1. GİRİŞ
Dünya ölçeğinde kapitalist ülke devletlerinin 70’li yıllarla birlikte uygulamaya başladığı “neo-liberal” politikaların kuramsal ve kavramsal dayanağını oluşturma görevini organik biçimde üstlenmiş olan Anaakım iktisadın “pratik” yönü kendisine “politik” bir karakter kazandırmaktadır. Her ne kadar söz konusu politika önermelerinin temelini oluşturan kuramsal ve kavramsal biçimlendirme arayışları “ideoloji dışı” olarak betimlenmiş olsa da, mevcut baskın iktisat, –tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar– politiktir.
Anaakım iktisadın kavramlar dünyasındaki ayak izlerini başkalaşım geçiren birçok kavram üzerinden okumak mümkündür: İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği yerine İş Sağlığı ve Güvenliği, Esneklik ve Güvence yerine Esnek Güvence, Yoksulluğun Giderilmesi yerine Yoksulluğun Yönetilmesi, Sosyal Devlet ve Piyasa Ekonomisi yerine Sosyal Piyasa gibi. Bu deformasyonla ve dahası yeni bir görünüme kavuşan kavramlardan günlük üretim ve bölüşüm ilişkileri ile bilimsel üretim alanlarını en çok etkileyen ise, Bilim ve Teknoloji kavramlarının bir arada “Bilim ve Teknoloji Politikası” olarak kullanımıdır. Diğerlerinde olduğu gibi, bu kavramın da ardındaki ideolojik ve politik örüntü kapitalist üretim ilişkilerinin ulaştığı yıkıcı boyutu göstermektedir.
2. BİLİM, TEKNOLOJİ VE TEKNO-BİLİM
Gerek günlük literatürde gerekse resmi metinlerde, “Bilim ve Teknoloji Politikası” olarak ifade edilen paradigma, kendi içerisinde yapısal birçok sorun barındırmaktadır. Artık neredeyse bir dil alışkanlığına dönüşen “bilim” ve “teknolojinin” bir arada kullanılışı, gerçekten öylesine bir kullanış mıdır? Ya da aynı soruyu şöyle soralım: Bilim ve teknoloji birbirinden ayrılmaz biçimde var olmuş ve olan alanlar mıdır? Bu sorudan da hareketle, son olarak şunu soralım: Bir ülkenin bilim politikası ile teknoloji politikası bir potada eritilebilir mi?
1993 yılında düzenlenen Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu (BTYK) toplantısında ortaya çıkan raporda (TÜBİTAK, 1993: 8), Bilim ile Teknoloji arasındaki kaynaştırma çabasının öne çıktığını görürüz:
“Günümüzde bilim ve teknolojiyi (BT) birbirinden bağımsız iki farklı olgu olarak algılamak imkânsızdır. Bilim ve teknoloji arasındaki sınır günümüzde bu yüzyılın başına göre çok daha az belirgindir. Bilimin içinde belli bir ihtisaslaşma sonucu bir dallanma gözlenirken, bilim ve teknoloji arasında giderek artan bir bütünleşme söz konusudur. Bilimin soyut alanlarından biri olan Matematik bugün yüksek teknolojinin temeli olarak nitelendirilmektedir. Dolayısıyla bilim ve teknoloji politikaları belirlenirken, bu iki öge arasında giderek artan kaynaşma ve bütünleşme göz önünde bulundurulmalıdır.”
Kapitalizmi eleştiren yaklaşımlar açısından bile bilimsel araştırma ve onun üretim sürecine uygulanması olarak tarif edilen teknoloji, özerk kuvvetler olarak ele alınıp, ilişki tek yönlü kurulmaktadır. Üretim, sanayi talep eder, bilimsel buluşlar, üretime uygulanır. Yani ilişkinin yönü hep, bilimin üretime uygulanması olmuştur. Bir toplumsal üretim ilişkisinin bilimi özerk bırakacağı, bilimciyi derin düşünceleri içinde arada bir yönelttiği talepler dışında rahat bırakacağı varsayılmıştır (Narin, 2008: 155-6). Örneğin, Nathan Rosenberg, bilimin rolünü talep yönelimli olarak açıklar. Ona göre, bilimin yönelimindeki değişme sanayinin değişen ihtiyaçları temelinde anlaşılmalıdır (Rosenberg, 1976: 129). Ancak 1976’da yazdığı makaledeki bu doğru önerme, makine üretiminin doğuşuyla başlayan aşamayı açıklamasına karşın bugünkü durumu açıklamak konusunda yetersizdir. Kapitalist üretim, uluslararası şirketlerin yoğunlaşan rekabeti, üretken sermayenin uluslararasılaşmasının bugünkü durumu gözetilmemektedir. Düşen kâr oranları karşısında teknolojik yenilik, yeni ürünler üretme ihtiyacı bu bilimsel üretimin üretim sürecine de el atmıştır. Burada da, talep yönlü bir açıklamadan daha çok, “arz yönlü” bir açıklamaya gerek vardır. Çünkü talep de “arz edilmekte”, yani yeni ihtiyaçlar, yeni ürünler üretilmektedir. Artık, tek yönlü ele alınan ilişkinin diğer yönü irdelenmeli, daha doğrusu bilim üretim süreci ile kapitalist üretim sürecinin özdeşleşme ve ayrılma geriliminin niteliği incelenmelidir.
Bilimsel üretim süreci kapitalist gelişme içinde giderek sermayeleşmekte, sermayenin gerçek boyunduruğu altına girmektedir. Bilim üretimi, bu boyunduruk ile birlikte giderek teknoloji üretimi ile iç içe girmekte ve özdeşleşmektedir. İşte bilim ile teknolojinin bu iç içe geçme süreci, bilim üretimi ile teknoloji üretimini bilimsel üretim potasında birleştirmekte, sermaye birikim süreci ile de dolaysızca bağlamaktadır. Bu bilim alanının doğrudan boyunduruk altına alınması anlamına gelmektedir (Alçın, 2010).
Bilimsel üretim ile teknoloji üretimini kaynaştırmada en temel rolü, temel bilimsel araştırmalar ile bunların ticarileştirilmesi arasındaki ilişkinin çok daha iç içe geçmesi oluşturmaktadır. Bugün özellikle ABD gibi erken kapitalist ülkelerin birçoğunda büyük sermaye grupları üniversiteler üzerinde bilimsel üretimin seyri konusunda baskı ve yönlendirmede bulunmaktadır. Türkiye’de de, “danışma kurulları” tasarısı ile, üniversitelerin bilimsel ihtiyaçlar doğrultusunda özerk olarak şekillenmesi gereken politikaların, bölgesel sermaye gruplarının ve yerel yöneticilerin üniversitelerdeki etkenliğinin ticarete girdi sağlayacak bilgi ve araştırmaların artırılmasını sağlayacak biçimde yerleştirilmesi hedeflenmektedir.
Teknoloji, bir yandan bilimin uygulama alanı gibi gözükürken, bir yandan da “uygulamalı bilim” olarak kabul ediliyor. Ancak bilim-teknoloji işbirliği son yüzyılların eseridir. Daha önceki zamanlarda (antik Yunan ve Roma dönemlerinde) bilim ve teknoloji ayrı ayrı gelişen iki alan olarak görünüyordu (Ergün, erişim: 3 Aralık 2009: 12). Dolayısıyla, bilim alanı ile tekniklerin sistematik bütünü (teknoloji) arasında organik bir bağ kurmak mümkün gözükmemektedir.
Eskiçağ, Yunan ve Roma dünyaları modern bilimin, bunlara bağlı olarak teknolojinin kaynağını ve temelini oluşturur. Aslında Demokritos, Aristotales, Pythagoras, Ptolemaios, Arkhimedes, Lucretius, Vitravis gibi düşünürler olmasaydı; Newton, Kepler, Galileo ve Einstein da olmazdı denilebilir. 17. yüzyıla gelindiğinde, bilimin yükselişinin temelinde yatan düşünceler, Roma İmparatorluğunun çöküşünden sonra Bizans’ta ve Arap dünyasında serpilmekteydi. Bilimin ve matematiğin 17. yüzyılda sergilediği gelişme, önceki yüzyıllardan daha hızlıydı (Mayor ve Forti, 2004: 13-24).
Geçmişte bilim ve üretim arasındaki ilişki dolaylı olmuştu. Bugün ise bilimsel araştırma, mal üretimi sahasının ayrılmaz bir parçası olmuştur (Gauzner, 1977: 10). Sürecin bu şekilde gelişmesinin temelinde bilimsel bilginin “işe yarar” kılınması çabası yatmaktadır. Söz konusu çaba, gündelik hayatta “projecilik” ve “sonuç odaklı faaliyet” kavramlarını bilimsel üretim alanlarına sokmuştur. Bu kavramlar setini herhangi bir yerinden kabullenmek, bir adım sonrasında karşımıza çıkacak her türlü yapısal değişimi de kabulleneceğimiz anlamına geliyor. Bugün, bilimsel üretim ile kapital (sermaye) için üretim arasındaki ayırım giderek silikleşmekte ve silikleştikçe de tüm yaşam alanlarını (fiziki ve zihinsel) ele geçirmektedir.
Bir zamanlar teori, öğrenim yoluyla pratik güç haline gelebilirdi; bugün pratik olmadan, yani birlikte yaşayan insanların kendi aralarındaki davranışlarında açıkça içerilmeden, teknik güce açınabilen teorilerle karşı karşıyayız.
Bilim ve teknoloji, kurumsal olarak öylesine bütünleşmiştir ki, Bell’in “araştırma ve geliştirme” terimiyle tanımladığı ve daha yakın zamanlarda “tekno-bilim” terimiyle ifade edilen bir tek işlemde kaynaşmıştır. Sonuç, “hem gücün hem de servetin bilgiye bağımlı hale geldiği”, Alvin Toffler’in deyişiyle “gücün el değiştirmesi” ya da Drucker’in kullandığı terimle bir “bilgi toplumu”dur (Dyer-Whiteford, 2004: 36). Ancak bu kadar hızlı ve bütünlüklü bir kabullenişten önce bu iki varlık alanının tekil özelliklerini hatırlamak gerekir. Ancak böylesi bir hatırlama günlük dilde ezbere dönen ifadeleri de daha dikkatli kullanmamızı sağlayabilir.
Bilim, sosyal amaçlar için teknik yatırımdır. Teknoloji, bilimsel ve sistematik bilgilerin pratik amaçlar ve işler için geliştirilmesi ve uygulanmasıdır. Teknoloji, belirli hedeflere ulaşmak için, tarih içinde geliştirilen bilgi birikiminin üretim sürecine uygulanmasıdır. Bilim, nesnel dünyaya ve bu dünyada yer alan olgulara ilişkin “tarafsız” gözlem ve sistematik deneye dayalı zihinsel etkinliklerin ortak adıdır. Teknoloji ise, bilimin, pratik hayatın gereksinimlerinin karşılanmasına ya da insanın çevresini denetleme, biçimlendirme ve değiştirme çabalarına yönelik uygulamalardır.
Bilimde veri olan “gerçeklik” araştırılır, buna karşılık teknolojide kendi tasarımımıza (design) göre biz bir gerçeklik yaratıyoruz. Diğer bir anlatımla, bilimde “orada olan” araştırılırken, teknolojide biz yapıntılar (artifacts) üretiriz. Kısaca söylenmek istenildiğinde bilim, olan ile (what is) ilişkiliyken, teknoloji olması gereken, olabilecek olan (what is to be) ile ilişkilidir (Skolimowski, 1966’dan aktaran Üşür, 2001: 24). Dolayısıyla, teknoloji, bir yöneliş sonucu ortaya çıkarak, “var olan”ın değiştirilmesi için kullanılmaktadır. Elbette burada bilimi salt “var olan”ı tanıma ve tanımlama (açıklama) işlevlerinden ibaret bir faaliyet olarak görmekte mümkün değildir. Bilim, özellikle de toplumsal bilimler, mevcut gerçeği toplum yararı doğrultusunda değiştirme çabasını da içerir. Bu çaba, pozitif bilim metodolojisinde daha gizli kapaklı iken normatif metodolojide daha açıktır. Toplum bilimcinin görevini salt anlama ve açıklama, dolayısıyla “söyleme” olarak görmek ve ya böyle tanımlamak gerçekçi değildir. Toplum bilimci söylemenin yanında “eylemek” durumundadır da. Bu eyleme çabası içerisinde, elbette, bilim ile teknikler bütünü işlevsel düzeyde birleşirler. Hatta bu bileşim kendi içerisinde ayrı bir bilim alanı da yaratır: mühendislik.
Feibleman, bilim ile mühendislik (engineering) arasındaki ilişkiyi kavramak için saf bilim (pure science), uygulamalı bilim arasında ayrım yapılması gerekliliğini öne sürerek çözümlemesine başlamaktadır. Ona göre, saf bilimin amacı, doğayı deneysel yöntemlerle inceleyerek bilmek (to know) ihtiyacını tatmin etme çabasıdır. Buna karşılık uygulamalı bilim, bazı pratik beşeri amaçları için bilimin kullanılması anlamına gelir. Böylece bilim, esas olarak, iki beşeri amaca hizmet etmektedir; bilmek (to know) ve yapmak (to do). Biri (bilim) anlamaya yönelikken, diğeri (teknoloji) yapmaya/eylemeye yöneliktir. Dolayısıyla teknoloji, yapmanın modus operandi düzeyidir; ya da yapma/eyleme becerisidir (Üşür, 2001: 24).
Veblen’e göre teknoloji, doğanın tarihsel olarak yaratılmış insan ihtiyaçlarını tatmin edecek nesnelere dönüştürülmesi amacıyla kullanılan üretim sürecinden fazla bir şeydir. Teknoloji, öncelikle bir bilgi ve inanç sistemidir; ve “modern bakış açısının” ayırt edici niteliğini tanımlamaktadır (Veblen 1964: 2-3). Veblen’in kavrayışında modern teknoloji, birbiriyle çelişkili iki eğilimi içerdiği izlenimi vermektedir. Bunlardan birincisi, mevcut bilgiler ışığında herhangi bir sorunun çözümüne yönelik olarak önerilebilecek yanıtlar arasından zorunlu bir seçim yaparak, çözüm tartışmalarını sonlama arayışıdır. İkincisi ise, mevcut yanıtın doğruluğunu temellendiren bilgiyi sorgulayıp onu aşarak, yeni bir yanıt oluşturabilmeyi mümkün kılacak yeni bilgiyi üretme eğilimidir (Veblen, 1964: 11).
Doğayı ve insanı “anlama” çabasından, süreç içerisinde, hayatı kolaylaştıracak teknik, yöntem ve yaşam biçimlerini geliştiren bilime doğru hareket edildiğinde, bilimsel çabanın, çıktısı olan teknikler bütününün bilime yönelişini de determinist biçimde etkilediğini görürüz. Bu etkileşim ve değişim, esas olarak Rönesans dönemiyle başlamıştır. Fakat Rönesans dönemi biliminin temel dönüşüm dinamikleri ise, daha önceki aşamalarda atılan adımlarda saklıdır.
Rönesans döneminin bilimi; Arkhimedes, Heron ve Pappus’un mekanik üzerine yazılarına ve Aristotelesçi “Mekanik Problemleri” adlı kitaba yeniden canlılık kazandırdı. 16. yüzyılın ikinci yarısında, Galilei’nin birbirinden bağımsız öncüleri olarak, her şeyden önce Geronimo Cardano (1501-1576), Frederigo Commandino (1509-1575), Guidobaldo del Monte (1545-1607) ve Tartaglia’nın bir öğrencisi olan Giovanni Battista Benedetti (1530-1590) gibi İtalyanlar ve Simon Stevin (1548-1620) gibi Hollandalılar, aynı zamanda hem matematikçi, hem fizikçi, hem de mühendis gibi uğraşarak, statik bilimini daha da geliştirmenin yolunu aradılar (Tez, 2005: 138).
Francis Bacon (1561-1626), Gelilei’den farklı bir deney kavramı geliştirmiştir. Gelilei’de deney, Aristoteles ve Skolastiklerin bireşimci (sentezci) yöntemine dayanarak akıl yoluyla önceden kazanılmış sonuçları doğrulama (ya da yanlışlama) karakterine sahipken, Francis Bacon’da deney, buluşsal karakterdedir; yani deneyin yürütülmesinden önce doğaya ait görüşler, ne bilinmekte, ne de kestirilebilmektedir. Böylece insan, doğayı aktif bir şekilde inceliyor ve olası her koşulu deneyerek, doğa konusunda yeni bilgilere erişiyordu. Bacon, deneme-yanılma yöntemlerine dayanmayan varsayım türlerini eleştirerek reddetmiştir. Deney kavramı onda, kendi büyüsel kılıflarından soyutlanmıştır. Bacon’a göre doğa bilimi, bilginlerin tartışmalarından değil, belirli bir amaca yönelik olarak yürütülen planlı çalışmalardan oluşmuştur (Tez, 2005: 139-140).
Barok dönemi, tekniğin tarihinde pek çok yeni gelişmelerin yaşandığı bir dönemdir. Fiziksel bilimler alanında bu dönemde olgunlaşan bilgi birikimlerinin meyveleri, özellikle 18. yüzyılın ikinci yarısında büyük bir verimle toplanmaya başlandı. Galilei fiziğinin kusursuz bir kavrayışa dayanan büyük başarısı; Kepler’in fiziksel ve astronomik olgulara ilişkin derin saptamaları; Leibniz, Huygens ve Newton’un matematiksel ve fiziksel çalışmalarının kuramsal ve deneysel sonuçları, evreni tanımanın önde gelen bir aracı olarak matematiksel yöntemleri ön plana çıkardı. Bu dönemin Descartes, Spinoza ve Leibniz gibi büyük filozofları, gerçekliğin açık seçik bir görünümünü elde etmek üzere çalıştılar. 17. yüzyıl, matematikle belirlenmiş büyük bir akılcı sistem çağıydı. Buna karşılık 18. yüzyıl, en azından bu yüzyılın ortalarından itibaren, büyük akılcı sistemden uzaklaşılarak, ayrı gerçekleri ele alan ampirik akılcılığa (rasyonalizme) yöneldi (Tez, 2005: 148).
Deneysel doğa araştırmalarının yoğunlaşmasında, teknik etkinlikler yoluyla doğa üzerinde egemenlik kurma çabalarının artması ve böylece ekonomik güçlerin etkin bir duruma gelmesinde, özellikle 17. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Kalvinist düşünce ve görüşlerin etkisi olmuştur (Tez, 2005: 149).
İlk buharlı makineler, yaklaşık olarak 1720’de kullanılmaya başlanmıştır. Bu makinelerin demiryolu sistemine uyarlanabilmesi için bir başka yüzyılın geçmesi gerekmiştir. Elektrik enerjisi üretiminin esasları 1831’de biliniyordu. Bir topluluğun yararlanması amacıyla enerji üretimi için yaklaşık olarak 50 yılın geçmesi gerekmiştir. İçten yanmalı motorun gerçekten yaygın hale gelmesi, aşağı yukarı 30 yılda mümkün olmuştur. İlk uçak 1904’te uçmuş, 12 yıl sonra askeri alanda, bir 10 yıl sonra da sivil alanda kullanılmaya başlanmıştır. Bir ampfilikatör olarak termonik valf 1905’te icat edilmiştir. Yaklaşık 10 yıl sonra bu cihaz ilkel bir haberleşme aracı olarak kullanım alanına girmiş ve yirmi yıldan az bir zamanda ticari alanda kullanılmaya başlanmıştır. Nükleer parçalanmayı (fission) ispat eden ilk deney 1938’de yapılmıştır. İlk basit reaktör 1941’de kurulmuştur ki, bu üç yıl sonra gerçekleşen bir gelişme demektir. İlk bomba ise, 1945’de atılmıştır. Bu da, yedi yıllık bir gecikmeyle ortaya çıkmış olmaktadır. Transistor 1948’de icat edilmiştir. Yaklaşık olarak altı yıl içinde transistör üretimine geçilmiştir. İlk suni peyk 1957’de, içinde insan bulunan ilk suni peyk de 1961’de yörüngesine oturtulmuştur. Bundan sekiz yıl sonra insanoğlu aya ayak basmıştır. Bu rakamları kendi sıraları içinde tekrarlarsak, yani icat safhasından üretim safhasına kadar olan zaman parçalarını dikkate alırsak, 100 yıl, 50 yıl, 20 yıl, 7 yıl ve 6 yıl gibi devreler elde edilebilir (Boltz, 1970: 17).
Teknikteki gelişme ivmesinin artışı, Schumpeter’in “yaratıcı yıkım” tespitini doğrular biçimde bir yapı meydana getirmektedir. Yeni olan her şey, giderek kısalan zamanlarda eskiye dönüşmektedir. Ancak yine de burada, süreci, salt teknik gelişme boyutuyla ve kaçınılmaz bir dönüşüm olarak kabul etmek yanlış olacaktır. Zira özellikle son yüzyıl içerisindeki birçok teknik yenilik savaş sanayinde ortaya çıkarılmıştır. Bu haliyle konuya tekrar baktığımızda, yenilenme hızındaki artışın iki temel dayanağından bahsedebiliriz: Bunlardan ilki, söz konusu teknik yeniliklerin savaş amaçlı geliştirilmesi ve diğeri de, yıkıcı kapitalist rekabet nedeniyle, güçlü olanların yeni ürün ortaya çıkarma ve böylelikle piyasada rakiplerini “alt etme” çabasıdır.
Günümüz kapitalist toplum yaşamı, bugüne dek görülmemiş ölçüde doğa bilimi ve teknik ile etkileşim halindedir. Sınai üretkenlik, iletişim yöntemleri, devlet yönetimi, sağlık ve eğitim alanları, sürekli olarak, yeni geliştirilecek teknikleri kendi etkinlikleri alanına sokma eğilimine girmişlerdir. Bu öylesine bir yarıştır ki, mevcut olanın biçim değiştirdiği ve biçim değiştiremeyenin de kaybolduğu bir ortam yaratmaktadır. Nasıl ki, –her ne kadar ölümle burun buruna gelse de– yarış içerisinde tek hedefi bitiş çizgisini görmek olan bir uzun mesafe koşucusu, durup mevcut risklerini düşünmezse, teknolojik yeniliklerin ortaya çıkarılması ve içerilmesi konusunda da kurumsal yapılar için benzer bir durum söz konusudur.
2. Dünya Savaşı sonrası dönemde, ekonomik çıkar yönelişli bir bilim politikası, önce kalkınma çabasına destek verme işleviyle kalkınma politikalarıyla birleşmiş, sonra da, başlı başına bir politikalar grubu olarak, “bilim ve teknoloji politikaları” adı altında, sanayileşmenin yeni bir tanımı haline gelmiştir.
Alexander King, savaş sonrası dönemde, teknoloji-bilim ve sosyo-ekonomik durum arasındaki ilişkiler açısından dört evrenin varlığını ifade etmiştir. King’e göre (1997: 69-76), 1960’lı yılların sonuna kadar süren birinci evrenin özelliği, kamuoyunun, bilimin, ortaya çıkmakta olduğuna inanılan yeni bir barışçı dünyanın inşasında etkin bir rol oynayacağı beklentisine girmesidir. Nitekim, bu dönemde birçok ülkede Ar-Ge’ye ayrılan kaynaklarda önemli oranlarda artış görülmüştür.
Soğuk Savaş’ın ortaya çıkışı ile birlikte, araştırma ve geliştirme çabalarının büyük bölümü askeri alana kaydırılmıştır. Savaş sonrası yeniden inşanın tamamlanması ile 1967 yılına kadar süren ikinci evre başlamıştır. King’e göre bu dönemin temel özelliği; bilimin uygulanışına ve kaynak dağıtımına rasyonel bir yaklaşım getirmeye girişilmesidir. Bu dönemde, Batı ülkeleri ve Japonya daha önce görülmeyen boyutlarda ekonomik büyüme yaşamış ve bu büyümede Ar-Ge’nin etkisi fark edilerek, bilim-teknoloji-üretim ilişkisinin ortaya çıkarılmasına yönelik çabalar artırılmıştır.
Üçüncü evrede ise, bilimin amaçları, yönelimi ve yöntemleri genel olarak sorgulanmaya başlamış, Soğuk Savaş nedeniyle iki blok arasındaki rekabet, bilimsel araştırmaların savaşla yakından ilişkili olduğu izlenimini uyandırmıştır. King, son evrenin 1970’lerdeki petrol kriziyle başlayarak, günümüze kadar sürdüğü görüşündedir. Bu dönemi betimleyen, yavaş bir ekonomik büyüme ve belirsizliklerdir. Şirketler ve ülkeler arasındaki rekabet kızışmış, şirketler pazar paylarını artırmak, en azından korumak için birleşmeye gitmişlerdir. Bu dönemde yeni teknolojiler hızla gelişmekte, otomasyon ve robotlaşma, endüstri ve hizmet sektörünü dönüştürmektedir.
3. SONUÇ
Bugün gelinen aşamada, bilimsel üretim alanları olan üniversitelerde üretilen “bilimsel” nitelikli bilgilerin sermaye ihtiyaçları doğrultusunda kullanıldığı ve belki de daha vahim olarak, üniversitelerin doğrudan sermayenin ihtiyacı olan “pratik” bilgileri üretmek için örgütlendiği bir yapının oluşturulduğu durum ile karşı karşıyayız. Ulusal İnovasyon Sistemi, Bölgesel İnovasyon Sistemi, Teknokent/Teknopark Projeleri, sermaye gruplarının anabilim dalı sponsorlukları ve üniversite-sanayi işbirliği yaklaşımıyla bilim ve teknoloji arasındaki ontolojik farklılık silikleşerek, tekno-bilim veya kalıp olarak “bilim ve teknoloji politikaları” kavramı öne çıkmaktadır.
Bilim ile teknolojinin aynı düzlemde ele alınışı bilim alanının boyunduruğuyla sonuçlanmaktadır. Yakın dönemde Türkiye Bilimler Akademisi’nin yapısına yönelik müdahaleler ve Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nın oluşturulmuş olması da, bilimsel üretim alanlarının koşulsuz biçimde sermaye birikimi için “girdi” üreten araştırma merkezlerine dönüştürülmesi tehlikesini içinde barındırmaktadır.
Kaynakça
Alçın, S. (2010). Teknolojik Determinist Kalkınma Aracı Olarak Teknoekonomi Politikaları. İstanbul: Tarem Yayınları.
Boltz, C.L. (1970). “Teknoloji ve İktisadi Gelişme”, çev. T. Dereli, Teknoloji ve İktisadi Gelişme, Seminerler Dizisi. İstanbul: İktisadi Kalkınma Vakfı.
Ergün, M. “Felsefeye Giriş (Bilim Felsefesi)”, Ders Notu, URL: http://www.egitim.aku.edu.tr/bilimfelsefesi.pdf, erişim: 03 Aralık 2009.
Dyer-Whiteford, N. (2004). Siber Marx-Yüksek Teknoloji Çağında Sınıf Mücadelesi. çev. A. Çakıroğlu. İstanbul: Aykırı Yayınları.
Gauzner, N. (1977). Kapitalizmde Bilimsel ve Teknolojik Devrimin Çelişkileri. Çev. S. Dengiz. İstanbul: Ana Yayınları.
Justman, M., ve Teubal, M. (1991). “A Structuralist Perspective on the Role of Technology in Economic Growth and Development”, World Development, Vol.19, No.9.
King, K. (1997). “II. Dünya Savası’nın Sonundan Bu Yana Bilim ve Teknoloji”, Bilim İktidar içinde ss. 69-76. ed. F. Mayor ve A. Forti, Ankara: TÜBİTAK Yayınları.
Mayor, F. ve Forti, A. (2004). Bilim ve İktidar. Ankara: TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları.
Narin, Ö. (2008). “Teknolojik Değişim: Türkiye’de Üretim Araçları Üretimi (1996-2005)”, Basılmamış Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Rosenberg, N. (1976). Perspectives on Technology. Londra: Cambridge University Press.
Skolimowski, H. (1966). “The Structure of Thinking in Technology”. Technology and Culture, Vol. 7, No. 3, ss.371-383. USA: The Johns Hopskins University Press.
Tez, Z. (2005). Tekniğin Evrimi. Ankara: Paragraf Yayınevi.
TÜBİTAK. (1993a). “Türk Bilim Teknoloji Politikası 1993-2003”. Ankara: TÜBİTAK Yayınları.
Üşür, İ. (2001). “Teknoloji felsefesi Üzerine Ya Da Tarihin Tanrısı Teknoloji midir?”. Mülkiye Dergisi, Cilt. XXV, sayı. 230, ss. 7-26.
Veblen, T. (1964). The Vested Interests and the Common Man. New York: Augustus M. Kelley, Bookseller.