Bir yandan dünyanın eski minval üzere dönmesinde ciddi zorlukların baş gösterdiği, krizi ve sömürülen kitleleri kıskacına alan işsizlik, yoksulluğun derinleşmesi, çalışma ve yaşam koşullarının kötüleşmesi gibi bütün olumsuz sonuçlarıyla, başında tekelci burjuvazi, kapitalist toplumsal örgütlenmenin eski tartışılmaz işleyişi ve geçerliliğinin tartışılır olmaya başladığı yeni bir döneme adım atıldığını gösteren çok sayıda belirti var. Bir yandan da kendi egemenlik sistemi olan kapitalizmi sürdürmekte zorluklarla yüz yüze kalan, pazar ve kâr oranlarını yükseltme derdi içinde tekelleri ve kimi yerde “demokratik” kimi yerdeyse otokratik oligarkları hem sosyal ve iktisadi hem de siyasal ve kültürel bakımlardan gittikçe daha da gericileşip saldırganlaşan dünyanın bugünkü koşullarında eskisi gibi yaşamakta güçlüklerle karşılaşan –gençlik yığınlarıyla birlikte– işçi sınıfı ve emekçi halkların artan hoşnutsuzluğu ve eyleme döktükleri muhalefetleri yayılmaktadır.
Tunus’la başlayan Kuzey Afrika ve Ortadoğu’nun Arap halklarının isyanı durulup yatışmaktan ya da bastırılıp ezilmekten uzaktır. Buna Batılı emperyalistlerin açık silahlı müdahalesinin ardından yalnızca Libya’da tanık olunmuş, ayağa kalkan ama Kaddafi güçleriyle sanki kendisiyle birlikte muhalefet ediyor görüntüsü veren, ama çoktan emperyalistlerle işbirliğine yönelmiş aşiret bey ve reisleriyle eski Kaddafi bürokratlarının emperyalist müdahaleyi davet eden ve buradan yeni bir halk düşmanı egemenlik kurmaya girişmiş gericiliği arasına sıkışan halkın muhalefetinin, kısa sürede halkın muhalefeti olma özelliğini yitirerek, emperyalistlerle işbirlikçileri tarafından yedeklendiği Libya’da işbirlikçi gericiliğin kendisini tahkim ettiğine tanık olundu. Kaddafi’nin dövülerek öldürülmesiyle zaferini ilan eden, Obama tarafından “Liby a’da yeni çağın başlaması” adına selamlanan işbirlikçi gericiliğin UGK Başkanı M. Abdülcelil ağzından açıkladığı ilk iki önlem, temel sorunun sokaklardaki silahların toplanması olduğunun ilanı ve bunun planlanmasıyla şeriat hükümlerinin uygulanacağının açıklanması oldu. Libya halkı yağmurdan kaçarken doluya tutuldu; ve bu sayımızda tam metnini yayımladığımız Uluslararası Marksist Leninist Parti ve Örgütler Konferansı’nın değerlendirmesinde belirtildiği gibi, “özgürlük ve demokrasi bir yana, önümüzdeki dönemin Libya halkı açısından daha fazla acı, yoksulluk anlamına geleceği; ülkenin tam bir kaos ve gerici iç savaşların girdabına sürükleneceği..” görülüyor.
Libya bir yana diğer Arap ülkelerinde muhalefet bastırılır gibi görünmekten uzakken, benzer nedenlerle işçi sınıfı ve emekçi halkların muhalif eylemleri İspanya’dan Yunanistan’dan Portekiz’den Şili’ye başka ülkelere de sirayet etmiş haldedir. Dünya kapitalizminin “birinci kemanı” Amerikan emperyalizminin kalbi Wall Street’i bile “işgal” şiarıyla hedef almış olan işsiz yığınlarla birlikte işçi ve çeşitli katmanlardan gençlerin eylemi, şüphesiz her ortaya çıktığı yerde görmezden gelinip küçümsenmeyle, ama aynı zamanda saldırı ve tutuklamalarla karşılanıyor. Türkiye’de de benzer bir “küçümseme” ve saldırganlık süreci yaşanmaktadır. Generalleri de kapsamak üzere devletle halvet olmuş kendisi hemen tüm organlarını ele geçirerek ya da kendisini onlara dayatarak devletleşen ama aynı zamanda tüm kurumlarıyla devlet tarafından bağra basılan AKP, özellikle Amerikan emperyalizmle tam uyum halinde, içeride ve dışarıda saldırı ve savaş politikasına sarılmış, tırmandırmaktadır.
Uluslararası Marksist Leninist Parti ve Örgütler Konferansı’nın değerlendirmesiyle çeşitli yönleri birbirinden ayrı ve kopuk olmayan ve böyle yaklaşıldığında anlaşılmaz olacağından kuşku duyulamayacak kapitalist krizi Türkiye ve finansal görünüşüyle ele alan makalemiz birlikte okunmalıdır. Yine AKP’nin içeride ve dışarıda savaş politikası izlemesini konu alan makalemiz de bu bütünlük içinde ele alınmalıdır.
Aynı bütün içinde okunması gereken bir diğer makalemiz, A. Cengiz arkadaşımız tarafından kaleme alınan M. Belge’nin yıkılmaktan kaçınabilecek, burjuvaziyle işçi sınıfının uzlaşmaz karşıtlık halinde olmadığı kapitaliz ve işçi sınıfsız, devrimsiz sosyalizm üzerine yayınladığı dizi yazısındaki reformist revizyonist görüşlerinin eleştirisiyle ilgili.
Ayrıca kadın basınının önemine ve kentsel dönüşümün rantçılığıyla yıkıcılığına ilişkin iki makalemiz, çalışma saatlerinin kısaltılması/uzatılması tartışmalarını konu alan Erkan arkadaşımızın makalesi ve M. Dobb’un Rosa Lüxemburg’a yönelttiği eleştirileri konu alan makalesiyle dergimiz tamamlanmaktadır.
94. yılında Ekim Devrimi’ni bir kez daha selamlıyoruz.
94. yılında Ekim devrimi
“Rusya Yurttaşlarına!
Geçici hükümet, görevden alınmıştır. Devlet iktidarı, Petrograd işçi ve asker temsilcileri sovyetinin organı olan ve Petrograd işçileri ve garnizonunun başında bulunan askeri devrimci komitenin eline geçmiştir. Halkın uğruna savaştığı dava: Demokratik barışın hemen önerilmesi, toprak sahiplerinin toprakları üzerindeki mülkiyet hakkının kaldırılması, bir Sovyetler hükümetinin kurulması davası, kazanılmıştır. Yaşasın işçilerin, askerlerin veköylülerin devrimi!”
Petrograd İşçi ve Asker
Temsilcileri Sovyetine Bağlı
Askeri Devrimci Komite
25 Ekim 1917, sabah saat 10:00
(7 Kasım)
İnsanlık tarihinin önemli dönüm noktalarından birisini bu küçük duyurunun ifade ettiği söylenebilir.
Petrograd’ın işçi ve asker temsilcileri Sovyetleri, Kerensky hükümetini neredeyse kansız bir devrimle devirip yerine Sovyet hükümetini kurduklarında yalnızca Rusya değil, tüm insanlık tarihi açısından büyük bir dönüşüm başlıyordu. Ve insanlığın yüz yıllardır çözemediği sorunları, Sovyet iktidarı çözmek üzerine devralıyordu.
İşçi sınıfı ve emekçiler, toplumu yönetme konusunda burjuvazinin özel bir yeteneğe sahip olmadığını Ekim devrimiyle gösterdiler. 1871 Paris Komünü’nün kısa süreli işçi iktidarını saymazsak, tarihte ilk kez, sömürülenler iktidara geldiler. Emekçilerin, devleti yönetme yeteneğine sahip olmadığı iddialarının burjuva liberal bayağılıklar olduğunu Ekim devrimiyle kanıtladılar.
Kapitalist sömürü düzenine son veren, halklar arasında barışı tesis eden, yoksulluk ve işsizlik sorununu kısa sürede çözüp; bilim, teknoloji, sanayi, eğitim, sağlık, kültür vb. alanlarda dünyanın en gelişmiş ülkelerinden birini yaratan Ekim Devrimi’nin üzerinden tam 94 yıl geçti. Rusya’da toplumsal yapıyı kökten değiştiren Ekim Devrimi, tüm dünyadaki toplumsal yaşamı da derinden etkiledi. Kapitalist toplumlardaki güç dengelerini değiştirerek, burjuvaziyi reforma zorladı. Dünya ölçüsünde etki sahibi olan Ekim Devrimi, aynı zamanda kendi dönemini ve sonrasını etkileyen, hatta dolaylı olarak günümüzü de etkilemeye devam eden yaşayan bir tarihtir.
Ekim Devrimi’nin güncelliği bir yana, olasılık dahilinde olduğunu dahi kabul etmeyen burjuvazinin, hâlâ Ekim Devrimi’ne saldırıyor olması da oldukça manalı. Çünkü burjuvazi, kendi iktidarını tehdit eden tek alternatif olarak işçi sınıfı ve onun iktidarını, toplumsal düzeni olan sosyalizmi karalamak için topyekûn bir mücadele halindedir. Tabii bütün bunlar, burjuvazi açısından ideolojik mücadelenin parçası. Burjuvazinin, kendi iktidarını korumak üzere gerçekliği çarpıtması, bunu devasa propaganda ve kitle iletişim araçlarıyla yığınlara sunması kaçınılmazdır. Böylece, en temel toplumsal gerçeklerin bile sanki öyle değilmiş gibi sunulmaları üzerine kurulu bir ideolojik hegemonya mücadelesi vermektedir. Burjuvazinin gerçek ve görünüm arasındaki çelişkiye dayanarak, bu karşıtlığı en ince biçimlerle en uç noktaya çıkarma çabasının önündeki en büyük engel de yine gerçeğin kendisi olmaktadır.
Bu gerçeğin kendisi ise, insanlığın önüne yeni Ekim devrimlerini getiriyor. Elbette, bu, ‘tarih’ adındaki soyut bir öznenin insan yığınlarının karşısına ‘işte size sosyalizm, bundan başka da çare yok’ demesiyle değil; kapitalizmin temel çelişkilerinin giderek keskinleşmesi ve kapitalizmi yıkacak güçler, deneyim ve bilginin birikmesiyle olmaktadır.
*
Her türden liberal ideologa göre; üzerinden 94 yıl geçen Ekim Devrimi bir nostalji. Buna göre, devrimler, hele sosyalizm ya da işçi sınıfının iktidarı gibi hedeflerle devrim iddiası, olsa olsa gençlik heyecanları. Zaten iç içe geçmiş küresel ilişki ağında, tek ülkede devrim gerçekleşmesi de mümkün değil! Olsa olsa dünya ölçüsünde örgütlenmiş sosyal hareketler çeşitli reformlarla kapitalizmin vahşi yüzünün değişmesine katkıda bulunabilirler. Yoksa Rusya’da sosyalizm deneyi yaşanmış, “reel sosyalizm” denilen bir ‘gerçeklik’le insanlar baskı altına alınmış ve bir bütün olarak insanlık bu durumdan ders çıkartıp, kapitalizmin zaaf ve zararlarına rağmen insanlığın tercih edeceği tek alternatif olduğunu görmüşken, sosyalizm mücadelesi mümkün olmaktan çıkmıştır, kapitalist propagandacılara göre!
Serbest piyasa ve sözde bireysel özgürlük tutkunu liberaller ve küreselleşmecilere göre, sosyalizmin gerçekleşmesi mümkün değil. Böyle diyorlar! Ama gerçekleşmesi ‘mümkün olmayan’ sosyalizmin gerçekleşemeyeceğini anlata anlata bitiremiyorlar. Olası ve olanaklı olmayan bir toplumsal sistemi neden bu kadar dillerine doladıklarıysa açık olsa gerek.
Açıklığın bir yanı da kapitalist ekonomik krizler. Kapitalizmin, bir gün burada, diğer gün şurada iç içe geçmiş finansal, sınai ve ticari vb. yönleriyle yaşadığı, siyasi alana da sirayet eden devrevi krizleri bir yana bırakalım. Bunların, söylenti, tüketici güvensizliği, borsa spekülasyonu vb. değişik sebeplerden meydana geldiği propagandasını da şimdilik tartışmayalım. Krizlerin geçici ve üretimin ve kuşkusuz mülkiyetin kapitalist niteliğiyle ilgisiz ve piyasa dışı etkenler ve müdahalelerle açıklanmalarını da bir kenara bırakım. 1929 iktisadi buhranından bu yana kapitalizmin geçirdiği en büyük kriz olarak kabul edilen 2008 buhranının bir kez daha gösterdiği ve “artık sosyalizm öldü”, “kapitalizmden başka seçenek yok”, “elveda proletarya” diyenlerin ne yaparlarsa yapsınlar gözlerden saklayamadığı gerçek; kapitalizmin, tekellere kaynak aktarımı olmadan, yani olağan piyasa koşullarının devam etmesiyle bile kendini sürdürmekten aciz bir sistem olduğudur.
Kapitalizmin krizlere rağmen varlığını sürdürmesi, teoride, neoliberallerin savunduğu gibi piyasa mekanizmasına müdahale edilmemesinden değil, tersine işlemez hale gelen ve artık kendilerini sürdüremez olan piyasa güçlerine, piyasanın dışından ama piyasanın hizmetindeki kaynaklardan destekler sunulmasıyla sağlanmaktadır. Belki, kapitalizm bu “koltuk değnekleri”ni bir süre sonra atıp, yeniden yürümeye başlayacaktır. Ama her tökezleme, eğer işçi sınıfı ve emekçiler, bu tökezlemeleri onu yenmenin vesilesi haline getiremezlerse, ancak onu yenemeyenlerin daha büyük sömürüsüyle birlikte yeni bir ‘iyileşme’ye dönüşecektir.
2008 Krizi’nden sonra dünyanın birçok ülkesinde, hatta tek tek ülkelere bırakılmayıp dünya genelinde konsensüslerle uluslararası tekellere sağlanan ve trilyon dolarları aşan kaynak aktarımıyla varlığını sürdüren kapitalizm, bu kaynakları da yine emekçilerden, onların doğrudan veya dolaylı sömürüsünden elde etmiştir. Kriz, kârlarını –başlıca kapitalist üretim pazarlardan daha hızlı büyüdüğü için tıkanan– piyasa koşullarında gerçekleştiremeyen tekellere, olağan kârlarının üzerinde bir ‘gerçekleşmeyi’ piyasa dışı yollardan sağlamıştır.
Velhasıl, kapitalizm, piyasa işlerliğinin önüne engeller dikildiği koşullarda değil, tersine, neoliberallerin istedikleri gibi, eğitimden sağlığa, sosyal güvenlikten konut ve ulaşım gibi toplumsal hizmetlere her alanın, hatta en basit insani ilişkilerin bile piyasa açıldığı bir dönemde, sözde ‘piyasa dışı’ güçlerin giderek toplumsal yaşamdan kovulması için büyük büyük adımların atıldığı bir süreçte, neoliberal iddiaya göre tam da kapitalizmin krizlerinden kurtulmuş olması gereken bir dönemde krize girmiştir. “Krizsiz kapitalizm”in imkansızlığı, kapitalizmin mantıklı, makul bir sistem olmadığı, piyasa sistemini ayakta tutmak için trilyonlarca doları bir avuç tekelci kapitaliste aktarmanın bir yerde kaçınılmaz olduğu gün ışığına bir kez daha çıkmıştır.
Sovyetler Birliği’nin dağılıp sözde tek kutuplu dünyaya geçildiği ve “Yeni Dünya Düzeni” ile barış ve refahın tüm yerküreye yayıldığı global bir sürecin vaat edildiği bir dünyada, savaşlar, açlık, yoksulluk, sosyal hakların gasp edilmesi ve krizler bir türlü bitmek bilmemiş, kapitalizm, insanlığa vaat edilen ne varsa tersini gerçekleştirerek, vaat edilenlerdense gerçekte elde olan ne varsa onları da ortadan kaldırarak ilerlemiştir. Böyle bir dünyada kapitalizmin insanlara vaat edeceği bir şey kalmamıştır.
Burjuva ideologlar, kapitalizm savunucuları ne söyleseler insanları inandırabilirlerdi? Savaşlar bitecek dense mi? Tersine, bunu demek ve barış vaadi vermek bir yana, emperyalist kapitalizm savaşların daha da süreceğini, sözde uluslararası terörizme karşı mücadelenin artarak devam edeceğini söylüyor. Hedefe de İran, Suriye, Kuzey Kore ve daha birçok ülkeyi koyuyor.
Kapitalizm; refah, sosyal hak, daha fazla ücret, daha iyi bir yaşam mı vaat ediyor? Bunları vaat etmek bir yana, neoliberal ideologlar dünyada hangi ülkede bir sorun varsa, bunları, o ülkede sömürülen yığınların elinde kalan en küçük hakkı bile ortadan kaldırmanın vesilesi haline getiriyorlar. Yunanistan örneğindeki gibi, kapitalist krizin, altından kalkılmaz borçların sebebini, kamu kesiminin nispeten geniş olmasına, ücretlerin yüksekliğine, sosyal hakların mevcudiyetine bağlıyorlar. Bu haklar olmasa, insanların ücretleri daha düşük olsa, emekçilerin kalan kısmı da devlet güvencesinden yoksun çalışsa, ne borç ne dert, ne tasa olurmuş! Neoliberallerin mantığı böyle işliyor; emekçiler ne kadar kötü koşullarda çalışır, esnek çalışma biçimleriyle onların hak ve hukuku ne kadar ortadan kaldırılırsa, ekonomi o kadar iyi işleyecek, dertler de bitecektir! Yani, neoliberaller, emekçilere daha iyi yaşam koşulları bile vaat edecek durumda değiller. Tersine, refahın, emekçilerin –eski mücadelelerinin ürünü– ‘mevcut’ refahlarından vazgeçmeleriyle geleceğini iddia ediyorlar!
Burjuvazinin belki de en çok kullandığı ve içini boşalttığı kavramların başında demokrasi geliyor. Burjuvazi, demokrasiyi, halkın kendi kendini yönetmesi ya da siyasal yönetim aygıtlarına katılması anlamından uzaklaştırıp, dört ya da beş senede bir yapılan seçimlere indirgiyor. Seçimlerde oy dağılımından sonra ortaya çıkan tablo demokrasi oluyor. Ama bu demokraside ne geri çağırma hakkı var, ne de halk iradesini gösterdiğinde politikaları kendi çıkarlarına uygulatabilme şansı . Birçok ülkede seçimle iş başına gelen hükümet, emekçi düşmanı politikaları uyguladığında, halkın büyük bir tepki ve öfkesine maruz kalıyor. Ama sermayenin çıkarlarına bin bir bağla bağlanmış bulunan hükümetler, halkın büyük öfkesine rağmen, halk düşmanı politikaları uygulamaktan geri durmuyor. Demokrasi ise, bir sonraki seçimlerde bu partilerin “iktidar”dan düşmesi ve yerine başka bir sermaye partisinin gelmesine indirgenmiş durumda. Bu tabloyu bozacak bir işçi sınıfı hareketi ve partisi gelişip güçlendiğinde ise, demokrasi teraneleri de acilen rafa kaldırılıp, işçi hareketini ve onun partisini bastırmak için elden gelen yapılıyor.
En gelişmiş demokrasilerin bulunduğu ülkelerde dahi, demokrasinin özü, halk yığınlarının siyaset araçlarından uzak tutulması ve iktidarın sermaye ile olan bağlarının sıkı sıkıya korunması, burjuvazinin siyasal egemenliğinin her yol ve yönteme başvurularak garanti altına alınmasıdır. Ekonomik güç ile siyasal iktidar arasındaki bağlantıya zarar vermediği sürece bireysel ve kolektif hakların tanınması, halkın bu hakları kapitalizm koşullarında olabildiği kadarıyla kullanmasında –en azından olağan koşullarda– problem yoktur.
Ancak, kapitalizmin içinde bulunduğumuz bu dönemi, olağan olmaktan çıkmaktadır. Eşitsizliğin, işsizlik ve yoksulluğun alabildiğine ve dünyanın her köşesinde arttığı günümüzde, bireysel ve kolektif hakların kullanımı, en demokratik ülkelerde bile “teröre karşı mücadele” ya da güvenlik gerekçeleriyle engellenmektedir. Zaten, ülkemizde bu hakların kullanımını, haşa, hiçbir emekçi doğru düzgün görmemiştir. Kolektif hakların uygulanması bir yana, yıllardır hakları için mücadele eden Kürt halkı bireysel kültürel haklarını dahi doğru düzgün edinebilmiş değildir.
Daha da uzatılabilir…
Görünen köy kılavuz istemez. Söylenenler abartı ya da eğilimden ibaret değildir, ama genel olarak kapitalizmin günümüzdeki, hatta iyimser haliyle görünümüdür. Kapitalizm gerçeği, burada ifade edilenden çok daha vahşi ve kanlıdır. Savaşlar, mafya, uyuşturucu ve kadın ticareti, çocuk istismarı, zorla el koymalar, cinayetler vb. olgular kapitalizmin kaçınılmaz bileşenleridir. Kapitalizm bunlarsız olamadığı gibi, bu insanlık dışı ilişki biçimlerini milli gelir hesaplarına dahil edilen birer ticari faaliyet alanına dönüştürmüştür.
İşte Ekim Devrimi’nin üzerinden 94 yıl geçtikten sonra dünyanın hali bu. Kapitalizmin insanlığa sunduğu ve vaat ettiği gerçeklik böyle. Buna rağmen, Ekim devrimlerinin bittiği, insanlığın tek seçeneğinin –insanın doğasının gereğinin(!)– kapitalizm olduğu söylenmektedir. Dünyada yüzyıllardır çözülemeyen açlık sorununun kapitalist silah ticaretine ayrılan bütçenin bir bölümüyle çözülebilmesi mümkünken, kapitalizmin mantıklı bir sistem olduğu söylenmektedir. Kapitalist ilişkilerin daha fazla açlık ve yoksulluk üretmesini “insanın doğası”yla açıklamak ve sanki insanlığın büyük bir kısmı keyif içinde yaşıyormuş ya da insanlık kendine eziyet etmekten zevk alıyormuş gibi bir sonuca varmak da pek mantıklı görünmemektedir. Söz konusu adaletsiz ve kanlı düzenin insanın ve insanlığın değil, ama sömürücü sınıfların çıkarları ve doğası gereği olduğunu bizzat burjuva sınıflar ve onların ideologları bilmektedir.
Tam da yok ettikleri doğa ve talan ettikleri toplumda; insanlığın önüne başka bir seçenek ve arayış koymasını istememelerindendir, Ekim Devrimi’ne düşmanlıkları. Bu nedenledir, Ekim Devrimi’ni bir avuç maceracının darbesi olarak tanımlamaları. Ve bu “maceracıların diktatörlüğü”ne indirgemeleri sosyalizmi!
Burjuvazinin her türlü yol ve yöntemi kullanarak insanlığın tarihsel birikim ve kazanımı olan ne varsa, onu ortadan kaldırıp daha fazla kâr etmek üzere ömrünü uzatma uğraşı olabilir. Burjuvazi bunu yapabilir. Emekçileri daha fazla sömürüp, daha fazla kar elde edebilir. Bunu bir süre daha son sınırına kadar götürebilir. Bunu yaparken, ilerici olan ne varsa, kendini kaybetmişçe saldırıp, büyük bir kara propaganda eşliğinde sosyalizm ve Ekim Devrimi’ni yerebilir. Ama yapamayacağı şey, insanlığın, 94 sene öncesinde gerçekleştirdiği Ekim Devrimi’nin yenilerini yapmak üzere yola koyulmasını engellemektir. 94 sene öncesini yeniden, önce zihinlerde üretip yaşama geçirmek üzere arayışa girmesine taş koymak –işte burjuvazi bunu yapamaz.
Tarihin hiçbir döneminde, egemen sınıflar ezilen sömürülen yığınların hayalleri ve geleceğe dair ütopyalarını ortadan kaldıramamışlardır. İşçi sınıfının “ütopyası” ise boş bir hayal ya da zihinsel bir kurgudan ibaret değildir. Kapitalizmin uzlaşmaz çelişkilerinden gücünü alır. Giderek genişleyen ve büyüyen bir toplumsal güce, yani işçi sınıfına dayanır. Bu güçlü zemin, aynı zamanda burjuvazin varlığının gereğidir; dolayısıyla burjuvazinin asla yok edemeyeceği yeni Ekim devrimlerinin zihinsel ve pratik koşuludur.
Dünya üzerinde, kapitalizm nerede egemen olduysa, o yöre ve bölgede Ekim Devrimi’nin güncelliğinden bahsedilebilir. Ancak, her devrim, ekonomik toplumsal koşulların olgunluğunun yanında siyasal koşulların da uygunluğunu gerektirir. Egemen sınıfların eskisi gibi yönetemez, yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmeyi kabul etmez durumda olmaları, Ekim Devrimi’nin koşullarındandır.
Kapitalizmin yarattığı toplumsal felaketler karşısında arayış içerisine giren büyük emekçi kitleleri için alternatif pek fazla değildir. Ya kapitalizmin ve ona içsel olan sömürü ve baskının biçimsel bazı değişikliklerle varlığını sürdürmesi ya da insanlığın birikimiyle uyum içerisinde toplumsal güçlerin planlanıp yoksulluğun, işsizliğin ortadan kaldırılması ve kardeşçe yaşamın kapısını açacak bir toplumsal düzenin örgütlenmesi.
Sömürü düzeninin saldırılarının ve buna öfkenin dünya genelinde artma eğilimde olduğu günümüzde yeni Ekim devrimlerinin emekçiler için somut bir gündem haline geleceği açıktır. Üzerinden 94 yıl geçmesine rağmen Ekim Devrimi, emekçilerin ve ezilen hakların yolunu aydınlatmaya devam ediyor.
Güncel uluslararası durum üzerine*
Uluslararası Marksist Leninist Parti ve Örgütler Konferansı (CIPOML)’nın son oturumu, kısa bir süre önce İspanya’da toplandı. Konferans’a, aralarında Türkiye Devrimci Komünist Partisi’nin de bulunduğu, değişik kıtalardan 17 parti ve örgüt katıldı.
Konferans’ın bu seferki oturumunda, son bir yılda uluslararası planda meydana gelen olaylar, gelişmeler ele alındı. Doğal olarak Kuzey Afrika ve Ortadoğu’nun Arap ülkelerinde yaşanan politik devrimler ve halk ile gençlik ayaklanmalarının dersleri üzerinde yoğun olarak duruldu. Emperyalizmin on yıllardır yağmalayıp yoksulluğa mahkum ettiği ve diktatörlük rejimlerini zorbalıkla ayakta tuttuğu bu ülkelerdeki gelişmelerin, dünya çapında işçi ve emekçi hareketindeki yeni bir canlanmanın belirtisi olduğuna vurgu yapıldı. Kaldı ki, bu canlanma eğiliminin tek belirtisi, Arap ülkelerinde yaşananlar da değildi. Başta Avrupa’nın merkezindeki ileri kapitalist ülkeler olmak üzere, dünyanın birçok ülkesinde önemli işçi hareketleri, emekçi halk hareketleri yaşandı. Yunanistan gibi, son bir sene içerisinde onlarca genel greve tanık olan ülkelerin yanı sıra, yakın tarihindeki en kitlesel gösterileri gerçekleştiren birçok ülke var. Portekiz, İrlanda, İspanya, İtalya gibi mali oligarşinin yakın dönemdeki hedef tahtasında bulunan ülkelerin emekçileri, kolayca teslim olmayacaklarını eylemleriyle kanıtlıyorlar.
Partiler Konferansı, tüm bu gelişmeleri, anlamlarını, muhtemel gelişme yönünü ve bunun partilere yüklediği görevleri tartıştı.
Konferans’ın dikkatle tahlil ettiği bir başka konu ise, kapitalist dünya ekonomisinin durumu, gelişimi ve muhtemel eğilimler oldu. Derin bir yarılma anlamına gelen 2008 Krizi’nden sonra, kapitalist dünya ekonomisinin 2009 yılının ortalarından itibaren nispi bir canlanma ve yeniden toparlanma sürecine girdiği, iki yıl kadar devam eden bu süreç sayesinde temel verilerin kriz öncesi döneme yakınlaştığı tespit edildi. Ancak bu yılın ortalarından itibaren başlayan yeni durgunluk sürecinin nereye doğru evrileceğinin önem taşıdığı ve dikkatle izlenmesi gerektiği vurgulandı.
İspanya’daki Marksist Leninist Partiler Konferansı’nın ele aldığı başka önemli bir gündem maddesi ise, “Sendikaların durumu, partilerimizin işçi sınıfı ve sendikalar içerisindeki çalışması” konusu idi. Çeşitli ülkelerdeki somut durumla ilgili yararlı verilerin sunulduğu, tartışmaların yapıldığı bu bölümde, sendikaların uluslararası plandaki durumu ve sorunları ele alındı. İşçilerin patrona ve kapitalizme karşı mücadele merkezi olarak kurulan sendikaların, işçi aristokrasisi elinde nasıl etkisiz araçlara dönüştürüldüğü, örnekleriyle ortaya kondu. İşçi sınıfının mücadeleci kesimleri içerisinde “nasıl bir sendikaya ihtiyaç duyulduğu” konusunda tartışmaların örgütlenmesi, işçilerin kendi örgütlerine sahip çıkmalarının teşvik edilmesine vurgu yapıldı.
Konferans’ta bir dizi başka pratik konu da ele alınıp tartışıldı ve kararlar alındı.
Konferans sonunda yayınlanan ortak açıklamada ise, işçi ve emekçilere mücadele ve dayanışma çağrısı yapıldı. Marksist Leninist partilerin, hareketin her zaman içerisinde ve başında olma kararlığıyla hareket edecekleri bir kez daha ilan edildi.
Uluslararası Marksist Leninist Parti ve Örgütler Konferansı’na katılan örgütler:
Almanya ML Parti İnşa Örgütü (Arbeit Zukunft)
Arnavutluk Komünist Partisi
Brezilya Devrimci Komünist Partisi
Danimarka Komünist İşçi Partisi
Dominik Cumhuriyeti Komünist Emek Partisi
Ekvador Marksist Leninist Komünist Partisi
Fas Demokratik Yol Örgütü
Fransa Komünist İşçi Partisi
İtalya Komünist Platform
İran Emek Partisi (Tufan)
İspanya Komünist Partisi ML
Meksika Komünist Partisi ML
Tunus Komünist İşçi Partisi
Türkiye Devrimci Komünist Partisi
Venezuela Komünist Partisi ML
Volta Devrimci Komünist Partisi
Yunanistan Komünist Parti Yeniden İnşa Örgütü (1918-1955)
Açıktır ki, son bir yıl içerisindeki olayları değerlendirirken altı çizilmesi gereken en önemli gelişme, başta Tunus ve Mısır olmak üzere Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da Arap ülkelerindeki halk ayaklanmaları ve halk hareketleridir. İşsizlik, hayat pahalılığı ve yoksulluk, on yıllardır emperyalizme sırtını yaslamış otokratik yönetimlerin cenderesi altında öfkesi ve tepkisi birikmiş Arap halklarının demokrasi ve özgürlük talepleri, sözkonusu halk hareketlerinin ortak temeli idi. Özellikle Tunus ve Mısır’da, kitleler haftalarca sokakları işgal etti, yüz binler ve milyonlar halinde alanlara aktı. Hareket, çok geniş emekçi ve halk katmanlarını, gençlik kesimlerini içine alan bir karakter taşıdı. İşşizler, değişik emekçi katmanları, diktatörlüklere karşı demokrasi ve özgürlük talep edenler, bu hareketlerin bileşenleri oldular. İrili-ufaklı gösteri ve protestoların, halk isyanlarının patlak verdiği ve gerçekleştiği Arap ülkelerinin bütününde, gençlik özel bir yer tuttu ve önemli bir rol oynadı. Özellikle işsiz gençlik yığınları, gösterilerin ateşleyicisi oldu.
Değişik çevrelerce de ifade edildiği üzere, Arap halk hareketleri ve isyanlarında “birinci raund” bitti. Ayağa kalkan halkların köklü değişim istemi ve ekonomik, sosyal ve siyasal özgürlük talepleri ile ortaya çıkan sonucun örtüşmediği biliniyor. Buna karşın, Tunus ve Mısır’da ABD ve Batılı emperyalistlerin güdümündeki rejimler, tasfiye olmasalar da, halk isyanları sonucunda büyük darbeler aldılar. Ve şimdi, halk isyanlarına hazırlıksız yakalanan ABD ve diğer Batılı emperyalistlerin yol göstericiliği ve desteğinde, gedikler kapatılmaya, diktatörlükler Bin Ali’siz ve Mübareksiz yeniden reorganize edilerek sürdürülmeye çalışılıyor. Sözde yeni “İslami terör tehlikesine karşı” Tunus ve Mısır’a “yardımcı olma vb.” görüntüsü altında, emperyalistlerin, bölgedeki halk hareketlerini kontrol altına almak ve çıkarlarını, etki ve nüfuz alanlarını genişletmek ve güvenceye almak için girişimleri yoğunlaşmaktadır. Ancak, onların bu girişimleri; yeniden paylaşım mücadelelerini gündeme getirip, aralarındaki çelişkileri derinleştirerek ilerlemektedir.
Şurası açıktır; kısmi bazı tavizlerle diktatörlüklerin Bin Ali’siz ve Mübareksiz yürütülmeye çalışılması o kadar kolay değildir ve olmayacaktır. Her şeyden önce, halkların ayağa kalkmasına yol açan talepler büyük ölçüde karşılanmış değil. Yanı sıra, hareket geriye çekilmiş olsa da, sönmüş (kitleler sokaklardan tümüyle çekilmiş) değil. Tunus’daki halk isyanında örgütlü güç olarak çok önemli bir rol oynayan kardeş partimiz, halkın taleplerini canlı tutma, hareketi tabandan yeniden örgütleme ve en geniş kesimleri emekçi halkın ortak talepleri etrafında birleştirme yönündeki çabalarını sürdürüyor. Bölgenin değişik ülkelerinde, belli bir beklenti içerisine sokulan emekçi kitlelerin hareketindeki durgunluğun yerini yeniden bir canlanmaya bırakmaya başladığına dair işaretler mevcut. Yemen, Bahreyn, Ürdün, Cezayir, Fas vb. gibi değişik ülkelerdeki irili-ufaklı gösterilerin yanı sıra, özellikle ABD emperyalizminin bölgedeki en önemli dayanaklarından biri konumunda olan Mısır’da, önceki gösteriler sırasında halka sempatik gözükmeye çalışan ve ardından “istikrar ve düzeni” sağlamak üzere devreye giren ordunun güdümündeki yönetime karşı “defol” sloganları ile yüz binlerin ve milyonluk kitlelerin yeniden sokağa döküldüğüne şahit olunuyor.
Gelişmelerin nasıl bir seyir izleyeceğini önümüzdeki dönemde daha net bir şekilde göreceğiz. Ancak daha bugünden birçok şeyin artık eskisi gibi olmadığı ve olmayacağı açıktır. Herşeyden önce halk kendi gücünü görmüştür. Bilinen sübjektif faktördeki zayıflıklar nedeni ile bugün açısından sonucuna götürülmüş olunmasa da, Bin Ali ve Mübarek örnekleri, birleşmiş ve ayağa kalkmış kitleler karşısında, sırtlarını emperyalizme yaslamış ve çok güçlü gibi gözüken diktatörlüklerin ne kadar kof olduğu bir kez daha görülmüş/gösterilmiştir. Yıllardır, hep “İslam-terör” bağlantısı içerisinde dünyaya resmedilen bu bölge, bu kez iş ve diğer ekonomik sosyal ve demokrasi ve özgürlük gibi siyasal talepleri ile ayağa kalkan halklar olarak, dünya halklarının gündemine oturmuştur. Daha öncesinde değişik ülkelerde ortaya çıkmış işçi ve kitle hareketlerinin yanı sıra, Arap halklarının başkaldırıları ile, dünya ölçeğinde işçi ve halk hareketlerinin, öfke patlamaları ve halk isyanlarını da içinde taşımak üzere, yeni bir dönemece girmekte olduğunun altı bir kez daha çizilmiştir. Ve ama aynı şekilde bu durum, başta işçi sınıfının güçlü devrimci partileri olmak üzere, sübjektif faktördeki zayıflığı/zayıflıkları da daha çarpıcı hale getirmiştir, getirmektedir.
ABD ve Batılı emperyalistler, bir yandan yaslandıkları diktatörlükleri yeniden reorganize etmeye çalışırken, yanı sıra da, bölgede oluşmuş genel atmosferi ve dünya halklarının diktatörlüklere karşı ayağa kalkmış halklara gösterdiği sempatiyi, “insan hakları, özgürlük ve demokrasi” adına, Libya ve Suriye örneklerinde olduğu gibi, bölgede kendisi açısından sorun olarak gördüğü ülkeleri karıştırmak, askeri müdahalede bulunmak ya da bunun koşullarını hazırlamak üzere değerlendirdi. “Demokrasi ve özgürlük” adına, (içeriği güç ilişkileri tarafından doldurulan ve gerçekte bir anlam ifade etmeyen) “uluslararası hukuk kuralları” da hiçe sayılarak, aylardır Kaddafi’nin kontrolünde olan bölgeleri asker-sivil ayrımı yapmaksızın bombalayan Batılı emperyalist güçler, büyük ölçüde emellerine nail olmuş gözüküyorlar. Ve bilinen tekrarlanıyor: “Özgürlük ve demokrasi sevdasına” yağdırılan bombaların eşliğinde, petrol ve doğalgaz rezervleri üzerinde hangi emperyalist gücün payının ne kadar olacağının kapışması yaşanıyor.
Kaddafi yönetiminin, savunulacak/desteklenecek bir yanı olmayan gerici bir diktatörlük olduğunu biliyoruz. Bazı “sol” çevreler, buradan hareketle, açıktan emperyalistlerin müdahalesini desteklemeseler dahi, “Kaddafi karşıtı” hareketle, Arap halklarının öfke patlamaları ve ayaklanmaları arasında paralellikler kurmaya çalışıyorlar. Aslında çeşitli liberal çevrelerin “demokrasi ve özgürlük” adına emperyalistlerin askeri müdahalelerini açıktan alkışlamalarını, bunlar, “utangaç” ve biraz daha üstü örtülü bir tarzda yapıyorlar.
Yaşanan gelişmeler, halkın hoşnutsuzluğunun ve demokrasi, özgürlük isteminin, emperyalistler tarafından bu ülkenin kaynaklarını yağmalamak için nasıl istismar edildiğini açıkça ortaya koyuyor. Libya halkının Kaddafi yönetimine olan tepkisini anlamakla, olanı desteklemenin birbiriyle hiçbir bağlantısının olmadığını vurgulamalıyız. Özgürlük ve demokrasi bir yana, önümüzdeki dönemin Libya halkı açısından daha fazla acı, yoksulluk anlamına geleceğinin; ülkenin tam bir kaos ve gerici iç savaşların girdabına sürükleneceğinin örnekleri mevcuttur.
Libya’da uygulanan senaryo, farklı bir biçimde Suriye’de de deneniyor. Suriye, tüm bölge, özellikle İran ve Lübnan’daki gelişmeler açısından da önem taşıyor. Suriye’de emperyalistlerin öngördüğü bir değişimin gerçekleşmesi halinde, İran ve yanı sıra Lübnan Hizbullah’ı, Suriye gibi bir müttefikini kaybedecek ve İran’ın Lübnan Hizbullah’ına lojistik destek sağlama olanakları önemli ölçüde sınırlanacaktır. ABD ve diğer Batılı emperyalistler, bir yandan İran’ı sürekli tehdit altında tutarken, yanı sıra da onu yalnızlaştırma taktiği izliyor. Hamas’ı, İran ve müttefiklerinden koparma amaçlı plan adım adım uygulanmakta, başta ABD olmak üzere emperyalistler, Müslüman halklar arasındaki mezhep farklılıklarını da kullanarak, amaçlarını gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar. Suriye ve Lübnan, başka şeylerin yanı sıra, Doğu Akdeniz’deki petrol ve gaz yataklarının paylaşımı, Filistin sorununun emperyalistlerin tercihleri doğrultusunda çözümü ve İsrail açısından da önem taşımaktadır. Doğu Akdeniz; yeniden paylaşım mücadelelerinin bölgenin belli başlı ülkeleri arasında yer alan Mısır, İsrail ve Türkiye’yi de girdabına çekerek şiddetlendiği ve Ege’ye doğru genişleyebilecek kriz merkezlerinden biri haline geliyor.
İŞÇİ, EMEKÇİ VE GENÇLİK HAREKETİNDE YENİ BİR CANLANMA VE YAYGINLAŞMA BELİRTİLERİ
Son bir yıl içerisinde dünya ölçeğinde kitle hareketleri değerlendirildiğinde, Arap ülkeleri ve Kuzey Afrika’daki gelişmelerin özel olarak altı çizilmesi gerekirken, vurgulanması gerekenin bundan ibaret olmadığı da açıktır. İşçi ve yığın hareketinde bir yaygınlaşma ve kitleselleşmenin, kendine özgü ayırdedici özellikleri olmakla birlikte, sadece Arap ülkeleri ve Kuzey Afrika’ya ait bir gelişme olmadığı biliniyor. Özellikle 2010’un sonundan başlayarak, dünyanın birçok bölgesinde, işçi ve emekçi hareketinde, gençlik hareketinde bir canlanma ve yaygınlaşma görülüyor. Arap ülkeleri ve Kuzey Afrika’nın yanı sıra, İsrail’den son bir yıl içerisinde sayısız genel grevin ve kitlesel gösterinin gerçekleştiği Yunanistan’a, İngiltere, İspanya ve İtalya’ya, buradan Kolombiya ve Şili’ye kadar yüz binlerin, milyonların katıldığı kitlesel gösteriler, genel grevler, değişik biçimlerde kitlesel protesto eylemleri gerçekleşti. Bunların birçoğu, gerçekleştiği ülkelerde uzun yılların en kitlesel grevleri/gösterileri olma özelliği taşıyorlar.
Yaklaşık son bir yıl içerisinde, Arap ülkelerinden İsrail’e, Afrika, Avrupa ve Amerika’ya kadar birçok bölge ve kıtadaki gelişmelere bir göz atıldığında, gençlik hareketinde bir canlanmanın, gençliğin ayağa kalkışının uluslararası bir eğilim kazanmakta olduğuna özel olarak işaret etmekte yarar var. Bazı ülkelerdeki gençlik gösterileri, haftalarca/aylarca kesintisiz bir biçimde sürdü. Ki, (yazı kaleme alındığı dönemde) Şili’deki gösteriler sürmeye devam ediyordu. Ülkelere göre, öğrenci ya da işsiz, yoksul ve öğrenci gençliğin ortak eylemleri olarak gerçekleşen gençlik hareketleri; Arap ülkelerinde olduğu gibi, halk hareketlerinin doğrudan bir parçası ve ateşleyicisi oldu; Şili örneğinde ise, işçi grevleriyle birleşti. Değişik ülkelerdeki gençlik eylemleri birbirinden etkileniyor, birbirini izliyor ve birbiriyle dayanışıyor..
Bazı ülkelerde demokratik ve siyasal özellikteki taleplerin yanı sıra, hemen tüm ülkelerde, işsizlik, yoksulluk, ekonomik, sosyal ya da eğitim alanındaki saldırılar kitle hareketlerinin ve gençlik eylemlerinin esas ateşleyicisi oldular. Krizin derinleştiği, kitle hareketinin geliştiği borç kıskacındaki Yunanistan gibi ülkelerde; tüm iç ve dış borç ödemelerinin derhal durdurulması, tüm sermaye hareketlerinin devlet denetimine alınması, bankalara el koyulması, yurt-dışına para kaçıran tüm kapitalistlerin ve işletmelerin mal varlıklarına el koyulması gibi günlük-kısmi talepleri aşan yeni talepler gündeme gelmiş; IMF, Dünya Bankası, AB, Euro para birliği gibi emperyalist kuruluşlardan çıkılması gibi taleplerin ajitasyonu özel bir önem kazanmıştır. Kitle ve gençlik hareketlerinin canlanması ve yaygınlaşmasında, ekonomik, sosyal ve siyasal alanda birikmiş sorunların yanı sıra, 2008-2009 Krizi’nin yüklerinin işçi ve emekçilerin ve halkların sırtına vurulmasının sonuçlarının hissedilir hale gelmesinin özel bir rol oynadığını özel olarak belirtmeliyiz.
Önümüzdeki dönemde uluslararası ölçekte hareketin nasıl ve ne yönde bir seyir izleyeceğine ilişkin bugünden kesin şeyler söylemek tabii ki mümkün değil. Ancak, genelde kitle ve özelde de gençlik hareketinde gözlemlenen canlanma ve yaygınlaşma eğiliminin gelip-geçici olmadığını, önümüzdeki dönemde de devam edeceğini söyleyebiliriz ve söylemeliyiz de! Önümüzdeki dönemde, geride bıraktığımız süreçte Arap ülkelerinde yaşananlara benzer öfke patlamaları, halk isyanları da sürpriz olmayacaktır.
Bunları söylerken, başlıca şu iki faktörden hareket ediyoruz: Birincisi; farklı ülkelerde farklı düzeylerde olmakla birlikte, özellikle son yılların çalışma ve yaşam koşulları gittikçe kötüleşen emekçi kitleler içerisinde biriktirdiği sorunlar ve tepkidir. İkincisi; 2008’de patlak veren krizin ardından kapitalist dünya ekonomisi, 2009’un ikinci yarısından 2011’in ortalarına kadar olan dönemde bir toparlanma ve nisbi bir canlanma içerisine girmesine karşın, işçi ve emekçi yığınların çalışma ve yaşam koşulları kötüleşmeye devam etmiştir. Ekonomik, sosyal ve hayatın hemen bütün alanlarında saldırılar hızından hiçbir şey kaybetmeden sürmüştür ve sürmektedir.
Yanı sıra, yaklaşık iki yıl kadar süren, ancak gelişmiş kapitalist ülkeler açısından sanayi üretiminin kriz öncesi düzeye bile çıkamadığı bir canlanma sürecinin ardından, kapitalist dünya ekonomisinin, bu canlanma ve büyüme sürecini de sürdüremiyeceğini gösteren ciddi emareler ortaya çıkmaya başlamıştır.
KAPİTALİST DÜNYA EKONOMİSİNİN DURUMU VE GELİŞME SEYRİ
Bu yılın ilk 7 ayındaki büyüme hızı önceki yıla göre düşmesine karşın, toplam dünya sanayi üretimi ve ticaret hacmi, kriz öncesi düzeyi aştı. 2000 yılı 100 olarak baz alındığında, kriz öncesi en yüksek düzeyi 134,7 olan toplam dünya sanayi üretimi, bu yılın Nisan ayındaki hafif bir düşüşün ardından, Mayıs, Haziran ve Temmuz aylarında da artarak, 143,1 düzeyine çıktı. Aynı şekilde, 2000 yılı 100 olarak baz alındığında, 2008 yılı başlarında en yüksek düzeyi 161 olan dünya ticaret hacmi, bu yılın 5. ayında 166 düzeyine ulaştı. Haziran ayında ise yaklaşık 3 puanlık bir düşüşle 162,8‘e gerileyen dünya ticaret hacmi, Temmuz ayında tekrar yükselerek 164,2 düzeyine çıktı. Ancak Mayıs ayındaki en yüksek düzeyin altında kaldı.
Dünya sanayi üretimi ve ticaret hacmi 2009 yılının ortalarından itibaren artarak kriz öncesinin en yüksek düzeyini geçmesine karşın, bu yılın Temmuz ayına ilişkin veriler; ABD, Japonya gibi gelişmiş kapitalist ülkelerin de aralarında yer aldığı birçok ülkede, sanayi üretiminin, kriz öncesi döneme yaklaşmakla birlikte altında kaldığını göstermektedir. Sanayi üretim düzeyi, 2000 yılı için 100 olarak baz alındığında; krizin patladığı 2008 yılının başlarında üretimdeki zirve, ABD’de 109, Japonya’da 110, Euro bölgesinde 114,7, Asya’da 237, Afrika ve Ortadoğu’da 119,4 ve Latin Amerika’da 130,5 civarında olmuştur. Yine 2000 yılı 100 olarak alındığında, sanayi üretimi; bu yılın Temmuz ayında ABD’de 102, Japonya’da 94,7 (2. ayında ise 99,7), Euro bölgesinde 108,4, Asya’da 317,4, Afrika ve Ortadoğu’da 114,3 (2. ayında 114,8) ve Latin Amerika’da 132,8 (3. ayında 133,9) civarında gerçekleşmiştir.
Veriler; 2009 yılı ortalarından bu yılın ortalarına kadar olan iki yıllık sürede dünya sanayi üretiminin, dünya ticaret hacminden daha hızlı büyüdüğünü ve bu büyümenin ülkeler ve bölgelere göre eşit olmayan bir biçimde gerçekleştiğini, belli başlı emperyalist güçler arasındaki güçler ilişkisindeki değişimin son iki yılda da devam ettiğini göstermektedir. Verilerin ortaya serdiği bir başka gerçek de, dünya ölçeğinde sanayi üretimi artış hızının düşmesi ve istikrarsız gelişiminin belirginleşmesidir.
Hem üretim araçları üreten sektörde ve hem de genelde sanayi üretiminin büyüme hızında bir düşüş görülüyor. “UNIDO” verilerine göre, sanayileşmiş ülkelerde (bununla gelişmiş Batılı kapitalist ülkeler kastediliyor), bu yılın ilk çeyreğinde imalat sanayi, bir önceki çeyreğe göre, büyümek bir yana, %-0,15 oranında küçüldü. Bu, AB ve Euro bölgesinde daha belirgin. Bu yılın ikinci çeyreğinde ekonomik büyüme (GSYİH) Almanya’da ancak 0,1, AB ortalamasında ise 0,2 oranında gerçekleşti. Siparişler, AB’nin yanı sıra, ABD, Japonya ve Çin’de de geriliyor.
Mali piyasalardaki dalgalanma ve sarsıntı, Brezilya Maliye Bakanı’nın deyimi ile “kur savaşları” ve aynı şekilde yaygınlaşarak derinleşeceği görülen borç krizleri biliniyor. Birbirini izleyen zirvelerin, görüşmelerin değişmez ana konularından birini bu oluşturuyor.
2008 Krizi ile birlikte, başta gelişmiş kapitalist ülkeler olmak üzere, dünya ölçeğinde, iflasın eşiğindeki bankaları ve şirketleri kurtarmanın yanı sıra, siparişleri ve ekonomik canlanmayı sağlamaya dönük, değeri trilyonlarla hesaplanan büyük kalkınma (konjonktür) programları hazırlandığı biliniyor. Hemen bütün olanaklar harekete geçirilip, tüm kaynaklar kullanılarak oluşturulan sözkonusu fonların-paketlerin, siparişlerdeki artışa ve son iki yıldaki canlanmaya yol açan faktörlerden biri olduğu, krizin kontrol altına alınmasında çok büyük bir rol oynadığı ortadadır.
Ama bu, aynı zamanda, devlet borçlarının da devasa büyümesini ve bilinen bugünkü borç krizlerini beraberinde getirdi. Ve şimdi daha da büyümüş devlet borçları ve borç krizleri, mali piyasaları ve genel olarak ekonomileri olumsuz yönde etkileyen bir faktör olarak, tersinden bir rol oynuyor.
14 trilyonla dünyanın en borçlu devleti konumundaki ABD, borçlanma limitini yükselterek, “iflasını” şimdilik ertelemiş görünüyor. AB’de ise, uzun bir süredir borç krizi gündemden düşmüyor. Borç krizi, aynı zamanda Euro krizi olarak tartışılıyor ve Euro Birliği ve dolayısıyla da AB’nin geleceğini tehdit eden bir özellik taşıyor.
Portekiz’den İrlanda ve Yunanistan’a, İspanya’dan İtalya’ya kadar birbiri ardından borç krizine sürüklenen ülkeleri “kurtarmak” üzere, “kurtarma fonları” oluşturuluyor, “Avrupa Ekonomi Hükümeti” kurulması, bütün AB ülkeleri anayasalarına “borç sınırlaması-limiti” konması, “Eurobonds” (Euro ülkelerinin ortak devlet tahvilleri) uygulamasına geçilmesi türünden öneriler-tartışmalar birbirini izliyor.
Hem bir “iç pazar” ve hem de “Birlik” olarak AB’nin, Alman emperyalizmi açısından, dünya ölçeğindeki hegemonya mücadelesinde etkili olabilmek için stratejik bir “üs” anlamını taşıdığı biliniyor. Özellikle bu nedenle, başta Almanya ve yanı sıra da Fransa, Euro Birliği’nin ve AB’nin dağılmasının önüne geçmek üzere, hararetli bir biçimde Euro krizinden çıkış yolları arıyorlar. Anayasalara “borç sınırlaması” konması talebi ile, devlet borçlanmalarını frenlemenin yanı sıra, “kriz programları”nın, bir başka deyişle işçi ve emekçilere yönelik saldırı programlarının hayata geçirilmesinin AB üzerinden kontrol ve güvence altına alınması hedefleniyor. “AB Ekonomik Hükümeti” önerisi ise, zayıf ülkelerin egemenlik haklarının Almanya, Fransa gibi güçlü emperyalist ülkeler ve mali sermaye çevreleri lehine ortadan kaldırılmasından öte bir anlama gelmiyor.
AB’de borç krizi içindeki ülke ekonomilerinin aynı zamanda ya bir durgunluk veya daralma içinde bulundukları ise, vurgulanması gereken bir başka noktadır. Yunanistan’ın GSYİH’ı yaklaşık üç yıldır geriliyor. 2011’in ilk çeyreğinde %8,1 oranında olan gerileme, ikinci çeyrekte %6,9 olarak gerçekleşti. İtalya ekonomisindeki büyüme 2010’un son çeyreği ile 2011’in ilk çeyreğinde sadece %0,1 oranında gerçekleşebildi. İtalyan sanayi üretimi halen, kriz öncesinin en yüksek düzeyinin %15 altında bulunuyor. Bir başka ifade ile, borç krizleri ekonomideki durgunluğu tetikleyen faktörlerden biri olurken, ekonomideki durgunluk da borç krizlerinin aşılmasını daha zorlaştıran bir rol oynuyor. İleri kapitalist ülkeler başta olmak üzere kapitalist dünyanın, dünya kapitalist ekonomisinin gelişme sürecine müdahale olanakları düne göre çok daha sınırlanmış durumda.
Herşeyden önce, sırtlarına bindirilen yeni yüklerle birlikte işçi ve emekçi yığınların alım güçleri sürekli bir düşüş içerisinde, işsizlik-yoksulluk giderek yaygınlaşıyor. Borç krizinin gündemde olduğu ülkelerde daha büyük çaplı olmak üzere, dünya ölçeğinde hemen tüm ülkelerde kapsamlı yeni “tasarruf” paketleri açılıyor ya da açıklanıyor. Dünya ölçeğinde, sadece 13 tekelin 300 bin civarında işçiyi ve çalışanını sokağa atmayı planladığı açıklanıyor. Yığınların alım gücünün düşüyor olmasının, iç pazarı daraltan ve dünya ekonomisinin durgunluğa doğru evrilmesini tetikleyen faktörlerden biri olduğu ve olacağı açıktır.
Diğer yandan, 2008 Krizi sonrasında olduğu gibi, kapitalist dünyanın, bir süre için de olsa, siparişlerin ve ekonomik büyümenin sürükleyicisi olabilecek büyük çaplı fonlar ya da çeşitli “konjonktür paketleri” ile piyasaya müdahale olanakları da önemli ölçüde tükenmiş durumda. Ki, 2008 Krizi ile birlikte kapitalizmin tarihinde görülmemiş büyüklükteki mali müdahalelerin bugün başlarına bela olduğu ve ekonomik büyümedeki düşüşe paralel olarak bunun sonuçlarının önümüzdeki dönemde daha da ağırlaşmış bir sorun olarak kapitalist ülkelerin ve hükümetlerinin karşılarına dikileceği beklenmedik bir gelişme değildir.
Önümüzdeki dönemde; dünyanın ikinci büyük ekonomisi Çin’in de artık 2008-2009 Krizi’nde ve sonrasında olduğu gibi, sürükleyici bir rol oynayabilme olasılığı oldukça zayıf görünüyor. Çin, 2008 kriz koşullarında, aynı zamanda piyasaya sunduğu ucuz krediler, çeşitli konjonktür programları ile hızından fazla bir şey kaybetmeden ekonomik büyümesini sürdürebilmiş ve hem de, kriz içerisindeki diğer büyük emperyalist ülke ekonomilerinin ve genelde de kapitalist dünya ekonomisinin yeniden toparlanması ve nispi bir canlanma içerisine girmesinde önemli bir rol oynamıştı. Ancak bunun faturası, bugün yüksek enflasyon, emlak sektöründe büyük bir şişkinlik ve “görünmeyen”(yerel düzeylerdeki) yüksek borçlar olarak Çin’in önüne çıkmış durumda. Bu faktörler, Çin’in, önceden olduğu çapta piyasalara müdahale etmesini olanaklı kılmayacaktır.
Kapitalist-emperyalist dünya tablosundaki tüm veriler; önümüzdeki süreçte kapitalist dünya ekonomisinin, son iki yıldaki canlanmayı da sürdüremeyeceğine, tüm çelişki ve çatışmaların derinleşeceğine; daha kapsamlı ve çok yönlü saldırılarla yüz yüze olan işçi, halk ve gençlik yığınlarının, sorunları, gelecek güvensizliği, umutsuzluğu ve hoşnutsuzluğu gibi, öfkesi ve tepkisi de derinleşmiş olarak mücadelesinin yaygınlaşıp yükseleceğine işaret ediyor.
Söz konusu gelişmeler ve özellikle de işçi, halk ve gençlik hareketindeki yükselişin, haliyle farklı ülkelerde kendine has farklı özellikler taşısa ve farklı boyutlarda cereyan etse de, giderek dünya ölçeğinde genelleşme eğilimi içine girmesi, aynı zamanda hareketteki dağınıklık, örgütsüzlük ve politik perspektif zayıflığını da daha belirgin, çarpıcı ve hissedilir hale getiriyor. Bu zayıflık, geride bıraktığımız dönemde gelişen işçi, halk ve gençlik hareketlerinde de kendini yakıcı biçimde ortaya koydu. Açıktır ki, sübjektif faktördeki zayıflık ya da zayıflıklar, güç ve tecrübe biriktirmek de içinde olmak üzere, hareketin ufkunu, taleplerini/kazanımlarını sınırlıyor. Subjektif faktördeki zayıflık denince söz konusu edilen, en başta işçi sınıfının gerçek devrimci partilerinin ya çoğu ülkede var olmaması veya bulunduğu ülkelerde işçi sınfı, gençlik ve emekçi kitlerle bağlarının henüz çok zayıf olduğu gerçeğidir. Tüm bunlar bilinmez yeni bir durum olmadığı gibi, kendi başına bunları fazlaca yinelemenin de çok anlamlı olmadığı ortadadır. Sorun, partilerimizin çalışma ve mücadelelerini bütün yönleriyle bu zayıflıkları hızla aşacak bir düzeye yükseltmesidir. İşçi sınıfının, geniş gençlik kitlelerinin ve ezilen halkların hareketindeki yaygınlaşma ve yükseliş; aynı zamanda işçi sınıfının yeni devrimci partilerinin kurulması, bu partilerin güç toplamaları, kitlelerle daha geniş ve sağlam bağlar kurmaları ve hareketteki zayıflıkları aşmalarının olanaklarını genişletmektedir.
Küresel finans piyasalarında istikrarsızlık ve Türkiye ekonomisine yansımaları
2008 yılında ortaya çıkan kriz ile birlikte kredi piyasalarında ve reel ekonomide sert bir daralma yaşanmıştır. Krizin başlangıcından itibaren başta ABD olmak üzere birçok ülkede genişlemeci para politikaları uygulamaya konulmuş, kasalarındaki sorunlu varlıklar karşılığında bankalara uzun vadeli krediler açılmış, faizler hızla aşağı çekilirken, devlet harcamaları ekonomideki talep yetersizliğini gidermek üzere arttırılmıştır. Aynı süreçte uygulamaya konulan vergi indirimleri ve daralan üretim nedeniyle vergi gelirlerinde sert düşüş yaşanmış, dev bütçe açıkları ortaya çıkmıştır.
Bugün geldiğimiz noktada ABD’de ve Avrupa’da bütçe açıklarına ve kamu borç yüküne dair artan endişelerin küresel piyasalardaki istikrarsızlığın ardındaki temel etken haline dönüştüğünü izliyoruz.
Geçtiğimiz Ağustos ayı içerisinde uluslararası kredi derecelendirilme kuruluşu olan Standard and Poors tarafından ABD’nin kredi notunun düşürülmesi ve negatif yönlü izlemeye alınması, önümüzdeki dönemde piyasalarda istikrarsızlığın hızla tırmanacağını ve dikkatlerin uzunca bir süre daha bütçe açıklarına yoğunlaşacağını göstermektedir. Mevcut koşullar altında bugün Yunanistan, İspanya, Portekiz, İtalya gibi ülkelerde “istikrar tedbirleri” adı altında uygulamaya konulan politikaların daha geniş bir coğrafyada uygulama alanı bulacağı ve bütçe açıkları bahanesiyle emekçi sınıfların yüz yılı aşkın bir mücadele sonucu elde ettiği kazanımların kalan kısmının da büyük ölçüde tasfiyesinin amaçlandığı görülmektedir.
SERMAYEYE KAYNAK AKTARIMI İÇİN KULLANILAN KRİZ ÖNLEM PAKETLERİNİN BEDELİ EMEKÇİLERE ÖDETTİRİLMEK İSTENMEKTEDİR
Yaşanan kriz, sosyal demokrat-Keynezyen iktisatçıların beklentilerinin aksine, iktisat politikasında yoksul kesimler lehine yeniden dağılımcı bir paradigma kırılması yaratmamış, önceki krizlerde olduğu gibi işçi ve emekçilerin çalışma ve yaşam koşullarının hızla bozulmasına yol açmıştır. Kredi piyaslarını ayakta tutmak adına finans sektörüne aktarılan trilyonlarca dolar finans sektöründeki kârların kısa sürede eski seviyelere ulaşmasını sağlamış, finans sektörü, birçok ülkede 2010 yılını en kârlı kapatan sektörlerin başında gelmiştir.
Reel sektörde de kriz bahanesiyle yaşanan işten çıkarmalar, ücretlerde yapılan kesintiler ve işçilere dayatılan karşılıksız mesailer kârlılığın hızla toparlanmasına yol açmıştır. Ülkemizde de, birçok dev sanayi kuruluşunun, işçi ücretlerinde kriz nedeniyle uygulanan kesintilerin sürdüğü dönemde rekor kârlar açıkladığı izlenmiştir. Bugün birçok şirketin piyasa değerleri kriz öncesindeki seviyelerin çok üzerine tırmanmasına rağmen reel ücretlerin kriz öncesinin altında kalması, krizin bölüşüme dair etkilerini gözler önüne sermesi açısından önem taşımaktadır.
Kriz sonrasında alınan önlemlerin yarattığı bütçe açıkları ise bir kez daha ücretli kesim üstünden yapılan kesintilerle kapatılmak istenmekte, dolayısıyla gelir dağılımı eşitsizliği giderek büyümektedir. Yine, yatırımları teşvik amacıyla geliştirilen düzenlemelerin yanında yarı zamanlı istihdamın geliştirilmesi ve kıdem tazminatının kaldırılmasının planlanması gibi önlemler, emekçi kesimin yoksullaşması, güvencesizliğin artması, çalışma koşullarının ve “istihdamın niteliğinde bozulma” gibi sonuçlara yol açmaktadır.
Bu duruma, kriz sonrasında istihdamdaki toparlanmanın değerlendirildiği 2011 yılı ILO raporunda da vurgu yapılmaktadır.
AVRUPA BORÇ KRİZİ VE SONUÇLARI
Son dönemde dünya piyasalarında istikrarsızlığın ardındaki temel unsurlardan başlıcası Avrupa ülkelerinde hızla tırmanan bütçe açıkları ve artan temerrüt* riski olmuştur. Yunanistan ile başlayan kriz dalgasının, sonrasında İrlanda, Portekiz, İspanya ve İtalya ile sürdüğünü görmekteyiz.
Mayıs ayında kredi derecelendirme kuruluşu Fitch tarafından kredi notu üç kademe birden düşürülen Yunanistan’da, on yıllık devlet tahvillerinin faiz oranı, bir yıl öncesine göre ikiye katlanarak, yüzde 17’lere dayandı. Bu durum, borcun piyasaya yeni tahvil sürerek döndürülmesinin sadece daha maliyetli hale gelmesine değil, aynı zamanda da giderek imkansızlaşmasına yol açtı.
Avrupa istikrar fonu tarafından yapılan müdahale şimdilik Yunanistan’a dair endişelerin ikinci plana atılmasına neden olsa da, İspanya ve İtalya gibi daha büyük ülkelerde de temmerüt riskinin hızla artması, borç krizinin giderek başa çıkılamaz bir hale gelmesine neden oluyor. Yunanistan’daki krize daha etkin müdahale amacıyla ve çetin pazarlıklar sonrasında kredi kapasitesi ancak 440 milyara çıkartılan Avrupa istikar fonunun, daha anlaşmanın mürekkebi kurumadan 1 trilyon Avro gibi bir büyüklüğe ulaşması gerektiği dile getirilmekteydi. Bu fon üye ülkelerin hazineleri tarafından karşılandığından, böylesi bir genişlemenin uygulanabilmesi açısından mali yükü büyük oranda göğüsleyecek Fransa ve Almanya’nın onayı büyük önem taşıyordu. Ekim ayının son günlerinde varılan anlaşma kısa vadede Avro bölgesinin borç ödemelerine dair kaygıları dindirse de, uzun vadede ortak para biriminin geleceğine dönük belirsizlik sürüyor.
Doların anahtar para rolünü kaybedeceğine dönük beklentilerin güç kazandığı bir dönemde Avro’ya karşı güven kaybı yaşanması, Avro-Dolar paritesinde sert dalgalanmalara neden olduğu gibi, altın fiyatlarındaki hızlı artışın ardındaki temel etkenlerden biri durumunda. Avrupa’daki yüksek kamu borçları sadece Avro bölgesiyle de sınırlı kalmıyor. İngiltere’de kamu borç stoğu 1.2 trilyon pound civarında ve GSYİH’nın yüzde 76’sını buluyor.
Avrupa ekonomisinin içinden geçtiği bu çalkantılı dönemde para birliğinin geleceğine dair kehanetler de havalarda uçuşuyor. Aslına bakılırsa, herkesin Avro bölgesinin dağılabileceğini tartıştığı bir süreçte karar mekanizması giderek merkezileşiyor. Yakın zamana değin Avro bölgesinin en büyük sorunu olarak gösterilen ortak para birimine rağmen maliye politikalarının koordine olamaması durumu, yerini Almanya ve (kısmen Fransa’nın) sorunlu ülkelerin maliye politikalarına doğrudan müdahale edebildiği bir duruma bırakıyor. Merkel Eurobond ihracı konusunda ayak diredikçe, Yunanistan ve diğer sorunlu ülkeler üzerindeki yaptırım güçleri artıyor. Daha önce dayatılması mümkün gözükmeyen “tasarruf paketleri”, ülkenin sosyal patlamanın eşiğine gelmesi pahasına uygulamaya sokuluyor. Papandreu, Berlin’de Alman sermayesine, koltuğuna mal olacak olsa da dayatılan programın arkasında duracağının sözünü veriyor. Avro bölgesi liderleri krize çözüm bulmak amacıyla son 21 ay içerisinde 13 kez toplanırken, Merkel her toplantı öncesinde, borçlu ülkelerin kulağını çekmeden ve koşulsuz bir kurtarma olamayacağını hatırlatmadan edemiyor. Son zirve öncesinde de Berlusconi hükümetine çatan Merkel, borçlu ülkelerin ayağını yorganına göre uzatmasının gerekliliğini vurgulayarak, GSYİH’nın yüzde 120’sine ulaşan kamu borcunu aşağı çekecek tedbirlerin ivedilikle devreye sokulmasını talep ediyor. Avro’yu savunacaklarını, ama “krizin ana kaynağını” da (Merkel, burada kamu borçlarını kastediyor) asla unutmayacaklarını vurgularken, borçlu ülkelere de aba altından sopa gösteriyor.
Kamu borç yükünün düşürülmesinin iki yolu var. İlki, kamunun vergi gelirlerini yükseltmek, dolayısıyla da vergileri arttırmak. Sermayenin uluslararası hareketliliğinin en üst düzeyde olduğu günümüz kapitalizminde sermeyenin üzerindeki vergilerin arttırılmaya çalışılması, yoğun sermaye çıkışını tetikleyerek, ekonomik büyüklüğün daha da daralmasına ve de toplam vergi gelirlerin azalmasına neden olabileceği için, (mevcut sistemin sınırları içerisinde) böylesi politikaların uygulanabilirliği zorlaşıyor. İktidardaki hükümetlerin de pek böyle bir arayışı yok zaten. Bu noktada en pratik çözüm dolaylı vergilerin arttırılması oluyor ki, bu da, giderek yoksullaşan geniş halk kitlelerin üstündeki vergi yükünün büyümesi ve gelir dağılımının daha da bozulmasına neden oluyor.
Kamu borcunun düşürülmesinin bir diğer yolu da, hepimizin çok iyi bildiği gibi, ücretlerin sınırlandırılması ve sosyal harcamalardaki kesintiler başta olmak üzere, kamu harcamalarının kısılması. Çoğu zaman dolaylı vergilerdeki artış ile birlikte devreye sokulan ücret kesintileri krizin emekçilere yansıyan faturasını ağırlaştırırken, kamu kesimindeki ücret kesintileriyle birlikte özel sektördeki ücretler de gerilemeye başlıyor. Dolayısıyla, sermayenin kâr oranlarında da bir artış yaşanıyor.
Bugün Avrupa’da yaşananlar tarihsel bir kırılma noktasından geçtiğimizi göstermekte. Kriz, Avro bölgesinin borçlu ülkelerinde kapsamlı bir dönüşümü de beraberinde getiriyor. Fatura bir kez daha emekçilere kesilirken, “sosyal devlet”in son kalıntıları da tasfiye ediliyor. Büyüyen borç sarmalı ve kredi derecelendirme kuruluşlarının artan baskısı karşısında devreye sokulan özelleştirmeler ve bütçe kesintilerinin gelecekte daha da büyüyeceğini ve Yunanistan’da izlediğimiz senaryonun Avrupa’nın diğer borçlu ülkelerinde de tekrarlanacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.
ULUSLARARASI KREDİ KURULUŞLARININ YAPTIRIM GÜCÜ
Son yıllarda küresel ekonomide yaşanan gelişmeler, uluslararası kredi derecelendirme kuruluşlarının rolünün ve tarafsızlığının ana akım medya tarafından da sorgulanmasına yol açmıştır. Moodys, Standard and Poors, Fitch aynı zamanda dev fonlara yatırım danışmanlığı yapan şirketlerdir. Bu durum, onlara biçilen uluslararası denetim göreviyle çelişmekte ve çıkar çatışmasında yanlılık ve üstünlük etkeni olmaktadır. Aynı kurumların, kredi notu tehdidi ile, birçok geç kapitalistleşmiş ülkede zorla özelleştirmelere neden olduğu bilinmektedir. Yine dünyanın en bilinen borsa spekülatörlerinden Warren Buffet’in aynı zamanda Moodys’in başlıca hissedarlarından olduğunun, Standard and Poors’un ise bünyesinde bulundurduğu yayınevinin yanı sıra yatırım danışmalığı konusunda uzmanlaşan McGraw Hill’e ait olduğunun da altını çizelim.
Uluslararası finans sermayesinin bir uzantısı olan bu kredi derecelendirme kuruluşları, günümüzde ülkelerin kaderini iki dudağı arasında bulunduran talepleri yerine getirilmediğinde, söz konusu ülkelerin notlarını kırarak ya da talepleri karşılığında not arttırımına giderek, uluslararası sermaye hareketlerine yön veren, iktidarlar değiştirebilen dev bir güç olarak karşımıza çıkmaktadırlar. ABD’de yaklaşan seçimler öncesi yaşanan not indirimi, her ne kadar ülke tahvillerine dönük uluslararası talepte büyük bir gerileme yaratmasa da, Obama iktidarına vurulmuş en büyük darbelerden biri olarak görülmektedir. Böylesi bir durumun daha ufak birçok ülkeninin temerrüde düşmesi için tek başına yeterli olacak kadar yıkıcı etkiler yaratacağı not edilmelidir. Bu yönüyle, kredi derecelendirme kuruluşlarının küçük-orta büyüklükteki ekonomiler üzerinde büyük yaptırım gücüne sahip olduğunu söylemek mümkündür.
“İKİNCİ DİP” SENARYOLARI VE TÜRKİYE EKONOMİSİNE OLASI ETKİLERİ
Türkiye ekonomisinin hemen her büyüme döneminde olduğu gibi, kriz sonrasındaki ekonomik toparlanma süreci ile birlikte cari açık da hızla tırmanmaya başladı. 2011 seçimlerinden sonra uluslararası kredi kuruluşlarının da uyarıları üzerine, Merkez Bankası öncelikle cari açık sorununa odaklı bir strateji izlemek amacıyla ekonominin daha fazla ısınmasını önleyecek tedbirler aldı, ama Ağustos ayının başında finans piyasalarındaki sert dalgalanma sonrasında, bir süre daha ekonomik büyümeye odaklanacağının sinyallerini verdi.
2011 yılının ilk üç ayından itibaren ekonomi gündeminin ilk sıralarına yerleşen cari açığa dönük endişelere uluslararası piyasalardaki kriz beklentisi de eşlik edince, son aylarda TL’den hızlı bir kaçış yaşandı. 2003 yılını baz alarak oluşturulan endekse göre, geçtiğimiz yıl bu aylarda reel Türk Lirası kuru, gelişmiş ülke para birimleri karşısında yüzde 40, diğer gelişmekte olan ülke para birimleri karşısında ise yüzde 10 civarında değer kazanmış durumdaydı. Dolayısıyla, Türk Lirası’nın yaz aylarından bugüne diğer para birimleri karşısında yaşadığı sert değer kaybı pek de sürpriz sayılmamalı. Ne var ki, kurdaki bu sert düzeltmenin tek başına Türkiye’nin cari açık sorununa çözüm olacağı da beklenmemeli.
Ülkenin ithalatında yüzde 40 dolayında yer tutan enerji kaynaklarının fiyatlarındaki gelişmeler cari açığın başlıca belirleyicisi olarak göze çarpıyor. Üretim genişledikçe, enerji ithalatı ve de cari açık tırmanıyor. Bu noktada, gerek Türkiye, gerekse de dünya ekonomisindeki yavaşlamanın önümüzdeki süreçte cari açık kaygısını bir süreliğine arka plana atacağını söyleyebiliriz. Geleceğe dönük beklentilerdeki olumsuz hava enerji fiyatlarının da düşmesine yol açtığı için cari açığı geriletiyor. Petrol fiyatlarında yaşanan her 10 dolarlık düşüş, Türkiye’nin ithalatında kabaca 4 milyar dolarlık bir gerilemeye yol açıyor. Kurdaki bu sert hareketin cari açık üzerindeki etkisini önümüzdeki aylarda daha net göreceğiz.
Diğer yandan, kurun mevcut seviyleri koruması durumunda, bunun enflasyonist bir etki yaratacağı da muhakkaktır. Merkez Bankası’nın, son kararlarından, kurdaki bu sert hareketin yol açacağı tek seferlik artışın orta vadede ekonomik büyümenin yavaşlaması ile büyük ölçüde giderileceği kanaatinde olduğu anlaşılmaktadır.
Yine özel sektörün yabancı para cinsinden yükümlülüklerinin TL karşılığının hızla artması, şirket bilançolarına da olumsuz olarak yansıyacak, şirketlerin kredibilitesini düşürerek, borç çevrimini zorlaştıracaktır. Böylesi bir ortamda, iç piyasaya dönük sektörlerde kâr marjları daralacak ve bu da, işçi ücretleri üzerinde büyük baskı yaratacaktır.
Yukarıda çizilen senaryo çerçevesinde, önümüzdeki yasama yılında, kıdem tazminatı, bölgesel asgari ücret ve benzeri yasal düzenlemelerle emekçi sınıfların yasal kazanımlarının tasfiyesi ve sermayenin kârlılığını koruyacak tedbirlerin devreye sokulması kaçınılmaz olacaktır. Böylesi bir süreçte, sermayenin bir kez daha “krizin yükünü paylaşma” söyleminin arkasına sığınacağını biliyoruz. Sermayenin bu yöndeki propagandasına, geçmiş krizden elde edilen tecrübeleri de ön plana çıkartarak cevap verilmelidir. Böylesi bir ortamda işçi sınıfınn örgütsüz ve dağınık bir duruş sergilemesi durumunda, zaten iyice zayıflamış sendikal hareketin tarihinin en ağır darbelerinden birini alacağı da hatırlanmalıdır.
AKP’nin içeride ve dışarıda savaş yönelimi
GİRİŞ
Daha birkaç ay öncesine kadar Öcalan İmralı’ya devleti temsilen gelen heyetlerle görüşmeler yapıyor; Karayılan, kendisiyle yapılan röportajlarda devletin bu görüşmeler sonrasında atacağı adımlara göre tutumlarını belirleyeceklerini söylüyordu. AKP Hükümeti ve devlet bölgesel politikasını ‘komşularla sıfır sorun’ biçiminde tarif ediyor; başta Suriye olmak üzere, bölge ülkeleri ile ilişkilerde her alanda yapılan anlaşmalarla ‘bahar havası’ estiriliyordu. Oysa bugün Kürt sorununun barışçıl çözümü yönündeki beklenti yerini savaşa, komşularla “dostluk” ve “kardeşlik” söylemleriyse yerini tehdit ve ülkeyi ABD-NATO’nun savaş/saldırı üssü yapmaya yönelik adımlara bırakmış durumda. Yıllardan beri ‘statüko’yla; geleneksel söylem ve politikalarla mücadele ettiğini söyleyen AKP, bugün dünden farklı hesaplar yapsa da, PKK’yi “dış güçlerin” kullandığı (bu “dış güç”, dönemsel olarak çelişkinin öne çıktığı ülkeye göre değişebilmekte; mesela hem İsrail, hem de onun bölgedeki önemli rakiplerinden Suriye olabilmektedir!) söylemine dönmüş bulunmaktadır. Böylece bir yandan Kürt hareketinin ulusal demokratik taleplerinin üstü örtülmek istenirken, öte yandan da bölgede hedef durumunda olan ülkelere karşı kışkırtma ve müdahalelere zemin hazırlanmaya çalışılmaktadır. İçeride ve dışarıda saldırı ve savaş biçiminde özetlenebilecek bu politik yönelim, AKP ve yandaşları tarafından muhataplarının geliştirdiği tutumlara bağlanarak (PKK’nin “barış istememesi” ve “Suriye’nin dostane uyarılara kulak vermemesi” gibi) meşrulaştırılmak istenmektedir. Ama öte yandan kimi “sol”, “sosyalist” çevrelerin yaptığı gibi, AKP/devletin girdiği yönelimi, 90’lı yıllara, geleneksel çözümsüzlük ve savaş politikalarına dönüş ile izah etmek de, gerçeği görmemek anlamına gelmektedir. Çünkü AKP ve devletin girdiği bu ‘yeni yönelim’in 90’lar sürecinden ayrıldığı temel nokta, ülke egemenlerinin bugün bölgede üstlendikleri rolle ilişki halinde gündeme getirilmiş olması ve başta ABD olmak üzere işbirliği içinde oldukları güçlerle uyumlu olarak “ortak çıkarlar” temelinde bir çözümü amaçlamasıdır.
İçeride ve dışarıda savaş olarak tanımlanabilecek bu yönelimin nedenlerini ve olası sonuçlarını görebilmek için son dönemde yaşananlara daha yakından bakmak gerekmektedir.
1. ABD’NİN OBAMA DÖNEMİ BÖLGE POLİTİKASI VE TÜRKİYE’NİN ROLÜ
ABD’de Irak çalışma Grubu’nun 2006 sonlarında yayımladığı ‘Baker-Hamilton Raporu’, ABD’nin Irak’tan çekilme sürecinin kendi çıkarlarına hizmet edebilecek şekilde gerçekleşmesi için yapılması gerekenler üzerine öneriler içeriyordu. Rapor, ABD’nin Irak’a müdahale sürecinde Irak Kürtlerinden yana olan tutum ve ilişkilerinin Türkiye’yi de gözetecek şekilde dengelenmesini ve bu temelde Kerkük Referandumu’nun ileri bir tarihe ertelenmesini öneriyor; Irak’tan çekilme sürecinde bölgede istikrarsızlık yaratabilecek bir güç olarak nitelenen PKK’nin silahsızlandırılması için Türkiye ve Irak Kürtleri arasında ilişki ve işbirliğinin geliştirilmesi gerekliliğine vurgu yapıyordu. Bu temelde, Irak’a müdahale sürecinde (2003’te) Türkiye’de savaş tezkeresinin reddi nedeniyle gerilen ilişkilerin tamir edilmesi ve Türkiye’nin “bölgenin lider ülkesi” olarak daha ileriden rol üstlenmesini sağlamak için ilk önemli adım 2007’deki Bush-Erdoğan görüşmesi ile atıldı. Bu görüşmenin ardından Türkiye’nin Irak Kürdistanı içindeki PKK kamplarına hava ve kara operasyonları yapmasının önü açıldı. Dönemin genelkurmay başkanının deyimiyle, ilişkiler “mükemmel” seviyeye getirildi. Bu arada Büyük/Genişletilmiş Ortadoğu Projesi kapsamında Afganistan ve Irak’ta başlayan müdahalenin başta Suriye ve İran olmak üzere bölgede ABD karşıtı başka ülke/rejimlere genişletilmesi koşullarlının yaratılamaması nedeniyle, ABD’de, 2009’da yapılan seçimlerde, “şahin Bush”un yerine “güvercin Obama” iktidara getirildi. Obama’nın başa geçişiyle dünya savaş/silah endüstrisinin lider ülkesinin aslında savaş istemediği, barışçıl yöntemlerle sorunları çözme yanlısı olduğu imajını yaratmaya yönelik politikalar geliştirildi. ABD’nin müdahale için fırsat kolladığı ülkelerin başında yer alan İran’a bile “barışçıl” mesajlar yollandı, hatta İran’a karşı mücadele eden Kürt örgüt PJAK ilk kez “terör örgütleri” listesine alındı. Obama yönetiminin Türkiye ile ilişkilerinin çerçevesi, 2009 Mart’ında Ankara’ya gelen Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un ziyareti ile belirlendi. Bu ziyarette, önce PKK “ortak düşman” ilan edildi ve ardından Türkiye, bölgenin hem “model”, hem de “lider ülkesi” olarak açıklandı. Aslında “bölgesel taşeronluk”tan başka bir şey olmayan bu role Türkiye egemenleri tarafından ‘yeni Osmanlıcılık’ kılıfı bulundu. Gül-Erdoğan ve Davutoğlu, bölge ülkelerine, adeta ABD’nin büyükelçileri gibi mesajlar taşıdılar, ama bu mesaj taşıyıcılık, bölge sorunlarının çözümünde Türkiye’nin inisiyatif alması olarak gösterildi. Özellikle Erdoğan’ın söylemlerinde İsrail ile çelişkinin öne çıkarılması, Arap ülkelerinde bu rolün etkili olmasını sağladı. Suriye ile “ortak bakanlar kurulu toplantısı” yapmaya varan ilişkiler, ABD’yle uyum gözetilse bile, onun manevrasıyla yalnızca ABD ile ilişkilerde değil ama BM oylamasında da dara düşülerek İran’la yapılan Nükleer (uranyum takas) anlaşması, Lübnan ve Filistin’le İsrail karşıtlığı üzerinden geliştirilen ilişkiler bu dönemin öne çıkan yönelimleri oldular.
Kürt sorunu, bu dönemde de ABD’nin Türkiye egemenlerini “bölgesel taşeronluk” rolüne razı etmek ve ötesinde Irak Kürtleriyle kendi çıkarları ekseninde ilişki ve işbirliği geliştirmeye zorlamak bakımından önemini korumuş ve ABD için ‘yol haritası’ niteliğindeki rapor, Lehigh Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı Henri J. Barkey tarafından hazırlanmıştı. Barkey’in “Kürdistan Üzerinde Çatışmayı Önleme” başlığını taşıyan raporu, Türkiye’nin Kürt yönetimini tanıyarak Erbil’de konsolosluk açmasını ve geliştirilecek ilişki üzerinden PKK’nin tasfiyesi için ABD-Türkiye- Kürdistan Federe Yönetimi arasında bir üçlü mekanizma kurulmasını öngörüyordu. Raporda, Türkiye’nin bir “af” ilan etmesi ve Kürtleri kazanmak üzere demokratikleşme yönünde kimi adımlar atmasını da öneriliyordu. Cumhurbaşkanı Gül’ün “iyi şeyler olacak” açıklaması ve AKP’nin Kürt sorununu çözmek üzere gündeme getirdiği “açılım” olarak adlandırılan politika, aslında bu ‘yol haritası’nın birer parçası durumundaydı. Bu temelde, bir yandan Kürt sorununun demokratik çözümü yönünde beklenti yaratıldı ve Öcalan-PKK ile görüşmeler yapıldı. Öte yandan askeri ve siyasi operasyonlar aralıksız sürdü, “çift taraflı ateşkes” talebi reddedildi; KCK adı altında binlerce Kürt siyasetçi hapishanelere konularak, Kürt ulusal hareketinin gücü kırılmaya/etkisizleştirilmeye çalışıldı. Bu süreç, Öcalan’ın, başta ‘Barış Konseyi’nin kurulması olmak üzere, devlet heyetiyle mutabakata vardığı protokollerin gereğinin yapılmaması (ki Başbakan Erdoğan, bu protokollerin olmadığını, kimseyle anlaşmadıklarını söylemiştir) nedeniyle devletin kendisini oyaladığını açıklaması ve aradan çekilmesine kadar sürmüştür.
Özetle, Obama dönemi ABD’sinin bölgede yeni müdahale ve savaşlara zemin ve meşruluk sağlamak üzere gündem getirdiği, aslında savaş istemediği, sorunları barışçıl yönlerden çözmeye gayret ettiği görüntüsü/izlenimi yaratmaya yönelik politikası, bu politikanın taşeronluğunu yapan Türkiye egemenlerinin de Kürt sorunu ve bölge ülkeleriyle ilişkilerine yön vermiştir. Tunus ve Mısır’da diktatörlerin devrilmesiyle sonuçlanan ve ardından diğer Arap ülkelerine de yayılan halk ayaklanmaları, bu barışçıl maskenin indirilmesi için uygun koşullar yaratmış ve ABD’nin de, Türkiye egemenlerinin de bu gelişmeleri gözeten bir politik tutuma, kendilerine yerel dayanaklar yaratarak açıktan müdahaleye yönelmelerine yol açmıştır.
2. ARAP ÜLKELERİNDE HALK AYAKLANMALARI VE EMPERYALİST MÜDAHALE
Tunus, Mısır, Yemen başta olmak üzere, birçok Arap ülkesinde emperyalizmin işbirlikçisi diktatörlerin baskıcı yönetimlerine, yolsuzluklara ve yoksulluğa karşı son yıllarda artan gösteri ve eylemler, Aralık 2010’da Tunus’ta halk ayaklanmasına dönüşmüştü. Bu ayaklanmayı, Mısır’daki ayaklanma takip etti. Bu ayaklanmalar, Tunus ve Mısır diktatörlerinin devrilmesi; Fransa (Tunus) ve ABD’nin (Mısır) bölgede iki önemli işbirlikçisini kaybetmesiyle sonuçlandı. Ayaklanmalar, kısa sürede diğer Arap ülkelerine de sıçradı. Tunus’taki ayaklanma başladığında, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, “Mısır’daki durumun istikrarlı olduğunu” ve ABD Başkan Yardımcısı Biden de “Mübarek’i diktatör olarak görmediklerini” söylüyordu. Alman Dışişleri Bakanı Westerwelle ise, Mübarek’i “muazzam bir tecrübe, büyük bir bilge ve geleceği sağlam gören bir adam” olarak niteliyordu. Sadece bu açıklamalara bakıldığında bile, aslında emperyalistlerin bu ayaklanmalar karşısında hazırlıksız yakalandıklarını ve halkların demokrasi mücadelesi yürütmesini “dış güçlerin kışkırtması” olarak gören kimi çevrelerin iddia ettikleri gibi bir dış müdahalenin yaşanmadığını söylemek mümkündür. Ama elbette ABD ve Batılı emperyalistler bölgede toprağın ayaklarının altından kaymasını sessizce izleyecek değillerdi. Libya, tam da bu ayaklanmaların gidişatına etki etmek ve demokrasi mücadelelerini yedeklemek için bu güçler için biçilmiş bir kaftandı. Libya diktatörü Kaddafi, emperyalist güçler için zaman zaman kendilerine kafa tutan istikrarsız bir liderdi. Ve Libya, özellikle Avrupalı emperyalistlerin enerji ihtiyacı bakımından önemli bir konuma sahipti. Ülkedeki sistemin, petrol gelirlerinin aşiretçi yapılarını tamamen terk etmemiş burjuva güçler arasındaki paylaşıma dayanıyor olması, Libya’da bu güçler arasındaki paylaşım mücadelesinin ülkede bir bölünme ve iç savaşın koşullarını da hazırladı. Emperyalist güçler, bu bölünme ve iç çatışma üzerinden kısa sürede Libya’ya müdahale için harekete geçtiler. Halkına karşı katliam yaptığı gerekçesiyle Libya diktatörünü durdurmak için harekete geçtiklerini söyleyen emperyalist güçlerin başında, Tunus ve Mısır’da en sadık uşaklarını kaybeden ABD ve Fransa’nın olması bir rastlantı değildi. Koltukları sallantıda olan Arap Birliği üyesi ülkelerin bu saldırıyı desteklemeleri de…
Libya’da Kaddafi’yi devirmek için el Kaide uzantısı güçlerle işbirliği yapmaktan geri durmayan bu emperyalist koalisyonun en önemli hedeflerinden birinin de, Tunus ve Mısır’da başarıya ulaşan ve Bahreyn, Yemen, Ürdün, Suriye gibi ülkelere de yayılan bu ayaklanmaların demokratik-halkçı karakterini ortadan kaldırmak, bu güçler içinde kendi işbirlikçilerini yaratarak ayaklanmaları yedeklemek olduğu kesindi. Ve öyle de oldu. Libya’da NATO müdahalesiyle Kaddafi’ye karşı mücadele eden güçler (“muhalifler”), Libya Temas Grubu adı altında, içinde Türkiye’nin de yer aldığı emperyalistler ve işbirlikçilerinin denetiminde hareket ettiler. Ve nihayetinde Kaddafi’nin devrilip vahşice linç edilerek öldürülmesi, Libya’da “yeni çağın başlaması” ve “demokrasinin zaferi” olarak sunuldu. Suriye’de de, benzer şekilde, muhalefet büyük oranda başta Türkiye ve ABD-İngiltere olmak üzere dış güçlerle yakın ilişki geliştirme, bu güçlerin denetiminde toplantılar yapma yönelimi içinde oldu. Libya’da en azından bugün için amacına ulaşan bu planın, öncelik Suriye’de olmak üzere, diğer ülkelere karşı müdahale için emperyalistler ve işbirlikçilerini cesaretlendirdiği kuşkusuz. Ama aynı güçler, Bahreyn ve Yemen’de demokrasi ve özgürlük isteyen muhalefetin emperyalizm işbirlikçisi-gerici diktatörlere karşı mücadelesinin bastırılması ve bu mücadelenin dünyanın dikkatinden uzaklaştırılması için özel politikalar geliştirmekten de geri durmadılar/durmuyorlar.
Libya’ya NATO müdahalesi ve bu müdahale sonucu emperyalizmle işbirliği içindeki güçlerin iktidarı ele geçirmesi, Obama ABD’si başta olmak üzere, emperyalist güçlerin kendilerinin karşıtı rejimlere karşı askeri müdahale seçeneğini yeniden öne çıkarmıştır. Bu arada, Libya’nın yeni “demokratik” yönetiminin ilk iş olarak ülkede ‘şeriat yasaları’nı uygulayacağını ilan etmesi, 2001 11 Eylül olaylarından sonra terörün temel kaynağı olarak İslam radikalizmini gören/gösteren ve bu gerekçe nedeniyle Afganistan’ı işgal eden “demokrasinin ana vatanı” ABD-AB ülkelerinin ikiyüzlülüklerini bir kez daha bütün açıklığıyla gözler önüne sermiştir. Nihayetinde, ABD ve diğer emperyalist ülkeler ile bölgedeki işbirlikçilerinin Arap ülkelerindeki ayaklanmalara karşı yaklaşımı, –Tunus ve Mısır’daki ilk şoklar atlatıldıktan sonra– ayaklanan halklar içinde kendi politikalarıyla birleşebilecek güçler yaratmak, bu güçleri hareketin başına çekmek ve gerektiğinde çatışmalar vb. gerekçelerle askeri müdahale seçeneğini gündeme getirmek biçiminde özetlenebilir. Dolayısıyla gelinen noktada, Obama’nın “barışçıl” mesajlarının yerini, demokrasi savunuculuğu adı altında bölge rejimlerini kendi çıkarlarına hizmet edecek bir politik çizgiye çekmek, olmazsa devirmek için gerektiğinde tehdit ve askeri müdahaleye başvurmaktan geri durmamak tutumu almıştır.
3. TÜRKİYE: ‘KOMŞULARLA SIFIR SORUN’DAN KOMŞULARA KARŞI SALDIRI ÜSSÜNE!
Emperyalistlerin bölgede ayaklanan halklar arasında kendilerine dayanak oluşturma arayışları, AKP’yi, yeni politik yönelimin ‘yıldızı’ haline getirmişti. Çünkü bugüne kadar dini politik mücadelenin bir aracı olarak kullanmaktan geri durmayan ve bölge ülkelerine ‘Ilımlı İslamcı’ “model ülke” olarak gösterilen AKP Türkiye’si, aynı zamanda İsrail’le de Filistin meselesi dolayısıyla karşı karşıya gelmesi üzerinden dini hassasiyetleri ön planda olan Arap güçleriyle birleşme konusunda önemli avantajlara sahipti. Erdoğan’ın geçen ay yaptığı Tunus, Mısır ve Libya gezileri de, zaten Türkiye’nin bölgesel gelişmeler içindeki konumu ve aktif rolünü gözler önüne sermiş; bu gezi ile, bölgeye ilişkin olarak yapılacak hesaplarda Türkiye’nin göz ardı edilmemesi konusunda emperyalist güçlere mesaj verilmişti. Zaten Erdoğan’ın NATO’nun Libya’ya müdahalesi tartışılırken “NATO’nun Libya’da ne işi var” açıklamasının hemen ardından yapılan pazarlıklarla NATO’nun Libya’ya müdahalesi ve komuta merkezinin İzmir olması konusunda varılan anlaşma, ABD’nin Türkiye’yi “aktif müdahale” rolüne ikna etmesi olarak anlam kazanmış; bu ‘rol’, Libya ile de sınırlı kalmamıştır. ABD’nin öncelikli müdahale hedefi konumunda bulunan Suriye’ye müdahalesi de, Türkiye üzerinden sürdürülmektedir. Dün “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Anlaşmaları” yapılan Suriye’ye karşı, ABD ile ağız birliği içerisinde, ‘tampon bölge’ oluşturmak üzere müdahale edilebileceği tehditleri yapılmaya başlandı. Suriye muhalefetine Türkiye’nin bütün kapıları açıldı; muhalifler önce Antalya’da, ardından İstanbul’da rejimi devirmek için atılacak adımları planlamak üzere toplantılar yaptı. Erdoğan’ın “kardeşim” dediği Esad’ın Nusayri olduğu hatırlandı, hatta AKP’nin Suriye politikasını eleştiren Kılıçdaroğlu “mezhep dayanışması” yapmakla suçlandı. AKP, mezhep farklılıklarını kışkırtarak, Suriye’ye müdahaleye Sünni halk kitleleri içinde meşruluk yaratmaya çalışan bir tutum sergilemekten bile geri durmadı. Suriye sınırına kurulan çadır kentler, ABD’li Aktris Angelina Jolie’nin dikkatleri buraya çekmek üzere Hatay’daki kampları ziyareti –ki, bu kamplarda kalanların büyük çoğunluğu ülkelerine geri dönmüştür– hep birbirini tamamlayan adımlar olarak anlam kazandı. Suriye rejiminin devrilmesine yönelik gerekli koşulların yaratılması için her yolun deneneceği belli olmaktadır.
Aslında Türkiye egemenlerinin Suriye’ye müdahaleye istekli davranmasının en önemli nedenlerinden biri de, bu ülkedeki Kürtlerin mevcut pozisyonundan duydukları kaygı ve buna bağlı olarak, Kürtlerin olası kazanımlarının önüne geçmeye çalışmalarıdır. Suriye Kürtlerinin büyük çoğunluğu (ki bu çoğunluk içinde Türkiye’deki Kürt ulusal hareketiyle birlikte hareket eden Kürt partileri de ağırlıklı olarak yer almaktadır) Suriye’deki ayaklanmaya taraf olmama tutumunu geliştirdiler. Esad rejimi ile yaptıkları görüşmede özerklik talebini de içeren ulusal demokratik istemlerini ortaya koydular ve kendilerine verilen sözlerin yerine getirilmesi için bekle-gör politikası izlediler. Türkiye egemenlerinin, sadece Suriye Kürtlerinin Irak’takine benzer bir statü kazanmasını engellemek için bile olsa, Suriye’ye müdahaleye istekli olacakları bilinmez değildir. Dolayısıyla Suriye’de Kürtlerin önümüzdeki süreçte geliştireceği tavrın, ülke içinde Esad rejimi ile muhalifler arasındaki güç dengesinin seyrini belirlemede belirleyici bir önem taşıdığını/taşıyacağını belirtmek gerekiyor.
İran, bir yandan bölgesel dengeler bakımından stratejik bir önem taşıyan Suriye’ye yapılacak müdahaleyi kendisine yapılmış sayacağını ilan etmiş, ama öte yandan Türkiye’yi karşı cepheden koparmak, olmazsa en azından tarafsızlaştırmak için geleneksel politikayı; Kürtlere karşı saldırıda Türkiye egemenleri ile ortaklaşmayı denemiştir. Bu temelde yaz aylarında Kandil’deki PJAK’a karşı operasyonlar yapılmış ve Türkiye ABD’den elde ettiği istihbarat bilgilerini İran yönetimi ile paylaşmıştır. İran, belirttiğimiz gibi, hem ülkesinde kendisine karşı yönelmiş en önemli, en güçlü muhalefet odağını etkisizleştirmeyi, hem de Türkiye ile ilişki ve işbirliğini sürdürmeyi amaçlıyordu. ABD, kendi karşıtı iki gücün (İran ve PJAK’ın) çatışması bölgesel dengeler bakımından lehine olduğundan, bu operasyona sessiz kalmıştı; Türkiye egemenleri de, Kürt hareketinin İran’la koordineli bir biçimde iki koldan sürdürülen operasyonlarla baskı altına alınıp etkisizleştirilmesine zaten dünden razıydılar. Ancak, bu dönemde NATO radar üssünün Malatya Kürecik’e kurulması konusunda ABD ve Türkiye arasında yapılan anlaşma, İran’ın beklentilerini boşa çıkarmıştır. İran, Türkiye’nin, kendisine karşı yöneltilmiş olduğu açık olan saldırının merkezi olmasını kabul etmesi karşısında, KCK Yürütme Konseyi Başkanı Karayılan’ın bu çatışmanın İran ve Kürtlere karşı olan güçlere yarayacağı uyarısına kulak vermek zorunda kalarak, PJAK ile ateşkes ilan etmek durumda kalmıştır.
AKP Hükümeti’nin/Türkiye egemenlerinin, NATO-ABD’nin İran’a ve diğer bölge ülkelerine tehdit ve müdahale arayışlarının somut bir ifadesi olan NATO üssüne ev sahipliğini kabul etmesi; Suriye rejimine karşı kamplar kurması ve muhalefete kapılarını sonuna kadar açması; bunun da ötesinde, dinsel-mezhepsel ayrımları kışkırtan bir politika izlemesi ve Kürtlere karşı savaş ve operasyonlarda ısrar etmesi, ülkeyi emperyalizm işbirlikçisi gericiliğin merkezi haline getirmiştir. Bugün bu uğursuz rol, içeride ve dışarıda savaş ve müdahalelerle karşıtlarını ezerek, kendi politikalarına (daha doğrusu ABD emperyalizminin bölgesel çıkarlarına hizmet eden politikalara) zemin yaratmaya çalışma biçiminde cereyan etmektedir.
4. SINIR ÖTESİ OPERASYON VE ÖTESİ
Türkiye egemenlerinin (ve yürütme komiteleri durumundaki AKP Hükümeti’nin) ülkeyi komşulara karşı bir tehdit ve saldırı üssü haline getirmeleri, ötesinde askeri müdahaleleri de dışlamayan “aktif bir rol” üstlenmeye soyunmaları, Kürt sorununda da hesaplarını bu politikaya göre yapmaya yönelmelerine yol açmıştır. Yeniden askeri ve siyasi operasyonlarla Kürt hareketinin etkisizleştirilmesi için harekete geçilmiş; bu süreçte, başta ABD-NATO olmak üzere, “dış güçler”in sorunun çözümünde rol üstlenmeleri* konusunda tekrar beklentiye girilerek girişimlere başlanmıştır.
Sınır ötesi askeri operasyon, PKK’ye karşı mücadele adına, içişleri bakanı başta olmak üzere, hükümet yetkilileri tarafından uzun bir süredir dillendiriliyor ve Türk medyasında tartışılıyordu. Sanki daha önce 25 kez denenmemiş gibi, PKK’yi etkisizleştirmek için tek çıkar yol olarak gündeme getirilen bu operasyon, PKK’nin 24 askerin ölümüyle sonuçlanan Çukurca baskını sonrasında başlatıldı. İlki 1984’te olmak üzere ve özellikle 90’lı yıllarda 30-40 binleri bulan (26. Operasyon’a 10 bin askerin katıldığı belirtilmektedir) askerle yapılan bu operasyonlardan askeri bir “zafer” kazanmanın mümkün olmayacağını, 25. Operasyon’un hemen ardından, dönemin Genelkurmay Başkanı Büyükanıt “Ordunun tümü Kandil’e gitse PKK’yi temizleyemez” sözleriyle ortaya koymuştu. Öyleyse, “bu operasyondan umulan nedir?” diye sormak gerekirse, askeri olarak PKK’nin kuşatılması ve etkisizleştirilmesi hedefinin göz ardı edilmemesiyle birlikte özellikle 24 askerin ölümüne tepkinin körüklendiği bir süreçte geniş halk kesimlerini yeni saldırı politikalarına (içeride ve dışarıda savaş ve müdahaleye dayanan “aktif rol”e) kazanmak olduğunu söylemek gerekmektedir. Dolayısıyla böylesi operasyonların en az askeri hedefleri kadar, siyasi hedefleri de bulunmaktadır.
Türk ordusunun sınır ötesi operasyonu sürecinde özellikle Çukurca saldırısının emrini PKK/HPG komutanlarından Fehman Hüseyin’in (Bahoz Erdal) verdiği iddiasının öne çıkartılması, içine girilen yönelim ve hedeflerinin anlaşılması bakımından oldukça dikkat çekicidir. Çünkü bu iddia, Başbakan Erdoğan’ın Türk medyasının patronları ve yöneticileriyle yaptığı toplantıda gündeme getirilen ve medya tarafından sıkça dillendirilen, saldırının arkasında Suriye olduğu iddiasına dayanak yapılmaya çalışılmaktadır. Aynı Fehman Hüseyin, Erdoğan ve Esad’ın “kardeş” oldukları dönemde de PKK içinde aynı konumda olmasına rağmen bu iddianın bugün gündeme getirilmiş olması, üstelik İçişleri Bakanı Şahin’in Fehman Hüseyin’in Nusayri (Suriye lideri Esad’la aynı mezhepten) olduğunu söylemesi, niyetlerinin ne olduğunu açıkça göstermektedir. AKP Hükümeti (ve artık birleşmiş olduğu devlet), içeride ve dışarıda müdahale hedefi konumunda bulunan güçler arasında dolaysız bağlar kurarak, bu iki yönlü saldırı politikasına meşruluk kazandırmaya çalışmaktadır. Yeniden “terör” ve “dış destekçileri” söylemine geri dönülmüş olmasının bugün için anlamı budur. Zira Çukurca baskınından sonra İngiliz gazetelerinde PKK’yi İran ve Suriye’nin yönlendirmiş olabileceği yorumlarının yer alması ve yine Obama’ya Kürt sorununda yol haritası hazırlayan Henri J. Barkey’in “Ankara’nın Suriye’deki demokrasi yanlısı protestoların kanlı bir şekilde bastırılmasına ilişkin sert tavrı yüzünden İran ve Suriye’nin bu saldırı için PKK’yi cesaretlendirmiş olabileceğini” söylemesi rastlantı olmasa gerektir. Erdoğan ve efendilerinin akıl hocalarının PKK-Suriye (ve İran) ilişkisini kurmaya yönelik senaryoları, her iki alanda müdahaleye zemin yaratmaya yöneliktir.
Sınır ötesi operasyonla birlikte KDP (Kürdistan Demokrat Partisi) Başkan Yardımcısı Neçirvan Barzani’nin Ankara’ya gelerek “Türkiye ile işbirliğini sürdürmek istedikleri”ni söylemesi ve Erdoğan’ın Obama ile yaptığı görüşmede yeniden “üçlü mekanizma”nın (ABD-Türkiye-Irak Kürtleri) çalıştırılmasını istemesi, Irak Kürtlerinin Türkiye egemenleri ile işbirliğine daha fazla zorlanacakları/girmek zorunda kalacakları bir sürece de işaret etmektedir. Yine Erdoğan’ın Mesut Barzani ile yaptığı telefon görüşmesinde peşmergelerin askeri operasyona aktif katılımını istemesi –ki aktif destek verilmese de, peşmergelerin operasyon sırasında güvenlik önlemlerini arttırdıkları ve PKK’lilerin kendi bölgelerine geçişini engelledikleri söylenmektedir–, bu işbirliğinin, yeni döneme uygun şekilde, siyasi olmanın ötesinde askeri boyutuyla da geliştirilmek istendiğini ortaya koymaktadır.
Nihayetinde, bu operasyonun büyük bölümü sınır içinde olmakla birlikte sınır-öteliğinin öne çıkartılması ve yine PKK-Suriye arasında ilişki/işbirliği olduğu iddiasıyla birlikte gündeme getirilmiş olması, ona, AKP/ülke egemenlerinin hem ülkede egemenlik ilişkilerini pekiştirmek, hem de bölgesel rollerini oynamalarına zemin hazırlamak bakımından askeri-siyasi iki yönlü bir işlev yüklendiğini göstermektedir. Ve yine bu operasyon, ABD-Irak Kürtleri başta olmak üzere, bölgesel ilişkilerin yeni koşullara göre yeniden dizayn edilmesine vesile edilmektedir. Özetle gelişmeler ve ortaya konan tutum göstermektedir ki, Çukurca saldırısı, aslında AKP’nin ABD ile işbirliği içinde son süreçte içine girdiği ‘içeride ve dışarıda savaş’ politikasının gerekçesi yapılmak istenmekte; sınır ötesi operasyon da bunun ilk adımı olarak anlam kazanmaktadır.
SONSÖZ
Açıktır ki, bugün AKP’nin izlediği ‘içeride ve dışarıda savaş’ politikasının ilk ayağını, ülke içinde Kürt halkı, emekçiler ve her kesimden halk güçlerine karşı saldırı politikalarına ortam yaratmak amacıyla gericiliğin; savaş ve şovenizmin kışkırtılması oluşturmaktadır. Yine bölgesel düzeyde ülkeyi NATO’nun saldırı üssü yapmaktan milliyet-mezhep ayrımlarını kışkırtmaya ve komşuların iç sorunlarını/mücadelelerini ABD ile işbirliği halinde ve ABD’nin bölgesel çıkarlarıyla uyum içinde yönlendirmeye kadar AKP’nin üstlendiği “aktif rol”, dış işlerinde de savaş ve çatışmayı göze alan bir yaklaşım içinde olduğunu gözler önüne sermektedir. Ama şunu daha şimdiden belirtmek gerekir ki, öncelikle Kürt ulusal hareketi/mücadelesinin bütün bu saldırılara rağmen Kürtlerin yaşadığı bütün ülkelerde birlik (ortak hareket etme) yönünde önemli adımlar atarak gücünü arttırması, ülke genelinde emek, demokrasi ve halk güçlerinin ‘Halkların Demokratik Kongresi’ çatısı altında birlikte mücadeleyi örme sürecine girmesi ve bölgede müdahale hedefi konumunda bulunan (başta Suriye olmak üzere) ülkelerin dayanaklarının güçlü olması (Rusya, Çin ve ABD’nin bölgesel hesaplarıyla çelişki halinde olan diğer güçlerin bu sürece seyirci kalmayacaklarını açıklamış olmaları) yapılan hesapların tutmasının öyle kolay olmayacağını göstermektedir. Ve dün ABD’nin Irak’ta savaş batağına girmesinden bugün hâlâ sonuç çıkarmayanlar, elbette kendileri ile birlikte Türkiye’yi de savaş batağına sürüklemek istemektedirler. Kürt sorununun demokratik çözümü ile bölgede emperyalizmin planlarına karşı mücadelenin tarihte olmadığı kadar iç içe geçtiği bu süreçte, ülkenin ve bölgenin demokrasi, barış ve eşitlik temelinde insanca yaşamdan yana bütün halklarına düşen görev ise, bu oyunu bozmak için güçlerini ve mücadeleyi birleştirmektir.
Murat Belge; yaman bir “boşluk avcısı”!
Murat Belge, Eylül’ün başından beri, ‘Marksizm ve sosyalizm’, ‘antagonist çelişki’, ‘tarihi bir zorunluluk olarak devrim’, ‘devrimin öznesi proletarya’ vb. konularda oldukça enteresan bir yazı dizisi başlattı Taraf gazetesindeki köşesinde. Belge, kafası estikçe bu konulara ilişkin görüşlerini okurlarıyla paylaşıyor ve anlaşıldığı kadarıyla daha da devam edecek.
Elbette “dizi”yi ilginç kılan sadece bu zamansal serbestliği değil. Yazarının tarzı da dikkat çekici: Marksist teorinin pek karmaşık konu ve sorunları, neredeyse bir kahve sohbeti tadıyla anlatılıyor bu “dizi”de. Felsefe, ekonomi politik, politika, tarih… bunların hepsi, o köşeciğe sığıveriyor.
Dizinin zamansal rahatlığı yazarının tarzıyla birleştiğinde, ortaya çıkan sohbet de pek düzeyli (!) oluyor tabii. Bir örnek verelim: “Masa başına geçiyoruz, eldeki verilerle kurduğumuz ‘kapitalist toplum’ modeline bir daha bakıyoruz: her şey, devrimin ‘zorunlu’ olduğunu gösteriyor – ‘tarihi zorunluluk’! Pencereyi açıp dışarı, gerçek ‘tarihin’ yaşanmakta olduğu yere, hayata bakıyoruz. Orada bir devrim hazırlığı görünmüyor. Niye böyle?
“Kapitalizmin kendi eliyle yaratacağı ‘mezar kazıcıları’ nerede? Yoksa kapitalizm başına gelecekleri sezip onları yaratmaktan mı vazgeçti? Yoo, işte, oradalar, işte proletarya. Ama belli ki proletarya dalga geçiyor! Bu durumun sorumlusu o! Yapması gerekeni yapmıyor.”
Belge kimle alay ediyor acaba? Proletarya ile mi, ona “mezar kazıcıları” misyonunu biçen Marksizmle mi yoksa buna “inanmış olarak” kendisiyle mi? Kime gülmek gerekir? Belge, sanki Marx ya da proletarya şu türden bir söz vermiş gibi fikir yürütüyor: “Sen, 2011’in Eylül’ünde camdan dışarıya baktığında ‘bir devrim hazırlığı’ göreceksin!”
Neticede zorunluluk, tarihlendirilmek suretiyle tarih dışına atılıyor. Bundan daha kolayı ne: Örneğin; sayın Belge ve ben, bir gün öleceğiz – “biyolojik zorunluluk”! Ama şimdi kalkıp, ‘insanın biyolojik’ modeli böyle buyurmasına rağmen, neden hala ölmediğini soracak ya da neden ölmediniz sayın Belge diyecek halde değilim!
Öyleyse?
Eylül 2011’de ‘pencereden dışarı baktığımızda’ “devrim hazırlığı görünmüyor”sa, suçu “tarihi zorunluluğa” atamayız. Zira bu, baştan yanlış bir yaklaşımdır. Bilmeliyiz ki, devrimin, belirli bir tarihe kadar ya da belirli bir tarihte vuku bulmayışından, onun tarihsel zorunluluğunun yadsınması sonucu çıkmaz. Neden? Çünkü bu olgu (devrimin olmamış olması), devrimin olamazlığıyla ilgili ne bir bilgi ne de bir kanıt sunar bize. Olmayışı, olabilirliğini yadsımaz ya da tersinden olamazlığının kanıtı değildir. Olabilirliği söz konusu olduğu sürece, olmamışlığa dayanan bir argümantasyon anlamsızdır.
Haliyle, tarihsel zorunluluğun yadsınması için, bu zorunluluğun teorik dayanaklarının yanlışlığı ya da geçersizliği kanıtlanması gerekir. Belirtelim ki, örneğini verdiğimiz türden anlamsız espiriler içerse de, “dizi”nin asıl amacı budur. Belge, son dönemde uluslararası planda cereyan eden olaylara (büyük ekonomik kriz, Arap Dünyası’nda ayaklanmalar, gençlik eylemleri, gelişen sosyal öfke ve protestolar vb.) bakıyor ve “önemli gelişmeler”in gerçekleştiğini görüyor. Ne yazık ki, onun tabiriyle “kriz avcılığı” yapan “sol”un hali içler acısı; proletaryadan da tık yok! Bu durum nasıl açıklanabilir diye soruyor ve bir şekilde bu basiretsizliğin, etkisizliğin gerisinde Marksist teorinin pek çok “boşluklar”ının olduğu sonucuna varıyor.
Peki Belge, “dizi”sinin bu muradına erişebiliyor mu? Marksist teorinin varlığını iddia ettiği “boşlukları” temellendirebiliyor mu? Yoksa kendi “boşlukları”nı mı açığa vuruyor?
EPEY ÜST NOKTALARDA!
Evet, devrim bir türlü olamıyorduysa, Belge için sorulacak soru da belliydi: “İyi, peki de, senin bu teorin doğruysa niye devrim olmuyor? Devrim bir türlü olamadığına göre teorin neye göre doğru?”. Öyleyse, ne kadar ürkütücü olursa olsun, bakalım şu “boşluklara”.
Bir kere Marx, “Hegel’den aldığı ‘çelişki’ kavramını hayatın tamamını açıklayan bir olgu olarak işledi. … kapitalizmi incelerken de bu kavramı işin içine sokmaması mümkün değildi (çelişki kavramını işin içine sokmak! Harikulade! – A.C.). Marx, kapitalizmin kendi içinde barındırdığı çelişkilerin onun kendi mezar kazıcısı olduğunu düşündü ve yazdı.”
Yanlış mıydı? Aslında değildi: “… epey üst noktalarda bir ‘soyutlama düzeyi’nde konuşuyoruz ve bu soyutluk derecesinde Marx’ın bu tespitinin doğru olduğunu düşünüyorum.” Ama! “Ancak, gene somut tarihe baktığımızda, oradaki somut akışın Marx’ın bu tespitlerine pek fazla uymadığını da görüyoruz.
Demek tespit, çok çok soyut anlamda doğruydu da, lakin tarihin bu tespiti pek ırgaladığı yoktu! Nitekim: “‘İçsel çelişki’ tesbiti doğruysa, kapitalizmin gelişkinliği ile çelişkinin yıkıcılığı arasında bir orantı olmalı; dolayısıyla, Marx’ın kendisinin inandığı gibi, sistemin çöküşü, en fazla gelişip olgunlaştığı yerde, Britanya’da, Amerika’da, Almanya’da, böyle bir ‘ileri kapitalist’ zeminde gerçekleşmeli.” Ama böyle olmadı: “İlk büyük devrimin Rusya’da gerçekleşmesinde kapitalizmin iç çelişkilerinden önce savaş ortamının getirdiği, dolayısıyla ‘konjonktürel’ dediğimiz türden olgular belirleyici oldu.”
“Çelişki kavramı” üzerine saptamalar bitmedi. Ancak, devam etmeden önce; Belge’nin, Ekim Devrimi’nin Marksizmin “içsel çelişki tespiti”yle alakasızlığına dair görüşünü biraz daha yakından irdelememiz gerekecek. Zira bu görüş, piyasada Marksizmin “bir bileni” olarak dolaşıp, bazıların Marksizmle ilgili vülger yorumlarını yere vurarak tutturulagelinen düzeyin de asıl gerçekliğini gösteriyor bize.
Burada, Marx’ın beklentisinin olduğu kadar, Rusya’daki devrime Marksist bir işçi partisinin önderlik yapmış olmasının da bir önemi yok; çünkü gördük ki, Belge’nin eleştirisi teorinin özüne ilişkin. Yani, “kapitalizmin kendi içinde barındırdığı çelişkilerin onun kendi mezar kazıcısı” olması ve bu suretle de devrimin tarihsel bir zorunluluk olması konusuna dairdir. Ona göre, Ekim Devrimi, Marx’ın belirtilen “içsel çelişki” tezinin bir doğrulanması değildir…
Murat beyin yukarıdaki görüşünün o pek eleştirdiği vülger görüşlerden çok da farklı olmadığını göstermeye şu iki hatırlatma yetecektir:
Birincisi; Marx, ekonomi politiğin eleştirisiyle ilgili yaptığı tüm plan tasarılarında “dünya pazarı”nı en son işlenecek madde olarak sıralar. Neden acaba?
Bunun nedeni, Marx’ın, ekonomi politiğin eleştirisinde benimsenmesi gerektiğini düşündüğü yöntemin soyuttan somuta olmasıdır. Dünya pazarı, bu anlamıyla, kapitalist ekonominin ve ilişkilerinin nihai somutlanış halidir. Bu demektir ki, dünya pazarı teşekkül ettikten ve kapitalizm bir dünya ekonomik sistemi olarak şekil aldıktan sonra, şu ya da bu kapitalist ülkenin gerçekliği (ekonomisinin durumundan, sınıfların ilişkilerine kadar ve haliyle toplumsal çelişkilere de) dünya pazarı olgusu ve tüm kapitalist sınıf ve devletlerin bu pazar ve nüfuz alanları uğruna birbirleriyle girdikleri kıyasıya rekabet ilişkilerinden soyutlanarak ele alınamaz. Alınırsa ne olur? Bu totalite (Taha Akyol gibi “totaliter rejim” uzmanların bir türlü göremediği bu asıl totalite) gözardı edilirse, tekildeki bütün görülemez ve bütün görülemediğinden tekil de asla doğru değerlendirilemez.
Örneğin ABD ekonomisinin somut durumunu ancak dünya ekonomisine bakarak, onun burada teşkil ettiği yer ve bu yerin ona sunduğu ya da sunmadığı olanaklar üzerinden anlayabiliriz.
Başka bir deyişle: Belge’nin sözünü ettiği “orantı”; onun yaptığı gibi, bir kapitalist ülkeyi (bu en ilerisi olsa dahi) kendi başına alıp “içsel çelişki”sini kendi gelişkinliğiyle kıyaslayarak kavranılamaz. Kapitalist ülkeler, kapitalist dünya pazarının parçasıdırlar; daha ileri kapitalist ülkeler ise çok daha ileriden etkin parçasıdırlar. Demek ki, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin keskinleşme derecesi ve bu çelişkinin yıkıcılığının kapitalizmin gelişkinliğiyle “orantısı”, özellikle de dünya pazarı ve uluslararası rekabet koşullanması ve dolayımından soyutlanarak somutlandırılamaz.
“Çok soyut anlamda doğru” denilen tespiti tarihin doğrulamadığını iddia etmeden önce, şunu dikkate almak gerekirdi: İlişkiler ve belirlenimleri, ancak soyutlamayla ifade edilebilirler. Bu soyutlamalar ama, soyutlamadaki rafineliğiyle tarihin “somut akışı”nda görülmezler. Soyutlamada ifade edilen çelişkiler, gerçek hayatta pek çok keskinleştirici ya da yumuşatıcı faktör ve eğilimlerle dolayımlanarak somutlanır. Yasalar da, zaten, eğilimler olarak, karşıt eğilimleriyle birlikte kendilerini hissettirirler. Belge, ya bu zahmete katlanmıyor ya da böyle bir kavrayıştan yoksun. Bu sorumsuzluğu ya da eksikliği nedeniyle de, bizzat dünya pazarı, uluslararası rekabet ve sınıf mücadelelerinin uluslararası dolayımlarının, o sözünü ettiği “orantı”yı, en orantılı zemininde bile “orantısız”laştırabildiğini görmüyor. Görünen o ki, Marx’ın “Kapital”indeki diyalektiği de anlamamış. Lenin’in bu konudaki uyarısını ciddiye almasını tavsiye ederiz: “Hegel’in Mantık’ının tümü iyice incelenmeksizin ve anlaşılmaksızın, Marx’ın ‘Kapital’ini anlamak olanaksızdır.”
Gelelim dikkate alınması gereken ikinci hususa. Birinci hususta belirttiklerimiz, sözü edilen orantının yalnızca pozitif yanıydı. Pozitif, çünkü ileri kapitalist ülkeler bakımından, konumları gereği (yüksek sermaye birikimi, devasa tekeller, ileri teknoloji vb.) onların elini güçlendiren bu koşullanma ve dolayımlar, üretici güçler ile kapitalist üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin içinde hareket ettiği biçimin koşullarını sunmaktadır. Böylelikle bu çelişki elbette bu ülkelerde ne ortadan kalkmış ne de antagonist niteliğini yitirmiş olur. Ama, “olgunlaştığı yerde” kapitalist kabuğu atmaksızın, içinde bir süreliğine de olsa hareket edebildiği bir biçime kavuşabilmektedir.
Bununla birlikte, çelişkinin içinde hareket edebildiği bu biçimi bulabilmesinden de doğan sonuçlar vardır. Ya da şöyle de ifade edebiliriz; işin, pozitif yanının varlığı itibarıyla koyulmuş bir de negatif yanı bulunmaktadır. İşte, bunun negatif yanının en yalın ifadesi de, bu durumda, Ekim Devrimi’dir.
Marx ve Engels “Alman İdeolojisi”nde, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin “bir ülkede çatışmalara yol açması için, o ülkenin kendisinde uç noktada olması gerekmez” der ve hemen eklerler: “Sınai bakımdan gelişkin ülkelerle geniş uluslararası alış veriş nedeniyle ortaya çıkan rekabet, daha az gelişkin sanayiye sahip ülkelerde de benzer bir çelişkinin meydana gelmesine yeter.”
Bu alıntı neyi kanıtlamaktadır? Birincisi, Marx ve Engels’in, belirtilen çelişkinin yıkıcılığı “orantı”sına Belge gibi mekanik bakmadıklarını. İkincisi, bu çelişkinin, uluslararası rekabet (dünya ticareti ve ekonomisi) dolayımları üzerinden nispeten geri kapitalist ülkelerde de ortaya çıktığını. Ve üçüncüsü, bu ilişki ve dolayımlar nedeniyle, bu çelişkinin geri ülkelerde çatışmalara yol açabilmesi için o ülkelerde de en uç noktada olması gerekmediğini.
Unutmamak gerekir ki, Marx ve Engels bu saptamaları 1845-46 yıllarında yapıyorlar. Ve bilindiği gibi, onların burada, şu veya bu tekil örnekten derin bir analiz yeteneğiyle saptadıkları ve bir yönüyle de önceledikleri gelişme, tekelci kapitalizmin (emperyalizmin) ortaya çıkmasıyla çok daha geniş ve derin boyutlar kazanır. Lenin’in emperyalizm tahlillerinde de vurgulandığı gibi, tek tek ulusal ekonomiler, artık dünya ekonomisi olarak, “yekpare bir zincirin halkalarına dönüşür”ler.
Gelgelelim, Belge bey tam da bu noktada, meselenin doğasındaki bu bütünlüğü basit bir hinlikle yok sayıyor. Oysa, biliyor olmalıdır ki, yok saymakla meseleler çözülmez, olsa olsa mesele edilmez! Çözmek amacıyla mesele edip soralım o zaman: İnsanlığın tanık olduğu ilk büyük ve o zamana kadarki en yıkıcı emperyalist paylaşım savaşı; dünya pazarı ve bu pazarlarda nüfuz sahibi olma mücadelelerinden soyutlanabilir mi? Bu mücadele ve kapışmalar, tersinden, emperyalist ülkeler açısından pazar sorununun ne denli yakıcı bir hal aldığının ifadesi değil mi? Emperyalist dünya savaşları, şu veya bu sorumsuz siyasetçinin ya da bir delinin keyfiyetinin eseri olmasa gerek.
Devam edelim: Paylaşım savaşının, politikanın başka biçimlerle sürdürülmesi olarak kendisini adeta dayatması, bu savaşı kışkırtan ve başını çeken emperyalist ülkelerdeki kapitalizmin iç çelişkilerinden soyutlanabilir mi? Bu savaşın bir dünya savaşı olarak gündeme gelmesi, kapitalizmin genel bunalımının bariz bir dışavurumu değil mi? Bu durumda, Belge’nin Rusya’daki devrimde, “savaş ortamının getirdiği, dolayısıyla ‘konjonktürel’ dediğimiz türden olgular belirleyici oldu” savı, tam tersini doğrulamıyor mu? Emperyalist savaş, “kapitalizmin iç çelişkilerin”den soyutlanamıyorsa, bu savaşın getirdiği “konjonktürel” ortam da, Rusya’nın da parçası olduğu kapitalist sistemin çelişkilerinden soyutlanamaz.
“Kapitalizmin gelişkinliği ile çelişkinin yıkıcılığı arasında” Belge’nin bulamadığı “orantı”nın göstergeleri sadece savaşla da sınırlı değil: Rusya, ileri olmasa da, kapitalist bir ülke idi. İşçilerin belli başlı sanayi havzalarında ve şirketlerde yoğunlaşması bakımından Avrupa’nın birçok sanayi ülkesini geçmekteydi. O yıllarda dünyanın en çok yabancı sermaye yatırımlarını çeken ülkelerin başında gelmekteydi. Bu olguların anlamı şuydu ki, geneli itibarıyla ileri bir kapitalist ülke olmasa da, Rusya’da emek ile sermaye arasındaki çelişkinin devrimci bir işçi hareketinin ortaya çıkmasını olanaklı kılacak düzeye kadar keskinleşmesinin tüm koşulları mevcuttu. Ve nitekim bu hareket ortaya çıkmakla da kalmadı; Bolşeviklerin liderliğinde partileşti ve sosyalist bir devrimi gerçekleştirdi!
Kısacası; “kapitalizmin gelişkinliği ile çelişkinin yıkıcılığı arasında”ki orantının, kendisini; “orantılı olması gereken” zeminde “orantısız” ve “orantısız olması gereken” yerde “orantılı” göstermesi “fenomeni”ni anlayabilmek için; kapitalizmin bir dünya sistemi olduğunu, bu evrensel doğası itibarıyla “içsel çelişkileri”ni de (sermaye ihracı, doğrudan yatırımlar, uluslararası işbölümü, krizler vb. yoldan) dolaylı olarak evrenselleştirdiğini göz önünde tutmak gerekir. Buradan bakıldığında görülecektir ki, gelişkinlikle çelişkinin yıkıcılığının bir taraftaki “orantı”sızlığı; diğer taraftaki çelişkinin yıkıcılığını nispi gelişmemişliğe hiç de “orantı”lı olmayan bir yoğunlukta geliştirmektedir.
ÇELİŞKİNİN YIKICILIĞI!
Belge’nin “içsel çelişki” ve “orantı” konusundaki yüzeyselliği neyle açıklanabilir? Bunun için çelişki meselesine biraz daha yakından bakmalıyız.
“Bilim ve Utopya” başlıklı makalesinde , yazarımız, “önce ‘çelişki’, sonra da ‘proletarya’ kavramlarının bilimsel olmayan, dilek ve beklentilerimizi yansıtan tanımlar edindi”ğini ileri sürer.
Peki, nedir çelişkinin bilimsel tanımı? Ya da daha kestirmeden soralım; çelişki nedir? “‘Çelişki’ dediğimiz şey son analizde bir kavram. Yani bizim, dünyayı daha iyi anlamak için zihnimizde kurduğumuz bir şey. Burjuvazi ile proletarya arasında ‘çelişki’ diye bir nesne durup onları birbirlerinden uzağa itmiyor.” Ve aynı makalenin sonunda: “… zaten, ‘çelişki’nin dahi onu şöyle ya da böyle, antagonist ya da ‘mülayim’ yapan bir özü yok.”
Lafı dolandırmadan buradaki “bilimsel”liğin sırrını hemen açıklayalım: Şu bu, “son analizde” şöyle ya da böyledir! Belge, bu söylemiyle muazzam bir şeyi başarıyor; nesnel ilişkilerin kavramlarıyla bu ilişkilerin kendisini yadsıyor. Öyle ya; eğer “çelişki” son analizde “bir kavram” ise, “burjuvazi ile proletarya arasında ‘çelişki’ diye bir nesne” durmuyordur!
İşin ilginç yanı ama şu ki, bu “son analizde” söylenen şeyler, tam da “son analizde” değilken doğrudurlar, ya da tersinden; tam da “son analizde” yanlıştırlar! Denilebilir ki şimdi, “çelişki” dediğimiz şey, “bir kavram” değil midir?! “Antagonizm”, “gene bir soyutlama” değil mi?! Bir anlamıyla “evet” ama, tam da “son analizde” değil! Örneğin, “köpek kavramı havlamaz” denilir. İyi de, bu böyledir diye, köpek de “son analizde” havlamamamızlık etmez herhalde!
Çelişkinin özü yok! İllahi Belge, bu savınız doğru olsaydı, birçok yüzeysel fikrinize referans aldığınız “dünyadaki değişim” vakası söz konusu olabilir miydi hiç? Çelişkinin özsüz, “son analizde” salt kavramsal varlığı, her türlü hareketin olanaksızlığı demektir. Çünkü, “çelişki her türlü hareketin ve canlılığın kökeni”dir.
Hatta daha ileri gidip şunu bile iddia edebiliriz: Çelişki son analizde özsüz bir kavram olsaydı, son analizde soyun kendisini sürdürmesinin ürünü olan Murat beyin kendisi bile olmazdı! Yoksa Murat Belge son analizde salt bir isim, soyadı ve köşe fotoğrafından mı ibaret?!
Kendisiyle böylesi “mülayim” özlü çelişkilere düşen yazarımız, adı geçen makalede , Lenin’in, “çelişki ile antagonizm aynı şey değildir” dediğine dikkat çekiyor. Niye bu referans? Burjuvazi ile proletarya “çelişkisi”nin antagonist olmadığını iddia etmek için: “‘Uzlaşmazlık’ veya onun tersi, ‘uzlaşabilirlik’, geri kalandan ve uluslararası konjonktürden izole edilmiş, arenaya atılmış iki gladyatör gibi karşı karşıya duran bir Burjuvazi ile bir Proletarya’nın arasındaki ilişki ile değil, bütün bu yumağın içinde hareket halinde olan eğilimler, mücadeleler, konuşlanmalar sonucunda biçimleniyor.” Duruma, konjonktüre göre yani. Bilim ya bu, öyle katı dogmalarla konuşmuyor!
Açıkçası, Belge’nin antagonist çelişkiyi reddetmek üzere tam da Lenin’i referans göstermesi, tek kelimeyle gülünçtür. Bırakalım Lenin’in birçok yerde “burjuvazi ve proletarya antagonizması”ndan söz etmiş olmasını; yaptığı alıntı neyi ispatlamaktadır? “Çelişki ile antagonizm aynı şey değildir” saptaması, bir kere baştan, çelişki ve antagonizmin farklı şeyler olduğunu içermektedir. Aynı olsalardı, onlarla ilgili “aynı şey değildir” diyemezdik. Başka bir deyişle, bu saptamayla Belge, antagonizmin kendisini kabul etmiş olmaktadır. Antagonizm kabul edildiği vakit, antagonist çelişki de kabul edilmiş olunur, çünkü her çelişki antagonist olmaz ama, çelişki içermeyen antagonizm hiç olmaz! O halde, antagonist çelişkiyi reddetmek için çelişkinin kendisi reddedilmelidir. İşte Belge’ye ‘çelişki son analizde bir kavramdır’ dedirten tam da bu zorunluluktur!
Diyor ki Murat Belge, “burjuvazi ile proletarya arasında ‘çelişki’ diye bir nesne durup onları birbirlerinden uzağa itmiyor.” Bu cümle doğru mu? Evet, “doğru”, ama tam da Belge’nin telkin ettiği fikri (bu ilişkideki antagonizmayı reddetmesini) yanlışlayan anlamda doğrudur! Neden? Çünkü, burjuvazi ve proletarya, ancak karşıtıyla kendileridir. Burjuvazi, proletarya olmadan var olamaz; burjuvazi olarak varlığı, karşıtının, yani proletaryanın varlığına bağlıdır. Proletarya da, burjuvazi olmadan var olamaz; proletarya olarak varlığı, karşıtının, yani burjuvazinin varlığına bağlıdır. Bu ilişkide, birbirini, birbirinin karşıtı olarak koyan ve bu doğası itibarıyla uzlaşmaz olan bir karşıtlık söz konusudur. Bu nedenle, ikisinin arasında bir çelişki olduğunu söylemek de yetmez. Marx ve Engels’in de vurguladığı gibi, asıl “sorun, onlardan her birinin bu karşıtlık içinde hangi belirli yeri tuttuğunu bilmektir.” Burjuvazi; kendisini, ve böylelikle karşıtını muhafaza ederek varoluşunu sürdürmek zorundadır. O, bu nedenle, bu karşıtlığın “olumlu yanıdır.” Proletarya ise, tersine; “proletarya olarak, kendi kendini kaldırmak ve böylece bağımlı bulunduğu, onu proletarya durumuna getiren karşıtını, yani özel mülkiyeti de kaldırmak zorundadır.” Proletarya, karşıtlığın “olumsuz yönü”dür. Bu karşıtlığın içinde, “demek ki özel mülkiyet sahibi tutucu partidir, proletarya ise yıkıcı parti.” Karşıtlığı “koruyup sürdüren etkinlik birinciden, yıkıp yokeden etki ise ikinciden kaynaklanır.”
Bir şey, kendi karşıtıyla koyulmuş ise, o şey kendi kendisiyle çelişkide demektir. Dolayısıyla, çelişki, burada bir nesne gibi onların arasında durmuyor, ama bu karşıtlığın kendi içinde yatılı, içkindir zaten.
Fakat bu antagonizm, sadece “epey üst noktalarda bir ‘soyutlama düzeyi’nde” karşımıza çıkmaz. “Pencereyi açıp dışarı”, “gerçek hayata” baktığımızda da görürüz kendisini. Örneğin Alman ekonomisi dünya ihracat şampiyonu olurken, aynı zamanda Batı Avrupa ülkeleri arasında “Hartz IV reformu”yla emek gücünün fiyatını en çok düşüren ülke unvanını kazanmıştır. Hartz IV ve ihracat şampiyonluğu birbirleriyle alakasız değildir sadece, aralarında nedensel bir ilişki de vardır. Bu nedensel ilişkinin gerisinde ise, kapitalist ekonominin belirli yasaları durmaktadır. Aynı şekilde, son derece yüksek sınai üretkenliği ile iş sürelerin milyonlarca işsize rağmen uzatılması arasında da nedensel bir ilişki vardır. Peki, işçiler bir sınıf olarak mücadele edip sermayenin bu saldırısını geri püskürtebilir mi? Evet püskürtebilir; ücretlerin artırılmasını ve iş sürelerin kısaltılmasını sağlayabilirler. Ancak, ne kadar hayati ve devrimci bir işçi hareketin gelişmesinin önkoşulları açısından elzem olsalar da, bu tür mevzi zaferler dahi, sermaye ve ücretli emek ilişkisinde içkin ve bu örneklerimizde de etkin olan antagonist çelişkileri (örneğin gerekli emek zamanının kısaltılması koşuluyla artı-emek zamanının artırılabilmesi çelişkisini vb.) ortadan kaldırmaz.
Bu çelişkiler mücadeleye yol açmaktadır; mücadeleye ise çelişkilerin antagonist doğası hakkında doğru bir bilinç yön vermedikçe, en iyi durumda kısmi zaferler elde edilir. Kısmi zaferler, ama, çelişkinin kendisinin henüz (bu çelişkiyi kökten kaldırma amaçlı bir işçi hareketinin de kısmi zaferleri olabilir) ortadan kaldırılması anlamına gelmediklerinden, sermaye, ilk fırsatta, kaybettiğini geri almak için can atar. Bu can atış, ortadan kalkmamış olan çelişkinin de “can atışı”dır! Nitekim, Alman sermayesi de Alman işçilerinin 35 saatlik iş haftası kazanımını pratikte geçersiz kılmıştır; 20 yıl öncesinin ücret kazanımlarını da yok ettiği gibi.
Kısacası, hiçbir oportünizm fayda etmez: Burjuvazi ve proletarya karşıtlığı, doğası gereği uzlaşmaz, antagonisttir! Ve bu karşıtlığın doğası böyle olduğundan, ikisinin teşkil ettiği karşıtlığın “‘uzlaşmazlık’ veya onun tersi, ‘uzlaşabilirlik’” olup olmadığı; dünyanın hali, “uluslararası konjonktür” vb. şeyler “sonucunda biçimlen”mez. “Yumağın içinde” sözü edilen şeylerin tek önemi, bu karşıtlığın uzlaşmazlığını değil ama, bu uzlaşmaz karşıtlığın kendisini ortaya koyuş biçimi ve yoğunluğunu etkilemesidir; iki sınıfın arasındaki güç dengesinin ve mücadelelerin gidişatının verilerini sunmasıdır…
Toparlayalım: Belge’nin bu konudaki bariz yanlışı, çelişkiyi şeylere içkin kavramamasıdır. Ona göre çelişki, dıştan, refleksiyonla işin içine sokulan bir kavramdır salt. İlişkiler, bağıntılar, haliyle ancak soyutlamayla ‘ide’lerde ifade edilebildiği için; soyutlamada bulunan kişinin, bu soyutlama esnasında oluşturduğu veya kullandığı kavramları, aslında sadece teorik ifadesi oldukları maddi ilişkilerin yerine geçirmesi pek “mantıki” ve “akla yatkın” görünür. Elbette, bu yanılsamaya kapılan açısından çelişki, sadece onun öznel refleksiyonun bir eseri olarak belirir. Ve iş artık bu tür teorisyenlerin keyfine kalır; ilişkilendirme ve kıyaslamayla çelişkiyi “işin içine” sokar ya da sokmaz!
Bu tek boyutlu kavrayış; entelektüel top çevirme ve keyfiyetin de kaynağıdır. Şeylerin öz hareketi, içkinliği, belirli koyulmuşluğu ve koyulmuş belirliliği yoktur bu anlayışta. Bu zihniyet sahiplerini tutan bir nesnellik olmadığından, tutarsızlığı tutturur, tutarlılığı da tutmazlar!
ZORUNLULUK OLARAK DEVRİM
Tabii, insanın felsefesi bu olunca, “‘tarihi bir zorunluluk’ olarak bir ‘devrim’ yok” sonucu da gayet mantıkidir. Devrim de, elde tüfek siyasi iktidarı ele geçirmek değildir, zira siyasi iktidar, “her türlü el değiştirebilir ama hiçbir devrim de olmaz. Devrim, son analizde, maddi hayatın üretimi ve yeniden üretiminde gerçekleşecek olan dönüşümdür.”
Artık bıkkınlık veren aynı mantık/yöntem: ‘Devrim son analizde toplumsal değişim ve dönüşümdür. Bu değilse, iktidarın el değiştirmesinin ne önemi var’?! Bu kavrayış, bir türlü söylediğinin tersini akıl etmiyor: Siyasi iktidar sorunu çözülmeden, bu dönüşümün hangi sınıf(lar)ın çıkarları doğrultusunda gerçekleşeceği sorunu nasıl çözülecek? Siyasal iktidarın alınması neden bu dönüşümün bir gereği değil? Bu dönüşüm, maddi hayatın mevcut üretimi ve yeniden üretiminden niteliksel olarak farklı bir dönüşüm olacaksa, önce siyasi iktidar “el değiştir”mek zorunda değil mi?
Fakat bu “son analiz”ler boşuna yapılmamaktadır. Neymiş; “bilimsel sosyalizm tanımı”, “sosyalizme neredeyse ‘ontolojik’ bir karakter” yüklemiş . Engels’in bu formülasyonu, “taraftarların elinde tam bir teolojiye dönüştürül”müş, “‘tarihin zorunlu akışı’, ‘şaşmaz akışı’, falan derken, ‘kendi içsel çelişkilerinin kazdığı mezara gömülmeye mahkum kapitalizm’ anlayışı iyice köklen”miş!
Hatırlatalım ki, bu “teolojiyi” yaratanlar Marksistler değildi. Tersine; Alman sosyal demokrasisi içerisinde Belge gibi devrimi reddeden sosyal reformistlerdi bu “teoloji”nin teorisyenleri. Bunlar, aynı Belge gibi, proletarya diktatörlüğüne “saçmalık” diyen, ‘hareket her şey, amaç hiçbir şey!’ (Bernstein) sloganıyla kapitalizmden sosyalizme devrimsiz bir transformasyonla varılacağını iddia edenlerdi! Ve bilindiği gibi, bu revizyonizme karşı çıkanların başında da Lenin geliyordu.
Murat bey kendi fikir yoldaşlarının (böyledir, çünkü kendisi de siyasal iktidarın el değiştirmesini devrimin bir gerekliliği olarak görmüyor) Marksizmde yaptığı tahrifatın sorumluluğunu da Marx ve Engels’e yıkmaya çalışıyor. Öyle ki, bu tahrifatı referans göstererek sosyalizmin bilimselliğine gölge düşürüyor. Ne ki, bir süpriz bile değil; gölge düşürmek, şüphe yaymak Belge’nin ezelden “meslek” edindiği işler değil mi?
Belge’nin, çelişkiyi şeylere içkin olmayan, ‘son tahlilde bir kavramdır’ anlayışı, zorunluluk konusunda da onu yanlışa götürüyor. Çelişkinin ondaki ‘dışsallığı’, devrimin zorunluluğunu da mevcut ilişki ve karşıtlıklarda görmesini engelliyor. Zorunluluk, mevcut şeylerden soyutlanmış, gelecekle ilgili bir tahmin olarak anlaşılıyor. Oysa, devrimin zorunluluğu meselesi, Marx ve Engels’in, geleceğin falına bakarken keşfettikleri bir tez olarak okunamaz. Böylesine spekülatif bir yaklaşım, başta onların felsefesine aykırıdır. Kapitalizmin “tarihsel bir zorunluluk” olarak çöküşü saptaması, gelecekle ilgili bir tahmin değil, mevcut-somut kapitalist sistemin kendi yasaları ve çelişkilerinin somut bir tahlilidir. (Tersinden: Belge, ‘tarihi bir zorunluluk olarak bir devrim yok’ derken, geleceğin şaşmaz bilgisine sahip olduğunu iddia etmiyor olsa gerek!) İşçi sınıfının sosyal devrime yönelmesini, Marx bu nedenle, “mevcut sistemin kendisinin zorunlu, tarihsel, kaçınılmaz bir ürünü” olarak değerlendirmiştir. Zorunluluğun kendisi, kapitalist üretim ilişkileriyle üretici güçler arasındaki çelişkide içkindir bizzat.
Aslında, devrimin tarihsel zorunluluğu saptaması, burjuvazi ile işçi sınıfı karşıtlığın uzlaşmazlığının başka bir açıdan ifadesidir. Zorunluluk, kapitalist üretim tarzına içkin çelişkilerin uzlaşmaz, antagonist karakterinden kaynaklanmaktadır. Revizyonizmin bunu, ‘tarihin otomatik pilota bağlanması’ şeklinde yorumlamasının nedeni, burjuvazi ile işçi sınıfı karşıtlığın uzlaşmaz karakterinin gerektirdiği sınıf mücadelelerinden sakınması, eldeki kazanımları yitirmemek pahasına oportünizmi yeğlemesindendi. Tarihin “şaşmaz akışı” burjuvaziyle işbirliğinin teorik bir kılıfıydı. Sanki tarih; o günkü mücadelelerden bağımsız bir yerlerde şekilleniyordu da!
Keza, büyük ekonomik krizler neyin göstergesidir? Kapitalist üretim, öyle bir seviyeye gelmiştir ki, toplumun çoğunluğu, üretilmiş bu yaşam vb. araçlarını kapitalist üretim ilişkisinin koyduğu sınırlar nedeniyle tüketemiyor. Krizler, bu dengesizliği/orantısızlığı zoraki bir biçimde yeni bir “dengeye” oturtuyor. Bu da ancak, gerek üretilmiş yaşam araçlarını, gerekse üretici güçlerin bir kısmını tahrip etmek pahasına gerçekleşiyor. Ve sanılmasın ki, bu “denge” bir daire olarak mütemadiyen yenilenip duruyor; süreç burada daha çok sarmal şeklinde giderek derinleşiyor.
Bütün bu olup bitenler, soyut bir alemde cereyan etmediklerinden; sınıfların karşılıklı ilişkilerini, onların günlük mücadelelerini ve kollektif algılarını doğrudan koşulluyor ve yeniden şekillendiriyor. Büyük krizlerin, özellikle işçi sınıfı ve halkların bağımsız hareketinin koşullarının gelişmesi bakımından güçlü bir manivela olduğunun güncel bir örneğini, Arap dünyasından ABD’ye kadar uzanan ve özellikle de gençliği kapsayan mücadelelerde ve uyanışta görmekteyiz. Üstelik, bu siyasal uyanış sürecinin de başındayız henüz!
Kısacası, “‘tarihi bir zorunluluk’ olarak bir ‘devrim’ yok” demek, kapitalist üretim tarzının temel çelişkilerinin uzlaşabilir, kapitalizmin sınırları içerisinde ve devrimsiz çözülebilir olduğunu iddia etmektir. Bu görüş, burjuvazi ve proletarya karşıtlığını uzlaşmaz görmeyen bir anlayış açısından her ne kadar tutarlı sayılabilse de, bilimsel değildir. Çünkü kapitalizmin nesnel ilişki ve çelişkileri hakkında subjektif ve vülger tesbitlere dayanmakta, tam da yazarımızın “bilimsel olmayan, dilek ve beklentileri”ni yansıtmaktadır.
Sonuç olarak, evet; “gerçek ‘tarihin’ yaşanmakta olduğu yere, hayata” bakmak gerekir. Her türlü spekülasyonun bittiği yerdir orası. Ama bakarken görebilmeyi de bilmek gerekir! Göremiyorsak, önce kendi “boşlukları”mıza bakmalıyız!
Çalışma sürelerinin kısaltılması tartışmaları üzerine
Fransız Devrimi ve ona paralel olarak gerçekleşen sanayi devrimi ile birlikte “çalışma özgürlüğü” adı altında patronların emri altına alınan, yaşamak için işgüçlerini satmaktan başka hiçbir şeyleri olmayan işçiler, kendilerine dayatılan her türlü koşulu kabul etmek zorunda kaldılar. Sanayi devriminin ilk yıllarında işçilerin uzun çalışma saatlerine karşılık düşük ücret almaları, zamanla hiçbir koruyucu önlem alınmaksızın kadın ve çocukların günümüze kıyasla çok uzun süreler fabrikalarda çalıştırılmalarını beraberinde getirdi.
İşçi sınıfının kitlesel ve örgütlü mücadelesinin temel dayanaklarından birisi olan çalışma sürelerinin kısaltılması talebi, işçilerin fabrikalarda 15–16 saat çalışmak zorunda bırakıldığı yıllardan itibaren işçi sınıfının ve sendikaların öncelikli talepleri arasında yer aldı. 19. yüzyılda işçi sınıfının başta sendikaları aracılığıyla yürüttüğü çalışma sürelerinin kısaltılması mücadelesi, 19. yüzyılın ortalarından itibaren “8 saat çalışma, 8 saat dinlenme, 8 saat kendini yeniden üretme” talebi etrafında şekillenerek, dünyanın dört bir yanında sendikal mücadelenin öncelikli konu başlıklarından birisi oldu. İngiltere ve ABD başta olmak üzere pek çok ülkede işçi sınıfı, “8 saatlik işgünü” mücadelesi üzerinden örgütlü gücünü ve etkisini arttırmaya başladı. İşçi sınıfının yürüttüğü örgütlü mücadele sonucunda çalışma süreleri kısaltılabildi.
Çalışma sürelerinin kısaltılması, tarih boyunca işçi sınıfı ve onun örgütlü güçleri ile burjuvazi ve onun hizmetindeki hükümetler arasındaki temel mücadele alanlarından birisi olmuştur. İşçiler, özellikle sendikaları aracılığı ile yaptıkları toplu pazarlık görüşmelerinde, işçi sağlığı ve iş güvenliğinin sağlanması, çalışma yaşamının insanileştirilmesi, işçinin iş dışında kişiliğini geliştirmesine olanak tanınması ve ekonomik durgunluk döneminde işsizliğin artmasının engellenmesi gibi nedenlerle haftalık ve günlük çalışma sürelerinin kısaltılması için çeşitli öneriler ileri sürmüşlerdir. İşin ve işçinin korunması yolunda alınan tedbirlerin en başında çalışma sürelerinin sınırlandırılmasının gelmesi, çalışma sürelerinin işçilerin lehine düzenlenmesi sorunun önemini arttırmıştır.
Çalışma sürelerinin kısaltılması konusu son dönemde AKP’li bakanların peş peşe yaptığı açıklamalar ile yeniden gündeme geldi. Her zaman olduğu gibi konu, yazılı ve görsel basın tarafından “İşçilere müjde, çalışma süreleri kısalıyor” şeklinde tamamen yanıltıcı ve aldatıcı bir içerikte sunuldu. Hükümetin bakanları, sanki önceden aralarında işbölümü yapmışlar gibi, birbirinden farklı gibi görünen, ancak aynı amaca hizmet eden ilginç çıkışlarıyla kamuoyu oluşturmaya çalıştılar.
Çalışma sürelerinin uzunluğu ile ilgili ilk açıklamayı geçtiğimiz Şubat ayı başında Devlet Bakanı Ali Babacan yaptı. Devlet Bakanı Ali Babacan, Capital Dergisi’ne verdiği ve basına da yansıyan demecinde, işsizlik sorununun fazla mesainin kaldırılması ile çözülebileceğini belirterek, haftalık mesainin 10 saat azaltılmasını önerdi. Her yıl 500-700 bin gencin işgücüne katıldığını hatırlatan Babacan, işgücü piyasasının esnekleşmesinin önemli olduğunu belirterek, çalışma süresinin kısaltılmasından bahsederken, hükümetin asıl hedefinin “Ulusal İstihdam Stratejisi” ve “Orta Vadeli Program”da da yer alan işgücü piyasasının esnekleşmesi olduğunu açıkça belirtti.
Babacan, çalışma sürelerinin kısaltılmasında, bir yöntem olarak “Gözden Geçirilmiş Avrupa Sosyal Şartı”nın ilgili hükümlerini göz ardı ederek, resmi çalışma sürelerinin kısaltılmasını söz konusu etmemektedir. Babacan, çözümü, daha az kişi ile daha çok iş yapmak (sayısal esneklik) anlamına gelen, işçinin daha kolay işten çıkarılabildiği esnekliği, işin niteliğini ve işçinin gelirini düşüren kısmi zamanlı çalışmayı yaygınlaştırmakta aramaktadır. Türkiye’de yasal olmadığı halde haftalık 60 saatin üzerinde çalışan 6 milyon kişi, bakan Babacan açısından bir sorun olarak görünmemektedir.
İşsizlik sorununun çözümü ve kıdem tazminatı fonu tartışmalarına paralel olarak gündeme gelen çalışma sürelerinin kısaltılması tartışmalarına Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz da katılarak, tıpkı Babacan gibi, Türkiye’deki yüksek çalışma saatlerinin kısaltılmasıyla işsizlik oranlarının düşürülebileceğini söyledi. Çalışma sürelerinin kısaltılmasıyla daha fazla insanın işe kavuşmuş olacağını, böylece çalışanların kendilerine “daha fazla vakit ayıracakları bir yaşam modeli” oluşturacaklarını iddia eden bakan, hükümetin bununla ilgili bir çalışma içinde olduğunu belirterek, tıpkı Babacan gibi, çalışma saatlerinin uzun olmasının nedeni olarak işgücü piyasasının katılığını gösterdi.
Hükümetin iki bakanının çalışma sürelerinin kısaltılması konusundaki açıklamalarının ardından, Enerji Bakanı Taner Yıldız ise, “Güneş enerjisinden daha fazla yararlanmak” adına, kamu emekçilerinin mesai saatlerinin “güneşin doğduğu vakte” çekilmesini ve Cumartesi günleri de çalışılmasını önerdi. Neresinden bakılırsa bakılsın, çalışma sürelerinin esnekleştirilmesini amaçladığı her halinden belli olan böylesi bir önerinin “enerji tasarrufu” gibi bir gerekçeye dayandırılarak ileri sürülmesi, olası itirazları engellemek için yapıldığını gösterdi. Enerji Bakanı’nın “daha çok çalışmamız lazım” diyerek mesai saatlerini yeniden düzenlenmesini önermesi, hazırlıkları süren yeni istihdam paketinin içeriği ile ilgili ipuçlarını verir nitelikteydi.
Hükümetin her üç bakanının da, biri diğer ikisinden farklı şekilde ifade ediyor olsa da, benzer şeyler söylemeleri ve çalışma süreleri ile ilgili işgücü piyasasının esnekleşmesi gerektiğine özellikle vurgu yapmaları, bugüne kadar esnek çalışma ilgili olarak hayata geçirilen yasal düzenlemeler ve fiili uygulamaların sermaye ve hükümet açısından yeterli görülmediğini gösteriyor. Bu noktada, bugün zaten büyük ölçüde esnekleşen çalışma sürelerinin, önümüzdeki dönemde nasıl daha esnek hale getirileceği konusunun açıklanması gerekiyor.
ÇALIŞMA SÜRELERİNİN ESNEKLEŞMESİ VE KISMİ SÜRELİ ÇALIŞMA
Çalışma süresi denildiği zaman, yasal olarak, “işçinin kendisini işverenin emrine amade tutmak zorunda olduğu süre” anlaşılır. Çalışma süresini düzenlenmesi yetkisi, kural olarak “işveren”e, yani kapitaliste aittir. İşçinin, çalışırken, kendisini süresiz bir biçimde sürekli olarak sermaye sahibi kapitalistin “emrine amade” tutması, işçiler açısından son derece ağır sonuçlara yol açtığından, işçi sınıfının mücadelesi sonucunda burjuvazi çalışma sürelerini yasal olarak kısaltılmak zorunda kalmıştır.
Çalışma sürelerinin yasal olarak düzenlenmesi bakımından Türkiye’deki duruma baktığımızda, işveren karşısında zayıf olan işçinin korunması düşüncesinden hareketle, çalışma sürelerine kimi sınırların getirildiği görülür. Çalışma sürelerini ilk kez düzenleyen 1936 tarihli, 3008 Sayılı İş Kanunu, haftalık ve günlük çalışma süresi ölçütlerini benimseyerek, işçinin işte geçireceği normal süreye sınırlar koymuştur. Kanunda haftalık çalışma süresi genel olarak 48 saat olarak belirlenmiş, Cumartesi günü tam veya kısmi çalışılmasına göre, diğer günlerdeki normal çalışma sürelerinin üst sınırlarını göstermiştir.
Çalışma süreleri ile ilgili hukuksal sınırlamalar, işyerine veya yürütülen işlere yönelik olmayıp, genellikle “işçilere” ilişkindir. 4857 sayılı iş kanunundan önce yürürlükte olan 1475 sayılı İş Kanunu’ndaki çalışma süreleri ile ilgili düzenlemelerde, sanayi toplumuna geçişteki standartlaştırma ilkesi benimsenmiş ve çalışma sürelerine esneklik getirmek yerine, zaman ve programa bağlı, sıkı ve katı düzenlemelere gidilmiştir. Haftalık çalışma süresinin iş günlerine eşit ölçüde bölünmesi zorunluluğu ile günlük çalışma süresine de azami bir sınır getirildiğinden, işyerinde günlük çalışma sürelerinin esnekleştirilmesi olanağı büyük ölçüde sınırlanmıştır.
2003 yılında yürürlüğe giren 4857 Sayılı İş Kanunu’yla, özellikle çalışma süreleri ve özellikle bu sürelerle bağlantılı olarak düzenlenen esnek çalışma biçimleri açısından pek çok değişiklik yapılmıştır. Çalışma süreleri konusunda 1475 ile 4857 sayılı kanunların karşılaştırılmasında karşımıza çıkan ilk sonuç, kuşkusuz başta çalışma süreleri olmak üzere, pek çok noktada yaşanan esnekleşme uygulamalarının çalışma mevzuatına girmiş olmasıdır.
1970’lerden sonra meydana gelen ekonomik ve teknolojik gelişmeler, sermaye ve hükümetlerinin elinde, çalışma süresinin kısaltılmasına karşılık “esnek çalışma süreleri” fikrini ön plana çıkarmıştır. İşçi sendikalarının işçilerin herhangi bir kaybı olmadan çalışma sürelerinin kısaltılması taleplerine karşısında, patronlar ve onların çıkarlarının koruyucusu olan hükümetler, esnekliği, özellikle de esnek çalışma sürelerini ileri sürmektedir.
Çalışma sürelerinin esnekleştirilmesi, ancak yeni çalışma biçimleri olan esnek çalışma şekillerinin yaygınlaşması sonucunda uygulama alanı bulmuştur. Esnek çalışma şekilleri, geleneksel işçi-işveren ilişkilerini, çalışma yeri, süresi ve şartları açısından önemli ölçüde değiştirmeye başlamıştır. Sanayileşmiş ülkelerin birçoğunda, çalışma sürelerinin belirlenmesinde, bireysel iş yasalarına göre toplu iş sözleşmeleri daha etkilidir. Bununla birlikte, esneklik ve esnek çalışma, günlük, haftalık çalışma sürelerine üst sınır getiren bireysel iş yasaları hükümlerinin değişmesinde ve bu sınırlandırmanın kaldırılmasında etkili olmaktadır.
Özellikle sermayedarlar ileri sürülen görüşlerde, devletçe konulan mevzuat hükümlerinin çok katı olduğu, değişen koşullara uyum sağlayamadığı ve giderek işçi-işveren ilişkilerinde kapalı bir düzene yol açtığı iddia edilmektedir. Patronlar, çalışma sürelerinde esneklik talepleriyle, değişen koşullara uyum sağlayan, ortaya çıkan farklı sorunlara farklı çözümler getirilmesine olanak tanıyan kurallara gereksinim duyduklarını sık sık dile getirmektedir. Bu yaklaşıma göre, devletçe konulan “katı” ve “emredici” kuralların payı azaltılmalı, taraflara daha geniş bir hareket alanı sağlanmalıdır.
Sermaye açısından çalışma sürelerinin azaltılması, hiçbir zaman tek başına bir konu olarak değil, özellikle part-time, yani kısmi süreli, geçici ve belirli süreli çalışmanın yaygınlaştırılması açısından önemli bir fırsat olarak değerlendirilmektedir. AKP Hükümetinin “Ulusal İstihdam Strateji Belgesi”nde de açıkça belirttiği gibi, çalışma sürelerinin esnekleştirilmesi uygulamalarında hedeflenen kamuoyunda part-time çalışma olarak bilinen kısmi süreli çalışmanın yaygınlaştırılmasıdır.
Çalışma yaşamında, uzun bir süre, işçinin “iş görme borcu”nu yerine getireceği, yani işgücünü –şüphesiz karşılığını almadan– kapitaliste kiraladığı zaman itibariyle standart olarak “tam süreli” çalışma yaygın olarak uygulanmış iken, 1970’li yılların ikinci yarısından itibaren, diğer esnek çalışma yöntemleri ile birlikte “kısmi süreli çalışma” biçimleri artan bir şekilde uygulanmaya başlanmıştır. İstihdamda esnekliği sağlayan kısmi süreli çalışmalar, özellikle kadınlar, gençler ve ek iş yapmak isteyenler gibi toplumun belli kesimlerine yönelik olarak uygulanmaktadır. “Ulusal İstihdam Stratejisi”nde kadın ve gençlerin istihdamının arttırılacağı hedefinin yer alıyor olması, bu kesimlerin tam zamanlı değil, kısmi zamanlı olarak istihdam edilmelerinin planlandığını göstermektedir.
Kısmi süreli çalışma, 4857 sayılı İş Kanunu’nun 13 üncü maddesinde düzenlenmiştir. Buna göre, “İşçinin normal haftalık çalışma süresinin, tam süreli iş sözleşmesiyle çalışan emsal işçiye göre önemli ölçüde daha az belirlenmesi durumunda sözleşme kısmî süreli iş sözleşmesi” sayılır. Bu madde ile kısmı süreli çalışmada temel alınacak kriterin çalışma süresi olduğunu vurgulanmıştır. Bununla birlikte, kısmi süreli çalışma, “İş Kanununa İlişkin Çalışma Süreleri Yönetmeliği”nin 6. maddesinde “İşyerinde tam süreli iş sözleşmesi ile yapılan emsal çalışmanın üçte ikisi oranına kadar yapılan çalışma” olarak belirlenmiştir. Bu çerçevede, örneğin bir işyerinde tam süreli ya da emsal çalışmanın 45 saat olduğu bir işyerinde kısmı süreli çalışma bunun üçte ikisi oranında, yani 30 saat olacaktır.
Kısmi süreli çalışmanın belli başlı üç özelliği vardır. Bunlar; iş süresinin kısalığı, iş ilişkisinin sürekliliği ve iş ilişkisinin serbestçe kurulmasıdır. Kısmi süreli çalışmanın temel özelliği, esas olarak çalışma süresinin kısaltılmasına dayanmasıdır. Doğal olarak, kısmi çalışma; karşıtı olan tam gün çalışmadan, temelde yukarıda sözü geçen özelliği sayesinde ayırt edilebilir. Çalışma şekline ve tarafların anlaşmasına göre, süresi bakımından kısmi süreli çalışma çeşitli şekillerde ortaya çıkabilir. Örneğin, hafta, ay, yıl vb. belirli zaman dilimlerinde çalışılabileceği gibi; normal iş günlerinin belirli bir oranında, örneğin haftalık 25 ya da 30 saat çalışma veya ayda 120 saat çalışma vb. olarak kararlaştırılabilir.
Kısmi çalışmayı oluşturan çalışma süresinin kısalığı, sürekli olma niteliği taşımalıdır. Bu nedenle, çalışma sürelerindeki kısalma, iş ilişkisinin devamı boyunca söz konusu olmalıdır. Dolayısıyla, süreklilik niteliği sayesinde kısmi çalışma, dış görünümü itibariyle kendisini anımsatan “kısa çalışma”dan ayırt edilir. Kısmi çalışmanın meydana gelişi, esas olarak işçi ile işçinin işgücünü karşılığını ödemeden kiralayan sermaye sahibi kapitalistin “özgür” iradelerine dayanır. Dolayısıyla, çalışma sürelerindeki kısalma, “hizmet sözleşmesi” olarak tanımlanan işçinin işgücünü sermayedara karşılıksız olarak kiralama akdinin kurulması anından, yani başlangıcından itibaren, tarafların “anlaşması” ya da doğru söyleyişle, –eğer ücret indirimi olmadan çalışma süresinin kısaltılması talebi işçiler tarafından mücadeleyle koparılıp alınmamışsa– iş sürecinin örgütlenmesinin tüm diğer yönlerinde olduğu gibi, kapitalist tarafından işçiye dayatılmasıyla gerçekleşir. Bu anlamda kısmi çalışmanın, sonradan ortaya çıka nedenler yüzünden çalışma süresinin zorunlu olarak, yani tarafların iradesi dışında kısaltılmasına dayanan kısa çalışmadan ayırt edilmesi gerekir.
Çalışma süreleri üzerinden yapılan tartışmaların büyük bölümü, çalışma sürelerinin kısaltılmasından çok, bu sürelerinin bireyselleştirilmesi ve esnekleşmesi yönündedir. Çalışma süresinin esnekleştirilmesi kavramı, çalışma saatlerinin kısaltılması kavramı ile özdeş değildir. Dolayısıyla iş sürelerinin esnekleştirilmesi, zorunlu olarak iş sürelerinin kısaltılması sonucunu doğurmamaktadır.
Esnek çalışma biçimlerinden en yaygını olan kısmi süreli çalışma ile daha fazla kişinin istihdam edilmesi mümkün iken, Türkiye’de tam zamanlı çalışanların zaten düşük olan ücret düzeylerinin kısmi süreli çalışma ile daha da düşmesi, sosyal ve özlük haklarında gerilemeler yaşanması kaçınılmazdır. AKP hükümetinin yıllardır patronların sırtında “yük” olarak gördüğü, başta kıdem tazminatları olmak üzere, çeşitli işgücü maliyetlerini aşağıya çekme girişimleri ile birlikte değerlendirdiğimizde, bir süredir gündemde olan çalışma sürelerinin kısaltılmasına, emek ve sermaye temsilcilerinin birbirinden tamamen farklı açılardan baktıkları açıktır.
DÜNYADA VE TÜRKİYE’DE ÇALIŞMA SÜRELERİ
Sanayi devriminin yaşandığı dönemde, günlük çalışma suresi 15-16 saat, haftalık çalışma süresi ise 90 saat civarındadır. 1870 yılı itibariyle işçiler yılda ortalama 2,900 ile 3000 saat arasında, son derece ağır koşullar altında çalışmak zorunda kalmışlardır. İşçi sınıfı mücadelesinin yükselişe geçtiği 19. yüzyılın ikinci yarısından 20. yüzyılın son çeyreğine kadar geçen sürede dünyada, özellikle Avrupa’da çalışma sürelerinin değişimi azalma yönünde olmuştur.
Çalışma sürelerinin düzenlenmesi konusunda son yirmi yılda önemli politika değişiklikleri, istihdam oranlarını (istihdamda görünmek demek daha doğru) arttırmak için zorunlu olarak ülkelerin gündemine girmeye başlamıştır ki, “istihdam artırmak” ya da işsizliği önlemek” gibi saf demagojiler bir yana bırakılırsa, gerçekte, değişikliklerin tümü, işgücünün fiyatını düşürmeye yöneliktir. Özellikle, çalışma ilişkilerinin büyük bölümünde “esneklik” kavramının önem kazanması, çalışma sürelerinin esnekleştirilerek, başta işgücünün fiyatının düşürülmesi olmak üzere, çeşitli düzeylerdeki hak kayıpları ile birlikte çalışma sürelerinin kısaltılmasını beraberinde getirmiştir.
Bazı OECD Ülkelerinde Ortalama Haftalık ve Yıllık Çalışma Saatleri ile
Part-Time Çalışma Oranları
Ülkeler Haftalık Çalışma Süresi (Saat) Yıllık ÇalışmaSüresi (Saat) Kısmi süreliÇalışma oranı
Hollanda 30,6 1377 %37,1
İrlanda 35,0 1664 %24,8
İngiltere 36,4 1647 %24,6
Almanya 35,7 1419 %21,7
Avusturya 37,8 1587 %19
Belçika 36,9 1551 %18,3
İtalya 37,8 1778 %16,3
Fransa 38,0 1554 %13,6
İspanya 38,6 1663 %12,4
G. Kore 45,9 2193 %10,7
Yunanistan 42,3 2109 %8,8
Polonya 40,6 1939 %8,7
Portekiz 39,0 1714 %9,3
Çek Cum. 41,2 1947 %4,3
Macaristan 39,8 1961 %3,6
Türkiye 49,3 1877 %11,5
OECD Ort. 34,0 1749 %16,6
OECD üyesi ülkeler içinde haftalık ve yıllık çalışma süreleri ile kısmi süreli çalışma sürelerini karşılaştırdığımızda, çalışma süresinin uzunluğu ile kısmi süreli çalışma arasında ters yönlü bir ilişkinin olduğu görülmektedir. Haftalık çalışma süreleri açısından baktığımızda, OECD ülkeleri içinde haftalık ortalama çalışma süresi en az olan ülke Hollanda iken, Türkiye, yüzde 49,3 ile, haftalık ortalama çalışma süresi açısından en çok çalışılan ülke durumundadır.
Hollanda OECD ülkeleri arasında yıllık çalışma süresi açısından 1377 saat ile en az çalışılan ülke iken, Güney Kore, 2193 saat ile, işçilerin yıllık ortalama çalışma süresi en uzun olan ülkedir. Bir süredir yaşadığı kriz nedeniyle iflasın eşiğine gelen Yunanistanlı emekçiler, 2109 saat ile OECD ülkeleri içinde Güney Kore’den sonra en çok çalışılan ülke durumundadır.
OECD ülkelerinde yıllık ortalama çalışma süresi 1749 saat iken, Türkiye’de bu süre 1877 saat ile OECD ortalamasının 128 saat üzerindedir. OECD’nin hesaplamalarının kayıtlı işgücü üzerinden yapıldığını ve Türkiye’de istihdamın yüzde 44’ünün kayıt dışı olduğu düşünüldüğünde, Türkiye’deki haftalık ve yıllık çalışma sürelerinin OECD verilerinin çok üzerinde olduğunu tahmin etmek zor değildir.
Haftalık ve yıllık çalışma süreleri üzerinden yapılacak değerlendirmeler, işgücüne katılım oranlarından bağımsız değerlendirilemez. “Türkiye açısından işsizlik oranlarını etkileyen iki temel olgu bulunmaktadır. Bunlardan birincisi işgücüne katılım oranlarında düşüklük, bir diğeri ise çalışma sürelerinin son derece uzun olmasıdır. Birinci durum işsizlik oranlarını baskılayan bir unsur, işsizlik oranlarının düşük görünmesini sağlayan bir etmen durumundayken, ikincisi işsizlik oranlarının artıran bir etmen durumundadır.”
OECD ülkelerinde ortalama işgücüne katılım oranı 2011 yılı itibariyle yüzde 69 iken, Türkiye’de bu oran, TÜİK tarafından son açıklanan Temmuz 2011 itibariyle, yüzde 51,2’dir. İşgücüne katılma oranı erkeklerde yüzde 73, kadınlarda yüzde 27 düzeyindedir. Bu rakamları OECD ülkelerindeki en yaygın esnek çalışma biçimi olan kısmi süreli çalışma üzerinden değerlendirdiğimizde, karşımıza daha dikkat çekici sonuçlar çıkmaktadır. Yine belirtilen ülkeler üzerinden örnek vermek gerekirse, Hollanda bugün OECD ülkeleri içinde yüzde 37,1 ile kısmi süreli çalışmanın en yaygın olduğu ülkelerden birisidir. Ancak bu oranın üçte ikinden fazlasını kadın işgücü oluşturmaktadır.
Türkiye’de kısmi süreli çalışma oranı 2010 yılı itibariyle yüzde 11,5’tir. Ancak bu rakamın AKP iktidara geldiğinde yüzde 6 olduğu düşünüldüğünde, geçtiğimiz dokuz yılda kısmi süreli çalışmada iki kat artış yaşandığı kolaylıkla görülebilmektedir. Yine OECD verilerine göre , Türkiye’de istihdam edilen erkeklerin sadece yüzde 6,7’si kısmi süreli çalışıyorken, istihdam edilen kadınların içinde bu oran yüzde 23,4’ü bulmaktadır. Kısmi süreli çalışmada OECD ortalaması toplamda 16,6 iken, bu oran, erkeklerde 8,9, kadınlarda 26,3’tür. Cinsiyete göre bakıldığında, kısmi süreli istihdamın asıl hedef kitlesinin kadınlar olduğu anlaşılmaktadır.
Çalışma sürelerinin esnekleşmesi açısından kısmi süreli çalışmanın hedef işgücünün kadınlar ve gençler olduğu görülmektedir. “Ulusal İstihdam Stratejisi”nde kadınların ve gençlerin istihdamının arttırılmasına yönelik önerilerin en somut anlamı, işgücüne katılımın düşüklüğü ve işsizlik sorunu nedeniyle AKP hükümetinin, kadınları ve gençleri tam zamanlı değil, kısmi zamanlı istihdam etmeyi planladığı anlaşılmaktadır. Kısmi süreli çalışmada ücret, sigorta ve sosyal haklar bakımından tam zamanlı çalışanlardan daha sınırlı haklara sahip olunması, yıllardır sermayenin çözmeye çalıştığı patronların üzerindeki “istihdam yükü”nü azaltmak için bulunmaz bir fırsat olarak görülmektedir.
ÇALIŞMA SÜRELERİNİN KISALTILMASI: NEDEN VE NASIL?
Çalışma süreleri bakımından işçi sınıfının ilk hedefi, özellikle sanayileşmenin ilk dönemlerinde, bütün Batı Avrupa ülkelerinde son derece uzun olan günlük ve haftalık çalışma sürelerinin kısaltılması ve çalışma sürelerine bir üst sınır getirilmesi olmuştur. İş sürelerinin kısaltılması düşüncesi, her şeyden önce, işçi sağlığı ve iş güvencesinin sağlanması ve iş süreleri bakımından işçinin korunmasına dayanır. Bunun yanında, “çalışma yaşamını insanileştirmek”, “işçinin kişiliğini geliştirmesine olanak tanımak” da çalışma sürelerinin kısaltılmasının temel gerekçelerini oluşturmuştur. Nihayet, iş sürelerinin kısaltılmasının, işçileri koruma düşüncesi yanında, özellikle ekonomik durgunluk dönemlerinde istihdam olanakları yaratarak işsizliğin azaltılması işlevi göreceği fikri özellikle işçi sendikaları tarafından sık sık belirtilmektedir.
İnsanların, hiç durmaksızın sürekli olarak çalışması mümkün değildir. Çalışma sürelerinin kısaltılmasını haklı gösteren birden çok neden sayılabilir. Uzun çalışma süresi işçinin sağlığını bozduğu gibi, onun zihnen ve fiziki gelişimini de engelleyen bir faktördür. Çalışma psikolojisi açısından bakıldığında da çalışma süresinin kısaltılması gerekir. Yapılan saha araştırmaları, işteki performansın, çalışma süresinin uzunluğu ile doğru orantılı değil, aksine ters orantılı olduğunu tespit etmektedir. Çalışma süresinin sınırlanması, mevcut işin halen çalışanlarla işsizler arasında daha iyi bölünmesini sağlaması açısından da önemlidir.
Mevcut çalışma sürelerini kısaltan uygulamalar iki kategoride incelenebilir. Birincisi, işçilerin çalışma sürelerinde herhangi bir değişiklik meydana getirmeyen, mevcut çalışma sürelerini esnek hale getiren ve yeniden yapılandıran düzenlemelerdir. Bunlar, kısaca, esnek çalışma zamanları olarak adlandırılmaktadır. 4857 sayılı İş Kanunu’nda esnek çalışma zamanlarına, esnek kısmi çalışma, telafi çalışması, çağrı üzerine çalışma, yoğunlaştırılmış iş haftası gibi örnekler verilebilir. Sermaye örgütleri ve onların sözcüleri olan hükümetler, tıpkı devlet bakanları Ali Babacan ve Cevdet Yılmaz’ın yaptığı gibi, “çalışma sürelerinin kısaltılması” derken, çalışma sürelerinin bu şekilde esnekleştirilmesini, dolayısıyla patronların sırtındaki istihdam maliyetlerinin azaltılmasını ifade etmektedirler.
Çalışma sürelerini kısaltan uygulamalardan bir diğeri ise, mevcut çalışma süresini azaltan ve düzenleyen uygulamaları içermektedir. Çalışma sürelerini kısaltan uygulamalar, verimlilik artışlarıyla birlikte ücrette herhangi bir azalma olmaksızın çalışma sürelerinin kısaltılmasını gündeme getirmektedir. Örneğin Fransa’da yapılan bir çalışmada, fazla çalışmaların kaldırılması halinde, 650.000 yeni işçinin istihdam edilebileceği saptanmıştır. Bundan hareket eden hükümet, önce 39 saat olan haftalık çalışma süresini 35 saate indirmiş; arkasından da, sistematik ve yoğun bir biçimde fazla çalışma yapan işletmeler için bazı yaptırımlar getirmiştir. Böylece bir taraftan işçilerin birim zamanda daha yoğun çalışması sağlanırken, diğer taraftan istihdam artmıştır.
Fransa’da, 1 Şubat 2000 tarihinden itibaren 20 ya da daha fazla işçi çalıştıran işyerleri bakımından haftalık çalışma süresi 35 saat olarak belirlenmiş; bu sürenin altında yapılan çalışmalar part-time çalışma olarak nitelenmiştir. Fransa’da bir işyeri yılda en çok 130 saat fazla çalışma uygulamasına gidebilmekte; fazla çalışma yapılan bir işyeri bakımından haftalık çalışma süresi (35+9=) 44 saati aşamamaktadır.
Çalışma süreleri ülkelerin ekonomik yapılarını önemli ölçüde etkilemekte, çalışma sürelerinde yapılacak değişiklikler dikkat çekici sonuçlar yaratabilmektedir. Gerçekten, çalışma sürelerinin arttırılması, ilk adımda üretimi arttırıcı bir etki yaratmakla birlikte, istihdamı olumsuz şekilde etkilemektedir. Buna karşın, çalışma sürelerinin işçilerin hak kaybına uğramadan düşürülmesi, patronların kârının azalması anlamına gelecek, ancak mutlak anlamda istihdamı arttırıcı bir etki yaratacaktır. Özellikle fazla çalışmanın sınırlandırılması ile birlikte, çalışma sürelerinin azaltılması istihdam üzerinde son derece olumlu etkiler yarattığı bilinmektedir.
SONUÇ
Sanayi devrimi uygarlığı, günlük yaşamı, makinelerin işleyişinin ritmine uydurarak, uyku saatini, uyanma saatini, çalışma saatini, dinlenme ve eğlenme saatini kendi işleyiş mantığı içinde düzenlemiştir. İşe başlama ve bitiş saatleri önceden belirlenmiş, uzun mücadeleler sonucu kazanılan “sekiz saat işgücü” uygulaması yasal hale gelerek, çalışma yaşamında asgari bir düzen oluşturulmaya çalışılmıştır. Günümüzde devlet, şüphesiz ki kanun koyucu işlevinden geri çekilmemekte, tersine “torba yasa”ların içine bile tıkıştırdığı kanun değişiklikleriyle eskiden standartlaştırılmış olanları, konulmuş standartlarla birlikte değiştirerek tartışmasız biçimde kapitalistlerin çıkarına olan her şeyi yapmaya yönelmiş, yeni standartlar olarak ilke ve çerçevelerini kararlaştırdığı yeni esnek çalışma koşullarının uygulanması yönünde görünüşte “taraf” iradelerine, gerçekte ise işçiye kırıntısı tanınmazken yalnızca kapitaliste tanınan “serbestlik” alanını genişletmeyi hedeflemiştir. Bu durum, özellikle çalışma sürelerinin esnekleştirilmesinde kendisini açıkça göstermektedir.
Çalışma süresi kavramı, son yıllarda hızla yaygınlaşan esnek, kuralsız ve güvencesiz istihdam uygulamaları ile birlikte yeniden tartışılmaya başlanmıştır. Esnek çalışma biçimlerine yasal bir zemin kazandıran 4857 sayılı İş Kanunu’nun yapılış sürecinde teknolojik yenilenmenin, yeni hayat tarzlarının ve çalışma davranışlarındaki yapısal değişiklikler vb. gibi pek çok faktörün göz önünde bulundurulduğu iddia edilmiş ve eski İş Kanunu’nun çalışma sürelerine ilişkin hükümleri, ekonomik ve teknolojik gelişmelerle oluşan günümüz çalışma hayatında yaşanan gelişmelere cevap veremez düzeyde “katı” olarak değerlendirilmiştir.
Çalışma sürelerinin patronların istek ve beklentileri doğrultusunda esnekleştirilmesi, sermayenin özellikle kriz dönemlerinde karşı karşıya kaldığı risklere karşı anında refleks geliştirebilmelerine ve değişen koşullara zamanında uyum sağlamalarına olanak sağlayabilir. Çalışma sürelerinde gerçekleştirilen esneklik uygulamaları işletmeler için, tabii işletmenin mülkiyetine ve iş sürecinin örgütlenmesinin tüm denetimine sahip kapitalistler için pek çok olumlu düzenleme getirirken, aynı tespiti işçiler açısından yapmak mümkün değildir.
İş hukukunda sık sık gündeme getirilen “sözleşme serbestisi” sermaye ve emek arasındaki ekonomik, sosyal ve sınıfsal ilişki ve çelişkilerden soyutlandığında bir anlam ifade etmez. Dolayısıyla özellikle işçilerin çalışma koşullarını ilgilendiren kararlarda “tarafların aralarında anlaşmaları” koşuluna bağlanan kararların büyük ölçüde patronlar ve onların çıkarlarının savunucusu olan AKP hükümetinin istekleri şeklinde sonuçlanacağını tahmin etmek zor değildir.
Sendikalar tarafından savunulan ya da savunulması gereken, çalışma sürelerinin işçilerin ücret ve sosyal haklarında herhangi bir kısıtlamaya gidilmeden azaltılması olmalıdır. Çalışma sürelerinin yasal olarak sınırlandırılması, her şeyden önce, işçilerin çalışma ve yaşama koşullarını iyileştirme duygusuna dayanmak zorundadır. Sendikalar açısından çalışma sürelerinin kısaltılması konusu bu temelde ele alındığında anlamı olacaktır.