Murat Belge, Eylül’ün başından beri, ‘Marksizm ve sosyalizm’, ‘antagonist çelişki’, ‘tarihi bir zorunluluk olarak devrim’, ‘devrimin öznesi proletarya’ vb. konularda oldukça enteresan bir yazı dizisi başlattı Taraf gazetesindeki köşesinde. Belge, kafası estikçe bu konulara ilişkin görüşlerini okurlarıyla paylaşıyor ve anlaşıldığı kadarıyla daha da devam edecek.
Elbette “dizi”yi ilginç kılan sadece bu zamansal serbestliği değil. Yazarının tarzı da dikkat çekici: Marksist teorinin pek karmaşık konu ve sorunları, neredeyse bir kahve sohbeti tadıyla anlatılıyor bu “dizi”de. Felsefe, ekonomi politik, politika, tarih… bunların hepsi, o köşeciğe sığıveriyor.
Dizinin zamansal rahatlığı yazarının tarzıyla birleştiğinde, ortaya çıkan sohbet de pek düzeyli (!) oluyor tabii. Bir örnek verelim: “Masa başına geçiyoruz, eldeki verilerle kurduğumuz ‘kapitalist toplum’ modeline bir daha bakıyoruz: her şey, devrimin ‘zorunlu’ olduğunu gösteriyor – ‘tarihi zorunluluk’! Pencereyi açıp dışarı, gerçek ‘tarihin’ yaşanmakta olduğu yere, hayata bakıyoruz. Orada bir devrim hazırlığı görünmüyor. Niye böyle?
“Kapitalizmin kendi eliyle yaratacağı ‘mezar kazıcıları’ nerede? Yoksa kapitalizm başına gelecekleri sezip onları yaratmaktan mı vazgeçti? Yoo, işte, oradalar, işte proletarya. Ama belli ki proletarya dalga geçiyor! Bu durumun sorumlusu o! Yapması gerekeni yapmıyor.”
Belge kimle alay ediyor acaba? Proletarya ile mi, ona “mezar kazıcıları” misyonunu biçen Marksizmle mi yoksa buna “inanmış olarak” kendisiyle mi? Kime gülmek gerekir? Belge, sanki Marx ya da proletarya şu türden bir söz vermiş gibi fikir yürütüyor: “Sen, 2011’in Eylül’ünde camdan dışarıya baktığında ‘bir devrim hazırlığı’ göreceksin!”
Neticede zorunluluk, tarihlendirilmek suretiyle tarih dışına atılıyor. Bundan daha kolayı ne: Örneğin; sayın Belge ve ben, bir gün öleceğiz – “biyolojik zorunluluk”! Ama şimdi kalkıp, ‘insanın biyolojik’ modeli böyle buyurmasına rağmen, neden hala ölmediğini soracak ya da neden ölmediniz sayın Belge diyecek halde değilim!
Öyleyse?
Eylül 2011’de ‘pencereden dışarı baktığımızda’ “devrim hazırlığı görünmüyor”sa, suçu “tarihi zorunluluğa” atamayız. Zira bu, baştan yanlış bir yaklaşımdır. Bilmeliyiz ki, devrimin, belirli bir tarihe kadar ya da belirli bir tarihte vuku bulmayışından, onun tarihsel zorunluluğunun yadsınması sonucu çıkmaz. Neden? Çünkü bu olgu (devrimin olmamış olması), devrimin olamazlığıyla ilgili ne bir bilgi ne de bir kanıt sunar bize. Olmayışı, olabilirliğini yadsımaz ya da tersinden olamazlığının kanıtı değildir. Olabilirliği söz konusu olduğu sürece, olmamışlığa dayanan bir argümantasyon anlamsızdır.
Haliyle, tarihsel zorunluluğun yadsınması için, bu zorunluluğun teorik dayanaklarının yanlışlığı ya da geçersizliği kanıtlanması gerekir. Belirtelim ki, örneğini verdiğimiz türden anlamsız espiriler içerse de, “dizi”nin asıl amacı budur. Belge, son dönemde uluslararası planda cereyan eden olaylara (büyük ekonomik kriz, Arap Dünyası’nda ayaklanmalar, gençlik eylemleri, gelişen sosyal öfke ve protestolar vb.) bakıyor ve “önemli gelişmeler”in gerçekleştiğini görüyor. Ne yazık ki, onun tabiriyle “kriz avcılığı” yapan “sol”un hali içler acısı; proletaryadan da tık yok! Bu durum nasıl açıklanabilir diye soruyor ve bir şekilde bu basiretsizliğin, etkisizliğin gerisinde Marksist teorinin pek çok “boşluklar”ının olduğu sonucuna varıyor.
Peki Belge, “dizi”sinin bu muradına erişebiliyor mu? Marksist teorinin varlığını iddia ettiği “boşlukları” temellendirebiliyor mu? Yoksa kendi “boşlukları”nı mı açığa vuruyor?
EPEY ÜST NOKTALARDA!
Evet, devrim bir türlü olamıyorduysa, Belge için sorulacak soru da belliydi: “İyi, peki de, senin bu teorin doğruysa niye devrim olmuyor? Devrim bir türlü olamadığına göre teorin neye göre doğru?”. Öyleyse, ne kadar ürkütücü olursa olsun, bakalım şu “boşluklara”.
Bir kere Marx, “Hegel’den aldığı ‘çelişki’ kavramını hayatın tamamını açıklayan bir olgu olarak işledi. … kapitalizmi incelerken de bu kavramı işin içine sokmaması mümkün değildi (çelişki kavramını işin içine sokmak! Harikulade! – A.C.). Marx, kapitalizmin kendi içinde barındırdığı çelişkilerin onun kendi mezar kazıcısı olduğunu düşündü ve yazdı.”
Yanlış mıydı? Aslında değildi: “… epey üst noktalarda bir ‘soyutlama düzeyi’nde konuşuyoruz ve bu soyutluk derecesinde Marx’ın bu tespitinin doğru olduğunu düşünüyorum.” Ama! “Ancak, gene somut tarihe baktığımızda, oradaki somut akışın Marx’ın bu tespitlerine pek fazla uymadığını da görüyoruz.
Demek tespit, çok çok soyut anlamda doğruydu da, lakin tarihin bu tespiti pek ırgaladığı yoktu! Nitekim: “‘İçsel çelişki’ tesbiti doğruysa, kapitalizmin gelişkinliği ile çelişkinin yıkıcılığı arasında bir orantı olmalı; dolayısıyla, Marx’ın kendisinin inandığı gibi, sistemin çöküşü, en fazla gelişip olgunlaştığı yerde, Britanya’da, Amerika’da, Almanya’da, böyle bir ‘ileri kapitalist’ zeminde gerçekleşmeli.” Ama böyle olmadı: “İlk büyük devrimin Rusya’da gerçekleşmesinde kapitalizmin iç çelişkilerinden önce savaş ortamının getirdiği, dolayısıyla ‘konjonktürel’ dediğimiz türden olgular belirleyici oldu.”
“Çelişki kavramı” üzerine saptamalar bitmedi. Ancak, devam etmeden önce; Belge’nin, Ekim Devrimi’nin Marksizmin “içsel çelişki tespiti”yle alakasızlığına dair görüşünü biraz daha yakından irdelememiz gerekecek. Zira bu görüş, piyasada Marksizmin “bir bileni” olarak dolaşıp, bazıların Marksizmle ilgili vülger yorumlarını yere vurarak tutturulagelinen düzeyin de asıl gerçekliğini gösteriyor bize.
Burada, Marx’ın beklentisinin olduğu kadar, Rusya’daki devrime Marksist bir işçi partisinin önderlik yapmış olmasının da bir önemi yok; çünkü gördük ki, Belge’nin eleştirisi teorinin özüne ilişkin. Yani, “kapitalizmin kendi içinde barındırdığı çelişkilerin onun kendi mezar kazıcısı” olması ve bu suretle de devrimin tarihsel bir zorunluluk olması konusuna dairdir. Ona göre, Ekim Devrimi, Marx’ın belirtilen “içsel çelişki” tezinin bir doğrulanması değildir…
Murat beyin yukarıdaki görüşünün o pek eleştirdiği vülger görüşlerden çok da farklı olmadığını göstermeye şu iki hatırlatma yetecektir:
Birincisi; Marx, ekonomi politiğin eleştirisiyle ilgili yaptığı tüm plan tasarılarında “dünya pazarı”nı en son işlenecek madde olarak sıralar. Neden acaba?
Bunun nedeni, Marx’ın, ekonomi politiğin eleştirisinde benimsenmesi gerektiğini düşündüğü yöntemin soyuttan somuta olmasıdır. Dünya pazarı, bu anlamıyla, kapitalist ekonominin ve ilişkilerinin nihai somutlanış halidir. Bu demektir ki, dünya pazarı teşekkül ettikten ve kapitalizm bir dünya ekonomik sistemi olarak şekil aldıktan sonra, şu ya da bu kapitalist ülkenin gerçekliği (ekonomisinin durumundan, sınıfların ilişkilerine kadar ve haliyle toplumsal çelişkilere de) dünya pazarı olgusu ve tüm kapitalist sınıf ve devletlerin bu pazar ve nüfuz alanları uğruna birbirleriyle girdikleri kıyasıya rekabet ilişkilerinden soyutlanarak ele alınamaz. Alınırsa ne olur? Bu totalite (Taha Akyol gibi “totaliter rejim” uzmanların bir türlü göremediği bu asıl totalite) gözardı edilirse, tekildeki bütün görülemez ve bütün görülemediğinden tekil de asla doğru değerlendirilemez.
Örneğin ABD ekonomisinin somut durumunu ancak dünya ekonomisine bakarak, onun burada teşkil ettiği yer ve bu yerin ona sunduğu ya da sunmadığı olanaklar üzerinden anlayabiliriz.
Başka bir deyişle: Belge’nin sözünü ettiği “orantı”; onun yaptığı gibi, bir kapitalist ülkeyi (bu en ilerisi olsa dahi) kendi başına alıp “içsel çelişki”sini kendi gelişkinliğiyle kıyaslayarak kavranılamaz. Kapitalist ülkeler, kapitalist dünya pazarının parçasıdırlar; daha ileri kapitalist ülkeler ise çok daha ileriden etkin parçasıdırlar. Demek ki, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin keskinleşme derecesi ve bu çelişkinin yıkıcılığının kapitalizmin gelişkinliğiyle “orantısı”, özellikle de dünya pazarı ve uluslararası rekabet koşullanması ve dolayımından soyutlanarak somutlandırılamaz.
“Çok soyut anlamda doğru” denilen tespiti tarihin doğrulamadığını iddia etmeden önce, şunu dikkate almak gerekirdi: İlişkiler ve belirlenimleri, ancak soyutlamayla ifade edilebilirler. Bu soyutlamalar ama, soyutlamadaki rafineliğiyle tarihin “somut akışı”nda görülmezler. Soyutlamada ifade edilen çelişkiler, gerçek hayatta pek çok keskinleştirici ya da yumuşatıcı faktör ve eğilimlerle dolayımlanarak somutlanır. Yasalar da, zaten, eğilimler olarak, karşıt eğilimleriyle birlikte kendilerini hissettirirler. Belge, ya bu zahmete katlanmıyor ya da böyle bir kavrayıştan yoksun. Bu sorumsuzluğu ya da eksikliği nedeniyle de, bizzat dünya pazarı, uluslararası rekabet ve sınıf mücadelelerinin uluslararası dolayımlarının, o sözünü ettiği “orantı”yı, en orantılı zemininde bile “orantısız”laştırabildiğini görmüyor. Görünen o ki, Marx’ın “Kapital”indeki diyalektiği de anlamamış. Lenin’in bu konudaki uyarısını ciddiye almasını tavsiye ederiz: “Hegel’in Mantık’ının tümü iyice incelenmeksizin ve anlaşılmaksızın, Marx’ın ‘Kapital’ini anlamak olanaksızdır.”
Gelelim dikkate alınması gereken ikinci hususa. Birinci hususta belirttiklerimiz, sözü edilen orantının yalnızca pozitif yanıydı. Pozitif, çünkü ileri kapitalist ülkeler bakımından, konumları gereği (yüksek sermaye birikimi, devasa tekeller, ileri teknoloji vb.) onların elini güçlendiren bu koşullanma ve dolayımlar, üretici güçler ile kapitalist üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin içinde hareket ettiği biçimin koşullarını sunmaktadır. Böylelikle bu çelişki elbette bu ülkelerde ne ortadan kalkmış ne de antagonist niteliğini yitirmiş olur. Ama, “olgunlaştığı yerde” kapitalist kabuğu atmaksızın, içinde bir süreliğine de olsa hareket edebildiği bir biçime kavuşabilmektedir.
Bununla birlikte, çelişkinin içinde hareket edebildiği bu biçimi bulabilmesinden de doğan sonuçlar vardır. Ya da şöyle de ifade edebiliriz; işin, pozitif yanının varlığı itibarıyla koyulmuş bir de negatif yanı bulunmaktadır. İşte, bunun negatif yanının en yalın ifadesi de, bu durumda, Ekim Devrimi’dir.
Marx ve Engels “Alman İdeolojisi”nde, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin “bir ülkede çatışmalara yol açması için, o ülkenin kendisinde uç noktada olması gerekmez” der ve hemen eklerler: “Sınai bakımdan gelişkin ülkelerle geniş uluslararası alış veriş nedeniyle ortaya çıkan rekabet, daha az gelişkin sanayiye sahip ülkelerde de benzer bir çelişkinin meydana gelmesine yeter.”
Bu alıntı neyi kanıtlamaktadır? Birincisi, Marx ve Engels’in, belirtilen çelişkinin yıkıcılığı “orantı”sına Belge gibi mekanik bakmadıklarını. İkincisi, bu çelişkinin, uluslararası rekabet (dünya ticareti ve ekonomisi) dolayımları üzerinden nispeten geri kapitalist ülkelerde de ortaya çıktığını. Ve üçüncüsü, bu ilişki ve dolayımlar nedeniyle, bu çelişkinin geri ülkelerde çatışmalara yol açabilmesi için o ülkelerde de en uç noktada olması gerekmediğini.
Unutmamak gerekir ki, Marx ve Engels bu saptamaları 1845-46 yıllarında yapıyorlar. Ve bilindiği gibi, onların burada, şu veya bu tekil örnekten derin bir analiz yeteneğiyle saptadıkları ve bir yönüyle de önceledikleri gelişme, tekelci kapitalizmin (emperyalizmin) ortaya çıkmasıyla çok daha geniş ve derin boyutlar kazanır. Lenin’in emperyalizm tahlillerinde de vurgulandığı gibi, tek tek ulusal ekonomiler, artık dünya ekonomisi olarak, “yekpare bir zincirin halkalarına dönüşür”ler.
Gelgelelim, Belge bey tam da bu noktada, meselenin doğasındaki bu bütünlüğü basit bir hinlikle yok sayıyor. Oysa, biliyor olmalıdır ki, yok saymakla meseleler çözülmez, olsa olsa mesele edilmez! Çözmek amacıyla mesele edip soralım o zaman: İnsanlığın tanık olduğu ilk büyük ve o zamana kadarki en yıkıcı emperyalist paylaşım savaşı; dünya pazarı ve bu pazarlarda nüfuz sahibi olma mücadelelerinden soyutlanabilir mi? Bu mücadele ve kapışmalar, tersinden, emperyalist ülkeler açısından pazar sorununun ne denli yakıcı bir hal aldığının ifadesi değil mi? Emperyalist dünya savaşları, şu veya bu sorumsuz siyasetçinin ya da bir delinin keyfiyetinin eseri olmasa gerek.
Devam edelim: Paylaşım savaşının, politikanın başka biçimlerle sürdürülmesi olarak kendisini adeta dayatması, bu savaşı kışkırtan ve başını çeken emperyalist ülkelerdeki kapitalizmin iç çelişkilerinden soyutlanabilir mi? Bu savaşın bir dünya savaşı olarak gündeme gelmesi, kapitalizmin genel bunalımının bariz bir dışavurumu değil mi? Bu durumda, Belge’nin Rusya’daki devrimde, “savaş ortamının getirdiği, dolayısıyla ‘konjonktürel’ dediğimiz türden olgular belirleyici oldu” savı, tam tersini doğrulamıyor mu? Emperyalist savaş, “kapitalizmin iç çelişkilerin”den soyutlanamıyorsa, bu savaşın getirdiği “konjonktürel” ortam da, Rusya’nın da parçası olduğu kapitalist sistemin çelişkilerinden soyutlanamaz.
“Kapitalizmin gelişkinliği ile çelişkinin yıkıcılığı arasında” Belge’nin bulamadığı “orantı”nın göstergeleri sadece savaşla da sınırlı değil: Rusya, ileri olmasa da, kapitalist bir ülke idi. İşçilerin belli başlı sanayi havzalarında ve şirketlerde yoğunlaşması bakımından Avrupa’nın birçok sanayi ülkesini geçmekteydi. O yıllarda dünyanın en çok yabancı sermaye yatırımlarını çeken ülkelerin başında gelmekteydi. Bu olguların anlamı şuydu ki, geneli itibarıyla ileri bir kapitalist ülke olmasa da, Rusya’da emek ile sermaye arasındaki çelişkinin devrimci bir işçi hareketinin ortaya çıkmasını olanaklı kılacak düzeye kadar keskinleşmesinin tüm koşulları mevcuttu. Ve nitekim bu hareket ortaya çıkmakla da kalmadı; Bolşeviklerin liderliğinde partileşti ve sosyalist bir devrimi gerçekleştirdi!
Kısacası; “kapitalizmin gelişkinliği ile çelişkinin yıkıcılığı arasında”ki orantının, kendisini; “orantılı olması gereken” zeminde “orantısız” ve “orantısız olması gereken” yerde “orantılı” göstermesi “fenomeni”ni anlayabilmek için; kapitalizmin bir dünya sistemi olduğunu, bu evrensel doğası itibarıyla “içsel çelişkileri”ni de (sermaye ihracı, doğrudan yatırımlar, uluslararası işbölümü, krizler vb. yoldan) dolaylı olarak evrenselleştirdiğini göz önünde tutmak gerekir. Buradan bakıldığında görülecektir ki, gelişkinlikle çelişkinin yıkıcılığının bir taraftaki “orantı”sızlığı; diğer taraftaki çelişkinin yıkıcılığını nispi gelişmemişliğe hiç de “orantı”lı olmayan bir yoğunlukta geliştirmektedir.
ÇELİŞKİNİN YIKICILIĞI!
Belge’nin “içsel çelişki” ve “orantı” konusundaki yüzeyselliği neyle açıklanabilir? Bunun için çelişki meselesine biraz daha yakından bakmalıyız.
“Bilim ve Utopya” başlıklı makalesinde , yazarımız, “önce ‘çelişki’, sonra da ‘proletarya’ kavramlarının bilimsel olmayan, dilek ve beklentilerimizi yansıtan tanımlar edindi”ğini ileri sürer.
Peki, nedir çelişkinin bilimsel tanımı? Ya da daha kestirmeden soralım; çelişki nedir? “‘Çelişki’ dediğimiz şey son analizde bir kavram. Yani bizim, dünyayı daha iyi anlamak için zihnimizde kurduğumuz bir şey. Burjuvazi ile proletarya arasında ‘çelişki’ diye bir nesne durup onları birbirlerinden uzağa itmiyor.” Ve aynı makalenin sonunda: “… zaten, ‘çelişki’nin dahi onu şöyle ya da böyle, antagonist ya da ‘mülayim’ yapan bir özü yok.”
Lafı dolandırmadan buradaki “bilimsel”liğin sırrını hemen açıklayalım: Şu bu, “son analizde” şöyle ya da böyledir! Belge, bu söylemiyle muazzam bir şeyi başarıyor; nesnel ilişkilerin kavramlarıyla bu ilişkilerin kendisini yadsıyor. Öyle ya; eğer “çelişki” son analizde “bir kavram” ise, “burjuvazi ile proletarya arasında ‘çelişki’ diye bir nesne” durmuyordur!
İşin ilginç yanı ama şu ki, bu “son analizde” söylenen şeyler, tam da “son analizde” değilken doğrudurlar, ya da tersinden; tam da “son analizde” yanlıştırlar! Denilebilir ki şimdi, “çelişki” dediğimiz şey, “bir kavram” değil midir?! “Antagonizm”, “gene bir soyutlama” değil mi?! Bir anlamıyla “evet” ama, tam da “son analizde” değil! Örneğin, “köpek kavramı havlamaz” denilir. İyi de, bu böyledir diye, köpek de “son analizde” havlamamamızlık etmez herhalde!
Çelişkinin özü yok! İllahi Belge, bu savınız doğru olsaydı, birçok yüzeysel fikrinize referans aldığınız “dünyadaki değişim” vakası söz konusu olabilir miydi hiç? Çelişkinin özsüz, “son analizde” salt kavramsal varlığı, her türlü hareketin olanaksızlığı demektir. Çünkü, “çelişki her türlü hareketin ve canlılığın kökeni”dir.
Hatta daha ileri gidip şunu bile iddia edebiliriz: Çelişki son analizde özsüz bir kavram olsaydı, son analizde soyun kendisini sürdürmesinin ürünü olan Murat beyin kendisi bile olmazdı! Yoksa Murat Belge son analizde salt bir isim, soyadı ve köşe fotoğrafından mı ibaret?!
Kendisiyle böylesi “mülayim” özlü çelişkilere düşen yazarımız, adı geçen makalede , Lenin’in, “çelişki ile antagonizm aynı şey değildir” dediğine dikkat çekiyor. Niye bu referans? Burjuvazi ile proletarya “çelişkisi”nin antagonist olmadığını iddia etmek için: “‘Uzlaşmazlık’ veya onun tersi, ‘uzlaşabilirlik’, geri kalandan ve uluslararası konjonktürden izole edilmiş, arenaya atılmış iki gladyatör gibi karşı karşıya duran bir Burjuvazi ile bir Proletarya’nın arasındaki ilişki ile değil, bütün bu yumağın içinde hareket halinde olan eğilimler, mücadeleler, konuşlanmalar sonucunda biçimleniyor.” Duruma, konjonktüre göre yani. Bilim ya bu, öyle katı dogmalarla konuşmuyor!
Açıkçası, Belge’nin antagonist çelişkiyi reddetmek üzere tam da Lenin’i referans göstermesi, tek kelimeyle gülünçtür. Bırakalım Lenin’in birçok yerde “burjuvazi ve proletarya antagonizması”ndan söz etmiş olmasını; yaptığı alıntı neyi ispatlamaktadır? “Çelişki ile antagonizm aynı şey değildir” saptaması, bir kere baştan, çelişki ve antagonizmin farklı şeyler olduğunu içermektedir. Aynı olsalardı, onlarla ilgili “aynı şey değildir” diyemezdik. Başka bir deyişle, bu saptamayla Belge, antagonizmin kendisini kabul etmiş olmaktadır. Antagonizm kabul edildiği vakit, antagonist çelişki de kabul edilmiş olunur, çünkü her çelişki antagonist olmaz ama, çelişki içermeyen antagonizm hiç olmaz! O halde, antagonist çelişkiyi reddetmek için çelişkinin kendisi reddedilmelidir. İşte Belge’ye ‘çelişki son analizde bir kavramdır’ dedirten tam da bu zorunluluktur!
Diyor ki Murat Belge, “burjuvazi ile proletarya arasında ‘çelişki’ diye bir nesne durup onları birbirlerinden uzağa itmiyor.” Bu cümle doğru mu? Evet, “doğru”, ama tam da Belge’nin telkin ettiği fikri (bu ilişkideki antagonizmayı reddetmesini) yanlışlayan anlamda doğrudur! Neden? Çünkü, burjuvazi ve proletarya, ancak karşıtıyla kendileridir. Burjuvazi, proletarya olmadan var olamaz; burjuvazi olarak varlığı, karşıtının, yani proletaryanın varlığına bağlıdır. Proletarya da, burjuvazi olmadan var olamaz; proletarya olarak varlığı, karşıtının, yani burjuvazinin varlığına bağlıdır. Bu ilişkide, birbirini, birbirinin karşıtı olarak koyan ve bu doğası itibarıyla uzlaşmaz olan bir karşıtlık söz konusudur. Bu nedenle, ikisinin arasında bir çelişki olduğunu söylemek de yetmez. Marx ve Engels’in de vurguladığı gibi, asıl “sorun, onlardan her birinin bu karşıtlık içinde hangi belirli yeri tuttuğunu bilmektir.” Burjuvazi; kendisini, ve böylelikle karşıtını muhafaza ederek varoluşunu sürdürmek zorundadır. O, bu nedenle, bu karşıtlığın “olumlu yanıdır.” Proletarya ise, tersine; “proletarya olarak, kendi kendini kaldırmak ve böylece bağımlı bulunduğu, onu proletarya durumuna getiren karşıtını, yani özel mülkiyeti de kaldırmak zorundadır.” Proletarya, karşıtlığın “olumsuz yönü”dür. Bu karşıtlığın içinde, “demek ki özel mülkiyet sahibi tutucu partidir, proletarya ise yıkıcı parti.” Karşıtlığı “koruyup sürdüren etkinlik birinciden, yıkıp yokeden etki ise ikinciden kaynaklanır.”
Bir şey, kendi karşıtıyla koyulmuş ise, o şey kendi kendisiyle çelişkide demektir. Dolayısıyla, çelişki, burada bir nesne gibi onların arasında durmuyor, ama bu karşıtlığın kendi içinde yatılı, içkindir zaten.
Fakat bu antagonizm, sadece “epey üst noktalarda bir ‘soyutlama düzeyi’nde” karşımıza çıkmaz. “Pencereyi açıp dışarı”, “gerçek hayata” baktığımızda da görürüz kendisini. Örneğin Alman ekonomisi dünya ihracat şampiyonu olurken, aynı zamanda Batı Avrupa ülkeleri arasında “Hartz IV reformu”yla emek gücünün fiyatını en çok düşüren ülke unvanını kazanmıştır. Hartz IV ve ihracat şampiyonluğu birbirleriyle alakasız değildir sadece, aralarında nedensel bir ilişki de vardır. Bu nedensel ilişkinin gerisinde ise, kapitalist ekonominin belirli yasaları durmaktadır. Aynı şekilde, son derece yüksek sınai üretkenliği ile iş sürelerin milyonlarca işsize rağmen uzatılması arasında da nedensel bir ilişki vardır. Peki, işçiler bir sınıf olarak mücadele edip sermayenin bu saldırısını geri püskürtebilir mi? Evet püskürtebilir; ücretlerin artırılmasını ve iş sürelerin kısaltılmasını sağlayabilirler. Ancak, ne kadar hayati ve devrimci bir işçi hareketin gelişmesinin önkoşulları açısından elzem olsalar da, bu tür mevzi zaferler dahi, sermaye ve ücretli emek ilişkisinde içkin ve bu örneklerimizde de etkin olan antagonist çelişkileri (örneğin gerekli emek zamanının kısaltılması koşuluyla artı-emek zamanının artırılabilmesi çelişkisini vb.) ortadan kaldırmaz.
Bu çelişkiler mücadeleye yol açmaktadır; mücadeleye ise çelişkilerin antagonist doğası hakkında doğru bir bilinç yön vermedikçe, en iyi durumda kısmi zaferler elde edilir. Kısmi zaferler, ama, çelişkinin kendisinin henüz (bu çelişkiyi kökten kaldırma amaçlı bir işçi hareketinin de kısmi zaferleri olabilir) ortadan kaldırılması anlamına gelmediklerinden, sermaye, ilk fırsatta, kaybettiğini geri almak için can atar. Bu can atış, ortadan kalkmamış olan çelişkinin de “can atışı”dır! Nitekim, Alman sermayesi de Alman işçilerinin 35 saatlik iş haftası kazanımını pratikte geçersiz kılmıştır; 20 yıl öncesinin ücret kazanımlarını da yok ettiği gibi.
Kısacası, hiçbir oportünizm fayda etmez: Burjuvazi ve proletarya karşıtlığı, doğası gereği uzlaşmaz, antagonisttir! Ve bu karşıtlığın doğası böyle olduğundan, ikisinin teşkil ettiği karşıtlığın “‘uzlaşmazlık’ veya onun tersi, ‘uzlaşabilirlik’” olup olmadığı; dünyanın hali, “uluslararası konjonktür” vb. şeyler “sonucunda biçimlen”mez. “Yumağın içinde” sözü edilen şeylerin tek önemi, bu karşıtlığın uzlaşmazlığını değil ama, bu uzlaşmaz karşıtlığın kendisini ortaya koyuş biçimi ve yoğunluğunu etkilemesidir; iki sınıfın arasındaki güç dengesinin ve mücadelelerin gidişatının verilerini sunmasıdır…
Toparlayalım: Belge’nin bu konudaki bariz yanlışı, çelişkiyi şeylere içkin kavramamasıdır. Ona göre çelişki, dıştan, refleksiyonla işin içine sokulan bir kavramdır salt. İlişkiler, bağıntılar, haliyle ancak soyutlamayla ‘ide’lerde ifade edilebildiği için; soyutlamada bulunan kişinin, bu soyutlama esnasında oluşturduğu veya kullandığı kavramları, aslında sadece teorik ifadesi oldukları maddi ilişkilerin yerine geçirmesi pek “mantıki” ve “akla yatkın” görünür. Elbette, bu yanılsamaya kapılan açısından çelişki, sadece onun öznel refleksiyonun bir eseri olarak belirir. Ve iş artık bu tür teorisyenlerin keyfine kalır; ilişkilendirme ve kıyaslamayla çelişkiyi “işin içine” sokar ya da sokmaz!
Bu tek boyutlu kavrayış; entelektüel top çevirme ve keyfiyetin de kaynağıdır. Şeylerin öz hareketi, içkinliği, belirli koyulmuşluğu ve koyulmuş belirliliği yoktur bu anlayışta. Bu zihniyet sahiplerini tutan bir nesnellik olmadığından, tutarsızlığı tutturur, tutarlılığı da tutmazlar!
ZORUNLULUK OLARAK DEVRİM
Tabii, insanın felsefesi bu olunca, “‘tarihi bir zorunluluk’ olarak bir ‘devrim’ yok” sonucu da gayet mantıkidir. Devrim de, elde tüfek siyasi iktidarı ele geçirmek değildir, zira siyasi iktidar, “her türlü el değiştirebilir ama hiçbir devrim de olmaz. Devrim, son analizde, maddi hayatın üretimi ve yeniden üretiminde gerçekleşecek olan dönüşümdür.”
Artık bıkkınlık veren aynı mantık/yöntem: ‘Devrim son analizde toplumsal değişim ve dönüşümdür. Bu değilse, iktidarın el değiştirmesinin ne önemi var’?! Bu kavrayış, bir türlü söylediğinin tersini akıl etmiyor: Siyasi iktidar sorunu çözülmeden, bu dönüşümün hangi sınıf(lar)ın çıkarları doğrultusunda gerçekleşeceği sorunu nasıl çözülecek? Siyasal iktidarın alınması neden bu dönüşümün bir gereği değil? Bu dönüşüm, maddi hayatın mevcut üretimi ve yeniden üretiminden niteliksel olarak farklı bir dönüşüm olacaksa, önce siyasi iktidar “el değiştir”mek zorunda değil mi?
Fakat bu “son analiz”ler boşuna yapılmamaktadır. Neymiş; “bilimsel sosyalizm tanımı”, “sosyalizme neredeyse ‘ontolojik’ bir karakter” yüklemiş . Engels’in bu formülasyonu, “taraftarların elinde tam bir teolojiye dönüştürül”müş, “‘tarihin zorunlu akışı’, ‘şaşmaz akışı’, falan derken, ‘kendi içsel çelişkilerinin kazdığı mezara gömülmeye mahkum kapitalizm’ anlayışı iyice köklen”miş!
Hatırlatalım ki, bu “teolojiyi” yaratanlar Marksistler değildi. Tersine; Alman sosyal demokrasisi içerisinde Belge gibi devrimi reddeden sosyal reformistlerdi bu “teoloji”nin teorisyenleri. Bunlar, aynı Belge gibi, proletarya diktatörlüğüne “saçmalık” diyen, ‘hareket her şey, amaç hiçbir şey!’ (Bernstein) sloganıyla kapitalizmden sosyalizme devrimsiz bir transformasyonla varılacağını iddia edenlerdi! Ve bilindiği gibi, bu revizyonizme karşı çıkanların başında da Lenin geliyordu.
Murat bey kendi fikir yoldaşlarının (böyledir, çünkü kendisi de siyasal iktidarın el değiştirmesini devrimin bir gerekliliği olarak görmüyor) Marksizmde yaptığı tahrifatın sorumluluğunu da Marx ve Engels’e yıkmaya çalışıyor. Öyle ki, bu tahrifatı referans göstererek sosyalizmin bilimselliğine gölge düşürüyor. Ne ki, bir süpriz bile değil; gölge düşürmek, şüphe yaymak Belge’nin ezelden “meslek” edindiği işler değil mi?
Belge’nin, çelişkiyi şeylere içkin olmayan, ‘son tahlilde bir kavramdır’ anlayışı, zorunluluk konusunda da onu yanlışa götürüyor. Çelişkinin ondaki ‘dışsallığı’, devrimin zorunluluğunu da mevcut ilişki ve karşıtlıklarda görmesini engelliyor. Zorunluluk, mevcut şeylerden soyutlanmış, gelecekle ilgili bir tahmin olarak anlaşılıyor. Oysa, devrimin zorunluluğu meselesi, Marx ve Engels’in, geleceğin falına bakarken keşfettikleri bir tez olarak okunamaz. Böylesine spekülatif bir yaklaşım, başta onların felsefesine aykırıdır. Kapitalizmin “tarihsel bir zorunluluk” olarak çöküşü saptaması, gelecekle ilgili bir tahmin değil, mevcut-somut kapitalist sistemin kendi yasaları ve çelişkilerinin somut bir tahlilidir. (Tersinden: Belge, ‘tarihi bir zorunluluk olarak bir devrim yok’ derken, geleceğin şaşmaz bilgisine sahip olduğunu iddia etmiyor olsa gerek!) İşçi sınıfının sosyal devrime yönelmesini, Marx bu nedenle, “mevcut sistemin kendisinin zorunlu, tarihsel, kaçınılmaz bir ürünü” olarak değerlendirmiştir. Zorunluluğun kendisi, kapitalist üretim ilişkileriyle üretici güçler arasındaki çelişkide içkindir bizzat.
Aslında, devrimin tarihsel zorunluluğu saptaması, burjuvazi ile işçi sınıfı karşıtlığın uzlaşmazlığının başka bir açıdan ifadesidir. Zorunluluk, kapitalist üretim tarzına içkin çelişkilerin uzlaşmaz, antagonist karakterinden kaynaklanmaktadır. Revizyonizmin bunu, ‘tarihin otomatik pilota bağlanması’ şeklinde yorumlamasının nedeni, burjuvazi ile işçi sınıfı karşıtlığın uzlaşmaz karakterinin gerektirdiği sınıf mücadelelerinden sakınması, eldeki kazanımları yitirmemek pahasına oportünizmi yeğlemesindendi. Tarihin “şaşmaz akışı” burjuvaziyle işbirliğinin teorik bir kılıfıydı. Sanki tarih; o günkü mücadelelerden bağımsız bir yerlerde şekilleniyordu da!
Keza, büyük ekonomik krizler neyin göstergesidir? Kapitalist üretim, öyle bir seviyeye gelmiştir ki, toplumun çoğunluğu, üretilmiş bu yaşam vb. araçlarını kapitalist üretim ilişkisinin koyduğu sınırlar nedeniyle tüketemiyor. Krizler, bu dengesizliği/orantısızlığı zoraki bir biçimde yeni bir “dengeye” oturtuyor. Bu da ancak, gerek üretilmiş yaşam araçlarını, gerekse üretici güçlerin bir kısmını tahrip etmek pahasına gerçekleşiyor. Ve sanılmasın ki, bu “denge” bir daire olarak mütemadiyen yenilenip duruyor; süreç burada daha çok sarmal şeklinde giderek derinleşiyor.
Bütün bu olup bitenler, soyut bir alemde cereyan etmediklerinden; sınıfların karşılıklı ilişkilerini, onların günlük mücadelelerini ve kollektif algılarını doğrudan koşulluyor ve yeniden şekillendiriyor. Büyük krizlerin, özellikle işçi sınıfı ve halkların bağımsız hareketinin koşullarının gelişmesi bakımından güçlü bir manivela olduğunun güncel bir örneğini, Arap dünyasından ABD’ye kadar uzanan ve özellikle de gençliği kapsayan mücadelelerde ve uyanışta görmekteyiz. Üstelik, bu siyasal uyanış sürecinin de başındayız henüz!
Kısacası, “‘tarihi bir zorunluluk’ olarak bir ‘devrim’ yok” demek, kapitalist üretim tarzının temel çelişkilerinin uzlaşabilir, kapitalizmin sınırları içerisinde ve devrimsiz çözülebilir olduğunu iddia etmektir. Bu görüş, burjuvazi ve proletarya karşıtlığını uzlaşmaz görmeyen bir anlayış açısından her ne kadar tutarlı sayılabilse de, bilimsel değildir. Çünkü kapitalizmin nesnel ilişki ve çelişkileri hakkında subjektif ve vülger tesbitlere dayanmakta, tam da yazarımızın “bilimsel olmayan, dilek ve beklentileri”ni yansıtmaktadır.
Sonuç olarak, evet; “gerçek ‘tarihin’ yaşanmakta olduğu yere, hayata” bakmak gerekir. Her türlü spekülasyonun bittiği yerdir orası. Ama bakarken görebilmeyi de bilmek gerekir! Göremiyorsak, önce kendi “boşlukları”mıza bakmalıyız!