Yunanistan ve İtalya’daki gelişmeler, beklendiği gibi, mevcut hükümetleri yerlerinden etti. AB’nin hegemon güçleri, borçlu ülkeler üzerindeki egemenliklerini arttırmak üzere görevi çoktandır üzerlerine almışlardı. Öyle ki, başta Alman sermayesi olmak üzere, tekelci burjuvazi, Avrupa ülkelerinde ekonomik ve sosyal yaşamı neo-liberal politikalar doğrultusunda yeniden şekillendirmek, idari yapısını da bu çerçevede yenilemek için süren krizleri fırsat olarak değerlendirmektedir. Bu, işin bir yanı. Diğer yanı ise, Yunanistan ve İtalya’da emekçilerin yoğun tepkisi koşullarında özellikle Alman ve Fransız tekelci burjuvazisinin dayatmalarıyla hükümetlerin birer birer istifa etmek zorunda kalıp yerlerine teknokrat hükümetlerin kurulması. Ve Yunanistan’da ilginç bir manevrayla Başbakan Papandreu’nun kemer sıkma politikasını referanduma götürme kararından aldığı tepkiler üzerine vazgeçerek geri adım atması.
Ne oldu da Antik demokrasinin beşiği olan Yunanistan’da, bir ekonomi politikasının halkın onayına sunulacağının açıklanması bunca tepki aldı? Halkın yaşamını doğrudan ilgilendiren bir konuda, mesela ücretlerin düşürülmesi, kamu harcamalarının kısıtlanması gibi uygulamalarla ilgili halkın görüşünün alınması, bu çerçevede referanduma gidilmesi neden bu kadar kötü olsun? Almanya Başbakanı Merkel’den Yunanistan’daki burjuva muhalif güçlere, AB kurumlarından iktidar partisi PASOK’un büyük bölümüne kadar tüm burjuva kurum, akım ve partilerden yükselen öfkenin anlamı neydi? Yapılacak olan, burjuva demokrasisi açısından bile, halkın yaşamını derinden etkileyecek bir meselenin yine halka danışılarak karara bağlanması olarak yorumlanabilirdi. Böyle olmadı. Ne Alman emperyalizminin sözcüleri, ne de Yunan burjuva çevreleri referanduma yanaşmadılar bile!
Temel bir ekonomik meselede halkın karar vermesini öngören bir yaklaşımın ifadesi olarak referanduma gelen bu tepkiler, özelde Yunanistan ve Almanya hükümetlerinin, genelde burjuva demokrasisinin ikiyüzlü niteliğini bir kez daha gözler önüne serdi. Önce Yunanistan’da neler yaşandığına ve bu sürece nasıl gelindiğine kısaca bakalım.
HÜKÜMETLERİ DÜŞÜREN YOL
AB, IMF ve OECD, mevcut krizin çözümü olarak, kamu gelirlerini arttırmak üzere vergilerin yükseltilmesini, kamu giderlerini azaltmak üzere de özelleştirmeler, ücretlerin düşürülmesi ve çalışma saatlerinin yükseltilmesi gibi önlemleri dayattı. Yunanistan’a verilen kredi dilimlerinin şartı da bu önlemlerin hızla yaşama geçirilmesine bağlandı. Papandreu baskılar karşısında istifa etti ve yerini ulusal birlik hükümetine bıraktı. Hükümet başkanlığına ise, teknokrat kimliğiyle öne çıkan Avrupa Merkez Bankası eski Başkan Yardımcısı Lukas Papadimos getirildi.
Referanduma gösterilen tepkiler ve sonrasında referanduma götürülmesi düşünülmüş aynı politikaların uygulanmasını sürdürecek bir teknokratın başbakanlığa getirilmesi, burjuva demokrasisinin niteliğini bir kez daha gözler önüne serdi. Burjuvazinin demokrasisinin, emekçilerin taleplerini dikkate almayan ve temel meselelerde halkın siyasal müdahalesine kapalı niteliği daha açık bir şekilde ortaya çıktı.
Birincisi; Papandreu’nun referanduma gitme niyetinin sermaye çevrelerinden aldığı tepki, burjuva demokrasisinin halkı karar alma mekanizmalarından temel konularda uzak tutmasının göstergesiydi. Türkiye’ye de demokratikleşme konusunda ‘ders’ veren, yayınladığı raporlarda anti-demokratik uygulamalara dikkat çeken AB komisyonu başta olmak üzere AB kurumları, referandum karşısında adeta duvar oldular. Kemer sıkma önlemleri nasıl halka sorulurmuş? Halka, örneğin kendi ücretlerinin düşürülmesi konusunda nasıl danışılırmış?
Keza, Almanya. AB’nin egemen ülkesi Almanya, AB demokrasisinin örneklerinden. Merkel ve bilfiil Alman sermayesinin diğer sözcüleri topyekun referanduma karşı çıktılar. Yunanistan’a yardım elini uzatmış Alman tekelci sermayesinin ‘iyilikleri’ halkın onayına sunulur muymuş? Göbeğinden Alman emperyalizmine bağlanmış Yunan burjuvazisinin de, ‘demos’un işin içine sokulması fikrinden ve Antik demokrasisinin tırnağından bile ödü kopmuştur.
İkincisi, kemer sıkma programının yerine emekçilerin taleplerini dikkate alan bir önlemler bütünü mü gündeme geldi? Hayır. Yine, aynı programın, yeni hükümet tarafından daha kararlı bir şekilde uygulanacağı açıklandı. Papadimos, geçici hükümetin başlıca görevinin, 26 Ekim’de yapılan Avrupa Birliği zirvesinde Yunan ekonomisiyle ilgili alınan kararların ve bu kararlarla ilgili ekonomi politikasının uygulanması olduğunu söyledi. Yeni hükümette de görevini sürdüren Maliye Bakanı Evangelos Venizelos hükümetin vizyonunu açıklarken, “Önceliklerimiz açık. İlk etapta 110 milyar Euroluk kurtarma paketinin altıncı taksiti olan 8 milyar Euro’yu 15 Aralık’tan önce devlet kasasına sokmak” diye konuştu. Yani yeni hükümetin ekonomik programı eskisiyle baştan sonra aynı.
Peki, emekçilerin taleplerine ne oldu? Hani, ‘demokratik’ gösteriler, eylemler… Halkın hakları için mücadele etmesi, siyasal iktidarın kararlarını etkilemesi? “Avrupa demokrasisi”nden bahsettiğimize göre, halkın karar alma süreçlerine katılımını da soralım? Yok! Hiçbirisi yok. Burjuvazinin demokrasisi için, eğer iktidarı henüz tehlikeye girmediyse ya da siyasal güç dengeleri önemli bir biçimde değişmediyse, halkın taleplerinin önemi yoktur. Sermayenin programı ve çıkarları, halkın taleplerinin kulak arkası yapılmasını sağlamıştır. Seçim, halk iradesi vb. kavramlarla bezenmiş burjuva demokrasisi bir kenara bırakılmıştır. Buna Yunanistan emekçilerinin nasıl bir cevap vereceğini önümüzdeki günlerde göreceğiz.
Üçüncüsü, hem Yunanistan hem de İtalya’da yeni kurulan hükümetler, biçimsel özellikleri bakımından da, burjuva demokrasisinin emekçileri siyasal kararların alınması sürecinin dışında bırakma çabasında daha ileri bir saldırıyı içermektedir. Bu konuyu biraz daha ayrıntılı ele almakta fayda var.
TEKNOKRAT HÜKÜMETLER
Yunanistan’da PASOK hükümetinin istifasının ardından kurulan ulusal birlik hükümetinde öne çıkartılan yeni başbakanın, Papadimos’un teknokrat niteliği.. Papadimos, eğitimini ABD’de yapmış, fizik ekonomi doktorasını tamamlamış bir isim. Bu dalda Columbia Üniversitesinde dersler vermiş. 1984 yılında ülkesine döndüğü zaman, Yunanistan Bankası’nın baş ekonomisti olarak görevlendirilmiş. 1994’de de bankanın yöneticiliğine atanmış. Euro’ya geçişin coşkulu bir savunucusu olan Papadimos, 2002 yılında Avrupa Merkez Bankası’nın başkan yardımcılığı görevine getiriliyor. 31 Mayıs 2010 yılına kadar bu görevi sürdürüyor.
Keza İtalya’da kemer sıkma programının İtalya Temsilciler Meclisi’nde kabul edilmesinden sonra istifa etmek zorunda kalan Başbakan Berlusconi’nin ardından hükümet başkanı olan Mario Monti de bürokrat özelliğiyle dikkat çekiyor ya da dikkatler kasıtlı olarak buraya çekiliyor. Monti, başbakan olabilmesi için, burjuva hukukun en ucuz yöntemleriyle “beş dakikada” senatör ilan ediliyor, sonra da başbakan… Krize giren, kemer sıkma önlemleriyle emekçilerin büyük tepkisini alan ülkelerde teknokratlardan oluşan hükümetler söz konusu. Buradan genel bir eğilim çıkarmak niyetinde değiliz. Ancak, Yunanistan ve İtalya’da sermayenin ilk hamlesinin teknokratları başa getirmek olmasının bir sebebi olsa gerek.
POZİVİTİZMİN TEKNOKRATLARINDAN BUGÜNE
Sömürücü egemenlerin halka güvensizliği ve buradan yola çıkılarak devletin yönetiminin teknokratlara bahşedilmesi fikri, çok daha eskilere, Antik Çağa kadar gider. Ünlü filozof Platon, devlet yönetiminin uzmanlık işi olduğu iddiasıyla, halkın devlet yönetiminden uzak tutulmasını savunmuştur. Demokrsiyi de, halkın yönetimi olarak kabul edip, anarşi ve karmaşa düzeni olarak lanetlemiştir. Platon, ‘Devlet’ isimli eserinde, uzman yönetimi fikrine zemin hazırlamak üzere, demokrasiyi şöyle eleştirmiştir:
“Ahlâk değerlerine aldırış bile edilmez… Demokrasilerde hiçe sayılır bütün bunlar. Bir devlet adamının nasıl yetişmesi, ne bilgiler edinmesi düşünülmez. Kendimize halkın dostu dedirtmek yeter; bütün şerefler kazanılır bununla.” “Saygısızlık nezaket olur, kargaşalık hürriyet, israf cömertlik, yüzsüzlük de yiğitlik.” “Hayvanlar bile bu devlette başka her yerdekinden daha hürdür; o kadar ki, insan gözleri ile görmese inanmaz… Demokrasilerde atlar, eşekler öyle serbest, öyle mağrur yürümeye alışırlar ki, yollarından kaçmayana çarpar geçerler… Yurttaşlar o hale gelir ki, bir yerde baskıya benzer en ufak bir şey gördüler mi, kızar ayaklanırlar; yazılmış yazılmamış bütün kanunlar hiçe sayar, kelimenin tam anlamı ile başına buyruk kalmak isterler.”
Platon’a göre “Yönetici filozof; filozof yönetici olmalıdır.” Platon, devleti, felsefe eğitimi almış ve tüm bedensel arzu ve zevklerden uzaklaşmış yaşlı aristokratların yönetmesini önerir. Bu aristokrat sınıfın devleti yönetmek için özel olarak eğitilmesi ve yaşlılardan oluşması gerektiğini ifade eder.
Teknokratların toplumu yönetmesi, 19. yüzyıl pozitivizminin de temel politik yaklaşımlarından birisidir. Pozitivizm, feodal toplum ve kast sisteminin yıkılması mücadelesini veren halk yığınları için seçimlerin anlamlı olduğu belirtirken, eski sistemin geride kalmasıyla, artık buna ihtiyaç kalmadığı sonucuna varır. Politikacıların çeşitli kaygılarla düzen ve ilerlemeyi sağlayamayacağını düşünen ve pozitivizmin kurucularından kabul edilen Comte, toplumu dört kişilik bir bilge heyetin yönetmesi gerektiğini ileri sürer: Üç bankacı ve bir piskopos. Bankacılar, iktisadi uzmanlar olarak, toplumsal ilerlemeyi sağlamakla görevliyken, piskopos da ‘bilimsel’ büyük insanlık dini ile toplumsal kargaşayı önleyecektir! Bu açıdan Comte ve onun pozitivizmi, 19. yüzyılda yükselen işçi hareketleri ve onun siyasal etkilerine karşı, burjuvazinin öfke ve önlem arayışını yansıtır.
Comte’un ‘düzen ve ilerleme’ fikri, işçi sınıfının toplumu değiştirme mücadelesine karşı yönelmiştir. Her türlü meclis, genel seçim ve ‘halk egemenliği’ fikrini reddeden Comte, ‘bilimsel’ bilgiye sahip seçkin yöneticilerle toplumsal düzeni sağlamayı ve toplumun eğitilmesiyle de ilerlemeyi öngörmektedir. İktidarı isteyen işçi sınıfına da, pozitivist eğitimi ve laikçi bir piskoposun görüşlerini önermektedir.
İşçi sınıfı hareketine ve toplumu bir devrimle değiştirme düşüncesine karşı toplumsal düzenin devamını savunan pozitivist yaklaşımda, genel olarak halka ve onun dahil olacağı burjuva demokratik mekanizmalara bir güvensizlik vardır. Bu nedenle, seçim ve sonrasında oluşacak bir temsilciler meclisi yerine, elitlerin-teknokratların (seçimsiz) yönetimi savunulmaktadır. Comte, ‘Pozitif İlmihal’ kitabında şöyle yazar:
“Seçim mekanizması aslında, kastların dayattığı zorba rejimlere karşı bir tepki olarak siyasi yaşama girdi ve uzun süre de yararlı oldu. Ne var ki, alttakilerin, üsttekileri seçimi, her seferinde sorunlu ve anarşik oldu. Gitgide yozlaşan düzeni ortadan kaldırmaya seçimlerin gücü yetmedi.”
Comte, seçimlere değil bilimsel bilgiye sahip uzmanların yönetimine güveniyor, demokrasi ve halk yönetimi gibi kavramları da hor görüyordu. Bu görüşleriyle faşist ideologlara ilham vermiş olması da anlaşılmaz değil.
Elbette, Comte’nin pozitivist toplumu bir çarpık ütopyadır. Sözde pozitivist bir eğitimle sınıf mücadelesinin son bulması, halkın uzunca bir süre seçimsiz yerleşmiş ve bir nevi saltanat kurmuş küçük bir elite tahammül etmesi beklenemez. Böyle bir elitin de Comte’nin hayal ettiği toplumu yaratamayacağı açıktır.
Sınıf mücadelesinin düzeyi ve insanlığın birikimi, burjuvazinin Comte’cu bir tarzda seçimsiz ve doğrudan teknokratlarıyla diktatörlüğüne izin vermemiştir. Burjuvazi, belki Comte’cu bir ütopya olarak isteyebileceği doğrudan uzmanlarıyla yönetimi yerine, genel seçimler dolayımı ve burjuva partiler vasıtasıyla yönetimi tercih etmiş, daha doğru bir deyişle, sınıf mücadelesi sonucu toplumsal siyasal yaşam böyle şekillenmiştir.
Ancak, pozitivizm ve Comte’nin görüşleri, burjuvazi için tamamen anlamsız da olmamıştır. Bazı burjuva reformcu hareketler pozitivizmi benimserken, diğer yandan demokrasiye karşı faşist gerici hareketler de Comte’un görüşlerden etkilenmişlerdir. Elbette, burjuvazi ve burjuva siyasal güçlerin salt ideolojik-politik alanda Comte’u okuyup beğenmesi ve uygulamasından bahsetmiyoruz. Sınıf mücadelesinin seyrine göre, gerici burjuvazi, seçimsiz, atamalı uzman, teknokrat ya da elit yönetimini, bu yönetme biçimini, gerektiği zaman kullanmaktan geri durmamıştır. Elbette, buna silah zoru ve faşist yöntemler eşlik etmiştir. Demokratik temayüllerin göz ardı edildiği teknokrat yönetiminde, halkın ‘rıza’ ile iknası yeterli olmamış, buna paralel olarak siyasal gericiliğin yükselmesine tanıklık edilmiştir.
Düzeni ve ilerlemeyi sağlamak adına darbeci gruplar, pozitivist, elitist bir yaklaşımla iktidarı ele geçirip toplumu yeniden şekillendirme hevesine kapılmış, burjuvazinin çıkarlarıyla birleştiğinde ya da burjuvazi onay verdiğinde iktidarın tadına varmışlardır. Türkiye’de 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinden sonra da teknokrat hükümetler gündeme gelmişti. Özellikle darbe dönemlerinden sonra, toplumu yukarıdan dizayn etme fikrindeki çevreler, ‘bilimsel bilgiye’ sahip teknokratlardan oluşan hükümet fikrini ve “popülizm” yapmayarak sözde “ülkenin çıkarları”nı hareket noktası edinecek bu türden hükümetlere olan ihtiyacı öne sürmüşlerdir.
Tabii, Yunanistan ve İtalya’daki durum bundan bir miktar farklı görünüyor. Bir kere henüz fazla uzun süreli bir teknokrat yönetiminden söz etmek mümkün değil. Sınıf mücadelesinin düzeyi böyle teknokratik bir geri dönüşü şimdilik kaldırmaz da. Diğer yandan Yunanistan ve İtalya’da siyasal gericiliğin artış eğilimi söz konusu olmakla birlikte, gericiliğin darbe sonrası dönemlerin rahatlığında olduğundan ve buna imkan tanıyacak koşullara sahip bulunduğundan bahsedilemez. Ancak, yine de, teknokratların öne çıkarılarak, yeni teknokrat hükümetlerin kurulmuş olması bir rastlantı olmasa gerek.
Şüphesiz ki 19. yüzyılın teknokrat yönetimi fikriyle, günümüzün teknokrat hükümetleri, ortaya çıkış koşulları ve ihtiyaç haline gelmeleri arasında önemli farklar vardır. Şimdi, neoliberal dönemdeki teknokratların durumuna gelebiliriz.
NEOLİBERALİZM VE TEKNOKRATLAR
Uzmanlardan oluşan kurulların neoliberal politikalarla birlikte mantar gibi türemesinde, tekelci burjuvazinin aktüel politika çerçevesi olan neoliberalizmin devlet, toplum, piyasa ve yönetim anlayışı etkindir.
Liberalizme göre, devletin piyasaya müdahalesi, verimlilik, etkinlik ve refahı azaltmaktadır. Dolayısıyla devlet ekonomiye müdahale etmemeli, düzenleyici ve çerçeve oluşturucu bir rol oynamalıdır. Neoliberalizm ise, liberalizmin devletin ekonomiye müdahale etmemesi yaklaşımını son noktaya kadar götürmüştür.
Neoliberalizmin kamu yönetimi anlayışına göre, bireyler kendi çıkarlarını gözetirler ve bencildirler. Dolayısıyla, politikacılar da, ekonomiye müdahale hakları olduğu sürece, bu bireysel çıkar gözeten yaklaşımlarından ötürü piyasanın dengesini bozacak girişimlerde bulunabilirler. Neoliberalizm, bireyin çıkarcılığından hareketle, ekonomiye politikacının müdahalesinin önlenmesi gerektiğini ileri sürer. Ekonominin düzenlenmesi görevinin de siyasal çıkarlardan uzak uzman kurullara verilmesi, bu kurulların siyasal alandan tamamen bağımsız teknik kurullar olması gerektiğini savunur. Bu kurulların demokratik olmadığı, atama usulüyle oluşturulduğu eleştirisi karşısında, bir süre sonra ortaya atılan “yönetişim” kavramıyla, bu kurullara sektörün tarafları da eklenmiş, böylece burjuvazinin yönetimine demokratik bir görüntü kazandırılmaya çalışılmıştır.
Neoliberal kurguya göre; siyasetçilerin ekonomiye müdahalesinin engellenmesi ve düzenlemenin de, paydaşların da içinde yer aldıkları uzman kurullara bırakılması, piyasaların istikrarını sağlayacak; etkinlik, verimlilik ve refahı maksimize edecektir. Böylece piyasanın işleyişi, siyasal etkilenme ve istikrarsızlıklarla bürokrasiden kurtulacaktı. Bu kurullar ve oluşturuldukları uzmanlar, tarafsız, siyaset dışı ve salt teknik bir anlayışa sahip olacaklardı.
İşte bu neoliberal kurgu, teknokratlara, uzmanlardan oluşan kurullara önemli bir misyon biçiyordu. Bu misyon; yolsuzluklar, adam kayırma, rüşvet, bürokrasi gibi olumsuzluklardan dolayı halkın tepkisini çeken politikacılara karşı oluşmuş/oluşacak tepkiyi de sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda kullanıyordu.
Bunun tam bir ideolojik çarpıtma olduğu ise gün gibi ortada. Neoliberal paradigma, olguları ters yüz ederken, yığınların burjuva politikalara karşı öfke ve tepkisini de değerlendirmeyi ihmal etmiyor. Ancak, teknokratlardan oluşan kurulların (bazı durumlarda teknokrat hükümetler de dahil edilebilir) piyasayı denetleme ve sektörleri yönetme işlevleri salt teknik bir iş değildir. Bu kurullar, neoliberal politikaları tek ve alternatifsiz politikalar olarak ilan ederek, sanki aldıkları kararlar politik değilmiş, uygulamaları doğrudan tekelci sermayenin çıkarları doğrultusunda yaşam bulmuyormuş gibi bir izlenim vermeye çalışmaktadır. Bulundukları alanlarda, başta özelleştirme reformlarını takip eden bu kurullar –“üst kurullar” adıyla–, baştan sona sermayenin çıkarlarını yaşama geçirmektedirler.
Yazımızın konusu açısından, bu durum, iki noktadan önemlidir. Birincisi; uzmanlardan oluşan kurulların politik nitelikleri ve hangi sınıfın hizmetinde oldukları göz ardı edilmekte, –sömürülen yığınların iğrençliğine tanıklık ettikleri burjuva politikadan duydukları nefret de değerlendirilmek üzere– çalışmaları yalnızca teknik bir süreç olarak değerlendirilmektedir. Yetkilerinin de politikacılardan bağımsız olduğu öne sürülmekte, böylece politikadan bağımsız bir ekonomi politikası olduğu iddia edilmektedir. Her ekonomik yaklaşımın bir politik anlam, neden ve sonucu olduğu düşünüldüğünde, piyasanın politikanın dışında, kurulların da apolitik olması mümkün değildir. Uzman kurullarla sağlanan, piyasada politikanın engellenmesi değil, ekonomi politikasında neoliberal politikanın tek seçenek olarak sunulması, diğerlerinin gayri-meşru ilan edilmesidir. Bu açıdan, ‘teknik’ olan neoliberal olmaktadır. Sözde teknik kurullar, neoliberal kurullardır.
Bu noktayı daha da açmak mümkün. Ancak özetlemek gerekirse, bu kurullar sonuna kadar politiktir. Sermayenin hizmetindedir. Neoliberalizm, bu kurulların politik strateji ve ideolojisidir. Kurullar, burjuva demokrasisi ve seçilmiş politikacılardan bağımsız değil, nispi özerkliklerine rağmen sonuna kadar burjuvazi ve onun siyasal iktidarlarına bağımlıdır. Yerel aktörlerle, sözde “yönetişim”le demokratik bir görünüm verilmeye çalışılsa da, söz sahibi olması gereken emekçiler, yalnızca görüntü ve işlevsiz temsilciler düzeyinde yer almaktadır. Sermaye ise, hem bürokrat ve uzmanlarla, hem de bizzat sermayedarlarla bu kurullarda yer almakta, yer almasa bile, ekonomik güç ve ilişkileriyle bu kurulları parmağında oynatmaktadır.
İkincisi; sermaye, uzman kurulları, yığınların burjuva demokrasisine olan tepki ve güvensizliğini neoliberal politikalar çerçevesinde değerlendirmek için kullanmaktadır. Seçilmiş politikacılar uyguladığında tepki alan herhangi bir ekonomik önlem paketi, görünüşte politik olmayan, teknik bir işlev üstlenmiş uzman kurullar tarafından ekonominin bilimsel gereği olarak sunulduğunda daha kabul edilebilir olabilmektedir. Dolayısıyla sermaye, uzman kurulları, uyguladığı emek düşmanı politikaları halk yığınlarına daha kabul edilebilir bir kılıfta sunmanın aracı olarak da kullanmaktadır. Bunun 19. yüzyıl pozitivizmiyle de pek alakası kalmamış, neoliberal ve postmodern bir üçkağıda dönüşmüştür.
Böylece sermaye, ekonomi politikasına dair emekçilerin alternatifini, teknik süreçlerle uyumsuz, piyasanın gerçekleriyle alakasız olarak göstermekte, neoliberal politikaların karşısına çıkacak politik alternatifleri baştan mahkum etmek ve neoliberal politikalar dışındaki politikaların uygulanamayacağı izlenimini yaratmak istemektedir. Ekonomi politikası genel olarak siyaset dışı ilan edilmekte, daha doğrusu, burjuva demokrasisi çerçevesinde kurumsal olarak mümkün olan ekonomi politikalarına müdahale bile literatür ve uygulamadan çıkarılmak istenmektedir. Burjuva demokrasisinin sınırları içerisinde, neoliberal politikalar dışında alternatifler (mesela bazı hakların, ücretlerin arttırılması gibi) uygulanma olasılığı –en azından teorik planda– varken, uzman kurullar vasıtasıyla, emekçi müdahalesi, burjuva demokrasisinin hem teori hem de pratiğinden çıkarılmak isteniyor. İşte bu, burjuva demokrasisinin, demokrasi kısmından daha da ayrılması, burjuva politikası dışındaki alternatif ve dalgalanmalara bile kendisini kapatmasıdır. Burjuva diktatörlüğünün şaşmaz yol haritasının kutsallaştırılmasıdır.
Sermaye açısından, teknokratların, yine sermayenin çıkarları çerçevesinde yönetim süreçlerine derinlemesine katılımı, 1980’li yıllardan itibaren sayıları ve işlevleri giderek artan ‘düzenleyici’ kurullarla birlikte hız kazanmıştır. 1990’lı yıllarda, hem dünyada hem de Türkiye’de uzmanlardan oluşan teknokrat ekipler, özellikle ekonomi yönetiminin çeşitli alanlarında sorumlu kılınmışlardır. Neredeyse her sektöre yönelik birer kurum/kurul oluşturulmuş, bu kurum/kurullar büyük yetkilerle donatılmıştır. Bu kurum/kurulların görevi, neoliberal reformları kendi alanlarında yaşama geçirmek ve bu süreci düzenlemek olmuştur.
Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit, IMF ve DB dayatmalarıyla sayıları hızla artan bu kurullar karşısındaki şaşkınlığını şöyle ifade etmiştir:
“Yanlış mı yaptık bilmiyorum. Ama Türkiye’de, çok fazla özerk kuruluş kuruldu. Devlet içinde; fakat devletten daha yetkili bazı kuruluşlar kuruldu. Onlara söz geçiremiyoruz… devletin etkinliğini yeniden demokratik kurallar içinde işler hale getirmemiz gerektiği düşüncesindeyim.”
Ecevit’in düşüncesi, elbette, bireyin etkinliğini aşan burjuva devlet mekanizması içinde anlamsız. Çünkü, Ecevit hükümeti döneminde bir uzman olarak ekonominin başına özel yetkililerle getirilen Kemal Derviş, bu tip kurulların heyecanlı savunucularından birisiydi. IMF, DB ve OECD gibi kurumlar, sömürge ülkelere verdikleri kredilerin şartı olarak, neoliberal reformları yapacak bu tür uzman kurulların kurulmasını önkoşul haline getirmişlerdir. Çünkü, tekelci sermayenin hizmetindeki bu uluslararası kuruluşlar, ülkelerde seçimlere ve tepkilere göre değişebilecek hükümetler ve tutumlarından bağımsız neoliberal kurullarla ekonomik reformların devam ettirilmesini istiyorlardı. IMF ve DB’ye göre, bu teknokrat kurullar, hükümet değişse de iktisadi ‘reformların’ istikrarını sağlayacaklardı.
YUNANİSTAN VE İTALYA’DA TEKNOKRATLAR
Yunanistan’da ve İtalya’da hükümetlere yönelik büyük tepkilerden sonra, halkın ‘fedakarlığını’ gerektirdiği söylenen acı reçetelerin uygulanması için, diğer burjuva partiler ve politikacılar yerine, teknokrat ve uzman kimliği öne çıkan bürokratlar belirlenmiştir. Yukarıda uzman kurullar için yaptığımız tartışma, bu açıdan Yunanistan ve İtalya’daki hükümet değişiklikleri için de geçerlidir.
Yunanistan’da Papandreu’yu istifa ettiren kemer sıkma politikası, burjuvazi için tek alternatif. Emekçiler içinse hak gaspları, daha kötü çalışma ve yaşam koşulları demek. Papandreu, bu önlemleri Yunan emekçilerine kabul ettiremeyeceğini gördü. Şimdi, sermaye, oluşturulan bu politikaların politik bir tercih meselesi değil, krizden çıkış için teknik-ekonomik kaçınılmaz reçete olduğu izlenimini vermek istemektedir. Bu politikaların, ancak, tarafsız ve politika dışı izlenimi veren teknokrat hükümetle yaşam bulacağını düşünmektedir.
Papademos bir ekonomist. Yıllarca Avrupa Merkez Bankası Başkan Yardımcısı olarak çalıştı. İtalya’nın yeni başbakanı Mario Monti de 1994-2004 yılları arasında Avrupa Komisyonu İç Piyasalar, Gümrük ve Vergilendirme Komiserliği yaptı. Ancak ne Yunanistan ne de İtalya, borç krizini atlatmak için bir önceki hükümetin yaptığından başkasını yapacak durumda değil. Tersine aynısını yapmak üzere geldi. Peki, öyleyse hükümet neden değişti? Politika değişmeyecekse, Yunan emekçileri için değişen ne olacak? Değişen bir şey olmadığı açık. Referandum sözünden bile ayağa kalkan AB kurulları, Alman emperyalizminin sözcüleri ve tekelci sermaye, Yunanistan’daki hükümet değişikliği karşısında memnuniyetini ifade etmektedir. Kemer sıkma önlemlerinin devam edecek olması tekelci burjuvaziyi tatmin etmektedir.
Değişen ne olacak diye sormuştuk? Cevabı açık. Değişen sadece görünüm. Başka bir ifadeyle, değişen sadece kılıf. Emekçilerin tepkisini dikkate alan bir burjuva demokrasisi dahi söz konusu değil. Yalnızca politikacıların kötü yönetimine karşı, uzmanların anti-politik ve teknik yönetimi öneriliyor. Ama politika aynı! Yani emekçilerin talepleri hesapta yok. Yunanistan ve İtalya’da eski tas eski hamam!
Yunanistan ve İtalya gibi emekçilerin örgütlü ve birleşik bir mücadele geleneğinin olduğu ülkelerde, politikacıların yerini teknokratlara bırakması, halk yığınlarının rızasını kazanma harekatı olarak da değerlendirilebilir. Halkın öfkesine neden olan programlardan vazgeçmeyen, Alman emperyalizminin baskısıyla da vazgeçmeyi aklının ucundan geçirmeyen (ve elbette bu politikalardan, özellikle dışarıdan AB tarafından dayatılıyor olmalarından kendileri de gayet memnun olan) ülke burjuvazileri, Avrupa tekelci sermayesiyle uyum içinde, sermayenin yönetim aygıtında teknokrat bir değişimle durumu kurtarmaya çalışmaktadır.
Yukarıda, uzman kurullar için söylediğimiz iki nokta yine geçerli. Bir, bu uzmanlar, uygulamalarını, politik niteliği olmayan teknik süreçler olarak göstermekteler. Ancak sonuna kadar sermayenin hizmetinde ve neoliberaldirler. İki; politik bir meseleyi, alternatifsiz ve teknik bir mesele olarak göstererek, halkı ikna gücünü arttırmayı hedeflemektedirler. Bu özelliğiyle, aynı neoliberal programı uygulayacak teknokrat hükümetler, seçilmiş politikacıların üstü örtük eleştirisi temelinde, işinde uzman, dolayısıyla alternatif emek yanlısı politikalardan muaf bir konuma sokulmak istenmektedir. Böylece emekçilerin ekonomi politikasına müdahalesinin olabildiğince sınırlanması öngörülmekte, ‘teknik’ işler teknik insanların işi olarak ifade edilmektedir. Bu yönüyle de, burjuva demokrasisinin sınırları içinde dahi kabul edilen emekçilerin siyasal iktidar ve politikalara müdahalesi daha da zorlaştırılmaktadır. Teknokrat hükümetler, burjuva demokrasisinin bile kısıtlanması anlamına gelmektedir. Ki, aynı politika paketinin uygulanması, emekçi muhalefetinin bastırılmasını, dolayısıyla giderek yükselen bir siyasal gericiliği de beraberinde getirmektedir. Burjuvazinin demokrasisinin, en basit biçimlerinin bile, yalnızca işine geldiğinde ve kendisinin politikasını tehdit etmediğinde anlamlı olduğu ortadadır. Burjuvazinin ve onun demokrasisinin ikiyüzlü niteliği, teknokratların atamacı ve ‘demokrasi’ üstü varlığıyla bir kez daha gözler önüne serilmiştir.
HALK İRADESİ VE TEKNOKRASİ
Burjuva demokrasisinin propagandif mantığı, dört yılda bir yapılan seçimler aracılığıyla halkın iradesinin devlet yönetiminde egemen olduğunu, halkın, eğer iktidarın politikalarını beğenmiyorsa, bir sonraki seçimlerde onu özgürce değiştirebileceği fikrine dayanır. Bu özgürlüğün, burjuva sömürü düzeninin sınırları içerisinde halkın dilediği burjuva partiyi seçme özgürlüğü olduğu bilinmektedir. Böyle bir demokrasinin, burjuvazinin devasa propaganda olanakları ve üretim araçlarındaki mülkiyetine bağlı olarak, devasa bir ekonomik, siyasi ve askeri güçle yarışmak üzere, halka küçük bir alan bıraktığı bilinmektedir. Görünüşteki demokrasinin, yığınların mücadelesi karşısında, bu çelişkili ve sınırlı demokratik niteliğinden de vazgeçtiği görülmektedir.
Burjuvazinin halk iradesini ne kadar dikkate aldığı tartışılabilir. Burjuvazinin demokrasiyi, kelime tanımını geçersiz kılarcasına burjuva diktatörlüğünün sınırlarına hapsettiği, onu işlemez, hakları da kötürüm kıldığı açıktır. Ancak, onun literatüründe, seçimlere dayanan bir halk iradesi vardır. Ve meşruluğunun önemli bir kısmını da bu seçimlerle ortaya çıkan tablodan almaktadır. Şunu demektedir: Madem bu politikaları beğenmiyorsunuz, sizin istediklerinizi yapacak bir hükümeti seçmekte özgürsünüz. Parlamentoya yansıyan sizin iradenizden başkası değildir.
Oysa bu iradenin, yalnızca burjuvazinin ihtiyaçlarıyla uyum içerisinde olduğu, en ileri haliyle, burjuva sömürü düzenini tehdit etmediği durumlarda anlamlı olduğu görülebilir. Ama halkın mücadelesi ve tepkisi burjuvazinin ihtiyaçlarıyla çelişir duruma geldiğinde, burjuva demokrasisinin halk iradesi, seçmene karşı sorumluluk gibi ilkeleri kolayca rafa kaldırılabilir. Burjuvazinin iradesi olduğu sürece halkın iradesinden bahsedenler için, millet iradesi ve halk iradesi gibi kavramlar ihtiyaca bağlıdır.
Yunanistan ve İtalya’da tekelci burjuvazinin sözde halk iradesini dahi yok sayan teknokrat hükümetleri,, burjuva demokrasinin iki yüzlülüğünü bu yanıyla da göstermektedir. Yeni teknokrat hükümetler, ne seçimle iş başına gelmişlerdir, ne de oy kaygısıyla seçmenlere karşı bir sorumluluk duymaktadırlar. Burjuva demokrasisinin sınırları içerisinde bile, halka bir vaat vermişlikleri, dolayısıyla hesap sorulabilirlikleri yoktur. Uyguladıkları politikalarla bir dahaki seçimleri kaybetmek gibi bir dertleri de bulunmamaktadır.
Ancak, demokrasilerinin bitmek bilmez özgürlüklerini sıralayan, halkın iradesinin baş tacı olduğunu söyleyenler ve seçim sistemini kutsayan burjuvazi ve ideologları için, bütün bu liberal kavram ve dayanakları bile hiçe sayılarak, üç-beş teknokratın hükümetin başına getirilmesi, en ufak bir sorun bile olmamıştır.
Seçim kaygısı, oy derdi, seçilebilirlik gibi dertleri olmayan teknokratların tek sorumluluğu tekellere karşıdır. Çünkü onları oraya, halkın oyu, iradesi, düşüncesi falan getirmemiş, bütün burjuva demokratik mekanizmaların burjuva diktatörlüğünün ihtiyaçları karşısında hikaye olduğunu gösterirçesine tekeller getirmiştir. Uygulayacakları politikalar, Avrupa’nın en büyük tekelci kapitalistlerinin ihtiyaçlarıyla ölçülmektedir. Halkın bu politikalara tepkisiyle kaybedecekleri bir şey de yoktur. Çünkü zaten seçilmemiş, atanmıştırlar.
Tabii, bütün bunlar, burjuva sömürü düzeninde anlamsız değildir. Halkın iradesi seçimlere indirgendiğinde, bu seçimler de burjuvazinin iradesiyle çeliştiğinde, halk iradesi mefhumunun, halkın egemenliği propagandasının burjuvazinin tekelci diktatörlüğünü gizlemekten başka bir işlevi olmadığı görülebilir. Atanmış uzmanların iktidara getirilmesindeki rahatlık, bunu, görmeyen gözlere de göstermektedir.
BURJUVA DİKTATÖRLÜĞÜ
Yunanistan ve İtalya’daki gelişmeler, ekonomi politikasına dair bir kararda öne sürülen referandum fikrine karşı yükselen hezeyanlar, politikanın tam göbeğinde duran konularda teknokrasinin yönetimiyle karşıt fikirlerin reddedilmesi, böylece ‘ikna’ yöntemlerinin bir kenara bırakılıp baskı ve zorun öne çıkarılması, Türkiye’de 12 Eylül faşizmiyle yaşam bulan neoliberal saldırgan politikaların bir benzerinin bahsi geçen ülkelerde teknokratlar eliyle uygulanması ve yükselen halk hareketine karşı tekelci burjuvazinin artan öfkesi ve siyasal baskılar, burjuva demokrasisinin halk hareketine karşı düşmanlığını, halk idaresinin yanından bile geçmediğini bir kez daha gösterdi.
Çünkü burjuva demokrasisinin ilk ve temel sınırlarından önde geleni, işçi ve halk hareketidir. Hareketin yükselmesi ve burjuvazinin çıkarlarını tehdit edecek bir noktaya gelmesi, burjuva demokrasisinin biçimsel olarak işleyen göstermelik haklarının bile ortadan kaldırılması için yeterlidir. Tekelci burjuvazinin Avrupa’nın zayıf halklarında katılıklar olarak ifade edilen işçi haklarının ortadan kaldırılması, kamu sektörünün özelleştirmelerle olabildiğince daraltılması, emeklilik yaşının daha da yükseltilmesi, ücretlerin düşürülmesi gibi saldırıları içeren kemer sıkma programlarını dayatmasıyla, tek başına ‘rıza’ yöntemlerinin işe yaramayacağı kolayca anlaşılabilir. Tekelci burjuvazi, yıllardır iki ileri bir geri yürüttüğü hak gasplarını hızlandırmak için kendine önemli bir bahane buldu. İşçi ve halk hareketlerine karşı giderek artan saldırılar da, tekelci sermayenin neoliberal programıyla burjuva demokrasinin yan yana yürümekte zorluk çektiğini göstermektedir. Böyle dönemler, burjuva demokrasisinin özünü daha bir net göstermektedir. Sömürü ilişkilerini tehdit etmediği sürece emekçilerin de baskısıyla siyasal alanda demokrayi (o da içini boşaltarak) kabullenen burjuva iktidarı, en ufak bir tehditte burjuva demokrasi denen şeyin aslında burjuva diktatörlüğünden başka bir şey olmadığını ve siyasal demokrasinin de yerini siyasal gericiliğe bırakmaya hazır olduğunu göstermektedir.
SİYASAL GERİCİLEŞME
Demokrasinin inkarına yönelik eğilimler, sadece Yunanistan ve İtalya ya da 12 Eylül dönemine ilişkin bir olgu değil. Birincisi, uluslararası rekabetin baskısı ve neoliberal politikaların, hak gaspları, emeğe yönelik saldırıları ve kolektif hakları giderek kullanılamaz, bazı bireysel hakları da anlamsız kılması nedeniyle. İkincisi, bu politikaların aynı zamanda emekçilerin öfkesini tetiklemesi, burjuvazinin de bu öfkeye karşı demokrasi dışı önlemleri daha fazla öne çıkarması nedeniyle. Daha da arttırılabilir.
Tekelci burjuvazi, rekabetin baskısıyla giderek saldırganlaştığı, krizlerin giderek kısalan periyotlarda gerçekleştiği bir dönemde, emek düşmanı programını daha sıkı bir şekilde uygulamak zorunda. İşte bu zorunluluk, ne hükümetlerin koltuk ‘güvenliğini’, ne de demokrasinin gelişmesini öngörüyor. Varsa yoksa kârını arttırmak, sömürüyü pekiştirmek. Bunun yollarını, halkın gözünde güvenilirliğini kaybetmiş politikacılar yerine sözde uzman, özde demokratik temayülleri de ortadan kaldıran biçimlerle genişletmekte aranıyor.
Türkiye’de zaten burjuva demokrasisinin kurumları hak getire! Ama sermayenin ihtiyaçları demokratik görünümleri bile gereksiz hale getirebiliyor. AKP’nin yüzde 50’ye yakın oy ile biriktirdiği siyasal güce yaslanarak, emek düşmanı politikalar ve siyaset sahnesini yeniden dizayn etme çabasında Meclisi bile kullanmaktan imtina etmesi, bunun örneklerinden. Kanun hükmünde kararnamelerle yönetilen, Meclis’te tartışılmadan yaşam bulan, sadece iktidar partisinin keyfine göre yönetilen, bırakalım halkı, onun karar süreçlerine katılmasını, burjuva muhalefete bile tahammülü olmayan bir dönemden geçilmektedir. Türkiye’deki bazı biçimsel demokratik görünümlerin soyunarak burjuva diktatörlüğünün gerçekliğini göstermesi ve siyasal gericiliğin yükselişi çok daha hızlı ve kolay olmaktadır.
Halkın karar alma mekanizmalarının dışına itilmesi, iktidara müdahale olanaklarının azaltılması ve engellenmesi, teknokratlar yönetimiyle buna ideolojik ve sözde politika dışı bir kılıf hazırlanmasına rağmen, uygulanmasında ısrar edilen tekelci sermayenin programı, burjuva diktatörlüğünün özünde aynı olduğunu göstermektedir.
Dolayısıyla tekelci burjuvazinin kimi ülkelerde faşizm yoluyla, kimisinde bazı demokratik biçimler altında uyguladığı, işçi sınıfı ve emekçilerin haklarını ortadan kaldırmayı esas alan ve burjuvazinin emekçiler üzerindeki diktatörlüğü ve sömürüsünü pekiştiren politikalardır. Bu gerçekliğin, Avrupa Birliği’nde ‘saf’ demokrasi ve emeğin Avrupası ütopyasını görenleri bir kez daha uyanmak zorunda bıraktığını umalım.
Burjuvazi, çıkarları gerektirdiğinde ağzından düşürmediği halk iradesi, halk egemenliği, çoğulculuk gibi argümanları bir kenara bırakmaktan çekinmiyor. Son gelişmeler ve teknokrat hükümetler, burjuva demokrasisinin bile askıya alındığını gösteriyor. Emekçilerin, tekelci sermayenin ‘teknokrat’ ve halk düşmanı uygulamaları karşısında mücadele etmekten başka alternatifleri yoktur.