“Bölgesel özerklik”, uzun bir süreden bu yana Türkiye’de tartışma konularından biri durumunda. Kürt sorununun demokratik çözümünde Kürt ulusal temsilcileri tarafından bir çözüm önerisi olarak gündeme getirilen “demokratik özerklik” ya da başka bir ifadeyle “özerk Kürdistan”, bir iki yıldan bu yana somut bir sorun olarak tartışılıyor. Daha önce “bağımsız Kürdistan” hedefiyle silahlı ve politik mücadele sürdüren Kürt ulusal hareketi PKK’nin, yeni teorik ve siyasi tespit ve yöneliminden ardından bir yönetim biçimi olarak gündeme getirdiği “demokratik özerklik”, her alanda olduğu gibi burjuva cephede de önemli bir ilgi ve tepki buldu. Başta sınıf partisi olmak üzere, ilerici, barış ve demokrasi yanlısı güçlerin de destek ve güç verdikleri talep, başta hükümet olmak üzere, CHP, MHP ve diğere burjuva gruplar tarafından da tartışılan bir gündem olmaya devam ediyor. Ancak Cumhuriyet tarihi boyunca inkar, asimilasyon ve şiddete maruz kalan Kürtlerin bir yönetim ve temsiliyet hakkı olarak sorunun çözümün bir yolu olmak bakımından tartışmaya değer bulmaktan ziyade, hükümet ve burjuva cenahın, “demokratik özerklik” talebini “bölücülük” propagandasını güçlendirmek için kullandıkları görülmektedir.
Sermaye çevrelerinden bazı sesler de bu tartışmada yer aldı. TÜSİAD’dan, TESEV’e burjuva, liberal çevrelerden de bir “ilgi” olduğu söylenebilir. Egemen güç odakları ve onların yörüngesindeki politik akımların önemli bir bölümü, inkarda ısrar ederek, mevcut statünün, bireysel haklar tanınmak suretiyle devam etmesini isterken, liberal çevreler, “Avrupa Birliği Yerel Yönetimler Reformu Şartı” kapsamında bazı adımlar atılması gerektiği savunmaktadır. AKP’den beklenti içinde olan bu çevreler, AKP’nin adım atmak istediğini, PKK’nin bunu engellediğini” dahi iddia edebilmektedirler. Oysa burjuvazi, AKP eliyle ileri sürdüğü “açılım” politikasıyla esas muradının, etkisizleştirme, ulusal silahlı güçleri tasfiye etme ve belirlediği sınırlar kapsamında bir “çözüm” peşinde olduğunu gösterdi. AKP hükümeti “ustalık dönemimiz” dediği 12 Haziran 2012 Genel Seçimleri’nden sonra, yüzündeki maskeyi hepten fırlatıp atarak, liberalleri de şaşırtan açık yüzüyle, siyasi ve askeri operasyonları arttırarak, bastırma ve tasfiye yönünde yol almak isterken, liberaller, hala AKP’den umut kesmemekte kararlı görünerek, Kürtleri bir ulus olarak kabul edip, ulus olmaktan kaynaklı hakların tanınmasından ziyade, Türkiye’nin katı merkezi yapı ve yönetim biçiminden, küçültülmüş ve yetkileri yerellere devredilmiş bir sisteme geçmesi gerektiği üzerinde durmaktadırlar. Eğitim, sağlık, güvenlik gibi bazı alanların yerel yönetimlere devri ve Türkiye’nin 20 ya da 26 bölgeye bölünerek, özerk bölgeler statüsüne kavuşturulmasıyla Kürt sorununun da çözüleceğini iddia etmektedirler.
Biliniyor olmakla birlikte, hatırlatmakta yarar var; AKP hükümeti 15 Temmuz 2004 tarihinde AB müktesebatında yer alan “bölgesel özerklik” benzeri uygulamalara, hatta bir yoruma göre, bölgelerde bir nevi hükümetlere yol veren “Kamu Yönetimi Temel Kanunu”nu TBMM’den geçirmişti. Ancak dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, AKP’li Ömer Çelik’in “özerklik”le bağlantılandırılmasını suikast ifadesini kullanarak suçladığı bu yasayı veto etmişti. AKP hükümeti, 25 Ocak 2006 tarihinde de, Türkiye’yi 12 Eyalete ayıran Kalkınma Ajansları Yasası’nı TBMM’den geçirerek yasalaştırmış, bu yasanın gereği olarak birçok proje devreye sokulmuştu.
Yine AKP hükümeti tarafından, 4 Haziran 2003 tarihinde TBMM’de onaylanan “Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi” ile “Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi” başlıklı “BM İkiz Sözleşmeleri”, 18 Haziran 2003’te Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe sokulmuştu.
Bu yasaya göre;
“1. Bütün halklar kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir. Bu hak vasıtasıyla halklar kendi siyasal statülerini serbestçe tayin edebilir ve ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerini serbestçe sürdürebilirler.
2. Bütün halklar uluslararası hukuka ve karşılıklı menfaat ilkesine dayanan uluslararası ekonomik işbirliği yükümlülüklerine zarar vermemek koşuluyla, doğal kaynakları ve zenginlikleri üzerinde kendi yararına serbestçe tasarrufta bulunabilir. Bir halk sahip olduğu maddi kaynaklardan hiçbir koşulda yoksun bırakılamaz.
3. Kendini yönetemeyen ve vesayet altındaki ülkelerden sorumlu olan devletler de dahil bu Sözleşme’ye taraf bütün devletler, kendi kaderini tayin hakkının gerçekleştirilmesi için çaba gösterir ve Birleşmiş Milletler şartının hükümlerine uygun olarak bu hakka saygı gösterir.”
Demokratik Toplum Kongresi’nin bu yasalardan da güç alarak gündemine aldığı ve kamuoyu ile paylaştığı “demokratik özerklik projesi”, programına alınmak üzere, öncelleri gibi Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılan legal Kürt ulusal partisi DTP’nin kapatılmadan önce 24 Ekim 2007’de yaptığı 2. Olağan Kongresi’ne sunuldu ve bu kongrede oy birliği ile kabul edildi. DTP, bu projeyi birkaç dilde kitapçık olarak bastırarak, TBMM’de dahil olmak üzere her tarafta dağıttı. Kapsamı şöyleydi:
“1- Türkiye siyasi ve idari yapısında demokratikleşmeyi sağlamak amacıyla köklü bir reformu öngörür.
2- Sadece devlet sistemini değiştirerek sorunların çözülemeyeceğinden hareketle, toplumun öz yeterliliğini esas alır.
3- Sorunların çözümünde geliştirilecek yöntemler için, yereli güçlendirme, halkı söz ve karar sahibi kılma felsefesiyle hareket eder.
4- Halkın karar süreçlerine dâhil olması için demokratik katılımcılığı savunur ve tüm yerel birimlerde meclis sistemini esas alır.
5- Salt ‘etnik’ ve ‘toprak’ temelli özerklik anlayışı yerine kültürel farklılıkların özgürce ifade edildiği bölgesel ve yerel bir yapılanmayı savunur.
6- ‘Bayrak’ ve ‘resmi dil’ tüm ‘Türkiye ulusu’ için geçerli olmakla birlikte, her bölge ve özerk birimin kendi renkleri ve sembolleriyle demokratik öz yönetimini oluşturmasını öngörür.
7- Demokratik özerk yönetim, ‘bölge meclisi’ olarak örgütlenir ve meclislerde görev alan kişiler de ‘bölge meclis temsilcisi’ olarak tanımlanır. Meclis hem meclis başkanını hem de görevli olduğu alandaki işleri yürütecek yürütme kurulu üyelerini ayrı ayrı seçer. Başkan ve yürütme kurulu üyelerinin, meclisin aldığı kararların icrasından sorumlu olmaları öngörülür.
8- Bölgelerin her biri o bölgenin özel adı veya bölge meclisinin yetki sınırları içinde bulunan en büyük ilin adıyla anılacaktır.
9- Demokratik özerklik modelinde il valileri, hem merkezi hükümetin hem de bölge yürütme kurulunun aldığı kararları uygulamakla görevlidir. Bakanlıkların taşra teşkilatları da aynı prosedüre tabi olacaklardır. İl genel meclisleri, belediye ve muhtarlıklar gibi diğer idari yapılar varlığını korumaya devam edeceklerdir.”
Kürt sorununun çözümünden yana olan, operasyonların ve çatışmaların son bulmasını, Kürtlerin demokratik hak ve özgürlüklerinin tanınması ve yaşamın olağanlaşmasını isteyen hemen her politik çevrenin ilgi duyduğu “bölgesel özerklik” sorunu aslında yeni bir sorun ve tartışma değil. Sadece PKK’nin dile getirdiği ve tartışmak istediği bir konu olmayan “özerklik” (muhtariyet, otonomi) birçok çevrenin çatışmalarla süregelen Kürt sorununda önerdiği çözüm yollarından birisi durumunda. “Özerklik”, “federasyon”, “bağımsız Kürdistan”, “birleşik bağımsız Kürdistan” gibi modeller, hemen her dönem, Kürt sorununun çözümü kapsamında değerlendirilen, tartışılan konular olageldi. Ancak “demokratik özerklik” önerisi, bir bölüm yan öneriyle birlikte, somut bir çözüm yolu olarak önümüze getirilmiş bulunuyor.
Önerinin sahibi olan Kürt ulusal hareketinin, mevcut misak-i milli sınırlarına, İstiklal Marşı’na, TBMM’ye bir itiraz yok. Bunların varlığını sürdürdüğü koşullarda, bir bölgesel parlamento, Kürtlerin anadilde eğitim hakkı, özerk bölgede kamu işlerinin yürütülmesinde Kürtçenin de kullanılması ve özerk bölgede Türk bayrağının yanında sarı-kırmızı-yeşil Kürt ulusal bayrağının da dalgalanması –en azından bu aşamada– yeterli sayılmaktadır. Elbette başkaca anlaşılır ve gerçekten acil olan ve süratle karşılanması gereken politik talepler de bulunmaktadır. Kürt ulusal hareketinin temsilcileri, bu taleplerinin bölücülükle eşleştirilmesini engellemeyi kuvvetlendirecek bir argüman olarak da, –ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin haklarını kullanmalarıyla ilgili olan böyle bir özerkliğin tanımının da, içeriğinin de zorlanarak anlamsızlaştırılmasını da göze alarak olmalı– “bölgesel özerkliği sadece Kürdistan için istemiyoruz, her bölgede özerklik uygulanmalı ve bölgesel parlamentolar kurulmalıdır” diyorlar.
UKKTH kapsamında soruna yaklaşan Marksistlerin yaklaşımı ise, kısaca şöyle özetlenebilir: “O halde, ulusların kendi kaderinin tayininin anlamını kavramak istiyorsak ve hukuksal tanımlarla oynamayıp, soyut tarifler ‘uydurmayıp’, bilakis ulusal hareketlerin tarihsel ekonomik temellerini incelersek, o zaman kaçınılmaz olarak şu sonuca varırız: ulusların kendi kaderlerini tayininden, onların başka ulusal topluluklardan devlet olarak ayrılması anlaşılır, bağımsız bir ulusal devletin kurulması anlaşılır.” (Lenin, Seçme Eserler cilt 4, sayfa 261)
Kürt ulusunun kendi geleceğini belirleme hakkı söz konusu olduğunda, öncelikle ulusun ayrı devlet kurma hakkı teslim edilmeden söylenen tüm diğer şeylerin anlamsız olduğunu kaydederek ve “demokratik özerklik” de dahil olmak üzere, hiçbir yönetim biçimini mutlaklaştırmadan, ezilen ulusun, koşullarını ve biçimini kendisinin belirleyeceği, gönül rahatlığıyla yaşamak istediği yönetim biçiminin desteklenip savunulmasının doğru tutum olacağını ekleyerek ve geçmişe dönmeyip, hangi parti, çevre ya da kimlerin hangi modeli bir çözüm yolu olarak önerdikleri, hangisinin doğru hangisinin yanlış olduğu tartışmasına girmeden, günümüzde önemli bir gündem haline gelmiş olan ve sorunun çözümünde şimdilik tek çıkış yolu olarak görünen “bölgesel özerklik” sorununu güncel yanlarıyla ele alarak değerlendirmeye devam edelim.
Öncesini bir yana bırakılarak değerlendirecek olursak, 30 yıla yakın bir süreden beri çatışmalarla süren, büyük bölümü Kürtler olmak üzere 40-50 bin insanın yaşamına mal olan, 400 milyar dolar harcanan ve 17.500 faili meçhul cinayet işlenen, binlerce köyü boşaltılan, dili yasak, kimliği, ulusal hakları yok sayılan Kürtlerin taleplerinin asgari düzeyde de olsa karşılanması, akan kanın durması, karşılıklı olarak biriken kin ve nefretin, ulusal çatışma ögelerinin engellenmesi, Kürt sorununun hal yoluna girmesinde, günümüzde “bölgesel özerklik” modelinin bir çözüm yolu olabileceği görülüyor. Kıyasıya süren, her gün çatışmaların yaşandığı, asker ve gerilla cenazelerinin gözü yaşlı annelere teslim edildiği, ırkçı ve şoven propagandanın sürdüğü, yer yer ayyuka çıktığı ve ulusal boğazlaşmaların körüklendiği iç savaş hesaplarını da bozacak olan bir çıkış yolu olarak “bölgesel özerklik” modeli, tüm uluslardan işçi ve emekçilerine tereddütsüzce savunmaları ve uğruna mücadele etmeleri gereken bir çözüm yolu olarak değerlendirilebilir. Günümüz koşullarında, Kürt halkının talebi, Türk ve tüm ulus ve kimliklerden halkların da desteği ve mücadelesiyle, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümünde uygulanabilecek bir model olduğu söylenebilir. Kürt ve Türk ulusu başta olmak üzere, Anadolu’da, Mezopotamya’da, Trakya’da, tüm coğrafyada yaşayan halkların, soykırıma, gadre ve katliama uğrayan tüm halklar ve inançların eşit ve demokratik koşullarda yaşamalarına kapı aralayacak, tarihle, gerçeklerle yüzleşmeye olanak tanıyacak bir model olabileceği, demokrasi güçlerinin önemli bir mevzi kazanabileceği hasebiyle, bu yönetin biçimi denemeye değerdir. Türkiye’nin demokratikleşmesi sorunu olarak ele alınması gereken bu model, nesnel ve öznel bakımdan, tüm zor koşullara rağmen, eğer değerlendirilebilirse, oldukça zengin olanaklar sunmaktadır.
Bilindiği gibi, sınıf partileri, tüm uluslardan işçi sınıfının birliğinden, ortak mücadelesinden, ortak kurtuluşundan ve ortak iktidarından yanadır. İki ya da çok uluslu ülkelerde sınıfın ya da halkın iktidarında, ulusların ayrılma, ayrı yönetim biçimleri kurma hakları mevcut olmakla, bunu dilediği gibi kullanma hakkı bulunmakla birlikte, eşit ve özgür koşulların mevcudiyetine rağmen, hiçbir ulusun diğeri üzerinde ayrımcılık ve baskı uygulamadığı bir ortamda ayrılma özel olarak istenmez, kışkırtılmaz. Bu, her iki ulustan sömürülenlerin sınıf tavrı olarak şeklenmiş bir sınıf tutumudur. Ayrı devlet olarak örgütlenmesini gerektirecek tüm koşullara rağmen, ulus olmaktan kaynaklı bütün haklarını kullanan ulusların ortak ve büyük bir “cumhuriyet” ile yönetilmelerinin tarihte örnekleri de bulunuyor. Bununla birlikte sınıf partileri hiçbir ulusun esaretine kayıtsız kalamazlar. Ezilen ulusun esaretten kurtuluşu sorunu, sınıfın, sınıf partilerinin temel sorunlarından birisi olagelmiştir. Günümüzde Kürt ulusunun durumu tam da böyledir.
Türkiye’de ve Kürdistan’da sınıf partisinin Kürt sorununda aldığı siyasi ve pratik tutum da Marksizmin tarihsel birikimine ve sınıf partilerinin tutumuna uygun bir gelişim izlemiş, böyle olagelmiştir. Giderek bir halk hareketine dönüşen ve ulusal direnişinin başında bulunan Kürt ulusal hareketinin “ulusal sorunun çözümünde bir yol, bir çıkış” olarak önerdiği “demokratik özerklik” karşısındaki tutumu da buradandır. Sadece Kürt ulusunun demokratik hak ve özgürlüklerinin karşılanması açısından değil, her ulustan işçi sınıfı ve emekçilerin geleceği ve kapitalizme karşı ortak mücadelesi açısından önem taşıdığından dolayı, sınıf partisi tarafından başından beri desteklenen ve başarılması için mücadele edilen bir yönetim biçimidir, “özerklik”. Kürt ulusal sorununu ve buna bağlı olarak Kürt ulusal hareketi ile ilişkilerini, ittifak ve mücadele birliklerini düzenleyen sınıf partisi, diğer tüm akımlardan farklı bir tutum ve kararlılık sergilemekle kalmamış, tutum ve duruşuyla bir nirengi noktası oluşturmuştur.
Elbette, Kürt sorununun barışçı ve demokratik çözümünde anahtar rol oynayacağı savları ile birlikte, “bölgesel özerklik”in “bununla sınırlı kalmayacağı”, bölünmeye neden olacağı ve bundan dolayı karşı çıkılması gerektiğini iddia edenlerin sınıf ve emekçiler üzerinde yarattığı etkiyi küçümsememek gerek. Dahası “sol”, “sosyalist”, “komünist” tanımlarıyla politika yapan çevrelerin de bu konuda statükocu ve gerici bir noktada durduklarını da hesaba katarak söyleyecek olursak, Marksistlerin işinin çok daha zor olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak konunun birçok yanıyla tartışılıyor olması ve hemen her çevre ile tartışma olanağı bulunması gerçeğini bir avantaj olarak değerlendirerek, sınıfın ve sınıf partisinin muradının aktarılması ve anlaşılması sağlanabilir.
Çeşitli kesimleriyle burjuva gericiliği, ırkçı ve şoven güçler, Kürtleri bir ulus olarak görmek istemediklerinden ve ulus olmaktan kaynaklı haklarını kabullenemediklerinden dolayı, tüm diğer çözüm yollarına olduğu gibi, “demokratik özerklik” talebine de karşı çıkmaktadırlar. (Kürtler önce sorunu bir talep olarak gündeme getirdiler, daha sonra, 14 Temmuz 2011 tarihinde Diyarbakır/Amed’de yapılan DTK toplantısında “demokratik özeklik” ilanında bulundular.) Kürtlerin kendilerini ulus olarak yönetmelerine olanak tanıyacak herhangi bir yönetim biçimini önermeyen, ancak her ileri sürülen talep ve yönetim biçimini şiddetle bastırmaya kalkan Türkiye burjuvazisi, buna da karşı çıkmakta, Kürtlerin mevcut koşulların iyileştirilmesiyle bireysel hak ve özgürlüklerine sahip olabileceklerini ve bunun yeterli sayılması gerektiğini vaaz ediyor.
“DEMOKRATİK ÖZERKLİK” BÖLMEZ, SINIFI VE HALKLARI ORTAK MÜCADELEYE YÖNELTİR
İki uluslu ya da çok uluslu ülkelerde birlikte yaşamı sürdürecek koşullar yaratılmadan, barış ve huzur içinde yaşamanın mümkün olmadığı gerçeğinden hareketle, Kürt sorununun çözümünün sağlanmadığı, Kürtlerin ulus olarak kendi iradeleriyle benimseyecekleri bir yönetim biçiminin uygulanması aracılığıyla kendi kaderlerini tayin edemedikleri sürece barış ve huzur içinde yaşama olanağı yoktur. Farklı ulusların yaşadığı tüm ülkelerde ulusal sorun ya ülkelerin kuruluşundan itibaren bir çözüm bulunarak hal yoluna konulmuş ya da çözümünü dayattığında bir çıkış yolu bulunarak ilerleme sağlanmıştır. Bugün Kürt sorununda da bir çözüm yolu bulunması zorunluluğu kaçınılmazlıkla kendisini dayatmaktadır.
Ne yazık ki cumhuriyetin kuruluşunda bu sorunu çözememiş ve büyük acılar yaşamış ulusların evlatları olarak bu gün bu sorunu çözme sorunuyla karşı karşıya bulunuyoruz.
Ne yazık ki, Türkiye Cumhuriyeti 88. kuruluş yılında bile hâlâ bu sorunu çözmemiş, çözememiştir. 30 yıldan bu yana çatışmalarla süren Kürt sorunundaki çözümsüzlüğün yakın dönemde artan operasyon ve çatışmalarla daha da kaygı verici bir aşamaya geldiği görülüyor. Cumhuriyetin kuruluş yılları diyebileceğimiz yıllar boyunca –1921 Anayasası’na da geçirildiği üzere– “Kürtlerin çoğunluk teşkil ettikleri yerlerde muhtariyet (otonomi, özerklik) ile yaşamlarını Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları olarak sürdürebilecekleri” ilan edilmişken, 1924 Anayasası ile kayda geçirilen Kürtlere yönelik inkar, imha ve asimilasyon politikaları, sorunu tam bir çıkmaza sürüklemiştir.
Koçgiri olayından sonra, yeni ve daha büyük sorunlarla yüzleşilme zorunluluğunu dayatan bir tarihe sahibiz. Mustafa Kemal’in 16 Ocak 1923’de İzmit Kasrı’na davet ettiği Yalman ve Sertel gibi dönemin tanınmış gazetecileriyle yaptığı görüşmede Kürt sorununu ilişkin olarak yaptığı değerlendirme ve öngörülere uygun bir gelişim seyri yaşanmış olsaydı, bugün bu sorunları yaşıyor olmayacaktık. Mustafa Kemal Kürt sorunu değerlendirmiş ve gelecekteki olası yönetim biçimine ilişkin açıklamalarda bulunmuştu.1923 yılında düzenlediği İzmit basın toplantısında, M. Kemal’in A. Emin Yalman’ın sorusuna verdiği ve daha sonra sansür edilen cevabı Kürt sorununa bugün tartıştığımız yerden bir açıklama getirmektedir. M. Kemal şöyle diyor: “Kürt sorunu, bizim yani Türklerin çıkarlarına olarak da kesinlikle söz konusu olamaz. Çünkü bildiğiniz gibi, millî sınırlarımız içinde var olan Kürt unsurlar o şekilde yerleşmişlerdir ki, pek az yerlerde yoğundur. Fakat yoğunluklarını kaybede kaybede ve Türk unsurunun içine gire gire öyle bir sınır doğmuştur ki, Kürtlük adına bir sınır çizmek istersek Türklüğü ve Türkiye’yi mahvetmek gerekir. (…) Dolayısıyla başlı başına bir Kürtlük düşünmektense bizim Teşkilât-ı Esasiye Kânunu (Anayasa) gereğince zaten bir türlü özerklik oluşacaktır. Ayrı bir sınır çizmeye kalkışmak doğru olmaz. O hâlde hangi livanın (sancağın) halkı Kürt ise, onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir. Bundan başka Türkiye’nin halkı söz konusu olurken, onları da beraber ifade etmek gerekir. İfade olunmadıkları zaman, bundan kendilerine ait sorun yaratmaları daima mümkündür. Şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi, hem Kürtlerin ve hem de Türklerin yetki sahibi vekillerinden oluşmuştur ve bu iki unsur, bütün çıkarlarını ve kaderlerini birleştirmiştir.”
1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu’nun, yani Anayasanın 11. maddesi “Vilâyet mahalli umurunda manevî şahsiyeti ve muhtâriyeti hâizdir. Hâricî ve dâhilî siyâset, şer’i, adlî ve askeri umur, beynelmilel iktisâdî münâsebet ve hükûmetin umûmî tekâlifi ile menâfii birden ziyâde vilâyâta şâmil husûsat müstesnâ olmak üzere, Büyük Millet Meclisi’nce vâz edilecek kavânin mûcibince Evkaf, Medâris, Maarif, Sıhhiye, İktisat, Ziraat, Nâfiâ ve Muâveneti İçtimâiye işlerinin tanzim ve idâresi vilâyet şûrâlarının salâhiyeti dâhilindedir.” şeklindedir. Buna göre, iller, yasalar çerçevesinde, medrese, vakıf, sağlık, eğitim, ekonomi, tarım, sosyal yardım konularında yerel düzeyde idari bir yetkiye sahip bulunmaktadır. Yasada buna muhtariyet, yani özerklik deniliyordu. Söz konusu konuların yönetimi ise il şuralarına bırakılıyordu. Bilindiği gibi, “şura” sözcüğü de “Sovyet” karşılığına kullanılmaktadır.
Ne yazık ki, Cumhuriyet’in kuruluşunda bu sorunu çözememiş ve büyük acılar yaşamış ulusların evlatlarıyız. Burjuva demokrasisi ile yönetilen birçok ülkede ulusların ve halkların birlikte yaşamalarına olanak yaratılmış, böylece büyük çatışmaların ve ulusal boğazlaşmaların önü kesilmişken, bir halk kalkışması ve ortak kuruluş savaşı vermiş iki halk sorununu çözememiştir.
Tarihteki örneklerine kabaca bakacak olursak; Amerika Birleşik Devletleri (ABD), kuruluşuyla birlikte oldukça sancılı ve kapışmalı bir süreci geride bırakarak ,“Birleşik Devletler” olarak, 50 devlet ya da özgün yönetimden oluşan bir sistem kurmayı başarmış, böylece ulusların, farklı halkların giderek uyum içinde yaşamalarının koşulları yaratılabilmiştir. Kuruluş tarihi 1776 olan, birçok iç kavgadan geçen, elli eyaletten ve bir federal bölgeden oluşan federal bir cumhuriyet olarak ABD, Alabama’dan Wyoming’e kadar, özgün bir model olarak sorunu çözmüş olan günümüzün emperyalist bir ülkesidir. Elli ayrı eyaleti temsilen elli yıldızlı “Birleşik Devletler” bayrağının yanında, her eyaletin bir bayrağı bulunuyor. Eyaletlerin valileri, yargı mensupları seçimle işbaşına geliyor. ABD’de nüfusun dörtte biri oranında İspanyolca konuşulmakta, anadili İspanyolca olan yurttaşlar için eğitim ve öğretimin önünde bir engel bulunmamaktadır. İspanyolca ikinci eğitim dili olarak kabul edilmiştir ve İspanyolca eğitim veren okullarda İngilizce ve İspanyolca eğitim veren öğretmenler bulunmaktadır.
Yine Almanya, bir federal devlet olarak, bu sorunu, kuruluşuyla birlikte çözmüş ve bu kapsamdaki sorunlarını geride bırakmıştır. Almanya’da daha önce savunulan “Almancayı iyi konuşmaları amacıyla anadillerinden mahrum bırakma” yaklaşımı da geride kalmıştır. Günümüzde bir bölüm eyalette ilkokuldan itibaren haftada 3-5 saat zorunlu anadil dersleri verilmektedir. İlköğretimin ortaokula denk düşen sınıflarından itibaren “karşılaştırmalı dil eğitimi” uygulamasının programa alındığı bilinmektedir.
Tarihte, dünyanın birçok ülkesi, uluslaşma süreciyle birlikte iç kavgalara, ayaklanmalara, ulusal pazar mücadelelerine sahne olmuştur. “Kıtasal batı Avrupa burjuva-demokratik devrimler dönemi oldukça belirli bir zaman dilimini, yaklaşık olarak da 1789-1871 yıllarını kapsar. İşte bu zaman dilimi, ulusal hareketler dönemiydi, ulusal devletlerin yaratılması dönemiydi. Bu dönemin sonunda batı Avrupa, homojen ulusal devletlerin kural olduğu bir düzenli burjuva devletler sistemine dönüştü. (…) Doğu Avrupa’da ve Asya’da burjuva-demokratik devrimler dönemi ancak 1905 yılında başladı. Rusya, İran, Türkiye ve Çin’deki devrimler.” (Lenin, Seçme Eserler, sf. 270)
Bir uluslar hapishanesi olan Rusya’da 1917’de gerçekleşen devrim; tüm tarihsel deneyimleri, insanlığın birikimini de dayanak edinerek, uluslar, azınlıklar, halklar, diller ve kültürler sorununa daha ilerden ve bütün insanlık için büyük bir deneyim olan bir çözüm yolu sunmuştur. SSCB deneyimi, ulusal sorunların sınıfın iktidarında nasıl çözüldüğünü gösteren zengin bir hazinedir. Yeri gelmişken belirtilmelidir ki, bu deneyimin yaratığı etki ve birikim atlanarak insanlık tarihinde ulusal sorunların çözümüne ilişkin yol bulmakta yetersiz kalınacaktır. Kürtlerin Irak, İran, Türkiye ve Suriye’den sonra küçük bir nüfus olarak yaşadıkları SSCB’deki durumları, kendi kendilerini yönetmeleri, dilleriyle eğitim hakkına kavuşmaları, Kürdolojinin kuruluşu, Sovyet merkezi yapılanmasında temsiliyet vb. birçok alandaki gelişme, tüm diğer burjuva demokratik çözüm yollarından ayrılarak, sosyalizmin, hem ulusal eşitlik, hem de sömürü ve sınıf baskısının ortadan kalkmasına olanak tanıması açısından, tüm diğer ülke deneyimlerinden farklılık göstermektedir.
Birleşmiş Milletler’in (BM) ‘Ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ (Self determination) düzenlemesinin esas olarak SSCB’deki gelişmeler ve baskılanmalardan sonra kabul edildiği gerçeği de yabana atılmamalıdır. Ancak bugün dünyanın dört bir yanında federasyon, özerklik gibi birlikte yaşamın olanaklarını sunan yönetim biçimlerinin geçerli olduğu onlarca ülkeden söz etmek mümkün.
Kanada bunlardan biridir. 10 eyalet ve bir özerk bölgeden oluşan ülkede, eyaletler, parlamentoları, halkın seçtiği valileriyle “ihtiyaçlara göre düzenlenmiş” bir idari ve siyasi yapılanmaya sahip. İngilizce ve Fransızcanın kullanıldığı, iki resmi dili bulunan 33 milyon nüfuslu ülkenin 8 milyonu Fransız kökenli. Quebec eyaletinde Fransızca konuşulmaktadır. 20 kadar azınlık dili ise koruma altındadır.
İngiltere, bugün hâlâ sancıları dinmemiş olsa da, çözüm yoluna girmektedir, ulusların bir arada, ama eşit statü ile yaşamalarına olanak tanıyacak çözüm arayışları içindedir. İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda’nın kendi parlamentoları bulunuyor. İngiltere’de İngilizce, Galler’de İngilizce ve Galce, K. İrlanda’da İrlandaca ve İngilizce eğitim yapılıyor. İskoçya’da ise, İskoçça, Galce ve İngilizce konuşulup eğitim yapılabiliyor.
Brezilya’da federal bir ülke olarak 23 eyalet ve 3 federal başkent bulunuyor. Ulusal Kongre, eyalet temsilcilerinin nüfus oranıyla temsiliyetine dayanıyor.
Bizde çokça konuşulan İspanya, Franco diktatörlüğünün yıkılışından sonra, bir arada yaşamı için arayışlara girmiş ve henüz tam olarak çözüme kavuşmuş olmasa da, ulusal sorunların çözümünde önemli oranda ilerleme sağlayabilmiş, çatışmasızlık sürecini başlatmış bir ülke. 1978’de hazırlanan Anayasa’da 17 özerk bölgeye ve özerk şehirlere yol açıldı. Anayasa’da “tarihsel milliyet” olarak belirtilen Katalonya ile Bask bölgesi ve Galiçya kendi parlamentoları, dilleri ve polis teşkilatı vb. kurumlarıyla statü kazanmıştır ve diğer 14 bölgeden daha geniş haklara sahiptir. Bask Bölgesi ve Katalonya’da özerkliği bağımsızlığa dönüştürmek isteyen ETA’nın silah bırakacağını açıklayarak attığı son adımlar bir ayrı bir değerlendirme konusu olarak bir yana bırakılırsa, halkların bir arada yaşamını sağlayacak arayışlar bitmiyor, devam ediyor.
Danimarka’nın Faroe Adaları , Finlandiya’nın Aland Adaları, Belçika, İtalya, Fransa, Filipinler, Endonezya, Çin, Rusya ve daha birçok ülkede farklı ulusların bir arada yaşamına olanak tanıyan yönetim biçimleri uygulanmaktadır.
Irak’ta Kürdistan özerk bölgesi bulunuyor. Kürtçe ve Arapça eğitim dili olarak kullanılıyor. Ayrıca 18 vilayetin kendine has özgünlükleri var. Tüm bu ülkelerde farklı dillerde eğitim hakkı, radyo televizyon vb. talepler karşılandıkça, halklar rahatlamakta ve birlikte yaşamın olanakları artmaktadır.
Dünya tarihinin gösterdiği; iki ya da çok uluslu ülkelerde, eşit haklara dayalı, ulusların varlığı ve ulus olmaktan kaynaklı haklarının tanınmasının, halkları bir birine yakınlaştırdığı, birlikte yaşamı kolaylaştırdığıdır. Yok sayarak, asimilasyon politikaları uygulayarak ve şiddetle bastırarak ‘birlikte yaşam’ı sürdürmenin olanağı yoktur. Bunun varacağı yer, önünde sonunda bölünmedir.
Ayrılma hakkı tanınmadan ve birlikte yaşamın tüm koşulları yaratılmadan, ulusları, halkları bir arada tutmanın olanağı bulunmamaktadır. Kürtlerin bölgesel özerklik kararını bu yönüyle ele almak ve bunu, Türk, Kürt ve tüm halkların ortak yaşamı için bir olanak olarak değerlendirmek gerek. Zira “bölgesel özerklik”, bölünmeyi değil, birlikte yaşamı, barışı, eşitliği, kardeşliği ve özgürlüğü güçlendirir. Türkiye’nin önündeki demokratik seçenek de budur.