Milli Hasıla, yakın ve orta vadeli ihracat ve ithalat hedeflerine ilişkin iddialı rakamlar dikkat çekmektedir. Türkiye egemenleri önümüzdeki on yıla ilişkin Türkiye ekonomisinin yıllık hacmini 2015’te 1 trilyon doların üzerine 2023’te ise 1.5 trilyon dolara çıkarmayı hedeflemektedir.
Sıraladığımız bu ekonomik verilere ulaşılıp ulaşılamayacağı, bunun sadece Türkiye’nin ekonomik performansıyla alakalı bir durum olmadığı vb. birçok şey söylenebilir. Dahası her şey öngörüldüğü gibi gidip bu hedeflere ulaşılsa bile bunun ne pahasına gerçekleşeceği ve kime ne faydası olacağı üzerine de çok şey söylenebilir. Ancak burada konumuzla ilgili olan yönü üzerinden bir gerçeğin altını çizmekte yarar vardır. Dünya kapitalist sistemi yerinde durmamaktadır ve onun bir parçası olarak Türkiye egemenleri kendileri için olabilecek en ileri mevziyi tutma çabası içinde olacaktır. Bundan daha doğal bir şey yoktur. Bu da başta içeride uygulanacak sömürü politikalarının derinleşmesi anlamına geldiği gibi, işbirlikçi egemen sınıfların bölgesel çıkarları konusunda değişen koşullara uygun mevzi tutma çabalarının artarak devam edeceğinin işaretidir.
Dahası bugün Türkiye ekonomisinin geldiği durum, geleneksel dış politika anlayışıyla sürdürülebilir bir durumdan oldukça uzaktır. İşbirlikçi egemen sınıflar bunun farkındadır. Onun içidir ki bugün AKP’nin izlediği dış politika, işbirlikçi egemenlerin sınıf çıkarlarından bağımsız değildir. Hatta onun içindir ki bugün birkaç ufak cılız sesi bir kenara bırakırsak, egemen sınıflar mevcut dış politikaya güçlü bir destek sunmaktadırlar.

AKP’NİN DIŞ POLİTİKASINDA İKİ DÖNEM
Yakın tarih açısından dış politikada öne çıkan iki dönemden birisinin 2000’li yılların ikinci yarısı olduğunu söylemiştik. Bu aynı zamanda 2002’de iktidara gelen AKP hükümetinin ikinci dönemi anlamına da gelmektedir.
AKP hükümetinin kurulduğu 2002 yılından 2007’ye gelene kadarki dönem içerisinde dış politikada izlediği çizginin merkezinde AB’ye tam üyelik ve bu kapsamda yapılacak düzenlemeler, uyum yasalarının çıkarılması yer aldı. Bölge ülkeleri ile ilişkilerde de geleneksel iyi geçinme yaklaşımını devam ettiriyordu. Bu dönemin en önemli olaylarından birisi 2003 yılının Mart ayında ABD’nin Irak’ı işgali olmuştur. Tıpkı yukarıda kısaca değindiğimiz Körfez Savaşı döneminde olduğu gibi, ABD’nin Irak’ı işgal sürecinde de Türkiye’den benzer hatta daha ileri talepleri olmuştu. Bu talepler çerçevesinde gündeme gelen ve hükümete savaşa katılma yetkisi veren 1 Mart Tezkeresi, yaşanan yoğun tepkiler ve tartışmalar arasında Meclis’ten geçememişti. AKP hükümeti daha ikinci yılında önüne gelen bu önemli olay karşısında bir sarsıntı yaşamış ve ardından ABD ile ilişkileri toparlamak üzere hızla durumu düzeltmeye girişmişti. Ancak bir yandan istekleri yerine getirirken öte yandan işgal sürecine aktif katılmamayı tercih eden bir politik yaklaşım öne çıkmıştı.
2007 sonrası ise Türkiye’nin ve AKP hükümetinin dış politikasında önemli bir değişimin içerisine girildiğini gösterecek adımlar arka arkaya gelmiştir. Yılın hemen başında MİT Müsteşarı Emre Taner’in açıkladığı 80. Yıl Raporu, Türkiye’nin değişen dünya ve bölge koşullarında tutması gereken yere dair önemli tespitler içeriyordu. MİT Müsteşarının dile getirdiği tespitler ve açıklamalar uzun süre tartışma yarattı. Ardından yıl sonuna doğru ABD Başkanı Bush ile Başbakan Erdoğan’ın Washington’da yaptıkları görüşme, öncesi ve sonrasında kamuoyuna yansıyan yönleri ile MİT’in raporunu tamamlar, hatta somut bir plana ve adımlara dönüştürür kararları içeriyordu. Bush-Erdoğan görüşmesi aynı zamanda Irak’ın işgalinin ardından “parçalı bulutlu” olan ABD-Türkiye ilişkilerinde de yeni bir sayfa açıyordu.
MİT’in 80. Yıl Raporu’na ilişkin Müsteşar Taner’in açıklamasında öne çıkan yönler şöyleydi:
“Dünyadaki tüm değerlerin, ilişkilerin, sistemlerin ve düzenlerin, ister sosyal-ekonomik-siyasi, ister ahlaki-dini olsun yeniden şekillendiği ve hatta tanımlandığı bir süreç içinde bulunmaktayız. Yaşadığımız bu süreç, aynı zamanda, parçası olduğumuz uluslararası sistemin de kuralları, başrol oyuncuları ve figüranlarıyla mevcut olandan çok farklı bir boyutta yeniden belirlenmeye ve hatta doğmaya çalıştığı bir döneme kaynaklık etmektedir.”

“Tarih yakından incelediğinde uluslararası sistemde istikrarın hiçbir zaman uzun süre mevcudiyetini koruyamadığı görülmektedir.”

“İçinde bulunduğumuz 21. yüzyılın ilk çeyreği, uluslararası ilişkiler ve güvenlik alanında yüzyıl boyunca önemli değişimlere yol açacak parametrelerin gelişmekte olduğu bir evreyi de işaret etmektedir. Bulunduğumuz dönem, gelecekte birçok ulus-devlet ve milletin hızlı bir şekilde tarih maratonunu kaybetmeye başladığı süreci anlatacaktır. Bu devletler sadece gelişememekle ve dünya yönetiminde söz sahibi olanlar arasına dahil olamamakla kalmayacak; aynı zamanda birçoğu günümüz teknolojik devriminin ve küresel ekonominin rekabetine dayanamayıp ulusal egemenliklerini de büyük ölçüde yitireceklerdir.”

Önümüzdeki dönemde de uluslararası sistemin, kuralları belirlenmiş stabil bir yapıya kavuşacağını ummak ve bu yönde tanımlamalar geliştirmek faydasız bir uğraş olacaktır. Son derece kaygan bir zemin üzerine oturmuş uluslararası ortamda Türkiye, bir yandan yakın zamana kadar değişik çap ve karakterde savaşların yer aldığı ve halen potansiyel çatışma tehditlerinin bulunduğu Balkanlar, diğer yandan birçok bakımdan sürtüşmelere sahne olan ve çeşitli istikrarsızlık potansiyelleri taşıyan Kafkaslar ile yaklaşık 40 yıldır fiili çatışmalar ve terörist faaliyetlerle yoğrulmuş Ortadoğu”nun arasında bir iç hat pozisyonuna sahip halde bulunmaktadır. Ayrıca bu pozisyon kademeli olarak Orta Asya’ya açılan alanlarla da bağlantılıdır. Bu üç bölgenin ve Orta Asya’nın birçok bakımdan küresel politikaların ve ‘rol’ savaşlarının belirli açılardan yoğunlaştığı alanları oluşturduğu da bir gerçektir. Dolayısıyla yeni sorun ve tehditler doğrultusunda 21. yüzyılda doğuya doğru genişleyen dinamik bir alan söz konusu olmakta ve bu durum Türkiye’nin gittikçe genişleyen bir alanda merkezi pozisyon kazandığını/kazanacağını göstermektedir. Bu süreç içinde Türkiye, gerek stratejik gerekse jeopolitik önemi nedeniyle kendisini hiçbir zaman olayların akışına bırakma ya da ‘bekle-gör-tavır al’ taktiği ile sınırlama lüksüne sahip değildir. Uluslararası sistemi ayrıntılı ve isabetli bir tanımlamayla (kendi konumu ile ilgili) taktik, stratejik ve yüksek stratejik tutumlara sahip olmak zorundadır. Yalnız savunma pozisyonunda olmak Türkiye’ye haiz şartlar nedeniyle kabul edilemez bir davranış olacaktır. Bu nedenle de Türkiye tüm kartlarını/avantajlarını maksimum düzeyde bir verimlilikle değerlendirmek durumundadır. Elbette bunu gerçekleştirebilmesi hiç de kolay değildir.”

Biraz uzun olma pahasına MİT Müsteşarının açıklamasından aktardığımız bölümler, AKP’nin ikinci dönemi dediğimiz dönemin anlaşılması açısından önemli ipuçları vermektedir. Raporun açıklandığı yılın sonuna doğru Kasım ayı başlarında Başbakan Tayip Erdoğan ABD’ye gitti ve Washington’da tarihe geçen Bush-Erdoğan görüşmesi gerçekleşti. Bu görüşmede Bush, Türkiye’ye olan desteklerinin süreceğini bir kez daha söylemiş ve Erdoğan’ın Türkiye’deki ABD karşıtlığı ile etkin bir mücadele yürütme konusunda neler yapacağını sormuştu. Erdoğan da Türkiye’de batının istediği reformlar yolunda kararlı bir şekilde ilerleneceği güvencesini vermişti. İki taraf da stratejik ortaklığı yeniden ve daha güçlü bir şekilde tesis etmekte anlaşarak masadan kalkmıştı.
Görüşme raporun ruhuna uygun olarak gerçekleşmiş, Türkiye’nin bölgede ABD emperyalizminin savaş atına binişinin somut bir adımı olacak şekilde sonuçlanmıştı. Bu görüşmede yeniden ve daha güçlü bir şekilde ilan edilen stratejik ortaklık, MİT Müsteşarı’nın açıklamalarında verdiği ipuçlarını birleştirmiş ve ABD ile Türkiye’nin bölge hedeflerini pekiştirmişti. Böylece o günden sonra Türkiye’de Başbakan Erdoğan, Cumhurbaşkanı Gül ve iki yıl sonrada Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun ağzından günde birkaç kez duyacağımız açıklamaların zemini örülmüş oluyordu. Türkiye dünyada ve bölgede yaşanan gelişmeler ışığında ve yeni ihtiyaçlara da yanıt vermek üzere “model-lider ülke ve bölgesel güç olma hedefiyle” dış politikasında aktif, hatta pro-aktif bir döneme giriyordu.
2008 yılının Kasım ayında ABD’de Başkanlık seçimleri yapıldı ve Bush dönemi kapandı. Seçimlerde demokratların adayı Barack Obama büyük bir gürültüyle yeni ABD Başkanı seçildi. Obama’nın seçilmesi ve verdiği mesajlar, özellikle de bölgeye ilişkin yaptığı açıklamalar Türkiye’nin ve AKP hükümetinin girdiği yolu daha da cesaretlendiren içerikteydi. Irak, İran, Suriye konusunda yaptığı açıklamalar Türkiye’nin bölgedeki hareket alanını daha da genişleten ve yeni fırsatlar sunan açıklamalar olarak değerlendiriliyordu.

“STRATEJİK DERİNLİK” VE AKP HÜKÜMETİNİN PROPAGANDASI
Aynı yıllarda Başbakan Erdoğan’ın dış politika danışmanı olan ve ardından 2009 yılında Dışişleri Bakanlığı’na atanan Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun hem adı hem de “Stratejik Derinlik” adlı kitabının adı daha çok duyulur olmaya başlamıştı. Kitap ilk baskısını 2001 yılında yapmıştı ama esas popülerliğini Davutoğlu’nun Bakanlığa atanmasıyla yaptı. Kitabın içeriği ve Türkiye’nin üzerinde yürümesi gereken yola ilişkin önerdikleri, MİT Müsteşarı Emre Taner’in söylediklerinin, daha geniş ve entelektüel derinlikle ele alınmış bir çerçevesini oluşturuyordu. Belki de Taner kitabı okumuş, Davutoğlu ile bir değerlendirme yapmış, buna göre MİT’in yeni dönem stratejisini belirlemiş, ardından da gerekli kişilerin bilgisi ve onayını alarak yukarıda aktardığımız meşhur açıklamalarını yapmıştır. Kim bilir belki de sadece tesadüftür ortaya konan stratejik-taktik yaklaşımlar. Bunlar “kuldan gizli Allah’a ayan” meseleler olduğu için biz üzerine çok şey söyleyemiyoruz.
Ancak bu dönem ve dahası bugün ve her gün bize söylenenler açısından, dış politika satrancı üzerinden o günden sonra çok yönlü ve etkili bir şekilde sürdürülen propaganda, estirilen rüzgâr açısından birkaç şey söylemek ve birkaç hatırlatmada bulunmak gerekiyor zannındayız.
Ama öncesinde “Stratejik Derinlik” isimli kitabın ana mesajı olarak kabul edilebilecek bir pasajı buraya aktaralım:
“Türkiye’yi çevreleyen yakın kara, yakın deniz ve yakın kıta havzaları, coğrafi olarak dünya ana kıtasının merkezini, tarihi olarak da insanlık tarihinin ana damarının şekillendiği alanları kapsamaktadır. Soğuk savaş sonrası dönemin getirdiği dinamik uluslararası ve bölgesel konjonktürde en yakın havzasından başlayarak dışa açılması kaçınılmaz olan Türkiye’nin stratejik derinliğinin yakın kara, yakın deniz ve yakın kıta bağlantıları ile yeniden tanımlanması ve bu derinliğin jeopolitik, jeoekonomik ve jeokültürel boyutlarının dış politika parametreleri olarak kapsamlı bir şekilde yeniden değerlendirilmesi gerekmektedir.
Modernite, Avrupa-merkezli bir tarihi sürecin eseriydi; küreselleşme ise kaçınılmaz bir şekilde başta Asya olmak üzere bütün insanlık birikimini tarihin akış seyrinde tekrar devreye sokacak unsurlar taşımaktadır. Tarihi birikimi etkin bir açılıma temel sağlayacak toplumların öne çıkacağı bu süreçte Türkiye tarihi derinliği ile stratejik derinliği arasında yeni ve anlamlı bir bütün oluşturma ve bu bütünü coğrafî derinlik içinde hayata geçirme sorumluluğu ile karşı karşıyadır. Stratejik açıdan mihver bir ülke olan Türkiye, bu sorumluluklarının gereğini yerine getirmesi durumunda, yeni dengelerin oluşacağı daha istikrarlı uluslararası konjoktürlere daha uygun şartlarda giren merkez bir ülke konumu kazanacaktır.”

Yukarıda aktarılan bölümden de anlaşılacağı gibi “Stratejik Derinlik”te ortaya konan yaklaşım, dünyada ve bölgede yaşanan gelişmelerin derinlemesine analizine dayanıyor. Bu analizler üzerinden Türkiye önümüzdeki dönem bölgede lider bir ülke ve bölgesel bir güç olma yolunda kendisine bağımsız ve aktif bir dış politika ekseni belirliyor. Davutoğlu ve AKP hükümetinin dış politikasının propaganda merkezine koyduğu bazı belirlemeleri yeniden hatırlayalım:
“Komşularla sıfır sorun” ,.. “Türkiye, değişen küresel dengeleri doğru analiz edip, doğru öngörüler ve etkin bir diplomasiyle yeni kurulacak bölge ve dünya dengeleri arasında hak ettiği yerini almalıdır” … “Türkiye bölgesel istikrarın ve bölgede barışın köprüsü olabilecek tarihsel, kültürel ve coğrafi birikime, stratejik bir konuma sahiptir” … “Bölge ülkeleri, değişen koşulları doğru değerlendirip, mevcut güç merkezlerine karşı yeni bir güç merkezi oluşturabilirler” … vb.
Bugünkü egemen dış politikanın ana eksenini oluşturduğu söylenen ve öne çıkarılan bu vurgulara başka bazı vurgular da eklenebilir.  Ancak, dış politikayı bir satranca benzetip, iyi oynadıklarını, doğru saldırı ve savunma taktikleri uyguladıklarını, çok yönlü, çok fonksiyonlu düşündüklerini ve bunun gereğini yaptıklarını ilan edenlerin ne kadar doğru söyleyip söylemediğini görmek açısından yeterlidir.

1 – Şimdi hükümetin yaptıklarına tekrar bakalım ve kendi söylediklerini kendilerine soralım. Bugün gelinen yerde “Komşularla Sıfır Sorun”umuz mu var. Yoksa neredeyse bütün komşu ülkelerle patlamaya hazır bir bomba haline gelen bir çatışma süreci mi biriktiriliyor? Dışişleri Bakanı Davutoğlu, “Biz bunu söylerken halklar arasındaki ilişkileri, duyguları kastetmiştik* diyor. Peki, şimdi bölge halkları Türkiye’yi daha mı çok seviyor? Halklar birbirine daha mı yakınlaştı? Bölgenin Şii ve Sünni halkları bir arada veya farklı ülkelerde düne göre daha kardeşçe ve sorunları ortadan kalkmış bir zeminde mi yaşıyorlar? Yoksa her an birbirlerini boğazlayacak bir nefret ve öfke biriktirecek politikalarla mı kuşatılmış durumdalar?

2 – Bugün hükümet, bölgede barışın ve istikrarın devamı için mi çalışıyor. Libya’daki muhalif aşiretlere, çanta içerisinde yüz milyonlarca dolar parayı elden teslim edenler Libya’da barış ve istikrara mı hizmet ettiler ve etmeye devam ediyorlar? Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Dışişleri Bakanı hemen her gün Suriye yönetimine tehditler savurarak, Suriyeli muhaliflerle Ankara’da sanki AKP’nin il teşkilatıymış gibi toplantılar yaparak, Beşar Esad’ı yıkmak için rota belirleyerek, Suriye’yi içerden ve dışardan karıştırarak istikrara ve barışa mı hizmet ediyorlar? Bölgenin belli başlı güç merkezleri başta olmak üzere tek tek ülkelerin ve genel olarak bölgenin istikrarı ve güvenliği dünden daha mı sağlam konuma gelmiştir?

3 – Bugün gelinen noktada, AKP’nin başta Suriye olmak üzere bölge ülkeleri konusunda sürdürdüğü politika veya politikalar, yukarıda ana çerçevesiyle aktardığımız politik yaklaşıma ne kadar uymaktadır? Bölge ülkelerinin tarihsel, milli, dini ve kültürel yapısına dayanarak, ekonomik ve siyasal ortak hedefleri-çıkarları doğrultusunda, dünyanın mevcut güç merkezleri içerisinde, yeni bir odak ve yeni bir bölgesel güç oluşturmanın zeminini bırakmış mıdır?

Yukarıda sıraladığımız belli başlı soruları ve elbette bu soruların kendi içinde taşıdıkları yanıtları daha da artırabiliriz.  Ama bütün bu soruların ayrı ayrı yanıtlarından öte hepsinin ortak bir yanıtı olan “hayır” sonucuna varmak için bu kadarı da yeterli olacaktır. Açıktır ki bu hayır yanıtı da AKP’nin özellikle son 3 yıldır sürdüğü dış politikanın, öne çıkardığı araç ve yöntemlerin çöküşüne işaret etmektedir. Bu çöküşün miladını ise yaklaşık on ay önce Suriye ile olan ilişkilerde gelinen tıkanma noktasından başlatabiliriz.  O günden bugüne Suriye ile olan ilişkiler ve izlenen politik hattın çöküşten çıkıp yeni bir toparlanmayı sağlayıp sağlayamayacağını, aktif dış politikanın, ABD’nin aktif işbirlikçiliğine nasıl evrildiğini ve bundan sonra sürecin Türkiye’yi nasıl bir bataklığa doğru hızla sürüklediğini ise yazımızın ikinci bölümünde ele alacağız.

Devam edecek

Akp’nin Goebbeslçi propagandası ve topyekûn savaş düzeni

Bugün Başbakan Erdoğan’ın açıklamalarına ve burjuva medya organlarında yer alan haberlere bakılırsa, Türkiye kamuoyu KCK’yi yeni keşfetmiş! Oysa daha birkaç ay önce MİT’in KCK Yürütme Konseyi Üyesi Mustafa Karasu ve Sabri Ok ile yaptığı görüşmeler basına yansımıştı. Ülkenin başbakanının, 2005’te kurulan ve devletin yıllardır görüşmeler/pazarlıklar yaptığı bir örgütü yeni keşfetmiş olması mümkün mü? Oysa Başbakan Erdoğan’ın açıklamalarına bakılırsa, devlet KCK’nin ne olduğunu yeni anlamış! Erdoğan, KCK’nin “paralel devlet yapılanması” olduğunu ağzında bir sakız gibi geveleyip duruyor; bu yapılanmaya izin verilmesinin söz konusu olmayacağını ve dolayısıyla bu kapsamda yapılan operasyonların devam edeceğini söylüyor. Yetmiyor, başbakan “bunu söylemek milliyetçilikse, milliyetçiyim” diyor. Her şeyden önce “operasyonlar devam edecek” açıklaması, AKP tarafından bugüne kadar kullanılan bu operasyonların yargının işi olduğu söyleminin bir aldatmaca olduğu gerçeğini ortaya koyuyor.
AKP Hükümeti’nin en son Anayasa Profesörü Büşra Ersanlı ve Yayıncı-Yazar Ragıp Zarakolu’nun tutuklanmasına kadar varan KCK Operasyonları’na meşruiyet alanı yaratma girişiminin en dikkat çekici sonuçlarından biri de, düne kadar AKP’yi destekleyen liberal “sol” çevrelerle Başbakan Erdoğan arasında gelişen polemik oldu. Erdoğan’ın yapılan operasyonları eleştiren Cengiz Çandar ve Hasan Cemal gibi yazarları “terör destekçiliği” ile suçlamaya kadar varan tutumuna karşı bu çevrelerden de cevaplar geldi. Dün AKP’nin “askeri vesayet”e karşı demokrasi mücadelesinin bayraktarlığını yaptığını söyleyen bu çevreler, Başbakan Erdoğan’ın tutumunu “güç şımarıklığı” olarak değerlendirerek, bu anti-demokratik yönelimi eleştirdiler. Nihayetinde bu çevreler de –bundan sonra nasıl tutum takınacakları bir tarafa– baskı rejiminin karakterini belirleyenin, sanıldığı gibi, karar vericilerin “asker” ya da “sivil” olması olmadığını görmüş olmalılar (bu arada söz konusu çevrelerin Başbakan Erdoğan’ın Dersim’le ilgili belgeleri açıklayıp özür dilemesini, Kürt sorunu bağlamında Dersim’den bu yana uygulanan politikaların aynı zincirin halkaları olduğunu göz ardı ederek, “tarihle hesaplaşma”, “büyük bir adım” olarak görmesi/göstermesinin de bu “çatışmanın” sınırlılıkları ortaya koyduğunu belirtmek gerekiyor).
Bu tartışmalar yaşanırken, AKP politikalarına dayanak oluşturmayı görev edinmiş medya organları da boş durmadı. Kimisi Ersanlı’nın siyaset akademisinde “ayaklanma dersi” verdiğini yazdı, kimisi KCK sözleşmesini çarşaf çarşaf yayımlayarak, bu sözleşmede “paralel devlet örgütlenmesi”ne delalet sayılacak bölümler aradı, tabii Taha Akyol gibi “uzman”lar da totalitarizm üzerine dersler verdi, demokrasi için KCK operasyonlarının ne kadar gerekli olduğunu uzun uzun anlattılar! Yine, çoğunluğunu avukatların oluşturduğu son KCK operasyonundan sonra, Öcalan’ın yıllardır yayımlanan –ve söz konusu basım yayın organlarının da defalarca haberleştirdiği– ‘görüşme notları’nın aslında örgüte verilen talimatlar olduğu söylenmeye başlandı; hatta AKP’ye karşı en önemli muhalefet odağı olan BDP’nin Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın bile talimatla iş yaptığını göstermek için bu görüşme notları didik didik edildi.
Başbakan Erdoğan’ın en ufak eleştiriye tahammülsüz tutumu ve NAZİ’lere bile rahmet okutan İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in Büşra Ersanlı’nın suçlu olduğunu kanıtlamak için 1980 öncesi dönemi hatırlatması örneğinde somutlanan kara propaganda, AKP’nin baskı ve savaş rejiminin geldiği noktayı göstermesi bakımından anlamlıdır. En ufak demokratik tepki ve eleştiriyi bile suç sayan bu anlayışın beslendiği politikanın, AKP’nin içeride ve dışarıda savaş ve gerilime dayalı yönelimi olduğu açıktır. Bu yönelimin, Kürt sorununun eşit haklara dayalı çözümü ve ülkenin demokratikleştirilmesi mücadelesi bakımından zorlu bir sürece işaret ettiği de ortadadır. Dolayısıyla bugün bu politika, emek ve demokrasi güçleri için AKP’nin gerici yüzünün açığa çıkartılması ve buna karşı halk güçlerinin örgütlenmesi olarak anlam kazanmaktadır.

I.    SAVAŞ VE PROPAGANDA
Türkiye egemenlerinin, Libya’ya NATO çatısı altında gerçekleştirilen müdahalede üstlendikleri rolden sonra, Suriye rejimine karşı gerilimi tırmandırma ve müdahaleye zemin hazırlama tutumunu geliştirdikleri biliniyor.  ABD Dışişleri Bakanı Clinton, Türkiye’nin Ortadoğu’da ABD’den bile etkin bir konumda olduğunu söyleyerek, AKP’yi pohpohluyor; Avrupa basını da Erdoğan’ı ‘kapak’ yaparak, Türkiye’nin bölgesel rolü üzerine makaleler yayımlıyor. Geliştirilen politika, Malatya’ya kurulması planlanan NATO Radar Üssü ile birlikte düşünüldüğünde, Türkiye’nin emperyalist müdahalenin koçbaşı yapılmak istendiği görülüyor. Bugünlerde ısındırılmaya çalışılan Suriye’de ‘tampon bölge’ oluşturma planı, bu müdahalenin ilk adımı olarak hesaplanıyor. Türkiye’nin bölgesel düzeyde üstlendiği gerilim ve şiddete dayalı politika, AKP Hükümeti’nin, Kürt ulusal hareketini askeri ve siyasi operasyonlarla baskılayarak, Kürt sorununu da kendi politik çıkarları çerçevesinde çözme hevesini arttırıyor. AKP’nin içine girdiği yönelim bir taşla iki kuş vurma arayışını da beraberinde getiriyor. Bu arayış, PKK’nin Suriye ve İran’la ilişkileri üzerine geliştirilen propagandada somutlanıyor. Böylelikle hem içte, hem de dışta gerilim ve çatışma politikasına ortak zemin hazırlanmak isteniyor. Daha düne kadar “teröre karşı işbirliği ve ortak mücadele” içinde oldukları söylenen Suriye ve hatta İran birden “terör destekçisi” ilan ediliyor.
Bugün Türk medyası büyük oranda AKP propagandasının aleti haline dönüşmüş durumdadır. HPG’nin 24 askerin ölümüyle sonuçlanan Çukurca baskınından sonra, medyanın, tek bir ağızdan, saldırı emrinin Suriyeli Fehman Hüseyin tarafından verildiğini yazıp söylemesi, bu araçsallaşmanın somut göstergelerinden biri olmuştur. Fehman Hüseyin’in KCK Yürütme Konseyi Başkanı Karayılan’ın ifadesiyle, Suriye rejimine karşı isyan edip silahlı mücadeleye girişmiş bir Kürt olarak, nasıl Suriye rejimi ile işbirliği yaptığı sorusu Türk medyası tarafından cevaplanmış değildir. Yine dünya basınında Suriye rejimi muhaliflerinin “Özgür Suriye Ordusu”nun Türk devleti tarafından desteklenip eğitildiğine dair birçok haber yer alırken, buna sessiz kalan Türk medyası, Karayılan’ın Suriye Kürtlerine yaptığı “Çatışmalarda taraf olmayın. Öz savunmanızı geliştirin” çağrısını bile “Kürtlere silahlanma yönünde yapılmış küstah bir tahrik” olarak sunmakta bir sakınca görmemektedir. Söz konusu Suriye bile olsa, Kürtlerin hak talebinin kabul edilmezliği, medyanın AKP tarafından getirildiği hiza bakımından dikkat çekici olsa gerektir.
Yapılan haberlerden AKP’nin içeride ve dışarıda gerilim ve çatışmaya dayalı siyasal yöneliminin propaganda aracına dönüşmüş olan medyanın, daha şimdiden, önümüzdeki dönemde Suriye’ye olası bir müdahaleyi, Kürtler tarafından yaratılan tehlikeyi bertaraf etme ile gerekçelendirmeye soyunduğu anlaşılmaktadır. Başbakan Erdoğan’ın Kürt hareketine ve başta Suriye olmak üzere bölge ülkelerine karşı yüksek perdeden konuşmasını “büyüklüğün” ve “bölgesel liderliğin” nişanesi olarak görmek/göstermek ateşle oynamaktan başka bir şey değildir ve Türkiye’de medyanın büyük çoğunluğu, Türkiye’yi bölgesel çatışmaların merkezi haline getirecek böylesi bir politikanın borazanlığını yapmaktadır.

II.    KCK OPERASYONLARI: YALANLAR VE GERÇEKLER
2009’da KCK adı altında Kürt ulusal hareketine yönelik operasyonlar başladığında, liberal yazarlar arasında, bu operasyonların AKP’ye rağmen ve hatta AKP’nin Kürt sorununu çözme adına ‘açılım’ adı altında başlattığı politikaları baltalamak için yapıldığını söyleyenler oldu. Bugün binlerce Kürt siyasetçinin hapishanelere doldurulup yargılanmasının bile yapılmadığı bu siyasi operasyonların bizzat Başbakan Erdoğan ve AKP’nin talimatlarıyla yapıldığı kendi açıklamalarıyla sabittir. Bu operasyonların gerekçesi, KCK’nin Kürt ulusal hareketinin ‘şehir yapılanması’ olduğu biçiminde ifade ediliyordu. Bugün hem bu operasyonlara karşı gelişen tepkileri etkisizleştirmek, hem de operasyonların kapsamını/hedef kitlesini genişletmek amacıyla, dün ‘şehir yapılanması’ denen örgütün, aslında “paralel devlet” örgütlenmesi olduğunu söylemeye başladılar.
Kürt ulusal hareketine karşı KCK adı altında yapılan operasyonlar başladığı günden bu yana, bu operasyonların, Kürt hareketinin örgütlü güçlerini tasfiye etmek, politik etkisini azaltmak ve bu temelde AKP’nin TRT Şêş, Kürdoloji bölümleri gibi adımlarda somutlanan sorunu bireysel haklar çerçevesi içinde çözme politikalarına yaşam alanı açmak amacı taşıdığına dikkat çektik. Dolayısıyla bu operasyonlar, ‘açılım’ politikasından vazgeçişin değil; bu politikanın etkin kılınmak istenmesinin bir sonucu olarak gerçekleştirilmektedir. Bugün yeni olan ise, AKP’nin ülkeyi bölgesel gericiliğin merkezi haline getirme yönelimine bağlı olarak, söz konusu politikanın uygulanma alanının hem Kürt halkının bütün örgütlü kesimlerini ve hem de ülkedeki her türlü demokratik örgütlenmeyi ve aydınları hedef haline getirebilecek bir düzeye çıkartılmış olmasıdır. KCK’nin “paralel devlet” örgütlenmesi olduğu söylemi, artık “bölücülük” söyleminin eskisi gibi prim yapmadığı bir dönemde, örgütlü halk kesimlerinin tasfiyesine yönelik böylesi bir arayışın sonucu olarak gündeme getirilmiş bulunmaktadır.
KCK (Koma Civakên Kurdistan / Kürdistan Topluluklar Birliği), 2005’te kurulmuştu. Aslında KCK’nin kuruluşu, Kürt hareketinin ayrı bir devlet kurma talebinden vazgeçişinin ve bugün “demokratik özerklik” olarak tarif edilen, eşit haklar temelinde ortak vatanda birlikte yaşama dayalı bir çözümü benimsemesinin belgesi durumundadır. KCK, kendini; topluluk demokrasisini, toplulukların eşit ve özgür bir arada yaşamasını esas alan, devlet olmayan, örgütlenmiş demokratik, siyasal ve toplumsal bir organizasyon olarak tarif etmektedir. Bu yapılanma, toplum içinde yaş, cins, sınıf, ulus, etnisite, inanç farklılıklarına yaşam alanı açmak ve bu farklılıklardan kaynaklanan eşitsizlikleri ortadan kaldırmak üzere bu toplulukların ayrı örgütlenmesine ve birlikte yaşamasına dayalı konfederal bir sistem öngörmektedir. Yine KCK sözleşmesinde, bu yapılanmanın bir devlet sistemi olmayıp, kadınların, gençlerin, emekçilerin, tüm halk ve toplulukların kendi demokratik örgütlenmesi üzerinden politikaya katılımının esas alındığı belirtilmektedir. Kısaca KCK sistemi, devlet kurma ve iktidar hedefi olmayan halkın örgütlü kesimleri üzerinden sistemi dönüştürmeyi amaçlayan bir yapılanma olarak tarif edilebilir. Bu yapılanmanın ideolojik arka planında yatan ise, Murray Bookchin’in* ‘toplumsal ekoloji’ olarak tanımladığı, ekolojik anarşizme dayalı konfederal sistem anlayışıdır. Burada Bookchin’in, Marksizmin sınıflara dayalı toplum çözümlemesi yerine yaş, cinsiyet, etnisite gibi olgular tarafından belirlenen ‘hiyerarşi’ kavramını geçirdiğini ve kapitalist devlet aygıtının parçalanması yerine toplulukların konfederal örgütlenmesiyle sistemin dönüştürülmesini savunduğunu söylemekle yetinelim. Ve yine başka bir yazının konusu olmakla birlikte, Kürt ulusal hareketinin Kürt coğrafyası için geçerliliği olan özerklik talebini ülkenin bütün bölgeleri için istemesi (hatta 20-25 bölgelik bir özerklik öngörmesi) gibi bir sonuç doğurmasının bu ideolojik yaklaşımın güncel/pratik siyasal mücadele bakımından en önemli açmazı/çarpıklığı olduğunu söyleyerek geçelim.
Özetlemek gerekirse, KCK, iddia edildiği gibi, paralel devlet örgütlenmesi değil; Kürt ulusunun ve Kürt coğrafyasındaki farklı etnik, dinsel toplulukların farklı örgütlenmesi ve bu toplulukların demokratik zeminde ortak hukuk oluşturmalarına dayanıyor. Yani ortada ne bir devlet var, ne de iktidar hedefi. Buna rağmen KCK’yi düzen için tehlikeli kılan şeyin, onun, bir devlet yapılanması olmaktan çok, toplumun bütün kesimlerinin örgütlülüğünü amaçlaması olduğu açıktır. AKP’nin Kürt siyasi hareketi içindeki kadınlara, sendikacılara, aydın-akademisyenlere saldırmasının nedeni de bu örgütlülüktür.  Açıktır ki, AKP’nin örgütlü bir topluma, kendisinin öngördüğü, bireysel haklarla sınırlı çerçeveyi aşmayan çözümünü kabul ettirmesi mümkün değildir. “Paralel devlet” söylemi, işte yukarıda da belirttiğimiz gibi, halkın örgütlü bütün kesimlerini hedef haline getirmek üzere geliştirilmiş bulunan bir söylemdir. Ve bugün yaşandığı gibi, çözüm kendini dayattıkça, saldırının kapsamı ve dozu artmaktadır.

III.    GERİCİ PROPAGANDAYA KARŞI GERÇEĞİ GÖRÜNÜR KILMAK

Gerici propagandanın en yüksek perdeden yapıldığı; AKP’nin bölge ve ülkede ‘muktedir’ göründüğü bu dönem, aynı zamanda AKP politikalarının iç yüzünün anlaşılması bakımından da fazlasıyla olanak taşımaktadır. Her şeyin kontrol altında olduğu görüntüsünün altında, özellikle Kürt sorunu ve bölgesel politikalar bakımından yaşanan başarısızlıkların üstünün örtülmesi çabasının olduğu açıktır. Bugün mesele, AKP’nin zayıf karnının görünür olmasını sağlamak ve bu politikaya karşı halk güçlerinin birleşik mücadelesini örmektir.  Bunun ilk adımı, elbette gerçeği görünür kılmak üzere, düzeyi/niteliği arttırılmış bir propaganda ve ajitasyondur. Güncel/dönemsel gelişmeler üzerinden ana başlıklar halinde belirtmek gerekirse:
·    AKP’nin bölgede Arap ülkeleriyle “dostane ilişkileri”nin ve kendini bir “model” olarak sunuşunun arkasında ABD emperyalizminin ‘bölgesel taşeronluk’ (“bölgesel liderlik”) rolü ve dolayısıyla ‘Arap Baharı’nı tersine çevirme; halkların özgürlük, insanca yaşam arayışı ve mücadelesini emperyalist gericiliğe bağlama çabası olduğunun her somut gelişme üzerinden (NATO Radar Üssü, Suriye muhalefetinin ‘Özgür Suriye Ordusu’na verilen askeri destek vb.) yeniden ve yeniden halkın gözünde görünür kılınması.
·     Filistin’in Birleşmiş Milletler’de tanınması konusunda ABD’nin İsrail’den yana takındığı tavır ve bunun AKP tarafından sessizlikle geçiştirilmesinin, aslında AKP’nin İsrail karşıtlığının, kontrollü ve büyük oranda Arap ülkelerini ve iç kamuoyunu etkilemeye yönelik olduğunun görülmesinin sağlanması. Ya da tersinden söylemek gerekirse, aslında İsrail’le karşı karşıya gelişin sınırının, Türkiye egemenlerinin ABD’nin bölge politikalarıyla uyumu/işbirliği tarafından çizildiğinin vurgulanması.
·     Bölge rejimlerine “halkın sesine kulak verme” çağrısı yapan Başbakan Erdoğan’ın kendi ülkesinde Kürt halkına yönelik gerçekleştirilen askeri ve siyasi operasyonlarla, aslında bölge diktatörlerinden farksız bir tutum içinde olduğunun gözler önüne serilmesi. Üstelik sadece Kürt halkına değil, işçi ve emekçilere, çevresel talana karşı çıkan köylülere, kadın ve gençlere de yapılan saldırıların rejimin anti demokratik karakterinin anlaşılması bakımından teşhir malzemesi yapılması.
·    Yeni anayasa yapım sürecinde, sadece Kürtlerin eşit haklara dayalı statü talebinin değil; Aleviler başta olmak üzere, farklı inanç kesimlerinin gerçek laisizm talepleri, işçi ve emekçilerin sendikalaşma ve güvenli çalışma koşulları ve insanca yaşam talepleri, ülkenin su ve toprak kaynaklarının tekeller tarafından yağmalanmasına karşı mücadele eden çevre hareketlerinin, eşitsizliğe ve şiddete karşı ayakta olan kadınların, parasız demokratik eğitim ve iş isteyen gençlerin, düşünce özgürlüğü isteyen aydın-akademisyen ve sanatçıların vb. talepleri karşısında takınacağı tutumun halkın geniş kesimleri tarafından anlaşılmasını hedefleyecek bir aydınlatma faaliyetinin yapılması…
·    Ve elbette bütün bu teşhir/gerçeği görünür kılma faaliyetlerinin emperyalizm ile ilişki ve işbirliğine son verilmesi, komşu ülke halklarıyla barış ve kardeşlik temelinde ilişkilerin geliştirilmesi, Kürt sorununun eşit haklar temelinde ve bölgesel özerklik statüsü tanınarak çözülmesi, bütün halk kesimlerinin taleplerini içeren demokratik bir anayasanın yapılması gibi talepler üzerinden demokratik halk iktidarı mücadelesine bağlanması.
Bugün özellikle Ersanlı ve Zarakolu’nun tutuklanmasından sonra, akdemi çevrelerinde ve aydınlarda gelişen tepkiler; dün üstü örtülebilen gerici politikaların artık liberal çevreleri AKP ile karşı karşıya getirmesi, seçim öncesinde blok güçlerinin yarattığına benzer geniş çevrelerin demokrasi ve halk güçleri cephesine katılması olanaklarını arttırmaktadır. BDP’nin KCK operasyonlarına karşı başlattığı ve kısa zamanda yayılması beklenen “kendini ihbar etme” kampanyası ve bu saldırılara karşı yapılan mitingler, Halkların Demokratik Kongresi çalışmalarının belli bir mesafe kaydetmiş olması, NATO üssü ve savaş politikalarına karşı yapılan eylemler, sağlıkçıların başını çektiği emekçi grev ve eylemleri, bugün gücünün doruğunda görünen AKP gericiliğinin gerileyişinin işaret ve olanaklarını ortaya koymaktadır. Bugün burjuva medyayı Goobeslçi propagandanın aygıtı haline getirerek, bütün karşıtlarını hedef tahtasına koyan AKP gericiliğine hatırlatmak gerekir ki, Goobelsçi propagandanın en yoğun dönemi NAZİ’lerin gerileyişinin başladığı (1943’ten sonraki) dönemlerdi. Ve NAZİ’lerin Propaganda Bakanı Goobbels’in bu gerileyişi durdurmak için gündeme getirdiği ‘topyekûn savaş’ projesi de, halkların mücadelesi karşısında Alman faşizminin sonunun gelmesini engellemeye yetmemişti.

* Murray Bookchin: 1921’de New York’ta doğdu, 1930’lu yıllarda komünist gençlik hareketine katıldı. 1939’da Troçkist- anarşist sapmalar nedeniyle Komünist Parti’den ihraç edildi. 50’li yıllarda “muhalif Marksistler”e, 60’lı yıllarda “Yeni Sol” hareketlerine katıldı. 1974’te Toplumsal Ekoloji Enstitüsü’nün kurucularından biri oldu. Bu tarihten sonra, ekolojik-anarşist fikir ve projeleriyle tanındı. Bu fikirleri, Kürt ulusal mücadelesinin önderi Öcalan’ın ‘Demokratik Konfederalizm’ projesinin oluşturulmasında etkili oldu. (Bookchin’in görüşlerinin eleştirisi için Özgürlük Dünyası’nın……..sayısında yayımlanan “Murray Boockhin ve Eko-Anarşizm Üzerine Notlar” yazısına bakılabilir.)
Yakarıdaki (…) yer için Özgürlük Dünyası’nın “içindekiler” ekine bakılacak ve ÖD sayısı neyse o  yazılacak.

MARKSİZM VE FEMİNİZMİN DAİMİ GEÇİMSİZLİĞİ: Bir konferansın ardından feminizmi yeniden değerlendirmek

Türkiye’deki feminist hareketin başlıca unsurlarından biri olan Sosyalist Feminist Kolektif (SFK) geçtiğimiz kasım ayında “Ücretli/Ücretsiz Emek Kıskacında Kadın” başlıklı bir konferans gerçekleştirdi. Konferansı önemli kılan başat isim ise, 1970’li yıllarda yayınlanan “Marksizm ve Feminizmin Mutsuz Evliliği” isimli makalesiyle bugünkü sosyalist/Marksist/maddeci feminizmin, deyim yerindeyse, temelini oluşturan Amerikalı feminist Heidi Hartmann oldu. Yaklaşık üç yüz kişinin hazır bulunduğu konferans salonunda da dile getirildiği gibi birçok kadın ve feminist kadın “dünya gözüyle Heidi Hartmann’ı görmek için” oradaydı. Dergimizin önceki sayılarında da ismini eleştirel bir tartışma dahilinde zikrettiğimiz ünlü feminist, yaklaşık kırk yıl önce yazdığı bu makale bağlamında bugünkü kapitalizm ve “patriyarka”  ilişkisini yeniden değerlendirirken, halen İngiltere’deki Leeds Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapan Jean Gardiner ise neoliberal dönemde bakım emeğinin dönüşümleri bağlamında kadın emeğinin bugünkü koşulları üzerine bir sunum gerçekleştirdi. Bir diğer katılımcı ise Fransa’dan gelen Helena Hirata idi. Hirata’nın tartışma konusu ise neoliberal politikalarla yaygınlaştırılan ve çeşitlendirilen esnekleşme ve kadın emeği ilişkisi üzerineydi.
Neoliberal politikalar ve yeni muhafazakarlığın ortak gelişimi üzerine kadın emeğinin bugünkü konumu ve değerlendirilmesi, kadının emek gücünün emek piyasasına katılımı ve üretim ilişkilerine olan ilişkisi bağlamında dünyadaki ve Türkiye’deki feminist algının anlaşılması, analiz edilmesi ve eleştiriye tabi tutulması açısından oldukça önemli veriler sunan konferans, aynı zamanda hem feminist hareketler/yaklaşımlar içerisindeki hem de sosyalist/Marksist teori ve feminizm arasındaki ciddi ideolojik ayrımların belirginliğinin güçlenmesine de işaret eder nitelikteydi. Kısacası, Marksist Leninistler nezdinde hiçbir zaman gerçekleşmemiş olan ama özellikle 70’li yıllardan itibaren Avrupalı ve Amerikalı feministler tarafından zoraki ve eklektik bir şekilde kurulan “Marksizm ve feminizm arasındaki mutsuz evliliğin” bir nihayete ermesinin – hatta önemli ölçüde sona erdiğinin- alametlerini bir kez daha ortaya koydu. Konferansla birlikte yeniden gündeme aldığımız sosyalist feminizmin güncel analizi ve eleştirisine geçmeden önce konferansa dair genel bir gözlemi akılda tutmakta fayda var. Panelistlerin hepsinin gelişmiş kapitalist/emperyalist ülkelerden gelişi ve kendi ülkelerindeki koşullar temelinde kapitalizm ve “patriyarka” arasındaki ilişkiyi yeniden değerlendirdiklerini söyleyelim. Buna karşılık Türkiye’deki feministlerin bu ilişkiye dair görüşleriyle panelistlerinki arasında ciddi farklılıklar ve farklı eğilimler ortaya çıkmış durumda. Türkiye’den feministler kapitalizm-patriyarka ortaklığında patriyarka vurgusunun her zamankinden daha fazla ihtiyaç olduğunu düşünürken, diğerleri kapitalizm eleştirisini daha da derinleştirme eğiliminde. Karikatürize edersek, ilkinin artan bir ivmeyle radikalleşen ikincisinin ise tırnak içerisinde sosyalistleşen bir feminizme doğru gittiğini söyleyebiliriz. Bu tartışmaya geçmeden günümüz kadın hareketleri ve feminist hareketlerin yakın tarihine dair bir bellek tazeleme girişiminde fayda var.

Yakın tarihe kısa bir bakış
Elbette sınıflı toplumun tarihi kadar eski olan kadının ezilmişliğinin tarihinde, tarihsel bir zorunluluk olarak tarihin her döneminde bu ezilmişliğe karşı başkaldırı ya da özgürlük hareketleri gelişmiştir. Materyalist tarih anlayışı tüm bu tarihi kendi diyalektik iç bağıntıları çerçevesinde analiz etmeyi gerektirir. Fakat tartışmamızın içeriği gereği 20.yy’ın ikinci yarısından sonraki döneme yoğunlaşmakta fayda var.
Kapitalizm, başlangıcından bugüne kadar, mevcut üretici güçleri kendi dönemsel ihtiyaçları doğrultusunda konumlandırmak zorunda kalmıştır. Köylülüğün bitirilip, tarıma dayalı aile üretiminden kapitalist fabrika üretimine geçiş, üretici köylüyü fabrikada konumlandırmış, çiftçiyi işçi yapmıştır. Ya da sanayileşme ve hemen akabinde makineleşmeyle birlikte doğan rekabet ortamında ucuz emek gücü ihtiyacı kadınların ve çocukların kitleler halinde emek gücü piyasasına katılımını gerektirmiştir. Benzer bir şekilde İkinci Dünya Savaşı sırasında erkeklerin kitleler halinde orduya alınması, Avrupa ve Amerika’da kadınların da özellikle ağır sanayide (silah sanayi, iş makinaları üretimi, vb.) kitlesel istihdamına yol açmıştır. Savaşın sona ermesiyle birlikte erkeklerin emek piyasasına geri dönüşü, kadın ve erkek işçiler arasındaki rekabeti doğurmuş ve “doğuştan yenik görülen” kadının büyük ölçekte istihdam dışına itilmesini beraberinde getirmiştir. Yani kapitalizm kadına “Sen şimdilik yedek kulübene çekil, ihtiyacım olursa tekrar çağırırım.” demiştir. Fakat bir kere proleterleşmiş ve üretimden gelen gücünün tadına varmış olan kadını yeniden mutfağa hapsetmek artık o kadar kolay olmayacaktır. Savaş öncesindeki kadın tipiyle savaş sonrası kadın tipi arasında ortaya çıkan keskin kopuşların aile yapısında ve toplumda ciddi bir etkisi olması bekleniyordu. Fakat, savaş sırasında kafasında çiçekli bandanası güçlü kaslı kollarıyla yandan profil resmi veren “Rossie the Riveter” ikonu hemen geri çekildi ve dini propagandanın güçlendirilmesiyle birlikte “yuvayı yapan dişi kuştur” kabusu da diyebileceğimiz “ideal aile mitine” geri dönüldü. Fakat kadının iş gücüne katılımı geleneksek aile yapısına kökten zarar vermeyecek emek denetim biçimleriyle sürdü. Bu maddi koşulların yanı sıra, -bahsi geçen konferans bileşenleri de dahil olmak üzere- yeryüzünde gelmiş geçmiş bütün feminist hareketlerin değinmekten bile kaçındıkları SSCB deneyiminin politik ve dolayısıyla ideolojik etkileri ve Sovyet kadınlarının özgürleşme yolunda devrimle birlikte attığı pratik adımların etkisi hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının teminatı haline gelmiştir.
Bu ahval ve şeraitte, genellikle gençlik hareketleriyle anılan 1960’lı yıllar aynı zamanda “Kadın Özgürlük Hareketleri” yıllarıdır. 19.yy’daki kadın hareketleri kapitalizmin gelişim koşullarından faydalanıyorken, 1960’lı yıllardaki kadın hareketleri ve feminist hareketler kapitalizmin eleştirisinden güç aldı. Tabi ki buna, ulusal kurtuluş hareketleri, Savaş karşıtı hareketler (Vietnam Savaşı) ve ABD’de siyahların özgürlük hareketlerinin etkisini de eklemek gerekir. (Zira ulusal özgürlük mücadeleleriyle bu mücadeleler içerisinde kadın özgürlük hareketinin nasıl ilerici bir etkileşim içerisinde olduğuna bugün ülkemizde tanıklık etmekteyiz -Kürt ulusal mücadelesi ve Kürt kadın hareketi). Avrupa’daki sosyalist örgütlerde mücadele eden birçok sosyalist kadın ve feminist kapitalizmle ve onun baskı aygıtı olan devletle hesaplaşma dönemine girmiş, sosyal haklar ve eşitlik temelinde mücadele vermiş, “kreş, ücretsiz bakım, demokratik temsiliyet, vb.” gibi çeşitlenen kısmi kazanımlar elde etmiştir. Fakat 1970’li yıllara gelindiğinde, SSCB’de revizyonizmin önemli yol kat etmesi, kapitalist sisteme geri dönüş uygulamalarının giderek belirginleşmesi dünya genelinde sosyalist hareketlerin, dolayısıyla sosyalist kadınların mücadelesinin elini zayıflatmıştır. Bununla birlikte kapitalizm yeni bir krize gebedir ve kapitalizm açısından üretici güçlerin yeniden konumlandırılması/yapılandırılması ihtiyacı söz konusudur.
Bu tarihsel koşullarda güç kazanan radikal feminizm ideolojik olarak eleştiri oklarını sosyalizme ve Marksizme doğrultur ve kadının ezilmişliğini namlunun ucuna erkekleri koyarak yeniden teorize eder. Birçok farklı eğilimi içermekle birlikte “Özel olan politiktir.” sloganı etrafında birleşen feminist hareket art arda kitaplar ve makaleler üretmekte, eylemler örgütlemektedir. Bunlardan en önemlilerinden biri ikinci dalga feminizm üzerinde belirleyici etkisi olan Amerikalı feminist Kate Millet’tır. Millet, 1970’de yayınlanan Cinsel Politika kitabıyla kültürlerarası ve tarih ötesi bir patriyarka kavramı önermektedir. Buna göre patriyarka hem evrensel iktidar ilişkilerinin biçimini oluşturmakta hem de sınıflı toplumu önceleyerek birincil tahakkümü teşkil etmektedir. “Erkek iktidarı”, sınıf, ırk, dil, din gibi çeşitli değişkenleri değersiz kılmakta ve tek tahakküm biçimini oluşturmaktadır, çünkü her yerde erkekler yönetmektedir. Aynı yıl içerisinde Kanada asıllı feminist Shulamith Firestone Cinselliğin Diyalektiği’nde, Fransa’da da Christine Delphy Baş Düşman kitabında, toplumsal yapının her zaman ve her yerde kadın ve erkek olarak iki sınıfa bölündüğünü ve erkek sınıfın kadın sınıf üzerindeki tahakküm ilişkisine dayandığını ilan etmişlerdir.
Radikal feminizmin en ayırt edici özelliği patriyarkayı başlı başına bir sistem olarak ele alması ve erkeklerin kadınlar üzerindeki egemenlik/tahakküm sistemi olarak formülize etmesidir. En kaba tabirle kapitalizmi toplumsal yapılanma açısından bir teferruat olarak gören radikal feminizm, kadınların eşleri/babaları ile aynı sınıfa mensup olmadıklarını ve kendilerinin ayrı bir sınıf oluşturduklarını ileri sürer. Buradan hareketle kadınlar arasındaki sınıf, dil, din, ulus ayrımları onların farklılıklarıdır, ancak bu farklılıklar onların aynı sınıfa mensup olduğu gerçeğini ortadan kaldırır nitelikte değildir. Farklılık söylemi, “kadınlar arasındaki farklılıkları eritmeden bir feminist politika yaratmak” biçiminde bugünkü Türkiye (sosyalist) feminist hareketi içerisinde hala baskın bir biçimde devam etmesi açısından dikkate değerdir. Marksist felsefe açısından radikal feminizm, kadınların ezilmişliği analizinde materyalist bir anlayıştan tamamen yoksundur. Tüm politik söylemleri üzerindeki örtüyü kaldırdığımızda ‘kendi-içinde’ ve ‘kendi-için’ cinsiyet kategorileriyle oldukça metafizik bir anlayışa yaklaşmıştır. Buna ek olarak, erkek egemenlik sisteminin yani patriyarkanın tüm diğer ayrımcı toplumsal şekillenişleri (sınıflı toplumu) öncelediğini savlayarak da bilimsel bir tarih anlayışından tamamen yoksundur – ki bu da Marksist feminizmin radikal feminizme getirdiği temel eleştiridir. 
70’li yılların başında bu derece güçlenen radikal feminizm karşısında Marksist feministler, diyebiliriz ki, Marksizm adına bir özeleştiri sürecine girdiler. Radikal feminizmin tarihsel materyalist anlayıştan yoksun oluşunu feminist sorunsalın Marksizmin merkezi sorunsalında (sınıf çelişkisi analizinde) yer almamasına bağladılar ve Marksizm ve feminizm arasında mutlu bir evliliğin mümkünlüğüne yoğunlaştılar. Diğer bir deyişle, Marksizmin feminizasyonu çabasına giriştiler.
Tam da bu noktada, 1970’li yılların ikinci yarısında Heidi Hartmann malum makalesini yazdı ve Marksist Feminizm’e ciddi bir ivme kazandırdı. O dönemde adeta sloganlaşan ve “çuvaldızı kendimize batırıyoruz” göndermesi yapan o ünlü cümle kurulmuş oldu: “Marksizm cinsiyet körüdür.” O dönem sosyalist ve Marksist feministler açısından Marksizmle temel dert Marx’ın emek değer teorisinde kadının ücretsiz emeğine yer verilmemesi, buradan yapılacak bir genellemeyle kadının ezilmişliği sorunun Marksist teoride analiz edilmemesiydi. Yalınlaştırılmış bir ifadeyle Marksizmin patriyarkayı ayrı bir toplumsal üretim sistemi olarak incelememesi, kabul etmemesi, eleştirmemesi onun cinsiyet körlüğünün bir sonucuydu.
Hartmann’ın, konferanstan önce Ekmek ve Gül programına verdiği röportajda, “Hala Marksizmin cinsiyet körü olduğunu düşünüyor musunuz?” sorusuna verdiği cevabı es geçmemek gerek: “Hem evet hem hayır. Senaryonuz, o cümleyle cinsiyet körü olarak ne demek istediğinize bağlı. Sanırım beni o makaleyi yazmaya iten şey cinsiyetçiliğin ortadan hala kaybolmadığı sol hareket içerisindeki deneyimlerdi.” Buradan hareketle Marksizmin cinsiyet körü olduğu fikrinin oluşmasına yol açan iki temel nedeni varsaymak mümkün. Birincisi, özellikle Amerika’daki feminist ve sosyalist hareketlerin 20.yy’daki SSCB deneyim ve pratiğinin sağlıklı bilgisine erişiminin olmaması- ki bu her türlü propaganda aygıtıyla sağlanmıştır. Marx ve özellikle Engels’ten sonra, Bebel ve özellikle de Lenin ‘kadın sorunu’ üzerine teorik, ideolojik ve pratik mücadelenin ana hatlarını çizmiştir.  Daha ötesinde Lenin ve Stalin önderliğindeki Sovyetler Birliği’nde en refah kapitalist ülkelerin bile (Kuzey Avrupa ülkeleri gibi) kapitalist üretim biçiminin doğası gereği tahayyül edemeyeceği ölçüde önemli adımlar atılmıştır (kürtaj ve boşanma hakkı, kadın okuryazarlığının %100’e çıkarılması, kadın istihdamının %88’e çıkarılması, bakım emeğinin kolektifleştirilmesi, kadınların devlet denetim mekanizmasındaki nüfusun 2/3’ünü oluşturması, vb.) Bugün hala birçok Avrupa ülkesi ve ABD’deki talepler bile, Sovyetler Birliği’nde gerçekleştirilen uygulamaların çok gerisinde kalmaktadır. Genel olarak tüm feministler bu sosyalizm deneyimini incelemeyi ret ya da ihmal etmekte ya da görmezden gelmektedir. İkinci bir neden ise, sosyalist örgütlenmeler içerisindeki erkek egemen zihniyetin, Hartmann’ın da işaret ettiği üzere gerçekten kırılmamış olmasıdır. Bu sadece kırk yıl öncesinin değil bugünün de bir gerçeğidir. Ne var ki Lenin “Dünya Kadınlarına Vasiyeti”nde, kadınların burjuvaziye/kapitalizme karşı savaşının yanı sıra parti içerisindeki mücadelesine de işaret etmektedir. Sonuç olarak, dünyada tam anlamıyla gerçekleşmiş tek sosyalist deneyimin sonuçlarından yoksun olmak 20.yy’da kadınların ezilmesine ve son tahlilde özgürleşmesine yönelik tek Marksist pratikten yoksun olmak demektir. Gerçekten de SSCB’yi bir kenara bırakacak olursak bu alanda tatmin edici Marksist bir teori ve pratik birikim yok denecek kadar azdır.
Feminizmin bu noktadaki yanılgısı, 20.yy’da kadının ezilmesi sorununun analizini ve çözümünü dönüp dolaşıp Marx ve Engels’in 19. yy’da ortaya koyduğu kendi yapıtlarında aramaları ve bu yapıtlardan hareketle Marksizmi bir teori ve eylem kılavuzu olarak kavrayamamalarıdır. 

Kapitalizm ve “Patriyarka”

1970’li yıllarda Heidi Hartmann ve diğer birçok feministin birbirinden ayrı iki sistemin ortaklığı olarak ele aldıkları kapitalizm ve patriyarka ilişkisinin analiz konusunu kadının ev içi emeği ya da bakım emeği yani (kimi kaynaklarda karşılıksız diye geçen) ücretsiz emeği oluşturmaktadır. Bu ortaklık aynı zamanda bir çelişki üzerinden ilerlemiştir. Patriyarkanın ezen öznesi erkek (koca, baba, erkek kardeş) ile kapitalizmin sömürücü öznesi kapitalist/patron arasında kadın emeğine kimin el koyacağına dair bir çelişkidir bu. Kabaca, erkek kadını evinde, kapitalist ise iş yerinde alıkoymak istemektedir. Bu çelişki 19.yy’da aile ücretinin geliştirilmesiyle çözülmüştür. 20.yy’da ise, feminizme göre, kadınların önemli bir kesiminin ‘evkadınlaştırılması’ ile denge sağlanmıştır. Bir yandan aile ve erkek kadının ücretsiz emeğine el koyarak kendi varlığının devamlılığını sağlamakta bir yandan da kapitalizm için işçi sınıfının yeniden üretilmesi de teminat altına alınmaktadır.
Bu noktada Marx ve Engels’e yöneltilen temel eleştiriyi ele alalım. 1970’li yıllardaki Hartmann, kapitalizmin herkesi proleterleştirme (bizim deyimimizle üretimi toplumsallaştırma) ihtiyacını öngören Marksist tezin yanıldığını belirtmektedir. Bu bağlamda Engels’in Köken’de öne sürdüğü kapitalizmin kadını proleterleştirerek kendinden önceki ataerkil yapının temellerini yıktığı saptaması da yanılmış olacaktır. Yazının buraya kadarki kısmında özellikle “1970’li yıllardaki Heidi Hartmann” dememizin bir nedeni var. Çünkü Hartmann, SFK’nın kadın emeği konferansında yaptığı “Kapitalizm ve Patriyarka” sunumunda kapitalizm ve patriyarka arasında o zamanlar tahlil ettiği gibi bir ilişkinin gelişmediğini belirtiyor:
‘Marksizm ve Feminizmin Mutsuz Evliliği’ makalemde eksik bıraktığımı, süreç içerisinde doğru değerlendirmediğimi düşündüğüm çeşitli noktalar var: kapitalizme yeterli önemi vermemişim. Değişen aile biçimi, ailenin desteklenmesi, yaşlı ve çocukların bakımının kapitalizm tarafından karşılanması, değişen aile biçimleriyle birlikte kadınların konumlarının da değişmesi bana bunu düşündüren etkenlerden. Makalemde patriyarkanın gücünü anlatabilmek için kapitalizmin gücünü azımsamışım.

Hartmann’ın bakım emeği açısından ortaya koyduğu tablo ülkemiz açısından oldukça yabancı elbette. Türkiye açısından bakıldığında hiçbir bakım hizmeti kapitalist sistem ya da devlet tarafından karşılanır durumda değil. Ama ileri kapitalist/emperyalist ülkeler açısından bakıldığında bu ülkelerdeki yoksulluk düzeyinin afaki seviyelere ulaşması, şimdiye kadar kadınların ücretsiz emeğiyle karşılanagelmiş toplumsal yeniden üretimin kapitalizmin başına bela olmaya başladığını gösteriyor. Zira artan yoksulluk kadınları giderek artan bir ivmeyle işgücü piyasasına sürüklüyor. Diğer yandan Hartmann, bugün ABD’de 50 milyon insanın gıda yardımı alman hayatta kalamayacağını belirtiyor. Bakım hizmeti krizi, yani bakım hizmetinin kimin emeğiyle karşılanacağı krizi ile artan yoksulluk arasındaki çelişki ABD’deki aile yapısını dönüştürüyor. Buna karşılık, kadın ve erkeklerin doğrudan kapitalizmi hedef alan ortak eylemliliklerinin arttığı görülüyor. Hartmann bu durumun “Wall Street’i İşgal Et” eylemlerinde oldukça belirginleştiğini belirtiyor. Konferanstaki bir diğer konuşmacı Jean Gardiner bakım emeği hareketlerinin üç karakterini ortaya koyuyor -ki bu üç karakter kapitalizm ve “patriyarka” arasındaki ilişkinin eğilimini de aşamalarıyla ortaya koyuyor.
i.    Geleneksel aile formu: Aile reisinin, yani eve ekmek getirenin erkek, evde tam gün bakım emeği harcayan kişi kadın. Giderek azalan bir yapı.
ii.    Ara form: Kadının da erkeğin de çalıştığı ama hala aile reisinin erkek olarak görüldüğü aile yapısı. Kadınların daha düşük ücretle çalıştığı görülüyor. Bakım emeğinin çoğunluğu kadın üzerinde olmak üzere özellikle çocuk bakımı gibi belirli bir ev içi emeğin erkek tarafından sarfedilmesi.
iii.    İkili kariyer haneleri: İstihdama katılımın da bakım emeğinin (ya da bakım emeği bedelinin) de kadın ve erkek arasında eşit olarak paylaşıldığı aile sistemi.

Dünyanın geneline bakıldığında en baskın aile modelinin ikincisi olduğu belirtiliyor. Fakat giderek birinci modelden ikinci modele geçişe de işaret ediliyor. Türkiye tabi ki bu modelleme de birinci aile yapısında gibi görünüyor. Ama bu modellemelerin bile kendi içerisinde çelişkileri var. Örneğin Türkiye’de, özellikle başta İstanbul olmak üzere belli başlı sanayi bölgelerinde ‘ev kadını’ olarak görülen birçok kadın ev eksenli üretimin bir parçası. İkinci aile modeli ise coğrafi olarak Avrupa’nın genelinde, sektörel bazda da kadın emeğinin yoğunlaştığı kamu sektörüne işaret ediyor. Kuzey Avrupa ülkelerinde daha sık rastlanan üçüncü model ise giderek ABD’de yaygınlaşan model. Buradaki yanıltıcı nokta ise, kadın ve erkek arasında eşit olarak paylaşılıyor görünen bakım emeğinin çoğunluğu yine kadın ve genellikle illegal göçmenler işçiler tarafından sunulması.
Özellikle 1980’ler ve sonrası neoliberal politikalar ve etkilerinin getirdiği noktada 1970’lerde kapitalizm ve patriyarkanın mutlaklığa doğru bir ortaklık ilişkisi içerisinde geliştiğini söyleyen Heidi Hartmann, konferanstaki feministler tarafından patriyarkadan çok kapitalizme vurgu yapmakla eleştirildiğinde, “Buna odaklanmamın sebebi kapitalizmin krizi. Kapitalizm, patriyarkal ağları kırmış durumda.” diyor. “Erkekler giderek daha fazla bakım emeği üstlenirken, belirli alanlarda kadınların daha yüksek ücret alması var olan aile yapısını değiştiriyor.” diye ekliyor.
Her gün 5 kadının öldürüldüğü, tecavüzcülerin bizzat yargı tarafından aklandığı, devletin tecavüze ortak olduğu, kayıtlı ve sosyal güvenceli kadın istihdamının ve kadın okuryazarlığının oldukça düşük olduğu ve bunun gibi koşulların giderek kötüleştiği ülkemizde patriyarkanın kapitalizm tarafından çözülüyor olup olmadığı tartışmalı bir konu olarak görünüyor. Fakat, eğer Marksist bir analizde ısrarcıysak –ki öyleyiz- Türkiye’deki sosyalist feministlerin patriyarkanın hala mevcut ve ayrı bir sistem olarak devam ettiği ve kapitalizmi toplumsal cinsiyet ilişkileri bakımından hala belirlediği argümanını analize tabi tutmakta fayda var. Türkiye’nin önde gelen sosyalist feministlerinden Gülnur Acar Savran bu bağlamda kapitalizmin patriyarkayı çözdüğü görüşüne tamamen karşı çıkıyor. Savran’a göre patriyarkal ilişkiler çoğalarak ve çeşitlenerek devam ediyor. Geleneksel patriyarka kadınları tamamen kamusal alandan soyutlarken, modern patriyarkal ilişkiler kadınları esnek-enformal sektörde konumlandırma eğiliminde. Savran, bugün hem geleneksel patriyarkal ilişkilerin hem de modern ve çeşitli patriyarkal ilişkilerin eş zamanlı olarak yaşandığı “melez bir patriyarka” sisteminin geliştiğini savunuyor. Türkiye açısından ise, melez patriyarkanın gelişme dinamiklerini, geç kapitalistleşme ve bunu bir sonucu olarak hızlı modernleşme, bir Akdeniz ülkesi olarak islam öncesindeki ‘bekaret, namus, örtünme’ gibi toplumsal cinsiyet normlarının islamiyetle birlikte pekişerek devam etmesi ve Kemalizmin etkileri oluşturduğunu belirtiyor. Bugün AKP’nin hayata geçirdiği yeni muhafazakarlık politikalarını ise istihdamda (ücretli emek piyasasında) soyut eşitlik, aile içerisinde hala korunan muhafazakarlık olarak yorumluyor. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin’in boşanmalardaki artışı yozlaşma olarak değerlendirip ailenin ıslahı çözümünü ortaya koymasının bunun gözle görünür bir örneği olduğunu ortaya koyuyor. Kapitalizmin neoliberal bir düzlemde, patriyarkanın ise yeni muhafazakarlık temelinde ortak gelişim dinamiklerinin temelinde hala patriyarkanın kapitalizmi toplumsal cinsiyet bağlamında belirleyici özelliğinin devam etmesini ise ücretsiz ev emeğinin kadının istihdama katılımında hala en belirleyici ve kısıtlayıcı unsur olmasına bağlıyor.
Patriyarka, feministlerin savunduğu gibi, kapitalist sistemin toplumsal üretim ilişkilerinin denetleyici sistemi ise, toplumsal üretimin maddi üretim ve toplumsal yeniden üretim olmak üzere ikili karakteri bağlamında, kadının patriyarkal emek denetiminden kaynaklanan ücretsiz/karşılıksız ev içi bakım emeğinin kadının istihdama katılışında belirleyici çoğu zaman kısıtlayıcı unsur olduğunu kabul edelim. Kişiselleştirirsek, nasıl patriyarka kapitalizmi belirliyorsa, nasıl erkek kadının (ücretli/ücretsiz) emeğine el koyuyorsa, bunun izdüşümü olarak kadının ücretsiz emeğinin ücretli emeği üzerinde bir tahakkümü olduğunu varsaymak gerekir. Peki, bu gerçekten de böyle midir? Yukarıda belirtilen üç aile modeli ve eğilimine bakalım. Neoliberal politikaların bir sonucu olarak artan yoksulluk kadını işgücüne iterken, kapitalizm işgücünü, üretimi ve çalışmayı kendi ihtiyaçları doğrultusunda esnekleştirerek ve kayıtdışılaştırarak kadının ücretli ve ücretsiz emeği arasında nasıl bir ilişkinin şekillenmesine yol açıyor? Çalışmadığı düşünülen ‘ev kadınlarının’ çoğunluğunun ev eksenli işçi olduğunu belirttik. Bu aynı zamanda kadının ücretli emeğinin ücretsiz emeğinden çalınması anlamına geliyor. Yani, sözde erkeğin el koyduğu ev içi emeğe, sistemde yarattığı ve esnettiği tüm boşlukları kullanarak sermaye birikimini artırmaya çalışan kapitalizm el koyuyor. Bu elbette kadının bakım emeğinden azade kılındığı anlamına gelmiyor. Hartmann’ın bugün açısından yeniden tasvir ettiği, Engels’in Köken’de açıkça ifade ettiği üzere, kadın emeğinin çifte sömürü koşulunu ortadan kaldırmıyor. Burada önemli olan saptama şudur ki: Bugünkü yoksulluk durumu, kadınların var olan toplumsal (aile ilişkileri, geleneksel kadın kimliği, vb.) ve ekonomik koşullarını zorlayarak işgücüne katılma yani çalışıp “eve ekmek getirme”, yani aile ilişkilerini, aile içindeki kadınlık durumlarını kendi çalışma olanaklarına göre yeniden şekillendirme eğilimindedirler. Kısacası, kadınlar ne yapıp edip para kazanmanın bir yolunu bulma eğilimindedirler. Bunun için de aile ilişkilerinin geleneksel yapısını zorlamak durumundalar ve öyle de yapıyorlar. Ellerinde herhangi bir meslek bilgisi ya da eğitimi olmayan ya da ailedeki çocuk-hasta-yaşlı bakımını kendi dışında herhangi birine devretme koşulu olmayan, kısacası evden dışarı çıkma olanağı bulunmayan kadınların ev eksenli üretime yönelmeleri bunun en çarpıcı örneğidir. Ya da, kamu sektöründe çalışan kadınlar açısından, bakım emeğinin ailedeki başka bir kadına devretmeleri ya da ucuz göçmen emeğini satın almaları ise bir başka örnektir. Ülkemizde henüz yaygın olamamakla beraber, Avrupa ülkelerinde (İngiltere, Fransa, vb.) kapitalizm kamu sektöründe çalışmayı esnekleştirmenin bir biçimi olarak çocuklu kadınlar için yarı zamanlı çalışma biçimini yaygınlaştırmaktadır.
Kısacası, feminizmin öngördüğünün aksine kadın emeği giderek daha fazla ücretli emeğe dönüşmektedir. Fakat sorun, kadınların 1980’lerden sonra daha çok kayıt dışı ve esnek çalışmanın yaygın olduğu sektörlerde istihdam edilmeleridir.  Öyle ya da böyle ülkemizde etkileri henüz çok belirginleşmemiş olsa da bu durum var olan geleneksel ya da feminizmin tabiriyle patriyarkal aile yapısını ve aile ilişkilerini giderek çözmektedir. Dolayısıyla, Marx ve Engels’in öngörüsü hala geçerliliğini korumaktadır. Kapitalizmin kadının ücretli emeğini değersizleştiren bir şekilde artarak istihdam etmesinin karşısında sosyalist bir bakış açısı tam tersi olan emeğin özgürleştirildiği ve giderek ücretli emeğin ortadan kaldırılması yoluna girilmiş deneyimleri, yani SSCB örneğini iyi incelemek zorundadır.

Kimden Alacaklıyız?
Tüm bunları bir bütün olarak düşündüğümüzde, Sosyalist Feminist Kolektif’in bir süredir yürüttüğü “Erkeklerden alacaklıyız” kampanyasını ve bir bütün olarak Türkiye’deki feminizmi nasıl değerlendirmek gerekir? İlk olarak SFK’nın feminist politikayı benimsemeyen sosyalist/Marksist yaklaşımlara getirdiği eleştiriyi ve bu kampanyasının temellerini ortaya koyalım: “Ücretli kadın emeği üzerine yapılan analizlerin çoğunluğu evdeki erkek egemenliğinin etkilerini yok sayılarak yapılıyordu. Bu nedenle biz, ısrarla, kadınların ev içindeki ücretsiz emekleri ile işgücü piyasasındaki ücretli emekleri arasındaki ilişkiyi bir bütün olarak ele almak gerektiğini söylüyoruz…. Yapılan analizlerde mücadelenin taraflarını bizzat kadınlar ve erkekler olduğunu gözden kaçırmak, feminist politikayı zayıflatma riskini taşıyor… Bizim sermayeden ve devletten taleplerimiz var ancak esas olarak: Erkeklerden alacaklıyız. Temizlik, yemek, yaşlı bakımı ve en önemlisi çocuk bakımı gibi ‘kadın işleri’nin yapılmasından erkeklerin maddi çıkarı (para, zaman) var, erkekler için harcadığımız zamanı, emeği geri istiyoruz…” Sosyalist feminizm kadın emeği analizini karşılıksız emeğin sadece çocuk/hasta/yaşlı bakımı için değil doğrudan ve bizzat erkekler tarafından tüketildiği gerçeğini görmeye davet ediyor.
SFK’nın bu kampanyasında da belirginleşen en temel özelliği radikal feminizmin saptamalarını doğrudan ve açıkça benimsemiş olmasıdır. Yani baş düşmanı erkek olarak kabul etmeleri ve doğrudan erkek egemen sistemin erkek öznelerde cisimleşmiş beden ve emek sömürüsüne, kısacası erkeklere karşı bir mücadele önermeleridir.
Burada sosyalist feminizme teorik ve ideolojik düzlemde getirilebilecek en temel eleştiri, kadının bugünkü durumunu ve buna bağlı olarak kurtuluş mücadelesini hala geleneksel patriyarkal ilişkileri baz alarak tarif etmesidir. Yukarıda ana fikri sunulan mücadele programı kapitalizm öncesi patriyarkal ailenin varlık koşullarındaki özel alan/kamusal alan ikiliğinin korunduğu fikri üzerinden geliştirilmiştir. Engels’e göre, özel ve kamusal alan ayrılığına dayanan patriyarkal aile yapısı kapitalizmle birlikte çözülmüş, bu ayrımın maddi koşulları kadının ücretli emeğiyle birlikte ortadan kalkmıştır. Bu durum sadece proleter kadınlar ve aileler için geçerlidir. Somutlamak gerekirse, kadının ücretli emek piyasasına katılmadan önceki toplumsal formasyona bakıldığında; maddi üretim alanı, metaların üretimi, buradan yola çıkılarak gelişen tüm toplumsal ilişkiler (politika, sanat, kültür, vb.) kamusal alanda gelişmektedir ve erkekliğe atfedilmiş alanlardır. Buna karşılık, kadınlar evde görünmeyen bakım emekleriyle özel alana hapsolmuştur. Kadının istihdama katılımı ise bu iki alanın ayrıklığının maddi temellerini sarsmıştır ve patriyarkal ilişkilerin giderek çözülmesiyle paralel bir şekilde bu ayrım da giderek çözülmektedir. Savran’ın, yeni muhafazakarlık çerçevesinde AKP’nin geleneksel aile yapısının korunmasına yönelik girişimleri hakkında tespiti bir noktaya kadar doğrudur. Fakat gözden kaçırılan nokta, devletin ve sermayenin sözde özel alan olarak tarif edilen aileye müdahalesinin bu özel/kamusal alan ayrımının çözülmesine yönelik bir müdahale olduğudur. Patronların kadın işçilerin hamileliklerini doğrudan denetlediği, sözde özel alan olan evde meta üretiminin yapıldığı (ev eksenli çalışma), güzellik endüstrisinin tüm toplumsal sınıflardan kadınların cinselliğini belirlediği, evlendirme programlarıyla “yeni ailelerin” kurulduğu, “umutsuz ev kadınlarının” dramının ekranlara taşındığı bir toplumsal yapıda özel ve kamusal alan ayrımının maddi varlık koşullarından bahsetmek ne derece gerçekçidir? Tüm bunların olduğu yerde insanların “ev benim mahremimdir” hissiyatının ve yanılsamasının devamlılığı kapitalist toplum ilişkilerinin yeniden üretilmesi açısından hayati önem taşımaktadır ve tamamen ideolojiktir. Sanki ev ve aile ilişkileri ulu orta yaşanmamaktadır, gözlerden ıraktır. Şiddet gören kadınların, karakolda çarptıkları “Kocandır….” ideolojik duvarıdır kamusal/özel alan ayrımı. “Karı koca arasına girilmez.” ahlaki normunun temelinde “Sizden en az üç çocuk istiyorum.” ikiyüzlülüğünün yatmasıdır. Dolayısıyla, doğru Marksist tutumun bu ideolojik ayrım üzerinden nasıl bir politika geliştirmesi gerektiği tartışılmalıdır. Feminizmin, mücadeleyi özel alanda güçlendirme önerisi de ciddi bir eleştiriye tabi tutulmalıdır.
Nasıl bir “feminist” mücadele?
Gülnur Acar Savran, kadınların mücadelesinin başta özel alanda yani ev/aile içerisinde olmak üzere kadınların ‘politik bir özneye dönüştürmeleri’ yoluyla patriyarkaya ve onun cisimleşmiş haline (erkeğe) karşı mücadele olarak tarif ediyor. Bu mücadelenin temelinde kadınların nesnel gerçeklikleri yani erkekler tarafından baskılanmaları ve sömürülmelerinden kaynaklanan ihtiyaçları yattığı için bu mücadelenin öznesinde nesnel olarak ezen özne konumunda bulunan erkeklerin yer alamayacağını söylüyor. Bu minvalde feminizmin politik öznesinin kim olduğu tartışmaları hala devam etmekte. 
Sosyalist feminizmin bu konudaki en genel önermesi, feminizmin, belirli bir egemenlik ve iktidar ilişkisini (patriyarkayı) hedef aldığı ve bu nedenle herhangi bir politik hareketin programına bir alt başlık olarak eklenemeyeceği için başlı başına politik bir hareket olduğu ; ve bu politik hareketin politik öznesinin de feministler olduğudur. Bu minvalde, kadın öznesi ise, politik özneye yani feministe dönüşmesi beklenen kolektif öznedir. Tam da bu noktada feminizmin hem güç aldığı hem de başının belası haline gelen “farklılık söylemi” devreye girmektedir. Birbiriyle çelişki içerisinde bulunan farklı sınıf, ulus, din, kültür yapılarından gelen kadınlar, bu “farklılıklarını” eritmeden, ‘ortak ezen’e karşı mücadeleyi kadın olmalarından, kadınlıklarından kaynaklanan bir birliktelikle nasıl yürütebilirler? Ya da konferansta gündelikçi bir kadının çok daha güzel bir ifadeyle sorduğu gibi, “Gülnur Hocam, şimdi ben evine temizliğe gittiğim patronumla nasıl aynı mücadele içerisinde yer alabilirim?” Sadece merakları gidermek değil, feminizmin bu soruya verdiği yanıtın billurlaşmış bir örneğini ortaya koymak adına belirtmekte fayda var Savran’ın cevabını: “Evdeki (kadın) patronla ev işçisini karşı karşıya getiren yine bir erkek. Aslında senin temizlediğin o erkeğin kiri. Bu gerçeği o kadına anlatarak.”
Bu nokta, Marksizm ve feminizmi uzlaşmaz bir şekilde karşı karşıya koyan bir ikilik doğmaktadır: “kadınlar arası sınıf dayanışması” mı yoksa “sınıflar arası kadın dayanışması” mı? Marksistler açısından “sınıflar arası kadın dayanışmasının” aslında “sınıflar üstü feminist bir hareket” olduğu apaçıktır. Bu aynı zamanda, Marksizm ve feminizm arasında her zaman kağıt üzerinde kalmış evliliğin boşanma ilamıdır.  

“Soğuk savaş”ta ısrarla diktatörlük ve demokrasi sorunları…

Solcusu ve sağcısıyla liberallerin dillerine pelesenk ettikleri, kanıta, ispata gerek duymadan, apriori, doğru varsaydıkları, önyargı düzeyine yükseltilmiş bir kalıpları var. Artık Tarafçılaşan H. Berktay gibi eski Aydınlıkçı, Nabi Yağcı gibi eski TKP’li, solculukları ancak dillerinde eser miktarda “tatlandırıcı” olarak kalmış liberallerle eski kaba faşist T. Akyol ya da hep “merkez sağ”da yer tutmuş muhafazakar liberal G. Civaoğlu gibilerinin yüzde yüz hemfikir olmakla kalmayıp ilgilerini yoğunlaştırdıkları bir odak oluşturan zehir zemberek bir kalıp bu. İnandırıcı olması için hiç değilse zaman zaman Hitler’le Mussolini ve onların faşizmiyle adı yan yana anılan Stalin ve komünist ya da Bolşevik “totalitarizmi”… “Diktatör Stalin”!
Küfür etme ihtiyacı duyduklarında “Stalin” diye başlıyor, en fazla yanına bir de “totalitarizm” ekliyorlar; yüreklerini soğutup devam ediyorlar. Kimmiş, ne yapmış, hangi görüşleri savunmuş, bu görüşler tarihsel toplumsal ilişkilerle, çıkarları birbirleriyle üstelik uzlaşmaz karşıtlık halindeki insan gruplarıyla, sınıflarla bağlantılı mı, yoksa yalnızca Stalin’e özgü orijinal kurgular mı –hiç ilgilenmiyorlar. Gerek duymuyorlar.
Uzun yıllar “medeniyet seviyesi”ne ulaşmayı amaç edindikleri, “Batı” ya da “uluslararası toplum” dedikleri, yere göğe sığdıramadıkları, “Soğuk Savaş” döneminin “Hür Dünya”sının –üstünlüğü önünde secdeye vardıkları “piyasa”nın ayrılmazı, başlıca yönü ve dayanağı olan kapitalistler arası iflah etmez rekabet nedeniyle– kaçınamadığı o boydan boya bölünme zamanında, sanki, büyük bölünmenin bir tarafı durumundaki şimdi “patronluk”unu hâlâ sürdüren ABD, “demokrasi”ye “beşiklik” etmiş Birleşik Krallık (İngiltere) ve artık burjuvazi ve hemen tüm sözcülerinin iğrenerek karşısında saldırı pozisyonu aldıkları Jakobenizmin döl yatağı aristokrasiye karşı burjuvazinin uzlaşmaz demokrasi mücadelesinin ülkesi Fransa, tabii ki egemen burjuvazileri Stalin’le ve Stalin Rusya’sı ile demokrasi ve barışı hedefleyen bir anti-faşist cephe oluşturmamışlar gibi, her kötülüğün kaynağı olarak Stalin ve kuşkusuz başında bulunduğu sosyalist sistemi göstermekle kalmıyor, onu, vicdansızlıkla, ağababalarının ittifak halinde birlikte savaşmış oldukları Hitler’e benzetiyorlar! Stalin’in sosyalizmi Hitler’in faşizmi gibiymiş –öyle iddia ediyorlar!

*
Oysa.. Diyelim ki, zamanın Amerikan başkanına, “Demokrat” Roosevelt’e, kriz ve sosyalizmin başarıyla ilerleyişi koşullarında çaresizce gündeme getirilen Keynesçi “New Deal” (yeni sözleşme) politikaları nedeniyle “uzlaşmacı”, “sosyalizan” gözüyle bakıyorlar ve “Stalin’in etkisi altında kaldığını” düşünüyorlar.. Haydi Fransa’nın muhafazakar bir anti-komünist olduğundan kuşku duyulamayacak, henüz başkan seçilmemiş, ancak partizanların yanı sıra ve en çok da Hitler Almanya’sı karşıtlığı onlarla başlayıp onlarla bitmesin ve zaferin meyvesi, yani iktidar da onların ellerine düşmesin yaklaşımıyla anti-faşist mücadelenin kıyılarında yer tutmaya çalışan, müttefikler arası “zirve” toplantılarına bile katılamayan ve henüz oldukça küçük bir güç durumundaki generali de Gaulle’ün güçsüzlüğü nedeniyle Stalin’le ittifaktan başka çare bulamadığını varsayıyorlar.. Ya anlı şanlı Winston Churchill? Ya bu aşırı gerici muhafazakar ve zilli anti-komünist İngiliz Başbakanı asilzade? O neden, üstelik Postdam’da, Yalta’da toplantı üstüne toplantı yaptığı Stalin’le, kuşkusuz en başta onun tarafından yönetilen Sovyet Rusya ile dünyanın başına bela olmuş faşist mihvere karşı ittifak yapmıştı? Madem pek benziyorlardı, ikisi de “totaliter”lerdi, neden Hitler’le Stalin el ele vermemişler ve Hitler Almanya’sı ile Sovyet Rusya bir ittifak kurmamışlardı da; benzemezler, Churchill İngiltere’si ve Roosevelt Amerika’sı ile Stalin Rusya’sı, üstelik Almanya-İtalya-Japonya faşist bloğuna karşı birlikte saf tutmuşlardı? Churchill’in görmediğini şimdi yeni yetme “totalitarizm karşıtları” Taha Akyol’lar, Civaoğulları, H. Berktay’lar, M. Belgeler mi görüp kavradılar, buna mı inanalım?
Hem de hiç de kolay olmadı. Şüphesiz, bir çırpıda ve büyük bir isteklilikle Stalin ve Sovyet Rusya’ya yanaşmadılar. Başlangıçta, benzerlikleri iddia edilenler, Hitler’le Stalin, faşist Almanya ile Sovyet Rusya değil; katiyen benzer olmadıkları ileri sürülen, ama aynı kapitalist “top”un sadece renkleri, yani biçimleri farklı “kumaşları” olan İngiliz Chamberlain’le Fransız Daladier Alman Hitler ve İtalyan Mussolini’yle yakın hissediyorlardı ve yakınlık içindeydiler.  İngiltere ve Fransa’nın hem de “sosyalist” Radikal’i Daladier’i, tabii ki “uzaktan” herkesin birbirini kırmasını izleyip sonunda parsayı toplamak üzere bekleme taktiğini Birinci büyük kapışmada deneyip güç toplamış olan ABD’nin de katılımıyla, Hitler’i, Sovyet Rusya’nın üzerine çullanmak için az teşvik etmediler. Hitler Almanya’sıyla Sovyet Rusya’yı kapıştırıp, her iki tarafı da mecalsizleştirecek bu kapışmayı tribünlerden zevkle izlemek için çok uğraştılar. Churchill’in önceli N. Chamberlain’le Daladier, Hitler ve Mussolini ile bu nedenle 1938’de Münih Antlaşması’nı imzaladılar. Aynı topun kumaşı olduklarını kanıtladıkları gibi, İngiliz ve Fransız burjuvazisi ve hükümetleri, doğuya doğru, Sovyetler’in üzerine sürmek üzere, iştahlarını açmak için, bu yönde, koca koca ülkeleri Alman –ve İtalyan– faşizmine kurban olarak sunarak saldırganı cesaretlendirdiler. Aralarında “al gülüm-ver gülüm” ilişkisi vardı sanki.
Batılı “demokratik” emperyalist devletlerin Sovyetler’e yanaşmaları ve onun tarafından yıllardır önerilen anti-faşist ittifakın kurulmasını kabul etmeleri, çok sonra, Sovyet Rusya, İngiliz ve Fransız burjuvazisi ve hükümetlerince üzerine sürülen Hitler Almanya’sı ile saldırmazlık paktı imzalayıp Hitler’in –Batılılarla arasında savunma anlaşması olan– Polonya’ya saldırmasının ardından gerçekleşti. Anlaşılmıştı ki, Hitler ilk elde Sovyetler’e saldırmayacaktı. Üstelik yine anlaşılmıştı ki, Hitler’in hedefinde Belçika üzerinden Fransa vardı.
Özellikle Churchill’in gelişiyle İngiltere Almanya karşıtı bir mevzi tutar oldu. Ancak Churchill, aynı zamanda, anti-komünistti ve Sovyetler’i güçlendirebilecek hiçbir eylemde bulunmamaya yeminliydi. ABD ile birlikte, Sovyetler’in yardımını istedi, ama ona katiyen yardım etmedi. Hitler Sovyetler Birliği’ne saldırdıktan sonra, Sovyetler Nazi ordularını önüne katıp kovalayarak Almanya’yı işgal edeceği anlaşılıncaya kadar, Almanya’ya karşı, doğu cephesinin yanı sıra batıda “ikinci” bir cephe açmaya bir türlü yanaşmadı. Özetle, Batılı “demokratik” emperyalist devletler Sovyet Rusya ile gerçek bir ittifaka eğilim göstermedi.
İşgal altındaki ülkelerin anti-faşist direnişçileriyle birlikte, Hitler Almanya’sıyla ölümüne savaşan başlıca güç, bu savaşta on milyonlarca yurttaşını kaybeden Sovyet Rusya oldu. Hitler’in korkulu rüyasıysa, başkası değil, ama Sovyet Rusya ve yönetiminin başındaki Stalin’di. Ama işte, bu Stalin, Hitler’e benzetildi! Hitler’in kıçının dibinden ayrılmayan, Münih’te ona yaltaklanan Batılı demokrasi madrabazlarıysa Hitler’e hiç benzememekteydiler! Bu, “Soğuk Savaş” argümanlarının başlıcalarından biridir ve hâlâ sağcı-solcu liberal, muhafazakar anti-komünistler tarafından olur olmaz yer ve zamanlarda savunulmaktadır.

*
“Soğuk Savaş”tan bunca yıl sonra yeniden Stalin ve Stalin’e küfrün gündem edinilmesinin görünür gerekçesi KCK’nin “Stalinizmi” olarak ortaya kondu.  Bunca tutuklamanın nedeni ilan edilen KCK’nin kötülenmesi gerekiyordu. “Kötü”yse, Stalin’di! KCK’yi kötülemek ve ondan da önemlisi hak isteyen/arayan Kürdü siyaset dışına itmeyi amaçlayarak KCK tutuklamalarının düğmesine basan AKP’nin otoriter/totaliter gidişatını örtmek ve bu gidişatın tartışılmasının önünü kesmek üzere tersten bir totalitarizm ve diktatörlük tartışması gündeme getirilmekteydi.
KCK kuşkusuz “Stalinist” değildir. Proletarya diktatörlüğü olmadan, işçi sınıfı, onun dünya görüşü ve politik tutumlarından ayrı ve onlarla ilgisiz olarak Stalin’den söz edilemez, “Stalinist” olunamaz. Eğer sorun tamamen keyfi olarak davranmak değilse ve bunun için Stalin’e başvurulmuyorsa, KCK ile Stalin arasında bir olumlu bağlantı kurma olanağı bulunmamaktadır. Burjuvazinin Stalin’e küfrünün nedeni, onun proletaryanın evladı olması, işçi sınıfının başında dünya burjuvazisine karşı savaşı, emekle sermaye ya da sınıfsal olarak işçi sınıfıyla burjuvazi ve sistem olarak kapitalizmle sosyalizm arasındaki büyük kavgayı sevk ve idare etmesidir. Ama KCK, şüphesiz bir işçi ya da emek kurumu değildir. İlericiliği tartışmasızdır; ancak Kürt ulusunun, bir ezilen ulusun örgütüdür. Ne işçidir, ne sosyalist; ama ulusaldır, yurtseverdir, Kürt ulusunun birlik, eşitlik ve özgürlük davasının savunucusudur.
Peki, Stalin’e ilgi duymayan, Stalin’in dünya görüşü ve eylem kılavuzu bildiği ve gelişmesine katkıda bulunduğu Marksizm-Leninizmi benimsemeyen, tersine eskidiğini ve aşılma durumunda olduğunu düşünen, programını komünizmin, yani sınıfların, sınırların, devletlerin kaldırılmasının ve bunun için bir işçi iktidarının (proletarya diktatörlüğünün) zorunluluğunun savunulmasına kadar genişletmeyen, ama kendisini, PKK’nin programında olduğu gibi genel bir sosyalizm, “demokratik sosyalizm” söylemi eşliğinde ulusal eşitlik ve ulusal kurtuluşu amaçlamakla tanımlayan, sosyal dayanağı olarak –“darlık” tanımlamasıyla sınıfsal yaklaşımlara uzak durarak– işçi sınıfına değil, ama –ulusal hainler dışında– burjuva sınıf ve tabakalarla birlikte ezilen ulusun bütününe, Kürt ulusuna yaslanan bir örgüt neden “Stalinist” ilan edilir?
Nedeni; kime dayandığı, kimi temsil ettiği önemsenmediği gibi, örtülmesi gerekli görülen Jakobenizmin “günah keçisi” ilan edilmiş olmasıyla benzerdir. Jakobenizmin, salt bir “yöntem”, kan dökücülük, terör ve genel olarak şiddetin politika yöntemi olarak benimsenmesi istenmiştir. Kanı, hiç kuşku yok, Afganistan’da, Irak ve Libya’da son örneklerine tanık olunan büyük kapitalist emperyalist devletlerin başını çektiği kapitalistler dökmektedir. Ve üstelik kapitalist kan banyosu yalnız denizaşırı saldırılarla sınırlı değildir. Kapitalist sistem nerede eskisi gibi yönetemez hale geldiyse ya da geliyorsa, nerede çözümünü dayatan sosyal ve ulusal sorunların üstesinden gelinemiyorsa ya bütün bir halk veya ulusu hedef alan ya da halkın bir bölümünü diğerine karşı kışkırtan kan dökücülük gündeme gelmekte, gerici burjuvazinin saldırganlığı ve terörü bitmek bilmemektedir. İşte Türkiye! Bizden PKK’nin saldırı halinde olduğu ve terör uyguladığına inanmamız istenmektedir. Diyelim ki doğrudur, PKK saldırmakta ve terör eylemlerine de başvurmaktadır. Peki, ama aylardır süren operasyonlar, kara harekatları, “şu kadar terörist etkisiz hale getirildi” övünmeleri neyin nesidir? Şiddete yalnızca PKK mi başvurmaktadır? Milyonluk ordu ve polis örgütlenmesiyle, özel birlikleriyle dev bir terör mekanizması ve şiddet aleti olduğundan kuşku duyulamayacak devlet de mi Jakobendir?
Jakobenizm kadar “Jakobenizm”i miras edinen “Stalinizm” de, oysa terörle ya da genel olarak mücadele yöntemiyle tanımlanabilir değillerdir.
Jakobenizm devrimciliktir; burjuva devrimciliğidir. Feodal aristokrasinin egemenliğine karşı uzlaşmazlık ve yarı yolda durmayı kabullenmeyen bir mücadeleciliktir. Ayırt edici niteliği ikidir: Biri, kime karşı ve kimin olduğunu tanımlar; feodal aristokrasiye karşıdır ve burjuva karakterlidir. İkincisi genel olan burjuva karakterin özeline ilişkindir; büyük Fransız Devrimi günlerinde feodal aristokrasiye karşı burjuvazi başlıca iki kanada ayrılmış, iki burjuva eğilime tanık olunmuştur. Bunlardan biri Jirondenizm adını almıştır; burjuvazinin feodalizmle, aristokrasiyle, Kralcılarla uzlaşma eğilimini belirtmiştir. Eski feodal düzenin aristokrasinin egemenliğinin yıkılmaması, ama reformdan geçirilerek bir dizi “iyileştirmeler”le restore edilmesini öngörmüştür. Diğeri, Jakobenizm, burjuvazinin aristokrasiyle uzlaşmazlık eğilimi olarak, Robespierre, Marat gibi önderleriyle temsil edilmiştir. Burjuva devrimciliğidir; düzen baştan aşağı yenilenecektir; topraklar aristokrasinin ve Kilise’nin elinden alınıp köylüye verilecektir, aristokrasi ve Kral değil halk egemen olacak, Cumhuriyet kurulacaktır vb.. “Kötülüğü” budur, olumsuzlanması ve liberallerin ağzında “kötülüklerin anası” ilan edilmesi bundandır!
“Stalinizm”se, Marksizm-Leninizmin 20. yüzyılın ortalarındaki halidir. Özetle, Jakobenizm burjuva devrimciliğiyken, işçi sınıfının eylem kılavuzu olan Marksizm, Marksizm-Leninizm ya da yaşayan canlı bir organizma olarak, onun 20. yüzyılın ortalarına ilerlenirken Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşası koşullarındaki şekillenişi veya tersinden “Soğuk Savaş”ta burjuvazinin hedef daraltması olarak “Stalinizm”, proleter devrimciliğidir. Burjuvazinin devrimciliğini miras alan işçi sınıfının sürdürdüğü devrimci praxistir. Nasıl bizim Jakobenizmi sahiplenmemizden doğalı yoksa, muhafazakar, faşist akımlarının yanı sıra sağcı-solcu liberal akımlarıyla da burjuva gericiliğin yalnızca sınıf düşmanlığının somutlanışı olan “Stalinizm”i değil, ama kendi devrimci geçmişi olan Jakobenizmi de, –artık kendisinin dünya karşı devriminin kalesini oluşturduğu koşullarda– sadece devrimci olduğu için dışlayıp “günah keçisi” saymasından doğalı da yoktur. Tekelci kapitalizmin üstelik sosyalizmin yenilgisinin ardından “ketler”inden de kurtulmasıyla iyice pervasızlaşmasını belirten neoliberal eğilim, burjuvazinin sadece devrimle bütün bağlarını koparmasıyla değil, ama devrimin en küçük belirtisine kırmızı görmüş boğa türü saldırmasıyla karakterizedir.
Bu genel neden, içinde bulunduğumuz koşullarda muhafazakarı liberaliyle gerici burjuvazinin Jakobenizmin yanı sıra “Stalinizm”e duyduğu “hisleri” açıklar; ancak, “Stalinizm”i hedef alan düpedüz bir kampanya oluşturan saldırganlığın, neden dün ya da yarın değil ama tam da bugün gündeme oturduğunun daha özel bir açıklaması şüphesiz olmalıdır.

*
İşin burasında, açıklanması gerekli bir başka tartışmanın daha yürütüldüğünü görmekteyiz. Özellikle Ergenekon tutuklamaları ardından hız kazanan “askeri vesayet” ve bu “vesayete karşı mücadele” tartışmaları çerçevesinde solu ve sağıyla liberal, muhafazakar aydınların önemli bir çoğunluğunu girdabına alan Kemalizm tartışmalarından söz ediyoruz. Başlangıçta her taşın altından çıkan askeri ağırlığı “hafifletme”yi hedefleyerek gündeme getirilen “Kemalist bürokratik diktatörlük” ve “demokrasi”ye ulaşmak üzere tasfiyesine dair bir içerik yüklenmiş bu tartışmanın, şimdi, “Atatürk diktatör müydü değil miydi?”, “diktatör müydü demokrat mıydı?” biçimi altında sürdürülmesine çalışılmaktadır.
Türkiye’de zaten bir burjuva diktatörlük bulunduğunun üzerinden atlayarak, sanki sınıflar arasında bir “denge” varmışcasına tasfiye edilmesi zorunlu bir “Bonapartizm” ve “bürokratik diktatörlük” tevatürünün dile dolandığı öncesi bir yana, noktasının bir önceki genelkurmay başkanının istifasıyla konulduğu ileri sürülen “askeri vesayetin tasfiyesi”nin ilanı sonrasında, hâlâ M. Kemal’in diktatör olup olmadığına dair tartışma neden yürütülür? İçeriği çarpıtılmış ve Don Quijote türü yel değirmenleriyle uğraşılmış olsa bile, asker ağırlığının geçerli olduğu “vesayet” döneminin eski tartışmasının anlaşılır bir yanı vardı. Zamane Kemalistlerinin iktidar “ipi”ni sıkıca ellerinde tutmakta olduğu AKP’nin ilk hükümet yıllarında, tabii ki halkın egemenliği hedeflemiyordu, ama yine de, “sivil” “kodu”yla ve AKP’yi öne çıkaracak bir “demokrasi” uğruna, bürokrasiye gönderme yapıp tartışılmasını sağlayacak bir askeri ve “bürokratik diktatörlük” ve “demokratikleşme” tartışmasının iktidar kavgası ve paylaşımı çerçevesinde bir dayanağı bulunuyordu. Ancak daha öncesi bir yana, bu yakın geçmişte “Kemalist diktatörlük”ün “demokratik” olmadığına ilişkin tartışma yeterince yürütülüp tüketilmiş olmalıydı. Şimdi öyleyse, yeniden, M. Kemal’in “diktatör mü, demokrat mı olduğu” tartışması nereden çıkmaktadır, hangi ihtiyacın ürünüdür?
Bu tartışmanın şimdi neden yeniden gündeme dayatıldığı sorusuyla durup dururken Stalinizm karşıtı kampanyanın ateşinin neden bugünlerde yeniden harlatıldığı sorusunun yanıtı herhalde az-çok çakışacaktır.
KCK bağlantılı olarak “Stalinizm” tartışması açanlarla M. Kemal’in diktatör mü demokrat mı olduğu tartışmasını yürütenler, aynı türden, aynı kategoridendirler; hatta bilfiil aynı kişilerdir. “Stalinizm”e saldırı bakımından tam bir birlik durumu vardır, Stalin ve “Stalinizm” konusunda “soğuk savaş”ın kargasekmez “soğuk”luğu geçerlidir. Kemalizme ilişkin olan ikinci tartışmadaysa rivayet muhteliftir; kimi diktatörlük, kimiyse demokratlık olmasa bile, Kemal’e diktatörlük yaftası asılamayacağı iddiasındadır. Ancak bu aykırılık durumu beylerimizin aralarındaki uyumu ve birlikte aynı tartışmayı huşu içinde yürütme adabını bozmamakta, özellikle “diktatörlük” iddiasında olanlar, ama her halükarda tartışmanın görünüşteki “tarafları”nın her ikisi bakımından da asıl olan tartışmanın yürütülmesi ve bundan elde edilmek amaçlanan getiri olmaktadır.
Örnekse G. Civaoğlu, Stalin ve diktatörlük konusunda bıçak kesse kan akmaz türden netliğe sahiptir. Ama sıra Atatürk’e geldiğinde kılı kırk yarma titizliğiyle “haşa, diktatör değildir” görüşündedir: “Birinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda çağının diğer ülkelerinde diktatörler vardı; Stalin, Hitler, Mussolini, Franko… Sonrasında Tito, Enver Hoca, Mao, Abdülnasır. Hangisi, ölümünden 73 yıl sonra hâlâ Atatürk gibi ulusu tarafından sevgi, saygı ve teşekkürle anılıyor?.. Ayağından asılan Mussolini’yle, lanetle anılan Stalin’le, bir duvar dibinde yatan Mao’yla, Abdülnasır’la nasıl Atatürk, aynı ‘diktatörler çağı’ torbasına konulabilir? Elbette Atatürk dönemi ‘klasik demokrasi’ modeliyle örtüşmüyordu. Ama Atatürk yönetimine ‘diktatörlük’ etiketini yapıştırmak ya kasıttır ya insafsızlık ya da anlaşılmaz bir yorum farkı… Aslında Atatürk’lü yılları Türkiye’de demokrasiye geçişin kendine özgü ‘hazırlık sınıfları’ diye görmek daha doğru olur.” (Milliyet, 10.11.11)
“Karşı” örnekse yeminli bir anti-Stalinist ve amansız bir “diktatörlük düşmanı” olduğunu bildiğimiz M. Belge’dir. Onun 15 Kasım tarihli Taraf’taki köşesinin başlığı artık ilginç olmaktan çıkmıştır: “Demokrat mı, diktatör mü?” Şunları yazmaktadır:
“Türkiye’nin bu döneminde, önünde açık bir yol görmek istiyorsa, Atatürk’ü ve Atatürkçülük’ü şimdiye kadar yapmadığı önem ve ciddiyetle değerlendirmesi, bu bağlam içinde kendi geçmişini ve kurumlarını değerlendirmesi gerekir.”
Ve Belge, bizim yanıtlama uğraşında olduğumuz soruyu, bu tartışmanın neden gündeme getirilmiş olduğu sorusunu kendi kavlince yanıtlamaktadır: “Şu sıralarda bir ‘Atatürk demokrat mıydı diktatör müydü?’ tartışması, aslında çoktan beri zaman zaman tartışılır gibi yapılan bu anlamsız ikilem, yeni icat edilmiş gibi tekrardan sürülüyor piyasaya. Bundan beklenen faydayı platonik bir tasım haline getirerek, şöyle bir şey çıkıyor: 1) Atatürk bir devrim yaptı; 2) devrim, parlamenter demokrasi kurallarına, örneğin oylama vb. yöntemlere uymayan bir şeydir; 3) o halde Atatürk ‘demokrat’ değildi. Buradan da asıl istenen sonuca varmaya bir küçük adım yetiyor: İyi ki demokrat değildi, yoksa bu devrim olmazdı.”
Tartışma neden şu sıralar gündeme sokuşturulmaktadır –bu önemlidir. Ve hiç şüphesiz ki M. Belge, tartışmanın içeriği gibi, kimin tarafından ve hangi amaçla gündeme getirildiğini de tersyüz edip çarpıtmaktadır. Tartışma, yazdığı gibi Kemal’i benimseyip savunanlarca mı “sürülüyor piyasaya”? Tersi olduğu kesindir. Kemalistlik iddia eden ya da zamane “Atatürkçü”sü ekip, bırakın gündem belirlemeyi, uzun süredir savunmadadır, kendisine yöneltilmiş salvoları savuşturmaya ve kendisini korumaya çalışmakta, ama mevzi üstüne mevzi kaybedip gerilemektedir. Bir gün oradan bir gün buradan “yeni icat”larla, bir sabah dün “kardeşim” dediği Esad’ın “halkına zulmettiğini” ileri sürüp, aynı anda kendi ülkesinde binlerce tutuklama ve yüzlerce ölüye neden olan sürekli operasyonlar yürütürek, ertesi gün YÖK kararnameleriyle türbanı serbest bırakarak, bir başka gün Abdülmecid anmasını sokuşturarak gündemi belirleyen ve atak üstüne atak tazeleyen, tabii ki, “Atatürkçüler” değil, ama hemen tüm kurumlarıyla devleti ele geçirip “devletleşme” sürecini tamamlamakta olan AKP’dir.
Ancak kim tarafından hangi amaçla gündeme taşındığı önemli olmakla birlikte, tartışmanın hangi içerikle yürütüldüğü de önemlidir. İşte, bakın Belge’ye, sorunu sanki kişisel olarak Atatürk’ün (ya da söz konusu olduğunda Stalin’in) demokrat olup olmamasıymış gibi koymakta ve öyle tartışmaktadır. “Diktatör mü, demokrat mı?” Oysa kişi demokrat olur olmasına, ama kişi olarak diktatörlük, en otokratik rejimler bakımından bile olanaklı değildir ve kişiler, kendi adlarıyla anılan rejimlerinin hükümranlığında ne kadar kişisel güç ve yetkiye sahip olurlarsa olsunlar, ancak bir sınıf iktidarının başında olabilir, onun birinci dereceden karar güç ve yetkisine sahip yönetici ve yönlendiriciliği yapabilirler. Buraya kadardır. Kişiler tarihin akışında kuşkusuz önemsenmezlik edilemeyecek roller üstlenirler, üstlenmişlerdir; ama ortaokul tarih kitaplarında anlatılageldiği biçimde, ellerinde kılıç tarihi padişahlar ya da Atatürk gibi “kahramanlar” değil, sınıflar ve aralarındaki çatışma yapmıştır.
Diktatörce yetkilerle donatılmış kişiler olmamış değildir; ancak diktatörlük sorunu tartışıldığında kişilerin değil, ama sınıf diktatörlüklerinin ele alınması zorunluluğu tartışmasızdır. Kemalist diktatörlük örneğin, adına da bakılarak M. Kemal’in etkisi konusunda fikir sahibi olunması tabii ki anlaşılırdır; ancak, bir burjuva sınıf diktatörlüğü olduğundan şüphe edilemez. Yıkılan Mübarek otokrasisi örneğin, hiç kuşkusuz Mübarek’in kişisel diktatörlüğü değildi, ama kararların alınmasında en yetkili ve en yüksek koltuğuna onun oturduğu Mısır burjuvazisinin diktatörlüğüydü. Stalin’in başında olduğu Sovyet devleti de, aynı şekilde, Stalin’in bir kişisel diktatörlüğü ya da hatta bir parti diktatörlüğü değil, ama Stalin’in kararlaştırıcı yönetici ve yönlendirici bir rol üstlendiği işçi sınıfının diktatörlüğüydü.
Bu, Stalin’in, M. Kemal’in ya da örneğin Hitler ya da Mussolini’nin, Mübarek ya da bin Ali’nin tarihte önemsiz roller üstlenmiş olduklarının ileri sürülmesi anlamına gelmemektedir. Sadece şu ki, tarihin sınıf mücadeleleri tarihi olduğunun ve iktisadi ve siyasal egemenliğin, kişiler bu egemenliğin yürütülmesinde ne kadar önemli ve etkili olurlarsa olsunlar, ancak belirli sınıf karakterleri taşıyarak, o sınıfların elinde bulunacağının, iktidarın sınıf iktidarı olacağının, egemenlik aygıtları olarak devletlerin ancak ve ancak belirli sınıfların başka belirli sınıflar üzerinde baskı araçları olan diktatörlüklerden başka bir şey olmadıklarının farkında olmaktır. Tersine bir kişisellik iddiası, egemenliğin asıl kimin elinde olduğunun gizlenmesinden başka şey olmaz. Ekonomik ve siyasal bakımdan kim egemendir, iktidar kimin elindedir sorusu gizlenerek, ancak kurtuluşları iktidar sorununda düğümlenmiş milyonların gözü bağlanır. Bu tür kişisellik ileri süren müdahalelerle, milyonların sömürülüp ezilmekte oldukları burjuva diktatörlükleri koşullarında, sömürülen, ezilen yığınların kime karşı mücadele edip hangi iktidarı devirmek zorunda olduklarını anlamaları olanaksızlaştırılmak ve kapitalist sisteme katlanarak yaşamlarını sürdürmek üzere sınıf düşmanlarının iktidarına boyun eğmeleri amaçlanır.
Bizde de şimdi T. Erdoğan’ın mı yoksa yakın geçmişte olduğu gibi askeri bürokrasinin mi “iktidar ipi”ni elinde bulundurduğu, iktidarın yürütülmesinde kimin sözünün daha çok ve ağırlıkla geçtiği önemsiz olmamıştır. Ama kuşku yok ki, hangisinin sözü ve yetkisi önemli olmuş ya da önem kazanmış olursa olsun, iktidar burjuvazinin elinde toplanmış, devlet, sömürülen yığınlar üzerinde baskı ve zor aygıtından başka bir şey olmayan bir burjuva diktatörlüğü olmuştur. Belge ve sağlı sollu liberal ve muhafazakar diğerlerinin en başta gizledikleri budur.
Ama “Soğuk Savaş”ın ardından bunca yıl geçmişken yeniden anti-Stalinist bir kampanya açar ya da “askeri vesayet rejimi”nin “tasfiyesi” ve Erdoğan’ın “ipler”i bunca ele geçirmesinin ardından sil baştan “Kemalist diktatörlük”e ya da Atatürk’ün “demoknrat mı diktatör mü?” olduğuna ilişkin bir tartışma başlatırken amaçlanan, sadece genel olarak iktidarın sınıf niteliğini, iktisadi ve siyasi egemenliğin burjuvazinin elinde bulunduğunu gizlemekten ibaret değildir. Soruyu tekrar soralım: Neden şimdi, neden yeni bir anti-Stalinist kampanya, neden yeniden Atatürk’ün diktatörlüğü tartışmasının gündeme sıkıştırılması? Nedir amaç?
Amaç; AKP’nin devleti ele geçirdiği ve Erdoğan’ın fazlasıyla “otoriterleştiği”, “otoritarizm”in, “otoriter bir diktatörlük”ün başına Erdoğan ve AKP’sinin geçmekte olduğuna dair çok sayıda belirtinin yanında ciddi ve genel bir algının oluştuğu/oluşmakta olduğu ve bütün bunların “demokrasinin derinleşmesi” olduğunun ileri sürüldüğü koşullarda, algının tersine çevrilmesidir.
Bu tartışmalar dolayımıyla, “hayır” denmiş olmaktadır, “bugünkü gidişat değil, yalnızca dünkü diktatörlükle ilgilidir”, “diktatörlük denecekse, Erdoğan’ın başında olduğu iktidar için değil, muarızlarınınki için denebilir”, “ne diktatörü, ne diktatörlüğü, AKP ve Erdoğan tersine diktatörlüğe karşı mücadele eden demokrasi mücahitleridir”! Aralarında biri Erdoğan’ın kurum kurum, kademe kademe ele geçirmekte ve doruğuna kurulmakta olduğu M. Kemal tarafından kurulup temel yönleri inşa edilmiş burjuva diktatörlüğü olmak üzere başka diktatörlüklere ve özellikle bu diktatörlüklere adını vermiş yönetici ve yönlendiricilere gönderme yapılarak, Erdoğan ve AKP’sinin otoritarizm ve diktatörlüklerle ilişkisizliği hafızalara, bilinç ve bilinçaltlarına kazınmaya uğraşılmaktadır.
Öyle ki, sadece Erdoğan’ın rakipleri ve izini sürdüklerini söyledikleri Kemal’in diktatörlüğüne atıfla bu “diktatörlükle mücadele”sini demokrasi mücadelesi ilan eden M. Belge ve T. Akyol türü destekçileri değil, ama bizzat kendisi, –devletin başına kurulmuş olması nedeniyle devletin sürekliliği ve devlet adamı sorumluluğu nedeniyle devletin kurucusu Atatürk’ü, sanki “ebedi şef” değilmiş gibi, sahiplenip ayırarak– “demokratlığı”nın nişanesi ve kanıtı olarak “milli şef”liğine vurgu yaptığı İnönü’nün diktatörlüğünü ve eleştirisini gündem edinmektedir. Önce, yanına “şef” İnönü’yü de kattığı M. Kemal’i kendi kavlince, Yeni-Osmanlıca sahiplenmektedir: “CHP, Gazi Mustafa Kemal’in, Milli Şefleri İsmet İnönü’nün birer Osmanlı subayı olduklarını da görmüyor, bilmiyor.” Sonra saldırıya geçip vuruyor: “CHP’ye kendi tarihiyle yüzleşmesini tavsiye ediyorum… CHP’nin sadece Dersim katliamıyla değil Milli Şef dönemiyle ilgili de (kendisiyle –K.Y) hesaplaşması gerekir.” (Hürriyet, 19.11.11)
Kendisi haşa ne otoritarizm peşindedir ne totalitarizm! Hiçbir diktatörlükle ilgisi ve bir diktatörlüğün başına kurulma durumu hiç mi hiç yoktur! Demokrasi için diktatörlüklere karşı mücadele etmektedir! Değil mi ya, demokrasi bir diktatörlük değildir.. Değil mi ya her demokrasi bir sınıfın bir başka sınıf üzerindeki diktatörlüğü değil, ama ondan ayrı ve ona karşıt bir olgudur, ya demokrat olunur ya da diktatör! Değil mi ya burjuva demokrasisi, burjuvazinin işçi ve emekçiler üzerindeki diktatörlüğü değil, ama “halkın egemenliği”dir.. Ve “diktatörler” başkalarıyken, Erdoğan, bırakınız otoriter eğilimleri, “korku imparatorluğu” gibi yakıştırmalarla açık şiddet ve zorbalık uygulamalarını, muhalefete tahammülsüzlük ve yasakçılığı, ulusal ve sosyal eşitlik taleplerini cop, zehirli gaz, silah, kan ve düzmece nedenlerle yaygın tutuklamalar ve uydurma gerekçelerle açılmış davalar yoluyla hapishaneyle yanıtlamayı, halkın, milletin egemenliği peşinde demokrat mı demokrat bir şahsiyettir, “derin demokrasi”yi yerleştirmek için çalışmaktadır!
Bakmayın siz, İçişleri Bakanı’nın “ne olmuş binlerce profesörden biri tutuklanmış, hepsi değil ya!” dediğine.. Bakmayın, aynı bakanın “profesör hanımefendinin.. hangi suçtan, hangi komünizan faaliyetten mahkum olduğunu, cezaevinde yattığını, akrabalarının kim olduğunu, eniştesinin bu ülkede bir başka faaliyetten tutuklu olduğunu.. araştırırsanız, görürsünüz” dediğine.. Komünizm düşmanlığını ele verişine, burjuvaziye ve hukuk önünde eşitlik demek olan burjuva demokrasisine değil, ama ancak kan bağı ve kişisel bağımlılık ilişkileriyle karakterize feodal hukuka sığdırılabilecek yaklaşımlarla, kapanmış defterleri açarak, kişilerin aklanmış geçmişleriyle, akrabayı talûkatıyla, eniştesiyle, kaynıyla, ne ilgisi varsa onların işledikleri ya da işlemedikleri “suçlar”la suçlamalar yapmasına bakmayın.. Bakmayın her muhalif eylem girişiminin zehirli gaza boğulmasına.. Her ağzını açmaya çalışan gencin, memurun, işçinin önce cop ve gaz ve ardından yıllar tutan tutukluluklar ve hapis cezalarıyla yargılanmalarına.. Bakmayın KCK davası adıyla binlerce kişinin delilsiz, ispatsız “içeriye” doldurulmasına.. Gazeteci değil diye gazetecilerin tutuklu yargılanmalarına.. Operasyonlarla yüzlerce Kürt genci öldürülürken, çok sayıda Türk gencinin de ölüme gönderilmesini.. kimyasal silah kullanılmasına.. Cesetlerin bile tanınmaz hale getirilmesine.. Bakmayın, ne denli güdükleştirilip gericileşmiş olsa da eşitlik ve özgürlükle değilse hiçbir şeyle tanımlanamayacak burjuva demokrasisine yamanması olanağı olmayan “tekçilik” ilanlarına.. Kürt milletini yok sayan inkarcılığa.. Alevileri kabullenmeyen Sünnilik dayatmalarına.. Hele otoriter AKP zihniyetini iyi yansıtan Adana Emniyet Müdürü M. Avcı’nın “Molotof atan o an vurulmalı” demesine hiç bakmayın.. Aldırmayın, ceberut devlet sözcülüğü yapmasına, ama tüm haşmetiyle hâlâ görevinin başında bulunuşuna.. Hele 12 Eylül Referandumu’yla ileri düzeyde demokratikleştirilen (!) o delilsiz-ispatsız adalet dağıtan yargı ve HSYK adlı düzenleyicisinin tıpkı Büyükanıt döneminde ‘beğenilmeyen iş’ yapan Ferhat Sarıkaya’nın işten el çektirilmesi gibi Deniz Feneri savcılarına el çektirerek işlemesine hiç aldırmayın.. Ya da tutukluluk kararlarına muhalefet şerhi düşen yargıçların bile anında “özel yetkileri”nin kaldırılıp olağan mahkemelere gönderilmelerine bakmayın.. “Özel yetkili” mahkeme, yargıç ve savcılarla “özel harekat birlikleri” türünden “özel”in özeli silahlı “güvenlik birimleri”nin, “Terörle Mücadele Kanunu” gibi özel yasaların demokrasiyle bağdaşmaz oldukları yönündeki söylentileri hiç dikkate almayın, bunlar kuşkusuz ki “demokrasinin nişanesi”dirler.. Tabii ki OYAK’ın yanı sıra yeni ama hızlı palazlanan “Emniyetçi” fonlarıyla oluşturulmuş POLSAN’ın ekonomide tutmakta olduğu yere bakmayın.. Özetle kapatın gözlerinizi ve yoktur diye düşünün, nasıl ki zamanında “yoktur diye düşünürseniz” Kürt sorunu olmayacaktı, dünkü gibi, bugün de, görmezseniz, “yoktur” derseniz ne diktatörlük kalacaktır ortalıkta ne de otoriter bir gidişat. Bakmazsanız göreceksiniz ki Erdoğan demokrattır! Türkiye’yi demokratikleştirmektedir!
Zilli AKP yandaşlarının tutumu böyledir. Bu öteden beri savunulan tutumdur ve artık bir özelliği ya da yeniliği kalmamıştır. Kulak tırmalamaktadır. Yeni olan, 9 yıllık uygulamalarıyla artık gizlenemez hale gelen AKP gericiliğinin anti-demokratik karakterinin açığa çıkması ve bunun özellikle liberal aydınlar arasında bir takım hayal kırıklıklarıyla kaygılara neden olmasıdır. Ve özel olan şudur ki, AKP demokratizmine dair bu tutum eskiden neredeyse istisnasız olarak liberal solcuların bütünü tarafından savunulurken, şimdi bölünerek, hayal kırıklığına uğrayan kimileri yüksek sesle hayıflanmaya da başlayan bu eğilimin bir kısım taraftarlarınca AKP’nin eleştirilmeye başlanması ardından, “diktatörlük-demokratlık” tartışmasının yenilenmesiyle tazelenmeye çalışılmaktadır. “Yetmez, ama evet” sloganıyla ülkeyi “askeri vesayet”ten kurtarıp demokratikleştirmeye çalıştığı gerekçesiyle 12 Eylül Referandumu’nda Erdoğan ve AKP’sini açıktan destekleyen bazı liberal solcular, şimdi hatta dost meclislerinde pişmanlık belirtmekte ve AKP’yi eleştirmektedirler. Ama çoğu, kibirle, eskiden AKP destekçiliği yaparken de doğru, bugün onu eleştirirken de doğru davrandıkları düşüncesindedirler ve AKP’nin gericileşmekte olduğunu ileri sürmektedirler. Zaten AKP-Zamane Kemalistleri çatışması döneminden kalma “AKP’nin otoriter bir gidişat içinde olduğu”, “korku imparatorluğu kurmakta olduğu”, “otoriterleştiği”ni işleyen bir tez de vardır. Ve üzerine, zamanında öyle olduğuna inanılan “demokratikleşmeci AKP”ye ilişkin eski tezleri eklendiğinde, eskiden iyi, ama şimdi kötüleşen Erdoğan ve AKP’si fikrine varılmaktadır. Erdoğan’nın da AKP’sinin de gericiliğe, örneğin otoritarizme dair eskisinden farklı ne yaptıkları ya da eskiden ne yapmayıp da bugün yeni olarak onu yaptıkları sorusuna uygun bir yanıt bulmak olanaklı değildir. Bugün eleştiriye yönelmiş liberal solcuların Erdoğan ve AKP’sinin “askeri vesayetle mücadele”sine yükledikleri demokratik içerik problemliydi; çünkü bu mücadele tekelci gericilik içinde “iktidar ipi”ni ele geçirmeye yönelik olmanın ötesinde, ne halka ve egemenliğine bir göndermede bulunuyor ne de kuşkusuz yine halkın az-çok özgürlük taleplerini karşılamayı kapsıyordu. Devlet ve diktatörlük konusunda ayağı yere basmayan, sınıflarüstü yaklaşımlar kadar, biçimsellikleriyle burjuva sınırlar ve sınırlamaların ötesine geçmedikleri demokrasi sorununda da kafa karışıklığına sahip bir kısım liberal solcu aydın boşuna beklenti içine girmişti! Eskiden az-çok demokratik ve dolayısıyla ilerici bir mevziden, geriye düşerek, Erdoğan ve AKP’si anti-demokratik bir mevziye çekilmediler ve otoriter pozisyonlarını yeni tutmuyorlar ki, “otoritarizm”e yönelişlerinden ve bunun “yeniliği”nden söz edilebilsin. Tüm olan biten, Erdoğan ve AKP’sinin eskiden ağırlıklı olarak askerlerin kontrolündeki kuşkusuz gerici anti-demokratik biçimiyle örgütlü burjuva devlet cihazının doruklarına kurulmalarıdır.
AKP’de, sanki demokratikmiş ya da AKP tarafından demokratikleştirilmiş gibi, Türkiye’yi de “otoritarizm”e sürükleyen niteliksel bir geriye gidiş ve gericileşme yaşanmıyor. Zaten gericiydi ve gericiliğini sürdürmektedir. Gericilik düzeyinde yükselme mi? Evet, bu söylenebilir; Marx, parçalayıp yıkmak yerine devlet cihazını her kontrolüne alanın bu cihazı yetkinleştirmekten kaçınamadığını söylemiştir ki, doğrudur, AKP de gerici burjuva cihazı yetkinleştirmeye, tabii ki gericiliğini yetkinleştirmeye, daha baskıcı zorba bir makine olarak organize etmeye girişmektedir/girişmiştir. Bunda bir yanlışlık yoktur ve AKP’nin gericiliğinin buradan eleştirilmesi yanlış değildir. Ancak sadece bu sınırlar içinde. Yoksa otoriter eğilimler ve otoritarizm yeni değildir; ne AKP ile başlamıştır, ne onun “askeri vesayete karşı mücadelesi”yle kesintiye uğramıştır, ne de yeni yeni ortaya çıkmaktadır. Ama bir kısım liberal aydının bu yönde fikirler ileri sürüp AKP eleştirisine yönelmeleri, eleştirmenlerinin genişlemesiyle eleştirilerin halka sirayet etmesi ihtimalinin büyüyebileceği endişesiyle, Fethullah-AKP gericiliği ve yandaşlarında –eski tartışmaları da kullanarak– “AKP demokratizmi”nin yeniden tahkim edilmesi ihtiyacını pekiştirici bir etken olmuş ve Fethullah-AKP gericiliğine dair büyümekte olan algının önünün kesilmesi için saldırı tazelenmesinin yeni bir dayanağını oluşturmuştur.
Tüm demokrasi mi diktatörlük mü, “demokrat mı diktatör mü?” tartışmalarının aslı astarı budur. Ol hikaye, kıyas yoluyla, karşılaştırmalı olarak Erdoğan ve AKP’sinin güzellemesini yapmaktan ibarettir!

*
Hikaye budur; ama demokrat kimdir, daha da önemlisi demokrasi ve demokratik olan nedir?
Erdoğan demokrat olmadığı kadar zamane Atatürkçüleri ve bizzat M. Kemal’in kendisinin de demokrat olmadıkları; kişisel özellikleri bakımından demokrat olup olmamaları bir yana M. Kemal’in sağlığındaki düzen gibi, sonrasındakinin ve şimdi Erdoğan’ın yürütücülüğünü yaptığı düzenin demokratik olmadığı, ne yazık ki Türkiye’de bugüne dek demokrasiye ulaşılamadığı, burjuva devletin demokratik biçimiyle değil, ama başlangıcından bu yana demokratik olmayan bir diktatörlük olarak şekillendiğini söyleyebiliriz. Belge haklıdır, M. Kemal demokrat değildir ve Kemalist diktatörlük de bir demokrasi olmamıştır. Ama, Erdoğan da demokrat değildir, halk üzerinde baskıyı kimin yürüteceği ve devlet olanaklarından yararlanarak düzenin kaymağını kimin yiyeceğini kararlaştıracak bir iktidar kavgası olarak sürdürdüğü zamane Atatürkçüleriyle mücadelesi bir demokrasi mücadelesi olmamış, Türkiye’nin demokratikleşmesi amaçlanmadığı gibi, bu yönde bir mesafe de alınmamıştır. Erdoğan’ın başında bulunduğu devlet, yalnızca burjuvazinin halk üzerindeki baskısının aracı olan bir burjuva diktatörlüğü olmakla kalmamış; ama burjuvazinin demokrasi biçimini alan diktatörlüğü, demokratik bir burjuva diktatörlüğü de olmamıştır.
Peki, Stalin ve “totalitarizmi”? Burjuvazinin dayatmalarıyla “Stalin totalitarizmi” olarak neredeyse önyargı düzeyine yükseltilmiş, “Soğuk Savaş”la devrilmesi amaçlanmış, Kruşçev, ardından Brejnev’le Kosigin ve son olarak tuzu-biberi olan Gorbaçov’un ellerinde yenilgiye götürülmüş Sovyet Rusya’da egemen sınıf olarak örgütlenmiş işçi sınıfının iktidarı?
Uzun bir tartışma gerekmeyecek, güncel bir konu üzerinden kıyaslama yapmak fikir verici olacaktır. Türkiye’de, AKP hükümranlığı altında, Meclis’teki dört partinin katılımıyla –“uzlaşma” ya da “hazırlık” işlevli– bir “Anayasa Komisyonu” oluşturularak yeni bir anayasa yapımı için düğmeye basıldı. Daha ilk elde bir gün önce AKP Anayasa komisyon heyetiyle oturup görüşmeler yapan BDP Anayasa Komisyonu’nun üyesi Büşra Ersanlı’nın ertesi gün gözaltına alınıp tutuklanmasıyla fazlasıyla “demokratik” bir biçimde başlandı.
Bir de, başında Stalin’in bulunduğu bir Anayasa Komisyonu eliyle bir anayasa yapımına tanıklık etti tarih. “Bir Batılı gazeteci” anayasa yapım sürecine tanıklığını şöyle anlattı:
“Stalin, kolektif çalışmada büyük bir önder olduğunu bir kez daha kanıtladı. Bir Anayasa tasarısı hazırlamakla görevlendirilen geniş bir komisyona başkanlık etti. Bu komisyonda Molotov, Jdanov, Kaganoviç gibi ülkenin önde gelen ve en yetenekli daha birçok önderi bulunuyordu. Tasarının hazırlanması tamamlandığında, tarihin en büyük tartışması başladı. Sovyetler Birliği’ni oluşturan bütün milliyetlerin dillerinde yayınlanan tasarı, 60 milyon nüsha dağıtıldı. Tasarının tamamı, toplam tirajları 37 milyon olan 10 bin gazetede yayınlandı. Bütün radyo istasyonlarından okundu ve 36 milyon insanın katıldığı 527 bin mitingde (toplantıda –K.Y) tartışıldı. Önerilen değişikliklerin sayısı 134 bindi. Anayasa, fabrika ve imalathanelerde, kooperatif derneklerinde ve klüplerde, çiftliklerde, atölyelerde ve madenlerde tartışıldı ve incelendi. Komisyon gerek tek tet bireylerden, gerek örgütlerden gelen değişiklik önerilerini inceledi. Tasarının son biçimi, 5 Aralık 1936’da Sovyetler’in olağanüstü bir kongresine sunuldu.” (J.T. Murphy, “Bir Batılı Gazetecinin Kaleminden Stalin”, sf. 229-30, İkinci Baskı)
AKP hükmü altında oluşturulan Anayasa Komisyonu’na üye vermiş bir partinin komisyon üyesine bile tahammül edilmiyor. İyi tartışılacağı anlaşılıyor! Sovyetler Birliği’nde yürütülmüş tartışmaya bakın. Çeşitli kademelerde 527 bin halk toplantısı.. 134 bin değişiklik önerisi.. Tek bir Sovyet yurttaşının bile fikir beyan etmeden, katılmadan dışında kalmamasına çalışılmış bir tartışmanın örgütlenişi.. Ve aylarca tüm ülke halkının yürüttüğü bir tartışma. Bir “demokratikleşen” Türkiye’ye bakın, bir de “totaliter” Sovyetler’e. Hangisi demokratiktir?
Ancak sadece yapılış biçimi değil, içeriği de fikir verici ve öğreticidir. Aynı “Batılı gazeteci”, 1936 Sovyet Anayasası’nın yapılış koşullarıyla hangi ihtiyacın ürene olduğunu şöyle özetlemektedir:
“Stalin’in önderliğinin en büyük zaferi, halkın elde ettiği başarıları bütün yönleriyle toparlayarak, onları bugün tüm dünyanın Stalin Anayasası olarak bildiği anayasada yansıttığı zaman ortaya çıktı… Sorumluluğunu esas olarak Lenin’le Stalin’in paylaştıkları 1922 yılında düzenlenen (ilk Sovyet Anayasası 1924’te yürürlüğe girdi ve 24 Anayasası olarak anıldı –K.Y) ilk Sovyet Anayasasından bu yana büyük değişiklikler meydana gelmişti. Stalin artık büyük çoğunluğu okuma-yazma bilmeyen bir toplumla karşı karşıya değildi. Cehalet hemen tümüyle ortadan kaldırılmıştı. Stalin artık düşman sınıfların durumunu göz önünde bulundurmak zorunda değildi. Bu sınıflar tasfiye edilmişti. Kiliselerin karşı devrimci güçlere yardımcı olan kesiminin üstesinden gelinmiş, kiliseler Sovyet rejimine düşmanlık besleyen bütün önderlerinden arındırılmıştı. Artık “kulaklar” yoktu ve kolektif çiftliklerdeki köylüler yaşam biçimlerinde meydana gelen değişikliklerden büyük bir hoşnutluk duyuyorlardı. Sınıfsız toplumun temelleri sağlam bir biçimde atılmıştı. Kurtulan uluslar, yeni durumlarıyla ilgili büyük deneyimler kazanmışlardı. Dolayısıyla artık demokrasiyi geliştirmenin, gereği kalmayan kısıtlamaları kaldırmanın ve yönetimi basitleştirmenin zamanı gelmişti. 1935 yılında Sovyetler’in Yedinci Kongresi, SSCB Anayasası’nın değiştirilmesini kararlaştırdı.” (Agy)
Ve ne denli görmezden gelmeye çalışırsa çalışsın tüm Batı dünyasını sarsan, başta gelişmiş kapitalist ülkeler olmak üzere Batı’yı benzer maddeleri göstermelik olarak bile olsa anayasalarına koymak zorunda kaldıkları özellikle bireysel özgürlüklere ilişkin örnek maddeleriyle “Stalin Anayasası”. Sadece, burjuva diktatörlükleri gibi, küçük bir azınlığın geniş halk çoğunluğu üzerindeki diktatörlüğü değil, ama tersine büyük çoğunluğu oluşturan emekçi kitlelerinin küçük bir azınlık durumundaki gerici burjuvazi üzerindeki diktatörlüğü olarak, özü itibariyle demokratik olmakla kalmayan.. Ama özellikle kısıtlamasız olarak kayıt altına aldığı bireysel özgürlükleriyle, Stalin Anayasası olarak anılan ve tarihin gördüğü en demokratik anayasa durumundaki 1936 Anayasası’yla düzenlenmiş biçimiyle de burjuva demokrasilerinden milyon kere daha demokratik olan işçi sınıfının iktidarda bulunduğu Sovyet demokrasisi.
İşte, başbakanlıktan istifa etmeden az önce Berlisconi’nin “Bütün sorun, İtalyan Anayasası’nın 3. maddesinden kaynaklanıyor” diyerek, hâlâ nefretle kapitalizme göre olmadığını dile getirmeden edemediği bu maddede ifade edilmiş ‘bireysel özgürlükler’ ve sağladığı örnekle bu özgürlükleri dayatan Sovyet Anayasası’nın demokratizmi. İşte, “demokratik” İsviçre’de kadın seçme-seçilme hakkını ancak 1971 yılında elde edebilmişken, bir anayasa metnine ilk kez geçirilmiş bireysel özgürlükleriyle ’36 Anayasası’nın demokratik içeriğinden örnekler:
“Madde 122) SSCB’de, ekonomik, devletsel, kültürel, toplumsal ve politik yaşamın bütün alanlarında kadın erkekle eşit haklara sahiptir.
Madde 123) SSCB yurttaşlarının, ekonomik, devletsel, kültürel, toplumsal ve politik yaşamın bütün alanlarında hangi milliyetten, hangi ırktan olursa olsunlar eşit haklara sahip oluşları mutlak bir yasadır.
Madde 124) Yurttaşların vicdan özürlüğünü sağlamak için SSCB, kiliseyi devletten, okulu kiliseden ayırmıştır. Bütün yurttaşlar dinsel ibadet özgürlüğüne ve din karşıtı propaganda yapma özgürlüğüne sahiptirler.
Madde 125) Emekçilerin çıkarlarına uygun olarak ve sosyalist sistemin sağlamlaşması amacıyla SSCB yurttaşlarının şu hakları yasalarla güvence altına alınmıştır:
a)     Konuşma özgürlüğü,
b)     Basın özgürlüğü,
c)     Miting ve toplantı özgürlüğü,
d)     Yürüyüş ve gösteri özgürlüğü.
Yurttaşların bu hakları, emekçilere ve emekçi örgütlerine, bu hakların kullanılması için gerekli olan basımevleri, kağıt stokları, kamu binaları, caddeler, posta ve telekomünikasyon ve diğer maddi koşulların sunulmasıyla güvence altına alınmıştır.
Madde 127) SSCB yurttaşlarının kişilik hakları ihlal edilemez. Hiç kimse, mahkeme kararı ya da savcılığın izni olmadan tutuklanamaz.
Madde 128) Yurttaşların konutlarının dokunulmazlığı ve mektuplaşma sırrı yasalarla korunmuştur.
Madde 135) Milletvekilleri genel seçimle seçilir. 18 yaşına gelmiş her SSCB yurttaşı, ırkı, ulusu, cinsi, inancı, eğitimi, yerleşikliği, sosyal kökeni, servet durumu, eski faaliyeti dikkate alınmaksızın milletvekili seçimlerine katılma hakkına sahiptir. Sadece akıl hastaları ve mahkeme kararıyla ellerinden seçme hakları alınmış kişiler bunun dışındadır.
SSCB Yüksek Sovyeti milletvekilliğine, ırkından, ulusundan cinsiyetinden, inancından, eğitim derecesinden, yerleşikliğinden, sosyal kökeninden, servet durumundan, eski faaliyetinden bağımsız olarak 23 yaşına gelmiş her SSCB yurttaşı seçilebilir.”
Kim demokratik peki? Türkiye mi, Türkiye’yi demokratikleştirdiği iddiasıyla sağlı sollu liberallerce desteklenen Erdoğan mı, bırakalım onları, “demokrasinin beşiği” olarak nitelenen İngiltere türü Batılı ülkeler mi yoksa “lanetli Stalin” ve 36 Anayasasını yapmış işçi sınıfının iktidarda olduğu zamanın sosyalist Sovyet ülkesi mi?
Hitler’le ve faşizmiyle Stalin ve komünizmin adını alçakça yan yana anma vicdansızlığı yaparak, aralarında benzerlik iddiasında bulunanlar, Hitler’in faşist yasaları bir yana, en demokratik olduğunu varsaydıkları burjuva anayasasıyla Stalin Anayasası’nı bir karşılaştırsınlar ve “demokratlık” tafrası satmaya cesaret etsinler, görelim.

Değişim üzerine propaganda, Türkiye’de iktisadi değişim ve sınıf ilişkileri

AKP hükümetinin sözcüleriyle AKP propagandacıları dahil burjuva iktisatçı, politikacı ve sosyologları tarafından son on yıllarda, toplumsal yaşam ve sınıf ilişkilerine ve sermayenin bu alanlara ilişkin politikalarına dair neredeyse her şey, “değişim” kavramı etrafında izah edilmeye çalışıldı/çalışılıyor. Uluslararası burjuva ideolojik cephanelikten güç alan bu propaganda kapsamında değişim olgu ve kavramı gerçek içeriginden soyutlanarak, ve fakat değişim ve gelişmenin bazı unsurları kullanılarak, burjuva-kapitalist çıkarların ifadesi olan politikaların “doğrulayıcı” gerekçesine dönüştürüldü. Kapitalizmin ve mevcut burjuva toplumların “kalıcılığı” teorileriyle de desteklenen bu propagandada “her şey değişti” söylemi özel bir yer tutarken, bu teori ve söylemin Türkiye’deki savunucuları, “Türkiye değişti, artık eski Türkiye yok!” ‘babalanması’yla sisteme muhalif her düşünce ve eylemi bastırmaya değil sadece, ezmeye de yöneldiler.
Değişim üzerine burjuva-AKP’ci propaganda uluslararası sermeyenin son birkaç on yıldır sürdürdüğü daha kapsamlı ve bir ucu küreselleşme, diğeri işçi sınıfı ve emekçilerin kapitalist üretim sistemindeki konum ve rolleriyle ilişkin olmak üzere sürdürdügü propagandadan güç alıyordu. Sermayenin dünya ölçeğindeki “yeni iktisadi sosyal politikaları” ve uluslararası gelişmeler bu programların belirleyici etkeni oldular. Oluşturulmaları ve uygulanmalarında, Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Ticaret Merkezi ile birlikte başlıca emperyalist ülkelerin politikaları dolaysız rol oynadı. Bu program ve politikaları kapitalizmin ve uluslararası ilişkilerin “değişimi” ile ilişkilendirip zorunlu-kaçınılmaz ve yararlı gösteren propaganda ise, denebilir ki tümüyle uluslararası burjuva emperyalist ideolojiden besleniyordu. Bu propaganda, toplumsal değişim ve gelişme gibi nesnel, tarihsel süreçte kaçınılmaz ve ilkel toplumdan emperyalist kapitalizme, bugünün sömürü toplumundan sömürüsüz sınıfsız komünist topluma doğru yaşanan iktisadi-sosyal (ve diğer) değişimi, kapitalist amaç ve çıkarlara bağlı olarak çarpıtmayı esas alıyor. Değişimi, burjuva kapitalist politikaların dayanağı yapan bu propaganda, değişimin toplumsal sınıflar arası ilişkilerde yarattığı ‘değişiklikler’in muhtevasını çarpıtarak sınıflar mücadelesinin kaçınılmazlığını reddetme sonucuna varmakta, kapitalizmin işçi sınıfını kaçınılmaz olarak üretmesiyle, yok oluşunu da kaçınılmazlaştırdığını ise “olanaksız” göstermektedir.
Bu durum, bu kavram etrafında geliştirilen saldırıların anlam ve “ideolojik geçerlilik” ölçüsünü de içermek üzere toplumsal yaşam ve hareketin değişenleri ve “değişmeyen”lerine dair bir irdelemeyi, Türkiye’nin son otuz yılındaki iktisadi-sosyal gelişmeler çerçevesinde irdelemeyi gerekli kılıyor.
Bu makalede, Türkiye’nin toplumsal gelişiminden hareketle hangi tür olgu ve etkenlerin burjuvazi ve propagandacıları tarafından kapitalizm ve burjuva çıkarları için nasıl iğdiş edilip tek yanlı sonuçlar çıkarıldığını da göstermek üzere, ülkedeki sosyal-ekonomik gelişme seyrinin son otuz yılını ele alacağız.
Böyle bir irdelemede, gerekli olduğunca geriye dönüp baş vuracağımız bazı veriler dışında, Türkiye’deki kapitalist gelişmenin tüm sürecini değil de, daha dar bir dönemini; 1980 sonrası yeni ekonomi politikaların uygulanması sürecini esas almamızın nedeni, sermaye propagandasının, sınıfları ve sınıf mücadelesini; ve işçi sınıfının, sömürünün olmadığı bir toplumsal düzen kurma potansiyeline sahip olmasını “geçmişe dair” gösterip, bunu özellikle son otuz-kırk yılık gelişmelere dayandırması, onlardan bazılarını öne çıkarıp tek yanlı yorumlara tabi tutmasıdır. Makalemizde konuyu, a) Türkiye’nin nasıl değiştiği ve değişen Türkiye’de sınıfların “hali”ni; b) Değişen dünyada ve değişen Türkiye’de uygulanan politikaların nelere yol açtığını; c) Devrimci sınıf çalışmasında değişim ve gelişmenin gözetilmesi zorunluluğunu ele almaya çalışacağız.

BÖLÜM I

TÜRKİYE’NİN YAKIN DÖNEM İKTİSADİ DEĞİŞİM SEYRİ
Türkiye kapitalizminin ya da kapitalizmin Türkiyedeki gelişmesinin son otuz yıllık “serüveni”, doğaldır ki, öncesindeki birikim ve gelişmenin devamında; o birikim ve gelişmenin yarattığı dayanaklar üzerinden ve fakat yeni iktisadi-sosyal politikaların da etken olarak rol oynadığı bir seyir izlemiştir.
Bu dönemi başlıca birkaç başlık altında toplanabilecek temel önemdeki olgularıyla ele almak, bu sürece “izafe edilen” değişimin gerçek boyutları ve özelliklerini daha net görebilmek; sınıf hareketi ve devrimci sınıf çalışmasının sorunlarının doğru belirlenmesi açısından da önem taşımaktadır. Değişim ve gelişmenin temel önemdeki olgusal gerçeklerinden ilki, kır ekonomisinin çözülmesinde görülen hızlanma, kentlere nüfus akışının ivme kazanması, sanayi ve hizmetlerde görülen ilerlemedir. İkinci belirgin olgu, kapitalist gelişmenin sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesine doğru gösterdiği ‘atılım’dır. Üçüncüsü, bu ilk ikisine de bağlanmak üzere, emek-sermaye; yoksul-zengin uçurumunun büyümesi; emekçiler ve egemenler arasındaki çelişkilerin daha da sertleşmesidir.

A) ÜRETİM VE İSTİHDAMIN SEKTÖREL DAĞILIMI, ANA SEKTÖRLERİN GSYİH PAYLARI
Türkiye ekonomisinin son otuz yıllık gelişme süreci ve iktisadi sosyal alandaki değişimin dikkat çeken en önemli olgusu, tarım ağırlıklı ekonomiden sanayi ve hizmetler ağırlıklı ekonomiye doğru ilerleyen bir süreç olarak yaşanmasıdır.
Türkiye’de tarımsal nüfus ve tarımsal üretimin ekonomi içinde tuttuğu yer ve bunun gösterdiği değişimin seyri, kapitalist gelişmeye bağlı olarak köy ekonomisi ve kır ilişkilerinin çözülmesi, nüfusun büyük kesimlerinin kent merkezlerine doğru hareketlenmesi; sanayi ve hizmetler sektörünün giderek güç kazanması; “cumhuriyet”in devlet eliyle kapitalist yetiştirme dönemi bir yana bırakılırsa, 1945-65 ve 1985-2010 dönemlerinde hız kazanmıştır.
1963 yılında başlayan “planlı kalkınma dönemi”yle birlikte ve “ithal ikameci sanayileşme stratejisi” çerçevesinde üretim ve istihdamda tarımın payı azalmaya, sanayi ve hizmet sektörünün payı artmaya başlamıştır.
1965 nüfus sayımına göre, Türkiyede, nüfusun % 67.7’si (20.582.338 kişi) tarımsal üretim alanında çalışmaktayken, 1970 yılında, istihdam edilen toplam işgücünün %64’ü tarım, %16’sı sanayi, %20’si ise hizmet sektöründe yer almaktaydı. Tarım sektöründeki istihdam, 1980’de %54 iken, 1990’da %46; 2000’de %36; 2004’te %34; 2006’da %27, ve 2007 yılı Ağustos dönemi itibarıyla % 28.0 düzeyinde gerçekleşmiştir. TÜİK 2008 verilerine göre, 71.5 milyon olan Türkiye nüfusunun %68’i (48.5 milyon) kentlerde; %32’si (23 milyon) köy-kır bölgesinde yaşamaktadır. Bu oranı %70-%30 olarak belirleyenler de vardır. 2010 yılı (TÜİK) verileri, istihdam edilen toplam 22 milyon 594 bin işgücünden 5 milyon 683 bininin (%25.2’si) tarımsal üretim alanında bulunduğunu göstermektedir. 2011 Haziran TÜİK Anketi sonuçlarına göre, toplam istihdam edilenler 24 milyon 901 bin olup, bunların % 26,5’i tarım, % 18,9’u sanayi, % 7,5’i inşaat, % 47,2’si ise hizmetler sektöründe yer almaktadırlar.
Tarımsal üretimin yıllar içinde gösterdiği büyüme oranlarıyla tarımın GSYİH içindeki payı, sektördeki değişimin diğer göstergeleridir. GSYİH 1980-2006 yılları arasında ortalama %4.4 artış gösterirken,  tarımdaki büyüme aynı dönem itibariyle ortalama %1.2 olmuştur. GSYİH’da tarımın payı 1980’de %26, 1990’da %17, 2000’de %14;  2006’da %9’dur. 1990 yılında dış ticaret hacminde tarımın payı %10 düzeyinde iken 2006 yılında %3’e gerilemiştir.
Tarımsal üretimin %92’sini çiftçilik ve hayvancılık, %3.5’ini ormancılık, %4.5’ini ise balıkçılık oluşturmaktadır. Bunun yanı sıra tarım sektörü, tarıma dayalı sanayi ürünleri üreten gıda, tütün, tekstil, deri, kağıt ve ağaç ürünleri aracıyla imalat sanayi içerisinde önemli bir yere sahiptir. Bu sektörlerin imalat sanayi üretimi içerisindeki ağırlığı %30 dolayındadır ve tarımsal üretim imalat sanayi üretimi açısından da önem taşımaktadır.
İmalat sanayi istihdamının toplam istihdam içindeki payı 1980’de %13 iken, 2006’da  %24’e; hizmetler sektörünün payı ise %48’e yükselmiştir. TÜİK Ağustos-2007 verileriyle daha dar bir zaman aralığında (2003-2007) tarımdaki istihdam oranı %33,9’dan %28’e; hizmetlerdeki  %43’4’ten %46.5’e; sanayideki  %18.2’den %19.1’e, ve sanayi içinde değerlendirilmesi gereken inşaattaki  %4.6’dan %6.5’e değişmiştir. 2010 TÜİK Hane Halkı İşgücü Anketi sonuçları, toplam 22 milyon 594 bin istihdam edilen nüfustan 5 milyon 927 bin kişinin (%26.2) inşaat işkolu dahil sanayi sektöründe ve 10 milyon 985 bin kişinin (%48.6) hizmetler sektöründe istihdam edildiğini göstermektedir. Sanayide çalışanların oranı 1955 de %8,2 iken 2000de %12,9’ a; 2010’da %26.2’ye çıkmıştır. 2001 yılı sonu itibariyle toplam imalat sanayi yatırımlarının %95.5’i özel sektör, %4.5’i kamu sektörü tarafından gerçekleştirilirken 2006 yılı sonu itibariyle “kamu sektörü”nün payı %1’e gerilemiştir. Başlıca kapitalist ülkelerde sanayi içinde değerlendirilen inşaat sektörü Türkiye ekonomisinin “öncü-kilit sektör”lerinden biridir. İnşaat ve “yan dalları” oldukça geniş bir üretim alanını kapsamaktadır. Konut, demir-çelik, metal ve ağaç sanayi, enerji-petrokimya bir tür bileşik komple sektör halinde faaliyet yürütürler.
İmalat sanayinin katma değer payı 1980 yılında GSMH’nin %17’si, 2006’ da %21’i kadar olmuştur. 1981-2000 döneminde, ortalama %6.2 artan imalat sanayi üretimi 2001 yılında yaşanan krizle %9.5 gerilemiş, 2002-2006 yılları arasında ise ortalama %8.2 artış göstermiştir. İmalat sanayindeki bu yüksek oranlı büyüme kapasite kullanımında da yükselişe yol açmış,  1991-2001 yıllar arasında %77.1 olan kapasite kullanım oranı 2004 yılından itibaren %80’in üzerine çıkmıştır.
TÜİK ve TCMB verilerine göre, hizmet sektörünün GSYİH içindeki payı 1980’de %49 iken 1990’da %51’e, 2000’de %57, 2006 yılında ise %60 olarak gerçekleşmiştir.

Ana Sektörlerin İstihdamdaki Payları (Kaynak:TÜİK 2007-2010 istatistikleri)

Yıllar                  1970              1980          1990          2000            2006    2010
Tarım                    64                  54              46             36              27     25.2
Sanayi                   16                  20              21             24              24     26.2
Hizmetler               20                  26              33             40              48     48.6

DPT Dokuzuncu Kalkınma Planı (2007-2013), KOBİ Özel İhtisas Komisyonu Raporu’na göre,Türkiye’de işletmelerin, %46,19’u, ile  toplam çalışan emekçilerin %32,38’i ticari sektörde; işletmelerin %14,35’i ve istihdam edilenlerin  %32,31’ i imalat sanayiinde yer almaktadır. Bunları sırasıyla, % 8,33 ile Otel ve Lokantalar, %7,91 ile Ulaştırma, Depolama, Haberleşme, %5,15 ile Gayrimenkul, Kiralama ve İş Faaliyetleri, %3,63 ile İnşaat, %3,37 ile Diğer Hizmet Faaliyetleri, %1,95 ile Mali Aracı Kuruluşların Faaliyetleri, %1,58 ile Sağlık İşleri ve Sosyal Hizmetler, %1,27 ile Madencilik ve Taşocakcılığı, %1,21 ile Eğitim Hizmetleri, %0,91 ile Elektrik, Gaz ve Su sektörleri yer almaktadır.
İmalat sanayi alt sektörlerinde, %19,31 oranla tekstil ürünleri imalatı ilk sırada yer almakta; onu %14,59 ile giyim eşyası imalatı ve %12,41 ile gıda ürünleri ve içecek imalatı izlemektedir. İmalat sanayinde yaratılan toplam istihdamın yaklaşık olarak yarısı bu üç alt sektör tarafından sağlanmaktadır. İşletmelerin %80,58’i bireysel mülkiyette, %19,42’si kurumsal yapıdadır.

İşletmelerin Sektörel Dağılımı
Sektörler                                        İşyeri Sayısı                  %          Çalışan Sayısı         %
Ticaret                                                            794.715         46,19            2.048.264      32,38
İmalat  sanayi                                                 246.899         14,35            2.043.815      32,31
Otel ve lokantalar                                           163.112           9,48               526.845      -8,33
Ulaştırma, Depolama, Haberleşme                244.490         14,21               500.104        7,91
Gayrimenkul, Kiralama ve İş Faaliyetleri        90.473           5,26               325.697        5,15
İnşaat                                                                35.702           2,07               229.400        3,63
Diğer Hizmet Faaliyetleri                                 90.919           5,28               213.400       3,37
Mali Aracı Kuruluşların Faaliyetleri                13.538           0,79               123.178       1,95
Sağlık İşleri ve Sosyal Hizmetler                     31.546           1,83                 99.966       1,58
Madencilik ve Taşocakcılığı                              1.809            0,11                80.341       1,27
Eğitim Hizmetleri                                               5.692            0,33                76.435       1,21
Elektrik, Gaz, Su Dağıtımı                                 1.703            0,10                57.591       0,91
Toplam                                                        1.720.598         100,00          6.325.036   100,00
(Kaynak: DPT; Dokuzuncu Kalkınma Planı (2007-2013), KOBİ, Özel İhtisas Komisyonu Raporu)

Sanayi sektörünün GSYİH’deki payı 1980’de %25 ve hizmet sektörünün %49 iken, 2006 yılı itibariyle sanayi ve hizmet sektörlerinin payları  %31 ve %60’e yükselmiştir. 1990-2006 döneminde, sanayinin GSMH’den aldığı pay %30 civarındadır. Sanayi sektöründeki değişim hizmet sektörüne de ivme kazandırmıştır.

Ana Sektörlerin GSYİH’deki Payları (%)
1980     1990     2000     2006
Tarım                        26         17        14        9
Sanayi*                     25         32        29       31
Hizmetler                  49         51        57       60
* inşaat sektörü sanayi içinde düşünülmüştür.(Kaynak: DPT)

A) İŞLETMELERİN ÖLÇEKSEL DAĞILIMI, İSTİHDAM VE İŞSİZLİK
1970’te ondan az işçi çalıştıran 170.123 işletmeye karşılık 50 ve daha fazla işçi çalıştıran 1785 işletme var iken, bu sayılar 1985 itibariyle 183.575’e karşılık 2611’dir.

(1970-1985 Yılları) İşletmelerin Ölçeksel Dağılımı
Yıllar                10’dan az işçi   10-49 İşçi               50+ işçi                    Toplam
1970                    170.123                  3.391                  1.785                      175.299
1980                    177.175                  6.573                  2.121                      185.869
1985                    183.573                  8.035                  2.611                      194.219
(Kaynak:  Özge Gaye Gürses, Gazi Üniversitesi, Ankara, 2006).

1 Ocak 2001 tarihli DİE verilerine göre, imalat sektöründe 1-250 arası “çalışan”ı bulunan 201 bin küçük-orta boy işletme bulunmaktadır. Bu, imalat sektörü firmalarının %99.6’sına denk düşmekte ve bu şirketler imalat sektöründe çalışan işgücünün %64.3’ünü istihdam etmektedirler. Diğer yandan, bu sektör firmalarının 1999’da %26’sının, 2001’de %84 ve 2002’de %95’inin farklı bir iş alanına geçtiği ya da kapandığı görülmüştür.  İmalat sektöründe faaliyet gösteren KOBİ’lerin %26.1’sı metal; %25.6’sı tekstil, giyim ve deri mamulleri: %25.6’sı ağaç ve mobilya; %24.3’ü yiyecek ve içecek: %12.7’si kağıt üretmektedir. Bunların %95’inden fazlası “mikro işletme” kategorisinde olup 1-9 kişi; ortalama olarak da aynı yılın verilerine göre 4.8 (4-5 arası) kişi çalıştırmaktadır.
TÜİK’in 2002 Genel Sanayi İşyeri Sayımları, Türkiye’deki işletmelerin aynı yıl itibariyle %99,8’inin AB ile uyumlu küçük ve ortaboy işletme (KOBİ) kapsamında olduğunu göstermektedir. Büyük işletmelerin tüm işletmeler içerisindeki oranı 2002’de sadece %0,11’dir. Buna karşılık bu binde birlik orandaki büyük işletmenin istihdamdaki payı %23.3; yatırımlardaki payı %43.5; ve ekonomik etkinliği %94 civarındadır.
KOBİ’lerin çok büyük bir çoğunluğu (%95’i), 1-9 işçi çalıştıran “mikro ölçekli işletme”dir. Milli Prodüktive Merkezi (MPM) 2006 yılı verimlilik raporu, 1-9 kişi çalıştıran mikro ölçekli işletmelerin katma değer içindeki payının %6 düzeyinde olduğuna işaret ediyor. Bu işletmelerin istihdam içindeki payı %76,7; yatırımlardaki yeri %56,5; katma değer payı %37,7; ihracat payı %9,0; kredilerden aldığı pay %24.3; ekonomik etkinliği ise %5.33 oranındadır.  2006 Metal işçileri araştırmasına göre, anketin kapsadığı işletmelerin %13.7’si küçük ölçekli; %13,2’si orta boy ve %73.1’i büyük ölçeklidir. Türkiye’deki işletmelerin çok büyük bölümü 1-9 işçi çalıştıran ‘mikro işletme’ ölçeğinde olmasına rağmen, metal, petrokimya, lastik, gemi inşaası, enerji santralleri gibi işletmeler büyük ölçekli işletme kategorisindedirler.
TÜİK 2007 Ağustos ayı Hane Halkı İşgücü Anketi verilerine göre, 2007 yılı Temmuz ayında 73 milyon 567 bin olan Türkiye nüfusunun 15 yaş ve üstü 52 milyon 644 bin; işgücü 25 milyon 931 bin; istihdam edilenler 23 milyon 548 bin; işgücüne katılma oranı %49.3; işsizlik %9.2, genç nüfusta işsizlik %19.2; kayıt dışı istihdam %48.7’dir.
2010 yılı TÜİK Hanehalkı İşgücü Anketi sonuçlarına göre, kurumsal olmayan sivil nüfus 71 milyon 343 bin olup, kurumsal olmayan çalışma çağındaki nüfus toplam nüfusun %73,6’sını oluşturmuştur (52 milyon 541 bin). Toplam istihdam 2009 yılına göre 1 milyon 317 bin kişi artarak 22 milyon 594 bine yükselmiş; buna karşılık işsiz sayısı 3 milyon 46 bine çıkmıştır. Buna göre toplam istihdam oranı %41,2’den %43’e çıkmış, işsizlik oranı Ocak 2010 itibarıyla %14.5 olmak üzere %11,9 olmuştur. Tarım dışı işsizlik oranı %14,8, genç nüfustaki işsizlik oranı kentte %27.5, kırsal kesimde %22.2 olmuştur. İstihdam edilenlerin 10 milyon 985 bini hizmet sektöründe; 5 milyon 927 bini sanayi sektöründe (bir önceki yıla göre %10,2 oranında artış); 5 milyon 683 bini tarım sektöründe (bir önceki yılın aynı dönemine göre %8,2’lik artış) çalışmışlardır.

yıllar                                                                  2009         2010
Kurumsal olmayan sivil nüfus (bin kişi)                70.542      71.343
15 ve daha yukarı yaştaki nüfus (bin kişi)             51.686      52.541
İşgücü (bin kişi)                                                24.748      25.641
İstihdam (bin kişi)                                             21.277      22.594
İşsiz (bin kişi)                                                   3.471         3.046
İşgücüne katılma oranı (%)                                47,9         48,8
İstihdam oranı (%)                                            41,2         43,0
İşsizlik oranı (%)                                               14,0         11,9
Tarım dışı işsizlik oranı (%)                                 17,4         14,8
Genç nüfusta işsizlik oranı (*) (%)                       25,3         21,7
İşgücüne dahil olmayanlar (bin kişi)                     26.938     26.938
* ekonomik faaliyete göre istihdam edilenler

2011 yılı Haziran dönemi TÜİK verilerine göre, Türkiye’de kurumsal olmayan nüfus 72 milyon 321 bin kişiye, kurumsal olmayan çalışma çağındaki nüfus ise 53 milyon 539 bin kişiye ulaşmıştır. 2011-Haziran dönemi itibariyle işgücüne katılma oranı, %51,2 olup, bu oran erkeklerde %72.7, kadınlarda %30.5’tir. Toplam işgücünün %17,3’ü 15-24 yaş grubundakilerden oluşmaktadır. Toplam istihdam edilenler 24 milyon 901 bin olup, bunların %26,5’i tarım, %18,9’u sanayi, %7,5’i inşaat, %47,2’si ise hizmetler sektöründe yer almışlardır. %61,3’ü ücretli, maaşlı veya yevmiyeli, %24,1’i kendi hesabına çalışan veya işveren, %14,5’i ise ücretsiz aile işçisidir. %59,6’sı 10 kişiden az çalışanı olan işyerlerinde çalışmaktadır. Herhangi sosyal güvenlik kuruluşuna kayıtlı olmadan ve sosyal güvencesiz çalışanların oranı %43,5’tür. İşsizlik oranı %9,2 olup, kentsel alanlarda %11,6, kırsal alanlarda %4,9 olmuştur.

B) SERMAYE HAREKETLERİ; İHRACAT-İTHALAT VE DIŞ SERMAYE YATIRIMLARI
İktisadi gelişme ve değişim sürecinin özellikleri arasında ve “uluslararasılaşma”nın sonuçlarından biri de sermaye giriş-çıkışı; ihracat/ithalat ilişkisindeki değişkenliktir. Dış sermaye yatırımlarında görülen hareketlenme ile ihracat-ithalat ilişkisi, ülke ekonomisinin uluslararası sermaye ile ilişkilerinde önemli yer tutmaktadır.
1980 sonrası “neoliberal iktisat politikaları”nın uygulanması döneminde ekonominin uluslararası sermayeye açılmasına bağlı olarak ‘dış sermaye’ yatırımlarında artış gerçekleşmiş;  Merkez Bankası verilerine göre, (1975-2000) yılları arasındaki 26 yıllık dönemde toplamda 10.6 milyar dolar yabancı sermaye girişi gerçekleşirken, 2001 yılında 3 milyar doları aşan sermaye girişi olmuş, 2006 yılında 17.8 milyar doları bulan yabancı sermaye girişleri, 2007 yılının ilk yedi ayında 9.6 milyar dolara ulaşmıştır. Dikkat çekici olan bu sermaye girişinin ağırlıklı olarak (2005 yılındaki 8.5 milyar dolarlık sermaye girişinin 7.3 milyar doları, 2006 yılındaki 17.8 milyar dolarlık sermaye girişinin 13.7 milyar dolarlık kısmı) ulaştırma, haberleşme, bankacılık, turizm alanına yönelmiş olması; büyük kısmının özelleştirme ve banka satın almalara ‘ilgi göstermesi’dir. Devlet, turizm sektörüne yönelik yatırımların arttırılmasına yönelik teşviklerle yabancı yatırımları artırmaya çalışmıştır. İmalat sanayiye yönelik yabancı sermaye yatırımlarında ise, öncelikli olarak gıda, hazır giyim, kimya, demir-çelik, çimento, elektronik ve taşıt araçları yan sanayi gibi, kârlılık oranları yüksek olan sektörlere yatırım yapılmıştır.
‘Uluslararasılaşma’ bağımlılık ilişkilerini güçlendirmiş, büyük sermaye şirketlerinin uluslararası tekeller ve mali sermaye kuruluşlarıyla ortaklıkları, birlikte yatırım yapmaları eğilimi güç kazanmış, ülkenin “resmi” ithalat-ihracat faaliyetinde özel sektör kapitalistlerinin rolü artmış, ihracatın ithalatı karşılama oranları değişkenlik göstermiş, ithal edilen ürünler içinde ara malları ve sanayi ürünleri giderek ağırlık kazanmış, tarımsal ürün bakımından kaynakları ‘yeterli’ sayılan Türkiye tarımı giderek gerileyerek tarım ürünlerinin ithalinde de yükselme görülmüştür. 2001’den sonraki ekonomik büyümede ithalata bağımlı ve teknoloji yoğun sektörler önemli rol oynamış, yıllar itibariyle ara malı ithalatının tüm ithalat içindeki payı artmış; tekstil, hazır giyim, sebze meyve sektörlerinin üretim ve ihracattaki payları azalırken, sermaye yoğun ve ithal bağımlılığı fazla olan ürünler öne çıkmıştır. Benzer bir gelişme seyri  ithalat alanında da görülmektedir. 1980’lerde ağırlıklı olarak tarımsal ürünlere dayalı olan ve sadece %37’si imalat sanayi ürünlerine ait olan ihracaat içinde, imalat sanayi ürünlerinin payı giderek artmış;  bu artış 1980-2006 döneminde, yılda ortalama %18.1 oranında olmuştur. 1980’de imalat sanayi ithalatının toplam ithalat içerisindeki payı %59’iken bu oran 2006’da %79’a; 1980 yılında toplam ithalatın %78’ini oluşturan ara malı ithalatı, 2006’da toplam ithalatın %88’ine yükselmiştir.  Ne var ki, ara malı ithalatının yüksek oranı, ülke sanayisinin ithalata bağımlı olmasının göstergeleri arasındadır. Ekonomi Bakanlığı’nın 2009’da yaptığı bir çalışmaya göre, imalat  sanayinin ithalata bağımlılığı %82 civarında olup, 1 dolarlık ihracat yapabilmek için, 82 centlik ithalat yapmak gerekmektedir.( Cumhurbaşkanı A. Gül’ün Meclis açılış konuşması, Ekim 2011)
İhraç ürünleri arasında miktar ve pay oylarak oranları artan imalat sanayi ürünlerinin başlıcaları büro makineleri ve radyo-tv cihazları, motorlu kara taşıtları, makine ve teçhizatı, tıbbi aletler, kimyasal maddeler, elektrikli makine cihazları, mobilya vb dir. 2002-2006 yılları arasında imalat sanayi ihracat ortalama artış hızı 1996-2001 dönemine göre üç kattan fazla artarak %22.7’ye ulaşmıştır. Yüksek katma değerli ürünlerin ihracaat içindeki payı 2004’te %5 civarında olup, girdilerin ortalama %60’ı dışarıdan ithal edilmekteydi. İhracatın ithalatı karşılama oranı bu sektör bazında %31 idi. (TMMOB 37.dönem çalışma raporu 2002-2004)
Giyim, tekstil ve gıda ürünleri 1996’da toplam imalat sanayi ihracatının %54.1’ini oluştururken, bu oran 2000 yılında %46.5’e, 2006 yılında ise %29.6’ya gerilemiştir. 2006 yılı verileri taşıt sektörü ihracatının artış gösterdiğini, bu sektörün imalat sanayi ihracatında %15.8’lik paya sahip olduğunu; onu, giyim malzemelerinin(%12.7), tekstil ürünlerinin(%11.5), ana metal sektörünün(%11.6), makine sektörünün (%7.5) izlediği görülmektedir.
Buna karşılık olarak imalat sanayinin ithalata bağımlılığı 1994-2006 yılları arasındaki 12 yıllık sürede üç kat artmıştır. Ana metal sanayi sektöründe yıllık ortalama üretim artış hızı 1990-2001 yılları arasında %3.6 iken 2002-2006 yılları arasında %9.5 olmuştur. Sektör 2006 yılında 16.8 milyar dolarlık ithalat yaparak toplam imalat sanayi ithalatının %15.4’ünü gerçekleştirmiştir. Sektörün ihracattaki payı 2006 yılında 9.3 milyar dolar (%11.6) olmuştur.
Motorlu taşıt sektörü, ihracat içindeki payının diğer ürünlere göre daha yüksek olmasıyla dikkat çekmekte ve yıllık ortalama üretim artış hızı 1990-2001 yıllarında %4.3 iken 2002-2006 yılları arasında %28.2 olmuştur. Söz konusu üretim artışında aynı tarihler arasında %2.8’den %17.9’a yükselen yıllık ortalama kişi başına verimlilik artışının payı büyüktür. Emek gücü üzerindeki baskı artmış, çalışma sürelerinin artırılması ve iş temposunun hızlandırılmasının sonucu olarak bu yüksek verim elde edilmiştir. 2006 yılı rakamlarıyla 12.7 milyar dolarlık ihracat yapan sektörün ithalatı 13.2 milyar dolar olup, ithalatı dahi karşılayacak bir ihracat söz konusu olamamıştır.

C) NEO İKTİSAT POLİTİKALARININ GÖRDÜĞÜ İŞLEV
1980 sonrası dönemde Reagan ve Thatcher ile başlayan ve “serbest piyasa ekonomisine dönüş”(!) etiketiyle pazarlanan “neoliberal” iktisat politikaları, Türkiye’de de, “Türkiye’nin dünyaya açılması” propagandasıyla uygulamaya geçirildi. 12 Eylül cuntası öncesinde, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası sermaye kurumları ‘direktörlüğü’nde hazırlanıp uygulanmak üzere Türkiye hükümetlerine, “program” olarak dayatılan bu iktisadi-sosyal politikalar, işçi sınıfı ve emekçilerin ileri kesimlerinin muhalefeti ve mücadelesinin cunta terörüyle ezilmesiyle oluşturulan ortamda, T. Özal-ANAP hükümeti eliyle uygulamaya kondu. Bu politika emek-sermaye; ücret-kâr (ve rant) ilişkilerini uluslararası sermaye ve kapitalistler yararına yeniden düzenlemeyi esas alıyordu.
Sermayenin “sınıfsal programı” olarak kabul ve destek gören bu politika, emek-sermaye; ücret-kâr ilişkilerini emekgücü aleyhine daha fazla disipline ediyor; özelleştirmeyi gündeme getiriyor, ithalatı gümrük vergileri ve diğer engellerden kurtararak liberalizasyona tabi tutuyordu. Türkiye burjuvazisinin “klasik”-eski temsilcileri devlet desteğinde ve üretimlerinin önemli bir bölümü “kamu”da tüketilerek büyük kazançlar sağlamaları nedeniyle bu “liberalizasyon”dan bir miktar rahatsız olmalarına rağmen, “globalist neo liberal” ekonomi politikanın sermaye yararına açtığı yeni kanalları ve genişlettiği olanakları ve emek aleyhtarı karakterini gözeterek, “yeni rejim”le birleştiler. “Neoliberal” ekonomi politikanın bir özelliği de, “devletin ekonomiye müdahalesinin son bulması” söylemiyle, “kamu” işletmelerinin uluslararası sermayeye, büyük tekellere ve emperyalist devletlere peşkeş çekilmesiydi. Esnekleştirme, özelleştirme ve taşeronlaştırma devlet ve hükümet politikasının öncelikleri arasındaydı. “Dışa açılma” ve “ihracaatı artırma” gerekçeli düzenlemeler ücret-maaş ve tarım ürünleri taban fiyatlarını baskılayarak “maliyetleri düşürme” ve kârları artırmayı esas alıyordu.  Bu politikalara gösterilebilecek tepkileri etkisizleştirmek için siyasal baskı yoğunlaştırıldı ve emekçi örgütlenmesini zaafa uğratacak yeni yöntemler, üretim mekanlarından başlanarak, uygulamaya kondu.
“Yeni ekonomi politikaları”nı zorunlu ve yararlı gösteren ve kapitalizmin uluslararası merkezlerinden sistemin her bir halkasına ihraç edilen ideolojik yaklaşım, Türk büyük sermayesinin, Türkiye burjuvazisinin çıkarlarıyla da uyum içindeydi. Türkiye bu iktisadi-sosyal politikaları izleyerek “çağ atlayacak”; “hızla kalkınacak”tı. “Verimsizlikleriyle devlete yük olan KİT’lerin satılmasıyla sağlanacak kaynaklar yeni yatırımları olanaklı kılacak”; “yap, işlet-devret” modeliyle yeni istihdam olanakları yaratılacak, rekabet gücü ve ihracaat gelirleri artırılarak ilerlenecekti! Bunun için ama, “herkes fedekarlık yapmalı”ydı! İhracatın büyümesi ve rekabet gücünün artması için üretim maliyetleri düşürülmeli; bunun için de ücret; maaş ve tarım ürünleri taban fiyatlarının düşük tutulması kabul edilmeliydi! İşçi ve emekçiler fedakarlık yapmalı, sendikalar hükümet politikalarıyla uyum içinde olmalı, eğitim ve sağlık başta olmak üzere “devlet hizmetleri” özelleştirilmeli, “Bütçe açıklarına ve enflasyona neden oldukları için”(!) tarımsal ‘sübvansiyon’lar tedricen kaldırılmalıydı vb..
Bu sürecin (son otuz yıl) emekçi sınıfların çalışma ve yaşam koşullarının daha fazla kötüleşmesi, “gelir dağılımı”nın sermaye yararına yeniden düzenlenmesiyle ücret-kâr uçurumunun büyümesi ve kaynakların uluslararası sermayeye daha fazla peşkeş çekilmesiyle belirginleşmesinde Özal’dan-Tayyip Erdoğan’a sağ gerici politikacılar yönetimindeki sermaye hükümetleri özel bir rol üstlendiler. Özal’ın pervasızca uygulamasına giriştiği ekonomipolitika ANAP, DYP ve özellikle de son on yılların en saldırgan hükümetlerini oluşturan AKP döneminde hedeflerine ulaştı. Bir önceki dönemde (bunu bir yaklaşıklık olarak 1963-80 dönemi alabiliriz), sınıf mücadelesinin seyri içinde şekillenmiş bir tür resmi, dahası Anayasal-yasal kaide-kurallara bağlanmış “korunmacı”, “karma planlı ekonomi”, “sosyal devlet” vb. unsurlarla birlikte anılan politikalar reddedilerek, “serbest piyasa ekonomisi” adı altında, ülke ekonomisinin uluslararası sermayeye daha fazla açılması, kamu işletmelerinin özel tekellere peşkeş çekilmesi, “serbest ticaret ve dışa açılma” ve ihracaatı teşvik adına, ücret-maaş ve tarımsal ürün fiyatlarının emekçiler aleyhine düzenlenmesi gerçekleştirildi. Küreselleşme gereği denilerek uygulanan programların önceliklerinden biri de “kamuya ait” devlet işletmelerinin ucuza satılması-özelleştirilmesiydi. Özelleştirme, sanayi ürünleri üreten büyük işletmelerin uluslararası tekellere ucuza devrini öne almaktaydı. TEKEL, TÜPRAŞ, PETKİM, TÜRK TELEKOM, Alüminyum Entegre Tesisleri, enerji santralleri, çimento ve şeker fabrikaları bunlar arasında ilk sıradaydılar. Özelleştirme ve devlet işletmelerinin bölümler halinde, ya da bunun mümkün olmadığı daha kompleks işletmelerin olduğu gibi özel kapitalist şirketlere peşkeş çekilmesi, işçilerin kitleler halinde işsizliğe itilmelerine yol açtı.
Uluslararası tekeller yerli işletmeleri satın alma ya da ortaklıklar kurma yoluyla ve vergi muafiyeti, sermaye transferi kolaylıkları kullanıp, düşük ücretli işgücünden yararlanarak dışarıya kaynak aktarımını gerçekleştirdiler. Otomotiv, “beyaz eşya” üreten  işletmelerle kurulan ortaklıklarda da,  girdilerin önemli  bölümünün ithal edilmesi nedeniyle bu büyük uluslararası tekeller ‘aslan payı’nı aldılar. Ford-Otosan(Koç), Sabancı-Toyota; Renault-OYAK; Arçelik-Beko-AEG örneklerinde görüleceği üzere, ekonominin önemli sektörleri bu tekellerin faaliyetine açıldı. ” Yabancı sermaye”, yatırımlarında, tüketim malları üreten sektörler, özellikle de bankacılık, turizm, sigortacılık öncelikler arasındaydı.
Büyük kent merkezleri ve özellikle de liman bölgeleri uluslararası sermayenin ve büyük tekellerin “serbest ticaret bölgesi” haline getirilirken emekçiler üzerindeki baskılar artırıldı. Kentlerin altyapı sorunları daha da ağırlaştı. Kırdan kente büyük nüfus göçü, kır ekonomisinin çözülmesinin yanı sıra devlet şiddetiyle ve zorla gerçekleşirken, “yapısal uyum programları” ve “liberalizasyon” adı altında uluslararası sermayenin ekonomi üzerindeki denetiminin güç kazanmasıyla işçi sınıfı, kent emekçileri, göçler sonucu kente akın etmiş ancak işsizlik ve yoksulluk ve barınaksızlık sorunlarıyla yaşamları daha da ağır biçimde kötüleşmiş yığınlar üzerindeki baskı yoğunlaştırıldı. Sermaye merkezileşmesi güç kazandı ve milyarderlerin sayısı arttı. İthalat-ihracaat işlevli ofisler ile plazaların çoğalması, “kentlerin değişen yüzü” olarak reklam edildi. Kent rantı için kavga giderek şiddetlendi. İstanbul örneğin dış yatırımların büyük bir bölümünü “alır”ken, yabancı banka şübeleri, döviz büroları, sigorta şirketleri ve borsasıyla uluslararası finans şirketleri ve sektörüyle ‘daha bütünleşmiş’ bir büyük kent haline geldi.  Bu büyük-”mega” kentin iktisadi faaliyetinde, uluslararası sermaye ve dünya pazarıyla ilişkili sanayi -banka ve finans, telekomünikasyon şirketleri-holdingler- palazlandılar. Bunlarla birlikte “iş tutan” yüksek vasıflı ücretli-maaşlı kesimlerden azınlık bir bölüm de, şirket müdürlüğü, “CEO”luk, pazarlama sorumlusu vb adlar altında bu ilişkiler içinde “sınıf atlama”yı  başararak “yeni burjuvazi”ye dahil oldular. 1980 sonrası “yeni ekonomipolitika”yı savunmada ve bu politikaları uygulayarak emekçi düşmanlığındaki kararlılıklarıyla öne çıkan ANAP-AKP gibi partileri savunanlar içinde bu “yeni burjuva”lar özel bir yer tuttular.
Küçük ve orta boy sanayi işletmeleri “küçük sanayi siteleri” ya da “organize sanayi bölgeleri” adıyla birçok kentte faaliyetlerini daha geniş bir sahaya yaydılar. Kırdan kente emek gücü hareketiyle büyük kent merkezlerinin kenar semtlerine biriken emekçiler ile özelleştirilen devlet işletmelerinden atılan işsiz yığınları bu işletmeler için, ‘rezerv iş gücü’nü oluşturuyorlardı. Küçük ve Ortaboy İşletmeler (KOBİ), kayıt dışı, sosyal haklardan yoksun ve düşük üçretli işgücü olanağından yararlandılar; önemlice bir kesimi büyük firmalara “fason üretim” yaparak üretimlerini sürdürdüler. 
İçlerinden ‘istisna örnek’ denebilecek bazıları ihracaat teşvik pirimleri ve vergi indiriminden yararlandılar, düşük maliyetli kredi desteğiyle uluslararası bağlantılar kurarak büyüdüler. Bu işletmelerin bir bölümü (inşaat, tekstil, enerji, metal), “Türki Cumhuriyetler” ve “Türk-İslam Coğrafyası” olarak adlandırılan bölgedeki ülkelerle geliştirilen ilişkilerden yararlanarak, kısmen ve dar bir alanda da olsa, yeni sömürü alanları buldular.
Büyük sermaye şirketleri için, “piyasa ekonomisine uyum sağlama”, içeride işçi sınıfı, “kamu emekçileri” ve küçük üretici üzerindeki baskıyı yoğunlaştırarak kâr oranları ve paylarını arttırmayı, dışarıda da  “dünya piyasalarına mal satma” arayışı; uluslararası sermaye ile ilişkiler içinde bunun olanaklı biçimlerini geliştirme, uluslararası tekellerle işbirliği için “kolları sıvama”; otomotiv, beyaz eşya üreticileriyle ortaklıklar kurarak daha geniş pazarlara açılma anlamına geliyordu.
“İhracata yönelik”, “dışa açılma” ve “uluslararası piyasalarla birleşme” politikası büyük oranda hedefine ulaştı. Bütün yükü işçi ve emekçilere aktarılan bu politikanın en önemli iddiası “büyüme ve kalkınma”ydı. 1990-2001 döneminde reel olarak yıllık ortalama %3.1; 2002-2006 yılları arasında yıllık ortalama %7.2 ekonomik büyüme sağlandı. Bunu sağlayan ise, başında söylendiği üzere işçi ve emekçilerin yaşam gereçleri ve ihtiyaçlarından bir bölümünden daha fedakarlık etmelerini dayatan ücret-maaş ve tarım ürünleri taban fiyatlarının düşük tutulması, vergi yükünün halkın sırtına daha fazla yıkılması vb. uygulamalarla sağlanan “tasarruf kaynakları” oldu. 1994 ve 2001 yıllarında yaşanan iki büyük krizin tüm yükü emekçilerin üzerine yıkıldı. Çalışma süresi uzatılarak, makinelerin hızı arttırılarak emek gücü sömürüsü artırıldı. Ücretlerde, maaşlarda ve küçük üretici gelirlerinde mutlak ve göreli düşüşler yaşandı. Eğitim, sağlık, konut, beslenme gibi temel en önemli gereksinmelerini karşılamakta emekçiler daha fazla zorluklarla yüz yüze geldiler. İşsizlik ve yoksulluk arttı. Küçük üreticiler ve küçük işletmeler iflaslarla daha çok yüz yüze geldiler, emekçilerin bir kesimi borçlanarak ya da ellerindeki araç ve “taşınmaz mülk”lerini satarak yaşamlarını sürdürmeye çalıştılar. Tarımsal nüfusun önemli bir kesimi topraktan koparak yoksul yığınlarına katıldı. Kentlerin kenar semtlerinde sosyal ve iktisadi ağır sorunlarla boğuşarak yaşam savaşı veren ucuz işgücü yığınları daha da büyüdü. İşçi ile kapitalist, yoksul ile zengin uçurumu derinleşti. Bütçe gelirlerinin %67’si halktan sağlanmasına rağmen, nüfusun en üst %20’si tüm gelirlerin yarısına el koyuyordu. En alt %20’nin payına ise %5.5 düşüyordu. Türkiye İstatistik Kurumu’nun 2008 Hanehalkı Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması’na göre, aylık ortalama geliri 316 liranın altında olan nüfus, 16 milyon 714 bin gibi büyük bir kitle oluşturuyordu. 2011 Haziran ayı itibarıyla asgari ücretlilerin tümü açlık sınırında (TÜİK Haziran-2011 için,  899 TL’ni açlık sınırı, 2.900 TL’ni yoksulluk sınırı olarak belirlemişti), ücretli-maaşlıların %48.5’i yoksulluk sınırında yaşamaktaydı. Düşük reel ücret uygulaması ve içtalebin baskılanması  emekçileri yoksulluğa sürüklerken, kapitalistler sermayelerini büyüttüler ve ihracatlarını artırdılar. 1990-2001 döneminde yıllık ortalama %8.6 artış gösteren ihracat 2002-2006 yılları arasında yılda ortalama %22.2 artış gösterir hale geldi. Sermaye birikimi ivme kazandı, kapitalistler servetlerini artırdılar, milyoner ve milyarder sayısı arttı.
Tekelleşme, uluslararası sermaye ile işbirliği içinde son otuz yıllık süreçte, izlenen politikalarla da desteklenerek daha fazla güç kazandı. Ülke kaynaklarını yağmalama ve sermaye kârlarının “aslan payı”na el koyma olanakları daha da genişledi.  Kapitalist işletmelerin yüzde 0.11’ini oluşturmasına rağmen, büyük sermaye iktisadi faaliyetin %40’ından fazlasına hükmeder hale geldi.
Egemenlerin ABD, NATO, İMF ve Dünya Bankası politikalarına uyum ve yedeklenmede gösterdikleri başarı, ülkenin “dünya siyasetindeki konum ve rolünün güç kazanması” olarak reklam edildi. Buna, “demokratikleşme-demokrasinin çıtasını yükseltme” propagandası eşlik etti. Muhafazakar-liberalizasyon’ ve yükselişi, uluslararası alanda ve özellikle de “Evangelist” yeni muhafazakar-”neocon”cu Amerikan gericiliğinden güç almasına; “ılımlı İslam” üzerine geliştirilen uluslararası ideolojik-siyasi ve askeri politika bu gelişmeye güç vermesine rağmen, burjuvazi ve sermayenin uluslararası çıkarlarınca belirlenen bu ekonomi politika ve onunla uyumlu halde yeniden düzenlenen siyaset, “Batıcı modernist değerlerin milli kültür, değer ve kimlikler üzerindeki baskısına karşı duyarlılık” olarak gösterildi ve yapılanlar “yüzyıllık modernist yabancılaşmanın şekillendirdiği devletçi anlayışa karşı milletin sivil iradesinin hakim hale getirilmesi”  olarak reklam edildi. İktisadi-sosyal ve politik-hukuksal alan ve kurumlar sermayenin sınıf çıkarları ve tekelci egemenlik yararına yeniden düzenlenirken, bu, “bireylerin, sivil toplum kurumlarının, milletin kendisinin toplum ve devlet yönetiminde esas söz sahibi olduğu bir yeniden yapılanma” olarak sunuldu. İddiaya bakılırsa, “ekonomi piyasa güçlerine, politika milletin kendisine açılmış”tı(!) “Ülke kalkınmış, millet demokrasi yoluyla vesayete son vermiş, kendi değerlerine uygun düşen modernleşme yolunda ilerlemeye başlamış ve bizzat halkın kendisi, demokratik iradesini tesis etmişti.” Buna “öncülük eden” ya da doğrudan gerçekleşmesini sağlayan “özne “ ise, “AKP idi!” Buradan çıkarılan sonuç; “dünya pazarlarına mal süren, sermayesi ve işletmeleri büyüyen, kentli orta sınıfı genişleyen yeni türde muhafazakar demokrat bir toplum haline gelen Türkiye”nin bu “özgürlükçü-ileri demokrasiyi temsil eden” gelişme sürecine “yön veren” parti ve hükümet olarak AKP’nin “tüm bir milletin desteğini hak ettiği” idi!. 

D) İKTİSADİ DEĞİŞİM VE “NEO EKONOMİ POLİTİKALAR” KAPSAMINDA SOSYAL KONUM, İŞ, EĞİTİM, KONUT İLİŞKİLERİ

Ekonomik-sosyal gelişme ve “yeni ekonomi politikaları” tüm toplumsal yaşamı, sınıfların ilişkilerini ve tutumlarını etkilemezlik edemezdi. Tüm toplumsal kesimler bu süreçte bir ‘durum farklılığı’ndan geçip onu yaşadılar. Bu etkinin sonuçları herbir sınıfın hem kendi içinde hem de diğer sınıflarla ilişkilerinde çeşitli biçimde yansıdı.    Süreçten en fazla ve en ağır sonuçlarıyla etkilenenler ise işçi sınıfı ve emekçiler oldu. İşleri, çalışma biçim ve düzenleri, sağlık, eğitim, konut dahil yaşam gereçleriyle ilişkilerinde değişim yaşandı.
TÜİK’in 2000-2011 Aralığında yapmış olduğu “Hane Halkı Anketleri”yle TÜSİAD ve Merkez Bankası tarafından derlenmiş ‘ekonomik veriler’ ile birlikte yukarıda da anılan (biri 1992’de Korkut Boratav yönetimindeki bir ekip tarafından İstanbul’un işçi-emekçi semtleri ve Ankara, Eskişehir, Kayseri, Yozgat, İzmir köylerinde örneklemeler üzerinden, diğeri 2006’da Kocaeli-Gebze bölgesinde E. Aydoğanoğlu tarafından metal işçileri arasında yapılmış) iki “alan araştırması” ve KOBİ’lerin durumuyla ilgili KOSGEB araştırması sonuçlarından yararlanarak, bu etki ve değişime dair şu sonuçları çıkarılabiliriz:
I) Sanayi işçileri 3 ila 500 ve daha fazla işçi çalıştıran işletmelerde, yüksek nitelikli işgücü ve “beyaz yakalılar” kategorisinde sayılanlar finansal alanda, ulaştırma-haberleşme-telekomünikasyon sektörlerinde, vasıfsız işgücünü oluşturanlar küçük işletmelerde yoğunlaşmışlardır. İşletmelerin %98.89’i küçük ve ortaboy işletme olup bunların %95-96’sı 1-9 kişi çalıştıran “mikro işletme” durumundadır. Tüm işletmeler içinde %0,11 gibi küçük bir oran oluşturmalarına rağmen ülke ekonomisinin ‘dümeni’nde büyük sermaye şirketleri %40’lık paylarıyla yer almaktadırlar.
Bu durum kapitalist değişimde büyük sermaye çıkarları yönünde bir gelişmeye işaret ediyor.
Herhangi kapitalist işletmenin ‘ayakta kalması’ pazardaki payı oranında mümkün olduğundan, maliyetleri düşürecek ve verimlilik artışını sağlayacak teknik yenilenmeler gereklilik gösterirler ve bunu da, sahip oldukları büyük olanaklar nedeniyle esas olarak büyük kapitalist işletmeler ve tekeller gerçekleştirebilirler. Tekel, iktisadi alanda risk azaltıcı ve kâr artırıcı rol oynamaktadır süreç küçük kapitalistlerin, küçük üretici ve işletmelerin iflası, tekellerin ekonomik hayatın denetimini ele geçirmeleri yönünde işlemektedir. Büyük kapitalist işletmeler, büyük sermaye ve tekeller devlet olanaklarından, kredi ve finans kurumlarından yararlanmada başı çekmekte; teknolojik yeniliklerle makineleri daha da yetkinleştirip emek gücü sömürüsünü yoğunlaştırmakta, teknik olanaklarla emek zamanının daha fazla bir kısmını “çalma”yı başarmaktadırlar. Bu güç, avantaj ve olanaklar kâr artışı ve azami kâr olanağı da demektir. Üretimlerinin bir kısmını daha düşük maliyetli üretim yapan (düşük ücret ve kayıt dışı çalıştırma, sosyal güvencesizlik bu olanağı sağlıyor) küçük işletmelere ‘ihale ederek’, yeni yatırımlara girişmeden, yani fazla harcama yapmadan (daha fazla yatırım, yeni işgücü-personel-makine-techizat-bina ve arsa alımı demektir) sermayelerini arttırmaktadırlar. Koç ve Sabancı gibi en büyük iki holdingin bir yandan dünya ölçeğinde büyük otomotiv şirketleriyle “ortaklıklar” kurup bir tür “acentelik” üstlenmeleri, diğer taraftan ama bu güçten de yararlanarak ülke içindeki etkinliklerini artırmaları ve birçok ülkeye “beyaz eşya” ihraç ederek büyük paralar kazanmaları, bankaları ve çeşitli mali ilişkileri üzerinden yüksek miktarda rant geliri sağlamaları bu tekelci yapı ve olanakların sonuçları arasındadır. Garanti ve Akbank son on yıllarda hemen her zaman ülkenin en büyük işletmeleri içinde yer almışlardır. TÜPRAŞ ve TÜRK TELEKOM faaliyet alanlarında tekel konumunda olagelmişlerdir. ENKA gibi Türk inşaat şirketleri çok sayıda ülkede, toplamı milyarlara ulaşan yatırımlar gerçekleştirmişler, birçok küçük firmaya da taşeron işleri yaptırmışlardır.
KOBİ olarak adlandırılan küçük-ortaboy işletmeler ise, ekonomide tuttukları yaygın yere rağmen, büyük sermaye ve tekellerle rekabet gücüne sahip olmayıp, aksine onların baskısı altındadırlar. Talep tekeline sahip büyük işletmeler, KOBİ’e istedikleri şartları empoze etmekte, maliyetin altında fiyat dayatmakta ve büyük işletmelere yarı mamul veya parça imal eden küçük işletmeler, pazarlama açısından oldukça dezavantajlı konumda bulunmaktadırlar. Bunların bir kısmı büyüklere bağlı taşeron faaliyet sürdürerek, ya da emek yoğun üretimle ayakta kalabilirken, diğer bazıları tekellerin baskısı altında piyasadan silinmektedirler. İşletme ölçeği küçüldükçe işletmelerin kapanma olasılığı artmaktadır. Rekabette ve özellikle de kriz durumlarında, en büyük darbeyi en güçsüzler, en alttakiler almaktadır.
II) Türkiye, kayıt dışı çalışmanın yaygın (%47.5), sosyal güvencelerden yararlanma oranının düşük, çalışma koşullarının esnek ve ağır, ücret ve maaşların düşük olduğu bir ülkedir. Kayıt dışı çalışma oranı düzenli bir işi olmayanlar arasında daha da yüksek olup küçük çaplı ve özel sektör işletmelerinde çok daha büyük oranlara sahiptir. Fabrika ve atölyelerde kayıtlı-kayıtsız; ‘kadrolu’-taşeron ve geçici işçilerin bir arada çalıştırılması uygulaması giderek yaygınlaşmaktadır. Çalışma sürelerinin “esnekleştirilmesi”yle birlikte fazla çalışma/çalışma sürelerinin mutlak olarak artırılması eğilimi artmıştır. (Metal işçilerine yönelik araştırma, işçilerin %27.7 sinin fazla çalıştığına işaret etmiştir.) İşletmenin çapının büyümesiyle işçi üzerindeki patron denetimi ve çalışma koşullarının teknik ağırlaştırılması arasında doğrusal bağ bulunmaktadır. Fabrika ve işletme çapı büyüdükçe denetim daha da yoğunlaşmaktadır. İşgücü yaşı giderek gençleşmektedir. İstihdam edilen işgücünün “üçte ikisi” 35 yaş altında, 5.5 milyonu 15-24 yaş grubundadır. %80’nine yakını il ve ilçe doğumlu olup işgücünün kentli karakteri giderek güçlenmektedir. Geçici ve taşeron işçiler başta olmak üzere ve işsiz kesimlerin önemli bir bölümünün köy ile ilişkileri, ‘bir güvence’ de oluşturmak üzere daha güçlüdür. Kapitalistlerin, “işçinin işle ilgili düşüncesini alma” eğilimi özellikle kadrolu işçiler arasında güç kazanmaktadır ve onlar bu taktik ile işçileri, kendilerine ve düşüncelerine “önem verildiğini” düşünerek uzlaşmacı bir tutum içinde ve hak mücadelesinden uzak tutmaya çalışmaktadırlar. İş ve meslek kazaları ve hastalıkları; sakatlık,  gürültü, iş ve band hızına uyum zorunluluğu, beden bozuklukları, böbrek-ciğer hastalıkları, varis, boyun ve bel fıtıkları, eklem bozuklukları ve ağrıları, görme bozukluğu ve kaybı gibi sağlık sorunları en fazla kayıtsız çalıştırılan sosyal güvencesiz işçi kesimlerinde görülmektedir. Asgari ücretli, düşük gelir grupları olarak da tanımlanan emekçi kesimleri, verimliliği yükseltme adına, işyeri sağlık ve güvenlik risklerine karşı önlem alınmaksızın en ağır çalışma koşullarında tutulmaktadır.
III) Türkiye ekonomisinin ‘kronik’ bir “hastalığı” olan işsizlik son otuz yıllık süreçte %8 ile %15.5 arasında değişkenlik göstermiştir. Bu dönemde kapitalist gelişmenin düzeyi yükselmesine, ekonomi, 1990-2001 döneminde reel olarak ortalama %3.1, 2002-2006 döneminde reel ortalama olarak %7.2, ve 2007’de %4.7 büyümesine ve işgücüne katılanlar arasında eğitim görenlerin sayısı artmasına rağmen, işsizlik sözü edilmeye değer bir düzeyde düşmemiş, düşürülememiştir.
Neden bellidir: kapitalizmde üretim kâr içindir ve kapitalistlerin sermayelerini ve pazar paylarını büyütmek dışında, emek gücü istihdamı gibi özel bir amaçları yoktur. Emek gücü arzındaki artıştan, onu daha düşük ücret karşılığı çalıştırmak üzere yararlanırlar. Kapitalizm emek gücü sömürüsü olmaksızın kendini sürdüremez, üretimin genişlemesi ve üretime dayalı büyüme işgücü istihdamını gereksinir. Ne ki bunun sınırlarını belirleyecek olan kapitalist pazardaki ilişkiler, kapitalist rekabet, pazar ve kâr payıdır.
Büyüme örneğin, emek gücünün daha fazla baskılanması, verimlilik artışı, ücretlerin düşürülmesi, sosyal hakların budanması, vergi yükünün emekçilere yüklenmesi yoluyla sermaye kârlarının artırılması yoluyla, yeni yatırımlara, yeni işgücü istihdamına gidilmeksizin de gerçekleştirilebilmiştir. Kapitalistlerin daha geniş pazarlara hakim olma ya da pazar paylarını artırmaları yeni yatırımları gereksinmekle birlikte, bu her durumda istihdam artışına yol açmamakta, sermaye mali spekülasyonlara yönelerek, yükü emekçilere aktarılan kredi-borçlandırma yöntemleriyle de büyüyebilmektedir. Kapitalist(ler) daha az harcamayla daha fazla kazanmaya; bunun için daha az sayıda işçiyle daha fazla üretmeye; bunu olanaklı kılmak üzere makineleri yetkinleştirmeye, yeni teknolojileri üretimde kullanmaya yöneltmiş;. işşizlikle birlikte büyüme olanaklı olabilmiştir. Devlet kaynakları işsizligi de azaltmak üzere yeni iş yerlerinin açılmasına degil, silahlanmaya, militarizmin güçlendirilmesine, özel servetlerin büyütülmesine yöneltilmiştir. Büyüme ve işsizlik oranlarının yıllar itibariyle durumu da kapitalist büyümenin her durum ve koşulda işsizlik alternatifi olmadığına tanıklık ediyor.(Tablo)

Yıl    İşsizlik%    Büyüme%    Yıl    Işsizlik%    Büyüme%    Yıl    İşsizlik%    Büyüme%
1992    8.1    6.4    1999    7.6    -3.4    2006    9.9    6.9
1993    7.7    8.1    2000    6.5    6.8    2007    10.2    4.7
1994    8.1    -6.1    2001    8.3    -5.7    2008    11.0    0.7
1995    6.9    8.0    2002    10.3    6.2    2009    14.5    -4.7
1996    6.0    7.7    2003    10.5    5.3    2010    11.5    8.9
1997    6.7    8.3    2004    10.3    9.4    2011    9.2   
1998    6.8    3.9    2005    10.3    8.4           
Kaynak: TÜİK, Milli Gazete

İşsizliğin giderilmesini daha yüksek oranlı büyümeye koşullayan bu propaganda, büyüme hızları yüksek ve “istikrarlı” olan birçok kapitalist ülkede, en gelişmişleri dahil yüksek oranlı (%6 ila %12 arasında) işsizliğin bulunması gerçegiyle de çelişir durumdadır.  İşsizligi kapitalist üretimin kaçınılmaz bir olgusu olarak değil de eğitim-yetenek, bilgi, beceri eksikligiyle ilişkilendiren burjuva liberal teori, ekonomik büyümenin işsizligin çözümünü sağlayacağı yönündeki varsayımıyla, büyüme ile istihdam arasındaki ilişkiyi doğru orantılı olarak mutlaklaştırırken, emek verimliliğini yükseltmeye yönelik sermaye politikalarının daha az emek ile daha fazla kâr eğilim ve hedefini de örtme çabasındadır. “İstihdamın ancak ekonomik büyüme hızı ile yükseltilebileceği” düşüncesi, büyümenin nasıl oluştuğunu, emek-yoğun veya sermaye-yoğun ağırlıklı mı gerçekleştiği sorununun üzerinden de atlamaktadır. Oysa iktisadi büyümenin sermaye-yoğun gerçekleşmesi ve teknolojik uygulamaların üretimdeki etkisinin artışı emek aleyhine ve sermaye yararına sonuçlar doğurabilmektedir.
İşsizlik diger yandan eğitim düzeyi düşüklügü ve “vasıfsız işgücü çokluğu”na bağlanmak istenmektedir. Yatırımların genişlemesinin yanı sıra, eğitimli-yüksek eğitimli, yüksek vasıflı işgücünün “yeterince olması durumunda” işsizliğin olmayabilecegi ya da giderek düşeceği ileri sürülerek, aslında kapitalizmin işsizlik getiren-doğuran bir üretim sistemi olmadığı/olmayabileceği vazedilmektedir.
Kapitalizmde işsizliğe yol açan temelli nedenlerin üzerini örten bu vaaz, yatırımların artması-genişlemesi ve eğitim düzeyinin yükseltilmesiyle birlikte istihdam edilebilir nüfusun artacağı/artabileceğinden hareket etmektedir. Eğitim ve istihdam arasındaki bağ reddedilemez olmakla birlikte, en yüksek düzeyde eğitimli işgücünde görülen işsizlik oranlarının hemen tüm gelişmiş ülkelerde %3 ila %12 arasında değişen oranlarda olması, bu iddianın kapitalizmin ‘bünyesel hastalıkları’nı örtbas etme amaçlı olduğunu gösterir. Yüksek eğitimli genç nüfus içindeki işsizliğin %11,5 gibi yüksek bir oran oluşturduğu Türkiye’de de, yüksek işsizlik oranları “vasıfsız insan sayısının artması”yla izah edilemez.
Örneğin, 1992’de işsiz “hane reisleri” çalışabilir nüfusun %10.7’sini oluşturuyorlardı ve %43.2 gibi yüksek bir bölümü ya işsizdi ya da işsiz kaldığı dönemler olmuştu. İstanbul “hane reisleri”nin %26.3’ü hiçbir sosyal güvenceye sahip değillerken, “Hane reisleri”nin %33,1’i ikinci bir işte çalışmaktaydılar. İşsizlerin %21’i öğrenim görmemiş, %49’u ilkokul mezunu, %3’ü üniversite mezunuydu.
2006 TÜİK verilerine göre işsizlik oranı eğitimsiz erkeklerde %10.4, lise altı eğitimli erkeklerde %10.3 ve üniversite eğitimlilerde %7.8 idi. TÜİK 2007 Ağustos Hane Halkı İşgücü Anketi’ne göre, aynı yıl itibariyle işsizlik oranı eğitimsiz erkeklerde %10.3; Lise altı düzeyde eğitim gören erkeklerde %8.7, kadınlarda %6.8, ve ortalama %8.2; ve yüksek eğitim düzeyindeki erkeklerde %8.0; kadınlarda %18.1 olmak üzere ortalama %11.5 düzeyinde gerçekleşmiştir. 2008 TÜİK araştırmasna göre, iktisaden faal olarak kabul edilen 14-64 yaş arası nüfusun %52’si işgücüne katılmaktadır ve ücretli işçi ve emekçilerin %48.3’ü hiçbir sosyal güvenceye sahip değildirler. Kent merkezlerinde ücretli emekçilerin %27.4’ü hiçbir sözleşmesi olmaksızın çalışmaktadır ve bunların da %30’u yoksul durumdadır. 25-29 yaş gurubu üniversite mezunlarının %34’ü işsiz olup bu yaş grubu gençlerde yoksulluk oranı %13.4’tür. Bu “aykırılık”, bu yaş gurubundan ve üniversite mezunu ve işsiz olduğu halde yoksulluk çekmeyenlerin %40’ının tek çocuklu ailelerden gelmeleriyle ilişkilidir. 2011 yılı Haziran dönemi TÜİK verileri, işgücüne katılma oranının Lise altı eğitimli erkeklerde %71; kadınlarda  %27.5 olup; yükseköğretim mezunu erkeklerde %84.8, kadınlarda %69,9 olduğunu göstermektedir. Bu dönemde istihdam edilenlerin %70,3’ü erkek olup, %60’ı lise altı eğitimlidir.
Rakamların dili, eğitim düzeyinin yükselmesiyle birlikte iş bulma olanağının arttığına işaret etmekle birlikte, bu her durumda geçerli bir durum değildir. 2006’da örneğin yüksek eğitim düzeyinde olanlarda işsizlik oranı eğitimsiz erkeklere göre %2.6 ve lise altı eğitim görenlere göre %2.5 daha düşük olmasına rağmen, 2007 verileri tersine bir duruma; yüksek eğitimliler içindeki işsizlik oranının daha yüksek olmasına işaret ediyor. 2007 yılı Ağustos dönemi verilerine göre, kadınlarda işgücüne katılma oranı eğitim düzeyinin artışıyla birlikte yükselmiş ve okur-yazar olmayan kadınlarda %17.6, lise altı eğitime sahip kadınlarda %22.7, lise ve dengi okul mezunlarında %32.8, yükseköğretim mezunlarında %70.6 düzeyinde gerçekleşmişken, işsizlik oranı yüksek eğitimli kadınlarda %18.1 olup, lise altı eğitimli olanlardan (%6.8) daha yüksek olabilmiştir. Emek gücünün kapitalist pazarda belli bir ücret karşılığı değişim olanağı bulması ya da bulmamasında, son tahlilde kapitalist ihtiyaçlar belirleyici olmaktadır. Kapitalistlerin gereksinim duydukları işgücü, işin özelliklerine göre değişmekle ve vasıflı-vasıfsız; eğitimli-eğitimsiz işgücünün bu ihtiyaç ve özellikte olanının tümünü kapsamayabilmektedir. Eğitim düzeyi yükseldikce, işgücüne katılma oranları artmakta, ancak eğitim görmüş olmak işsizliğin alternatifi olmamaktadır.
IV) Kuşaklar arası sosyal hareketlilik en fazla vasıfsız işgücünü oluşturan kesimlerde olup, diğer kesimler içinde “iç devamlılık oranı” daha yüksektir. Eğitimli, “yüksek vasıflı”, “beyaz yakalı” ücretliler ile sanayi işçileri içinde esas eğilim “içsel kendini üretim” yönündedir. Sanayi işçilerinin çocukları, göreli olarak “beyaz yakalı ücretliler” ile küçük işletmeci-esnaf kesimlere en az üye veren kesimi oluşturuyorlar.  Bu eğilim işçilerin sosyal ekonomik koşullarıyla uygunluk göstermektedir. Küçük işletmeci-küçük esnaf kesimlerinde eğilim ve hareketlilik ücretli emekçilere doğru en az, orta-büyük burjuva kesimlere doğru en fazladır. Bu eğilim, yüksek vasıflı ücretliler açısından da geçerlidir.
“Eğitim yoluyla yaşam düzeyini yükseltme ve sınıf atlama olanağı” işçi-emekçi kesimlerin çocukları için giderek azalmaktadır.  (Bir kıyaslama yapabilmek için, ’92 yılı itibarıyla kentli nüfus içinde, babası tarım işçisi olan aile reislerinin %31.3’ü eğitimden yoksun iken, bu oran “beyaz yakalı” ücretli ailelerden gelenlerde %1.9’a düşmekteydi.) Eğitimden yoksunluk ya da düşük eğitim düzeyi (ilk ve orta eğitim) işsiz kitleleri başta olmak üzere en düşük gelir gruplarında yer alanlar açısından en yüksek oranı oluşturmaktadır. Sanayi işçileri gibi nispeten istikrarlı işleri ve bir kısmı açısından sosyal güvenceleri olan ailelerden gelen yeni genç kuşaklar açısından da, ileri eğitim düzeyinden geçerek yüksek vasıflı-beyaz yakalı ücretli gruplar içinde yer alma ve böylece “refah düzeyini yükseltme” olanağı giderek artan şekilde sınırlanmış bulunmaktadır.
Büyük toprak sahipleri, kapitalist ve zengin köylüler dışta tutulduğunda, Kent nüfusu içinde yer alıp köy-kır bağları devam eden ve tarımsal üretimden gelir sağlayanlar içinde, “yüksek nitelikli ücretliler” ve “beyaz yakalılar” ilk sırada gelmektedir. Bu durumun, köy kökenli “yüksek nitelikli beyaz yakalı” ücretli kesimin zengin-kapitalist köylü ailelerden gelmesiyle ilişkili oluşu güçlü bir olasılıktır. Kentte oturup, köydeki arazileri (tarla vs) hiçbir gelir sağlayamayanlar ise en kalabalık kesimi oluşturuyorlar. Buna rağmen köy ile bağlantıları özellikle kent işsizleri ve yoksulları için bir tür güvence oluşturmaktadır.
V) Tarımsal üretim içinde küçük meta üretimi en yaygınıdır ve bu üretim aile emeğiyle ve kendi üretim araçlarıyla esas olarak küçük-orta köylü kesimleri tarafından gerçekleştiriliyor. 1991 verilerine göre 500 dekardan büyük topraklara sahip olanlar tüm toprak mülkiyetinin %0,85’i olup tüm işlenebilir toprakların %16.83’üne sahiptiler. 1992 Boratav araştırmasına göre, küçük köylü üretimi, tüm köy üretiminin %62’si kadardı. Aynı yıl itibarıyle yoksul köylü oranı %32; ve kapitalist ve zengin köylü oranı %11,5 idi. Anket kapsamındaki faal nüfus toplamının %21,7’si tarım dışı mesleklerde çalışmaktaydılar. Köylü ailelerin %11.2 sinde, köy içinde tarım dışı faaliyetlerde; %23’1’inde, aile bireylerinden en az birinin ücretli işlerde, %25,9’unda, köy dışında geçici bir süre ücretli işçilik yapma söz konusudur ve en fazla göç edenler tarım işçileriyle ve yoksul köylülerdi. 1977-1991 döneminde özel tarımsal yatırımlarda reel olarak %43 oranında görülen gerileme sonraki yıllarda da devam etmiş; kırsal hanelerin %27,9’u traktör; %7,6’sı toprak satışına yönelmişler; satışlardan elde edilen kaynak, hanelerin %15 tarafından tarımsal yatırım, %64’ü için ise giderler ve borç ödemelerine ayrılmıştır. Bu dönemde ellerindeki araziyi satan köy kökenlilerin %85’inin elinde “tasarruf ettikleri” bir şey kalmamıştır. 2001’de 1000-2499 dekar toprağa sahip olan grup içinde 4.198 işletme yer alıyor ve bunlar 5.476.930 dekarı ellerinde tutuyorlardı. 2500-5000 arası dekar toprağa sahip 222 işletmenin elinde toplam 695.541 dekar ve 5000 dekardan fazla toprağa sahip 56 işletme sahibinin elinde 3.526.174 dekar toprak bulunuyordu. Buna karşılık 5 dekardan az toprağa sahip bulunan 177.893 aile vardı.
İzlenen politikaların sonucu tarımsal üretim en temel tarımsal gıda ürünlerini dahi karşılayamaz duruma getirilmiştir. Buğday, pirinç gibi ürünlerin önemli bir bölümü ithal edilmektedir. Genetiği değiştirilmiş gıda ürünleri dayatması kabul edilmiş, tohumluk ürün temini MONSANTO gibi uluslararası tekellerin denetimine verilmiştir. 1994 yılında Dünya Ticaret Örgütü’nün “Uruguay sözleşmesi” kapsamında bağımlı ülkelerde tarımsal üretimin sınırlandırılması kabul edilmiştir. Uygulanan politikaların bir özelliği de tarım sektörünün yıkıma sürüklenmesidir. Tarımsal ürünlerin çok önemli bir bölümü ithal edilir duruma gelmiştir. Bu durum ve siyasal baskılar topraksız, az topraklı ve yoksul kır emekçilerinin kentlere göçüne ivme kazandırmış, 1980 sonrası nüfus göçü artmıştır.
VI) Kadın emek gücü artan oranda üretim faaliyetine dahil olmaktadır. Kentli kadınların evde piyasaya yönelik üretim(iş) yapma eğilimi giderek güç kazanıyor. Eve iş alma, parça başı iş, aile geçimine katılımın biçimleri arasındadır. Büyük firmalar ve onlarla taşeron vb bağlantılı küçük kapitalist işletmeler için evde ucuz fiyatla üretim 1980 sonrasında “maliyetleri düşürme” amaçlı politikalara bağlı olarak yaygınlaşmıştır. DİE’nin 2001 Hane Halkı İşgücü Anketi, bu tür iş yapan kadın oranını %86.2 gibi yüksek bir oranla vermiştir. Dokuma, örgü, konfeksiyon, el işlemeciliği, yorgan dikimi, oyuncak yapımı, kutu, paketleme, montaj, elekronik ve elektrik aksamı montajı, bobin sarma gibi birçok iş bu “çalışma türü” içinde yer almaktadır.
VII) İşsizler, kayıt dışı çalışan/çalıştırılanlar, istikrarlı bir işi olmayan kentli gruplar sağlık kurumlarından en düşük oranda yararlananların başında geliyorlar. Sosyal korunma ve sigortalılık oranı sanayi işçilerinin bir bölümüyle ‘kamu işletmeleri’nde çalışanlar açısından daha yüksektir. “İstikrarlı”-düzenli bir işte çalışan ücretli emekçilerin “sosyal güvenlik” kapsamında yer almaları bu olanağı sağlarken, sosyal hakların kısıtlanması ve sağlığın özelleştirilmesiyle birlikte, sağlık “güvencesi” on milyonlarca emekçi açısından “parası oranında yararlanılabilir” bir duruma getirilmiştir.
VIII) Konut sahipliği açısından durum daha farklı bir görünüm vermektedir. Türkiye gibi ülkelerde emekçiler, “başlarını sokacak ‘iki göz’ evlerinin olması”nı bir çok diğer temel gereksinimlerini kısma pahasına tercih etme gibi bir “geleneksel” tutuma sahip olagelmişlerdir. Bu durum, ‘kendi evinde oturan’ nüfus sayısını artırmıştır. 1992’de “aile reisleri”nin %50,9’u apartman türü konutlarda, %40.9’u tek veya çift katlı konutlarda oturuyorlardı. Gecekondular bu ikinci “katagori”de yer alıyordu. İşsizlerin %55,1’i; sanayi işçilerinin %51.2’si; emeklilerin %79,7’si; yüksek vasıflı işgücünün %58.3’ü; vasıfsız işçilerin %56’sı, küçük işverenlerin %64.5’i ve orta-büyük burjuvaların %65.5’i kendi konutlarına sahiptiler. İstanbul’da oturan “aile reisleri”nin %60’ı kendi evlerinde oturuyorlardı ve konut sahipliği, ücretli emekçilerin öncelikleri arasındaydı.  “Hane reisleri”nin %13.4’ü kira geliri sağlarken, %7.4’ü kooperatif üyesiydi. 1992’de köy kökenli kapitalist çiftçilerin %17’si, tarım işçileri ve yoksul köylü kökenlilerin %3-4’tü kentlerde ev sahibiydi. İstanbul’da ikamet ettiği halde köyde evi bulunanlar %25,9 oranındaydılar. Buna karşılık olarak kentte ev sahibi olan köylüler %6.4 gibi bir oran oluşturuyorlardı. Kocaeli-Gebze bölgesi metal işçilerinin (2006) %53,5’inin ya kendi evi vardı ya da aileden birinin evinde kira vermeden oturuyorlardı. Kirada oturduklarını söyleyen metal işçileri %48.8 oranındaydılar.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK)’in 2008 yılı Hanehalkı Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması’na göre nüfusun %61’i kendilerine ait bir evde oturuyor. Alt gelir grubundaki konut sahipliği oranı %58.1’dir. Konut Müsteşarlığı tarafından yapılan ”2000-2010 Türkiye Konut İhtiyacı Araştırması”na göre, Türkiye genelinde il ve ilçe merkezleri itibariyle, hane halkının %59.82′si ev sahibi, %31.6′sı kiracı, %2.2′si lojmanda oturmaktadır. Ev sahibi olmayıp da kira vermeden yakınlarının evlerinde oturanların oranı ise %5.5’tir.
1980 sonrası neoliberal ekonomi politikalarıyla durumları giderek kötüleşen emekçi kesimler açısından inşaat maliyetlerinin yükselmesi, konut sahipliği olanağını sınırlamıştır. Yaşam koşullarının birçok diğer ürün gibi zorunlu ihtiyaç haline getirmesiyle bağlı olarak dayanıklı tüketim malları sahipliği, ekonomik durumu uygun olmayan ailelerde de yüksek bir oran oluşturmasına karşın, emekçiler aleyhine ağırlaşan koşullar, kentli ailelerde “ev eşyasını satma” ihtiyacını doğurmuş, örneğin 1992 (Boratav araştırması)’de bu ailelerin %37.2’si gibi önemli oran oluşturan bir kesimi bu eğilime girmiştir. İktisadi koşulların emekçiler aleyhine ağırlaşması ve özellikle kriz dönemleri, işsizler, hizmet işçileri, sanayi işçileriyle “beyaz yakalı”lar ve küçük burjuva kesimleri, sahip oldukları malları satarak asgari geçim maddelerini edinmeye zorlamaktadır.
IX) Ekonomideki büyümeye rağmen, yoksulluk Türkiye’de çok önemli bir sorun olmaya devam etmektedir. 2008 TÜİK Hane Halkı Anketi’ne göre, bu yıl itibariyle 71.5 milyon olan ve %68’i (48.5 milyon) kentlerde; %32’si (23 milyon) köy-kır bölgesinde yaşamakta olan Türkiye nüfusunun  %18.2’si ”göreli yoksulluk sınırı” altında yaşamaktadır. TÜİK bu anketinde, fert başına geliri aile bireylerinin her türden getirisi (maaş-ücret-emekli maaşı, burs, gayrimenkul getirisi vb.) üzerinden hesaplamıştır ve bu hesaba göre 13 milyon kişi yoksulluk koşullarında yaşamaktadır.  Fertlerin “eşdeğer hane gelirleri” düşükten yüksek olana doğru sıralandığında, en üstteki %10’luk kesim, ülke toplam gelirinin %30,3’ünü, en alt grubu oluşturan %10’un ise ancak %2’sini almaktadır. Zengin azınlığın aldığı 15 kat daha fazla son üç yıllık süre içinde daha da artmıştır.
Bu araştırmaya göre, yoksulların 7.2 milyonu (%55) kırsal kesimde, geri kalanlar kentlerde yaşamaktadırlar. Yoksulluk kırsal kesimde ve eğitim düzeyi düşük olanlar içinde daha yüksek bir oran oluştururken, yüksek düzeyde eğitim görenler arasında daha azdır. 13 milyon yoksulun %21,2’si okuryazar değildir ve bu kesim içinde yoksulluk oranı %36,8’e yükselmektedir. Üniversite mezunları içinde ise bu oran (yoksulluk oranı) %13,4’tür. Toplam nüfusun %1.1’i yalnız başına yaşamakta; bunların %10,5’i yoksulluk çekmektedir. Bir çocuğuyla yaşayan tek “ebeveyn”li ailelerde yoksulluk oranı %33,4 olup, bunların %80’ni kadın ve çocuğu ve toplamı 2 milyon kadardır. Yoksulluk oranı, 55-59 yaş grubunda %9,6; 19 ve altı yaş grubunda toplam nüfusun %37’si ve toplam yoksul nüfusun (13 milyon) %53’ü bulunuyor. AB verilerine göre Türkiye’de çocuk yoksulluk oranı %27,2’dir ve 0-14 yaş grubu çocuklar toplam nüfusun %27.5’ini (19.6 milyon) oluşturuyorlar. Bu yaş gurubu çocukların 5.3 milyonu yoksuldur. 15-19 yaş grubunda yoksulluk oranı %23’tür. Bu yaş gurubunda çalışma oranı %21 iken, bu oran bu yaş grubunun yoksul kesimleri içinde %26’ya yükselmektedir.
Yoksul kesimler (1992’de yoksul “haneler”in %68’i), ihtiyaçlarını karşılamak için kazandığından çok tüketmek zorunda kalmaktadır. Bu “fazla tüketim”in karşılığı borçlanma ve böylece daha da yoksullaşmadır. Kredi kartları ve bankacılık sisteminin büyümesiyle “tüketim kolaylığı”, borçlular kitlesinin büyümesine neden olmuştur. Küçük toprak sahipliği, küçük üretim ya da ücretli çalışma yoksulluk engeli değildir. En düşük gelire sahip %10’luk kesimde, işgücüne katılım %48 oranında olmasına rağmen, bu durum (çalışıyor olmak), ücretli-maaşlı emekçilerin çok önemli bir bölümünün yoksulluk koşullarında yaşamalarına engel teşkil etmemektedir.
X) Kapitalizm ve kapitalist gelişme, gelişmesi ve ekonomik olarak büyümesini işçi sınıfı emekçilerin gereksinmelerini karşılayamaz koşullarda tutulmalarına, emek gücü, ürettiklerini satınalamaz duruma düşürmesine borçludur. Büyüme ve kalkınmaya, Türkiye’nin ihracat artışına ve dışarıya sermaye yatırımlarındaki artışa, dış sermayenin Türkiye’deki yatırımlarının artmasına rağmen, işçi ve emekçilerin saflarında yoksullaşmanın, işsizliğin de artıyor olması bunu gösterir. Kapitalistler ile politikacılarının “pasta” olarak ifade ettikleri gelirlerin dağılımı önemli bir göstergedir.  Türkiye’nin en üst toplum katmanını oluşturan %20’lik kesimin ülke gelirlerinin yarısına el koyuyor olması (2008 TÜİK verilerine göre %46.7), ve buna karşın en alt gelir gurubunu oluşturan %20’lik kesimin ancak %5.8 alabilmesi bunu gösterir. En zengin %20’lik kesim toplam ülke gelirlerinin yarısını alırken, nüfusun %60’lık kesiminin aldığı toplam %31.4’tür. İşçilerin %14 civarında olanları işsiz, işgücüne katılanların %14.9’u yoksuldur. Buna karşın bu politikaların sonucu olarak milyarderlerin ve milyonerlerin hem sayısı hem de servetleri büyümüştür. (33 milyarder ve 42.780 milyoner) “Dünyanın 17. Büyük ekonomisi” büyüdükçe, en büyükleri başta gelmek üzere kapitalistler daha çok kazanmış ve büyümüşlerdir. Büyüme oranının 2001-2011 arası on yıllık dönemde  %5.7’den %6,8’e; ihracatın 25 milyar dolardan 114 milyar dolara; GSYH’nın 187 milyar dolardan 730 milyar dolara çıkmasını olanaklı kılan esas kaynak da işçi ve emekçilerin daha düşük ücret ve maaşla daha fazla çalıştırılmalarıyla sağlanmıştır. Kapitalizm bir yanda yoksullar ve yoksunluklar diğer yanda zenginlikler üretmektedir.

E) TOPLUMSAL GELİŞME VE KOŞULLARI GÖZETEN BİR SINIF ÇALIŞMASI  İHTİYACI
Yukarıda söylenmiş olanlardan çıkarılacak en önemli sonuç, devrimci sınıf çalışmasının toplumsal gelişme ve değişimin sınıf ilişkilerine etkilerini göz önünde tutan bir anlayışla burjuvazi ve ideologlarının yürüttükleri ve tüm amacı kapitalist sömürü sistemini savunu ve “dokunulmaz kılma” olan ideolojik saldırıları boşa çıkarmak için ona karşı mücadelenin bugün çok daha önemli olduğu; gelişme ve olguların bunun için gerekli tüm malzemeyi var kıldığıdır.
Biliyoruz ki, tüm toplumsal ilişkilerin meta üretimi ve değişimi süreçleri tarafından şekillendirilmesi kapitalizmin temel gerçeğidir. Üretim sürecindeki değişim, sınıflar arası ilişkilerin ve üst yapısal kurumların bu değişime bağlı yeniden düzenlenmesini kaçınılmaz kılar. Tüm bir devlet sistemi bu “döngü”yü var kılmak ve sürekliliğini garanti altına almak amaçlı olarak oluşturulmuştur. Burjuva ideolojinin gördüğü işlev ise, bu ilişki tarzının kaçınılmazlığı ve gerekliliği düşüncesini hakim kılmak ve bir tür hakim kültüre dönüştürmektir. Kapitalist yeniden üretimi “toplumsal amaç” olarak pazarlayan burjuva ideolojisi, kapitalist demokrasi sermayenin genişleyen yeniden üretimiyle koşullu olmasına rağmen, onu,-bu kendi siyasal yönetim sistemini tüm toplum için gerekli göstererek, demokratik hak yoksunluğu ya da burjuva düşüncesinin-demokrasisinin bir sınıf için demokrasi; diğerleri için baskı ve dikta siyaseti olmasına rağmen, işçi ve emekçi kitleleri üzerinde etkili olabilmektedir. Toplumsal ilişkilerin üretimin kapitalist karakteriyle ya da üretim biçimiyle ilişkisi, hakim ideolojinin bu biçim ve ilişkilerin ifadesi ve yeniden üretimini esas almasını sağlar. “Toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür” diyordu, Marx. Bu, sömürülen ve egemenlik altında tutulan sınıfların zihinsel üretimlerinin, düşüncelerinin de egemen sınıfa bağımlı olması demektir. Burjuvazi ve kapitalist devlet, sömürü ilişkilerinin yeniden üretiminin ifadesi olan egemen görüşleri sadece eğitim ve yasal yaptırımlar yoluyla değil, sürekli yaygınlaştırmaya çalışarak ‘rıza yolu’yla da egemen hale getirir. “Doğru ahlaki-fikri ve kültürel yaklaşım” olarak gösterilen ve yaygınlaştırılan, egemen sınıfın, temeli artı-değer üretiminde olan hakimiyetinin yeniden üretilmesidir. Zor yoluyla sağlanan hakimiyet, fikri kabullerle meşrulaştırılır. Fikirlerin, anlayış ve düşünüş tarzlarının, gelenek-görenek ve genel olarak kültürün iletişim araçları ve toplumsal ilişkiler aracıyla iletimi, egemen ideolojinin etki alanını genişletirken, kapitalist toplumsal koşullarda bu, kapitalist üretimin gerek ve ihtiyaçları tarafından koşullanır ve önemli oranda onunla uygunluk gösterir.  Egemen düşünce ve ‘bilinç’in yeniden üretimine hizmet eder.
Üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyeti ve emekgücü sömürüsü üzerinde  şekillenen kapitalizm ve onun tekelci-emperyalist aşaması, işçi sınıfı ve emekçilerin  burjuva-tekelci burjuva diktatörlüğü altında tutulmasını sınıfsal-siyasal bir sonuç  olarak kaçınılmazlaştırırken, bu sisteme ait tüm toplumsal örgütlenmeler, söz konusu ilişkiyi ve sermaye çıkarlarını “kalıcılaştırma”yı amaçlarlar. Söylemi ne olursa olsun her sermaye partisi ve hükümetinin görev ve amacı kapitalist kârı teminat altına alan ilişki biçimlerini ve onun kurumlarını sağlamlaştırıp sürdürmektir.
Bu durum, burjuva ideolojisinin her türüne karşı, onun emekçiler üzerindeki etkisini yok etmek üzere kesin ve kesintisiz bir mücadeleyi gerekli kılıyor. Burjuva ideolojik-politik etkinin zayıflatılması ve yok edilmesi, işçi ve emekçilerin kendi çıkar ve kurtuluşları için daha kararlı ve istikrarlı bir tutumla hareket etmelerinin de zorunlu gereğidir. Sınıf ve emekçi kitle çalışmasında başarı sağlamanın koşullarından biri de budur. Bu ama diğer yandan değişen toplum gerçeğini, toplumsal değişimin olgularını gözönünde tutmayı, değişen ve gelişeni dikkat merkezine almayı zorunlu kılıyor. Burjuvazi ve ideoloğlarının istismar edip işçi sınıfı ve emekçiler aleyhine sonuçlar çıkararak kullandıkları değişimin toplumsal bir gerçek olarak aslında kapitalizm ve burjuvaziyi ölümüne yaklaştıran olgularla ilişkin olduğunu bilmek ne denli önemliyse, iktisadi-sosyal koşullardaki, işçi sınıfının üretim, iş ve yaşam koşullarındaki değişiklikleri de dikkate alan bir çalışmanın sınıf düşmanına karşı mücadelede başarının ön koşulu olduğunu unutmamak da o denli önemlidir.
Değişim bir gerçek, iktisadi-sosyal bir olgudur. Türkiye değişmiştir ve değişmektedir: Kır ile kent; tarım ile sanayi ilişkileri 20. Yüzyıl başı-ortalarını da, 1980’li yılları da aşmış şekilde  değişime uğramıştır. Tarımsal faaliyet ve köy yaşamı, kırsal nüfus ve işgücünün toplumsal yaşamdaki rolü kent, endüstriyel üretim ve işçi sınıfı yararına güç kaybetmekte ve politik yönetim tarafından yeniden düzenlenmektedir.
Toplumsal gelişme ve iktisadi-sosyal koşullar toplumsal sınıflar arası ilişki ve çelişkileri belirleyen özelliğe sahiptirler. Toplumsal sınıf ve katmanların uygulanan ekonomi politikalara yaklaşımlarının onların bu politikalardan hangi yönde etkilendikleri, çıkarlarının bu politikalarda nasıl ve ne kadar temsil olunduğuyla bağlı olarak değiştiğini yalnızca sınıf mücadelesinin tarihi değil, yakın dönem “alan araştırmaları”nın “analitik” sonuçları dahil, günümüzün sınıflar ve partileri/örgütleri arasındaki ilişkiler, çatışmalar vs de ortaya koymaktadır. 1992 ve 2006 yıllarında yapılan ve Kocaeli-Gebze, İstanbul Pendik, Eyüp, ve Anadolu’nun bazı bölgelerini kapsayan alan araştırmalarının sonuçları, liberal-”neoliberal”  burjuva ideolojik hegemonyanın bu dönemde genç kuşaklar, büyük kent doğumlular, burjuva sınıf ve katmanların gençliği ve özel sektör emekçileri (bunların çocuklarında) üzerinde daha güçlü bir etkiye sahip olduğuna işaret ediyor. Genç kuşaklar, burjuva-emperyalist ideolojik kuşatmanın etkisine daha fazla açık olmuşlar, bu kesimlerin “yeni ekonomi politika”lara karşı tepkisi daha zayıf ve düşük düzeyde olmuştur. “Değişim”, “ilerleme”, “refah ve huzur”, “demokratikleşme” söyleminin genç kuşaklar arasında gördüğü ilgi, bu ideolojik hegemonyayla doğrudan bağlıdır. Sözü edilen bu iki araştırmanın verileri, sanayi işçileri (inşaat, maden, metal, petrokimya, vs) ile “beyaz yakalı yüksek vasıflı” ücretliler ve hizmet işçilerinin, sermaye çıkarlarını ifade eden iktisadi-sosyal politikalar karşısında sosyal haklardan ve ekonomik iyileştirmeden yana, kazanılmış hakların korunması yönünde tutum aldıklarını; işsizlerin, emeklilerin, “beyaz yakalılar”ın “kamu işletmeciliği”nden yana eğilim gösterdiğini; “Neo ekonomi politikalar”ın “kamu işletmeciliği” ve bu kesimde çalışan emekçilerin elde etmiş oldukları kazanımlara karşı özelliğinin kamu emekçilerini tepkiye yönelttiğini, özel sektörde çalışan işçi ve emekçilerin ise ya daha az tepki gösterdiğini ya da hiç tepki göstermediklerini ortaya koyuyor. İşçi ve emekçilerin saldırılara karşı tutumlarında dikkat çekici bir diğer unsur işyeri büyüklüğü olmuştur. 1-10; 1-20 işçi çalıştıran nispeten küçük işletmelerin işçileri, işlerini kaybetme endişesiyle saldırılar karşısında daha hayırhah bir tutum alırlarken, 500 ve daha büyük sayıda işçi çalıştıran işletmelerin emekçileri daha yoğun tepki göstermişlerdir. Saldırının ‘sivri ucu’nun ‘Kamu işletmeleri’ emekçilerine yönelmesi ve sosyal hakların bu alanda çalışan emekçilerin kazanımları arasında yer alıyor olması, tepkinin gelişmesinde etken olmuştur. Ülkenin en önemli toplumsal sorunlarından biri olan ve son otuz yılda egemenlerin işçi ve emekçilerin mücadelesine karşı kullanmak için çok caba gösterdikleri, “bölücü terör” söylemi eşliğinde halk kitlelerini bölüp Kürt ile Türk kökenli olanı ayrı ve birbirine karşı konumda tutmak için uğraştıkları Kürt sorununa yaklaşım konusunda da, işçi ve emekçilerin çok büyük bir kesimi yürütülen burjuva propagandasına açık olmuş, ancak emekçiler yine kendi deneylerine dayanarak birlikte yaşamın getirdiği “kader ortaklığı”nı gözeterek, egemenlerin oyununa esas olarak gelmemişlerdir. Buna rağmen bu konu işçi sınıfı ve emekçileri burjuva, küçükburjuva esnaf kesimleriyle “aynı platforma çekme” potansiyeli taşıyan toplumsal en önemli tehdit noktalarından biridir ve sınıf çalışmasını da zaafa uğratmaya devam etmektedir.
Bu ‘analitik’ verilere rağmen, ve sermaye saldırılarının giderek yoğunlaşması ve genişlemesine bağlı olarak, son yıllarda özellikle genç emekgücü yoğun küçük sanayi işletmeleriyle organize sanayi bölgelerinde genç işçilerin sendikalaşma, işyeri ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi talepleriyle-lokal düzeyde de kalsa- çok sayıda eylem, direniş, grev örgütledikleri somut bir durumdur. İşçilerin sınıf mücadelesinde en fazla tecrübeli olan kesimlerini oluşturan büyük işletmelerin nispeten uzun süredir çalışan “yaşlı” işçi kuşaklarının daha temkinli duran, sınıf dayanışması ve “sınıfsal tutumu” konusunda daha pasif bir davranış gösteren durumlarında da değişmeler görülmektedir. Maden-Metal-Demir Çelik, SEKA, TEKEL vb büyük işletmelerin işçilerinin, özellikle saldırılar kendilerine doğrudan yöneldiğinde gösterdikleri direnişlerin tecrübesi işçi ve emekçiler açısından “bir hafıza oluşturma” etkisi bırakmıştır ve deneyim içindedir.
Bu, kendi çıkarları ve haklarının korunması konusundaki çelişik ve eksikli tutuma rağmen, işçi sınıfının ve emekçi kesimlerin safları nesnel olarak güçlenmeye devam ediyor. Kapitalizmin Türkiye’deki gelişme sürecinin son otuz-kırk yıllık döneminde görülen hızlı ivme, topraktan ve kır üretiminden kopuş ve kentlere göçteki artışın en önemli sonuçlarından biri ve denebilir ki başta geleni işçi sınıfının nicelik olarak büyümesidir. 2010 verilerine göre sadece sanayi sektöründe ve yalnızca kayıtlı işçi sayısı altı milyon civarındadır. İşgücünün %48’ine yakınının kayıtsız çalıştığı yine resmi veriler içindedir. Kır ilişkilerinin çözülmesi, kır nüfusun önemlice bir bölümünün topraktan koparak ücretli emekçilerin saflarına katılması, bunların bir kesiminin işsizler yığınına katılarak yedek-ve ucuz- işgücü kitlesini büyütmeleri, kapitalist üretim sürecin önemli bir olgusudur.  Kapitalist gelişme, iktisadi-sosyal değişim ve toplumsal “statü”nün hareketliliğe zorunlu oluşu, sınıfların kendi dışına kapalı olmalarının en önemli engelidir. Sınıf kökeninin ana-babadan çocuğuna geçip geçmemesi, sınıfın kendi içinde kendini üretimi ya da farklı sınıflardan toplulukların kırın çözülmesi ve kapitalist rekabetin küçük “girişimci” ve küçük üreticiyi iflasa sürükleyip ona “sınıf değiştirtmesi”, sınıflar arası ilişki ve çelişkinin başlıca nesnel olgularından biridir. İktisadi gelişme kentte olduğu gibi kırda da büyükler yararına küçüklerin “elenmesi”ne; iflasa sürüklenerek işsizlerin ve işçilerin saflarına doğru itilmelerine, ve daha az oranda da olsa bir kesimin burjuvazinin saflarına katılmasına yol açmaktadır. “Alt” sınıflardan ve küçük burjuva kesimlerden büyük sermayenin saflarına geçiş ancak istisnai olabildiği halde, orta-alt burjuvaziden küçük burjuvazinin saflarına itilenler de olabilmektedir.
İkdisadi-toplumsal alandaki gelişmeler, sömüren-sömürülen sınıfların birbirleriyle ve devletle ilişkilerinin muhtevasında değil ama biçim ve kapsamında değişime de yol açtı. İşçi sınıfı kırdan kente nüfus göçleriyle, küçük üretici ve girişimci üzerindeki tekelci baskının yol açtığı iflas, kapanma, ‘piyasadan silinme’ lerin yarattığı yeni katılımla nicel olarak büyürken, sosyal haklardan yoksun ve ucuz emekgücü kullanarak kârları artırma politikasına bağlı olarak ve özelleştirmeler sonucu, işçilerin bir dönem önce sahip oldukları nispeten daha örgütlü durum büyük darbeler aldı. Özelleştirmeler işçilerin büyük kitleler halinde bir arada oluşlarını darbeleyip dağıttı. Böylece, işçi sınıfının tarihsel deneyimden aldığı ve bizzat kendi mücadelesi içinde edindiği tecrübe ve mevziler, işin ve üretimin ‘parçalanması’yla da bağlı olarak geriletildi.
İdeolojik politik tutumun sınıf çıkarlarıyla uyumsuzluk göstermesi, kendi durumunun bilgisi ve bu durumdan çıkışın yolları konusunda bilinçsizlik ve hakim düşüncenin etkisine işaret eder. Belirli istikrarlı işi olan yüksek vasıflı ve ‘beyaz yakalı’ emekçiler ile metal-maden-petrokimya vb sektörlerinde çalışan işçiler içinde daha yüksek bir oran oluşturmakla birlikte, işsizlik, yoksulluk ve açlığın kitlesel boyutlarda olduğu bir ülkede, özellikle ‘kadrolu’, sosyal haklara sahip emekçi kesimlerinin bu durumlarını bir tür “ayrıcalık” sayarak işlerini ve kendilerini “tehlikeye atmamak” üzere, saldırılar doğrudan kendilerini hedeflemediği sürece, “uyumlu davranma”yı tercih etmeleri, sıklıkla raslanan bir durum olmakla birlikte, bu, bu kaygılar nedeniyle anlaşılır bir durumdur da. Bu büyük işletmelerin işçi ve emekçilerinin sınıf mücadelesi deneyimi ve mücadele tecrübesi açısından daha ‘birikimli’ oldukları, “olgusal gerçek”in diğer yanıdır. Zonguldak madencilerinin, Demir-Çelik işletmeleri ve Tekel işçilerinin mücadele mücadele deneyimleri işçilerin sınıfsal tecrübeleri içindedir.
Çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirme mücadelesiyle işçi kitlelerinin, ve sınıfının bilinciyle hareket eden ileri-sınıf bilinçli işçilerin tutumu, sınıf kavramını “bölücülük ve huzursuzluk kaynağı” gösteren egemen burjuva-sağ ideolojinin hegemonyasına karşı en önemli itirazdır. 12 Eylül cunta terörünün işçi ve emekçi hareketine vurduğu ağır darbelere, yol açtığı dağınıklık ve örgütsüzlüğe, ileri kesimleri önemli oranda etkisiz duruma getirmesine karşın, “sivil yönetim”ler altında da sürdürülen saldırılara karşı mücadeleye atılan,1989-91 döneminde hükümetin saldırı politikalarını önemli oranda etkisiz kılan işçi hareketinin sonraki süreçte de birçok kez önemli yükselişler gösterdiği biliniyor. Buna rağmen hareketin esas özelligi istikrarsız oluşudur. Düşüşler, yükselişler, gerileme ve ilerleme hareketin “kendi diyalektigi” içinde olmakla birlikte, sınıf içindeki devrimci çalışmanın başarılı oluşunun emekçi hareketinin daha ileri mevziler edinmesine hizmet ettigi tarihin dersi, kazanımı ve deneyimleri içindedir. Bugün de tüm bu kendi tarihinden edinilmiş ya da yeniden dönülüp bakılması zorunluluk gösteren tecrübeyle hareket etme sorumluluğu özellikle ileri işçi ve emekçilerin; devrimci sınıf militanlarının omuzlarında bulunuyor. Değişim sürecindeki gelişmelerin “emrettiği” de budur!

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑