GİRİŞ
Daha birkaç ay öncesine kadar Öcalan İmralı’ya devleti temsilen gelen heyetlerle görüşmeler yapıyor; Karayılan, kendisiyle yapılan röportajlarda devletin bu görüşmeler sonrasında atacağı adımlara göre tutumlarını belirleyeceklerini söylüyordu. AKP Hükümeti ve devlet bölgesel politikasını ‘komşularla sıfır sorun’ biçiminde tarif ediyor; başta Suriye olmak üzere, bölge ülkeleri ile ilişkilerde her alanda yapılan anlaşmalarla ‘bahar havası’ estiriliyordu. Oysa bugün Kürt sorununun barışçıl çözümü yönündeki beklenti yerini savaşa, komşularla “dostluk” ve “kardeşlik” söylemleriyse yerini tehdit ve ülkeyi ABD-NATO’nun savaş/saldırı üssü yapmaya yönelik adımlara bırakmış durumda. Yıllardan beri ‘statüko’yla; geleneksel söylem ve politikalarla mücadele ettiğini söyleyen AKP, bugün dünden farklı hesaplar yapsa da, PKK’yi “dış güçlerin” kullandığı (bu “dış güç”, dönemsel olarak çelişkinin öne çıktığı ülkeye göre değişebilmekte; mesela hem İsrail, hem de onun bölgedeki önemli rakiplerinden Suriye olabilmektedir!) söylemine dönmüş bulunmaktadır. Böylece bir yandan Kürt hareketinin ulusal demokratik taleplerinin üstü örtülmek istenirken, öte yandan da bölgede hedef durumunda olan ülkelere karşı kışkırtma ve müdahalelere zemin hazırlanmaya çalışılmaktadır. İçeride ve dışarıda saldırı ve savaş biçiminde özetlenebilecek bu politik yönelim, AKP ve yandaşları tarafından muhataplarının geliştirdiği tutumlara bağlanarak (PKK’nin “barış istememesi” ve “Suriye’nin dostane uyarılara kulak vermemesi” gibi) meşrulaştırılmak istenmektedir. Ama öte yandan kimi “sol”, “sosyalist” çevrelerin yaptığı gibi, AKP/devletin girdiği yönelimi, 90’lı yıllara, geleneksel çözümsüzlük ve savaş politikalarına dönüş ile izah etmek de, gerçeği görmemek anlamına gelmektedir. Çünkü AKP ve devletin girdiği bu ‘yeni yönelim’in 90’lar sürecinden ayrıldığı temel nokta, ülke egemenlerinin bugün bölgede üstlendikleri rolle ilişki halinde gündeme getirilmiş olması ve başta ABD olmak üzere işbirliği içinde oldukları güçlerle uyumlu olarak “ortak çıkarlar” temelinde bir çözümü amaçlamasıdır.
İçeride ve dışarıda savaş olarak tanımlanabilecek bu yönelimin nedenlerini ve olası sonuçlarını görebilmek için son dönemde yaşananlara daha yakından bakmak gerekmektedir.
1. ABD’NİN OBAMA DÖNEMİ BÖLGE POLİTİKASI VE TÜRKİYE’NİN ROLÜ
ABD’de Irak çalışma Grubu’nun 2006 sonlarında yayımladığı ‘Baker-Hamilton Raporu’, ABD’nin Irak’tan çekilme sürecinin kendi çıkarlarına hizmet edebilecek şekilde gerçekleşmesi için yapılması gerekenler üzerine öneriler içeriyordu. Rapor, ABD’nin Irak’a müdahale sürecinde Irak Kürtlerinden yana olan tutum ve ilişkilerinin Türkiye’yi de gözetecek şekilde dengelenmesini ve bu temelde Kerkük Referandumu’nun ileri bir tarihe ertelenmesini öneriyor; Irak’tan çekilme sürecinde bölgede istikrarsızlık yaratabilecek bir güç olarak nitelenen PKK’nin silahsızlandırılması için Türkiye ve Irak Kürtleri arasında ilişki ve işbirliğinin geliştirilmesi gerekliliğine vurgu yapıyordu. Bu temelde, Irak’a müdahale sürecinde (2003’te) Türkiye’de savaş tezkeresinin reddi nedeniyle gerilen ilişkilerin tamir edilmesi ve Türkiye’nin “bölgenin lider ülkesi” olarak daha ileriden rol üstlenmesini sağlamak için ilk önemli adım 2007’deki Bush-Erdoğan görüşmesi ile atıldı. Bu görüşmenin ardından Türkiye’nin Irak Kürdistanı içindeki PKK kamplarına hava ve kara operasyonları yapmasının önü açıldı. Dönemin genelkurmay başkanının deyimiyle, ilişkiler “mükemmel” seviyeye getirildi. Bu arada Büyük/Genişletilmiş Ortadoğu Projesi kapsamında Afganistan ve Irak’ta başlayan müdahalenin başta Suriye ve İran olmak üzere bölgede ABD karşıtı başka ülke/rejimlere genişletilmesi koşullarlının yaratılamaması nedeniyle, ABD’de, 2009’da yapılan seçimlerde, “şahin Bush”un yerine “güvercin Obama” iktidara getirildi. Obama’nın başa geçişiyle dünya savaş/silah endüstrisinin lider ülkesinin aslında savaş istemediği, barışçıl yöntemlerle sorunları çözme yanlısı olduğu imajını yaratmaya yönelik politikalar geliştirildi. ABD’nin müdahale için fırsat kolladığı ülkelerin başında yer alan İran’a bile “barışçıl” mesajlar yollandı, hatta İran’a karşı mücadele eden Kürt örgüt PJAK ilk kez “terör örgütleri” listesine alındı. Obama yönetiminin Türkiye ile ilişkilerinin çerçevesi, 2009 Mart’ında Ankara’ya gelen Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un ziyareti ile belirlendi. Bu ziyarette, önce PKK “ortak düşman” ilan edildi ve ardından Türkiye, bölgenin hem “model”, hem de “lider ülkesi” olarak açıklandı. Aslında “bölgesel taşeronluk”tan başka bir şey olmayan bu role Türkiye egemenleri tarafından ‘yeni Osmanlıcılık’ kılıfı bulundu. Gül-Erdoğan ve Davutoğlu, bölge ülkelerine, adeta ABD’nin büyükelçileri gibi mesajlar taşıdılar, ama bu mesaj taşıyıcılık, bölge sorunlarının çözümünde Türkiye’nin inisiyatif alması olarak gösterildi. Özellikle Erdoğan’ın söylemlerinde İsrail ile çelişkinin öne çıkarılması, Arap ülkelerinde bu rolün etkili olmasını sağladı. Suriye ile “ortak bakanlar kurulu toplantısı” yapmaya varan ilişkiler, ABD’yle uyum gözetilse bile, onun manevrasıyla yalnızca ABD ile ilişkilerde değil ama BM oylamasında da dara düşülerek İran’la yapılan Nükleer (uranyum takas) anlaşması, Lübnan ve Filistin’le İsrail karşıtlığı üzerinden geliştirilen ilişkiler bu dönemin öne çıkan yönelimleri oldular.
Kürt sorunu, bu dönemde de ABD’nin Türkiye egemenlerini “bölgesel taşeronluk” rolüne razı etmek ve ötesinde Irak Kürtleriyle kendi çıkarları ekseninde ilişki ve işbirliği geliştirmeye zorlamak bakımından önemini korumuş ve ABD için ‘yol haritası’ niteliğindeki rapor, Lehigh Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı Henri J. Barkey tarafından hazırlanmıştı. Barkey’in “Kürdistan Üzerinde Çatışmayı Önleme” başlığını taşıyan raporu, Türkiye’nin Kürt yönetimini tanıyarak Erbil’de konsolosluk açmasını ve geliştirilecek ilişki üzerinden PKK’nin tasfiyesi için ABD-Türkiye- Kürdistan Federe Yönetimi arasında bir üçlü mekanizma kurulmasını öngörüyordu. Raporda, Türkiye’nin bir “af” ilan etmesi ve Kürtleri kazanmak üzere demokratikleşme yönünde kimi adımlar atmasını da öneriliyordu. Cumhurbaşkanı Gül’ün “iyi şeyler olacak” açıklaması ve AKP’nin Kürt sorununu çözmek üzere gündeme getirdiği “açılım” olarak adlandırılan politika, aslında bu ‘yol haritası’nın birer parçası durumundaydı. Bu temelde, bir yandan Kürt sorununun demokratik çözümü yönünde beklenti yaratıldı ve Öcalan-PKK ile görüşmeler yapıldı. Öte yandan askeri ve siyasi operasyonlar aralıksız sürdü, “çift taraflı ateşkes” talebi reddedildi; KCK adı altında binlerce Kürt siyasetçi hapishanelere konularak, Kürt ulusal hareketinin gücü kırılmaya/etkisizleştirilmeye çalışıldı. Bu süreç, Öcalan’ın, başta ‘Barış Konseyi’nin kurulması olmak üzere, devlet heyetiyle mutabakata vardığı protokollerin gereğinin yapılmaması (ki Başbakan Erdoğan, bu protokollerin olmadığını, kimseyle anlaşmadıklarını söylemiştir) nedeniyle devletin kendisini oyaladığını açıklaması ve aradan çekilmesine kadar sürmüştür.
Özetle, Obama dönemi ABD’sinin bölgede yeni müdahale ve savaşlara zemin ve meşruluk sağlamak üzere gündem getirdiği, aslında savaş istemediği, sorunları barışçıl yönlerden çözmeye gayret ettiği görüntüsü/izlenimi yaratmaya yönelik politikası, bu politikanın taşeronluğunu yapan Türkiye egemenlerinin de Kürt sorunu ve bölge ülkeleriyle ilişkilerine yön vermiştir. Tunus ve Mısır’da diktatörlerin devrilmesiyle sonuçlanan ve ardından diğer Arap ülkelerine de yayılan halk ayaklanmaları, bu barışçıl maskenin indirilmesi için uygun koşullar yaratmış ve ABD’nin de, Türkiye egemenlerinin de bu gelişmeleri gözeten bir politik tutuma, kendilerine yerel dayanaklar yaratarak açıktan müdahaleye yönelmelerine yol açmıştır.
2. ARAP ÜLKELERİNDE HALK AYAKLANMALARI VE EMPERYALİST MÜDAHALE
Tunus, Mısır, Yemen başta olmak üzere, birçok Arap ülkesinde emperyalizmin işbirlikçisi diktatörlerin baskıcı yönetimlerine, yolsuzluklara ve yoksulluğa karşı son yıllarda artan gösteri ve eylemler, Aralık 2010’da Tunus’ta halk ayaklanmasına dönüşmüştü. Bu ayaklanmayı, Mısır’daki ayaklanma takip etti. Bu ayaklanmalar, Tunus ve Mısır diktatörlerinin devrilmesi; Fransa (Tunus) ve ABD’nin (Mısır) bölgede iki önemli işbirlikçisini kaybetmesiyle sonuçlandı. Ayaklanmalar, kısa sürede diğer Arap ülkelerine de sıçradı. Tunus’taki ayaklanma başladığında, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, “Mısır’daki durumun istikrarlı olduğunu” ve ABD Başkan Yardımcısı Biden de “Mübarek’i diktatör olarak görmediklerini” söylüyordu. Alman Dışişleri Bakanı Westerwelle ise, Mübarek’i “muazzam bir tecrübe, büyük bir bilge ve geleceği sağlam gören bir adam” olarak niteliyordu. Sadece bu açıklamalara bakıldığında bile, aslında emperyalistlerin bu ayaklanmalar karşısında hazırlıksız yakalandıklarını ve halkların demokrasi mücadelesi yürütmesini “dış güçlerin kışkırtması” olarak gören kimi çevrelerin iddia ettikleri gibi bir dış müdahalenin yaşanmadığını söylemek mümkündür. Ama elbette ABD ve Batılı emperyalistler bölgede toprağın ayaklarının altından kaymasını sessizce izleyecek değillerdi. Libya, tam da bu ayaklanmaların gidişatına etki etmek ve demokrasi mücadelelerini yedeklemek için bu güçler için biçilmiş bir kaftandı. Libya diktatörü Kaddafi, emperyalist güçler için zaman zaman kendilerine kafa tutan istikrarsız bir liderdi. Ve Libya, özellikle Avrupalı emperyalistlerin enerji ihtiyacı bakımından önemli bir konuma sahipti. Ülkedeki sistemin, petrol gelirlerinin aşiretçi yapılarını tamamen terk etmemiş burjuva güçler arasındaki paylaşıma dayanıyor olması, Libya’da bu güçler arasındaki paylaşım mücadelesinin ülkede bir bölünme ve iç savaşın koşullarını da hazırladı. Emperyalist güçler, bu bölünme ve iç çatışma üzerinden kısa sürede Libya’ya müdahale için harekete geçtiler. Halkına karşı katliam yaptığı gerekçesiyle Libya diktatörünü durdurmak için harekete geçtiklerini söyleyen emperyalist güçlerin başında, Tunus ve Mısır’da en sadık uşaklarını kaybeden ABD ve Fransa’nın olması bir rastlantı değildi. Koltukları sallantıda olan Arap Birliği üyesi ülkelerin bu saldırıyı desteklemeleri de…
Libya’da Kaddafi’yi devirmek için el Kaide uzantısı güçlerle işbirliği yapmaktan geri durmayan bu emperyalist koalisyonun en önemli hedeflerinden birinin de, Tunus ve Mısır’da başarıya ulaşan ve Bahreyn, Yemen, Ürdün, Suriye gibi ülkelere de yayılan bu ayaklanmaların demokratik-halkçı karakterini ortadan kaldırmak, bu güçler içinde kendi işbirlikçilerini yaratarak ayaklanmaları yedeklemek olduğu kesindi. Ve öyle de oldu. Libya’da NATO müdahalesiyle Kaddafi’ye karşı mücadele eden güçler (“muhalifler”), Libya Temas Grubu adı altında, içinde Türkiye’nin de yer aldığı emperyalistler ve işbirlikçilerinin denetiminde hareket ettiler. Ve nihayetinde Kaddafi’nin devrilip vahşice linç edilerek öldürülmesi, Libya’da “yeni çağın başlaması” ve “demokrasinin zaferi” olarak sunuldu. Suriye’de de, benzer şekilde, muhalefet büyük oranda başta Türkiye ve ABD-İngiltere olmak üzere dış güçlerle yakın ilişki geliştirme, bu güçlerin denetiminde toplantılar yapma yönelimi içinde oldu. Libya’da en azından bugün için amacına ulaşan bu planın, öncelik Suriye’de olmak üzere, diğer ülkelere karşı müdahale için emperyalistler ve işbirlikçilerini cesaretlendirdiği kuşkusuz. Ama aynı güçler, Bahreyn ve Yemen’de demokrasi ve özgürlük isteyen muhalefetin emperyalizm işbirlikçisi-gerici diktatörlere karşı mücadelesinin bastırılması ve bu mücadelenin dünyanın dikkatinden uzaklaştırılması için özel politikalar geliştirmekten de geri durmadılar/durmuyorlar.
Libya’ya NATO müdahalesi ve bu müdahale sonucu emperyalizmle işbirliği içindeki güçlerin iktidarı ele geçirmesi, Obama ABD’si başta olmak üzere, emperyalist güçlerin kendilerinin karşıtı rejimlere karşı askeri müdahale seçeneğini yeniden öne çıkarmıştır. Bu arada, Libya’nın yeni “demokratik” yönetiminin ilk iş olarak ülkede ‘şeriat yasaları’nı uygulayacağını ilan etmesi, 2001 11 Eylül olaylarından sonra terörün temel kaynağı olarak İslam radikalizmini gören/gösteren ve bu gerekçe nedeniyle Afganistan’ı işgal eden “demokrasinin ana vatanı” ABD-AB ülkelerinin ikiyüzlülüklerini bir kez daha bütün açıklığıyla gözler önüne sermiştir. Nihayetinde, ABD ve diğer emperyalist ülkeler ile bölgedeki işbirlikçilerinin Arap ülkelerindeki ayaklanmalara karşı yaklaşımı, –Tunus ve Mısır’daki ilk şoklar atlatıldıktan sonra– ayaklanan halklar içinde kendi politikalarıyla birleşebilecek güçler yaratmak, bu güçleri hareketin başına çekmek ve gerektiğinde çatışmalar vb. gerekçelerle askeri müdahale seçeneğini gündeme getirmek biçiminde özetlenebilir. Dolayısıyla gelinen noktada, Obama’nın “barışçıl” mesajlarının yerini, demokrasi savunuculuğu adı altında bölge rejimlerini kendi çıkarlarına hizmet edecek bir politik çizgiye çekmek, olmazsa devirmek için gerektiğinde tehdit ve askeri müdahaleye başvurmaktan geri durmamak tutumu almıştır.
3. TÜRKİYE: ‘KOMŞULARLA SIFIR SORUN’DAN KOMŞULARA KARŞI SALDIRI ÜSSÜNE!
Emperyalistlerin bölgede ayaklanan halklar arasında kendilerine dayanak oluşturma arayışları, AKP’yi, yeni politik yönelimin ‘yıldızı’ haline getirmişti. Çünkü bugüne kadar dini politik mücadelenin bir aracı olarak kullanmaktan geri durmayan ve bölge ülkelerine ‘Ilımlı İslamcı’ “model ülke” olarak gösterilen AKP Türkiye’si, aynı zamanda İsrail’le de Filistin meselesi dolayısıyla karşı karşıya gelmesi üzerinden dini hassasiyetleri ön planda olan Arap güçleriyle birleşme konusunda önemli avantajlara sahipti. Erdoğan’ın geçen ay yaptığı Tunus, Mısır ve Libya gezileri de, zaten Türkiye’nin bölgesel gelişmeler içindeki konumu ve aktif rolünü gözler önüne sermiş; bu gezi ile, bölgeye ilişkin olarak yapılacak hesaplarda Türkiye’nin göz ardı edilmemesi konusunda emperyalist güçlere mesaj verilmişti. Zaten Erdoğan’ın NATO’nun Libya’ya müdahalesi tartışılırken “NATO’nun Libya’da ne işi var” açıklamasının hemen ardından yapılan pazarlıklarla NATO’nun Libya’ya müdahalesi ve komuta merkezinin İzmir olması konusunda varılan anlaşma, ABD’nin Türkiye’yi “aktif müdahale” rolüne ikna etmesi olarak anlam kazanmış; bu ‘rol’, Libya ile de sınırlı kalmamıştır. ABD’nin öncelikli müdahale hedefi konumunda bulunan Suriye’ye müdahalesi de, Türkiye üzerinden sürdürülmektedir. Dün “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Anlaşmaları” yapılan Suriye’ye karşı, ABD ile ağız birliği içerisinde, ‘tampon bölge’ oluşturmak üzere müdahale edilebileceği tehditleri yapılmaya başlandı. Suriye muhalefetine Türkiye’nin bütün kapıları açıldı; muhalifler önce Antalya’da, ardından İstanbul’da rejimi devirmek için atılacak adımları planlamak üzere toplantılar yaptı. Erdoğan’ın “kardeşim” dediği Esad’ın Nusayri olduğu hatırlandı, hatta AKP’nin Suriye politikasını eleştiren Kılıçdaroğlu “mezhep dayanışması” yapmakla suçlandı. AKP, mezhep farklılıklarını kışkırtarak, Suriye’ye müdahaleye Sünni halk kitleleri içinde meşruluk yaratmaya çalışan bir tutum sergilemekten bile geri durmadı. Suriye sınırına kurulan çadır kentler, ABD’li Aktris Angelina Jolie’nin dikkatleri buraya çekmek üzere Hatay’daki kampları ziyareti –ki, bu kamplarda kalanların büyük çoğunluğu ülkelerine geri dönmüştür– hep birbirini tamamlayan adımlar olarak anlam kazandı. Suriye rejiminin devrilmesine yönelik gerekli koşulların yaratılması için her yolun deneneceği belli olmaktadır.
Aslında Türkiye egemenlerinin Suriye’ye müdahaleye istekli davranmasının en önemli nedenlerinden biri de, bu ülkedeki Kürtlerin mevcut pozisyonundan duydukları kaygı ve buna bağlı olarak, Kürtlerin olası kazanımlarının önüne geçmeye çalışmalarıdır. Suriye Kürtlerinin büyük çoğunluğu (ki bu çoğunluk içinde Türkiye’deki Kürt ulusal hareketiyle birlikte hareket eden Kürt partileri de ağırlıklı olarak yer almaktadır) Suriye’deki ayaklanmaya taraf olmama tutumunu geliştirdiler. Esad rejimi ile yaptıkları görüşmede özerklik talebini de içeren ulusal demokratik istemlerini ortaya koydular ve kendilerine verilen sözlerin yerine getirilmesi için bekle-gör politikası izlediler. Türkiye egemenlerinin, sadece Suriye Kürtlerinin Irak’takine benzer bir statü kazanmasını engellemek için bile olsa, Suriye’ye müdahaleye istekli olacakları bilinmez değildir. Dolayısıyla Suriye’de Kürtlerin önümüzdeki süreçte geliştireceği tavrın, ülke içinde Esad rejimi ile muhalifler arasındaki güç dengesinin seyrini belirlemede belirleyici bir önem taşıdığını/taşıyacağını belirtmek gerekiyor.
İran, bir yandan bölgesel dengeler bakımından stratejik bir önem taşıyan Suriye’ye yapılacak müdahaleyi kendisine yapılmış sayacağını ilan etmiş, ama öte yandan Türkiye’yi karşı cepheden koparmak, olmazsa en azından tarafsızlaştırmak için geleneksel politikayı; Kürtlere karşı saldırıda Türkiye egemenleri ile ortaklaşmayı denemiştir. Bu temelde yaz aylarında Kandil’deki PJAK’a karşı operasyonlar yapılmış ve Türkiye ABD’den elde ettiği istihbarat bilgilerini İran yönetimi ile paylaşmıştır. İran, belirttiğimiz gibi, hem ülkesinde kendisine karşı yönelmiş en önemli, en güçlü muhalefet odağını etkisizleştirmeyi, hem de Türkiye ile ilişki ve işbirliğini sürdürmeyi amaçlıyordu. ABD, kendi karşıtı iki gücün (İran ve PJAK’ın) çatışması bölgesel dengeler bakımından lehine olduğundan, bu operasyona sessiz kalmıştı; Türkiye egemenleri de, Kürt hareketinin İran’la koordineli bir biçimde iki koldan sürdürülen operasyonlarla baskı altına alınıp etkisizleştirilmesine zaten dünden razıydılar. Ancak, bu dönemde NATO radar üssünün Malatya Kürecik’e kurulması konusunda ABD ve Türkiye arasında yapılan anlaşma, İran’ın beklentilerini boşa çıkarmıştır. İran, Türkiye’nin, kendisine karşı yöneltilmiş olduğu açık olan saldırının merkezi olmasını kabul etmesi karşısında, KCK Yürütme Konseyi Başkanı Karayılan’ın bu çatışmanın İran ve Kürtlere karşı olan güçlere yarayacağı uyarısına kulak vermek zorunda kalarak, PJAK ile ateşkes ilan etmek durumda kalmıştır.
AKP Hükümeti’nin/Türkiye egemenlerinin, NATO-ABD’nin İran’a ve diğer bölge ülkelerine tehdit ve müdahale arayışlarının somut bir ifadesi olan NATO üssüne ev sahipliğini kabul etmesi; Suriye rejimine karşı kamplar kurması ve muhalefete kapılarını sonuna kadar açması; bunun da ötesinde, dinsel-mezhepsel ayrımları kışkırtan bir politika izlemesi ve Kürtlere karşı savaş ve operasyonlarda ısrar etmesi, ülkeyi emperyalizm işbirlikçisi gericiliğin merkezi haline getirmiştir. Bugün bu uğursuz rol, içeride ve dışarıda savaş ve müdahalelerle karşıtlarını ezerek, kendi politikalarına (daha doğrusu ABD emperyalizminin bölgesel çıkarlarına hizmet eden politikalara) zemin yaratmaya çalışma biçiminde cereyan etmektedir.
4. SINIR ÖTESİ OPERASYON VE ÖTESİ
Türkiye egemenlerinin (ve yürütme komiteleri durumundaki AKP Hükümeti’nin) ülkeyi komşulara karşı bir tehdit ve saldırı üssü haline getirmeleri, ötesinde askeri müdahaleleri de dışlamayan “aktif bir rol” üstlenmeye soyunmaları, Kürt sorununda da hesaplarını bu politikaya göre yapmaya yönelmelerine yol açmıştır. Yeniden askeri ve siyasi operasyonlarla Kürt hareketinin etkisizleştirilmesi için harekete geçilmiş; bu süreçte, başta ABD-NATO olmak üzere, “dış güçler”in sorunun çözümünde rol üstlenmeleri* konusunda tekrar beklentiye girilerek girişimlere başlanmıştır.
Sınır ötesi askeri operasyon, PKK’ye karşı mücadele adına, içişleri bakanı başta olmak üzere, hükümet yetkilileri tarafından uzun bir süredir dillendiriliyor ve Türk medyasında tartışılıyordu. Sanki daha önce 25 kez denenmemiş gibi, PKK’yi etkisizleştirmek için tek çıkar yol olarak gündeme getirilen bu operasyon, PKK’nin 24 askerin ölümüyle sonuçlanan Çukurca baskını sonrasında başlatıldı. İlki 1984’te olmak üzere ve özellikle 90’lı yıllarda 30-40 binleri bulan (26. Operasyon’a 10 bin askerin katıldığı belirtilmektedir) askerle yapılan bu operasyonlardan askeri bir “zafer” kazanmanın mümkün olmayacağını, 25. Operasyon’un hemen ardından, dönemin Genelkurmay Başkanı Büyükanıt “Ordunun tümü Kandil’e gitse PKK’yi temizleyemez” sözleriyle ortaya koymuştu. Öyleyse, “bu operasyondan umulan nedir?” diye sormak gerekirse, askeri olarak PKK’nin kuşatılması ve etkisizleştirilmesi hedefinin göz ardı edilmemesiyle birlikte özellikle 24 askerin ölümüne tepkinin körüklendiği bir süreçte geniş halk kesimlerini yeni saldırı politikalarına (içeride ve dışarıda savaş ve müdahaleye dayanan “aktif rol”e) kazanmak olduğunu söylemek gerekmektedir. Dolayısıyla böylesi operasyonların en az askeri hedefleri kadar, siyasi hedefleri de bulunmaktadır.
Türk ordusunun sınır ötesi operasyonu sürecinde özellikle Çukurca saldırısının emrini PKK/HPG komutanlarından Fehman Hüseyin’in (Bahoz Erdal) verdiği iddiasının öne çıkartılması, içine girilen yönelim ve hedeflerinin anlaşılması bakımından oldukça dikkat çekicidir. Çünkü bu iddia, Başbakan Erdoğan’ın Türk medyasının patronları ve yöneticileriyle yaptığı toplantıda gündeme getirilen ve medya tarafından sıkça dillendirilen, saldırının arkasında Suriye olduğu iddiasına dayanak yapılmaya çalışılmaktadır. Aynı Fehman Hüseyin, Erdoğan ve Esad’ın “kardeş” oldukları dönemde de PKK içinde aynı konumda olmasına rağmen bu iddianın bugün gündeme getirilmiş olması, üstelik İçişleri Bakanı Şahin’in Fehman Hüseyin’in Nusayri (Suriye lideri Esad’la aynı mezhepten) olduğunu söylemesi, niyetlerinin ne olduğunu açıkça göstermektedir. AKP Hükümeti (ve artık birleşmiş olduğu devlet), içeride ve dışarıda müdahale hedefi konumunda bulunan güçler arasında dolaysız bağlar kurarak, bu iki yönlü saldırı politikasına meşruluk kazandırmaya çalışmaktadır. Yeniden “terör” ve “dış destekçileri” söylemine geri dönülmüş olmasının bugün için anlamı budur. Zira Çukurca baskınından sonra İngiliz gazetelerinde PKK’yi İran ve Suriye’nin yönlendirmiş olabileceği yorumlarının yer alması ve yine Obama’ya Kürt sorununda yol haritası hazırlayan Henri J. Barkey’in “Ankara’nın Suriye’deki demokrasi yanlısı protestoların kanlı bir şekilde bastırılmasına ilişkin sert tavrı yüzünden İran ve Suriye’nin bu saldırı için PKK’yi cesaretlendirmiş olabileceğini” söylemesi rastlantı olmasa gerektir. Erdoğan ve efendilerinin akıl hocalarının PKK-Suriye (ve İran) ilişkisini kurmaya yönelik senaryoları, her iki alanda müdahaleye zemin yaratmaya yöneliktir.
Sınır ötesi operasyonla birlikte KDP (Kürdistan Demokrat Partisi) Başkan Yardımcısı Neçirvan Barzani’nin Ankara’ya gelerek “Türkiye ile işbirliğini sürdürmek istedikleri”ni söylemesi ve Erdoğan’ın Obama ile yaptığı görüşmede yeniden “üçlü mekanizma”nın (ABD-Türkiye-Irak Kürtleri) çalıştırılmasını istemesi, Irak Kürtlerinin Türkiye egemenleri ile işbirliğine daha fazla zorlanacakları/girmek zorunda kalacakları bir sürece de işaret etmektedir. Yine Erdoğan’ın Mesut Barzani ile yaptığı telefon görüşmesinde peşmergelerin askeri operasyona aktif katılımını istemesi –ki aktif destek verilmese de, peşmergelerin operasyon sırasında güvenlik önlemlerini arttırdıkları ve PKK’lilerin kendi bölgelerine geçişini engelledikleri söylenmektedir–, bu işbirliğinin, yeni döneme uygun şekilde, siyasi olmanın ötesinde askeri boyutuyla da geliştirilmek istendiğini ortaya koymaktadır.
Nihayetinde, bu operasyonun büyük bölümü sınır içinde olmakla birlikte sınır-öteliğinin öne çıkartılması ve yine PKK-Suriye arasında ilişki/işbirliği olduğu iddiasıyla birlikte gündeme getirilmiş olması, ona, AKP/ülke egemenlerinin hem ülkede egemenlik ilişkilerini pekiştirmek, hem de bölgesel rollerini oynamalarına zemin hazırlamak bakımından askeri-siyasi iki yönlü bir işlev yüklendiğini göstermektedir. Ve yine bu operasyon, ABD-Irak Kürtleri başta olmak üzere, bölgesel ilişkilerin yeni koşullara göre yeniden dizayn edilmesine vesile edilmektedir. Özetle gelişmeler ve ortaya konan tutum göstermektedir ki, Çukurca saldırısı, aslında AKP’nin ABD ile işbirliği içinde son süreçte içine girdiği ‘içeride ve dışarıda savaş’ politikasının gerekçesi yapılmak istenmekte; sınır ötesi operasyon da bunun ilk adımı olarak anlam kazanmaktadır.
SONSÖZ
Açıktır ki, bugün AKP’nin izlediği ‘içeride ve dışarıda savaş’ politikasının ilk ayağını, ülke içinde Kürt halkı, emekçiler ve her kesimden halk güçlerine karşı saldırı politikalarına ortam yaratmak amacıyla gericiliğin; savaş ve şovenizmin kışkırtılması oluşturmaktadır. Yine bölgesel düzeyde ülkeyi NATO’nun saldırı üssü yapmaktan milliyet-mezhep ayrımlarını kışkırtmaya ve komşuların iç sorunlarını/mücadelelerini ABD ile işbirliği halinde ve ABD’nin bölgesel çıkarlarıyla uyum içinde yönlendirmeye kadar AKP’nin üstlendiği “aktif rol”, dış işlerinde de savaş ve çatışmayı göze alan bir yaklaşım içinde olduğunu gözler önüne sermektedir. Ama şunu daha şimdiden belirtmek gerekir ki, öncelikle Kürt ulusal hareketi/mücadelesinin bütün bu saldırılara rağmen Kürtlerin yaşadığı bütün ülkelerde birlik (ortak hareket etme) yönünde önemli adımlar atarak gücünü arttırması, ülke genelinde emek, demokrasi ve halk güçlerinin ‘Halkların Demokratik Kongresi’ çatısı altında birlikte mücadeleyi örme sürecine girmesi ve bölgede müdahale hedefi konumunda bulunan (başta Suriye olmak üzere) ülkelerin dayanaklarının güçlü olması (Rusya, Çin ve ABD’nin bölgesel hesaplarıyla çelişki halinde olan diğer güçlerin bu sürece seyirci kalmayacaklarını açıklamış olmaları) yapılan hesapların tutmasının öyle kolay olmayacağını göstermektedir. Ve dün ABD’nin Irak’ta savaş batağına girmesinden bugün hâlâ sonuç çıkarmayanlar, elbette kendileri ile birlikte Türkiye’yi de savaş batağına sürüklemek istemektedirler. Kürt sorununun demokratik çözümü ile bölgede emperyalizmin planlarına karşı mücadelenin tarihte olmadığı kadar iç içe geçtiği bu süreçte, ülkenin ve bölgenin demokrasi, barış ve eşitlik temelinde insanca yaşamdan yana bütün halklarına düşen görev ise, bu oyunu bozmak için güçlerini ve mücadeleyi birleştirmektir.