AKP hükümetinin sözcüleriyle AKP propagandacıları dahil burjuva iktisatçı, politikacı ve sosyologları tarafından son on yıllarda, toplumsal yaşam ve sınıf ilişkilerine ve sermayenin bu alanlara ilişkin politikalarına dair neredeyse her şey, “değişim” kavramı etrafında izah edilmeye çalışıldı/çalışılıyor. Uluslararası burjuva ideolojik cephanelikten güç alan bu propaganda kapsamında değişim olgu ve kavramı gerçek içeriginden soyutlanarak, ve fakat değişim ve gelişmenin bazı unsurları kullanılarak, burjuva-kapitalist çıkarların ifadesi olan politikaların “doğrulayıcı” gerekçesine dönüştürüldü. Kapitalizmin ve mevcut burjuva toplumların “kalıcılığı” teorileriyle de desteklenen bu propagandada “her şey değişti” söylemi özel bir yer tutarken, bu teori ve söylemin Türkiye’deki savunucuları, “Türkiye değişti, artık eski Türkiye yok!” ‘babalanması’yla sisteme muhalif her düşünce ve eylemi bastırmaya değil sadece, ezmeye de yöneldiler.
Değişim üzerine burjuva-AKP’ci propaganda uluslararası sermeyenin son birkaç on yıldır sürdürdüğü daha kapsamlı ve bir ucu küreselleşme, diğeri işçi sınıfı ve emekçilerin kapitalist üretim sistemindeki konum ve rolleriyle ilişkin olmak üzere sürdürdügü propagandadan güç alıyordu. Sermayenin dünya ölçeğindeki “yeni iktisadi sosyal politikaları” ve uluslararası gelişmeler bu programların belirleyici etkeni oldular. Oluşturulmaları ve uygulanmalarında, Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Ticaret Merkezi ile birlikte başlıca emperyalist ülkelerin politikaları dolaysız rol oynadı. Bu program ve politikaları kapitalizmin ve uluslararası ilişkilerin “değişimi” ile ilişkilendirip zorunlu-kaçınılmaz ve yararlı gösteren propaganda ise, denebilir ki tümüyle uluslararası burjuva emperyalist ideolojiden besleniyordu. Bu propaganda, toplumsal değişim ve gelişme gibi nesnel, tarihsel süreçte kaçınılmaz ve ilkel toplumdan emperyalist kapitalizme, bugünün sömürü toplumundan sömürüsüz sınıfsız komünist topluma doğru yaşanan iktisadi-sosyal (ve diğer) değişimi, kapitalist amaç ve çıkarlara bağlı olarak çarpıtmayı esas alıyor. Değişimi, burjuva kapitalist politikaların dayanağı yapan bu propaganda, değişimin toplumsal sınıflar arası ilişkilerde yarattığı ‘değişiklikler’in muhtevasını çarpıtarak sınıflar mücadelesinin kaçınılmazlığını reddetme sonucuna varmakta, kapitalizmin işçi sınıfını kaçınılmaz olarak üretmesiyle, yok oluşunu da kaçınılmazlaştırdığını ise “olanaksız” göstermektedir.
Bu durum, bu kavram etrafında geliştirilen saldırıların anlam ve “ideolojik geçerlilik” ölçüsünü de içermek üzere toplumsal yaşam ve hareketin değişenleri ve “değişmeyen”lerine dair bir irdelemeyi, Türkiye’nin son otuz yılındaki iktisadi-sosyal gelişmeler çerçevesinde irdelemeyi gerekli kılıyor.
Bu makalede, Türkiye’nin toplumsal gelişiminden hareketle hangi tür olgu ve etkenlerin burjuvazi ve propagandacıları tarafından kapitalizm ve burjuva çıkarları için nasıl iğdiş edilip tek yanlı sonuçlar çıkarıldığını da göstermek üzere, ülkedeki sosyal-ekonomik gelişme seyrinin son otuz yılını ele alacağız.
Böyle bir irdelemede, gerekli olduğunca geriye dönüp baş vuracağımız bazı veriler dışında, Türkiye’deki kapitalist gelişmenin tüm sürecini değil de, daha dar bir dönemini; 1980 sonrası yeni ekonomi politikaların uygulanması sürecini esas almamızın nedeni, sermaye propagandasının, sınıfları ve sınıf mücadelesini; ve işçi sınıfının, sömürünün olmadığı bir toplumsal düzen kurma potansiyeline sahip olmasını “geçmişe dair” gösterip, bunu özellikle son otuz-kırk yılık gelişmelere dayandırması, onlardan bazılarını öne çıkarıp tek yanlı yorumlara tabi tutmasıdır. Makalemizde konuyu, a) Türkiye’nin nasıl değiştiği ve değişen Türkiye’de sınıfların “hali”ni; b) Değişen dünyada ve değişen Türkiye’de uygulanan politikaların nelere yol açtığını; c) Devrimci sınıf çalışmasında değişim ve gelişmenin gözetilmesi zorunluluğunu ele almaya çalışacağız.
BÖLÜM I
TÜRKİYE’NİN YAKIN DÖNEM İKTİSADİ DEĞİŞİM SEYRİ
Türkiye kapitalizminin ya da kapitalizmin Türkiyedeki gelişmesinin son otuz yıllık “serüveni”, doğaldır ki, öncesindeki birikim ve gelişmenin devamında; o birikim ve gelişmenin yarattığı dayanaklar üzerinden ve fakat yeni iktisadi-sosyal politikaların da etken olarak rol oynadığı bir seyir izlemiştir.
Bu dönemi başlıca birkaç başlık altında toplanabilecek temel önemdeki olgularıyla ele almak, bu sürece “izafe edilen” değişimin gerçek boyutları ve özelliklerini daha net görebilmek; sınıf hareketi ve devrimci sınıf çalışmasının sorunlarının doğru belirlenmesi açısından da önem taşımaktadır. Değişim ve gelişmenin temel önemdeki olgusal gerçeklerinden ilki, kır ekonomisinin çözülmesinde görülen hızlanma, kentlere nüfus akışının ivme kazanması, sanayi ve hizmetlerde görülen ilerlemedir. İkinci belirgin olgu, kapitalist gelişmenin sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesine doğru gösterdiği ‘atılım’dır. Üçüncüsü, bu ilk ikisine de bağlanmak üzere, emek-sermaye; yoksul-zengin uçurumunun büyümesi; emekçiler ve egemenler arasındaki çelişkilerin daha da sertleşmesidir.
A) ÜRETİM VE İSTİHDAMIN SEKTÖREL DAĞILIMI, ANA SEKTÖRLERİN GSYİH PAYLARI
Türkiye ekonomisinin son otuz yıllık gelişme süreci ve iktisadi sosyal alandaki değişimin dikkat çeken en önemli olgusu, tarım ağırlıklı ekonomiden sanayi ve hizmetler ağırlıklı ekonomiye doğru ilerleyen bir süreç olarak yaşanmasıdır.
Türkiye’de tarımsal nüfus ve tarımsal üretimin ekonomi içinde tuttuğu yer ve bunun gösterdiği değişimin seyri, kapitalist gelişmeye bağlı olarak köy ekonomisi ve kır ilişkilerinin çözülmesi, nüfusun büyük kesimlerinin kent merkezlerine doğru hareketlenmesi; sanayi ve hizmetler sektörünün giderek güç kazanması; “cumhuriyet”in devlet eliyle kapitalist yetiştirme dönemi bir yana bırakılırsa, 1945-65 ve 1985-2010 dönemlerinde hız kazanmıştır.
1963 yılında başlayan “planlı kalkınma dönemi”yle birlikte ve “ithal ikameci sanayileşme stratejisi” çerçevesinde üretim ve istihdamda tarımın payı azalmaya, sanayi ve hizmet sektörünün payı artmaya başlamıştır.
1965 nüfus sayımına göre, Türkiyede, nüfusun % 67.7’si (20.582.338 kişi) tarımsal üretim alanında çalışmaktayken, 1970 yılında, istihdam edilen toplam işgücünün %64’ü tarım, %16’sı sanayi, %20’si ise hizmet sektöründe yer almaktaydı. Tarım sektöründeki istihdam, 1980’de %54 iken, 1990’da %46; 2000’de %36; 2004’te %34; 2006’da %27, ve 2007 yılı Ağustos dönemi itibarıyla % 28.0 düzeyinde gerçekleşmiştir. TÜİK 2008 verilerine göre, 71.5 milyon olan Türkiye nüfusunun %68’i (48.5 milyon) kentlerde; %32’si (23 milyon) köy-kır bölgesinde yaşamaktadır. Bu oranı %70-%30 olarak belirleyenler de vardır. 2010 yılı (TÜİK) verileri, istihdam edilen toplam 22 milyon 594 bin işgücünden 5 milyon 683 bininin (%25.2’si) tarımsal üretim alanında bulunduğunu göstermektedir. 2011 Haziran TÜİK Anketi sonuçlarına göre, toplam istihdam edilenler 24 milyon 901 bin olup, bunların % 26,5’i tarım, % 18,9’u sanayi, % 7,5’i inşaat, % 47,2’si ise hizmetler sektöründe yer almaktadırlar.
Tarımsal üretimin yıllar içinde gösterdiği büyüme oranlarıyla tarımın GSYİH içindeki payı, sektördeki değişimin diğer göstergeleridir. GSYİH 1980-2006 yılları arasında ortalama %4.4 artış gösterirken, tarımdaki büyüme aynı dönem itibariyle ortalama %1.2 olmuştur. GSYİH’da tarımın payı 1980’de %26, 1990’da %17, 2000’de %14; 2006’da %9’dur. 1990 yılında dış ticaret hacminde tarımın payı %10 düzeyinde iken 2006 yılında %3’e gerilemiştir.
Tarımsal üretimin %92’sini çiftçilik ve hayvancılık, %3.5’ini ormancılık, %4.5’ini ise balıkçılık oluşturmaktadır. Bunun yanı sıra tarım sektörü, tarıma dayalı sanayi ürünleri üreten gıda, tütün, tekstil, deri, kağıt ve ağaç ürünleri aracıyla imalat sanayi içerisinde önemli bir yere sahiptir. Bu sektörlerin imalat sanayi üretimi içerisindeki ağırlığı %30 dolayındadır ve tarımsal üretim imalat sanayi üretimi açısından da önem taşımaktadır.
İmalat sanayi istihdamının toplam istihdam içindeki payı 1980’de %13 iken, 2006’da %24’e; hizmetler sektörünün payı ise %48’e yükselmiştir. TÜİK Ağustos-2007 verileriyle daha dar bir zaman aralığında (2003-2007) tarımdaki istihdam oranı %33,9’dan %28’e; hizmetlerdeki %43’4’ten %46.5’e; sanayideki %18.2’den %19.1’e, ve sanayi içinde değerlendirilmesi gereken inşaattaki %4.6’dan %6.5’e değişmiştir. 2010 TÜİK Hane Halkı İşgücü Anketi sonuçları, toplam 22 milyon 594 bin istihdam edilen nüfustan 5 milyon 927 bin kişinin (%26.2) inşaat işkolu dahil sanayi sektöründe ve 10 milyon 985 bin kişinin (%48.6) hizmetler sektöründe istihdam edildiğini göstermektedir. Sanayide çalışanların oranı 1955 de %8,2 iken 2000de %12,9’ a; 2010’da %26.2’ye çıkmıştır. 2001 yılı sonu itibariyle toplam imalat sanayi yatırımlarının %95.5’i özel sektör, %4.5’i kamu sektörü tarafından gerçekleştirilirken 2006 yılı sonu itibariyle “kamu sektörü”nün payı %1’e gerilemiştir. Başlıca kapitalist ülkelerde sanayi içinde değerlendirilen inşaat sektörü Türkiye ekonomisinin “öncü-kilit sektör”lerinden biridir. İnşaat ve “yan dalları” oldukça geniş bir üretim alanını kapsamaktadır. Konut, demir-çelik, metal ve ağaç sanayi, enerji-petrokimya bir tür bileşik komple sektör halinde faaliyet yürütürler.
İmalat sanayinin katma değer payı 1980 yılında GSMH’nin %17’si, 2006’ da %21’i kadar olmuştur. 1981-2000 döneminde, ortalama %6.2 artan imalat sanayi üretimi 2001 yılında yaşanan krizle %9.5 gerilemiş, 2002-2006 yılları arasında ise ortalama %8.2 artış göstermiştir. İmalat sanayindeki bu yüksek oranlı büyüme kapasite kullanımında da yükselişe yol açmış, 1991-2001 yıllar arasında %77.1 olan kapasite kullanım oranı 2004 yılından itibaren %80’in üzerine çıkmıştır.
TÜİK ve TCMB verilerine göre, hizmet sektörünün GSYİH içindeki payı 1980’de %49 iken 1990’da %51’e, 2000’de %57, 2006 yılında ise %60 olarak gerçekleşmiştir.
Ana Sektörlerin İstihdamdaki Payları (Kaynak:TÜİK 2007-2010 istatistikleri)
Yıllar 1970 1980 1990 2000 2006 2010
Tarım 64 54 46 36 27 25.2
Sanayi 16 20 21 24 24 26.2
Hizmetler 20 26 33 40 48 48.6
DPT Dokuzuncu Kalkınma Planı (2007-2013), KOBİ Özel İhtisas Komisyonu Raporu’na göre,Türkiye’de işletmelerin, %46,19’u, ile toplam çalışan emekçilerin %32,38’i ticari sektörde; işletmelerin %14,35’i ve istihdam edilenlerin %32,31’ i imalat sanayiinde yer almaktadır. Bunları sırasıyla, % 8,33 ile Otel ve Lokantalar, %7,91 ile Ulaştırma, Depolama, Haberleşme, %5,15 ile Gayrimenkul, Kiralama ve İş Faaliyetleri, %3,63 ile İnşaat, %3,37 ile Diğer Hizmet Faaliyetleri, %1,95 ile Mali Aracı Kuruluşların Faaliyetleri, %1,58 ile Sağlık İşleri ve Sosyal Hizmetler, %1,27 ile Madencilik ve Taşocakcılığı, %1,21 ile Eğitim Hizmetleri, %0,91 ile Elektrik, Gaz ve Su sektörleri yer almaktadır.
İmalat sanayi alt sektörlerinde, %19,31 oranla tekstil ürünleri imalatı ilk sırada yer almakta; onu %14,59 ile giyim eşyası imalatı ve %12,41 ile gıda ürünleri ve içecek imalatı izlemektedir. İmalat sanayinde yaratılan toplam istihdamın yaklaşık olarak yarısı bu üç alt sektör tarafından sağlanmaktadır. İşletmelerin %80,58’i bireysel mülkiyette, %19,42’si kurumsal yapıdadır.
İşletmelerin Sektörel Dağılımı
Sektörler İşyeri Sayısı % Çalışan Sayısı %
Ticaret 794.715 46,19 2.048.264 32,38
İmalat sanayi 246.899 14,35 2.043.815 32,31
Otel ve lokantalar 163.112 9,48 526.845 -8,33
Ulaştırma, Depolama, Haberleşme 244.490 14,21 500.104 7,91
Gayrimenkul, Kiralama ve İş Faaliyetleri 90.473 5,26 325.697 5,15
İnşaat 35.702 2,07 229.400 3,63
Diğer Hizmet Faaliyetleri 90.919 5,28 213.400 3,37
Mali Aracı Kuruluşların Faaliyetleri 13.538 0,79 123.178 1,95
Sağlık İşleri ve Sosyal Hizmetler 31.546 1,83 99.966 1,58
Madencilik ve Taşocakcılığı 1.809 0,11 80.341 1,27
Eğitim Hizmetleri 5.692 0,33 76.435 1,21
Elektrik, Gaz, Su Dağıtımı 1.703 0,10 57.591 0,91
Toplam 1.720.598 100,00 6.325.036 100,00
(Kaynak: DPT; Dokuzuncu Kalkınma Planı (2007-2013), KOBİ, Özel İhtisas Komisyonu Raporu)
Sanayi sektörünün GSYİH’deki payı 1980’de %25 ve hizmet sektörünün %49 iken, 2006 yılı itibariyle sanayi ve hizmet sektörlerinin payları %31 ve %60’e yükselmiştir. 1990-2006 döneminde, sanayinin GSMH’den aldığı pay %30 civarındadır. Sanayi sektöründeki değişim hizmet sektörüne de ivme kazandırmıştır.
Ana Sektörlerin GSYİH’deki Payları (%)
1980 1990 2000 2006
Tarım 26 17 14 9
Sanayi* 25 32 29 31
Hizmetler 49 51 57 60
* inşaat sektörü sanayi içinde düşünülmüştür.(Kaynak: DPT)
A) İŞLETMELERİN ÖLÇEKSEL DAĞILIMI, İSTİHDAM VE İŞSİZLİK
1970’te ondan az işçi çalıştıran 170.123 işletmeye karşılık 50 ve daha fazla işçi çalıştıran 1785 işletme var iken, bu sayılar 1985 itibariyle 183.575’e karşılık 2611’dir.
(1970-1985 Yılları) İşletmelerin Ölçeksel Dağılımı
Yıllar 10’dan az işçi 10-49 İşçi 50+ işçi Toplam
1970 170.123 3.391 1.785 175.299
1980 177.175 6.573 2.121 185.869
1985 183.573 8.035 2.611 194.219
(Kaynak: Özge Gaye Gürses, Gazi Üniversitesi, Ankara, 2006).
1 Ocak 2001 tarihli DİE verilerine göre, imalat sektöründe 1-250 arası “çalışan”ı bulunan 201 bin küçük-orta boy işletme bulunmaktadır. Bu, imalat sektörü firmalarının %99.6’sına denk düşmekte ve bu şirketler imalat sektöründe çalışan işgücünün %64.3’ünü istihdam etmektedirler. Diğer yandan, bu sektör firmalarının 1999’da %26’sının, 2001’de %84 ve 2002’de %95’inin farklı bir iş alanına geçtiği ya da kapandığı görülmüştür. İmalat sektöründe faaliyet gösteren KOBİ’lerin %26.1’sı metal; %25.6’sı tekstil, giyim ve deri mamulleri: %25.6’sı ağaç ve mobilya; %24.3’ü yiyecek ve içecek: %12.7’si kağıt üretmektedir. Bunların %95’inden fazlası “mikro işletme” kategorisinde olup 1-9 kişi; ortalama olarak da aynı yılın verilerine göre 4.8 (4-5 arası) kişi çalıştırmaktadır.
TÜİK’in 2002 Genel Sanayi İşyeri Sayımları, Türkiye’deki işletmelerin aynı yıl itibariyle %99,8’inin AB ile uyumlu küçük ve ortaboy işletme (KOBİ) kapsamında olduğunu göstermektedir. Büyük işletmelerin tüm işletmeler içerisindeki oranı 2002’de sadece %0,11’dir. Buna karşılık bu binde birlik orandaki büyük işletmenin istihdamdaki payı %23.3; yatırımlardaki payı %43.5; ve ekonomik etkinliği %94 civarındadır.
KOBİ’lerin çok büyük bir çoğunluğu (%95’i), 1-9 işçi çalıştıran “mikro ölçekli işletme”dir. Milli Prodüktive Merkezi (MPM) 2006 yılı verimlilik raporu, 1-9 kişi çalıştıran mikro ölçekli işletmelerin katma değer içindeki payının %6 düzeyinde olduğuna işaret ediyor. Bu işletmelerin istihdam içindeki payı %76,7; yatırımlardaki yeri %56,5; katma değer payı %37,7; ihracat payı %9,0; kredilerden aldığı pay %24.3; ekonomik etkinliği ise %5.33 oranındadır. 2006 Metal işçileri araştırmasına göre, anketin kapsadığı işletmelerin %13.7’si küçük ölçekli; %13,2’si orta boy ve %73.1’i büyük ölçeklidir. Türkiye’deki işletmelerin çok büyük bölümü 1-9 işçi çalıştıran ‘mikro işletme’ ölçeğinde olmasına rağmen, metal, petrokimya, lastik, gemi inşaası, enerji santralleri gibi işletmeler büyük ölçekli işletme kategorisindedirler.
TÜİK 2007 Ağustos ayı Hane Halkı İşgücü Anketi verilerine göre, 2007 yılı Temmuz ayında 73 milyon 567 bin olan Türkiye nüfusunun 15 yaş ve üstü 52 milyon 644 bin; işgücü 25 milyon 931 bin; istihdam edilenler 23 milyon 548 bin; işgücüne katılma oranı %49.3; işsizlik %9.2, genç nüfusta işsizlik %19.2; kayıt dışı istihdam %48.7’dir.
2010 yılı TÜİK Hanehalkı İşgücü Anketi sonuçlarına göre, kurumsal olmayan sivil nüfus 71 milyon 343 bin olup, kurumsal olmayan çalışma çağındaki nüfus toplam nüfusun %73,6’sını oluşturmuştur (52 milyon 541 bin). Toplam istihdam 2009 yılına göre 1 milyon 317 bin kişi artarak 22 milyon 594 bine yükselmiş; buna karşılık işsiz sayısı 3 milyon 46 bine çıkmıştır. Buna göre toplam istihdam oranı %41,2’den %43’e çıkmış, işsizlik oranı Ocak 2010 itibarıyla %14.5 olmak üzere %11,9 olmuştur. Tarım dışı işsizlik oranı %14,8, genç nüfustaki işsizlik oranı kentte %27.5, kırsal kesimde %22.2 olmuştur. İstihdam edilenlerin 10 milyon 985 bini hizmet sektöründe; 5 milyon 927 bini sanayi sektöründe (bir önceki yıla göre %10,2 oranında artış); 5 milyon 683 bini tarım sektöründe (bir önceki yılın aynı dönemine göre %8,2’lik artış) çalışmışlardır.
yıllar 2009 2010
Kurumsal olmayan sivil nüfus (bin kişi) 70.542 71.343
15 ve daha yukarı yaştaki nüfus (bin kişi) 51.686 52.541
İşgücü (bin kişi) 24.748 25.641
İstihdam (bin kişi) 21.277 22.594
İşsiz (bin kişi) 3.471 3.046
İşgücüne katılma oranı (%) 47,9 48,8
İstihdam oranı (%) 41,2 43,0
İşsizlik oranı (%) 14,0 11,9
Tarım dışı işsizlik oranı (%) 17,4 14,8
Genç nüfusta işsizlik oranı (*) (%) 25,3 21,7
İşgücüne dahil olmayanlar (bin kişi) 26.938 26.938
* ekonomik faaliyete göre istihdam edilenler
2011 yılı Haziran dönemi TÜİK verilerine göre, Türkiye’de kurumsal olmayan nüfus 72 milyon 321 bin kişiye, kurumsal olmayan çalışma çağındaki nüfus ise 53 milyon 539 bin kişiye ulaşmıştır. 2011-Haziran dönemi itibariyle işgücüne katılma oranı, %51,2 olup, bu oran erkeklerde %72.7, kadınlarda %30.5’tir. Toplam işgücünün %17,3’ü 15-24 yaş grubundakilerden oluşmaktadır. Toplam istihdam edilenler 24 milyon 901 bin olup, bunların %26,5’i tarım, %18,9’u sanayi, %7,5’i inşaat, %47,2’si ise hizmetler sektöründe yer almışlardır. %61,3’ü ücretli, maaşlı veya yevmiyeli, %24,1’i kendi hesabına çalışan veya işveren, %14,5’i ise ücretsiz aile işçisidir. %59,6’sı 10 kişiden az çalışanı olan işyerlerinde çalışmaktadır. Herhangi sosyal güvenlik kuruluşuna kayıtlı olmadan ve sosyal güvencesiz çalışanların oranı %43,5’tür. İşsizlik oranı %9,2 olup, kentsel alanlarda %11,6, kırsal alanlarda %4,9 olmuştur.
B) SERMAYE HAREKETLERİ; İHRACAT-İTHALAT VE DIŞ SERMAYE YATIRIMLARI
İktisadi gelişme ve değişim sürecinin özellikleri arasında ve “uluslararasılaşma”nın sonuçlarından biri de sermaye giriş-çıkışı; ihracat/ithalat ilişkisindeki değişkenliktir. Dış sermaye yatırımlarında görülen hareketlenme ile ihracat-ithalat ilişkisi, ülke ekonomisinin uluslararası sermaye ile ilişkilerinde önemli yer tutmaktadır.
1980 sonrası “neoliberal iktisat politikaları”nın uygulanması döneminde ekonominin uluslararası sermayeye açılmasına bağlı olarak ‘dış sermaye’ yatırımlarında artış gerçekleşmiş; Merkez Bankası verilerine göre, (1975-2000) yılları arasındaki 26 yıllık dönemde toplamda 10.6 milyar dolar yabancı sermaye girişi gerçekleşirken, 2001 yılında 3 milyar doları aşan sermaye girişi olmuş, 2006 yılında 17.8 milyar doları bulan yabancı sermaye girişleri, 2007 yılının ilk yedi ayında 9.6 milyar dolara ulaşmıştır. Dikkat çekici olan bu sermaye girişinin ağırlıklı olarak (2005 yılındaki 8.5 milyar dolarlık sermaye girişinin 7.3 milyar doları, 2006 yılındaki 17.8 milyar dolarlık sermaye girişinin 13.7 milyar dolarlık kısmı) ulaştırma, haberleşme, bankacılık, turizm alanına yönelmiş olması; büyük kısmının özelleştirme ve banka satın almalara ‘ilgi göstermesi’dir. Devlet, turizm sektörüne yönelik yatırımların arttırılmasına yönelik teşviklerle yabancı yatırımları artırmaya çalışmıştır. İmalat sanayiye yönelik yabancı sermaye yatırımlarında ise, öncelikli olarak gıda, hazır giyim, kimya, demir-çelik, çimento, elektronik ve taşıt araçları yan sanayi gibi, kârlılık oranları yüksek olan sektörlere yatırım yapılmıştır.
‘Uluslararasılaşma’ bağımlılık ilişkilerini güçlendirmiş, büyük sermaye şirketlerinin uluslararası tekeller ve mali sermaye kuruluşlarıyla ortaklıkları, birlikte yatırım yapmaları eğilimi güç kazanmış, ülkenin “resmi” ithalat-ihracat faaliyetinde özel sektör kapitalistlerinin rolü artmış, ihracatın ithalatı karşılama oranları değişkenlik göstermiş, ithal edilen ürünler içinde ara malları ve sanayi ürünleri giderek ağırlık kazanmış, tarımsal ürün bakımından kaynakları ‘yeterli’ sayılan Türkiye tarımı giderek gerileyerek tarım ürünlerinin ithalinde de yükselme görülmüştür. 2001’den sonraki ekonomik büyümede ithalata bağımlı ve teknoloji yoğun sektörler önemli rol oynamış, yıllar itibariyle ara malı ithalatının tüm ithalat içindeki payı artmış; tekstil, hazır giyim, sebze meyve sektörlerinin üretim ve ihracattaki payları azalırken, sermaye yoğun ve ithal bağımlılığı fazla olan ürünler öne çıkmıştır. Benzer bir gelişme seyri ithalat alanında da görülmektedir. 1980’lerde ağırlıklı olarak tarımsal ürünlere dayalı olan ve sadece %37’si imalat sanayi ürünlerine ait olan ihracaat içinde, imalat sanayi ürünlerinin payı giderek artmış; bu artış 1980-2006 döneminde, yılda ortalama %18.1 oranında olmuştur. 1980’de imalat sanayi ithalatının toplam ithalat içerisindeki payı %59’iken bu oran 2006’da %79’a; 1980 yılında toplam ithalatın %78’ini oluşturan ara malı ithalatı, 2006’da toplam ithalatın %88’ine yükselmiştir. Ne var ki, ara malı ithalatının yüksek oranı, ülke sanayisinin ithalata bağımlı olmasının göstergeleri arasındadır. Ekonomi Bakanlığı’nın 2009’da yaptığı bir çalışmaya göre, imalat sanayinin ithalata bağımlılığı %82 civarında olup, 1 dolarlık ihracat yapabilmek için, 82 centlik ithalat yapmak gerekmektedir.( Cumhurbaşkanı A. Gül’ün Meclis açılış konuşması, Ekim 2011)
İhraç ürünleri arasında miktar ve pay oylarak oranları artan imalat sanayi ürünlerinin başlıcaları büro makineleri ve radyo-tv cihazları, motorlu kara taşıtları, makine ve teçhizatı, tıbbi aletler, kimyasal maddeler, elektrikli makine cihazları, mobilya vb dir. 2002-2006 yılları arasında imalat sanayi ihracat ortalama artış hızı 1996-2001 dönemine göre üç kattan fazla artarak %22.7’ye ulaşmıştır. Yüksek katma değerli ürünlerin ihracaat içindeki payı 2004’te %5 civarında olup, girdilerin ortalama %60’ı dışarıdan ithal edilmekteydi. İhracatın ithalatı karşılama oranı bu sektör bazında %31 idi. (TMMOB 37.dönem çalışma raporu 2002-2004)
Giyim, tekstil ve gıda ürünleri 1996’da toplam imalat sanayi ihracatının %54.1’ini oluştururken, bu oran 2000 yılında %46.5’e, 2006 yılında ise %29.6’ya gerilemiştir. 2006 yılı verileri taşıt sektörü ihracatının artış gösterdiğini, bu sektörün imalat sanayi ihracatında %15.8’lik paya sahip olduğunu; onu, giyim malzemelerinin(%12.7), tekstil ürünlerinin(%11.5), ana metal sektörünün(%11.6), makine sektörünün (%7.5) izlediği görülmektedir.
Buna karşılık olarak imalat sanayinin ithalata bağımlılığı 1994-2006 yılları arasındaki 12 yıllık sürede üç kat artmıştır. Ana metal sanayi sektöründe yıllık ortalama üretim artış hızı 1990-2001 yılları arasında %3.6 iken 2002-2006 yılları arasında %9.5 olmuştur. Sektör 2006 yılında 16.8 milyar dolarlık ithalat yaparak toplam imalat sanayi ithalatının %15.4’ünü gerçekleştirmiştir. Sektörün ihracattaki payı 2006 yılında 9.3 milyar dolar (%11.6) olmuştur.
Motorlu taşıt sektörü, ihracat içindeki payının diğer ürünlere göre daha yüksek olmasıyla dikkat çekmekte ve yıllık ortalama üretim artış hızı 1990-2001 yıllarında %4.3 iken 2002-2006 yılları arasında %28.2 olmuştur. Söz konusu üretim artışında aynı tarihler arasında %2.8’den %17.9’a yükselen yıllık ortalama kişi başına verimlilik artışının payı büyüktür. Emek gücü üzerindeki baskı artmış, çalışma sürelerinin artırılması ve iş temposunun hızlandırılmasının sonucu olarak bu yüksek verim elde edilmiştir. 2006 yılı rakamlarıyla 12.7 milyar dolarlık ihracat yapan sektörün ithalatı 13.2 milyar dolar olup, ithalatı dahi karşılayacak bir ihracat söz konusu olamamıştır.
C) NEO İKTİSAT POLİTİKALARININ GÖRDÜĞÜ İŞLEV
1980 sonrası dönemde Reagan ve Thatcher ile başlayan ve “serbest piyasa ekonomisine dönüş”(!) etiketiyle pazarlanan “neoliberal” iktisat politikaları, Türkiye’de de, “Türkiye’nin dünyaya açılması” propagandasıyla uygulamaya geçirildi. 12 Eylül cuntası öncesinde, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası sermaye kurumları ‘direktörlüğü’nde hazırlanıp uygulanmak üzere Türkiye hükümetlerine, “program” olarak dayatılan bu iktisadi-sosyal politikalar, işçi sınıfı ve emekçilerin ileri kesimlerinin muhalefeti ve mücadelesinin cunta terörüyle ezilmesiyle oluşturulan ortamda, T. Özal-ANAP hükümeti eliyle uygulamaya kondu. Bu politika emek-sermaye; ücret-kâr (ve rant) ilişkilerini uluslararası sermaye ve kapitalistler yararına yeniden düzenlemeyi esas alıyordu.
Sermayenin “sınıfsal programı” olarak kabul ve destek gören bu politika, emek-sermaye; ücret-kâr ilişkilerini emekgücü aleyhine daha fazla disipline ediyor; özelleştirmeyi gündeme getiriyor, ithalatı gümrük vergileri ve diğer engellerden kurtararak liberalizasyona tabi tutuyordu. Türkiye burjuvazisinin “klasik”-eski temsilcileri devlet desteğinde ve üretimlerinin önemli bir bölümü “kamu”da tüketilerek büyük kazançlar sağlamaları nedeniyle bu “liberalizasyon”dan bir miktar rahatsız olmalarına rağmen, “globalist neo liberal” ekonomi politikanın sermaye yararına açtığı yeni kanalları ve genişlettiği olanakları ve emek aleyhtarı karakterini gözeterek, “yeni rejim”le birleştiler. “Neoliberal” ekonomi politikanın bir özelliği de, “devletin ekonomiye müdahalesinin son bulması” söylemiyle, “kamu” işletmelerinin uluslararası sermayeye, büyük tekellere ve emperyalist devletlere peşkeş çekilmesiydi. Esnekleştirme, özelleştirme ve taşeronlaştırma devlet ve hükümet politikasının öncelikleri arasındaydı. “Dışa açılma” ve “ihracaatı artırma” gerekçeli düzenlemeler ücret-maaş ve tarım ürünleri taban fiyatlarını baskılayarak “maliyetleri düşürme” ve kârları artırmayı esas alıyordu. Bu politikalara gösterilebilecek tepkileri etkisizleştirmek için siyasal baskı yoğunlaştırıldı ve emekçi örgütlenmesini zaafa uğratacak yeni yöntemler, üretim mekanlarından başlanarak, uygulamaya kondu.
“Yeni ekonomi politikaları”nı zorunlu ve yararlı gösteren ve kapitalizmin uluslararası merkezlerinden sistemin her bir halkasına ihraç edilen ideolojik yaklaşım, Türk büyük sermayesinin, Türkiye burjuvazisinin çıkarlarıyla da uyum içindeydi. Türkiye bu iktisadi-sosyal politikaları izleyerek “çağ atlayacak”; “hızla kalkınacak”tı. “Verimsizlikleriyle devlete yük olan KİT’lerin satılmasıyla sağlanacak kaynaklar yeni yatırımları olanaklı kılacak”; “yap, işlet-devret” modeliyle yeni istihdam olanakları yaratılacak, rekabet gücü ve ihracaat gelirleri artırılarak ilerlenecekti! Bunun için ama, “herkes fedekarlık yapmalı”ydı! İhracatın büyümesi ve rekabet gücünün artması için üretim maliyetleri düşürülmeli; bunun için de ücret; maaş ve tarım ürünleri taban fiyatlarının düşük tutulması kabul edilmeliydi! İşçi ve emekçiler fedakarlık yapmalı, sendikalar hükümet politikalarıyla uyum içinde olmalı, eğitim ve sağlık başta olmak üzere “devlet hizmetleri” özelleştirilmeli, “Bütçe açıklarına ve enflasyona neden oldukları için”(!) tarımsal ‘sübvansiyon’lar tedricen kaldırılmalıydı vb..
Bu sürecin (son otuz yıl) emekçi sınıfların çalışma ve yaşam koşullarının daha fazla kötüleşmesi, “gelir dağılımı”nın sermaye yararına yeniden düzenlenmesiyle ücret-kâr uçurumunun büyümesi ve kaynakların uluslararası sermayeye daha fazla peşkeş çekilmesiyle belirginleşmesinde Özal’dan-Tayyip Erdoğan’a sağ gerici politikacılar yönetimindeki sermaye hükümetleri özel bir rol üstlendiler. Özal’ın pervasızca uygulamasına giriştiği ekonomipolitika ANAP, DYP ve özellikle de son on yılların en saldırgan hükümetlerini oluşturan AKP döneminde hedeflerine ulaştı. Bir önceki dönemde (bunu bir yaklaşıklık olarak 1963-80 dönemi alabiliriz), sınıf mücadelesinin seyri içinde şekillenmiş bir tür resmi, dahası Anayasal-yasal kaide-kurallara bağlanmış “korunmacı”, “karma planlı ekonomi”, “sosyal devlet” vb. unsurlarla birlikte anılan politikalar reddedilerek, “serbest piyasa ekonomisi” adı altında, ülke ekonomisinin uluslararası sermayeye daha fazla açılması, kamu işletmelerinin özel tekellere peşkeş çekilmesi, “serbest ticaret ve dışa açılma” ve ihracaatı teşvik adına, ücret-maaş ve tarımsal ürün fiyatlarının emekçiler aleyhine düzenlenmesi gerçekleştirildi. Küreselleşme gereği denilerek uygulanan programların önceliklerinden biri de “kamuya ait” devlet işletmelerinin ucuza satılması-özelleştirilmesiydi. Özelleştirme, sanayi ürünleri üreten büyük işletmelerin uluslararası tekellere ucuza devrini öne almaktaydı. TEKEL, TÜPRAŞ, PETKİM, TÜRK TELEKOM, Alüminyum Entegre Tesisleri, enerji santralleri, çimento ve şeker fabrikaları bunlar arasında ilk sıradaydılar. Özelleştirme ve devlet işletmelerinin bölümler halinde, ya da bunun mümkün olmadığı daha kompleks işletmelerin olduğu gibi özel kapitalist şirketlere peşkeş çekilmesi, işçilerin kitleler halinde işsizliğe itilmelerine yol açtı.
Uluslararası tekeller yerli işletmeleri satın alma ya da ortaklıklar kurma yoluyla ve vergi muafiyeti, sermaye transferi kolaylıkları kullanıp, düşük ücretli işgücünden yararlanarak dışarıya kaynak aktarımını gerçekleştirdiler. Otomotiv, “beyaz eşya” üreten işletmelerle kurulan ortaklıklarda da, girdilerin önemli bölümünün ithal edilmesi nedeniyle bu büyük uluslararası tekeller ‘aslan payı’nı aldılar. Ford-Otosan(Koç), Sabancı-Toyota; Renault-OYAK; Arçelik-Beko-AEG örneklerinde görüleceği üzere, ekonominin önemli sektörleri bu tekellerin faaliyetine açıldı. ” Yabancı sermaye”, yatırımlarında, tüketim malları üreten sektörler, özellikle de bankacılık, turizm, sigortacılık öncelikler arasındaydı.
Büyük kent merkezleri ve özellikle de liman bölgeleri uluslararası sermayenin ve büyük tekellerin “serbest ticaret bölgesi” haline getirilirken emekçiler üzerindeki baskılar artırıldı. Kentlerin altyapı sorunları daha da ağırlaştı. Kırdan kente büyük nüfus göçü, kır ekonomisinin çözülmesinin yanı sıra devlet şiddetiyle ve zorla gerçekleşirken, “yapısal uyum programları” ve “liberalizasyon” adı altında uluslararası sermayenin ekonomi üzerindeki denetiminin güç kazanmasıyla işçi sınıfı, kent emekçileri, göçler sonucu kente akın etmiş ancak işsizlik ve yoksulluk ve barınaksızlık sorunlarıyla yaşamları daha da ağır biçimde kötüleşmiş yığınlar üzerindeki baskı yoğunlaştırıldı. Sermaye merkezileşmesi güç kazandı ve milyarderlerin sayısı arttı. İthalat-ihracaat işlevli ofisler ile plazaların çoğalması, “kentlerin değişen yüzü” olarak reklam edildi. Kent rantı için kavga giderek şiddetlendi. İstanbul örneğin dış yatırımların büyük bir bölümünü “alır”ken, yabancı banka şübeleri, döviz büroları, sigorta şirketleri ve borsasıyla uluslararası finans şirketleri ve sektörüyle ‘daha bütünleşmiş’ bir büyük kent haline geldi. Bu büyük-”mega” kentin iktisadi faaliyetinde, uluslararası sermaye ve dünya pazarıyla ilişkili sanayi -banka ve finans, telekomünikasyon şirketleri-holdingler- palazlandılar. Bunlarla birlikte “iş tutan” yüksek vasıflı ücretli-maaşlı kesimlerden azınlık bir bölüm de, şirket müdürlüğü, “CEO”luk, pazarlama sorumlusu vb adlar altında bu ilişkiler içinde “sınıf atlama”yı başararak “yeni burjuvazi”ye dahil oldular. 1980 sonrası “yeni ekonomipolitika”yı savunmada ve bu politikaları uygulayarak emekçi düşmanlığındaki kararlılıklarıyla öne çıkan ANAP-AKP gibi partileri savunanlar içinde bu “yeni burjuva”lar özel bir yer tuttular.
Küçük ve orta boy sanayi işletmeleri “küçük sanayi siteleri” ya da “organize sanayi bölgeleri” adıyla birçok kentte faaliyetlerini daha geniş bir sahaya yaydılar. Kırdan kente emek gücü hareketiyle büyük kent merkezlerinin kenar semtlerine biriken emekçiler ile özelleştirilen devlet işletmelerinden atılan işsiz yığınları bu işletmeler için, ‘rezerv iş gücü’nü oluşturuyorlardı. Küçük ve Ortaboy İşletmeler (KOBİ), kayıt dışı, sosyal haklardan yoksun ve düşük üçretli işgücü olanağından yararlandılar; önemlice bir kesimi büyük firmalara “fason üretim” yaparak üretimlerini sürdürdüler.
İçlerinden ‘istisna örnek’ denebilecek bazıları ihracaat teşvik pirimleri ve vergi indiriminden yararlandılar, düşük maliyetli kredi desteğiyle uluslararası bağlantılar kurarak büyüdüler. Bu işletmelerin bir bölümü (inşaat, tekstil, enerji, metal), “Türki Cumhuriyetler” ve “Türk-İslam Coğrafyası” olarak adlandırılan bölgedeki ülkelerle geliştirilen ilişkilerden yararlanarak, kısmen ve dar bir alanda da olsa, yeni sömürü alanları buldular.
Büyük sermaye şirketleri için, “piyasa ekonomisine uyum sağlama”, içeride işçi sınıfı, “kamu emekçileri” ve küçük üretici üzerindeki baskıyı yoğunlaştırarak kâr oranları ve paylarını arttırmayı, dışarıda da “dünya piyasalarına mal satma” arayışı; uluslararası sermaye ile ilişkiler içinde bunun olanaklı biçimlerini geliştirme, uluslararası tekellerle işbirliği için “kolları sıvama”; otomotiv, beyaz eşya üreticileriyle ortaklıklar kurarak daha geniş pazarlara açılma anlamına geliyordu.
“İhracata yönelik”, “dışa açılma” ve “uluslararası piyasalarla birleşme” politikası büyük oranda hedefine ulaştı. Bütün yükü işçi ve emekçilere aktarılan bu politikanın en önemli iddiası “büyüme ve kalkınma”ydı. 1990-2001 döneminde reel olarak yıllık ortalama %3.1; 2002-2006 yılları arasında yıllık ortalama %7.2 ekonomik büyüme sağlandı. Bunu sağlayan ise, başında söylendiği üzere işçi ve emekçilerin yaşam gereçleri ve ihtiyaçlarından bir bölümünden daha fedakarlık etmelerini dayatan ücret-maaş ve tarım ürünleri taban fiyatlarının düşük tutulması, vergi yükünün halkın sırtına daha fazla yıkılması vb. uygulamalarla sağlanan “tasarruf kaynakları” oldu. 1994 ve 2001 yıllarında yaşanan iki büyük krizin tüm yükü emekçilerin üzerine yıkıldı. Çalışma süresi uzatılarak, makinelerin hızı arttırılarak emek gücü sömürüsü artırıldı. Ücretlerde, maaşlarda ve küçük üretici gelirlerinde mutlak ve göreli düşüşler yaşandı. Eğitim, sağlık, konut, beslenme gibi temel en önemli gereksinmelerini karşılamakta emekçiler daha fazla zorluklarla yüz yüze geldiler. İşsizlik ve yoksulluk arttı. Küçük üreticiler ve küçük işletmeler iflaslarla daha çok yüz yüze geldiler, emekçilerin bir kesimi borçlanarak ya da ellerindeki araç ve “taşınmaz mülk”lerini satarak yaşamlarını sürdürmeye çalıştılar. Tarımsal nüfusun önemli bir kesimi topraktan koparak yoksul yığınlarına katıldı. Kentlerin kenar semtlerinde sosyal ve iktisadi ağır sorunlarla boğuşarak yaşam savaşı veren ucuz işgücü yığınları daha da büyüdü. İşçi ile kapitalist, yoksul ile zengin uçurumu derinleşti. Bütçe gelirlerinin %67’si halktan sağlanmasına rağmen, nüfusun en üst %20’si tüm gelirlerin yarısına el koyuyordu. En alt %20’nin payına ise %5.5 düşüyordu. Türkiye İstatistik Kurumu’nun 2008 Hanehalkı Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması’na göre, aylık ortalama geliri 316 liranın altında olan nüfus, 16 milyon 714 bin gibi büyük bir kitle oluşturuyordu. 2011 Haziran ayı itibarıyla asgari ücretlilerin tümü açlık sınırında (TÜİK Haziran-2011 için, 899 TL’ni açlık sınırı, 2.900 TL’ni yoksulluk sınırı olarak belirlemişti), ücretli-maaşlıların %48.5’i yoksulluk sınırında yaşamaktaydı. Düşük reel ücret uygulaması ve içtalebin baskılanması emekçileri yoksulluğa sürüklerken, kapitalistler sermayelerini büyüttüler ve ihracatlarını artırdılar. 1990-2001 döneminde yıllık ortalama %8.6 artış gösteren ihracat 2002-2006 yılları arasında yılda ortalama %22.2 artış gösterir hale geldi. Sermaye birikimi ivme kazandı, kapitalistler servetlerini artırdılar, milyoner ve milyarder sayısı arttı.
Tekelleşme, uluslararası sermaye ile işbirliği içinde son otuz yıllık süreçte, izlenen politikalarla da desteklenerek daha fazla güç kazandı. Ülke kaynaklarını yağmalama ve sermaye kârlarının “aslan payı”na el koyma olanakları daha da genişledi. Kapitalist işletmelerin yüzde 0.11’ini oluşturmasına rağmen, büyük sermaye iktisadi faaliyetin %40’ından fazlasına hükmeder hale geldi.
Egemenlerin ABD, NATO, İMF ve Dünya Bankası politikalarına uyum ve yedeklenmede gösterdikleri başarı, ülkenin “dünya siyasetindeki konum ve rolünün güç kazanması” olarak reklam edildi. Buna, “demokratikleşme-demokrasinin çıtasını yükseltme” propagandası eşlik etti. Muhafazakar-liberalizasyon’ ve yükselişi, uluslararası alanda ve özellikle de “Evangelist” yeni muhafazakar-”neocon”cu Amerikan gericiliğinden güç almasına; “ılımlı İslam” üzerine geliştirilen uluslararası ideolojik-siyasi ve askeri politika bu gelişmeye güç vermesine rağmen, burjuvazi ve sermayenin uluslararası çıkarlarınca belirlenen bu ekonomi politika ve onunla uyumlu halde yeniden düzenlenen siyaset, “Batıcı modernist değerlerin milli kültür, değer ve kimlikler üzerindeki baskısına karşı duyarlılık” olarak gösterildi ve yapılanlar “yüzyıllık modernist yabancılaşmanın şekillendirdiği devletçi anlayışa karşı milletin sivil iradesinin hakim hale getirilmesi” olarak reklam edildi. İktisadi-sosyal ve politik-hukuksal alan ve kurumlar sermayenin sınıf çıkarları ve tekelci egemenlik yararına yeniden düzenlenirken, bu, “bireylerin, sivil toplum kurumlarının, milletin kendisinin toplum ve devlet yönetiminde esas söz sahibi olduğu bir yeniden yapılanma” olarak sunuldu. İddiaya bakılırsa, “ekonomi piyasa güçlerine, politika milletin kendisine açılmış”tı(!) “Ülke kalkınmış, millet demokrasi yoluyla vesayete son vermiş, kendi değerlerine uygun düşen modernleşme yolunda ilerlemeye başlamış ve bizzat halkın kendisi, demokratik iradesini tesis etmişti.” Buna “öncülük eden” ya da doğrudan gerçekleşmesini sağlayan “özne “ ise, “AKP idi!” Buradan çıkarılan sonuç; “dünya pazarlarına mal süren, sermayesi ve işletmeleri büyüyen, kentli orta sınıfı genişleyen yeni türde muhafazakar demokrat bir toplum haline gelen Türkiye”nin bu “özgürlükçü-ileri demokrasiyi temsil eden” gelişme sürecine “yön veren” parti ve hükümet olarak AKP’nin “tüm bir milletin desteğini hak ettiği” idi!.
D) İKTİSADİ DEĞİŞİM VE “NEO EKONOMİ POLİTİKALAR” KAPSAMINDA SOSYAL KONUM, İŞ, EĞİTİM, KONUT İLİŞKİLERİ
Ekonomik-sosyal gelişme ve “yeni ekonomi politikaları” tüm toplumsal yaşamı, sınıfların ilişkilerini ve tutumlarını etkilemezlik edemezdi. Tüm toplumsal kesimler bu süreçte bir ‘durum farklılığı’ndan geçip onu yaşadılar. Bu etkinin sonuçları herbir sınıfın hem kendi içinde hem de diğer sınıflarla ilişkilerinde çeşitli biçimde yansıdı. Süreçten en fazla ve en ağır sonuçlarıyla etkilenenler ise işçi sınıfı ve emekçiler oldu. İşleri, çalışma biçim ve düzenleri, sağlık, eğitim, konut dahil yaşam gereçleriyle ilişkilerinde değişim yaşandı.
TÜİK’in 2000-2011 Aralığında yapmış olduğu “Hane Halkı Anketleri”yle TÜSİAD ve Merkez Bankası tarafından derlenmiş ‘ekonomik veriler’ ile birlikte yukarıda da anılan (biri 1992’de Korkut Boratav yönetimindeki bir ekip tarafından İstanbul’un işçi-emekçi semtleri ve Ankara, Eskişehir, Kayseri, Yozgat, İzmir köylerinde örneklemeler üzerinden, diğeri 2006’da Kocaeli-Gebze bölgesinde E. Aydoğanoğlu tarafından metal işçileri arasında yapılmış) iki “alan araştırması” ve KOBİ’lerin durumuyla ilgili KOSGEB araştırması sonuçlarından yararlanarak, bu etki ve değişime dair şu sonuçları çıkarılabiliriz:
I) Sanayi işçileri 3 ila 500 ve daha fazla işçi çalıştıran işletmelerde, yüksek nitelikli işgücü ve “beyaz yakalılar” kategorisinde sayılanlar finansal alanda, ulaştırma-haberleşme-telekomünikasyon sektörlerinde, vasıfsız işgücünü oluşturanlar küçük işletmelerde yoğunlaşmışlardır. İşletmelerin %98.89’i küçük ve ortaboy işletme olup bunların %95-96’sı 1-9 kişi çalıştıran “mikro işletme” durumundadır. Tüm işletmeler içinde %0,11 gibi küçük bir oran oluşturmalarına rağmen ülke ekonomisinin ‘dümeni’nde büyük sermaye şirketleri %40’lık paylarıyla yer almaktadırlar.
Bu durum kapitalist değişimde büyük sermaye çıkarları yönünde bir gelişmeye işaret ediyor.
Herhangi kapitalist işletmenin ‘ayakta kalması’ pazardaki payı oranında mümkün olduğundan, maliyetleri düşürecek ve verimlilik artışını sağlayacak teknik yenilenmeler gereklilik gösterirler ve bunu da, sahip oldukları büyük olanaklar nedeniyle esas olarak büyük kapitalist işletmeler ve tekeller gerçekleştirebilirler. Tekel, iktisadi alanda risk azaltıcı ve kâr artırıcı rol oynamaktadır süreç küçük kapitalistlerin, küçük üretici ve işletmelerin iflası, tekellerin ekonomik hayatın denetimini ele geçirmeleri yönünde işlemektedir. Büyük kapitalist işletmeler, büyük sermaye ve tekeller devlet olanaklarından, kredi ve finans kurumlarından yararlanmada başı çekmekte; teknolojik yeniliklerle makineleri daha da yetkinleştirip emek gücü sömürüsünü yoğunlaştırmakta, teknik olanaklarla emek zamanının daha fazla bir kısmını “çalma”yı başarmaktadırlar. Bu güç, avantaj ve olanaklar kâr artışı ve azami kâr olanağı da demektir. Üretimlerinin bir kısmını daha düşük maliyetli üretim yapan (düşük ücret ve kayıt dışı çalıştırma, sosyal güvencesizlik bu olanağı sağlıyor) küçük işletmelere ‘ihale ederek’, yeni yatırımlara girişmeden, yani fazla harcama yapmadan (daha fazla yatırım, yeni işgücü-personel-makine-techizat-bina ve arsa alımı demektir) sermayelerini arttırmaktadırlar. Koç ve Sabancı gibi en büyük iki holdingin bir yandan dünya ölçeğinde büyük otomotiv şirketleriyle “ortaklıklar” kurup bir tür “acentelik” üstlenmeleri, diğer taraftan ama bu güçten de yararlanarak ülke içindeki etkinliklerini artırmaları ve birçok ülkeye “beyaz eşya” ihraç ederek büyük paralar kazanmaları, bankaları ve çeşitli mali ilişkileri üzerinden yüksek miktarda rant geliri sağlamaları bu tekelci yapı ve olanakların sonuçları arasındadır. Garanti ve Akbank son on yıllarda hemen her zaman ülkenin en büyük işletmeleri içinde yer almışlardır. TÜPRAŞ ve TÜRK TELEKOM faaliyet alanlarında tekel konumunda olagelmişlerdir. ENKA gibi Türk inşaat şirketleri çok sayıda ülkede, toplamı milyarlara ulaşan yatırımlar gerçekleştirmişler, birçok küçük firmaya da taşeron işleri yaptırmışlardır.
KOBİ olarak adlandırılan küçük-ortaboy işletmeler ise, ekonomide tuttukları yaygın yere rağmen, büyük sermaye ve tekellerle rekabet gücüne sahip olmayıp, aksine onların baskısı altındadırlar. Talep tekeline sahip büyük işletmeler, KOBİ’e istedikleri şartları empoze etmekte, maliyetin altında fiyat dayatmakta ve büyük işletmelere yarı mamul veya parça imal eden küçük işletmeler, pazarlama açısından oldukça dezavantajlı konumda bulunmaktadırlar. Bunların bir kısmı büyüklere bağlı taşeron faaliyet sürdürerek, ya da emek yoğun üretimle ayakta kalabilirken, diğer bazıları tekellerin baskısı altında piyasadan silinmektedirler. İşletme ölçeği küçüldükçe işletmelerin kapanma olasılığı artmaktadır. Rekabette ve özellikle de kriz durumlarında, en büyük darbeyi en güçsüzler, en alttakiler almaktadır.
II) Türkiye, kayıt dışı çalışmanın yaygın (%47.5), sosyal güvencelerden yararlanma oranının düşük, çalışma koşullarının esnek ve ağır, ücret ve maaşların düşük olduğu bir ülkedir. Kayıt dışı çalışma oranı düzenli bir işi olmayanlar arasında daha da yüksek olup küçük çaplı ve özel sektör işletmelerinde çok daha büyük oranlara sahiptir. Fabrika ve atölyelerde kayıtlı-kayıtsız; ‘kadrolu’-taşeron ve geçici işçilerin bir arada çalıştırılması uygulaması giderek yaygınlaşmaktadır. Çalışma sürelerinin “esnekleştirilmesi”yle birlikte fazla çalışma/çalışma sürelerinin mutlak olarak artırılması eğilimi artmıştır. (Metal işçilerine yönelik araştırma, işçilerin %27.7 sinin fazla çalıştığına işaret etmiştir.) İşletmenin çapının büyümesiyle işçi üzerindeki patron denetimi ve çalışma koşullarının teknik ağırlaştırılması arasında doğrusal bağ bulunmaktadır. Fabrika ve işletme çapı büyüdükçe denetim daha da yoğunlaşmaktadır. İşgücü yaşı giderek gençleşmektedir. İstihdam edilen işgücünün “üçte ikisi” 35 yaş altında, 5.5 milyonu 15-24 yaş grubundadır. %80’nine yakını il ve ilçe doğumlu olup işgücünün kentli karakteri giderek güçlenmektedir. Geçici ve taşeron işçiler başta olmak üzere ve işsiz kesimlerin önemli bir bölümünün köy ile ilişkileri, ‘bir güvence’ de oluşturmak üzere daha güçlüdür. Kapitalistlerin, “işçinin işle ilgili düşüncesini alma” eğilimi özellikle kadrolu işçiler arasında güç kazanmaktadır ve onlar bu taktik ile işçileri, kendilerine ve düşüncelerine “önem verildiğini” düşünerek uzlaşmacı bir tutum içinde ve hak mücadelesinden uzak tutmaya çalışmaktadırlar. İş ve meslek kazaları ve hastalıkları; sakatlık, gürültü, iş ve band hızına uyum zorunluluğu, beden bozuklukları, böbrek-ciğer hastalıkları, varis, boyun ve bel fıtıkları, eklem bozuklukları ve ağrıları, görme bozukluğu ve kaybı gibi sağlık sorunları en fazla kayıtsız çalıştırılan sosyal güvencesiz işçi kesimlerinde görülmektedir. Asgari ücretli, düşük gelir grupları olarak da tanımlanan emekçi kesimleri, verimliliği yükseltme adına, işyeri sağlık ve güvenlik risklerine karşı önlem alınmaksızın en ağır çalışma koşullarında tutulmaktadır.
III) Türkiye ekonomisinin ‘kronik’ bir “hastalığı” olan işsizlik son otuz yıllık süreçte %8 ile %15.5 arasında değişkenlik göstermiştir. Bu dönemde kapitalist gelişmenin düzeyi yükselmesine, ekonomi, 1990-2001 döneminde reel olarak ortalama %3.1, 2002-2006 döneminde reel ortalama olarak %7.2, ve 2007’de %4.7 büyümesine ve işgücüne katılanlar arasında eğitim görenlerin sayısı artmasına rağmen, işsizlik sözü edilmeye değer bir düzeyde düşmemiş, düşürülememiştir.
Neden bellidir: kapitalizmde üretim kâr içindir ve kapitalistlerin sermayelerini ve pazar paylarını büyütmek dışında, emek gücü istihdamı gibi özel bir amaçları yoktur. Emek gücü arzındaki artıştan, onu daha düşük ücret karşılığı çalıştırmak üzere yararlanırlar. Kapitalizm emek gücü sömürüsü olmaksızın kendini sürdüremez, üretimin genişlemesi ve üretime dayalı büyüme işgücü istihdamını gereksinir. Ne ki bunun sınırlarını belirleyecek olan kapitalist pazardaki ilişkiler, kapitalist rekabet, pazar ve kâr payıdır.
Büyüme örneğin, emek gücünün daha fazla baskılanması, verimlilik artışı, ücretlerin düşürülmesi, sosyal hakların budanması, vergi yükünün emekçilere yüklenmesi yoluyla sermaye kârlarının artırılması yoluyla, yeni yatırımlara, yeni işgücü istihdamına gidilmeksizin de gerçekleştirilebilmiştir. Kapitalistlerin daha geniş pazarlara hakim olma ya da pazar paylarını artırmaları yeni yatırımları gereksinmekle birlikte, bu her durumda istihdam artışına yol açmamakta, sermaye mali spekülasyonlara yönelerek, yükü emekçilere aktarılan kredi-borçlandırma yöntemleriyle de büyüyebilmektedir. Kapitalist(ler) daha az harcamayla daha fazla kazanmaya; bunun için daha az sayıda işçiyle daha fazla üretmeye; bunu olanaklı kılmak üzere makineleri yetkinleştirmeye, yeni teknolojileri üretimde kullanmaya yöneltmiş;. işşizlikle birlikte büyüme olanaklı olabilmiştir. Devlet kaynakları işsizligi de azaltmak üzere yeni iş yerlerinin açılmasına degil, silahlanmaya, militarizmin güçlendirilmesine, özel servetlerin büyütülmesine yöneltilmiştir. Büyüme ve işsizlik oranlarının yıllar itibariyle durumu da kapitalist büyümenin her durum ve koşulda işsizlik alternatifi olmadığına tanıklık ediyor.(Tablo)
Yıl İşsizlik% Büyüme% Yıl Işsizlik% Büyüme% Yıl İşsizlik% Büyüme%
1992 8.1 6.4 1999 7.6 -3.4 2006 9.9 6.9
1993 7.7 8.1 2000 6.5 6.8 2007 10.2 4.7
1994 8.1 -6.1 2001 8.3 -5.7 2008 11.0 0.7
1995 6.9 8.0 2002 10.3 6.2 2009 14.5 -4.7
1996 6.0 7.7 2003 10.5 5.3 2010 11.5 8.9
1997 6.7 8.3 2004 10.3 9.4 2011 9.2
1998 6.8 3.9 2005 10.3 8.4
Kaynak: TÜİK, Milli Gazete
İşsizliğin giderilmesini daha yüksek oranlı büyümeye koşullayan bu propaganda, büyüme hızları yüksek ve “istikrarlı” olan birçok kapitalist ülkede, en gelişmişleri dahil yüksek oranlı (%6 ila %12 arasında) işsizliğin bulunması gerçegiyle de çelişir durumdadır. İşsizligi kapitalist üretimin kaçınılmaz bir olgusu olarak değil de eğitim-yetenek, bilgi, beceri eksikligiyle ilişkilendiren burjuva liberal teori, ekonomik büyümenin işsizligin çözümünü sağlayacağı yönündeki varsayımıyla, büyüme ile istihdam arasındaki ilişkiyi doğru orantılı olarak mutlaklaştırırken, emek verimliliğini yükseltmeye yönelik sermaye politikalarının daha az emek ile daha fazla kâr eğilim ve hedefini de örtme çabasındadır. “İstihdamın ancak ekonomik büyüme hızı ile yükseltilebileceği” düşüncesi, büyümenin nasıl oluştuğunu, emek-yoğun veya sermaye-yoğun ağırlıklı mı gerçekleştiği sorununun üzerinden de atlamaktadır. Oysa iktisadi büyümenin sermaye-yoğun gerçekleşmesi ve teknolojik uygulamaların üretimdeki etkisinin artışı emek aleyhine ve sermaye yararına sonuçlar doğurabilmektedir.
İşsizlik diger yandan eğitim düzeyi düşüklügü ve “vasıfsız işgücü çokluğu”na bağlanmak istenmektedir. Yatırımların genişlemesinin yanı sıra, eğitimli-yüksek eğitimli, yüksek vasıflı işgücünün “yeterince olması durumunda” işsizliğin olmayabilecegi ya da giderek düşeceği ileri sürülerek, aslında kapitalizmin işsizlik getiren-doğuran bir üretim sistemi olmadığı/olmayabileceği vazedilmektedir.
Kapitalizmde işsizliğe yol açan temelli nedenlerin üzerini örten bu vaaz, yatırımların artması-genişlemesi ve eğitim düzeyinin yükseltilmesiyle birlikte istihdam edilebilir nüfusun artacağı/artabileceğinden hareket etmektedir. Eğitim ve istihdam arasındaki bağ reddedilemez olmakla birlikte, en yüksek düzeyde eğitimli işgücünde görülen işsizlik oranlarının hemen tüm gelişmiş ülkelerde %3 ila %12 arasında değişen oranlarda olması, bu iddianın kapitalizmin ‘bünyesel hastalıkları’nı örtbas etme amaçlı olduğunu gösterir. Yüksek eğitimli genç nüfus içindeki işsizliğin %11,5 gibi yüksek bir oran oluşturduğu Türkiye’de de, yüksek işsizlik oranları “vasıfsız insan sayısının artması”yla izah edilemez.
Örneğin, 1992’de işsiz “hane reisleri” çalışabilir nüfusun %10.7’sini oluşturuyorlardı ve %43.2 gibi yüksek bir bölümü ya işsizdi ya da işsiz kaldığı dönemler olmuştu. İstanbul “hane reisleri”nin %26.3’ü hiçbir sosyal güvenceye sahip değillerken, “Hane reisleri”nin %33,1’i ikinci bir işte çalışmaktaydılar. İşsizlerin %21’i öğrenim görmemiş, %49’u ilkokul mezunu, %3’ü üniversite mezunuydu.
2006 TÜİK verilerine göre işsizlik oranı eğitimsiz erkeklerde %10.4, lise altı eğitimli erkeklerde %10.3 ve üniversite eğitimlilerde %7.8 idi. TÜİK 2007 Ağustos Hane Halkı İşgücü Anketi’ne göre, aynı yıl itibariyle işsizlik oranı eğitimsiz erkeklerde %10.3; Lise altı düzeyde eğitim gören erkeklerde %8.7, kadınlarda %6.8, ve ortalama %8.2; ve yüksek eğitim düzeyindeki erkeklerde %8.0; kadınlarda %18.1 olmak üzere ortalama %11.5 düzeyinde gerçekleşmiştir. 2008 TÜİK araştırmasna göre, iktisaden faal olarak kabul edilen 14-64 yaş arası nüfusun %52’si işgücüne katılmaktadır ve ücretli işçi ve emekçilerin %48.3’ü hiçbir sosyal güvenceye sahip değildirler. Kent merkezlerinde ücretli emekçilerin %27.4’ü hiçbir sözleşmesi olmaksızın çalışmaktadır ve bunların da %30’u yoksul durumdadır. 25-29 yaş gurubu üniversite mezunlarının %34’ü işsiz olup bu yaş grubu gençlerde yoksulluk oranı %13.4’tür. Bu “aykırılık”, bu yaş gurubundan ve üniversite mezunu ve işsiz olduğu halde yoksulluk çekmeyenlerin %40’ının tek çocuklu ailelerden gelmeleriyle ilişkilidir. 2011 yılı Haziran dönemi TÜİK verileri, işgücüne katılma oranının Lise altı eğitimli erkeklerde %71; kadınlarda %27.5 olup; yükseköğretim mezunu erkeklerde %84.8, kadınlarda %69,9 olduğunu göstermektedir. Bu dönemde istihdam edilenlerin %70,3’ü erkek olup, %60’ı lise altı eğitimlidir.
Rakamların dili, eğitim düzeyinin yükselmesiyle birlikte iş bulma olanağının arttığına işaret etmekle birlikte, bu her durumda geçerli bir durum değildir. 2006’da örneğin yüksek eğitim düzeyinde olanlarda işsizlik oranı eğitimsiz erkeklere göre %2.6 ve lise altı eğitim görenlere göre %2.5 daha düşük olmasına rağmen, 2007 verileri tersine bir duruma; yüksek eğitimliler içindeki işsizlik oranının daha yüksek olmasına işaret ediyor. 2007 yılı Ağustos dönemi verilerine göre, kadınlarda işgücüne katılma oranı eğitim düzeyinin artışıyla birlikte yükselmiş ve okur-yazar olmayan kadınlarda %17.6, lise altı eğitime sahip kadınlarda %22.7, lise ve dengi okul mezunlarında %32.8, yükseköğretim mezunlarında %70.6 düzeyinde gerçekleşmişken, işsizlik oranı yüksek eğitimli kadınlarda %18.1 olup, lise altı eğitimli olanlardan (%6.8) daha yüksek olabilmiştir. Emek gücünün kapitalist pazarda belli bir ücret karşılığı değişim olanağı bulması ya da bulmamasında, son tahlilde kapitalist ihtiyaçlar belirleyici olmaktadır. Kapitalistlerin gereksinim duydukları işgücü, işin özelliklerine göre değişmekle ve vasıflı-vasıfsız; eğitimli-eğitimsiz işgücünün bu ihtiyaç ve özellikte olanının tümünü kapsamayabilmektedir. Eğitim düzeyi yükseldikce, işgücüne katılma oranları artmakta, ancak eğitim görmüş olmak işsizliğin alternatifi olmamaktadır.
IV) Kuşaklar arası sosyal hareketlilik en fazla vasıfsız işgücünü oluşturan kesimlerde olup, diğer kesimler içinde “iç devamlılık oranı” daha yüksektir. Eğitimli, “yüksek vasıflı”, “beyaz yakalı” ücretliler ile sanayi işçileri içinde esas eğilim “içsel kendini üretim” yönündedir. Sanayi işçilerinin çocukları, göreli olarak “beyaz yakalı ücretliler” ile küçük işletmeci-esnaf kesimlere en az üye veren kesimi oluşturuyorlar. Bu eğilim işçilerin sosyal ekonomik koşullarıyla uygunluk göstermektedir. Küçük işletmeci-küçük esnaf kesimlerinde eğilim ve hareketlilik ücretli emekçilere doğru en az, orta-büyük burjuva kesimlere doğru en fazladır. Bu eğilim, yüksek vasıflı ücretliler açısından da geçerlidir.
“Eğitim yoluyla yaşam düzeyini yükseltme ve sınıf atlama olanağı” işçi-emekçi kesimlerin çocukları için giderek azalmaktadır. (Bir kıyaslama yapabilmek için, ’92 yılı itibarıyla kentli nüfus içinde, babası tarım işçisi olan aile reislerinin %31.3’ü eğitimden yoksun iken, bu oran “beyaz yakalı” ücretli ailelerden gelenlerde %1.9’a düşmekteydi.) Eğitimden yoksunluk ya da düşük eğitim düzeyi (ilk ve orta eğitim) işsiz kitleleri başta olmak üzere en düşük gelir gruplarında yer alanlar açısından en yüksek oranı oluşturmaktadır. Sanayi işçileri gibi nispeten istikrarlı işleri ve bir kısmı açısından sosyal güvenceleri olan ailelerden gelen yeni genç kuşaklar açısından da, ileri eğitim düzeyinden geçerek yüksek vasıflı-beyaz yakalı ücretli gruplar içinde yer alma ve böylece “refah düzeyini yükseltme” olanağı giderek artan şekilde sınırlanmış bulunmaktadır.
Büyük toprak sahipleri, kapitalist ve zengin köylüler dışta tutulduğunda, Kent nüfusu içinde yer alıp köy-kır bağları devam eden ve tarımsal üretimden gelir sağlayanlar içinde, “yüksek nitelikli ücretliler” ve “beyaz yakalılar” ilk sırada gelmektedir. Bu durumun, köy kökenli “yüksek nitelikli beyaz yakalı” ücretli kesimin zengin-kapitalist köylü ailelerden gelmesiyle ilişkili oluşu güçlü bir olasılıktır. Kentte oturup, köydeki arazileri (tarla vs) hiçbir gelir sağlayamayanlar ise en kalabalık kesimi oluşturuyorlar. Buna rağmen köy ile bağlantıları özellikle kent işsizleri ve yoksulları için bir tür güvence oluşturmaktadır.
V) Tarımsal üretim içinde küçük meta üretimi en yaygınıdır ve bu üretim aile emeğiyle ve kendi üretim araçlarıyla esas olarak küçük-orta köylü kesimleri tarafından gerçekleştiriliyor. 1991 verilerine göre 500 dekardan büyük topraklara sahip olanlar tüm toprak mülkiyetinin %0,85’i olup tüm işlenebilir toprakların %16.83’üne sahiptiler. 1992 Boratav araştırmasına göre, küçük köylü üretimi, tüm köy üretiminin %62’si kadardı. Aynı yıl itibarıyle yoksul köylü oranı %32; ve kapitalist ve zengin köylü oranı %11,5 idi. Anket kapsamındaki faal nüfus toplamının %21,7’si tarım dışı mesleklerde çalışmaktaydılar. Köylü ailelerin %11.2 sinde, köy içinde tarım dışı faaliyetlerde; %23’1’inde, aile bireylerinden en az birinin ücretli işlerde, %25,9’unda, köy dışında geçici bir süre ücretli işçilik yapma söz konusudur ve en fazla göç edenler tarım işçileriyle ve yoksul köylülerdi. 1977-1991 döneminde özel tarımsal yatırımlarda reel olarak %43 oranında görülen gerileme sonraki yıllarda da devam etmiş; kırsal hanelerin %27,9’u traktör; %7,6’sı toprak satışına yönelmişler; satışlardan elde edilen kaynak, hanelerin %15 tarafından tarımsal yatırım, %64’ü için ise giderler ve borç ödemelerine ayrılmıştır. Bu dönemde ellerindeki araziyi satan köy kökenlilerin %85’inin elinde “tasarruf ettikleri” bir şey kalmamıştır. 2001’de 1000-2499 dekar toprağa sahip olan grup içinde 4.198 işletme yer alıyor ve bunlar 5.476.930 dekarı ellerinde tutuyorlardı. 2500-5000 arası dekar toprağa sahip 222 işletmenin elinde toplam 695.541 dekar ve 5000 dekardan fazla toprağa sahip 56 işletme sahibinin elinde 3.526.174 dekar toprak bulunuyordu. Buna karşılık 5 dekardan az toprağa sahip bulunan 177.893 aile vardı.
İzlenen politikaların sonucu tarımsal üretim en temel tarımsal gıda ürünlerini dahi karşılayamaz duruma getirilmiştir. Buğday, pirinç gibi ürünlerin önemli bir bölümü ithal edilmektedir. Genetiği değiştirilmiş gıda ürünleri dayatması kabul edilmiş, tohumluk ürün temini MONSANTO gibi uluslararası tekellerin denetimine verilmiştir. 1994 yılında Dünya Ticaret Örgütü’nün “Uruguay sözleşmesi” kapsamında bağımlı ülkelerde tarımsal üretimin sınırlandırılması kabul edilmiştir. Uygulanan politikaların bir özelliği de tarım sektörünün yıkıma sürüklenmesidir. Tarımsal ürünlerin çok önemli bir bölümü ithal edilir duruma gelmiştir. Bu durum ve siyasal baskılar topraksız, az topraklı ve yoksul kır emekçilerinin kentlere göçüne ivme kazandırmış, 1980 sonrası nüfus göçü artmıştır.
VI) Kadın emek gücü artan oranda üretim faaliyetine dahil olmaktadır. Kentli kadınların evde piyasaya yönelik üretim(iş) yapma eğilimi giderek güç kazanıyor. Eve iş alma, parça başı iş, aile geçimine katılımın biçimleri arasındadır. Büyük firmalar ve onlarla taşeron vb bağlantılı küçük kapitalist işletmeler için evde ucuz fiyatla üretim 1980 sonrasında “maliyetleri düşürme” amaçlı politikalara bağlı olarak yaygınlaşmıştır. DİE’nin 2001 Hane Halkı İşgücü Anketi, bu tür iş yapan kadın oranını %86.2 gibi yüksek bir oranla vermiştir. Dokuma, örgü, konfeksiyon, el işlemeciliği, yorgan dikimi, oyuncak yapımı, kutu, paketleme, montaj, elekronik ve elektrik aksamı montajı, bobin sarma gibi birçok iş bu “çalışma türü” içinde yer almaktadır.
VII) İşsizler, kayıt dışı çalışan/çalıştırılanlar, istikrarlı bir işi olmayan kentli gruplar sağlık kurumlarından en düşük oranda yararlananların başında geliyorlar. Sosyal korunma ve sigortalılık oranı sanayi işçilerinin bir bölümüyle ‘kamu işletmeleri’nde çalışanlar açısından daha yüksektir. “İstikrarlı”-düzenli bir işte çalışan ücretli emekçilerin “sosyal güvenlik” kapsamında yer almaları bu olanağı sağlarken, sosyal hakların kısıtlanması ve sağlığın özelleştirilmesiyle birlikte, sağlık “güvencesi” on milyonlarca emekçi açısından “parası oranında yararlanılabilir” bir duruma getirilmiştir.
VIII) Konut sahipliği açısından durum daha farklı bir görünüm vermektedir. Türkiye gibi ülkelerde emekçiler, “başlarını sokacak ‘iki göz’ evlerinin olması”nı bir çok diğer temel gereksinimlerini kısma pahasına tercih etme gibi bir “geleneksel” tutuma sahip olagelmişlerdir. Bu durum, ‘kendi evinde oturan’ nüfus sayısını artırmıştır. 1992’de “aile reisleri”nin %50,9’u apartman türü konutlarda, %40.9’u tek veya çift katlı konutlarda oturuyorlardı. Gecekondular bu ikinci “katagori”de yer alıyordu. İşsizlerin %55,1’i; sanayi işçilerinin %51.2’si; emeklilerin %79,7’si; yüksek vasıflı işgücünün %58.3’ü; vasıfsız işçilerin %56’sı, küçük işverenlerin %64.5’i ve orta-büyük burjuvaların %65.5’i kendi konutlarına sahiptiler. İstanbul’da oturan “aile reisleri”nin %60’ı kendi evlerinde oturuyorlardı ve konut sahipliği, ücretli emekçilerin öncelikleri arasındaydı. “Hane reisleri”nin %13.4’ü kira geliri sağlarken, %7.4’ü kooperatif üyesiydi. 1992’de köy kökenli kapitalist çiftçilerin %17’si, tarım işçileri ve yoksul köylü kökenlilerin %3-4’tü kentlerde ev sahibiydi. İstanbul’da ikamet ettiği halde köyde evi bulunanlar %25,9 oranındaydılar. Buna karşılık olarak kentte ev sahibi olan köylüler %6.4 gibi bir oran oluşturuyorlardı. Kocaeli-Gebze bölgesi metal işçilerinin (2006) %53,5’inin ya kendi evi vardı ya da aileden birinin evinde kira vermeden oturuyorlardı. Kirada oturduklarını söyleyen metal işçileri %48.8 oranındaydılar.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK)’in 2008 yılı Hanehalkı Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması’na göre nüfusun %61’i kendilerine ait bir evde oturuyor. Alt gelir grubundaki konut sahipliği oranı %58.1’dir. Konut Müsteşarlığı tarafından yapılan ”2000-2010 Türkiye Konut İhtiyacı Araştırması”na göre, Türkiye genelinde il ve ilçe merkezleri itibariyle, hane halkının %59.82′si ev sahibi, %31.6′sı kiracı, %2.2′si lojmanda oturmaktadır. Ev sahibi olmayıp da kira vermeden yakınlarının evlerinde oturanların oranı ise %5.5’tir.
1980 sonrası neoliberal ekonomi politikalarıyla durumları giderek kötüleşen emekçi kesimler açısından inşaat maliyetlerinin yükselmesi, konut sahipliği olanağını sınırlamıştır. Yaşam koşullarının birçok diğer ürün gibi zorunlu ihtiyaç haline getirmesiyle bağlı olarak dayanıklı tüketim malları sahipliği, ekonomik durumu uygun olmayan ailelerde de yüksek bir oran oluşturmasına karşın, emekçiler aleyhine ağırlaşan koşullar, kentli ailelerde “ev eşyasını satma” ihtiyacını doğurmuş, örneğin 1992 (Boratav araştırması)’de bu ailelerin %37.2’si gibi önemli oran oluşturan bir kesimi bu eğilime girmiştir. İktisadi koşulların emekçiler aleyhine ağırlaşması ve özellikle kriz dönemleri, işsizler, hizmet işçileri, sanayi işçileriyle “beyaz yakalı”lar ve küçük burjuva kesimleri, sahip oldukları malları satarak asgari geçim maddelerini edinmeye zorlamaktadır.
IX) Ekonomideki büyümeye rağmen, yoksulluk Türkiye’de çok önemli bir sorun olmaya devam etmektedir. 2008 TÜİK Hane Halkı Anketi’ne göre, bu yıl itibariyle 71.5 milyon olan ve %68’i (48.5 milyon) kentlerde; %32’si (23 milyon) köy-kır bölgesinde yaşamakta olan Türkiye nüfusunun %18.2’si ”göreli yoksulluk sınırı” altında yaşamaktadır. TÜİK bu anketinde, fert başına geliri aile bireylerinin her türden getirisi (maaş-ücret-emekli maaşı, burs, gayrimenkul getirisi vb.) üzerinden hesaplamıştır ve bu hesaba göre 13 milyon kişi yoksulluk koşullarında yaşamaktadır. Fertlerin “eşdeğer hane gelirleri” düşükten yüksek olana doğru sıralandığında, en üstteki %10’luk kesim, ülke toplam gelirinin %30,3’ünü, en alt grubu oluşturan %10’un ise ancak %2’sini almaktadır. Zengin azınlığın aldığı 15 kat daha fazla son üç yıllık süre içinde daha da artmıştır.
Bu araştırmaya göre, yoksulların 7.2 milyonu (%55) kırsal kesimde, geri kalanlar kentlerde yaşamaktadırlar. Yoksulluk kırsal kesimde ve eğitim düzeyi düşük olanlar içinde daha yüksek bir oran oluştururken, yüksek düzeyde eğitim görenler arasında daha azdır. 13 milyon yoksulun %21,2’si okuryazar değildir ve bu kesim içinde yoksulluk oranı %36,8’e yükselmektedir. Üniversite mezunları içinde ise bu oran (yoksulluk oranı) %13,4’tür. Toplam nüfusun %1.1’i yalnız başına yaşamakta; bunların %10,5’i yoksulluk çekmektedir. Bir çocuğuyla yaşayan tek “ebeveyn”li ailelerde yoksulluk oranı %33,4 olup, bunların %80’ni kadın ve çocuğu ve toplamı 2 milyon kadardır. Yoksulluk oranı, 55-59 yaş grubunda %9,6; 19 ve altı yaş grubunda toplam nüfusun %37’si ve toplam yoksul nüfusun (13 milyon) %53’ü bulunuyor. AB verilerine göre Türkiye’de çocuk yoksulluk oranı %27,2’dir ve 0-14 yaş grubu çocuklar toplam nüfusun %27.5’ini (19.6 milyon) oluşturuyorlar. Bu yaş gurubu çocukların 5.3 milyonu yoksuldur. 15-19 yaş grubunda yoksulluk oranı %23’tür. Bu yaş gurubunda çalışma oranı %21 iken, bu oran bu yaş grubunun yoksul kesimleri içinde %26’ya yükselmektedir.
Yoksul kesimler (1992’de yoksul “haneler”in %68’i), ihtiyaçlarını karşılamak için kazandığından çok tüketmek zorunda kalmaktadır. Bu “fazla tüketim”in karşılığı borçlanma ve böylece daha da yoksullaşmadır. Kredi kartları ve bankacılık sisteminin büyümesiyle “tüketim kolaylığı”, borçlular kitlesinin büyümesine neden olmuştur. Küçük toprak sahipliği, küçük üretim ya da ücretli çalışma yoksulluk engeli değildir. En düşük gelire sahip %10’luk kesimde, işgücüne katılım %48 oranında olmasına rağmen, bu durum (çalışıyor olmak), ücretli-maaşlı emekçilerin çok önemli bir bölümünün yoksulluk koşullarında yaşamalarına engel teşkil etmemektedir.
X) Kapitalizm ve kapitalist gelişme, gelişmesi ve ekonomik olarak büyümesini işçi sınıfı emekçilerin gereksinmelerini karşılayamaz koşullarda tutulmalarına, emek gücü, ürettiklerini satınalamaz duruma düşürmesine borçludur. Büyüme ve kalkınmaya, Türkiye’nin ihracat artışına ve dışarıya sermaye yatırımlarındaki artışa, dış sermayenin Türkiye’deki yatırımlarının artmasına rağmen, işçi ve emekçilerin saflarında yoksullaşmanın, işsizliğin de artıyor olması bunu gösterir. Kapitalistler ile politikacılarının “pasta” olarak ifade ettikleri gelirlerin dağılımı önemli bir göstergedir. Türkiye’nin en üst toplum katmanını oluşturan %20’lik kesimin ülke gelirlerinin yarısına el koyuyor olması (2008 TÜİK verilerine göre %46.7), ve buna karşın en alt gelir gurubunu oluşturan %20’lik kesimin ancak %5.8 alabilmesi bunu gösterir. En zengin %20’lik kesim toplam ülke gelirlerinin yarısını alırken, nüfusun %60’lık kesiminin aldığı toplam %31.4’tür. İşçilerin %14 civarında olanları işsiz, işgücüne katılanların %14.9’u yoksuldur. Buna karşın bu politikaların sonucu olarak milyarderlerin ve milyonerlerin hem sayısı hem de servetleri büyümüştür. (33 milyarder ve 42.780 milyoner) “Dünyanın 17. Büyük ekonomisi” büyüdükçe, en büyükleri başta gelmek üzere kapitalistler daha çok kazanmış ve büyümüşlerdir. Büyüme oranının 2001-2011 arası on yıllık dönemde %5.7’den %6,8’e; ihracatın 25 milyar dolardan 114 milyar dolara; GSYH’nın 187 milyar dolardan 730 milyar dolara çıkmasını olanaklı kılan esas kaynak da işçi ve emekçilerin daha düşük ücret ve maaşla daha fazla çalıştırılmalarıyla sağlanmıştır. Kapitalizm bir yanda yoksullar ve yoksunluklar diğer yanda zenginlikler üretmektedir.
E) TOPLUMSAL GELİŞME VE KOŞULLARI GÖZETEN BİR SINIF ÇALIŞMASI İHTİYACI
Yukarıda söylenmiş olanlardan çıkarılacak en önemli sonuç, devrimci sınıf çalışmasının toplumsal gelişme ve değişimin sınıf ilişkilerine etkilerini göz önünde tutan bir anlayışla burjuvazi ve ideologlarının yürüttükleri ve tüm amacı kapitalist sömürü sistemini savunu ve “dokunulmaz kılma” olan ideolojik saldırıları boşa çıkarmak için ona karşı mücadelenin bugün çok daha önemli olduğu; gelişme ve olguların bunun için gerekli tüm malzemeyi var kıldığıdır.
Biliyoruz ki, tüm toplumsal ilişkilerin meta üretimi ve değişimi süreçleri tarafından şekillendirilmesi kapitalizmin temel gerçeğidir. Üretim sürecindeki değişim, sınıflar arası ilişkilerin ve üst yapısal kurumların bu değişime bağlı yeniden düzenlenmesini kaçınılmaz kılar. Tüm bir devlet sistemi bu “döngü”yü var kılmak ve sürekliliğini garanti altına almak amaçlı olarak oluşturulmuştur. Burjuva ideolojinin gördüğü işlev ise, bu ilişki tarzının kaçınılmazlığı ve gerekliliği düşüncesini hakim kılmak ve bir tür hakim kültüre dönüştürmektir. Kapitalist yeniden üretimi “toplumsal amaç” olarak pazarlayan burjuva ideolojisi, kapitalist demokrasi sermayenin genişleyen yeniden üretimiyle koşullu olmasına rağmen, onu,-bu kendi siyasal yönetim sistemini tüm toplum için gerekli göstererek, demokratik hak yoksunluğu ya da burjuva düşüncesinin-demokrasisinin bir sınıf için demokrasi; diğerleri için baskı ve dikta siyaseti olmasına rağmen, işçi ve emekçi kitleleri üzerinde etkili olabilmektedir. Toplumsal ilişkilerin üretimin kapitalist karakteriyle ya da üretim biçimiyle ilişkisi, hakim ideolojinin bu biçim ve ilişkilerin ifadesi ve yeniden üretimini esas almasını sağlar. “Toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür” diyordu, Marx. Bu, sömürülen ve egemenlik altında tutulan sınıfların zihinsel üretimlerinin, düşüncelerinin de egemen sınıfa bağımlı olması demektir. Burjuvazi ve kapitalist devlet, sömürü ilişkilerinin yeniden üretiminin ifadesi olan egemen görüşleri sadece eğitim ve yasal yaptırımlar yoluyla değil, sürekli yaygınlaştırmaya çalışarak ‘rıza yolu’yla da egemen hale getirir. “Doğru ahlaki-fikri ve kültürel yaklaşım” olarak gösterilen ve yaygınlaştırılan, egemen sınıfın, temeli artı-değer üretiminde olan hakimiyetinin yeniden üretilmesidir. Zor yoluyla sağlanan hakimiyet, fikri kabullerle meşrulaştırılır. Fikirlerin, anlayış ve düşünüş tarzlarının, gelenek-görenek ve genel olarak kültürün iletişim araçları ve toplumsal ilişkiler aracıyla iletimi, egemen ideolojinin etki alanını genişletirken, kapitalist toplumsal koşullarda bu, kapitalist üretimin gerek ve ihtiyaçları tarafından koşullanır ve önemli oranda onunla uygunluk gösterir. Egemen düşünce ve ‘bilinç’in yeniden üretimine hizmet eder.
Üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyeti ve emekgücü sömürüsü üzerinde şekillenen kapitalizm ve onun tekelci-emperyalist aşaması, işçi sınıfı ve emekçilerin burjuva-tekelci burjuva diktatörlüğü altında tutulmasını sınıfsal-siyasal bir sonuç olarak kaçınılmazlaştırırken, bu sisteme ait tüm toplumsal örgütlenmeler, söz konusu ilişkiyi ve sermaye çıkarlarını “kalıcılaştırma”yı amaçlarlar. Söylemi ne olursa olsun her sermaye partisi ve hükümetinin görev ve amacı kapitalist kârı teminat altına alan ilişki biçimlerini ve onun kurumlarını sağlamlaştırıp sürdürmektir.
Bu durum, burjuva ideolojisinin her türüne karşı, onun emekçiler üzerindeki etkisini yok etmek üzere kesin ve kesintisiz bir mücadeleyi gerekli kılıyor. Burjuva ideolojik-politik etkinin zayıflatılması ve yok edilmesi, işçi ve emekçilerin kendi çıkar ve kurtuluşları için daha kararlı ve istikrarlı bir tutumla hareket etmelerinin de zorunlu gereğidir. Sınıf ve emekçi kitle çalışmasında başarı sağlamanın koşullarından biri de budur. Bu ama diğer yandan değişen toplum gerçeğini, toplumsal değişimin olgularını gözönünde tutmayı, değişen ve gelişeni dikkat merkezine almayı zorunlu kılıyor. Burjuvazi ve ideoloğlarının istismar edip işçi sınıfı ve emekçiler aleyhine sonuçlar çıkararak kullandıkları değişimin toplumsal bir gerçek olarak aslında kapitalizm ve burjuvaziyi ölümüne yaklaştıran olgularla ilişkin olduğunu bilmek ne denli önemliyse, iktisadi-sosyal koşullardaki, işçi sınıfının üretim, iş ve yaşam koşullarındaki değişiklikleri de dikkate alan bir çalışmanın sınıf düşmanına karşı mücadelede başarının ön koşulu olduğunu unutmamak da o denli önemlidir.
Değişim bir gerçek, iktisadi-sosyal bir olgudur. Türkiye değişmiştir ve değişmektedir: Kır ile kent; tarım ile sanayi ilişkileri 20. Yüzyıl başı-ortalarını da, 1980’li yılları da aşmış şekilde değişime uğramıştır. Tarımsal faaliyet ve köy yaşamı, kırsal nüfus ve işgücünün toplumsal yaşamdaki rolü kent, endüstriyel üretim ve işçi sınıfı yararına güç kaybetmekte ve politik yönetim tarafından yeniden düzenlenmektedir.
Toplumsal gelişme ve iktisadi-sosyal koşullar toplumsal sınıflar arası ilişki ve çelişkileri belirleyen özelliğe sahiptirler. Toplumsal sınıf ve katmanların uygulanan ekonomi politikalara yaklaşımlarının onların bu politikalardan hangi yönde etkilendikleri, çıkarlarının bu politikalarda nasıl ve ne kadar temsil olunduğuyla bağlı olarak değiştiğini yalnızca sınıf mücadelesinin tarihi değil, yakın dönem “alan araştırmaları”nın “analitik” sonuçları dahil, günümüzün sınıflar ve partileri/örgütleri arasındaki ilişkiler, çatışmalar vs de ortaya koymaktadır. 1992 ve 2006 yıllarında yapılan ve Kocaeli-Gebze, İstanbul Pendik, Eyüp, ve Anadolu’nun bazı bölgelerini kapsayan alan araştırmalarının sonuçları, liberal-”neoliberal” burjuva ideolojik hegemonyanın bu dönemde genç kuşaklar, büyük kent doğumlular, burjuva sınıf ve katmanların gençliği ve özel sektör emekçileri (bunların çocuklarında) üzerinde daha güçlü bir etkiye sahip olduğuna işaret ediyor. Genç kuşaklar, burjuva-emperyalist ideolojik kuşatmanın etkisine daha fazla açık olmuşlar, bu kesimlerin “yeni ekonomi politika”lara karşı tepkisi daha zayıf ve düşük düzeyde olmuştur. “Değişim”, “ilerleme”, “refah ve huzur”, “demokratikleşme” söyleminin genç kuşaklar arasında gördüğü ilgi, bu ideolojik hegemonyayla doğrudan bağlıdır. Sözü edilen bu iki araştırmanın verileri, sanayi işçileri (inşaat, maden, metal, petrokimya, vs) ile “beyaz yakalı yüksek vasıflı” ücretliler ve hizmet işçilerinin, sermaye çıkarlarını ifade eden iktisadi-sosyal politikalar karşısında sosyal haklardan ve ekonomik iyileştirmeden yana, kazanılmış hakların korunması yönünde tutum aldıklarını; işsizlerin, emeklilerin, “beyaz yakalılar”ın “kamu işletmeciliği”nden yana eğilim gösterdiğini; “Neo ekonomi politikalar”ın “kamu işletmeciliği” ve bu kesimde çalışan emekçilerin elde etmiş oldukları kazanımlara karşı özelliğinin kamu emekçilerini tepkiye yönelttiğini, özel sektörde çalışan işçi ve emekçilerin ise ya daha az tepki gösterdiğini ya da hiç tepki göstermediklerini ortaya koyuyor. İşçi ve emekçilerin saldırılara karşı tutumlarında dikkat çekici bir diğer unsur işyeri büyüklüğü olmuştur. 1-10; 1-20 işçi çalıştıran nispeten küçük işletmelerin işçileri, işlerini kaybetme endişesiyle saldırılar karşısında daha hayırhah bir tutum alırlarken, 500 ve daha büyük sayıda işçi çalıştıran işletmelerin emekçileri daha yoğun tepki göstermişlerdir. Saldırının ‘sivri ucu’nun ‘Kamu işletmeleri’ emekçilerine yönelmesi ve sosyal hakların bu alanda çalışan emekçilerin kazanımları arasında yer alıyor olması, tepkinin gelişmesinde etken olmuştur. Ülkenin en önemli toplumsal sorunlarından biri olan ve son otuz yılda egemenlerin işçi ve emekçilerin mücadelesine karşı kullanmak için çok caba gösterdikleri, “bölücü terör” söylemi eşliğinde halk kitlelerini bölüp Kürt ile Türk kökenli olanı ayrı ve birbirine karşı konumda tutmak için uğraştıkları Kürt sorununa yaklaşım konusunda da, işçi ve emekçilerin çok büyük bir kesimi yürütülen burjuva propagandasına açık olmuş, ancak emekçiler yine kendi deneylerine dayanarak birlikte yaşamın getirdiği “kader ortaklığı”nı gözeterek, egemenlerin oyununa esas olarak gelmemişlerdir. Buna rağmen bu konu işçi sınıfı ve emekçileri burjuva, küçükburjuva esnaf kesimleriyle “aynı platforma çekme” potansiyeli taşıyan toplumsal en önemli tehdit noktalarından biridir ve sınıf çalışmasını da zaafa uğratmaya devam etmektedir.
Bu ‘analitik’ verilere rağmen, ve sermaye saldırılarının giderek yoğunlaşması ve genişlemesine bağlı olarak, son yıllarda özellikle genç emekgücü yoğun küçük sanayi işletmeleriyle organize sanayi bölgelerinde genç işçilerin sendikalaşma, işyeri ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi talepleriyle-lokal düzeyde de kalsa- çok sayıda eylem, direniş, grev örgütledikleri somut bir durumdur. İşçilerin sınıf mücadelesinde en fazla tecrübeli olan kesimlerini oluşturan büyük işletmelerin nispeten uzun süredir çalışan “yaşlı” işçi kuşaklarının daha temkinli duran, sınıf dayanışması ve “sınıfsal tutumu” konusunda daha pasif bir davranış gösteren durumlarında da değişmeler görülmektedir. Maden-Metal-Demir Çelik, SEKA, TEKEL vb büyük işletmelerin işçilerinin, özellikle saldırılar kendilerine doğrudan yöneldiğinde gösterdikleri direnişlerin tecrübesi işçi ve emekçiler açısından “bir hafıza oluşturma” etkisi bırakmıştır ve deneyim içindedir.
Bu, kendi çıkarları ve haklarının korunması konusundaki çelişik ve eksikli tutuma rağmen, işçi sınıfının ve emekçi kesimlerin safları nesnel olarak güçlenmeye devam ediyor. Kapitalizmin Türkiye’deki gelişme sürecinin son otuz-kırk yıllık döneminde görülen hızlı ivme, topraktan ve kır üretiminden kopuş ve kentlere göçteki artışın en önemli sonuçlarından biri ve denebilir ki başta geleni işçi sınıfının nicelik olarak büyümesidir. 2010 verilerine göre sadece sanayi sektöründe ve yalnızca kayıtlı işçi sayısı altı milyon civarındadır. İşgücünün %48’ine yakınının kayıtsız çalıştığı yine resmi veriler içindedir. Kır ilişkilerinin çözülmesi, kır nüfusun önemlice bir bölümünün topraktan koparak ücretli emekçilerin saflarına katılması, bunların bir kesiminin işsizler yığınına katılarak yedek-ve ucuz- işgücü kitlesini büyütmeleri, kapitalist üretim sürecin önemli bir olgusudur. Kapitalist gelişme, iktisadi-sosyal değişim ve toplumsal “statü”nün hareketliliğe zorunlu oluşu, sınıfların kendi dışına kapalı olmalarının en önemli engelidir. Sınıf kökeninin ana-babadan çocuğuna geçip geçmemesi, sınıfın kendi içinde kendini üretimi ya da farklı sınıflardan toplulukların kırın çözülmesi ve kapitalist rekabetin küçük “girişimci” ve küçük üreticiyi iflasa sürükleyip ona “sınıf değiştirtmesi”, sınıflar arası ilişki ve çelişkinin başlıca nesnel olgularından biridir. İktisadi gelişme kentte olduğu gibi kırda da büyükler yararına küçüklerin “elenmesi”ne; iflasa sürüklenerek işsizlerin ve işçilerin saflarına doğru itilmelerine, ve daha az oranda da olsa bir kesimin burjuvazinin saflarına katılmasına yol açmaktadır. “Alt” sınıflardan ve küçük burjuva kesimlerden büyük sermayenin saflarına geçiş ancak istisnai olabildiği halde, orta-alt burjuvaziden küçük burjuvazinin saflarına itilenler de olabilmektedir.
İkdisadi-toplumsal alandaki gelişmeler, sömüren-sömürülen sınıfların birbirleriyle ve devletle ilişkilerinin muhtevasında değil ama biçim ve kapsamında değişime de yol açtı. İşçi sınıfı kırdan kente nüfus göçleriyle, küçük üretici ve girişimci üzerindeki tekelci baskının yol açtığı iflas, kapanma, ‘piyasadan silinme’ lerin yarattığı yeni katılımla nicel olarak büyürken, sosyal haklardan yoksun ve ucuz emekgücü kullanarak kârları artırma politikasına bağlı olarak ve özelleştirmeler sonucu, işçilerin bir dönem önce sahip oldukları nispeten daha örgütlü durum büyük darbeler aldı. Özelleştirmeler işçilerin büyük kitleler halinde bir arada oluşlarını darbeleyip dağıttı. Böylece, işçi sınıfının tarihsel deneyimden aldığı ve bizzat kendi mücadelesi içinde edindiği tecrübe ve mevziler, işin ve üretimin ‘parçalanması’yla da bağlı olarak geriletildi.
İdeolojik politik tutumun sınıf çıkarlarıyla uyumsuzluk göstermesi, kendi durumunun bilgisi ve bu durumdan çıkışın yolları konusunda bilinçsizlik ve hakim düşüncenin etkisine işaret eder. Belirli istikrarlı işi olan yüksek vasıflı ve ‘beyaz yakalı’ emekçiler ile metal-maden-petrokimya vb sektörlerinde çalışan işçiler içinde daha yüksek bir oran oluşturmakla birlikte, işsizlik, yoksulluk ve açlığın kitlesel boyutlarda olduğu bir ülkede, özellikle ‘kadrolu’, sosyal haklara sahip emekçi kesimlerinin bu durumlarını bir tür “ayrıcalık” sayarak işlerini ve kendilerini “tehlikeye atmamak” üzere, saldırılar doğrudan kendilerini hedeflemediği sürece, “uyumlu davranma”yı tercih etmeleri, sıklıkla raslanan bir durum olmakla birlikte, bu, bu kaygılar nedeniyle anlaşılır bir durumdur da. Bu büyük işletmelerin işçi ve emekçilerinin sınıf mücadelesi deneyimi ve mücadele tecrübesi açısından daha ‘birikimli’ oldukları, “olgusal gerçek”in diğer yanıdır. Zonguldak madencilerinin, Demir-Çelik işletmeleri ve Tekel işçilerinin mücadele mücadele deneyimleri işçilerin sınıfsal tecrübeleri içindedir.
Çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirme mücadelesiyle işçi kitlelerinin, ve sınıfının bilinciyle hareket eden ileri-sınıf bilinçli işçilerin tutumu, sınıf kavramını “bölücülük ve huzursuzluk kaynağı” gösteren egemen burjuva-sağ ideolojinin hegemonyasına karşı en önemli itirazdır. 12 Eylül cunta terörünün işçi ve emekçi hareketine vurduğu ağır darbelere, yol açtığı dağınıklık ve örgütsüzlüğe, ileri kesimleri önemli oranda etkisiz duruma getirmesine karşın, “sivil yönetim”ler altında da sürdürülen saldırılara karşı mücadeleye atılan,1989-91 döneminde hükümetin saldırı politikalarını önemli oranda etkisiz kılan işçi hareketinin sonraki süreçte de birçok kez önemli yükselişler gösterdiği biliniyor. Buna rağmen hareketin esas özelligi istikrarsız oluşudur. Düşüşler, yükselişler, gerileme ve ilerleme hareketin “kendi diyalektigi” içinde olmakla birlikte, sınıf içindeki devrimci çalışmanın başarılı oluşunun emekçi hareketinin daha ileri mevziler edinmesine hizmet ettigi tarihin dersi, kazanımı ve deneyimleri içindedir. Bugün de tüm bu kendi tarihinden edinilmiş ya da yeniden dönülüp bakılması zorunluluk gösteren tecrübeyle hareket etme sorumluluğu özellikle ileri işçi ve emekçilerin; devrimci sınıf militanlarının omuzlarında bulunuyor. Değişim sürecindeki gelişmelerin “emrettiği” de budur!